Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
aray
ifadesini içeren
418
kelime bulundu...
a / â / آ
Ünlem edatı ey, hey.
(Farsça)
İki kelimenin arasına girerek, anlamı pekiştiren yeni kelimeler türetmeye yarayan orta ek.
(Farsça)
ablukayı kaldırmak
Muhasarayı bırakmak.
açar
İştah açmaya yarayan turşu v.s.
(Farsça)
İnişli yokuşlu yer.
(Farsça)
Karıştırılmış, birleştirilmiş.
(Farsça)
adem-i te'lifiyet / adem-i te'lîfiyet / عدم تأليفيت
Uzlaşamama, bir araya gelememe.
adese
Mercimek.
Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı.
afv-cu
Afv isteyen. Afv arayan.
ağa yeri
Topkapı sarayında hazine kethüdasının oturduğu yer.
agavat
(Tekili: Ağa) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları.
ahba
(Tekili: Haba) Saray adamları.
ajanda
Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter.
akağa
Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası.
akciğer
Göğüs boşluğunu dolduran ve solunmağa yarayan bir organ. Ree.
akile / âkile
(Çoğulu: Avakil) Baba tarafından olan akraba.
Baş tarayıcı kadın.
akl
İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet.
akrebe
Dişi akrep.
Çevik ve zeki cariye.
Ayakkabı bağcığı.
Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca.
akropol
yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe.
alet-i inkişaf / âlet-i inkişaf
Eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet.
ambar
Zahire ve kuru gıdaları koymaya yarayan büyük depo.
amortisör
Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat.
(Fransızca)
ampermetre
Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet.
(Fransızca)
ampul
İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe.
(Fransızca)
İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe.
(Fransızca)
arafat
Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muha
arazi-i mürfaka / arâzi-i mürfaka
Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar. Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar.
areometre
yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.
arz-hane
İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda.
(Farsça)
asayiş-cu / asâyiş-cu
Rahat ve huzur arayan. Asâyiş isteyen.
(Farsça)
ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf
Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D
Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.
astane-i saadet / astâne-i saâdet
Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul.
asus / asûs
Yalnız yürüyüp, otlayan deve.
Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve.
Av arayan kimse.
asvine
(Tekili: Sunvân) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar.
atad
İşe yarayan âletlerin takımı.
Büyük kadeh.
Hazırlık.
atardamar
Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.
atebe-i felek-mertebe
Osmanlı Padişahlarının sarayı.
atlab
(Tekili: Tâlib) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.
(Tılb) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.
atletizm
yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.
avadancı
Tar: Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı.
bab-ı hümayun / bâb-ı hümayun
Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı.
bab-ı saadet / bâb-ı saadet
Saadet kapısı.
Sultanın sarayı.
İstanbul şehri.
bahane-cu / bahane-cû
Bahane arayan, fırsat kollayan.
(Farsça)
balıkhane kapısı
Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.
banket
Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer.
Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.
bed-cu
Kötülük arayan. Kötülük düşünen.
(Farsça)
bela-cu / belâ-cû
Belâ arayan. Belâsını istiyen.
belham
Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.
berri / berrî / بَرِّي
Karaya ait.
Karaya ait.
berriye / بَرِّيَه
Toprağa, karaya ait.
Karaya âit.
berzede
Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
(Farsça)
bevk
Sıçrayıp binme.
Toplanma. Bir araya gelme.
Karışma, karmakarışık olma.
Su kaynağını karıştırarak açma.
bezl-i nükud
Parayı bol verme, para dökme.
bila-vasıta / bilâ-vasıta
Vasıtasız. Araya biri girmeden, doğrudan doğruya.
bünyan
Yapı, bünye, saray.
cami' / câmi'
Toplayan.
Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı
çarecu / çârecû / چاره جو
Çare arayan.
(Farsça)
çavuş
Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi.
Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker.
İşçilerin b
celeb
Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.
cem eden
Toplayan, bir araya getiren.
cem edilen
Toplanan, bir araya getirilen.
cem etme
Toplama, bir araya getirme.
cem' / جمع
Birleştirme, bir araya getirme.
İkindi namazını öğle namazıyla, yatsı namazını akşam namazıyla birlikte kılma.
Tasavvufta bir makam. Fenâ ve sekr (mânevî sarhoşluk) makâmı da denir.
Toplama.
(Arapça)
Çoğul.
(Arapça)
Cem' edilmek:
Toplanılmak.
(Arapça)
Cem' etmek:
Toplamak, derlemek, bir araya getirmek.
(Arapça)
cem-i ezdad / cem-i ezdâd
Zıtların biraraya gelmesi.
cem-i kuvvet
Gücü toplayıp bir araya getirme, güç birliği.
cemaat / cemâat
Topluluk.
İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.
Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat.
cemaat-i çilingiran-ı hassa / cemaat-i çilingirân-ı hâssa
Tar: Saraydaki çilingirlik işlerini yapmakla muvazzaf sanatkârlar zümresi.
cemaat-i hademe-i ehl-i hiref
Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar zümresi.
cemaat-ı mücellidan-ı hassa / cemaat-ı mücellidân-ı hâssa
Tar: Saraydaki kitabları ciltlemekle vazifeli sanatkârlar.
cemeden
Bir araya getiren, toplayan.
cemr
İnsanların bir araya toplanması.
Atın sıçrayarak yürümesi.
Ateş ve küçük taş vermek.
Bir kimseyi def etmek, kovmak.
çengel
Pençe.
(Farsça)
Bir şey asmağa yarayan alet.
(Farsça)
Orman, ağaçlık yer.
(Farsça)
cerrah
Yarayı açıp tedavi eden, ameliyat yapan. Operatör.
cevs
Bir şeyi arayıp istemek.
cihetü'l-vahdet-i ittihad
Birliğin birlik yönü; birliği bir araya getiren yön.
cimri
Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e
(Farsça)
cu / cû / جو
Arayan.
(Farsça)
Arama.
(Farsça)
cudi-i islamiyet / cudi-i islâmiyet
Her türlü helâket ve felâketlerden İslâmiyetle necat bulunacağını ifâde eden bir teşbihdir.Nasıl ki Nuh tufanında Nuhun (A.S.) gemisi Cudi Dağında karaya oturup kurtuldukları gibi.
cümle kapısı
Sarayın büyük kapısı.
Dış kapı.
cümma'
Bir araya gelerek toplanmış şey, küme.
cüst ü cu
Arayıp sorma, araştırma, arama.
cüstücu / cüstücû / جست و جو
Arayış, arama.
(Farsça)
çuval-duz
Çuval dikmeye yarayan iğne.
cuy / cûy / جوی
Arayan.
(Farsça)
Arama.
(Farsça)
cuyan
Arayan, arayıcı.
(Farsça)
cuyende / cûyende / جوینده
Arayıcı, araştırıcı, isteyen.
(Farsça)
Arayan.
(Farsça)
dabb
(Çoğulu: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele.
Yaraya merhem sürmek.
Akmak.
Süt sağmak.
Yere yapışmak.
Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar).
Hurma çiçeği.
dahamis
Bahadır, kahraman.
Karayağız, iri yapılı adam.
dahis
Müfsid, arayı bozan.
Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan.
Bir meşhur atın adı.
dar-üs saade / dâr-üs saâde
Saâdet yeri, saray.
debbabe
Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.
debkel
Bir araya toplanmış mal.
Derisi kalın, çirkin kimse.
derbar / derbâr / دربار
Saray.
(Farsça)
dergah / dergâh / درگاه
Dergah.
(Farsça)
Saray.
(Farsça)
Tekke.
(Farsça)
Tapı, huzur.
(Farsça)
dergah-ı mualla / dergâh-ı muallâ
Büyük kapı.
Mc: Saray.
deskere
Şehir ve kasaba, il ve ilçe.
(Farsça)
Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta.
(Farsça)
determinant
Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo.
(Fransızca)
devvare
Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.
disam
Şişe ağzına konulan tıpa.
Yaraya bağlanan bez.
Kulak içine sokulan şey.
Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.
divan / dîvân / دیوان
Meclis.
(Arapça)
Padişah meclisi.
(Arapça)
Şairin şiirlerinin bir araya getirildiği eser.
(Arapça)
divanhane
Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon.
(Farsça)
edhem
(Çoğulu: Dühem-Edâhim) Karayağız at.
edlem
Karayağız, siyah adam.
Kara eşek.
Uzun yanaklı.
Uzun boylu.
efsane-cuyi / efsane-cuyî
Masal, efsane arayıcılık.
(Farsça)
ehl-i kusur
Kusur arayanlar.
ekonomi
yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f
en'am / en'âm
Bazı Kur'an âyetlerinin veya sûrelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılan dua kitabı.
enderun
İç, dâhil.
Kalb, içyüz, gönül.
Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.
esmer / اسمر
Siyaha, karaya çalan kumral renk.
Rengi karaya çalan.
Karayağız, esmer, koyu tenli.
(Arapça)
etibba-i hassa
Saray hekimleri, saray doktorları.
ev'iye
(Tekili: Viâ) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler.
Damarlar.
eyvan / eyvân
Köşk, saray.
Köşk, saray.
eyvan-ı kisra
Dicle Nehri kenarında sol tarafta Medâyin şehrinde yıkıntıları bulunan eski İran (Acem) Padişahına mahsus bir saray. Bu saray, Peygamberimizin (A.S.M.) doğduğu gece çatlamıştır.
faiz
Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edile
felsefe
Akıl yoluyla "niçin" sorusuna cevap arayan ilim.
felsefe-i maddiye
Her şeyi maddede arayan ve madde ile açıklamaya çalışan felsefe.
ferkadan
Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).
fitne-cu
Fesat arayan.
(Farsça)
fukara-perver
Fakire bakan. Fukarayı koruyan.
(Farsça)
füshat-seray / füshat-serây
Geniş yer, geniş saray.
(Farsça)
gammaz
Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci.
Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden.
Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.
garabet-cu
Tuhaf şeylere meraklı olan, garip şeyler arayan.
(Farsça)
garare
(Çoğulu: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar.
Gafil olmak.
gavvas / gavvâs
Çok gayretli. Çalışkan.
Suya dalan.
İnci arayan dalgıç.
Define arayan dalgıç.
gılman-ı enderun
Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.
gılman-ı hassa
Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v
gülhane
İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.
gureba-i yemin
İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden "Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri" denildiği gibi "Garip ve Yiğitler Bölükleri" veya "Aşağı B
hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa
Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P
hadim / hâdim
(Hidmet. den) (Çoğulu: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan.
İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan.
Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunla
hafiy
Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim.
Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
hak-endiş
Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.
(Farsça)
hamail
(Tekili: Himâle) Tılsım, muska.
Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
han
Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel.
(Farsça)
Ticaret ehlinin sakin olduğu yer.
(Farsça)
har-bende
Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse.
(Farsça)
Tar: Saray katırcıları.
(Farsça)
haratin-i hassa / haratîn-i hassa
Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı.
harem
Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Müslümanların evlerinde, saray, konak ve be
harem-seray
Sarayların kadınlara mahsus olan kısımları. Buna "Harem-i Hümayun" da denilir.
Câmi içi.
harf-gir
Her işte ayıp ve noksan arayan.
(Farsça)
hariset / harîset
(Çoğulu: Harâyis) Zayıf deve.
haseki
Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.
haşir / hâşir
Toplayan, bir araya getiren.
hasis / hasîs
Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.
haşr
Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ
haşr-i emvat / haşr-i emvât
Ölenlerin dirilerek bir araya toplanmaları.
havz-ı marifet ve muhabbet / havz-ı mârifet ve muhabbet
Bilgi ve sevgi havuzu; tanışmaları ve sevgileri ortak bir havuz gibi bir araya toplama.
hayim
Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak.
Susuz, atşân.
haylulet / haylûlet
Yolu kapamak.
Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
Araya girme.
Araya girip perde olma, kapama.
hazine kethudası
Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.
hazine-i hassa / hazine-i hâssa
Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.
hazm
Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
Birisine ansızın hücum etmek.
Ansızın bir şey üzerine inmek.
Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini
helva-hane
İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere.
(Farsça)
Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü.
(Farsça)
helyostat
Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.
hem / هم
-deş, -daş anlamını verecek şekilde kelimeye türetmeye yarayan ön ek.
(Farsça)
Hem, üstelik.
(Farsça)
heylulet / heylûlet
Araya girme, perdeleme, kapama.
hicabet
Kapıcılık. Perdecilik.
Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu.
Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik.
Kâbe perdeciliği.
hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ
Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.
hırka-i saadet
Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir.
hırka-i saadet dairesi
İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son
hırka-i seadet / hırka-i seâdet
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşlarından), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte muhâfaza edilmektedir.
hiyazet
Toplama, bir araya getirme.
Bir şeyi kendine mal etme.
hizb
Bazı duaların ve ayetlerin bir araya getirilmesiyle oluşan kitap.
hizb-i mahsus
Kur'ân'dan seçilen özel bölümlerin bir araya getirilmiş hâli.
hizb-i mahsus-u kur'ani / hizb-i mahsus-u kur'ânî
Kur'ân'dan seçilen özel bölümlerin bir araya getirilmiş hâli.
huni
yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.
hurdegir
Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan.
(Farsça)
hurre
(Çoğulu: Harâyir) İyi.
Câriye olmayan kadın.
hus
Dikmek.
Darlık vermek.
İki şeyi bir araya getirmek.
ibric
Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık.
ibrik
(Çoğulu: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı.
Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar.
İyi ve parlak kılıç.
ibrikdar
Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken ve leğen ibrik işlerine bakan kimse.
iç hazine
Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar.
(Türkçe)
iç oğlanı
Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla
(Türkçe)
icab
Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.
icad ve teceddüd fikri
Yeni çalışmalar ve eserler vücuda getirme; yenilik arayışında olma düşüncesi.
icma / icmâ
Dağınık şeyleri bir araya getirme, toplama.
icma' / icmâ' / اجماع
Bir araya getirme.
(Arapça)
icmal
Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.
icmar
Bir araya toplamak.
Süratle yürümek.
Atın sıçrayarak yürümesi.
Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak.
Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak.
Yeni ayın görünmesi.
ictima / ictimâ
Toplanma, bir araya gelme.
ictima' / ictimâ' / اجتماع
Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak.
Toplanma, bir araya gelme, toplantı.
(Arapça)
Toplum.
(Arapça)
İctimâ' etmek:
Toplanmak, bir araya gelmek.
(Arapça)
içtima-ı esbab
Sebeplerin bir araya gelmesi.
ictimaat / ictimâât / اجتماعات
Toplantılar, bir araya gelişler.
(Arapça)
içtimaat-ı hayatiye
Hayatın devamlılığını sağlayan parçaların bir araya gelmesi.
içtimaü'z-zıddeyn
Birbirine zıt iki şeyin birleşmesi, bir araya gelmesi.
iddira'
Anlama, derketme, kavrama, fehmetme.
Hile ile aldatma.
(Kadın) saçını tarayıp salıverme.
iftariyye
İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, vüzera, eşraf ve âyân konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşi
iftikad
Arayıp sormak.
Kaybolmak.
ihtiyat hazinesi
Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.
ikbalcu
İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan.
(Farsça)
illiyet
Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış.
inşad
Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme.
Arayıp soruşturma.
Birisini hicvetme.
Kayıp olan bir şeyi haber verme.
insanın haşri
İnsanların, öldükten sonra dağılmış olan zerreleri âhirette Allah tarafından tekrar bir araya getirilerek bedenlerinin inşa edilmesi ve diriltilmesi.
intikad
İyi bilineni kötülemek.
Seçip ayırdetmek.
Kalp parayı gerçeğinden ayırmak.
Tenkid.
Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi.
ısdak
Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma.
isimlik
Tar: Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası.
işkampaviya
İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği
iskandil
ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.
iskarlat
İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat bedeli" deni
ıskota
İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip.
isperlos
Saray, konak, kâşâne.
(Farsça)
israf
Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak.
En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.
ıstabl-ı amire / ıstabl-ı âmire
Saray ahırı.
istigase / istigâse
Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme.
iştikak
Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i
istiklalcu / istiklâlcu
İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan.
(Farsça)
istinahe
Yaygarayı basma.
Ağlamak isteme.
Kurdun uluması.
kabil-i tevfik
Biraraya gelebilme.
kadir alayı
Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
kalalib
(Tekili: Kullâb) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.
kalfa
Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
Bir san'atta usta ile çırak ara
kalori
Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı.
Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
karakter
yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.
karban-saray / kârban-saray
Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han.
(Farsça)
karine / karîne
Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret.
Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.
karun
İki şeyi bir araya getiren.
Tez terleyen hayvan.
Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan.
İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve.
karvanseray / karvanserây / كاروان سرای
Kervansaray.
(Arapça)
kaşane / kâşâne
Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda.
(Farsça)
kasır
Saray, köşk.
Saray.
kasr / قصر
Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray.
Köşk, saray.
Kısa kesme, kısaltma, kısma.
Azaltma, kesme, eksiklik.
Köşk, saray,
Tahsis.
Kıraatte uzatmadan okumak.
Kısalık, saray.
Saray.
kasr-ı alem / kasr-ı âlem
Âlem sarayı.
kasr-ı garip
Şaşkınlık uyandıran saray.
kasr-ı hayal
Hayal sarayı.
kasr-ı ilahi / kasr-ı ilâhî
İlâhî köşk, saray.
kasr-ı islamiyet / kasr-ı islâmiyet / قَصْرِ اِسْلاَمِيَتْ
İslâmiyet sarayı.
İslâmiyet sarayı.
kasr-ı kainat / kasr-ı kâinat
Kâinat sarayı.
kasr-ı meşid-i nurani / kasr-ı meşîd-i nuranî
Temelleri sağlam ve etrafına aydınlık saçan saray.
kasr-ı mualla / kasr-ı muallâ
Yüce, yüksek saray.
kasr-ı müşeyyed
Sağlam yapılmış büyük köşk, saray.
kasr-ı müşeyyed-i alem / kasr-ı müşeyyed-i âlem
Sağlam yapılmış âlem sarayı.
kasr-ı nurani-yi islamiyet / kasr-ı nurânî-yi islâmiyet
İslâmiyetin nurlu ve aydınlık sarayı.
kayyım
İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.
kehf-misal
Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren.
kerevet
Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.
keyy
Adama veya davara yapılan nişan.
Yarayı dağlama.
kıblenüma
(Kıblenâme) Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.
(Farsça)
kirs
(Çoğulu: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı.
Bir araya getirilmiş beytler.
Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.
kisedar
Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç.
(Farsça)
komita
Siyasi bir maksat için bir araya gelenlerin gizli cemiyeti.
komite
Belli bir amaç için bir araya gelen ve faaliyet gösteren topluluk.
komiteci
Belli bir amaç için bir araya gelip, faaliyet gösteren.
komitecilik
Belli bir amaç için bir araya gelme ve faaliyet gösterme.
kubbe altı
Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
kubbe-nişin
İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri.
(Farsça)
külliyat-ı hakaik / külliyât-ı hakaik
Gerçeklerin bir araya gelmesi, gerçekler bütünü.
kusur-u aliye / kusûr-u âliye
Yüksek saraylar, köşkler.
kusur-u müzeyyene / kusûr-u müzeyyene
Süslenmiş saraylar, köşkler.
kusur-u semavi / kusûr-u semâvi
Gökteki saraylar.
kusur-u semaviye / kusûr-u semâviye
Gök sarayları.
kütübhane
Kitapların bulunduğu salon veya bina.
Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün.
Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.
lala
Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi.
(Farsça)
Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler.
(Farsça)
Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine
(Farsça)
lazuk
Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ.
lek
Ahmak, ebleh, sersem.
(Farsça)
Yüzbin.
(Farsça)
Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden.
(Farsça)
levh-i mahv ve isbat
Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz
mabeyn / mâbeyn / مابين
Arası.
(Arapça)
Padişah sarayı.
(Arapça)
maddi / maddî
(Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait.
Paraca ve malca.
Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren.
Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.
mahall-i sadaka
Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.
mali / malî
(Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait.
malperest
Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan.
(Farsça)
maşıta
(Meşşâta) Baş tarayan.
matbah-ı amire / matbah-ı âmire
Saray mutfağı.
me's
İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.
meclis
Oturulacak, toplanılacak yer.
Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu.
Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.
mecma-i evsaf-ı masume
Masum sıfatların bir araya toplandığı yer.
mecmu / mecmû
Toplanmış, bir araya getirilmiş.
mecmu'
Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
mecmua / mecmûa / مجموعه
Dergi.
(Arapça)
Küçük risale veya farklı kitapların bir araya getirildiği eser.
(Arapça)
medain
(Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler.
Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılm
mededcu
Meded isteyen, yardım arayan.
(Farsça)
mededcuyane
Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette.
(Farsça)
mededhahi / mededhâhî
Meded arayıcılık, yardım isteyicilik.
(Farsça)
mefruşat
(Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s.
mehacim
(Tekili: Mihcem) Hacamat şişeleri.
Çekip emmeye yarayan âletler.
mehenk
Ölçü, altının ayarlarını ölçmeye yarayan ölçü taşı.
mekteb-i sultani / mekteb-i sultanî / mekteb-i sultânî / مكتب سلطانى
İstanbul'da Galatasaray Lisesi.
Galatasaray Lisesi.
merhem
Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç.
Mc: Acıyı teskin eden şey.
Kederi, derdi gideren.
Deriye, yaraya sürülen ilâç.
meş'ale
Karanlıkları aydınlatmaya yarayan âlet; lâmba.
mesamm
(Tekili: Mesemm) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.
meşşat
Tarak yapan, tarakçı.
Süsleyen, tarayan.
meşşata / meşşâta
Süsleyen, tarayan.
Tarak, tarayıcı; süzgeç, filtre.
miheng
Ölçü, altını ölçmeye yarayan ölçü taşı.
mihenk
Mihenk taşı, denek taşı; birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
(Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti.
Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
mihraf
Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.
mıkleb
Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.
Saban demiri.
mikroskop
Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet.
(Fransızca)
mina
Şişe, cam, billur.
Parlak saray.
Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
mir-ahur
Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır.
(Farsça)
misbar
(Çoğulu: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.
mısdak
(Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti.
Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur.
Değer ölçüsü.
mıstar
Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet.
Sıvacıların bir âleti.
miyar
Ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.
mübalağacuyane / mübalağacuyâne
Haddini aşar dercede izah edercesine. Mübâlağa yaparcasına.
(Farsça)
Mübâlağa arayan.
(Farsça)
müctemi'
Toplu. Topluca. Bir araya gelmiş. Hepsi.
müdahalat
(Tekili: Müdahale) Müdahaleler, karışmalar, araya girmeler.
müdahale
İşlere ve lüzumlu hallere, icabettiği için karışmak. Zararlı bir hal var ise, işe karışıp zararın def'ine çalışmak.
Araya girme. Sokulma.
müddehar
Biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
müdehhar
Biriktirilip cem' olunmuş, bir araya getirilmiş olan.
mühtebiş
Birikmiş, bir araya toplanmış.
münafık
İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.
münafıkin / münafıkîn
(Tekili: Münafık) Münafıklar. Fitnekârlar. İkiyüzlüler. Araya nifak sokanlar.
mürekkep
Bir araya gelmiş, birlik oluşmuş.
müşattar-ı muhammes
Edb: Araya üç mısra ilâve edilmiş gazel ve kaside.
müşattar-ı murabba'
Edb: Araya iki mısrâ ilâve edilmiş gazel veya kaside.
müstatıbb
(Tıbb. dan) Çare arayan, deva arayan.
müşteri
Malı parayla alan. Satılan malı alan.
Bir yıldız ismidir. Jüpiter.
İstekli, arzulu.
mütasarrıfa
İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.
müteannit
Yanlış arayan. Başkalarının yanlışını bulmak için uğraşan.
müteannitane / müteannitâne
Yanlış arayana, yanlışlıklar çıkarmaya uğraşana yakışır surette.
(Farsça)
mütehallil
Araya sokulan, araya giren.
Bozulan.
Bir kelimeden nice mânâlar kasdedip söyleyen kimse.
mütemaşşit
Saçını sakalını tarayan.
mütemerkiz nokta
Merkezleşmiş nokta, bir araya toplandığı nokta.
mütteka
Dayanmağa, yaslanmağa yarayan şey.
müzerri'
Yeri, bir zira' miktarı ıslatıp ekin ekmeye yarayan yağmur.
nakdi / nakdî
Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.
namcuy
(Çoğulu: Namcuyân) Nam arayan.
(Farsça)
Yiğit.
(Farsça)
namcuyan / namcuyân
(Tekili: Namcu) Ün arayanlar, nam arayanlar.
(Farsça)
Yiğitler, kahramanlar.
(Farsça)
nancu
(Nâncuy) Ekmek arayan. Dilenci.
(Farsça)
nanpare
Ekmek parçası. Bir lokma ekmek.
(Farsça)
Geçime yarayan iş.
(Farsça)
neka' / nekâ'
Yarayı kaşımak.
Soymak.
Çok azap etmek, acı çektirmek.
nekl
Yular. At gemi.
Ezâ, cefâ etmeğe ve işkence yapmağa yarayan şey.
nesr
Hamele-i Arş'tan olan bir melek.
Akbaba, kartal.
Nuh kavminin putlarından birisinin ismi.
Yarayı deşmek.
Kuşun, eti didiklemesi.
Birinin aleyhinde konuşmak.
Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair
nevruz-u sultani / nevrûz-u sultânî
Sultan nevruzu; Osmanlı Devletinde bizzat sarayın organize edip sultanın da katıldığı ve coşkuyla kutlanan bahar bayramı; 21 Mart.
nişangah / nişangâh
Hedef yeri. Nişan tahtası.
(Farsça)
Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım.
(Farsça)
palade
Kötü söyleyen, ayıp arayan.
(Farsça)
palamar
Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
Büyük halat.
Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)
pano
Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha.
(Fransızca)
para
Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.
pergar / pergâr
Pergel, daire çizmeye yarayan âlet.
pusula
Yön bulmaya yarayan âlet, kısacık mektup.
revabıt-ı içtima / revâbıt-ı içtimâ
Bir araya getiren bağlar.
ribat / رباط
Konak.
(Arapça)
Han, kervansaray.
(Arapça)
Tekke.
(Arapça)
rim
(Çoğulu: Arâyim) Beyaz geyik.
rıza-cu
Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen.
(Farsça)
saadet-saray / saâdet-saray
Saâdetli saray.
saadet-saray-ı ebediye / saadet-sarây-ı ebediye
Sonsuz mutluluk sarayı; hiç bitmeyecek şekilde mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı.
saadet-saray-ı ebediyye / saâdet-saray-ı ebediyye
Ebediyyetin saâdetli sarayı. (Cennet kastediliyor)
saadet-saray-ı istikbal / saâdet-saray-ı istikbal
İstikbalin saâdetli sarayı.
saadet-saray-ı medeniyet
Mutlu eden medeniyet sarayı.
sahib-i kasr
Sarayın sahibi.
sahih ced / sahîh ced
Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba.
sahr
Masharaya almak.
şahs-ı manevi / şahs-ı mânevî
Mânevî şahıs, tüzel kişilik; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyet ve ortak kimlik.
şahsımanevi / şahsımânevî
İnsanların bir araya gelip oluşturdukları mânevî kişilik.
şanezen
(Çoğulu: Şanezenân) Baş tarayan.
(Farsça)
Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen.
(Farsça)
santrifüj aleti / santrifüj âleti
Su çıkarmaya yarayan pompalı alet.
saray-ı acib
Hayranlık uyandıran saray.
saray-ı acip
Hayranlık uyandıran saray.
saray-ı alem / saray-ı âlem
Dünya sarayı.
saray-ı dar-ı beka / saray-ı dâr-ı beka
Devamlı ve kalıcı olan âhiret sarayı.
saray-ı kabe-i ulya / sarây-ı kâbe-i ulyâ
Bir saray hükmünde olan şu kâinatta her şeyin Rabbine yöneldiği yüce Kâbe.
saray-ı kainat / saray-ı kâinat
Kâinat sarayı.
saray-ı kur'an / saray-ı kur'ân
Kur'ân sarayı.
saray-ı meşhure
Meşhur saray.
saray-ı muhteşem
İhtişamlı, görkemli saray.
saray-ı saadet
Mutluluk sarayı.
saray-ı samedani / saray-ı samedânî
Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın sarayı; kâinat.
saray-ı vücud
Bin kubbeli harika bir saraya benzetilen insan vücudu.
saray-ı vücut
Vücut sarayı.
şedde
Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret.
Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.
sehavet / sehâvet
Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet almak.
selem
İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu
sera / serâ / سرا
Saray.
(Farsça)
sera-perde
Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde.
(Farsça)
Padişah çadırı, otağ.
(Farsça)
seraçe
Küçük saray. Küçük konak. Saraycık.
(Farsça)
seradik
(Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi.
Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.
seraperde / serâperde / ساراپرده
Saray perdesi.
(Farsça)
Otağ.
(Farsça)
seray / serây / سرای
Büyük konak, kâşâne.
(Farsça)
Saray.
(Farsça)
Hükümet konağı.
(Farsça)
Saray.
(Farsça)
serdab
Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir.
(Farsça)
Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen
(Farsça)
siflekam / siflekâm
Adi kişilerin işine yarayan.
(Farsça)
silahdar
Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır.
sırr-ı icma / sırr-ı icmâ
İcmâ sırrı, dağınık şeyleri bir araya toplama sırrı.
sitan
(-istan) Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük.
(Farsça)
siyahçerde
Esmer, karayağız olan.
(Farsça)
siyaset tabibleri
Siyasî hastalıkların hekimleri, doktorları; siyasî meselelere çözüm arayanlar.
sohbet
Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.
süleyman
Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün
sümret
Esmerlik, karayağızlık.
süradik
(Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.
süradık / sürâdık / سرادق
Saray perdesi.
(Arapça)
taallül
Bahane arayarak işten kaçınma.
tadammüd
Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.
tahallül / تَخَلُّلْ
Araya girme, içine karışma.
(Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak.
Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması.
Dişleri hilâllamak.
Araya girme, içine sızma.
tahallül-ü mehasin
Güzelliklerin araya girmesi.
tahassul
Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.
talib-i hak
Gerçeği arayan, doğruyu isteyen.
tasnif
Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.
tavassut
Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık.
İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak.
Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak, bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma.
tazmid
Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama.
te'lif / te'lîf / تأليف
Yanyana getirme, alıştırma.
(Arapça)
Kaleme alma, yazma.
(Arapça)
Te'lîf edilmek:
(Arapça)
Bir araya getirilmek, birleştirilmek.
(Arapça)
Kaleme alınmak, yazılmak.
(Arapça)
Te'lîf etmek:
(Arapça)
Bir araya getirmek.
(Arapça)
(Arapça)
tecelli-i zat / tecellî-i zât
İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.
tecemmu / تجمع
Toplanma, bir araya gelme.
(Arapça)
Tecemmu etmek:
Toplanmak, bir araya gelmek.
(Arapça)
tedvin / tedvîn
Bir araya toplayarak tertipleme.
Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Bir konudaki mevzuatı bir araya toplama.
Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.
tedvin-i şeriat
İslâmî hükümlerin bir araya gelmesi, toplanması.
tefakkud / تفقد
(Çoğulu: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma.
Arkasını arayıp sorma.
(Arapça)
teftik
(Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak.
tehezzü'
Maskaraya almak.
tenadi
Birbirine nida etmek, çağırmak.
Bir araya toplanma.
tercil
Arıtmak.
Saçını tarayıp düzeltmek.
terkib-i kıyas
Bir davayı isbat için delil arayıp bulma usulü.
teşeffü'
Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme.
tesehhur
Alay etme, maskaraya alma.
tetebbuat / tetebbuât
Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
tevessül
Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir
tevhid-i medaris / tevhid-i medâris
Medreselerin, okulların birleştirilmesi; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği eğitim kurumlarının bir araya getirilmesi.
tevsit
Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
Birini araya koyma.
tezkire
Hatırlatmaya yarayan yazı, hatırlatma yazısı.
übatir
Akrabasını arayıp sormayan kişi.
ulum-u aliye / ulûm-u âliye
Yüksek ilimleri anlamaya yarayan mantık, gramer gibi âlet ilimleri.
vahdet-i mesele
Bir mesele hakkında ileri sürülen delillerin biraraya toplanması.
vamcu
Borç arayan.
(Farsça)
vasl
Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd
vehm
(Vehim) Mübhem ve mânasız korku.
Belirsiz fikir ve düşünce.
Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
vesatet
Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma.
vesilecu
Sebep ve bahane arayan.
(Farsça)
veznedar / veznedâr
Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur.
(Farsça)
vücud-u kasr
Köşkün, sarayın varlığı.
yaldız
Cilâ; parlatmaya yarayan şey.
yar-ı gar / yâr-ı gar
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır.
yarı ağyar eylemek / yârı ağyar eylemek
Dost ve sevgiliyi aldatarak, araya fitne sokarak yabancılaştırmak.
zekat / zekât
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
Temizlik. Taharet.
zeri'
Araya giren, şefaat edici.
zımad
(Çoğulu: Zamâid) İlâç.
Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
ram olmak
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
çuhadar
muhâlatat
Akmi
şerif
hecai
esav
dibbic
Safed
Efkar-I umumiye
idad
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
aray
Velaye
nahr
yetersiz
Enzer
Ayalim
şerif
sultan-i enbiya
kadın
erva