Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
başka
ifadesini içeren
1013
kelime bulundu...
işaret-i nass / işâret-i nass
Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.
a'raz / a'râz
Varlıkta kalabilmesi için başka bir şeye muhtâc olan hâssalar (özellikler), sıfatlar. Araz'ın çokluk şeklidir.
abd-i aziz
İzzetli kul, Allah'tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul.
aborda
İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.
abr
Rüya tabir etmek. Düş yormak.
Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek.
Söylemeden bir şeyi düşünmek.
acem
Arap milletinden olmayan başka milletler.
acir
Elindekini başkasına kiralayan. Kiraya veren.
aciyy
(Çoğulu: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.
ada
Gr : Kendinden sonra gelen ismi cerreder. Harf-i cerr'dir. "...den başka, ...den gayrı" mânasına gelir.
adaptasyon
Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi.
(Fransızca)
Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme.
(Fransızca)
adva
Hastalık başkasına bulaşmak.
agyar
Yabancılar. Başkaları.
Rakipler.
ağyar / ağyâr
Başkaları, diğerleri.
Başkaları, düşmanlar, yabancılar.
Başkalar, yabancılar.
ahar / âhar
(Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
Diğeri, başkası.
Başkası, diğeri, yabancı.
Başkaları, diğerleri.
ahdname / ahdnâme
Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak maksadıyle hazırlanan belge.
aher / âher / آخر
Başka, diğer, gayrı.
Diğer, başka.
Başka, diğer.
Başka, diğer.
(Arapça)
aheri / âheri
Diğerini, başkasını.
akabe
(Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
Muhatara, tehlike.
Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da
aki
(Akk. dan) İsyan eden, başkaldıran, âsi.
akref
Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.
aks-ül amel
İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon)
Edb: Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle, başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: "Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü var." mısrâında olduğu gibi.
alamet-i mümtaze ve farika / alâmet-i mümtaze ve fârika
Başkalarından üstün ve ayrıcalıklı olduğunu gösteren işaret.
alem / âlem
Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.
alem-i kebir / âlem-i kebîr
İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.
allah bes baki heves / allah bes bâkî heves
Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir.
allahü la ilahe illa hu / allahü lâ ilâhe illâ hû
"O Allah ki, Ondan başka ilâh yoktur".
allam / allâm
En çok bilen, her şeyi hakkı ile bilen. (Cenâb-ı Hakka mahsus bir sıfat olup, başka mahluka denemez.)
almanak
Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir.
(Fransızca)
aluk
Arzu.
Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla koklayıp emzirmeyen deve.
Devenin otladığı ot.
Süt.
aman-name
Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan pusula, yazı.
(Farsça)
ambargo
Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.
ankebut suresi
Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.)
antropomorfizm
Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl
araz
İşaret, alâmet.
Tesadüf.
Kaza, felaket.
Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.
arazi-i uşriyye / arâzi-i uşriyye
Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip faydalanılır hâle getirilen m
arif / ârif
Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.
ariye
(Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.
arız / ârız
Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
Kalın ve geniş bulut.
Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
İnsanın yanağı.
arzu-yu merhamet
Başkalarına merhamet etme, şefkat ve acıma arzusu.
arzu-yu tahkir
Başkalarını aşağılama arzusu.
asalak
Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren hayvan veya bitki. Parazit.
Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse.
asi / âsî
İsyan eden, başkaldıran.
aşık-ı didar-ı pak / âşık-ı didâr-ı pâk
Temiz yüzün âşıkı.
Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri.
asliyyet
Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik.
Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.
asr
(Asır) Bir devrelik zaman.
İkindi vakti.
Zamanın bir cüz'ü.
Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
Yüz yıl.
Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
Gece ve gündüzden
ater
Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.
atmosfer
Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
Bir yerdeki mânevi hava.
Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri
avret
İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (günâh) olan yerleri.
Kadın, hanım.
ayat-ı saire / âyât-ı sâire
Diğer, başka âyetler.
baği / bâğî
İdareye başkaldıran.
Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır.
baki / bâki
Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez.
Sonsuz.
Cenab-ı Hak.
Artan. Geri kalan.
Bundan başka.
bast-ı özür etmek
Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.
batar
Çok kibirlenme, gururlanma.
Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme.
Çok sevinme.
bede'
Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.
bedel
(Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
Başkasının adına hacca giden.
Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ
Bir şeyin yerini tutan, yerine geçen; başkasının yerine iş yapan kimse.
Değer, kıymet.
Başkasının parası ile onun yerine hacca giden kimse yerine geçen.
beden
(Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
Kale bedeni.
bedii kıraet / bedîî kıraet
Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.
behişt-i gına / behişt-i gınâ
Cenab-ı Hak'tan başka hiç kimseye minnet etmeden hâsıl olan saadet, cennet. Gına ve istiğnânın cenneti.
behm
Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
belagat-ı i'caz ve icaz / belâgat-ı i'câz ve îcâz
Bir mânâyı az sözle ve başkasının yapmaktan aciz kalacağı mükemmellikte, tam yerinde ifade etme san'atı.
ben
(Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl
betil
Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı.
Salkımları sarkmış ağaç.
Nehirlerdeki akıntılar.
Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.
bey'-i mevkuf / bey'-i mevkûf
Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.
beyan-ı mu'ciz / beyân-ı mu'ciz
Mu'cizevî açıklama; açıklamaları mu'cize olan ve bir benzer açıklamayı yapmaktan başkalarını âciz bırakan Kur'ân'ın beyanı.
beyt-ül makdis
Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır.
İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.
bi'at / bî'at
Sözleşme, söz verme, teslimiyet.
Devlet başkanı durumunda olan kimseye, senin başkanlığını, idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim, şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.
bidal
Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme.
bil'asale
Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.
bilfiil
Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.
bilvasıta müteharrik
Bir başka unsur aracılığıyla harekete geçen.
bizatihi kaim / bizatihî kaim
Varlığı başka bir sebebe bağlı olmayan, kendi zâtıyla var olan.
borç
Bir kimsenin başka birine bir şey yapmasını veya vermesini gerekli kılan yükümlülük.
brahma dini / brahma dîni
Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.
bundan maada / bundan mâada
Bundan başka, bunun yanısıra.
(Türkçe - Arapça)
büyü
Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.
büzürg
(Çoğulu: Büzürgân) Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu.
(Farsça)
Reis, baş, başkan, şef.
(Farsça)
Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı.
(Farsça)
cadib
Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören.
çağrışım
Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de
cah-ı masiva / câh-ı mâsiva
İtibar, makam, mevki gibi Allah'tan başka, dünya ile alâkalı şeyler ve onların oluşturduğu tehlike çukuru.
çapulcu
Başkasının malını çalan, talan edip yağmalayan.
casus
(Çoğulu: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına dair haberleri başka bir devlet menfaatına olarak toplayıp bildiren kimse.
cebr-i mafat / cebr-i mâfat
Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma.
cedh
Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak.
Sütü su ile karıştırmak.
cehennem
Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl
cehş
Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak.
cela' / celâ'
Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak.
Başkalarını çıkarmak.
Açık haber.
Ruşen olmak, parlamak.
cem'iyyet
(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et.
Bir yere cem' olma.
Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müstenid
cemal / cemâl
Güzellik.
Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
Zât, yüz.
Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.
cerh
Yara.
Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
Kesb u kâ
cevanib-i saire / cevânib-i sâire
Diğer yönler, başka taraflar.
cevdet
İyilik. Güzellik. Kusursuzluk.
Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması.
Cömertlik.
Susuz olma.
cevher
Bir şeyin özü, esası.
Kıymetli taş.
Çelik üzerindeki nakış.
Edb: Noktalı harf.
Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
Harflerin noktası.
Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh
Varlığı için başkasına muhtaç olmayan.
Bir şeyin özü.
Mâhiyet, asıl, öz. Varlıkta kalabilmesi için başka bir mahlûka muhtâc olmayan, kendi kendine varlıkta kalabilen.
ceyyid
Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve gümüş miktârı fazla olanlar.
cibt ve tagut
Haç ve put. Allah'tan başka canlı cansız mabut edinilmiş şeyler.
çığır
t. Yeni açılan patika yolu.
Ayak izi ile karlı yerde açılan yol.
Başkalarının da uyabileceği yeni bir tarz ve yol.
Çığın açtığı iz, yol.
cihan-salar / cihan-sâlâr
Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah.
(Farsça)
cism
Boşlukta yer kaplayan şekil almış veya başka bir şekle giren madde.
Beden, vücûd.
cülube
Başka yerden satmaya getirilen şey.
cülul
Kişinin, yerinden başka yere çıkması.
cumhuriyet
Devlet başkanı yönetilenler tarafından seçilen yönetim biçimi.
cüz'i-yi müşahhas / cüz'î-yi müşahhas / جُزْئِي يِ مُشَخَّصْ
Şahsı belirli olup başkalarıyla ortaklık kabûl etmeyen şey.
cüz'iyyat
Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.
dagıyye
Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist.
dahil / dahîl
Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir.
Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi.
Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan.
Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçe
dakika
(Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
İnce fikir, mülâhaza, nükte.
Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.
dalaletpişe
Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.
dall-i bi-l iktiza / dâll-i bi-l iktiza
(Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden.
Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini
dalle
Evini bilmeyip başka yere giden davar.
damacana
Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe.
def'
Ortadan kaldırmak, Öteye itmek.
Mâni' olmak. Savmak. Savunmak.
Himaye etmek.
Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak.
dekan
Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.
delil / delîl
Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.
dellallık etmek / dellâllık etmek
İlân etmek, başkalarına duyurmak.
derviş / dervîş
Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.
deyn
Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.
Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bul
diamet
Binaya vurulan destek, direk, payanda.
İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef.
diger / دگر
Başka, diğer, öteki.
(Farsça)
Diğer, başka.
(Farsça)
diger-bar / diger-bâr
Başka zaman, başka defa.
(Farsça)
diger-bin
Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi.
(Farsça)
diger-gun
Değişmiş, başkalaşmış, bozuk.
(Farsça)
diger-kam / diger-kâm
Başkalarını düşünen.
(Farsça)
diger-ruz
Diğer gün, başka gün.
(Farsça)
diğergam / diğergâm
Başkalarını düşünen, bencil olmayan.
digergun / dîgergûn / دگرگون
Başka.
(Farsça)
digerkam / dîgerkâm / دیگركام
Başkalarını düşünen.
(Farsça)
dikte
Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma.
(Fransızca)
Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme.
(Fransızca)
divan-ı riyaset / dîvân-ı riyâset / د۪يوَانِ رِيَاسَتْ
Başkanlık makamı.
Meclis başkanlığı.
diyanet dairesi
Diyanet İşleri Başkanlığı.
diyanet reisi
Diyanet İşleri Başkanı.
diyanet reisliği
Diyanet İşleri Başkanlığı.
diyanet riyaseti / diyânet riyâseti / دِيَانَتْ رِيَاسَتِي
Diyanet İşleri Başkanlığı.
Diyânet işleri başkanlığı.
diyanet riyaseti müşavere heyeti
Diyanet İşleri Başkanlığı Danışma Kurulu.
diyar-ı ahar / diyar-ı âhar
Başka, diğer memleket.
Başka memleket.
dua / duâ
İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması.
ebdal / ebdâl
Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.
ecir-i müşterek / ecîr-i müşterek
Serbest işçi. Kirâlıyanından (işvereninden) başkasına çalışmaması şartı koşulmamış hamal, terzi, saatçi gibi işçi.
ecnebi
Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan.
edgam
Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at.
egosantrizm
Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve
(Fransızca)
ehadis / ehâdîs
Hadisler; Peygamber Efendimizin mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar.
ehadis-i şerife / ehâdis-i şerife
Hadisler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar.
ehl-i hall ü akit
Bir ülkeyi yönetme, bir devlet başkanını seçme veya azletme yetkisine sahip kişiler, millet vekilleri.
ehl-i hall ve akd
Hükümet ve Cumhurbaşkanının seçme ve azletme yetkisine sahip olan meclis.
ehl-i vahdetü'l-vücud
Allah'tan başka varlık olmadığı, herşeyin Allah'ın tecellîsi olduğunu kabul edenler.
ehl-i zimmet
İslâm Devletinin tâbiiyetinden olan Hıristiyanlar. İslâm Devleti tarafından korunan müslümandan başka kimse. Zimmi.
ekselans
Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan.
(Fransızca)
ekzef
(Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.
el-cüz'i / el-cüz'î
Man: Mânası, mefhumu başkalarına şâmil olmayan, yani tek mâlum ferde âid olan kelime.
elsine-i terkibiye
Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)
emanet
Eminlik. İstikamet üzere bulunmak.
Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey.
Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen.
Osmanlılar Devrinde ba
emanet-i hilafet / emanet-i hilâfet
Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık emaneti.
emanet-i kübra / emanet-i kübrâ
Benlik duygusu; büyük emanet; başka varlıkların yüklenmekten çekindiği ve insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülükler.
emir / emîr / امير
Bey, başkan.
Bir kavmin, bir topluluğun başı, beyi, emredeni. Vâli, kumandan, devlet başkanı, melik.
Hazret-i Ali'nin lakabı.
Bey, emirlik başkanı, emir.
(Arapça)
emir-ül-mü'minin / emîr-ül-mü'minîn
Müslümanların reîsi, devlet başkanı.
emperyalizm
Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sins
(Fransızca)
emr-i ahar / emr-i âhar
Başka bir iş ve durum.
emval-i gayr-i menkule
Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)
emval-i menkule
Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)
erbab / erbâb / ارباب
Ulu, ulvi, âlâ.
(Farsça)
Reis, başkan, şef.
(Farsça)
Sahip.
(Arapça)
Başkan.
(Arapça)
Usta.
(Arapça)
erbab-ı kulub / erbâb-ı kulûb
Gönül sâhipleri. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (içerisinde bulundukları mânevî hallere dalıp kendilerini unutan) kimseler. Bunlara İbn-ül-vakt de denir.
erkan-ı harbiye-i umumiye reisi / erkân-ı harbiye-i umumiye reisi
Genelkurmay Başkanı.
erkan-ı harbiyye-i umumiyye / erkân-ı harbiyye-i umûmiyye / اركان حربيهء عموميه
Genel kurmay başkanlığı.
erkan-ı harp reisi / erkân-ı harp reisi
Genel Kurmay Başkanı.
esaret
Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.
eşhedü en la ilahe illallah / eşhedü en lâ ilâhe illâllah
"Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur".
esma-i mevsule ve müpheme / esmâ-i mevsûle ve müpheme
Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; mânâsı kendisinden sonra gelen cümle ile açıklanan ve bir ismi başka bir cümleye bağlayan kelimedir.
evzak
İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.
eyyim
Bekâr, dul. Eyyim; gerek bikir, gerek seyyib olsun zevci olmayan kadına ve zevcesi olmıyan erkeğe denir ki, buna bekâr denir. Bundan başka eyyim; hür kadına ve bir kimsenin kızı, hemşiresi, teyzesi gibi yakın hısmına da ıtlak edilir.
eyyühe'r-ruus ve'r-ruesa / eyyühe'r-ruûs ve'r-ruesâ
Ey başlar ve başkanlar, ey yönetici ve idareciler.
faikiyet / fâikiyet
Üstünlük, başkalarından farklı ve üstün olmak.
faiz / fâiz
Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.
fakir
Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.
fakir-i müstağni / fakir-i müstağnî
Fakir olmakla birlikte Allah'tan başkasına muhtaç olmayan kişi.
fani / fânî
Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse.
faraziye
(Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu
farig
İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş.
Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.
fark
Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme,
Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.
Ayrılık, başkalık.
farz
Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.)
Takdir veya beyan eylemek.
Bir şeyi delmek, gedik açmak.
Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus.
Addet
fasid daire / fâsid daire
Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.
fazıle
(Çoğulu: Fevâzıl) İnsandan başkalarına da geçebilen huy, haslet.
fazilet
Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.
fels
Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.
fena / fenâ
Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
fena-i kalb / fenâ-i kalb
Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.
fena-i nefs / fenâ-i nefs
İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.
fenafillah
(Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.
ferd-i ahar / ferd-i âhar / فَرْدِ اٰخَرْ
Başka, diğer ferd.
Başka, diğer ferd.
fesh
Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.
fetva emini / fetvâ emîni
Şeyhülislâmlıkta fetva işleriyle meşgul olan dairenin başkanı.
fevd
Bir işi veya emri başkasına teslim etmek.
fi / fî
Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus
fidye-i necat
Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.
fuhş
Çirkin söz. İş ve ayb şeyler. Çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak.
fürza
Irmak kenarından başka yere su gitmesi için açılan gedik. Deniz kenarında gemilerin durmasına mahsus yer. Liman.
fütüvvet
Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kim
gafak
Yağmurun yavaş yavaş yağması.GAFER (Gufâr)Ğ : Kadının baldırında, alnında veya başka yerinde olan kıl.
gaflet
Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak.
galat-ı rü'yet
Renk körlüğü. Bir rengi, aslından başka renkte görme.
Görme bozukluğu.
gani / ganî
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.
gargara
Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama.
Tavuk ve güvercinin ötmesi.
Can boğaza gelip tereddüt etmek.
Çömleğin kaynayıp fıkırdaması.
Çoban koyuna haykırıp çağırması.
garim / garîm
Alacaklı.
Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.
gasb
Başkasına âit bir şeyi zorla, rızası olmadan almak. Zorla almak.
Zorla alınan şey.
Başkasının malını izinsiz (rızâsı olmaksızın) zorla elinden almak. Malı alana gâsıb, alınan mala mağsûb denir.
gatarif
(Tekili: Gıtrîf) Başkanlar, başlar, reisler, önderler.
Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.
gayb alemi / gayb âlemi
Görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar.
gaybet
Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması.
gaybi / gaybî
Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.
gaybubet
Gayıplık, hazırda olmayıp başka yerde olma.
gayr / غير / غَيْرْ
Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)
Başka.
Diğer, başkası.
Başka.
Başka.
(Arapça)
Yabancı.
(Arapça)
Olmayan, değil.
(Arapça)
(Allahtan) Başka.
Başka.
gayr-endiş / gayr-endîş
Başkalarını düşünen, şefkatli ve cömert kimse.
(Farsça)
gayr-ı men hüve leh
Sahibinden başkası, sahibinin kendi dışında; kendisi için olmayan.
gayra
Başkasına.
gayrendiş / gayrendîş / غير اندیش
Başkalarını düşünen.
(Arapça - Farsça)
gayrı
Başkası, diğeri. Artık.
gayri
Başka.
gayrın nazarı
Başkasının bakışı.
gayrına
Başkasına.
gayrısı
Dışında, başka bir şey.
gayrullah
Allahtan başkası, yaratılanlar.
gerdenkeş / گردن كش
Başkaldıran, asi, dikbaşlı.
(Farsça)
gıbta
İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi.
gılman-ı enderun
Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.
gılman-ı hassa
Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v
gıtrif
(Çoğulu: Gatârif) Başkan, reis.
Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi.
gurbet-zede
Memleketinden başka yerde bulunan, gurbete düşmüş olan.
(Farsça)
hacc-ı asgar
Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.
hadd-i sirkat
İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.
hadd-i te'dib
Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.
hades
(Hads) Sür'atle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini, re'yini bildirmek. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz' ve üslubunda başka tarz tasavvur eylemek.
hadin
Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)
hadis-i meşhur / hadîs-i meşhûr
İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.
hadis-i mevzu' / hadîs-i mevzu'
Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize (A.S.M.) isnad edilen hadis. Muan'an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Manası yanlış demek değildir.
hadis-i müsned-i münkatı' / hadîs-i müsned-i münkatı'
Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.
hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevâtir
Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler.
hadıyd
(Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.
hafaza melekleri
Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur.
hak
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
İslâmiyet.
Gerçek, doğru.
Alacak.
Pay, hisse.
Hâtır, hürmet.
İnsanı
hakikat / hakîkat
Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
Gerçek.
Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
Mâhiyet.
hakikat-i tevhid
Allah'ın bir ve tek olduğu ve ondan başka ilâh olmadığı gerçeği.
hakim / hâkim
"Hüküm veren, hak ve adalet üzere hükmeden, başkasını müdahale ettirmeden idare eden" mânâsında ilâhî isim.
Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
Memleketi idare eden.
Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol
halel
Bozukluk. Eksiklik.
Başkası tarafından verilen zarar.
İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
halife-i şahsi / halife-i şahsî
Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtın şahsı, kendisi.
halil-ür rahman
Allah'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun dostluğunu ihtiyar eden Hz. İbrahim'in (A.S.) lâkabıdır.
halisen muhlisen / hâlisen muhlisen
Başka hiçbir amaç gözetmeksizin, tamamen saf bir niyetle.
hamil / hamîl
Kefil.
Başka yerden getirilen oğlan.
hamiyet / حَمِيَتْ
Kendinden başkası için gayret gösterme.
hareket-i devriye
Dairesel hareket; birinin gidip yerine başkasının geçmesi.
haremgah-ı ilahi / haremgâh-ı ilâhî
Cenâb-ı Hakkın mübarek kıldığı ve özel kimselerden başkasına açmadığı kutsal mekân.
harf
Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
Vecih, ü
harf-i mezid
Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere "Harf-i mezid" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, "Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir" denir.
harfi / harfî
Harfe âit.
Sahibi tanıtmak için olan.
Başkasının mânası için yazılan.
harfi nazar / harfî nazar / حَرْفِي نَظَرْ
Başkasını gösteren ma'na ile bakış.
harfiye
Harf mânâsında; tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsını gösterme.
harim / harîm
Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi.
Şerik.
Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer.
Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
hased
Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.
hasisa
Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.
hasr-ı fikir
Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.
hass / hâss
(Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
Saf.
Tar: Osman
hassa
(Çoğulu: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat.
Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.
hassa-i farika / hassa-i fârika
Farklı kılan özellik, başkalarından farklı olduğunu gösteren nitelik.
hatemkari / hatemkârî
Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.
hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî
Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de
havale / havâle
Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama.
Görmeyi önleyen duvar gibi perde.
Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık.
Postadan gelen emanet kâğıdı.
İşin görülmesini başka birine bırakma.
havale etme
Bir işi başka birine bırakma.
havan
İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
Tütün kesmekte kullanılan makine.
Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
İçine çuku
hayati / hayatî
Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan.
Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.
hayrat
(Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet
hayrhahlık
Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.
hegemonya
yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük.
Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.
hey'et-i vekile reisi
Bakanlar kurulu başkanı, Başbakan.
heyet-i vekile reisi
Bakanlar Kurulu Başkanı, Başbakan.
hezheze
Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.
hibe
Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir.
hicir
Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat.
hicr
Ayrılık.
Başkalarından ayrı fâzıl ve üstün kimse.
Sayıklama.
hicret
Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak.
Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk zuhurunda, şeref ve izzetleri zedelenen Mekke'deki putperest müşrikler daima Hz. Peygamber'e su-i kastlar tert
Bir yerden başka bir yere göç etmek.
Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.
İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere
hıdane / hıdâne
Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb
hıkd
Başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.
hilafet-i mutlaka / hilâfet-i mutlaka
Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.
himmet
Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofi
hıtta
Günahlardan istiğfar etmek.
Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak.
(Çoğulu: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.
hıvel
Zeval.
Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek.
hodbin
Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli.
(Farsça)
hodendiş
(Hod-endiş) Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan.
(Farsça)
hokkabaz
Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.
hubb-ısiva / hubb-ısivâ
Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi.Olup nâdim elim çektim hevâdan, Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan. Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapundan etme red, bu pür günâhı.
hüccet-i kasıra
Şahsa mahsus olup başkasına taâlluk etmeyen hüccet.
hüccet-i müteaddiye
Taraflara münhasır olmayıp başkalarını da alâkalandıran delil.
hücec-i hattiye
Huk: Yazılı deliller. Bunlar tezvir ve tasni şüphesinden sâlim olduğundan onunla amel edilebilir, yani hükme medar olur, başka vech ile sübuta ihtiyaç kalmaz. (Beraetler, mahkeme kararları, tescil edilen vakriye gibi.)
huda / hudâ
Varlığı kendinden olup, başkasına muhtâc olmayan Allahü teâlâ.
hudur / hudûr
Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması. Allahü teâlâ ile berâber olmak, O'nu unutmamak.
hükümdar / hükümdâr
Hüküm sahibi, devlet başkanı.
hulefa / hulefâ
Halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar.
hulle
Ağır, pahalı.
Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
Cennet elbisesi.
Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,
İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.
hulul etmek / hulûl etmek
Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.
hürmet
Riâyet. İhtiram.
Haysiyet. Şeref.
Haram olma. Haramlık.
Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus.
hürriyet
Serbestlik, hür oluş.
Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.
hürriyet-i diniye
Din hürriyeti. Herhangi bir kimsenin mensub olduğu dinin emirlerini ve icablarını yapmakta asayişe ve başkasının haklarına dokunmamak şartiyle serbest olması.
hürriyet-i vicdan
Vicdan hürriyeti; kişinin, başkasına zarar vermemek şartıyla, inancını özgürce yaşayabilmesi.
hüsn-ü mücerred
Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere
hüsnüzan
Bir başkası hakkında güzel düşünme.
husumet-i gayr
Başkalarına düşmanlık besleme.
hususa
Ayrıca, hususen, başkaca.
hususen
Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak.
hüzn
Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır. Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.
huzur / huzûr
Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması.
Nezd, yan.
Rahat, gönül ferahlığı seâdet.
i'caz-ı azime / i'câz-ı azîme
Azîm, büyük mu'cize; başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma.
i'caz-ı kur'ani / i'câz-ı kur'ânî
Kur'ân'ın mu'cize olan özellikleri; Kur'ân'ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü özellikleri.
i'caz-ı san'at / i'câz-ı san'at
San'attaki olağanüstülük; burada bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan Kur'ân san'atının olağanüstülüğü kastedilmektedir.
i'cazkar / i'cazkâr / i'câzkâr
Mu'cizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak.
(Farsça)
Mûcizeli, başka şeyleri kendisine yetişmekten âciz bırakan.
i'cazlı / i'câzlı
Bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli.
i'cazvari / i'câzvâri
Mu'cizeli; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü olan.
i'lal
Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi.
i'lan
Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak.
Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme.
Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.
i'raz / i'râz
Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek.
Yüz çevirme, başka tarafa dönme.
i'tibari / i'tibarî
(İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen.
i'tizal
Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka yola sapmak. Mu'tezile olmak.
iare
Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.
iare-i mutlaka
Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.
ibn-ül-vakt
Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir.
ibra-i istifa / ibrâ-i istifa
Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi.
ibre-i hayyat
Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye çalışan adam.
Terzi iğnesi.
icare-i mevkufe
Başkasının hakkı taalluk edip icazeti lahık olmadıkça nâfiz olmayan icaredir.
icazet-i mutlaka / icâzet-i mutlaka
Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.
icla-yi vatan / iclâ-yi vatan
Yerinden yurdundan sürgün etme, başka tarafa nefyetme.
ida'
Emanet bırakmak. Vedia koymak.
Huk: Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme.
iddet
Bekleme müddeti.
Sayılmış. Madud.
Cemaat.
Hıfz.
Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.)
Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.
ifrag
Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek.
Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak.
ifrağ / اِفْرَاغْ
Bir halden başka bir hale sokma, kalıba dökme.
iftihar
Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek.
Başkasının iyi bir hali ile sevinmek.
iftisal
Sütten kesilme, memeden ayrılma.
Fidanı çıkarıp başka yere dikme.
igtisab
Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak.
igtisabat
(Tekili: İgtisab) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar.
ihbarname
Yazılı haber. Yazı ile haber vermek.
(Farsça)
Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı.
(Farsça)
Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme.
(Farsça)
ihkad
Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma.
ihrac
Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.
ihracat
(Tekili: İhrâc) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak.
Çıkarmalar. İhraç etmeler.
ihtida
Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek.
Başkasına tekaddüm etmek.
ihtilaf-ı dar / ihtilaf-ı dâr
Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler ahâlisinden olması.
ihtilaf-ı re'y
Fikir ihtilafı, fikirlerin başka başka olması.
ihtilaf-ı re'y-i ümmet
Ümmetin re'y ayrılığı. Halkın fikirlerinin başka başka olması.
ihtiyat hazinesi
Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.
ihzariye
Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi.
Birinin mahkemeye çağrılması için
iklab / iklâb
Çevirme, bir halden başka bir hale döndürme.
ikram / ikrâm
Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir şey sunma.
ikrar / ikrâr
Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.
iktibas
Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak.
Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması.
ila-ahir / ilâ-âhir
Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.)
ilave
(Çoğulu: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam.
Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil.
Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı.
İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey.
ilbas-ı hırka
Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.
illa / illâ / الا
-den başka.
(Arapça)
İlle de, mutlaka.
(Arapça)
Yoksa, aksi takdirde.
(Arapça)
illallah
Allahdan başka.
ilva
Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek.
Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek.
Birinin hakkını inkâr eylemek.
Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.
imam / imâm
Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
Müslümanların devlet reîsi.
imam-ı taberani / imam-ı taberanî
(Süleyman bin Ahmed Taberanî) Hadis âlimidir. Şam'da Taberiyye'de doğmuş ve orada vefat etmiştir. (260-360) Kebir, Evsat ve Sagir hadis kitablarını yazmak için 33 sene Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve başka yerleri dolaşmıştır.
imamet / imâmet
İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.
iman / îmân
İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
iman-ı taklidi / iman-ı taklidî
Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman.
imkanat / imkânat
Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.
imtina-i hakiki
Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.)
imtiyaz
Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak.
Resmi veya hususi izin.
Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi.
inhisar
Hasr olunma.
Tecavüz etmeme.
Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
inkılab / inkılâb
Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma.
Altüst olma.
Bir halden başka bir hale dönme.
insibab
Dökülme. Akıtılma.
Cereyan etme.
Başka suya karışma.
Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.
intihal / intihâl / انتحال
Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme.
Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir.
Bir başkasının eserini sahiplenme.
(Arapça)
intikal eden
Bir yerden başka bir yere taşınan.
intikaz
Bozulma.
Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
(Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.
irade-i istihfaf
Başkalarını küçükseme ve hafife alma iradesi.
irca-i inan
Atın dizginini çevirme, başka tarafa yöneltme.
irkab
Huk: Öldükten sonra kanunî mirasçılarından başka bir kimseye de miras bırakma.
irşad / irşâd
Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.
irtidad / irtidâd
Dinden dönme, İslâm dinini terk ederek başka bir dini seçme.
irtihal
Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek.
Ölmek.
isar / îsâr / ا۪يثَارْ
Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek, cömertlik, ikrâm.
İhtiyar etmek.
Yumuşatmak.
Dökmek, serpmek. Saçmak.
Kendisi muhtaç olduğu hâlde başkasına verme ahlâkı.
Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.
Muhtaç olduğu halde başkasını nefsine tercîh etme.
işgal
Zabtetme, istilâ etme.
Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.
iskender
(M. Ö. 356-323) Aristo'dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumi de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır.
isnad / isnâd
Dayandırma, sened gösterme.
Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.
işrak
Allah'a şerik koşma. Allah'tan başkasından medet bekleme.
istiarat / istiârât
İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.
istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire
Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.
istiare / istiâre
Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak.
Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana "arsl
Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.
Ödünç alma.
Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanma.
Bir kelimeyi başka anlamda kullanma.
istibdal / istibdâl
(Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek.
Bir vakfı mülk ile mübadele etmek.
Birşey verip yerine başka şey istemek.
Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.
Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.
istidradi / istidrâdî
Bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka konulardan bahsetmek.
Başka konu anlatılırken arada söylenen söz.
istigna
Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek.
Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak.
Nazlanmak.
Azamet ve tekebbür etmek.
istiğna-yı tam / istiğnâ-yı tam
Hiçbir yönden başkasına ihtiyaç duymama hâli.
istihalat
(Tekili: İstihale) Değişmeler, başkalaşmalar.
istihale / istihâle / استحاله / اِسْتِحَالَه
Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak.
Mümkün olmayış, imkânsızlık.
Bir hâlden başka hâle geçme, biçim değiştirme.
Başkalaşma.
Başkalaşım, değişim.
(Arapça)
İmkansızlık.
(Arapça)
Başka bir hâle dönme.
istihale-i in'ikasiye / istihâle-i in'ikâsiye
Yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması.
istihale-i latife / istihale-i lâtife
Çok ince ve hoş bir şekilde bir halden başka bir hâle geçme; lâtif ve ince dönüşüm.
istihlaf
Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek.
istiklal / istiklâl
(Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş.
Az bulma, kâfi görmeme.
Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma.
ıstılah
Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
istinabe / istinâbe / اِسْتِنَابَه
Niyabet istemek.
Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi.
Başka yerde bulunan şahidin ifadesinin alınması.
Başka bir mahkemenin muâmeleye yetkili kılınması.
istinsar
Burna su veya başka bir ilâç çekip temizleme.
Püskürme.
istitrad
Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek.
istitraden
Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de anlatıvermek suretiyle.
isyan / isyân / عصيان
Ayaklanma, başkaldırma.
Başkaldırı.
(Arapça)
isyan eden
Başkaldıran, ayaklanan.
isyankar / isyankâr
İsyan eden, başkaldıran.
isyankarane / isyânkârâne
Başkaldırırcasına.
itla'
Başkasını geçme.
Te'hir etme.
izafi / izâfî
Başka bir şeye göre olan; bağlı olduğu şeye göre değişen; rölatif.
kabul-i adem
Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.
kadı
Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları.
kadilkudat / kâdilkudât / قاضى القضات
Başkadı.
(Arapça)
kafi / kâfi
Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
kalb hastalığı
Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.
kalb huzuru / kalb huzûru
İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.
kalb toparlanması
Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.
kalbolma
Başka hâle gelme. Değişme.
(Türkçe)
kanaat / kanâat
Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.
kani'
(A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen.
Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.
kanun-u tebeddül ve tagayyür
Başkalaşım ve değişim kanunu.
karen
(Çoğulu: Akrân) Ok mahfazası.
Kılıç.
Ok.
İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve.
Çatık kaşlı olmak.
"Yakınlık" mânâsına mastar.
Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.
kasime / kasîme
(Çoğulu: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.
kasırat-üt tarf
Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler.
katare
Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.
kaziye-i taklidiyye
Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye.
kefil / kefîl
Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.
kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî
Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.
kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet
"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed sallalla
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" ifadesi.
kelime-i tevhid / kelime-i tevhîd
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Mânâsı şöyledir: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür, peygamberidir. Kelime-i tevhîde; Kelime-i ihlâs, Kelime-i takvâ, Kelime-i tayyibe, Da'vet-ül-hak, Urvet-ül-vüs kâ, Kelime-i semeret-ül-Cennet de denir.
kemal-i zati / kemâl-i zâtî / كَمَالِ ذَات۪ي
Zâtına âit, kendisinden olup başkasından olmayan mükemmellik.
kemter
Aciz. Fakir. İtibarsız.
(Farsça)
Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı.
(Farsça)
Noksan, eksik.
(Farsça)
kibir
(Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı.
Şeref ve şan.
Bir şeyin muazzamı. Büyük.
kibr
Kendini başkasından üstün görme.
kıdem
Öncelik ve eskilik.
Evveli bulunmamak. Ezeli olmak.
Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak.
Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.
kinai nevinden / kinâî nevinden
Kinâye türünden; bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı türünden.
kinaye / kinâye
Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı.
kinaye lafızlar / kinâye lafızlar
Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.
kinayet
Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san'atı.
kira / kirâ
Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.
kıraat
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
Okuma kitabı.
Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec
kirdar
Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak.
Bina.
Ağaç.
kırgız
Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı
kıskanç
Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse.
kıyam
Bk. kıyâm
Kıyam etmek:
Başkaldırmak, isyan etmek, ayaklanmak.
kıyam-ı binefsihi / kıyam-ı binefsihî
(Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya "Vâc
kıyas / kıyâs
Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü, buna benzeyen ve hakkında nass bulunan başka bir mes'elenin hükmüne benzeterek anlama.
kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî
Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
köle
Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek.
(Türkçe)
koloni
Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi.
(Fransızca)
Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer.
(Fransızca)
Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu.
(Fransızca)
korsan
itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası.
Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse.
Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
kubbet-ül islam / kubbet-ül islâm
İslâmın kubbesi.
Belh şehrinin başka bir adı.
kubus
Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.
kul hakkı
Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.
kumar
Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.
kur'an'ın i'cazı / kur'ân'ın i'câzı
Kur'ân'ın mu'cizeliği, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olması.
küre-i ahar / küre-i âhar
Başka gezegen.
küsbe
Bir parça süt ve hurma.
Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne.
kuta'
Düş yormak, rüya tâbir etme.
Su kesilmek.
Başka yere gitmek.
kuvve-i sebuiye
İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi.
la halıka illallah / lâ hâlıka illâllah
Allah'tan başka yaratıcı yoktur.
la ilahe illa hu / lâ ilâhe illâ hû
Ondan başka ilâh yoktur.
la ilahe illa hu beraber mizened alem / lâ ilâhe illâ hû beraber mîzened âlem
Bütün âlem hep beraber "Allah'tan başka ilâh yoktur" der.
la ilahe illallah / lâ ilâhe illâllah
Allah'tan başka ilâh yoktur.
la ilahe illallah zikri / lâ ilâhe illâllah zikri
"Allah'tan başka ilâh yoktur" mânâsına gelen kelime-i tevhidin sürekli olarak tekrarlanması.
la kayyume illallah / lâ kayyûme illâllah
Allahtan başka varlıkları ayakta tutan ve onlara bekâ veren yoktur.
la malike illa hu / lâ mâlike illâ hû
Her şeyin hakiki sahibi olan Allah'tan başka ilâh yoktur.
la meşhude illa hu / lâ meşhude illâ hû / lâ meşhûde illâ hû
Allah'tan başka görülen hiçbir şey yoktur.
Allah'tan başka görülen hiçbir şey yoktur.
la mevcude illa hu / lâ mevcude illâ hû / lâ mevcûde illâ hû
Ondan başka hiçbir varlık yok.
Allah'tan başka hiçbir varlık yoktur.
la müdebbire illa hu / lâ müdebbire illâ hû
İdare eden, ilmiyle her şeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah'tan başka ilâh yoktur.
la mürebbiye illa hu / lâ mürebbiye illâ hû
Terbiye edici olarak Allah'tan başka ilâh yoktur.
la mutasarrife fi'l-hakikati illa hu / lâ mutasarrife fi'l-hakikati illâ hû
Mülkünde istediği gibi tasarruf eden O'ndan başka ilâh yoktur.
la nazime illa hu / lâ nâzime illâ hû
Bütün kâinat ve varlık âlemini bir fayda ve gayeye göre düzenleyen Allah'tan başka ilâh yoktur.
la rabbe illa hu / lâ rabbe illâ hû
Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'tan başka ilâh yoktur.
la ya'lemu'l-ğaybe illallah / lâ ya'lemu'l-ğaybe illâllah
Gaybı Allah'tan başkası bilemez.
laim / lâim
(Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen.
lakab
Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.
lakap / lâkap
Asıl isminden başka sonradan takılan ad, meşhur olan birinin sonraki adı.
laübali / lâübâlî
Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.
lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye
Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.
lebbeyk
Buyurunuz. Emredersiniz.
Benim muhabbet ve incizâbım dâim sanadır, başkasına değildir, sıdk ve ubudiyyetim dâim sanadır (gibi mânâlar ifâde eder.)
ledün
İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kel
lefif-i mefruk
Harf-i illetin aralarında başka bir harfin bulunduğu kelime.
leş
Kendiliğinden ölen veya Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip de başka sûretle öldürülen veya Ehl-i kitâb olmayan kâfir ve mürtedlerin kestikleri yenmesi haram hayvanlar. Ölmüş hayvan.
levc
Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme.
levt
Gizlemek, saklamak.
Sorduklarını değil de başkasını haber vermek.
li-aynihi / li-aynihî
Kendisi ile bir. Aynı ile.
Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz. İmandaki hü
lider
Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı.
ligayrihi / ligayrihî
Başkalarıyla.
Bizzat olmayan, başkası için.
ligayrihi haram / ligayrihî haram
Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.
lügaz
Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.
lukata
Yolda veya başka bir yerde bulunup da, sâhibi bilinmeyen mal.
lütre
Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili.
(Farsça)
Boşboğaz.
(Farsça)
ma'na-yı harfi / ma'na-yı harfî / ma'nâ-yı harfî / مَعْنَايِ حَرْف۪ي
Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.
Başkasını gösteren ve başkasına delil olan ma'na.
ma-hala
(Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.
ma-i mutlak / mâ-i mutlak
Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.
maada / maâdâ / mâadâ / ماعدا / مَاعَدَا
Başka. Fazla. Bundan gayrı. (İstisnâ kelimesidir)
Başka.
-den başka, gayri.
Dışında, -den başka, başka, öte, yanı sıra.
(Arapça)
Başka.
maal-gayr
Başkası ile birlikte. Gayrısı ile.
maalgayr
Başkasıyla birlikte.
maarız
(Tekili: Muarraz) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler.
maariz-ül kelam / maarîz-ül kelâm
Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.
mabihi'l-imtiyaz / mâbihi'l-imtiyaz
Başkalarından ayıran üstünlük ve ayırt edici vasıf.
macin / mâcin
Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.
madde-i musavvire
Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.
maddiyyunluk
Maddecilik, materyalizm, maddeden başka her şeyi inkâr eden dinsiz felsefeciler.
mahbub-u ligayrihi / mahbub-u ligayrihî
Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen.
mahkum-u mutlak / mahkûm-u mutlak
Mutlak sûretle hüküm altında bulunan, başkasının hüküm ve iradesiyle her yönden sınırlı olan.
mahlas
Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim.
Halâs olacak, kurtulacak yer.
mahluka
Başkasının olup da benimsenen manzum parça.
mahrem
Gizli, yasak, başkasına haram olan, evlenilmesi haram olan akraba.
mahudiyet-i hariciye / mâhudiyet-i hariciye
Dış dünyaya ait bilinme; başkalarının fark edip idrak ettiği bilinip tanınma niteliği.
makamat-ı aşere / makâmât-ı aşere
Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.
maklub / maklûb
(Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş.
Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)
Altı üstüne getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.
mal-i zımar
Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.
mana-yı hilafet / mânâ-yı hilâfet
Hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı.
mana-yı ismi / mânâ-yı ismî
İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A
mana-yı mecazi / mânâ-yı mecâzî
Bir ifadede, kendi mânâsının dışında başka bir mânânın kastedilmesi.
manda
Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi.
(Fransızca)
t. Camız denen hayvan. Kömüş.
(Fransızca)
manyatizma
Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir.
manyetizma
Başka üzerinde uyuşukluk verici tesir.
maraz-ı kalbi / maraz-ı kalbî
Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.
maruz-u tagayyür
Başkalaşmaya ve değişmeye maruz.
masiva / mâsiva / mâsivâ
Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.
Bir şeyden başka olanların hepsi.
Dünya ile ilgili olan şeyler.
Allah'tan başka her şey.
Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.
masiva-perest / mâsivâ-perest
Dünya ile ilgili olan şeylere düşkünlük; Allah'tan başka şeylere aşırı düşkünlük.
masivallah
Allah'tan başka her şey.
mataim / mataîm
(Tekili: Mıt'âm) Oburlar, doymakbilmez kimseler.
Başkalarını beslemeler.
materyalizm
Maddecilik, maddeden başka varlık tanımayan îmansız felsefe.
me'huz
Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış.
Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
Alınmış, çıkarılmış, tutulmuş.
Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
me'mur
Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.
mecaz / mecâz
Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak.
(Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol.
Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi.
Kendi mânâsı dışında başka bir mânâyı gösteren kelime.
Yol, geçecek yer.
Gerçeğin zıddı.
Kendi öz mânâsıyla kullanılmayıp benzetme yolu ile başka mânâda kullanılan söz.
Sözün başka mânâda kullanılması.
mecaz-ı akli / mecaz-ı aklî
Akla uygun olan mecaz, akılla bilinen mecaz, bir şeyi asıl sebebinin dışında başka bir sebebe isnad etmek.
mecaz-ı mürsel
Benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: Meselâ: "O köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.
Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır.
mecazen
Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.
mecazi aşk / mecazî aşk
Gerçek olmayan aşk; Allah'tan başka diğer varlıklara duyulan şiddetli sevgi.
mecelle
Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.
meclis-i tehlil
"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söyleyen meclis.
mecma-ı aher / mecma-ı âher
Başka bir toplanma yeri, öldükten sonra âhirette toplanılacak olan mahşer yeri.
meczub / meczûb
Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş.
Deli. Divane. Mecnun.
Cezbeli, kendini kaptırmış, başkasının etkisiyle davranan.
medar-ı gıybet / medâr-ı gıybet
Başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmaya, çekiştirmeye sebep olan.
mefrug
(Çoğulu: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş.
mekki / mekkî
Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.
mel'anet-piş
Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan.
(Farsça)
melamih
(Tekili: Lemha) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri.
menkul / menkûl
Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen.
Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen.
Anlatılan.
Nakledilebilen, taşınabilen.
Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz.
meratib-i nisbiye
Göreceli olan mertebeler, başkalarına oranla ortaya çıkan dereceler.
mercuh / mercûh
Başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey.
Hasmından önce iddiasını ispata selahiyeti olmayan kişi.
(Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan.
Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur.
Tercih edilmeyen, başkası ona tercih edilmiş.
meşahir-i mu'cizat / meşâhir-i mu'cizat
Meşhur mu'cizeler; Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü hallerin, mucizelerin meşhurları.
mesbuk
Geçmiş.
Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış.
İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan.
meşhur hadis / meşhûr hadîs
İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.
mesih
Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş.
Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz.
Acibe. Garibe.
Güzelliği olmayan.
Tuzsuz ve tatsız yemek.
meşihat / meşîhat
Osmanlı Devletinde bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yürüten Şeyhülislam makamı.
meşrutiyet / meşrûtiyet
Devletin bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi tarafından idare edildiği yönetim biçimi.
meşrutiyyet
Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
metbuiyet / metbûiyet
Başkalarının kendisine uyması, tâbi olunan kimse.
metbuiyyet
Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.
mevadd-ı ihtilaf / mevadd-ı ihtilâf
İhtilâfa sebep olan maddeler; parçalanma, değişim, başkalaşım ve uyuşmazlık gibi sonuçlara sebep olan maddeler.
mevcudat-ı ilmiye
Başkası tarafından görünmeyen, Allah'ın ilim dairesindeki varlıklar.
mevkuf satış / mevkûf satış
Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.
mevr
Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
Suyun yeryüzüne yayılması.
Hayvanlardan yün almak.
Yol, tarik.
Toz, gubar.
Rücu etmek, döndürmek.
mevsul
Erişen. Vasıl olan.
Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş.
meyelan-ı gıybet / meyelân-ı gıybet
Gıybete meyletme, başkalarının ardından konuşma eğilimi.
meyelan-ı teçhil / meyelân-ı teçhil
Başkalarını cehaletle itham etmeye, bilgisiz görmeye yönelik eğilim.
meyl-i riyaset / meyl-i riyâset
Reislik, başkanlık yapma meyli, eğilimi.
meyl-i tefevvuk
Başkalarından üstün olma meyli, eğilimi.
meylü'l-amiriyet / meylü'l-âmiriyet
Âmirlik, başkalarını yönetme meyli.
meylü't-tecavüz
Haddi aşma, başkasının hakkına geçme meyli.
meyte
Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan.
mezheb taklidi
Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulundu
mi'yar / mi'yâr
Ölçü âleti.
Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.
mıknatıs
yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne
milel-i saire / milel-i sâire
Başka, diğer milletler.
mira'
(Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma.
Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme.
İçindekinin aksini söyleme.
mizac
Huy, tabiat, fıtrat, bünye.
Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
monarşi
Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli
(Fransızca)
mu'ciz
İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
mu'ciz-eda
Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
(Farsça)
mu'cizat / mu'cizât
Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü işler.
mu'cize
Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey.
mu'cizekar / mu'cizekâr
Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
(Farsça)
mu'cizeli
Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü bir şekilde olan.
mu'cizevi / mu'cizevî
Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakır şekilde.
mu'riz
İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.
muahid
Antlaşma yapanlardan her biri.
İslâm hükümetine bir para ödeyerek kendini himaye ettiren hıristiyan veya bir başka dinden kimse.
muazale
Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.
mübadele
Değişme. Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi. Trampa.
Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, değiş-tokuş, trampa, takas.
mübadil
Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.
mübaşeret
Bir işe girişmek. Bir işe başlamak.
Karşılaşmak.
Başlamak ve devam etmek.
Temas etmek, dokunmak.
İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.
mübayenet
Zıddıyet. Ayrılık. Tutmazlık. Başkalık.
Farklılık, başkalık, uyuşmazlık.
mübayin
Farklı. Başka türlü. Muhalif. Diğerinin zıddı. Aksi.
müdahale-i gayr
Başkasının karışması.
müdara
Dost gibi görünme. Yüze gülme.
Başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek.
Sulh ve salâh üzere bulunmak. (Meşru bir surette ve iyi bir netice için yapılan müdârâ memduhtur. Fena bir netice için ise, kötüdür; İslâmlığa yakışmaz, İslâm onu men'eder.)
mudi'
Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
müekkil
Vekil tayin eden. İşine vekilini ikame eden. İşleri için başkasını yerine bırakan.
müevvel
Te'vil edilmiş. Zâhirî mânâdan başka mânâ verilmiş. Tefsir edilmiş olan. Tabir edilmiş.
müevvil
Rüya tabir eden.
Başka mânâ veren. Başka mânâ ile açıklayan. Te'vil eden.
mufavada şirketi / mufâvada şirketi
Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.
mufazzal
(Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
müftereyat
Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar.
müfteri / müfterî
İftira eden. Başkasına suç isnad eden. Yapmadığı kötülüğü isnâd eden.
mugayeret
(Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
mugayir
Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
mugayyer
(Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
mühacere
Bir yerden ayrılmak.
Başka yere intikal etmek.
muhacir
Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen.
Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
muhalif
Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan.
Başka şekilde düşünen.
Karşı duran.
muhavvil
Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden.
muhavvil-ül havli ve-l ahval / muhavvil-ül havli ve-l ahvâl
Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak (C.C.)
muhavvile
(Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.
muhil / muhîl
İhâle eden. Havâle eden.
Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden.
muhkemat-ı kur'aniyye
Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya
muhtelife
Başka başka.
mukabele / mukâbele
Hapsetmek.
Sonraya bırakmak, tehir etmek.
Meşveret etmek, danışmak.
Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek.
mukallib
(Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren.
mukallid
Taklitçi, taklid eden, başkasına özenerek onun gibi olmaya çalışan.
mukarreb
Yakınlaştırılmış.
Cennette dereceleri en yüksek olan.
Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.
mukarrün-bih
Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak.
mukayada satışı / mukâyada satışı
Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.
mukim / mukîm
Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.
muksit
Adaletle iş gören. Haklı hareket eden.
Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
müktinn
Gizlenen, saklanan. Başkasınca gizlenip saklanmış olan.
mülakkab
Lâkablanmış. Lâkablı. Başka isim verilmiş.
mülhakat / ملحقات
Ekler.
(Arapça)
Bir yere bağlı olan başka yerler.
(Arapça)
mülk
Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.
Tasarruf, saltanat, kudret.
mülkiyet
İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.
müluk-u emeviye / mülûk-u emeviye
Emevî hükümdarları, devlet başkanları.
mümalata
Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere karşılıklı şiir söylemek.
mümaşaat / mümâşaat
Hoş geçinme, başkalarının fikrine katılıyormuş gibi görünme, uyuşma.
mümaşat
Birlikte hoş geçinmek.
Bir maslahat yolunu takib etmek.
Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek.
Karışmamak.
Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.
mümkin-ül-vücud / mümkin-ül-vücûd
Var da olabilen, yok da olabilen. Allahü teâlâdan başka her şey, bütün âlem.
münafese
Başkasında görülen bir kemale imrenip ona yetişebilmek ve daha ileri gidebilmek için, nefislerin nefâsette, iyi şeylerde yarışması hissidir ki, nefsin şerefinden ve uluvv-i himmetinden neş'et eder. Hased ile arasında fark açıktır. Hased eden kimse, kemâle düşmandır; hased ettiği kimsenin zararından,
münakız
Birbirini tutmayan, zıt olan, nakzeden.
Başka kelâmın mânasına muhalif olan.
munfasıl zamir
Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.
munkalib
İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen.
münkalib
İnkılab eden. Dönen, dönmüş. Başka bir hale girmiş olan. Değişen.
münkalip