REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te anâ ifadesini içeren 4555 kelime bulundu...

işaret-i nass / işâret-i nass

  • Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.

merhaba

  • "Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
  • "Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

müteşabih ayet / müteşâbih âyet

  • Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

'ağisna ya gıyase'l-müstağisin' / 'ağisnâ yâ gıyâse'l-müstağîsîn'

  • 'Bize yardım eyle ey yardım isteyenleri yardımsız bırakmayan' mânâsına gelen bir dua cümlesi.

a

  • Nida edatı olup, kelimenin sonuna gelir "ey" mânası verir. Aynı veya farklı iki kelime arasına gelirse, sözün mânasını kuvvetlendirir. "rengârenk, lebaleb" gibi.

a'ni

  • Yani ben demek istiyorum ki (manasında).

a'rac

  • Anadan doğma topal (aksak).

a'raf

  • (Tekili: Arf) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer. (Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)

a'vez

  • Mânâsı anlaşılmayan şey.
  • Anlaşılması zor olan şiir.

ab-berin

  • Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk. (Farsça)

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer.
  • Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söyle
  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

ab-ı zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) (Farsça)

ab-yari / ab-yarî

  • (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. (Farsça)

aba ve ecdad / âbâ ve ecdâd

  • Analar, babalar, dedeler.

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abdal

  • t. Safdil, ahmak, bön.
  • Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse.
  • Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse.
  • Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal)

abdulhamid ll

  • (mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)

abdullah ibn-i zübeyr

  • Ebu Bekir-i Sıddık'ın kızı Esma'nın oğludur. Muhacirlerden ilk doğan çocuk olup cesaret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr ibn-i Avvam'ın oğludur. Yezid'in saltanatını kabul etmedi ve Mekke'de dokuz sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.)

abes / عبث

  • Manasız.

abese suresi / abese sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin sekseninci sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede yüzçevirdi, iltifat etmedi mânâsına olan Abese lafzı sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından bir mev'ize (nasihat, öğüt) olduğu bildirilmekte,

abi / abî

  • Ayva. (Farsça)
  • Suda yaşayan ve suda meydana gelen. (Farsça)
  • Çok mâvi. (Farsça)
  • Çekinen.
  • Tiksinen.
  • Sakınan.
  • Nazlanan.

abise / abîse

  • (Çoğulu: Abayis) Tarhana.

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

aborda

  • İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.

abrah / âbrâh / آبراه

  • Su yolu, kanal. (Farsça)

abülhayat-ı marifet / âbülhayat-ı marifet

  • Hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah'ı tanıtıcı bilgi.

acilane / âcilane

  • Acele edene ait. Acele olarak. (Farsça)
  • şimdiki zamana ait. (Farsça)

aciyy

  • (Çoğulu: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
  • Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.

açkıcı

  • Cilâ ve perdah veren sanatkâr.

ada

  • Gr : Kendinden sonra gelen ismi cerreder. Harf-i cerr'dir. "...den başka, ...den gayrı" mânasına gelir.

adem-i kabul

  • Kabule yanaşmama, bir hükme varmama.

adem-i kanaat

  • Kanaatsizlik, yetinmeme.

adem-i tasdik

  • Tasdik etmeye yanaşmama; tasdiksizlik.

adem-i vuku

  • Olayın meydana gelmemesi.

ademi / âdemî

  • İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.

ademiyyet / âdemiyyet

  • İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.

adet-i islamiye / âdet-i islâmiye

  • İslâmın özüne uygun olarak Müslümanlarca uygulanan âdet, gelenek.

adette bid'at / âdette bid'at

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.

adetullah / âdetullah

  • (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y

adil

  • Adalet eden, hakkı haklı olana veren.

adiyat / âdiyat

  • (Tekili: Âdi) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler.
  • Kıymetsiz şeyler.

adrenalin

  • Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. (Fransızca)

afaki / âfâkî

  • Havâî, herhangi bir dayanağı olmayan şey. Mekke'ye mikat sınırları dışından gelenler.

afşar

  • Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.

afşelil

  • Sırtlan dedikleri canavar.
  • Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın.

ağisna ya gıyase'l-müstağisin / ağisnâ yâ gıyâse'l-müstağîsîn

  • 'Bize yardım eyle ey yardım isteyenleri yardımsız bırakmayan' mânâsına gelen bir dua cümlesi.

agrar

  • (Tekili: Gırr) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar.

agsan

  • (Tekili: Gusn) Dallar, ağacın dalları.
  • Mc: Mânanın kısımları.

ağtabaka

  • Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.

ah

  • Aferin, bravo! manasına kullanılır. (Farsça)

ah u enin

  • Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.

ah-liümm

  • Baba ayrı, ana bir kardeş.

ahadi / âhâdî

  • Bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadis.

ahd-i atik

  • Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmekt edirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demek

ahdname / ahdnâme

  • Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak maksadıyle hazırlanan belge.

ahfa / ahfâ

  • Kalbe bağlı duyguların en gizli, en kapalı olanıdır ki, Cenâb-ı Hak sıfat, şuûnat ve Zât'ına ait en gizli, en mahrem mânâları izin verdiği ölçüde bu duyguya hissettirir.

ahger

  • Ateş koru. Yanar halde olan kömür. (Farsça)

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahkam-ı ameliyye / ahkâm-ı ameliyye

  • Tatbikata ait hükümler, uygulanan kurallar.

ahmakane

  • Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde. (Farsça)

ahrarane

  • Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır surette. (İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyyeti intac eder. Mün.) (Farsça)

ahval / ahvâl

  • Hâller. Tasavvuf yolunda bulunan kimselerin, kalblerinde meydana gelen değişmeler. Hâl'in çokluk şeklidir.

ahval-i acizane / ahvâl-i âcizâne

  • Bir tevazu ifadesi olarak "Allah'ın âciz ve zavallı bir kulu olarak sağlık durumum, halim" mânâsında bir ifade.

ahval-i galibi / ahvâl-i galibi

  • Çoğunlukla meydana gelen haller, durumlar.

ak alem

  • Osmanlılarda saltanat sancağı.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akika

  • Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana "Nesike" de denir.

akıl ile nakil

  • Fen ve felsefe gibi akla dayanan ilimler ile Kur'ân ve hadis gibi nakle dayanan ilimler.

akk

  • (Çoğulu: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik.
  • Yarmak.
  • (Koyun) kuzularken ölmek.

akl-ı evvel

  • "İlk akıl, Allah'ın yarattığı ilk mahlûk" mânâsında bazı eski filozofların görüşü.

akl-ı selim

  • (Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.

akmadde

  • Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.

akna'

  • En çok kanaat getiren, en mukni'.

akreb-i mekniyyat

  • Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır. Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu "A" ya, sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine değil de en yakın merci'i bulunan "A" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.)

akrebiyyet

  • Daha yakın oluş.
  • Cenab-ı Hakkın insana olan yakınlığı.

akref

  • Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

ala / alâ

  • İtl. İtalyancadan gelen tabirlerin başında bulunup (usulünce, tarzında) manasını ifade eder. Meselâ: Alaturka: Türk tarzında gibi.
  • Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Müc

alak

  • Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan.
  • Yapışkan veya ilişken nesne.
  • Hayvanat.
  • Bir işe mülâzemet eylemek.
  • Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak.
  • Bir şeye ilişip tutulmak.
  • Yapışkan, ba

alak suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.

alaka / alâka / عَلَقَه

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)
  • Ana rahmi duvarına tutunmuş asılı bir hücre topluluğu, insan yaratılışının ilk safhası.

alamat

  • Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.)

alamet-i mana / alâmet-i mânâ

  • Mânâyı gösteren belirti, işaret.

alaşım

  • Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita.

alayiş

  • Bulaşıklık, bulaşma. (Farsça)
  • Debdebe, tantana, gösteriş. (Farsça)

alb

  • Yiğit, kahraman, bahadır, cesur gibi manalara gelen bir sıfattır.

ale-l-insan

  • İnsan hakkında. İnsana dâir. İnsan üzerine.

alebat

  • Yemek kapları, çanaklar.

alebe

  • (Çoğulu: Alebât) Yemek kabı, çanak.

alef

  • Cana yakın.

alem-i ceberut / âlem-i ceberut

  • Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).

alem-i esbab / âlem-i esbab

  • Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe dayanarak olduğu âlem. Bu dünya.

alem-i hab / âlem-i hâb

  • Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de kullanılır.

alem-i islamın şahs-ı manevisi / âlem-i islâmın şahs-ı mânevîsi

  • Bütün İslâm âleminden meydana gelen mânevî şahıs; tüzel kişilik.

alem-i istiğrak ve sekir / âlem-i istiğrak ve sekir

  • Kendinden geçme ve mânâ alemindeki sarhoşluk âlemi.

alem-i küfür / âlem-i küfür

  • Küfrü ve inkarcılığı yaymaya çalışan kişilerden meydana gelen güruh.

alem-i ma'na / âlem-i ma'na

  • Mâna âlemi, bazı ehline münkeşif olan âlem, mânen anlaşılan ve bilinen âlem.

alem-i mahşer / âlem-i mahşer

  • Mahşer âlemi; kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer.

alem-i mana / âlem-i mânâ

  • Mânâ âlemi; maddî gözle görünmeyen mânevî âlem; rüya ve keşif âlemi.

alem-i rahmet / âlem-i rahmet

  • Allah'ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem.

alem-i sagir / âlem-i sagîr

  • Yaratılmışların hepsinden kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana verilen ad.

alet / âlet

  • Bir iş veya sanatta kullanılan vasıta.

alev

  • Ateşten çıkan parlak ve yanar hava.
  • Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama.

aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân

  • Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

aleyhissalatü ves-selam / aleyhissalâtü ves-selâm

  • Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.

aleyhisselam / aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

aleyke

  • Senin üzerine, sana.

algı

  • (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n

alik / alîk

  • Hayvana bir defada verilen yem.
  • Asılan torba.

alim / âlim

  • Bilen, ilim sâhibi.
  • Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
  • Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),

aliz / âlîz

  • Alihten veya Aliziden fiilinden emirdir. İsm-i fâili Alizende Türkçedeki mânası: Zayıf, cılız. (Farsça)
  • Farsçada: Hayvanın ürküp sıçraması, çifte atması, huysuzluk edip sıçramasına denir. (Farsça)

alizarin

  • Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi. (Fransızca)

allah kelamı / allah kelâmı

  • Allah'ın buyruğu; Allah'ın âyetinin mânâsı.

allah razı olsun / allah râzı olsun

  • Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği) hâle getirsin, mânâsında duâ.

allam-ul-guyub / allâm-ul-guyûb

  • Gâibleri (görünmeyen ve bilinmeyen gizli şeyleri) çok iyi bilen mânâsına, Allahü teâlânın isimlerinden.

allame / allâme

  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

allet

  • Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret.
  • Üvey ana.

alusi / alusî

  • Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse. (Farsça)

amal-i batıla / âmâl-i bâtıla

  • Doğru olmayan, imana uymayan ameller, davranışlar.

amas

  • İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. (Farsça)

amay

  • Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır. (Farsça)

amel eden

  • Davranan, iş gören.

amelehu

  • "Tarafından yapıldı." mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın imzasından önce yazılır.

amin / âmin

  • Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, tamam mânâsındadır.
  • Kabûl et mânâsına, duâ sonunda söylenen söz.

amin-han

  • (Çoğulu: Aminhânân) Amin diyen. (Farsça)

amin-i daimi / âmin-i daimî

  • Sürekli tekrarlanan "Allahım kabul eyle!" duası.

amir-i vicdani / âmir-i vicdanî

  • Vicdana ait âmir, vicdanı çalıştıran.
  • Vicdana emreden, vicdanı çalıştıran.

amiz / âmiz

  • Karışık, karışmış. (Âmihten) mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır. (Farsça)

amnezi

  • Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.

amur

  • (Çoğulu: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti.

an / ân

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına
  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

an mim amed

  • Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret. (Farsça)

anahtar-ı gaybi / anahtar-ı gaybî

  • Görünmeyen âlemlerdeki sırları açan anahtar.

anarşist

  • Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

anasır / anâsır

  • (Tekili: Unsur) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.

anasır-ı asliye / anâsır-ı asliye

  • Temel unsurlar, ana maddeler.

anasır-ı garaz / anâsır-ı garaz

  • Hınç ve düşmanca niyeti meydana getiren unsurlar, kin sebepleri.

anatomi

  • Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.

anbes

  • (Çoğulu: Anâbis) Arslan.

ancec

  • (Çoğulu: Anâcic) Büyük nesne.
  • Fesliğen adı verilen çiçek.

and

  • Allahü teâlânın ismini anarak söz verme, ahd.

andezit

  • Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.

anet

  • (Çoğulu:Anât) Fâsık.
  • Diz kılı.
  • Yaban eşeği sürüsü.
  • Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı.

anglosakson

  • Büyük Britanya'da yerleşen Germen ırkından aşiretlerin adı.
  • Ana dili İngilizce olan şahıs.

anhüm

  • Onlardan (mânasına işaret zamiri).

ani

  • (Çoğulu: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü.
  • Köle
  • Meşgul.
  • Iztırab çeken. Muztarib.
  • İşçi.
  • Müfettiş.
  • Tahsildar. (Müennesi: Aniye)

anise

  • Cana yakın kız veya kadın.

anka-meşrebane

  • Anka meşrebi halinde, kanaat sahibi. Eski edebiyatta kanaat sahiplerine kinaye olarak söylenir.

ankebet

  • (Çoğulu: Anâkıb) Dişi örümcek.

anşet

  • (Çoğulu: Anâşit) Yaramaz.
  • Uzun.

anter

  • (Çoğulu: Anâtir) Gök sinek.

antika

  • Kıymetli sanat eseri.

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

aposteriori

  • Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.

apsis

  • Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. (Fransızca)
  • Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı. (Fransızca)

arafat

  • Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muha

arasat meydanı / arasât meydanı

  • Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları meydan. Buraya mevkıf ve mahşer de denir.

araz

  • Belirti, sonradan meydana gelen özellik.
  • İşaret, alâmet.
  • Tesadüf.
  • Kaza, felaket.
  • Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.

arazi-i mahlule / arâzi-i mahlule

  • Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.

ardiyye

  • Ticaret eşyasının saklandığı yer.
  • Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.

arif / ârif

  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

arifane / ârifâne / عَارِفَانَه

  • Allahı tanıyana yakışacak sûrette.

ariş

  • Anlam, mânâ, kavram, mefhum. (Farsça)

arişi / arişî

  • Manevî. Mânâ ile ilgili. (Farsça)

aristokrasi

  • yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.

ariyeten

  • İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır.

ariyy

  • (Çoğulu: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.

arız / ârız / عارض

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.
  • Yanak. (Arapça)
  • Gelen. (Arapça)
  • Engel. (Arapça)

arızan / ârızan

  • İki yanak.

arızi / ârızî / عَارِض۪ي

  • Sonradan olana âit.

ark

  • Tarla ve bostana su akıtmak için açılan yol, cedvel, hark.
  • Su yolu, kanal.

arnavut

  • (Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir. Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede Arnavutluk şeklinde söylenir.

arş

  • Bağ çardağı.
  • Gölgelik.
  • Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.)
  • Fevkiyyet, ulviyyet.
  • Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk
  • İlâhî kudret ve saltanatın tecelli yeri.

arş-ı kanaat

  • Kanaatin arşı, tahtı.

arşi ve süllemi / arşî ve süllemî

  • Devir ve teselsülü inkâr maksadıyla yukarıya doğru gittikçe daralan ve tek bir yaratıcının varlığına dayanan mantıkî delil.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

arz-ı iftikar

  • Hacatını arzetme, ihtiyaçlarını meydana koyma.

arz-ı rum

  • (Erzurum) Rum memleketi. Şimdiki Anadolu. Anadolunun şarkındaki bir vilâyet adı.

asa / asâ / âsâ

  • Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh.
  • (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.) (Farsça)
  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.
  • "Benzer, gibi" mânâsında son ek.

asabe

  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.

asabiyet-i kavmiye

  • Vatanperverlik. Menfi milliyetçilik, Asabiyet-i câhiliye, asabiyet-i milliye, asabiyet-i nev'iyye gibi tabirler de aynı mânayı ifâde eder..

asakir-i muvahhidin / asâkir-i muvahhidîn

  • Allahın birliğine inanan askerler. İslâm ordusu.
  • Cenâb-ı Hakkın birliğine inanan askerler.

asal

  • (Tekili: Asil) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan müddet.
  • Zamanlar ve vakitler.

aşam

  • Yiyecek ve içecek. (Farsça)
  • İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

asar-ı medeniyet / âsâr-ı medeniyet

  • Medeniyetin meydana getirdiği eserler.

asar-ı san'at / âsâr-ı san'at

  • Sanat eserleri.

asb

  • Bağlamak.
  • Sağlam olarak dürmek.
  • İmâme, sarık.
  • Yemen'de yapılır bir nevi kumaş.
  • Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi.
  • Kurumak.
  • Kızarmak.
  • Sarmaşık.
  • Sargı, bağ.
  • Mendil.

aşen

  • Her nesnenin aslı ve kökü.
  • Sözü kendi kanaatine göre söylemek.

asere

  • Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler.

aşı

  • Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
  • Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
  • Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)

aşiret-i galip

  • Galip gelen, kazanan aşiret.

asit

  • Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız. (Fransızca)

aşk-ı mecazi / aşk-ı mecazî

  • Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk.
  • Tas: Kâmil bir zâtın Cenab-ı Hakk'a dâir şiddetli muhabbetinden evvel fani, dünyevî şeylere dair olan aşkı.

aska'

  • Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı.
  • Kanarya kuşu.

asker

  • (Çoğulu: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer.

asm

  • Sargı.
  • Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.

asmıha

  • (Tekili: Sımah) Kulak kanalları.

asra'

  • Zor olan şey. Güç nesne.
  • Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan tavşancıl kuşu.

asri / asrî / عَصْر۪ي

  • Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.
  • Zamana uygun.

astane

  • Eşik, atebe. (Farsça)
  • Paytaht. (Farsça)
  • Mânevi büyüklerin kabri. (Farsça)
  • Büyük tekke. (Farsça)
  • Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.) (Farsça)

astin-berçide

  • Hazırlanan veya hazırlanmış (adam). (Farsça)

astin-malide

  • Hazırlanmış, hazırlanan (adam). (Farsça)

astronomi

  • yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

aşub / aşûb

  • Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

ata

  • (İtyan. dan) Verdi, veren. Geldi, gelen (mânasına da olur, fiildir).

atba'

  • (Tekili: Tıb') Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları.

ateşperest

  • Ateşe tapan, mecûsî. Zerdüşt tarafından kurulan bâtıl dîne inanan.

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

atfetmek

  • Meyletmek. Sevgi beslemek.
  • Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.

atik

  • Çabuk davranan, çevik.

atiyülbeyan / âtiyülbeyân / آتى البيان

  • Aşağıda açıklanacak olan. (Arapça)

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atol

  • Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

avarız-ı semaviye

  • Delilik, küçüklük, bunaklık, ölüm gibi kesbî ve ihtiyarî olmaksızın insana ârız olan şeyler.

aver

  • Averden "getirmek" fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur. (Farsça)

avize / âvize

  • Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya billurdan süs eşyası. (Farsça)
  • İçinde ampul bulunan ve tavana asılan süs.

ayat-ı azime / âyât-ı azîme

  • Büyük mânâlar ihtiva eden âyetler.

ayat-ı muhkemat / âyât-ı muhkemât

  • Manası kat'i ve açık olan Kur'an âyetleri.

ayb-cu / ayb-cû

  • İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen. (Farsça)

ayb-ı hadis / ayb-ı hâdis

  • Huk: Satılan eşya müşteri elinde iken ârız olan ayıb. (Müşterinin satın aldığı kumaşı kesip biçmesiyle meydana gelen hâl gibi)

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayet-i hasbiye / âyet-i hasbiye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel Vekîl'dir" mânâsındaki "Hasbünallâhü ve ni'me'l-Vekîl" âyet-i kerimesi; Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayet-i muazzama / âyet-i muazzama

  • (Mânâca) büyük âyet.

ayet-i muhkeme / âyet-i muhkeme

  • Muhkem âyet. Çoğulu âyât-ı muhkemât'tır.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olan âyet-i kerîmelere verilen ad.

ayet-i uzma / âyet-i uzmâ

  • (Mânâca) çok büyük âyet.

ayıklanma

  • (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. (Türkçe)

ayine

  • Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen "âyine" denilmektedir.) (Farsça)
  • Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir.(Farsça)

azhar

  • En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen.
  • Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.

azimü'l-meal / azîmü'l-meâl

  • Yüce, büyük mânâlı.

aziz / azîz

  • İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu.
  • Dost.
  • Şerif.
  • Nadir.
  • Dini dünyaya âlet etmeyen.
  • Sireti temiz.
  • Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi.
  • Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.

azizan / azîzan

  • Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
  • "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
  • Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki dünyâ düşüncesini s

azrail

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

ba'd

  • Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder.
  • Helâk olmak mânâsına mastardır.

ba'de harabi'l-basra

  • "Basra yıkıldıktan sonra" mânâsında olan ve bir iş için çok geç kalındığını ifade eden bir deyim.

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

ba-hem

  • Birlikte. Beraber. (Arabçadaki "Maa" mânasına) (Farsça)

ba-i kasem / bâ-i kasem

  • Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. "Billâhi" gibi.
  • Farsçada: Bâ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.

bab-ı şerif / bâb-ı şerîf

  • Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.

babacan

  • Biraz kalender davranışlı, cana yakın.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

bad / bâd

  • "Olsun, ola, olaydı" mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd : Afiyet olsun. (Farsça)

badia

  • Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.

badire

  • Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
  • Kabahat.
  • Birden, zahmetsizce söylenen söz.
  • Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
  • Zor geçit.

badiyet-üş-şam / bâdiyet-üş-şam

  • Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden, batıya doğru uzanan çöl.

baf / bâf

  • Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Farsça)

bahadırane

  • Yiğitçesine, kahramana yakışır surette. (Farsça)

bahayim

  • (Tekili: Behaim) (Behime) Suriye'de bir sıradağ ismi.
  • Canavarlar.
  • Dört ayaklı hayvanlar.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahis / bâhis

  • Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı.
  • Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.

bahr-i muhit-i şimali / bahr-i muhit-i şimalî

  • İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan deniz.

bahreyn

  • İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi)
  • Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Hal

bahsere

  • Dağıtma.
  • Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma.
  • Kesilerek tane tane olma.

bahtiyarane

  • Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. (Farsça)

bajurnal / bâjurnal / باژورنال

  • Tutanak ile. (Farsça - Fransızca)

bakar

  • (Çoğulu: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.

bakiyane / bâkiyâne

  • Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. (Farsça)

bakiyat-ı salihat / bâkiyât-ı sâlihât

  • İnd-i İlahîde ecr-i sâliha. Bâki olan sâlih ameller.
  • Elhamdülillah, Sübhanallah ve Allahuekber gibi kudsî kelâmlar.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

bal / bâl / بال

  • Kanat. (Farsça)
  • Kol, pazu. (Farsça)
  • Kol, cenah. (Farsça)
  • Üst, yukarı. (Farsça)
  • Boybos, endam. (Farsça)
  • Kanat. (Farsça)

bal-güşa / bal-güşâ

  • Kanat açan, uçan. (Farsça)

bal-şikeste

  • Kanadı kırık. (Farsça)

balapervaz

  • Yüksekten uçan.
  • Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

balkan

  • Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası.

balu / bâlû

  • Ana baba bir olan kardeş. (Farsça)
  • Siğil, sivilce. (Farsça)

balzen

  • Kanat vuran. Uçan. (Farsça)

bamazbata / bâmazbata / بامضبطه

  • Tutanak ile. (Farsça - Arapça)

ban

  • Dam, çatı.
  • Sorgun ağacı. Bey söğüdü.
  • yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.

bankiz

  • Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.

banknot

  • Lira mânâsında para birimi.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

bar / bâr

  • Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran. (Farsça)

bar-hane

  • Yük yeri, yüklük. (Farsça)
  • Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer. (Farsça)

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

basar

  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

başeng

  • Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. (Farsça)
  • Asma üzerindeki üzüm salkımı. (Farsça)

basım

  • (Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı.

basine

  • Ekincilerin sabanı.
  • Sanat ehlinin âletleri.
  • Kaba çuval.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

bast-ı yed

  • Elini bir şeye uzatmak.
  • Mc: Tasallut ve istilâ manasındadır.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batıniyye / bâtıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve
  • Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.

batıniyyun / bâtıniyyûn

  • Kurânın açık mânâlarını bir yana bırakıp gizli mânalar bulduklarına inanarak sapıtan kimseler.

batiye

  • Büyük çanak.

baykara

  • Helâk olma, mahvolma.
  • Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme.
  • Malı çok olma.
  • Yırtıcı bir kuş.

bayramiyye

  • Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bayramiyye yolu bir koldan Bâyezîd-i Bistâmî'ye diğer koldan Hasen-i Basrî'ye ulaşır.

baz

  • Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan. (Farsça)

bazubend / bâzubend

  • Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt. (Farsça)

be

  • Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan, ile, için" mânalarında kullanılır. (Farsça)
  • "De, den" mânâsında ön ek.

be's

  • Azab, şiddet. Korku.
  • Zarar, ziyan.
  • Zorluk, meşakkat, zahmet.
  • Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bedayi' / bedâyi'

  • (Tekili: Bidâa) Sermayeler, anamallar.
  • İcat edilmiş güzel şeyler. Sanat eserleri.

bedi' ilmi / bedî' ilmi

  • Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar ile sözün süslenmesini öğreten ilim.

bedi-i pür-maani / bedi-i pür-maânî

  • Çok mânâları bulunup bedi' olan. Çok mânaların bedi' ve güzel oluşu.

bedia

  • Yaratma.
  • Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel.

bedii / bediî

  • Güzel, beğenilen, sanatlı söz.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bedir muharebesi

  • Bedir Savaşı; Peygamberimizin (a.s.m.) Medine'ye hicretinden sonra, 624 tarihinde Mekkeli müşriklerle yapılan ve Müslümanların galibiyetiyle sonuçlanan savaş.

behimi / behimî

  • Hayvana yakışır tarzda, hayvanlık.
  • Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.

behremend / بهرمند

  • Hisse sahibi. (Farsça)
  • Yararlanan. (Farsça)

behv

  • (Behve) Misafir odası.
  • Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir)
  • Geniş meydan, yer.
  • Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık.
  • Rahim ile mahrecinin arası.

bel

  • Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.

belagat / بلاغت

  • İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik.
  • Güzel söz öyleme sanatı.

belagat-ı i'caz ve icaz / belâgat-ı i'câz ve îcâz

  • Bir mânâyı az sözle ve başkasının yapmaktan aciz kalacağı mükemmellikte, tam yerinde ifade etme san'atı.

belh

  • Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder.

beliğ

  • Açık, düzgün söz söyleyen.
  • Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli.

benane

  • (Çoğulu: Benân-Benânât) Parmak başı.

bend

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)

benu-l a'yan

  • Baba ve ana bir kardeş.

benu-l ümm

  • Ana bir kardeş.

benul-a'yan / benûl-a'yân

  • İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

benul-ahyaf / benûl-ahyâf

  • İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

benul-allat / benûl-allât

  • İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.

ber

  • Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) (Farsça)
  • Göğüs, sine, bağır, sadır. (Farsça)
  • Fayda. (Farsça)
  • Hamil. (Farsça)
  • Hıfz. (Farsça)
  • Yan. (Farsça)
  • Taraf. (Farsça)
  • Nâkil. Götürücü. (Farsça)
  • Meyve. (Farsça)
  • Yaprak. Varak. (Farsça)
  • Meme. (Farsça)
  • Genç kadın. (Farsça)
  • E (Farsça)
  • "Alan, dinleyen, yeden, götüren" mânâsında son ek.
  • "Üzeri, üzerine, yukarı" mânâsında ön ek.

ber-endaz

  • Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan. (Farsça)

ber-taraf

  • Bir yana atılan, ortadan kalkan.
  • Bertaraf etmek: Ortadan kaldırmak, yok etmek.

beraa

  • (Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)

berahihte

  • Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir. (Farsça)

beraya

  • (Tekili: Beriye) Halk. Bütün mahlûkat.
  • Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

berh

  • Balık, semek. (Farsça)
  • Parça, kısım, hisse, nasib. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)
  • Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. (Farsça)

berhud / berhûd

  • Saçmasapan söz, mânasız söz. (Farsça)

berim

  • Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip.
  • Cemaat.
  • Etsiz yemek.

berkeşide

  • Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış. (Farsça)
  • Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. (Farsça)

bertaraf / برطرف

  • Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş. (Farsça)
  • Çıkarılıp bir yana atılan.
  • Bir yana. (Farsça - Arapça)
  • Giderilmiş. (Farsça - Arapça)
  • Bertaraf etmek: Gidermek. (Farsça - Arapça)
  • Bertaraf olmak: Giderilmek. (Farsça - Arapça)

bervaze

  • Gezinti için hazırlanan yemek. (Farsça)

berzah-ı esma / berzah-ı esmâ

  • Allah'ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar.

besbas

  • Saçmasapan, manâsız söz. (Farsça)

besbes

  • (Çoğulu: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler.

beşel

  • İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. (Farsça)
  • Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir. (Farsça)

beşeri / beşerî

  • İnsanî, insana has olan.
  • İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.

beşir / beşîr

  • Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
  • Kabirde mü'minlere suâl soran melekler.

betil

  • Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı.
  • Salkımları sarkmış ağaç.
  • Nehirlerdeki akıntılar.
  • Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.

bev

  • Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.)

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bevz

  • Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. (Farsça)
  • Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. (Farsça)
  • Eşek arısı. (Farsça)

beyan / beyân

  • Anlatma, açıklama sanatı.

beyan buyurulan

  • Açıklanan, anlatılan.

beyan edilen

  • Açıklanan.

beyan olunan

  • Açıklanan.

beyan-ı zaruret

  • Huk: Zaruri beyandır. Susmak suretiyle ifade edilen mâna, beyan-ı zaruret kabilindendir.

beydane

  • (Çoğulu: Beydânât) Yabani dişi eşek.

beyde

  • Gr: "Enne" lâfzı gibi, "şu kadar var ki, lâkin" mânâsında istisna edatlarındandır.

bezirgan / bezirgân

  • Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse, tüccar.

bi / bî

  • "İle" mânâsında ön ek.
  • "Siz, sız" mânâsında ön ek.

bi'l-yakini'l-kat'i / bi'l-yakîni'l-kat'î

  • Kesin bilgiye dayanarak.

bi'se

  • Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.

bi-

  • Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır.

bi-meal / bî-meal

  • Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz. (Farsça)

bicu

  • ( Custen : Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir.

bıd'

  • (Bıd'a) Geceden bir kısım.
  • Üçten ona ve onikiden yirmiye varana kadar olan sayılar.
  • Cima, nikah.

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bid'at-ı seyyie

  • Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

bida'

  • (Tekili: Bid'at) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler.

bidaa

  • (Bidâat) Sermaye, ana para.
  • Tahsil olunmuş ilim.

bih

  • O, onu, ona, ondan, onunla mânâlarına gelir.

bihim

  • O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir.

bihima

  • O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir.

bijeng

  • Kapı anahtarı, miftah. (Farsça)

bil

  • "İle" mânâsına ön ek.

bil'iman

  • İman ile, inanarak.

bila / bilâ

  • Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.
  • "Sız, siz" mânâsında ön ek.

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilaz

  • Kaçkın kimse.
  • Yemeği doyana kadar yiyen.
  • Kısa boylu adam.

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bilinçaltı

  • Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hare (Türkçe)

bilistifade / بالاستفاده

  • Yararlanarak, istifade ederek. (Arapça)

billahi / billâhi

  • "Allahü teâlâya yemîn ederim" mânâsına, yemîn sözlerinden biri.

bilmana / bilmânâ

  • Mânâ olarak.

bilyakin / bilyakîn

  • Kesin kanaat ile.

bin / bîn

  • "E, de, ile" mânâsında ön ek.
  • Kelime sonuna ilâve ile "gören, görücü" mânalarına gelir. Meselâ: (Farsça)
  • "Gören" mânâsında son ek.

binaberin / binâberin / بنابرین

  • Bundan dolayı, buna dayanarak. (Arapça - Farsça)

binaen / binâen / بناء / بِنَاءً

  • -dayanarak.
  • ...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.
  • Dayanarak, bu sebeple.
  • Dayanarak, göre. (Arapça)
  • Dayanarak.

bintü'l-fikri

  • "Kıza benzeyen düşünce" mânâsında, Üstadın bazı mahrem fikirleri herkese okutmanın doğru olmadığını belirten bir benzetme.

birr

  • İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat.
  • Dininde ibadetinde kuvvetli olan.
  • Bağışta bulunma.

birsam

  • (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.

bişkel

  • Elem, keder, gam, tasa, kasavet. (Farsça)
  • Orak şeklinde ağaç anahtar. (Farsça)
  • Kıvırcık saç. (Farsça)

blok

  • Birbirine bitişik yapılar. (Fransızca)
  • Büyük ve ağır yığın. (Fransızca)
  • Resim kağıtları saklanan karton kap. (Fransızca)

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


bölük

  • Takımlardan oluşan, üçü veya dördü bir tabur meydana getiren askerî birlik.

bostan-ı huda / bostan-ı hudâ

  • Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir. (Farsça)

bu'susa

  • Küçük canavar.

büduh

  • Yürümek, meşy.
  • Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına)

bukalemun

  • Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. (Farsça)
  • Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren. (Farsça)

bülten

  • Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. (Fransızca)
  • Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute. (Fransızca)

büresa'

  • Nâs mânâsına kullanılan bir isim.

bürhan

  • Delil, hüccet, isbat vasıtası.
  • Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas.
  • Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.

bürhan-ı akliyye

  • Akla dayanan bürhan.

burhan-ı inni / burhan-ı innî / burhân-ı innî

  • Tümdengelim; eserden eseri yapana, olaylardan kanuna ulaştıran delil.
  • İnneli (elbetteli) delîl. Eserden müessire (o eseri yapana), san'attan san'atkâra ve netîceden sebebe götüren delîl. Kelâm (akâid) ilminde daha çok bu delîl kullanılır.

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

bürhan-ı mantıki / bürhan-ı mantıkî

  • Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir.

bürhan-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı risalet de aynı mânâdadır.)

burhani / burhânî

  • Delillere dayalı ispat yöntemini kullanan.

burjuvalar taifesi

  • Şehirlerde yaşayan, özel imtiyazlardan yararlanan zengin grup.

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

bürkan

  • Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ.

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büruk

  • Un helvası, undan yapılan bir nevi helva.
  • Büyük oğlu varken evlenen kadın.
  • Deve çökmek (mânâsına mastardır.)

büruz

  • Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.

bus

  • "Öpen" mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus : Etek öpen. (Farsça)

butlan-ı mana / butlan-ı mânâ

  • Mânânın batıl, yanlış ve hükümsüz oluşu.

büyü

  • Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.
  • Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı sağlayan ilim.

büyük cihad

  • Samsun'da haftalık olarak yayınlanan bir gazete.

büyük cihad gazetesi

  • Samsun'da haftalık olarak yayınlanan bir gazete.

ca'feri / ca'ferî

  • Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim
  • Yapma, meydana getirme, yaratma.

çaba

  • Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç.

cabiye

  • (Çoğulu: Cevâbi) Cemaat.
  • İçinde su toplanan büyük havuz.
  • Şam diyarında bir şehir adı.

cablus

  • Dalkavukluk, yaltaklanma. (Farsça)
  • Dalkavukluk eden, yaltaklanan. (Farsça)

cadde / câdde / جاده

  • Geniş, işlek, büyük yol. Anayol. şah-rah.
  • Ana yol, cadde. (Arapça)

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

cahiliyye / câhiliyye

  • Kelime olarak cahilliğe ait mânâsına gelir. Terim olarak İslâmiyetten önceki putperest dönemi ifade eder.

cahim

  • Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş.
  • Cehennem'in bir tabakası.

cahme

  • Nazar değdiren göz.
  • Kat kat ve şiddetli yanan ateş.

çal-at

  • Hareketli, yerinde duramayıp şahlanan at.

çaliş / çâliş

  • Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. (Farsça)
  • Mukabil, karşı durma. (Farsça)
  • Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. (Farsça)
  • Birleşme. (Farsça)

camger

  • Cam yapan sanatkâr, camcı ustası. (Farsça)

cami-i kur'an

  • Kur'an-ı Kerim'i toplayan mânâsında olup, Halife Hz. Osman (R.A.) kasdedilir.

cami-ül kelim

  • Vecize. Kısa olup çok mânaya gelen söz.

camiiyet-i harikulade / câmiiyet-i hârikulâde

  • Olağanüstü câmiiyet, mânâ ve özellikçe kapsamlılık.

camiiyet-i lafziye / câmiiyet-i lâfziye

  • Sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması.

camiiyyet

  • Câmi'lik, toplayıcılık.
  • Çok şeylerle alâkalılık.
  • Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.

camiü'l-kelim / câmiü'l-kelim

  • Vecize, kısa olmasına rağmen çok mânâları içine alan söz söyleyen.

camiülkelim / câmiülkelim / câmiülkelîm

  • Sözü az, mânâsı çok olan ifade.
  • Zengin mânâlı söz.

can-aver

  • Zihayat, canlı, yaşayan. Hayatdar.
  • Domuz, canavar, hınzır.
  • Zararlı hayvan.

can-fersa

  • Can dayanamıyacak derecede. (Farsça)

can-güzar

  • Cana dokunan, candan geçer olan. (Farsça)

can-sitan

  • Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel. (Farsça)

canavarvari / canavarvarî

  • Canavar gibi.

candade

  • Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan. (Farsça)

canefza / cânefzâ / جان افزا

  • Cana can katan. (Farsça)

canfeza / cânfezâ / جان فزا

  • Cana can katan. (Farsça)

canhıraş

  • Dayanamıyacak derecede acı ve keder veren. (Farsça)

canver / cânver / جان ور

  • Canlı. (Farsça)
  • Canavar. (Farsça)

car / câr

  • (Harf-i cer) Başına geldiği ismin sonunu esre okutarak kendinden önceki fiilin mânâsını, başına geldiği isme çekip bağlayan harf.

carim

  • Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu.
  • Ailesinin maişetini kazanan.
  • Kesen.
  • Hurma toplayan.

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

cazgır

  • Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.

cazibe-i umumi-i vatani / cazibe-i umumî-i vatanî

  • Vatana ait genel çekim gücü.

çe

  • Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir. (Farsça)

cebbar / cebbâr / جَبَّارْ

  • Aşırı zor kullanan.

cebbarane

  • Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.

cebel-i rahmet

  • "Rahmet dağı" mânâsına, Arafat ovasındaki tepe.

cebire / cebîre

  • Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

cebr-i keyfi / cebr-i keyfî

  • Hiçbir hukukî dayanağı olmayan keyfî zorlama.

cebren

  • Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.

cebri / cebrî

  • İnsan iradesini inkâr eden batıl bir mezhebe inanan kimse.

cedavil / cedâvil

  • Kanallar, arklar.
  • Cedveller, kanallar, listeler.

cedavil-i ekvan / cedâvil-i ekvan

  • Kâinattaki cedveller, kanallar.

cedd

  • Babanın babası veya ananın babası.
  • Büyüklük, azimlik.
  • Kat'edip geçmek.
  • Tâli'li olmak.
  • Kesmek.

cedde-i faside / cedde-i fâside

  • Ananın anası, anneanne.

cedde-i sahiha

  • Babanın anası, babaanne.

cedel

  • Münâkaşa, mücâdele, tartışma, kavga. Mantıkda, meşhur veya doğruluğu herkesçe kabûl edilen kadiyye (önerme)lerden meydana gelen kıyas'a verilen ad.

cedvel

  • Liste.
  • Su kanalı. Kanal.
  • Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet.
  • Liste, kanal, cetvel.

cefa / cefâ / جفا

  • Üzme, eziyet etme. (Arapça)
  • Cefâ çekmek: Cefaya katlanan, üzülen. (Arapça)

cefa-keş

  • Eziyete dayanan, cefa çeken, acıya katlanan. (Farsça)

cefakar

  • Eziyet eden, cefa eden. (Farsça)
  • Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır. (Farsça)

cefakeş / cefâkeş / جفاكش

  • Üzülen, cefa çeken, eziyete katlanan. (Arapça - Farsça)

cefne

  • (Çoğulu: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak.

cehennem-i cismani / cehennem-i cismanî

  • Cismen, bedenen yaşanacak olan cehennem azabı.

celali / celalî

  • Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan.
  • Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad.
  • Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.

celcelutiye / celcelûtiye

  • Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir.
  • Peygamberimizin (a.s.m.) derslerine dayanarak, ebced ve cifir hesabıyla ilgili, Hz. Ali tarafından yazılan bir kaside.

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

çelebi

  • Efendi, kibar kimse.
  • Mevlâna postnişinine verilen ünvan.
  • Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi.
  • Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.

celed

  • Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve.
  • Muhkem yer.
  • Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.

celil / celîl

  • Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

celle

  • "Yüce ve aziz oldu" mânâsında söylenir.

celle celalüh / celle celâlüh

  • "O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi.

çem

  • Naz ve eda ile salınarak yürüme. (Farsça)
  • Ziynetli, süslü, düzgün. (Farsça)
  • Cürüm, kabahat, suç. (Farsça)
  • Taam, yemek. (Farsça)
  • Mâna. (Farsça)
  • Kazanılmış, toplanılmış. (Farsça)

cem edilen

  • Toplanan, bir araya getirilen.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cem'iyyet-i kelam / cem'iyyet-i kelâm

  • Kelâmın câmi olması. Müteaddid mânası bulunan kelâm, söz.

cemaat-i çilingiran-ı hassa / cemaat-i çilingirân-ı hâssa

  • Tar: Saraydaki çilingirlik işlerini yapmakla muvazzaf sanatkârlar zümresi.

cemaat-i hademe-i ehl-i hiref

  • Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar zümresi.

cemaat-ı mücellidan-ı hassa / cemaat-ı mücellidân-ı hâssa

  • Tar: Saraydaki kitabları ciltlemekle vazifeli sanatkârlar.

cemal-i masnuat / cemâl-i masnuat

  • Allah'ın yaratıklarındaki sanatkârane, mükemmel, kusursuz güzellikler.

cenah / cenâh / جناح / جَنَاحْ

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)
  • Yan taraf, cihet.
  • Kol, pazu.
  • Kanat, kuş kanadı.
  • Kanat.
  • Kanat. (Arapça)
  • Kanat, taraf.

cenah-ı himaye

  • Koruma kanadı.

cenah-ı himaye ve re'fet / cenâh-ı himaye ve re'fet

  • Koruma ve şefkatle muamele etme kanadı.

cenah-ı himayet

  • Koruma kanadı.

cenah-ı şefkat / cenâh-ı şefkat

  • Şefkat kanadı.

cenah-ı tair / cenah-ı tâir

  • Kuş kanadı.

cenah-ı zübab

  • Sinek kanadı.

cenaheyn / cenâheyn

  • (Cenah. dan) İki kanat, iki yan, iki cenah.
  • İki hususiyetli.
  • İki kanat.

cenani / cenanî

  • Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile "kalbim" mânasınadır.)

çenber

  • Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. (Farsça)
  • Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. (Farsça)
  • Başa ve boyna bağlanan yemeni. (Farsça)
  • Esirlik, bağlılık, kölelik. (Farsça)
  • Geo: Bir düz (Farsça)

çend / چند

  • Kaç. (Farsça)
  • Birkaç. (Farsça)
  • Ne zamana kadar. (Farsça)

cenh

  • Kuşun kanadını vurması.

cenin / cenîn

  • (Cenne. den) Ana karnındaki harekete başlıyan çocuk.
  • Gizli ve mestur, saklı olan şey.
  • Ana karnındaki çocuk.
  • Ana rahmindeki çocuk.

cenn

  • (Cünün) Bir şeyi setretmek, gizlemek.
  • Ana karnındaki cenin, gizli olmak.

cennet

  • Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mes
  • İnananların dünyadaki güzel amellerine mükafaten sonsuza kadar kalacakları güzellikler âlemi.

cennet-i kur'aniye / cennet-i kur'âniye

  • Kur'ânî cennet; bu tabirle, insana dünya ve âhiret saadetini bahşeden Kur'ân'î hakikatler ve esaslar kastediliyor.

cerahat

  • Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.

cerbeze

  • Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme.
  • Beceriklilik, fetânet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibâret olan sıfat-ı zihniye. (Bu kelime, Arabçada: Hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânâda ku

cereyan / cereyân

  • Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma.
  • Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.

cereyan eden

  • Meydana gelen.

cereyan etme

  • Meydana gelme.

cereyan-ı müstebidane

  • Baskı ve zülme dayanan despotizm ve diktatörlük akımı.

cereyan-ı tecelliyat-ı ilahiye / cereyan-ı tecelliyat-ı ilâhiye

  • İlâhî yansımalarının meydana gelmesi, cereyan etmesi.

ceride / cerîde / جریده

  • Gazete. (Arapça)
  • Tutanak. (Arapça)

çeş

  • "Deneyen, sınayan, tadına bakan" mânâsına gelerek kelimelere eklenir. (Farsça)

cesaret-i imaniye

  • İmandan kaynaklanan cesaret.

cess

  • Koparmak.
  • Bal mumu.
  • İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey.

cessas

  • Kireç ile bina yapan. Badanacı.

cevabü'l-ahmak es-sükut / cevabü'l-ahmak es-sükût

  • Ahmak olana verilecek en iyi cevap sükûttur, cevap vermemektir.

cevami-ül kelim / cevâmi-ül kelim

  • Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler, fıkralar.

cevamiu'l-kelim

  • Az sözle çok mânâ içeren kelâmlar, ibâreler.

cevamiülkelim / cevâmiülkelîm

  • Zengin mânâlı sözler.

cevasis-i fünun / cevâsis-i fünun

  • Casus gibi davranan fenler; gizli şeyleri araştıran fenler.

cevher-i beyani / cevher-i beyanî

  • Beyâna dair cevher.

cevher-i imani / cevher-i imanî

  • İmana ait öz, cevher, iman hakikati.

çevik

  • Çabuk davranan.

cevşen

  • "Zırh" mânâsında Peygamberimizin emsalsiz duası.

cevz

  • Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek.
  • Sallana sallana yürümek.

ceza'

  • (Çoğulu: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir).
  • İki yaşına girmiş koyun.
  • Arslan, esed.
  • Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek.

cezbe-i rahman / cezbe-i rahmân

  • Allah'ın hayır ve rahmet için verdiği ve duygulara yerleştirdiği mânâ ve coşku hâli.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

cezu'

  • Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen.

cezur

  • (Çoğulu: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)

cifan

  • (Tekili: Cefne) Çanaklar.

cifir

  • Harflere verilen sayılarla mânâlar çıkarma ilmi.

cifne

  • (Çoğulu: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas.
  • Bağ çubuğu.

cihad-ı harici / cihad-ı haricî

  • Dış düşmana karşı yapılan cihad, mücadele.

cihan-pesend

  • Cihana meydan okuyan. (Farsça)

cihat-ı erbaa / cihât-ı erbaa

  • Sağ, sol, ön, arka, dört yön, ana yönler.

cilaz

  • Kamçının ucuna bağlanan kayış.

cilve-i mana / cilve-i mânâ

  • Mânânın yansıması, görünmesi.

cilve-i saltanat

  • Saltanatın görüntüsü.

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

çin

  • "Derleyen, toplayan" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

cinas / cinâs

  • Benzeyiş, münâsebet.
  • Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya "tecnis" denir, o kelimelere de "cinas" denir.
  • Birçok mânâya gelebilen söz.
  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

ciran

  • (Çoğulu: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

conta

  • Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.

cübcübiyye

  • İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına "cübcübî" derler.)

cüda'

  • Ölüm. Mevt.
  • Hayvana muzır olan otlak, çayır.

cülazi / cülazî

  • Kocaman ve kuvvetli. İriyarı.
  • Hâdim, hademe, hizmetkâr.
  • Kilise veya manastır uşağı.
  • Papaz veya keşiş.

cümcüme

  • (Çoğulu: Cemâcim) Baş kemiği, kafatası.
  • Ağaç çanak.
  • Arabdan bir kabile.

cumhur-u mü'minin / cumhur-u mü'minîn

  • Mü'minlerden meydana gelen büyük halk topluluğu.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cümle

  • Hep, bütün, tam.
  • Gr: Tam mânâyı ifade eden, kaideye uygun söz.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cümle-i mu'terize

  • Cümlenin mânasını açıklamak için parantez içine yazılan cümle.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

cümmet

  • Suyun biriktiği yer.
  • Başta toplanan saç.
  • Omuzlara inen saç.

cümum

  • Suyu çok olan kuyu.
  • Su kuyuda çok olmak (mânâsına mastardır).

cun

  • Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş.

çun

  • (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir. (Farsça)

çun ü çira / çûn ü çirâ

  • "Nasıl ve niçin" mânâsına farsça bir terim.

cünah

  • Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, "günah" kelimesinin aslı budur.

cünban / cünbân / جنبان

  • "kımıldanan, kımıldatan, sallanan, oynayan, oynatan, hareket eden" mânâlarına gelir ve sıfatlar yapar. Dünbâle-cünbân : Kuyruk sallayan. (Farsça)
  • Sallayan. (Farsça)
  • Sallanan. (Farsça)

cürcani / cürcanî

  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cüret eden

  • Cahilce cesaret eden; saygı sınırlarını aşarak davranan.

cuyem

  • (Cüsten, aramak mastarından "arıyorum, ararım" mânasınadır.) (Farsça)

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.

cüz'

  • Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.

cüz'i irade / cüz'î irade

  • Allah tarafından insana verilen çok az irade serbestliği.

cüz'iyyat

  • Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.

cüz-i irade

  • İradeden bir cüz. Allah tarafından insana verilen irade.

cüz-ü tamm

  • Bütün. Bir şeyin, temel vasıflarının tamamını toplayan parçası. Parçalandığı vakit ana vasfını ve asliyetini kaybeden şey.

da'

  • Arabçada "bırak" mânasına emirdir. Meselâ:

da'da'

  • "Güzel dur" mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir.

dabbe-süvar / dâbbe-süvâr

  • Hayvana binen, binici. (Farsça)

dabk

  • Kendisiyle kuş avlanan bir nesne.

dabure

  • Yer yüzünde gezen hayvanât.

dagıyye

  • Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist.

dahilek / dahîlek

  • Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.)
  • Sana sığınırım.

dahilek ya dellale'l-kur'an / dahîlek yâ dellâle'l-kur'ân

  • "Sana tâbi oldum ey Kur'ân hakikatlerinin dellalı olan Üstad".

dahiye-i edeb / dâhiye-i edeb

  • Edebiyatta dâhi olan, eşine az rastlanan büyük edib.

dahiye-i harp / dâhiye-i harp

  • Harp sanatında dehâ olan.

dahul

  • Geyik tuzağı.
  • Canavar tuzağı.

daire-i imkan / daire-i imkân

  • Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)

daire-i saltanat

  • Saltanat dairesi, egemenlik alanı.

daire-i şeriat

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire.

dakik

  • (Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
  • İnce, ufak, nâzik.
  • Toz haline getirilmiş şey, un.
  • Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse.

dall bi'l-işare / dâll bi'l-işâre

  • İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

dall-i bi-l iktiza / dâll-i bi-l iktiza

  • (Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden.
  • Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

damar

  • t. İstidad. Huy, tabiat, inat.
  • İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan.
  • Irk.
  • Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası.
  • Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar.
  • Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.

damar-ı insani / damar-ı insânî

  • İnsana ait duygular.

dane

  • (Diyn. den) "İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu" mânasında fiil.

dar / dâr

  • Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr : Bayrak tutan. (Farsça)

dar-ı imtihan / dâr-ı imtihan

  • İmtihan yeri.
  • Dünya.
  • Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır.

dar-ül-gurur / dâr-ül-gurûr

  • İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

dar-üs saltana / dâr-üs saltana

  • (Bak: DÂR-ÜS SALTANAT)

dar-üs saltanat / dâr-üs saltanat

  • Saltanat yeri. İstanbul.

daraka

  • (Çoğulu: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan.
  • Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.

darat

  • Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım. (Farsça)

dava vekili

  • Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi.

debdebe

  • Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet.

decl

  • Örtmek.
  • Devenin katranlanması.
  • Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
  • Bâtılı hak gösteren.
  • Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.

defa

  • Boynuz ve kanat uzunluğu.
  • Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.

defif

  • Ağır ağır gitmek.
  • Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi.

defter

  • (Çoğulu: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula.
  • Liste.

dehliz-i cinan

  • Revak-ı uhreviye mânasında mecazî bir deyimdir..

dehri / dehrî / دَهْر۪ي

  • Dehr ve zamana dair ve müteallik.
  • Zamana âit.

dehriye

  • Devre ait. Zamana dair ve müteallik.
  • Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.

dehriyye

  • Dünyanın sonsuzluğuna inanan felsefecilerin yolu.

dek

  • Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. "Hatta, tâ, kadar" mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım. (Türkçe)

dekaik-i mesail-i fer'iye / dekaik-i mesâil-i fer'iye

  • Ana meselelerin kollarına ve en alt konularına yönelik incelikler.

dekaik-i san'at

  • Sanatın incelikleri.

dekoratör

  • Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr. (Fransızca)

delail-i enfüsiye

  • Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.

delail-i kalbiye ve vicdaniye / delâil-i kalbiye ve vicdaniye

  • Kalbe ve vicdana ait deliller.

delail-i nakliye / delâil-i nakliye

  • Âyet ve hadis gibi nakle dayanan deliller.

delal

  • Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum.

delalet / delâlet

  • İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
  • Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.

delalet-i iltizamiye / delâlet-i iltizamiye

  • Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına zorunlu olarak işaret etmesi. Meselâ "ilâh" sözü zorunlu olarak "doğmamış, doğurmamış" mânâsına işaret eder.

delalet-i selase / delalet-i selâse

  • Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânas

delalet-i zımni ve işari / delâlet-i zımnî ve işârî

  • Örtülü ve gizli işaretle bir mânâyı gösterme.

delaletçe / delâletçe

  • İşaret olarak, gösterdiği mânâ olarak.

delil-i ihtira'

  • Cenab-ı Hakk'ın yeniden icad ederek yarattığı şeylerden meydana gelen, kendi zâtına mahsus delil.

delil-i imkani / delil-i imkâni

  • İmkâna âit olan delil.

delil-i kat'i / delîl-i kat'î

  • Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

delil-i nakli / delil-i naklî

  • Kur'ân ve hadîs gibi nakle dayanan delil.

delil-i şuudi / delîl-i şuûdî

  • Görgüye dayanan delil.

delil-i zanni / delîl-i zannî

  • Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

dellal-ı saltanat / dellâl-ı saltanat

  • Saltanatın ilancısı.

dellal-ı saltanat-ı ilahiye / dellâl-ı saltanat-ı ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın saltanatının, sınırsız egemenliğinin ilâncısı.

dellal-ı saltanat-ı rububiyet / dellâl-ı saltanat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye saltanatının ilancısı.

dels

  • Karanlık, zulmet.
  • Bir şeyi saklamak, gizlemek.
  • Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.

delta

  • yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

demagoji

  • yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.

demevi / demevî

  • Kana dâir, kana mensub ve müteallik.
  • Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

demşinas

  • Hikmetli davranan, akıllı. (Farsça)

der

  • "İçine, içinde" mânâsında ön ek.

der-bend

  • Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. (Farsça)
  • Anahtarsız kapı. (Farsça)

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

ders-i amm

  • Bir medreseyi bitirdikten sonra, tâbi tutulan imtihan sonunda medrese talebelerine ders vermek salâhiyetini kazanan.
  • Asistan.
  • Herkese ders vermeğe salâhiyetli âlim.

dershane-i yusufiye

  • Yusuf'un (a.s.) dershanesi; Hz. Yusuf'un kaldığı ve medreseye çevirdiği zindana benzetilerek hapishaneye verilen isim.

dervaze / dervâze / دروازه

  • Ana kapı. (Farsça)
  • Kale kapısı. (Farsça)
  • Şehir kapısı. (Farsça)

derviş

  • Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. (Farsça)
  • Kimsesiz, fakir. (Farsça)
  • Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. (Farsça)
  • Mürid veya şeyh. (Farsça)

dest-i tasarruf-u kudret

  • Allah'ın herşeyi dilediği gibi kullanan ve yöneten kudret eli.

destek

  • Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. (Farsça)
  • Küçük el. (Farsça)
  • Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. (Farsça)
  • Dayanak.

devair-i saltanat / devâir-i saltanat

  • Saltanat daireleri.

devair-i saltanat-ı ilahiye / devâir-i saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanat daireleri.

deveran-ı dünya / deverân-ı dünya

  • Dünyanın sürekli dönmesiyle meydana gelen büyük gelişmeler.

devirli

  • Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik.

devletçilik

  • Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve ziraatin devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma âid olan işleri ve bu işler için lâzım gelen teşkilât, müessese ve sâirelerini devlet eliyle yapılmasını kabul eden idâre sistemi.
  • Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseseler

devrani / devranî

  • Deverana âit ve müteallik.

devre

  • (Çoğulu: Devrât) Dönüş dönme, dönem.
  • Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi.
  • Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.

deyr / دیر

  • (Çoğulu: Edyâr) Kilise, manastır.
  • Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.
  • Manastır. (Arapça)

deyrani / deyranî

  • Manastır adamı.

deyrhane

  • Kilise, manastır. (Farsça)

deyyar / deyyâr

  • Bir kimse. Ehad.
  • Yurt sahibi birisi.
  • Manastır sahibi.
  • Manastır sahibi.
  • Biri, bir kimse, fert.

dih

  • "Veren, verici" mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih : Rahatlık veren. (Farsça)

dik-ul elfaz / dîk-ul elfaz

  • İfade zorluğu. Gayet ince ve derin ve ruhen hissedilen bazı mânaların ifade edilemeyişi.

diku'l-elfaz / dîku'l-elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin bir mânâyı aktarmada yetersiz kalışı, lâfız darlığı.

dilbend / دلبند

  • Gönül bağlanan, sevgili. (Farsça)

dim

  • Yüz, yanak, çehre, surat. (Farsça)

dımad

  • Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

dirayet

  • Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak.
  • Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl.

disam

  • Şişe ağzına konulan tıpa.
  • Yaraya bağlanan bez.
  • Kulak içine sokulan şey.
  • Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.

divane-rev

  • Çılgın, delicesine davranan. (Farsça)

diyanet ve şeriat-ı islamiye / diyanet ve şeriat-ı islâmiye

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi; İslâmiyet.

diyar-ı rum

  • Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu. (Farsça)

diyet

  • Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası.
  • Para, değer. Kıymet.
  • Tar: Almanya'yı meydana getiren devletlerin özel parlamentolarına verilen isim.

doktrin

  • yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y.
  • Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
  • Bir sistem meydana getiren fikirlerin hepsi, öğreti.

dominyon

  • ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.

du'mus

  • (Çoğulu: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.

düden

  • Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu.

dugmus

  • (Çoğulu: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı.

duhas

  • Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, "dülfin" de derler.)

dülke

  • Küçük bir canavar.

düramih

  • Yürürken sallanan kişi.

dürece

  • Süllem, merdiven.
  • Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)

durendiş / dûrendiş

  • İlerisi için kaygılanan.

dürer-i semavi / dürer-i semavî

  • Aslı vahiy ile gelen, parlak hakikatlı mânalar. Semâvi inciler.

düstur / düstûr / دُسْتُورْ

  • Ana kaide.

düstur-u esas

  • Temel kanun, anayasa.

düstur-u esasiye-i şer'iye

  • Şeriatın esas prensipleri, ana kanunları.

e'rac

  • Anadan doğma topal, aksak.

eazım-ı esma / eâzım-ı esmâ

  • İçinde çok isimlerin mânası bulunan, isimlerin en büyükleri. Cenab-ı Hakk'a mahsus isimlerin en mühim ve büyükleri.

ebahir

  • Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.

ebbed-allah

  • (Allah ebedî, dâim eylesin!) mânasına bir dua.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),

ebced hesabı / ebced hesâbı

  • Her harfi bir rakamı gösteren arabî harflerle yazılı sekiz kelimeden meydana gelen bir hesab sistemi. Hâdiselerin zamânının tesbiti ve hatırda daha kolay kalması için rakamları harf olan târih düşürme sanatı.

ebedi / ebedî / اَبَد۪ي

  • Sonu olmayana âit, sonsuz.

ebes

  • Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş.

ebeveyn / ابوین / اَبَوَيْنْ

  • Ana ile baba. (Eb ile ümm.)
  • Ana-baba.
  • Ana ile baba.
  • Anababa. (Arapça)
  • Ana-baba.

ebka

  • Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ)

ebna-üd dehaliz / ebnâ-üd dehaliz

  • Anası babası belli olmayıp etrafa atılmış, sokağa bırakılmış çocuklar.

ebreş

  • Alaca benekli at.
  • Kırmızı ve beyazdan meydana gelen alaca renk.

ebrkar / ebrkâr

  • Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. (Ebr'in "bulutun" yerinde durmayıp gezici olmasından kinâye olarak, bu mânayı aldığı sanılmaktadır.) (Farsça)

ebru / ebrû

  • Kaş, dalga dalga kırmızı yanak, bir süsleme sanatı.

ebu halid

  • Köpek, kelb.
  • Canavar.

ebu humeyd

  • Ayı denilen canavar.

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ebu türab / ebû türâb

  • Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası" mânâsına gelen lakabı.

ebuü / ebûü

  • "İkrar ederim, sığınırım, itiraf ederim, tövbe ederim" mânasına fiildir.

ecel-i müsemma

  • Muayyen bir zamana kadar, Allah'ın takdir ettiği ölüm. (Farsça)

ecinne

  • (Tekili: Cenin) Ceninler. Ana karnındaki çocuklar.

ecir devri / ecîr devri

  • Sanayi Devrimiyle gelen işçilik dönemi.

ecniha

  • (Tekili: Cenah) Kanatlar. Cenahlar. Taraflar.

ecza-yı şerife / eczâ-yı şerife

  • Kur'ân-ı Kerim'i meydana getiren otuz cüz.

edat

  • Sebep. Âlet. Avadanlık.
  • Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
  • "Hem, için" gibi kendi başına mânâsı olmayan yardımcı kelime.

edebiyat

  • Güzel ve etkili biçimde konuşma ve yazma sanatı.

edebiyat-ı cedide

  • 1896 - 1901 tarihleri arasında Avrupa te'siri ile meydana gelen edebiyat cereyanına verilen isim. Yeni edebiyat. Servet-i Fünun Edebiyatına verilen ad.

edfa

  • (Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse.
  • Uzun boynuzlu keçi.
  • Kanadı uzun kuş.

edille-i erbaa

  • (Edille-i şer'iye) Fık: Fıkıh ilminin istinad ettiği deliller: Kitab (yani Kur'an-ı Kerim'deki deliller), sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de aynı mânada kullanılır.)

edlem

  • Karayağız, siyah adam.
  • Kara eşek.
  • Uzun yanaklı.
  • Uzun boylu.

edyar / edyâr / ادیار

  • (Tekili: Deyr) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.
  • Manastırlar. (Arapça)

eflak

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke (Merkezi Bükreş'tir.)

efrad-ı kesire / efrad-ı kesîre

  • Birçok fertler; birçok mânâlar.

efşan

  • "Saçan" mânâsında son ek.

efsun / efsûn

  • Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

efza / efzâ

  • (Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ : Hayret verici, hayret artıran. (Farsça)
  • "Artıran" mânâsında son ek.

egniş

  • İnşa etme, bina yapma. Yapı meydana getirme. (Farsça)

egoizm

  • Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Fransızca)

ehadis-i müteşabihe / ehâdîs-i müteşabihe

  • Çok mânâlara gelebilen ve bu mânâların arasında benzerlik olduğu için mânâları birbirine karıştırılan hadisler.

ehadis-i şerife / ehâdîs-i şerife

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in söz, hareket ve ikrarlarından meydana gelen hadis-i şerifler.

ehass-ül havas / ehass-ül havâs

  • En hâlisin hâlisi. Şuhudi imân sahibleri olan evliyalar. Cenab-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olan enbiyâ ve evliya. Efdallerin efdali, sâlihlerin sâlihi.

ehl-i adalet

  • Adaletle davranan kimseler.

ehl-i adavet ve haset / ehl-i adâvet ve haset

  • Düşmanlık besleyenler ve kıskananlar.

ehl-i batın / ehl-i bâtın

  • Görünürdeki eşyanın bize görünmeyen mânâlarına vakıf olanlar.

ehl-i din / اهل دین

  • Bir dine inananlar.

ehl-i edyan / ehl-i edyân

  • Din sahipleri, dine inananlar.

ehl-i hak ve iman

  • Hak ve doğru yolda olan, Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan kimseler.

ehl-i iman / ehl-i îmân / ehl-i îman / اهل ایمان

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan kimseler, mü'minler.
  • İman edenler, inananlar.

ehl-i iman ve hakikat

  • Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan ve Kur'ân'a tâbi olan kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve irfan

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan kimseler ve ilim sahipleri.

ehl-i iman ve islam / ehl-i iman ve islâm

  • Allah'a inanan ve İslâma tâbi olanlar, mü'min ve Müslümanlar.

ehl-i iman ve salahat / ehl-i iman ve salâhat

  • Allah'a ve iman esaslarına inanan takva sahipleri, sâlih kimseler.

ehl-i iman ve tevhid

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan ve bunu ilân eden kimseler, mü'minler.

ehl-i kitab / ehl-i kitâb

  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan. (Farsça)
  • Müslüman, Hristiyan veya Yahudi olan. (Hakiki Hristiyanlık veya Yahudilikten çıkmamış bulunan.) (Farsça)
  • Hazret-i Îsâ veya Mûsâ aleyhimesselâmdan birine ve bunlara gönderilen kitâblara inanan kâfirler, yahûdîler ve hıristiyanlar.

ehl-i kitap

  • Kitap ehli; Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler.
  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar.

ehl-i kıyam

  • Ayaklananlar, ihtilal girişiminde bulunanlar, isyan edenler.

ehl-i nazar ve felsefe

  • Tecrübeye dayanarak görüş ve düşünce sahibi olanlar ve felsefeciler.

ehl-i rum

  • Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü: Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler. (Farsça)

ehl-i şuhud

  • Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. (Farsça)
  • Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar. (Farsça)

ehl-i tabiat

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğine inananlar.

ehl-i tevhid

  • Cenab-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimse.

ehl-i zahir / ehl-i zâhir

  • Âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, şeklî mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler.

ehl-i zikir

  • Allah'ı sürekli olarak zikredenler, ananlar.

ehl-i zikir ve münacat / ehl-i zikir ve münâcât

  • Sürekli olarak Allah'ı zikredip ananlar ve Allah'a yalvarıp zikredenler.

ehlihal / ehlihâl

  • İnandıkları mânâları hâlleriyle yaşayanlar.

ehlikitab

  • İlâhî kitaplardan birine inanan.

ehlitevhid

  • Allahın birliğine inananlar.

ehun

  • Toprakta meydana gelen delik, yarık. (Farsça)

eimme-i ehl-i beyt

  • Ehl-i Beyt'ten yetişen, saltanata bilfiil girmeyen ve karışmayan en salâhiyetli, mânevi nüfuz ve ilim ve riyaset sahibi imamlar.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

ejder

  • (Ejderha) Büyük canavar. Büyük yılan. (Farsça)
  • Büyük canavar, büyük yılan.

ekle

  • Bir kere doyana kadar yemek.

ekmeh

  • Anadan doğma kör.
  • Tepe,bayır, yüksek yer.

ekmehiyyet

  • Ekmehlik, anadan doğma körlük.

ekmelane / ekmelâne

  • Ekmel olana yakışacak şekilde.

ekremane

  • Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.

ekseriyet-i sülüsan

  • Ekseriyet kazanacak tarafın en az mevcudun sülüsânı (üçte ikisi) miktarında olması şartıyla olan ekseriyet.

eksper

  • Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. (Fransızca)

el'iyazübillah

  • "Allah korusun" mânâsında bir ifade.

el-aman

  • Meded, aman, imdâd (mânasına olup yardım ve şikâyet edâtı olarak kullanılır).

el-cüz'i / el-cüz'î

  • Man: Mânası, mefhumu başkalarına şâmil olmayan, yani tek mâlum ferde âid olan kelime.

el-ehram

  • Mısır'da yayınlanan bir gazete.

el-hakku ya'lu / el-hakku ya'lû

  • Hak gâlib ve yüksektir, meâlindedir. Bu mâna, bir Hadis-i Şerife işaret eder.

el-hazer

  • Sakın! Sakınınız! (manasınadır)

el-i istiğrak

  • Tanımlama edatı olup başına geldiği isim, kendisiyle ilgili bütün mânâları içerir, örneğin el- insan = bütün insanlık.

el-kasibü habibullah / el-kâsibü habibullah

  • Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ma'rifetini ve rızâsını kazanan onun habibidir, sevgili kuludur. (Hadis meâli)

el-münhamenna / el-münhamennâ

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) "muhammed" mânâsında Tevrat'taki ismi.

eleman

  • (Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.

elf

  • 1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir).

elhamdülillah

  • "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur, bütün nîmetler O'ndandır" mânâsına mübârek, kıymetli bir söz. Buna hamdele de denir.

elhan / elhân

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.

elhüccetü'z-zehra / elhüccetü'z-zehrâ

  • Ay gibi parlak mânâsında On Beşinci Şuâın adı.

ellezi

  • Mânası kendinden sonra gelen cümle ile tamamlanan bir kelimedir.

elviye-i mütemevvice

  • Dalgalanan bayraklar.

em

  • Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. "Yahut, belki, yoksa" kelimeleriyle tercüme edilebilir.

eman / emân

  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emevi devleti

  • Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Merva

emihe

  • Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.

emin

  • Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz.
  • Kendisinden korkulmayan.
  • Kendine inanılan. İtimat edilen.
  • İnanan, güvenen.
  • Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.

emirname-i arifane / emirnâme-i ârifâne

  • Ârif olana, bilene yakışır biçimde olan emir yazısı.

emma ba'd / emmâ ba'd

  • Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında; söz başı, besmele, hamdele ve duadan sonra söylenen söz, fasl-ı hitâb (söze başlama).

emma ba'dü / emmâ ba'dü

  • Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında olup, söze başlarken kullanılan ve gelecek ifadenin büyük önemini bildiren söz.

emma-ba'dü / emmâ-ba'dü

  • "Bundan sonra" manasına olup bir başlangıç hitabından sonra söylenir. Buna fasl-ı hitab denir.

emr-i kün

  • "Kün" emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği "Ol" mânasına gelen "Kün" emri. Allah (C.C.) bir şeye "Ol" diye emretse, (Yani, "Kün" dese) o şey derhal olur. (Yâni, "Fe Yekun")

emumiyye

  • Analık.

emyus

  • Anason dedikleri ot.
  • Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enbar

  • (Tekili: Nibr) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)
  • "Atan, atıcı" mânâsında son ek.

endiş

  • Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş : Her işin sonunu düşünen.

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enduz

  • Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar. (Farsça)

ene'l-hak

  • Hallâc-ı Mansûr tarafından "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." mânâsında söylendiği hâlde, görünüşte; "Ben Hak'kım" manasına alınan söz.

enes

  • Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.

enfüsi / enfüsî

  • Nefsî, nefiste meydana gelen, ferdî zihne ait bulunan, subjektif.

engare

  • Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. (Farsça)
  • Hikâye, efsâne, roman, kıssa. (Farsça)
  • Başdan geçen bir olayı tekrarlama. (Farsça)
  • Hesap defteri. (Farsça)
  • Utanarak geri geri çekilme. (Farsça)

engiz

  • "Koparan, veren" mânâsında son ek.

engizisyon

  • 16. ve 17. yüzyılda Hıristiyan Katolik mezhebinden ayrılan veya papaya karşı gelen kimselere karşı, arslana parçalatma, ateşte yakma gibi cezalar uygulayan mahkeme.

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

enisan

  • Boş ve mânasız yalan söz. (Farsça)

enisun

  • Türkçede hafifleterek "anason" derler.

enva-ı masnuat / envâ-ı masnûat

  • Sanat eseri varlık türleri.

envar-ı imaniye ve tesbihiye / envâr-ı imaniye ve tesbihiye

  • Tesbihat ve imandan kaynaklanan nurlar.

er

  • Eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise... mânalarına gelir. (Farsça)

erbab

  • (Tekili: Rab) Sahipler.
  • Rabler, Terbiyeciler.
  • Bâtıl ilâhlar.
  • Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli.

erbab-ı gaflet

  • Gaflette olanlar; Allah'ı düşünmeyen ve sorumluluklarından habersiz davrananlar.

erendan

  • "Hâşâ" mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir. (Farsça)

erhamürrahimin / erhamürrâhimîn

  • Merhametlilerin en merhametlisi mânâsına, Allahü teâlânın mübârek isimlerinden.

eriş

  • Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet.
  • Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar.

erkan / erkân

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.

errahim

  • En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.)

errezzak

  • Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)

erş

  • Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet.
  • Fışkırmak.
  • Tırmalamak.
  • Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.

erume

  • (Çoğulu: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba.
  • Ağacın ve boynuzun kökleri.

ervah-ı habise

  • Habis, kötü ruhlar. Allah'a isyan eden, itaati sevmeyen anarşist ruhlar.

eş'ari / eş'arî

  • Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu
  • Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunun iki büyük imâmından biri. Ebü'l-Hasen Ali bin İsmâil Eş'arî. 879 (H. 266) yılında Basra'da doğdu. 941 (H. 330) yılında Bağdâd'da vefât etti.
  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerinin açıkladığı şekilde öğrenip inanan.

esas-ı metin

  • Sağlam esas, ana metin.

esasi kanunlar / esasî kanunlar

  • Anayasal kanunlar.

esbabperest / esbâbperest

  • Sebepleri yaratıcı sanan.

esedi / esedî

  • Arslana aid.
  • Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para.

eser

  • Yapı, birinin meydana getirdiği şey.
  • Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul.
  • Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir.
  • Meydana getirilen kitap. Kitap te'lifi.

eser-i tefsir / eser-i tefsîr

  • Tefsîr eseri; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.

esfar

  • (Tekili: Sefer) Seferler, yolculuklar, yola gidişler.
  • Düşmana karşı gidişler, akınlar.
  • (Sifr) Büyük kitaplar, ciltler.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

eshab-ı tahric / eshâb-ı tahrîc

  • Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.

eşhür-ül-hacc

  • Hac ayları mânâsına gelen bu kelime; İslâmiyetten evvel Kâbenin tavaf edildiği; Şevval ve Zilka'de ile Zilhicce ayından da alınan 10 günle cem'an 70 günlük zamana verilen addır.

eşidda

  • Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar.

eskimo

  • Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı.

eşkiya

  • Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.

esma-i fatır / esmâ-i fâtır

  • Herşeyi yoktan ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah'ın isimleri.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esma-i mevsule ve müpheme / esmâ-i mevsûle ve müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; mânâsı kendisinden sonra gelen cümle ile açıklanan ve bir ismi başka bir cümleye bağlayan kelimedir.

esma-i mübheme

  • Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.

esma-i müpheme / esmâ-i müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; yalnız başına müstakil bir mânâ taşımayan ancak kendinden sonra gelen cümle ile (sıla cümlesi) birlikte bir mânâ içeren isimler.

esrar / esrâr

  • (Tekili: Sır) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler.
  • Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde.
  • Elinde ve el ayasında olan hatlar.
  • Sırlar, gizli mânâlar.

esrar-keş

  • Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen. (Farsça)

esselamü aleyke ya eyyühe'l-üstad / esselâmü aleyke yâ eyyühe'l-üstad

  • Sana selâm olsun, ey üstad.

esselamü aleyke ya üstad! / esselâmü aleyke yâ üstad!

  • Sana selâm olsun, ey üstad!.

estağfirullah

  • Allahü teâlâdan hatâ ve kusurlarımı bağışlamasını dilerim, mânâsına; mübârek, kıymetli bir söz.

esteh

  • Çekirdek. (Farsça)
  • Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne. (Farsça)

esvedeyn

  • İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.

etene

  • Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ.
  • Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.

evani-i turabe / evânî-i turâbe / اوانى ترابه

  • Toprak çanak çömlek. (Arapça - Farsça)

evcedethu-l esbab

  • (İcad. dan) "Onu sebepler icadediyor. Sebepler bu şeyi icadediyor." mânasında dinsizliği ima eden bir söz.

evliya / evliyâ

  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

evrad-ı kudsiye

  • Kutsal virdler, devamlı tekrarlanan kutsal zikirler.

evrad-ı muntazama

  • Düzenli ve sürekli tekrarlanan zikirler.

evvel-i menazil

  • İlk konaklanan yerler; kitabın ilk bölümlerinde yer alan başlıklar.

ey

  • (Arabçada) "Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki" mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir.

eya

  • Acaba mânasına nidâdır. "Hey, ey" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. (Farsça)

eyne

  • Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır).
  • Zaman. An.
  • Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)

eyne'l-meferr

  • 'Nereye kaçayım?' mânâsına gelen korku ifadesi.

eyniye

  • Mekânsal ("Eyne?" Arapçada "Nerede?" mânâsına gelir ve yer ve mekân bu soru edatıyla sorulur.).

eyyam-ı kur'aniye

  • Kur'an-ı Kerim'e göre olan günler (...Semavatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile gün; mensub olduğu seyyarenin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi meydana gelir. Her yıldızın kendine göre bir günü ve senesi vardır. Meselâ: Şems-üş-şumusun bir günü ellibin sene ve Şi'ra

eyyü

  • Sual sormak için "Hangi? Ne? Ne vakit?" mânalarına kullanılır.
  • "Ya, ey" mânâsında hitap edatı.

eyyub / eyyûb

  • (A.S.) : Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen İshak Aleyhisselâm'ın oğlu olan Ays'ın evlâdından Eyyûb Aleyhisselâm, bir peygamber idi. Pek çok malı ve Şam tarafında çok mülkü vardı. Her makbul kulunu ve peygamberini Allah imtihana çektiği gibi onu da denedi. Cümle emlâki emvâli elinden gitti. O yine şükrett

eyyühe'l-münafık

  • 'Ey münafık' mânâsında bir seslenme ifadesi.

ez

  • "Den, dan" mânâsında ön ek.

ez-yah

  • "Buzdan soğuk" mânasına gelir. (Farsça)

ezb

  • Anasından yeni doğmuş hayvan.

ezel ve ebed sultanı

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, egemenliği, saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah.

ezel-ebed sultanı

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan.

ezeli / ezelî / اَزَلِي

  • Başlangıcı olmayana ait.

ezhan

  • Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.

ezvet

  • Küçük yanaklı.

fa'l

  • İşlemek mânâsına mastar.

fa'l-i hayır / fâ'l-i hayır

  • Hayırlı iş, hayra yorumlanan iş.

fa'tebiru / fa'tebirû

  • "Bunlardan ibret alın" mânâsına gelen bir ifade.

fabrika

  • Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer.

fahhar

  • Çok öğünen. Çok iftihar eden. Fahur.
  • Çanak, Çömlek. Toprak testi.

fahhari / fahharî

  • Çanak, çömlek, testi ve bardak yapan kimse.

fahimane / fahimâne

  • İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. (Farsça)

faide-mend / fâide-mend

  • Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden. (Farsça)

fail / fâil

  • İşi yapan. Fiili işleyen.
  • Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir.

faiz

  • Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edile

fakid

  • Az rastlanan şey. Nâdir bulunabilen nesne.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

faktör

  • Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil. (Fransızca)

falaka / فلقه

  • Falaka, ayağa sopa atarak acı çektirmek için hazırlanan düzenek. (Arapça)

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

faraklit

  • İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

fariza / farîza

  • Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
  • Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.

faruk / fârûk

  • "Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.
  • "Hak ile batılı ayıran" mânâsında Hazreti Ömerin lâkabı.

faryab

  • Dere ve ırmak suyu ile sulanan yer. (Farsça)
  • Eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehrin adı. (Farsça)

farzi / farzî

  • Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.

faş / fâş

  • Meydana çıkmış. Yayılmış.
  • Anlaşılmış olan.
  • Meydana çıkarma, açığa vurma.

fasihane / fasîhane

  • Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla. (Farsça)

fasık-ı gafil / fâsık-ı gafil

  • Âhiretten ve Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranan günahkâr kimse.

fasile / fasîle

  • (Çoğulu: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile.
  • Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.

faşiye

  • (Çoğulu: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.

faşizm

  • Irkçılığa dayanan diktatörlük rejimi. (Fransızca)

fatımiler / fâtımîler

  • Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân

fatır / fâtır

  • Benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı bimisal / fâtır-ı bîmisal

  • Benzersiz şeyleri hârika ve üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı hakim-i zülcemal / fâtır-ı hakîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı kerim / fâtır-ı kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan ve herşeyi hârika, eşsiz sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı kerim-i zülcemal / fâtır-ı kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik, lütuf ve cömertlik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı rahim / fâtır-ı rahîm

  • Rahmeti herşeyi kuşatan ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı zülcelal / fâtır-ı zülcelâl

  • Sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah.

favori

  • Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. (Fransızca)
  • Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan. (Fransızca)

fay

  • Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık. (Fransızca)

fe

  • (Buna ta'kib edâtı denir) "Sonra, hemen" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır.

fe-emma

  • Buna gelince, kaldı ki. Ammâ... (mânasına asıl söze başlama edâtıdır.)

fe-illa

  • Eğer olmazsa. Olmadığı takdirde (gibi mânalara gelir.)

fecr-i ati / fecr-i âtî

  • Gelecekteki fecr. 1908 meşrutiyet inkılâbından sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafından toplanan bir kısım gençlerin kurmak istedikleri ekolün (cemiyetin) adıdır.

federasyon

  • Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. (Fransızca)
  • Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik. (Fransızca)

fehava

  • (Tekili: Fehavi) (Fehvâ) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar.

fehd

  • (Çoğulu: Fühud) Pars denilen canavar.
  • Semer ortasındaki mıh.
  • Gafil olmak.

fehh

  • (Çoğulu: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet.
  • Kapan.

fehur

  • Fahirlenen, övünen.
  • Nazlanan.
  • Büyük nesne.
  • Büyük deve.

fehva / fehvâ

  • (Çoğulu: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ.
  • Mânâ, kavram.
  • Mânâ, anlam, kavram.
  • Mânâ, anlam, mefhum, kavram, hüküm.

fehvasınca

  • Mânâsınca gereğince.

fela / felâ

  • Öyleyse. O zaman. O halde... (gibi mânalara gelir.)

felaket-i mazi / felâket-i mazi

  • Geçmişte yaşanan felâket.

felihaza

  • (Fe-li-zâlik) Bunun için, şunun için, imdi (mânasında.)

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

fely

  • Bit toplamak.
  • Şiirin ince mânâlarını çıkarmak.
  • Kesmek.
  • Kılıç ile vurmak.

fen ve san'at-ı beşeriye

  • İnsanlara ait bilim ve sanat.

fena / fenâ

  • Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.

fenafirresul

  • (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı hareke

fenafişşeyh

  • (Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir.

fenapezir / fenapezîr

  • Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır. (Farsça)

fence

  • Bir nevi toprak çanak.

fenn

  • Hüner. Mârifet.
  • San'at.
  • Tecrübe.
  • İlim.
  • Nevi, sınıf, çeşit, tabaka.
  • Türlü.
  • Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
  • Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim.
  • Birisini muamelede aldatmak.
  • Fend.
  • Borç

fenn-i beyan ve maani / fenn-i beyan ve maânî

  • Belâgatin iki bölümü olan beyan ve mânâ ilimleri.

fenn-i harb

  • Savaş sanatı.

fenn-i harp

  • Harp ilmi, harp sanatı, savaş tekniği.

fenn-i kitabet

  • Yazma, hat sanatı.

fenn-i maani / fenn-i maânî

  • Mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim.

fenn-i menafiü'l-a'za / fenn-i menâfiü'l-a'zâ

  • Anatomi; insan organlarının fonksiyonlarını araştıran ilim.

fenn-i menafiu'l-aza / fenn-i menâfiu'l-âzâ

  • Organların yararlarını inceleyen fen, anatomi; canlıların yapısını ve bu yapıyı oluşturan organları inceleyen bilim dalı.

fenn-i teşrih

  • tıb: Bir cesedin, canlı vücudunun iç yapısını öğrenme bilgisi. (Anatomi)

fenn-i ziraat / fenn-i zirâat

  • Ekin ekme ve içme hususunda olan bilgi ve tecrübeye dayanan bu husustaki ilim kolu.

fennin iliştiği

  • Bazı materyalist bilginlerin maddî ilimleri kullanarak Kur'ân'daki bazı âyetlerin gerçek dışı olduğunu ileri sürmeleri.

fera'

  • Devenin ilk doğurduğu yavru. (Cahiliyet zamanında kefere putlarına kurban ederlerdi ve "anasının sütü bereketlenir; çoğalır" derlerdi.)

ferd-i manevi / ferd-i mânevî

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, tüzel kişi.

ferdiyet

  • Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı.Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-i te'lif

  • Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.

ferkadan

  • Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).

ferman-berdar

  • Fermana uyan, emre uyan. (Farsça)

fersa

  • Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa : Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa : Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan. (Farsça)

fesad / fesâd

  • Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.

fesad-ı te'lif

  • Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.

feşan / feşân

  • "Saçan" mânâsında son ek.

feth-i suver

  • Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.

fevd

  • Tavşancıl kuşunun kanadı.
  • Ölmek.
  • Canip, taraf, yön.

feverana getirme

  • Coşturma, galeyana getirme.

fevt-i fursat

  • Fırsat kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. Ele geçen bir imkânı kullanamama.

fevza / fevzâ

  • Kargaşalık. Anarşi.
  • Karışmış, muhtelit.

fevza-i ara / fevzâ-i ârâ

  • Düşünce alanında meydana gelen kargaşa, anarşi.

fevza-yı ara / fevzâ-yı ârâ

  • Fikirlerin karmakarışık olması. Fikre ait anarşi. Fikrî anarşi.

fevzai / fevzaî

  • Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan.
  • Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı.

fevzaiye

  • Fls: Anarşik. Kanun ve nizam tanımayan hal ve hareket.

fevziye

  • Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine II.Sultan Mahmud tarafından eski odalar mevkiine verilen isimdir. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında, yeni odalar Kara Cehennem'in attığı yağlı paçavralarla yanmış, eski odalar da ocağın ilgasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. Gerek yanan ve gerekse

feya

  • Yahu... gibi mânaya gelir, hayret ifade eder.

feya sübhanallah / feyâ sübhanallah

  • Ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah mânâsında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır.

feyh

  • Sıcağın şiddetlenmesi.
  • Koku yayılmak.
  • Kazan kaynamak.
  • Yara kanamak.

feyha

  • Bir nevi toprak çanak.
  • Genişlik, vüs'at.

feza

  • (Efzâ) Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan (mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır.) Meselâ: Can-feza : Can verici. Hayret-feza : Çok hayret verici. Ruh-feza : Ruh verici. (Farsça)

feza' / fezâ'

  • Korkma, dayanamama, ümitsizlik.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus

fi'l-i mutavaat / fi'l-i mutâvaat

  • Mâlum sigasında olduğu halde müteaddi bir fiilin mechulü gibi mânası olan fiildir. (Sevinmek, dövünmek gibi)

fi'l-i şeni'

  • Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte, mutlaka cima' manâsına değildir.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

figar / figâr

  • Ceriha, yara. (Farsça)
  • İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr : Yüreği yaralı. (Farsça)

fihriste

  • Ana özelliklerin sıralandığı liste, içerik.

fihriste-i san'at-ı rabbaniye / fihriste-i san'at-ı rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların özeti ve listesi.

fiil

  • (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş.
  • Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)

fiil-fi'l

  • İş, kâr, amel, zamanla ilgili olup mânâya yol açan kelime.
  • Eylem.

fiil-i mazinin hey'eti / fiil-i mazînin hey'eti

  • Gr. geçmiş zaman fiiline ait mânâlar.

fıkh-ı ekber

  • Yüksek fıkıh. Dinî bilgilerin en mühim olanı. İmana dair ilim.
  • İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur eserinin ismi.

fimaba'd / fîmâba'd

  • Bundan sonra mânâsına gelen konuya giriş ifadesi.

firaş-ı kavi / firaş-ı kavî

  • Fık: Evli kadının firaşı mânâsına gelir bir tabirdir. (Bununla bilâdavet neseb sabit olup, nefy ile neseb nefy olunmayıp, lâkin laan ile nefy olunur.)

firaş-ı mütevassıt

  • Fık: Ümmü veledin firaşı mânâsına gelen bir tabirdir. Firaş-ı mütevassıtta bilâ davet neseb sahih olmaz.

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

fırat

  • Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra Körfezi'ne dökülür.

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

fırışka

  • Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

fırtına-i ruhiye

  • Ruhta meydana gelen fırtına.

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fuhşiyat / fuhşiyât

  • Çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler; Dinen yasaklanan ve haram sayılan davranışlar.

fukara-i sabirin / fukara-i sâbirin

  • Sabreden, dayanan, oruç açmayan fakirler.

fünun / fünûn

  • Nev'iler, çeşitler, sınıflar, tabakalar.
  • Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler.

fürs ü rum / fürs ü rûm

  • İran ve Anadolu.

füru

  • Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır. (Farsça)

füruş

  • "Satan, taslayan" mânâsında son ek.

fütuhat-ı kur'aniye / fütuhat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın kalplerde ve ruhlarda meydana getirdiği mânevî fetihler.

fütüvvet / فتوت

  • Gençlik. (Arapça)
  • Yiğitlik. (Arapça)
  • Eskiden Anadolu'da kurulup gelişen esnaf teşkilatı. (Arapça)

gabit / gabît

  • (Çoğulu: Gubut) Çukur yer.
  • Bir dere ismi.
  • Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.

gadirsiz

  • Zulümden kaçınarak, âdaletli davranarak.

gafil / gâfil

  • Duyarsız, umursamaz.
  • Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranan.

gafletli

  • Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız davranan.

gafur

  • (Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden. Cenab-ı Hak (C.C.)

gah / gâh

  • "Yer" mânâsında son ek.

gaile çıkarmak

  • Sıkıntı meydana getirmek, üzüntü vermek.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

galeri

  • Sanat eserlerinin sergi yeri.

galibane

  • Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

galtan

  • Yuvarlanan, tekerlenen. (Farsça)

gamc

  • Suyu sora sora içmek.
  • Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.

gamm-har

  • Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan. (Farsça)

gamz

  • Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak.
  • Çene veya yanak çukurluğu.

gamze / غمزه

  • Çene veya yanak çukuru.
  • Göz kırpma, gözle işaret, Nâz ile bakma, süzgün bakış.
  • Çene veya yanak çukurluğu.
  • Yanak çukuru. (Arapça)
  • Çene çukuru. (Arapça)
  • Süzgün bakış. (Arapça)

gamze-i cellad / gamze-i cellâd

  • Cana kıyan yan bakış.

gani / ganî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

ganimin / ganimîn

  • Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.

gar / gâr

  • (Ger) Kelimeye eklemekle nisbet veya fâillik mânası verilir. Yapan, yapıcı mânasınadır. (Farsça)
  • "Yapan, yapıcı" mânâsında son ek.

garaib-i san'at

  • Sanatın gariplikleri, hârikalıkları.

garbi anadolu / garbî anadolu

  • Batı Anadolu.

garib / garîb

  • Garip, yabancı, kimsesiz, yâd ellere düşmüş, yadırganan şey.

garkad

  • Bir dikenli ağaç.
  • Medine-i Münevvere'de olan kabristana "Baki-ul Garkad" denir.

garran

  • Kükreyen, haykıran. Homurdanan. (Farsça)

garur

  • Dünyada insana gurur veren herhangi bir şey.
  • Aldatıcı.
  • Allahı unutturan.

gasb

  • Başkasının malını izinsiz (rızâsı olmaksızın) zorla elinden almak. Malı alana gâsıb, alınan mala mağsûb denir.

gasben ank

  • Sana rağmen.

gaşemşem

  • Şecaatinden kimseye baş eğmeyen.
  • Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen.
  • Zulmedici.
  • Methi istediği gibi yapamamak.

gasil-ül melaike / gasîl-ül melâike

  • Melekler tarafından yıkanan; Eshâb-ı kirâmdan Uhud harbinde şehîd olan ve cenâzesini meleklerin yıkadığı Peygamber efendimiz tarafından müjdelenen Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretleri. (Âdem aleyhisselâmı da melekler yıkamıştır.)

gaybet

  • Tasavvufta, kalbin kendisine gelen mânâlarla meşgul ve onlara dalmış olarak, kendisinden ve halkın işlerinden, etrâfında olan şeylerden habersiz olması.

gayr-ı insani / gayr-ı insanî

  • İnsana ait olmayan, insana yakışmayan şeyler.

gayr-i varid / gayr-i vârid / غَيْرِ وَارِدْ

  • Meydana gelmeyen.

gayret

  • Dikkatle ve sebatla çalışmak.
  • Kıskanmak, çekememek.
  • Hareketli ve temiz hislerle çalışmak.
  • Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek.

gays

  • İmdad. Yardım.
  • Yağmur.
  • Yağmurla meydana çıkan çayır.

gaza

  • (Çoğulu: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.

gazel-sera

  • Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren. (Farsça)

gazi

  • Savaşta yaralanan, sağ dönen kimse.

gazr

  • (Gazâre) (Çoğulu: Gazâyir) Men etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Geçim kolaylığı, maişet genişliği.
  • Büyük çanak.

gazve

  • Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat

geckar / geckâr

  • (Gecger) Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı. (Farsça)

ger

  • Türkçedeki "eğer" kelimesinin kısaltılmış şekli. Eğer, şayet mânasındadır. (Farsça)
  • "Yapan, yapıcı" mânâsında son ek.

gerden-bend

  • Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. (Farsça)
  • Gerdanlık. (Farsça)

gerdune-i iclal

  • Saltanat arabası.

gıbb

  • Nihayet, son, netice.
  • İki günde bir. Gün aşırı.
  • -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.

gilemend / گله مند

  • Şikayetçi, sızlanan. (Farsça)

gir / gîr

  • (Giriften) "Tutmak, yakalamak" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. (Farsça)
  • "Yapan, tutan" mânâsında son ek.

gira-gir / gîra-gir

  • Tutan tutana. (Farsça)

giran-rikab

  • Ciddi ve vakur kimse. (Farsça)
  • Harpte düşmana saldıran, azimli kişi. (Farsça)

giran-seng

  • Ağır başlı kişi. Ciddi ve vakar sahibi kimse. (Farsça)
  • Sabırlı, kanaatkâr. (Farsça)

girdab / girdâb / گرداب

  • Anafor; suların dönerek çukurlaştığı tehlikeli akıntı yeri.
  • Anafor, girdap. (Farsça)

giriftar olan

  • Tutulan, yakalanan.

gırre

  • Gaflet. Boş bir şeye aldanan.
  • Tevbeyi sonraya bırakıp, aldanan. Övünen, gururlu. Gâfil. İşe yaramaz.

gırs

  • (Çoğulu: Egrâs) Dikilmiş ağaç.
  • Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.

goncaruhsar / goncaruhsâr / غنجه رخسار

  • Yanağı goncaya benzeyen. (Farsça)

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

güdaz

  • Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz : Takati mahveden. (Farsça)

gudde-i nekfiyye

  • Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.

güfte

  • Her hangi bir makama göre bestelenen manzume.
  • Farsça "söylemek" demek olan "güften" mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir.

gül-i ruhsar

  • Gül yanaklı. (Farsça)
  • Mc: Mânevi çok güzellik sahibi. Çok sevilen. (Farsça)

güldeste-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesi.

gülgune

  • Gül renkli. (Farsça)
  • Gül yanaklı. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları gül rengindeki düzgün. (Farsça)

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

gülizar / گلعذار

  • Gül yanaklı, alyanaklı. (Farsça)
  • Gül yanaklı, pembe yanaklı. (Farsça - Arapça)

gülruh

  • (Gül-ruhsar) Güzel yanaklı güzel, yanakları pembe olan güzel. (Farsça)

gülruy

  • Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı. (Farsça)

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gürg

  • (Çoğulu: Gürgân) Canavar, kurt, zi'b. (Farsça)

gürmih

  • Çivi. (Farsça)
  • Hayvan bağlanan büyük kazık. (Farsça)

gurre

  • Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.

guş-dar

  • "Kulak tutan." Sözü tam mânasıyla dinleyen, kulak veren. (Farsça)

güşa

  • Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa : Gönüle ferahlık veren. Gönül açan. (Farsça)

gusale / gûsâle / گوساله

  • Dana, buzağı. Sığır yavrusu. (Farsça)
  • Kösele. (Farsça)
  • Dana. (Farsça)

guşane

  • Düşürülmüş hurma.
  • Hurma ağacı altına düşüp toplanan hurma.

güsar

  • Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar : Dert ortağı, arkadaş. (Farsça)

guştin

  • Etten, etten ibâret, etten meydana gelmiş. (Farsça)

guy

  • "Diyen, söyleyen" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu(y) : Doğru söyleyen. Suhan-gu(y) : Söz söyleyen, konuşan.

güyem

  • Söylerim (mânâsına fiil). (Farsça)

güzar

  • Geçiş, geçme. (Farsça)
  • Beceren, halleden, yapan. (Farsça)
  • Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar : Zaman geçiren, vakit öldüren. (Farsça)

guzbe

  • Tez gadaplanan, çabuk kızan.

ha

  • "İşte!" mânasınadır. (Farsça)
  • Cemi edatıdır. Kelimelerle birleşerek onları çoğul yapar. Meselâ: Ayine-hâ : Aynalar. Der-hâ : Kapılar. Esb-hâ : Atlar. Zülüf-hâ : Zülüfler. (Farsça)

habbeza

  • "Ne güzel, ne sevimli, ne hoş" mânâsında bir takdir edatıdır.

habe

  • Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).

habel

  • Ana rahmindeki çocuk, cenin.
  • Gebelik, gebe olma zamanı.
  • Fls: Musallat fikir.

haber-i vahid

  • Bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs.

habib / habîb

  • Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam.

habibullah / habîbullah

  • Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm.

habil

  • Sihirbaz, efsuncu, büyücü.
  • Kement ile yakalanan canavar.

habirane / habirâne

  • Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde. (Farsça)

habis

  • Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne.

habrir / habrîr

  • Şey mânâsına gelir bir isim.

habrü'l-ümme

  • Abdullah İbn-i Abbas'ın ümmetin âlimi mânâsına gelen lakabı.

haç

  • Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.

hacat-ı hayvaniye / hâcât-ı hayvaniye

  • Hayvana ait ihtiyaçlar.

hacc

  • Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak.
  • Bir yere çok tereddütle varıp gelme.
  • Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh.
  • Bir şeyden feragat etmek.
  • Fık: İslâmın şartlarından ve hâli vakti müsait olan her müslümana farz olan, Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Şer

hacc-ı ifrad / hacc-ı ifrâd

  • Umreye niyet etmeksizin yalnız başına yapılan farz, vâcib veya nâfile hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana "müfrid" denir.
  • İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı yapana müfrid hacı denilir.

hacc-ı kıran

  • Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.

hacc-ı temettu' / hacc-ı temettû'

  • Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir.

hace / hâce

  • Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir ünvan.

hace-i alem / hâce-i âlem

  • Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs bir ünvan.

hacer

  • Taş, kaya.
  • İsmail Peygamber'in anasının ismi.

hacil

  • Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran.

hadd / خد

  • Hudut. Çizgi. Sınır.
  • Cürüm.
  • Salahiyyet.
  • Şeriatça verilen ceza.
  • Derece. Son derece. Münteha.
  • İnsana ârız olan şiddet ve titizlik.
  • Def etme. Men etmek.
  • Keskin. Sivri.
  • Sert. Gergin.
  • Man: Üç tasavvurdan ibaret olan kıyas.
  • Yol.
  • İnsan cemaatı.
  • Bir şeye tesir ederek iz bırakmak.
  • Yanak, yüz, vecih.
  • Yeri kazmak, yeri yarmak.
  • Yanak. (Arapça)

hadd-i şürb

  • Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.

haddan

  • İki yanak.

hades

  • (Hads) Sür'atle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini, re'yini bildirmek. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz' ve üslubunda başka tarz tasavvur eylemek.

hadim-ül haremeyn-iş şerifeyn / hâdim-ül haremeyn-iş şerifeyn

  • Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen

hadir

  • (Çoğulu: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ.

hadire / hadîre

  • Kalabalık olmayan topluluk.
  • Yaranın içinde toplanan kan ve irin.

hadis / hâdis / حادث

  • Meydana gelen. (Arapça)
  • Yeni. (Arapça)

hadis-i bi-l ma'na / hadîs-i bi-l ma'na

  • Kelâm itibarı ile değil de mânaca doğru olan hadis.

hadis-i bilmana / hadîs-i bilmânâ

  • Mânâ itibariyle doğru olan hadîs.

hadis-i kudsi / hadis-i kudsî / hadîs-i kudsî

  • Mânâsı Allah tarafından vahyedilen, lafzı Peygamberimize ait hadis.
  • Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler.
  • Mânası Peygamberimiz'e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm.

hadis-i merdud / hadîs-i merdûd

  • Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.

hadis-i mevzu' / hadîs-i mevzu'

  • Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize (A.S.M.) isnad edilen hadis. Muan'an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Manası yanlış demek değildir.

hadis-i müteşabih / hadîs-i müteşabih

  • Mânâsı açık olmayan ve yorumlanabilir olan hadîs-i şerif.

hadisat-ı alem / hâdisât-ı âlem

  • Dünyada meydana gelen olaylar.

hadisat-ı dünyeviye / hâdisât-ı dünyeviye

  • Dünyada meydana gelen hâdiseler, olaylar.

hadisat-ı istikbaliye-i dünyeviye / hâdisât-ı istikbaliye-i dünyeviye

  • Gelecekte dünya üzerinde meydana gelecek olaylar.

hadisat-ı kainat / hâdisât-ı kâinat

  • Kâinatta meydana gelen olaylar.

hadisat-ı kevniye-i gaybiye / hâdisât-ı kevniye-i gaybiye

  • Maddî âlemde gelecekte meydana gelecek olan olaylar.

hadisat-ı maziye / hâdisât-ı maziye

  • Geçmişte meydana gelen olaylar.

hadisat-ı semaviye / hâdisât-ı semâviye

  • Gökte meydana gelen olaylar.

hadise-i ahirzaman / hâdise-i âhirzaman

  • Âhirzaman hâdisesi, dünya hayatının kıyamete yakın son devresindeki meydana gelen olay.

hadise-i nevmiye / hâdise-i nevmiye

  • Uykuda meydana gelen olaylar.

hadise-i ruhiye / hâdise-i ruhiye

  • Ruhen yaşanan hâdise.

hadisikudsi / hadîsikudsî

  • Mânâsı ilâhî sözü peygamberî olan hadîs.

hads-i imani / hads-i imanî

  • İmandan kaynaklanan güçlü sezgi.

hafe / hâfe

  • (Çoğulu: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı.
  • İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.

haff

  • Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan.

hafi / hafî

  • Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
  • Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
  • Gizli, kapalı.
  • Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
  • Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.

hafif / hafîf

  • Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.

hafız / hâfız

  • Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan.
  • Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan.
  • Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden.
  • Alçaltıcı.
  • İnsana haddini bildiren.
  • Rahatta olan.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hah

  • (Hasten : "İstemek" mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen. (Farsça)

hahem

  • (Hâsten) mastarından, "İsterim" mânasına fiildir.

haib / hâib

  • (Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.
  • Nasipsiz, ümitsiz, utanan.

haibin / haibîn

  • (Tekili: Hâib) Zarar ve ziyâna uğrayanlar.
  • Mahrum olanlar.
  • Me'yus olanlar, üzülenler.

hak-bin / hak-bîn

  • Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan. (Farsça)

hakaik-ı akaid-i islamiye / hakâik-ı akâid-i islâmiye

  • İslâmın temellerini meydana getiren iman hakikatleri, inanç esasları.

hakaik-i latife / hakaik-i lâtife

  • Tatlı, şirin hakikatlar, ince mânâlı gerçekler.

hakaik-i maani / hakaik-i maânî

  • Mânâlara ait hakikatler.

hakaik-i müberhene ve ilmiye

  • İlmî ve delillerle ispatlanan hakikatler, gerçekler.

hakan

  • Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.

hakani / hakanî

  • Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.

hakendiş

  • Hak için kaygılanan.

hakikat / hakîkat

  • Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
  • Gerçek.
  • Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
  • Mâhiyet.

hakikat-bin / hakikat-bîn

  • Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan. (Farsça)

hakikat-i akrebiyet-i ilahiye / hakikat-i akrebiyet-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın insana yakın oluşunun hakikati.

hakikat-i camia / hakikat-i câmia

  • Çok mânâları içinde toplayan hakikat.

hakikat-i furkaniye

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın gerçeği, öz mânâsı.

hakikat-i hadisiye / hakikat-i hadîsiye

  • Hadîsin hakikati, mânâsı.

hakikat-i kerimane / hakikat-i kerîmâne

  • İkram sahibi olana yakışırcasına olan gerçek ve doğru.

hakikat-i kur'aniye / hakikat-i kur'âniye

  • Kur'ân hakikati, öz mânâsı.

hakikat-i leyle-i kadir

  • Kadir Gecesinin gerçek mânâsı, sırrı.

hakikat-i leyle-i kadr

  • Kadir Gecesinin mânâsı, sırrı.

hakikat-i remziye

  • İnce işaret şeklinde ifade edilen mânânın gerçeği.

hakikat-perest

  • Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı. (Farsça)

hakikat-şinasane / hakikat-şinasâne

  • Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette. (Farsça)

hakim / hâkim

  • "Hüküm veren, hak ve adalet üzere hükmeden, başkasını müdahale ettirmeden idare eden" mânâsında ilâhî isim.

hakim-i bimisal / hâkim-i bîmisâl

  • Hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve yerli yerinde yaratan ve eşi, benzeri olmayan Allah.

hakim-i kerim / hakîm-i kerîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah.

hakim-i mutlak / hâkim-i mutlak

  • Herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

hakimane / hakîmane

  • Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette. (Farsça)

hakimiyet / hâkimiyet

  • Hikmetlilik; Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı ve tecellîsi.

hakir kalb / hakîr kalb

  • Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.

hakk-binane / hakk-bînane

  • Hakkı tanıyana göre. (Farsça)

hakk-ı ihtitab

  • Ormana yakın olan kimselerin ormandan odun kesmek hakkı.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî d

hala

  • (Çoğulu: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.

halat

  • (Tekili: Hâle) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.

halbe

  • (Çoğulu: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.

halic / halîc

  • Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı.
  • Irmak.
  • Büyük çanak.
  • İp.
  • Deve ağzı.

halidiyye / hâlidiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.

halife

  • Öncekinin yerine geçen.
  • Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâs

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

halık-ı hakim-i alim / hâlık-ı hakîm-i alîm

  • Her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve yarattığı herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah.

halık-ı rahman-ı rahim / hâlık-ı rahmân-ı rahîm

  • Dünya ve âhirette yarattığı varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan her şeyin yaratıcısı Allah.

halilullah / halîlullah

  • Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.
  • "Allahın dostu" mânâsında ibrahim aleyhisselâmın namı.

halime / halîme

  • Yumuşak huylu kadın.
  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)

halk-ı cedid

  • Ba'sü bade-l mevt, yeniden yaratılış. Yeniden yeniye tekrâren yaratılma. Ana karnındaki çocuğun, insan suretine inkılâb ettiği devre.

halkabend

  • Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma. (Farsça)

hallak-ı hakim / hallâk-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Yaratıcı.

ham madde

  • Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

hamat

  • Kaynana.

hamdele

  • Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir.

hame

  • Yük.
  • Ana karnındaki çocuk.

hamme / hâmme

  • (Çoğulu: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu.
  • Kuyruk yağının kıkırdağı.
  • Kızdırmak mânasına mastar da olur.
  • Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)

hamse

  • Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"

hamuşan

  • Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir.
  • Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

han

  • Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan. (Farsça)
  • "Okuyan" mânâsında son ek.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hanedan-ı saltanat / hânedân-ı saltanat

  • Saltanat soyu.

haneş

  • (Çoğulu: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş.
  • Yılan.

hanfes

  • (Çoğulu: Hanâfis) Yellengen böceği.
  • Pislik yuvarlayan böcek.

hanif / حنيف

  • İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı.
  • İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse.
  • Eğri.
  • Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.
  • İslâmiyetten önce Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim dinine bağlı olan kimse.
  • İslâmiyetten önce Tanrı'ya inanan.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

hannan / hannân

  • "Çok acıyan, pek acıyıcı" mânâsında ilâhî isim.

hannane / hannâne

  • Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü.

hansir

  • (Çoğulu: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız.
  • Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.

hantem

  • (Çoğulu: Hanâtim) Kara bulut.
  • Desti.
  • İbrik.
  • Topraktan yapılan kap.

harac

  • Beyazdan ve siyahtan meydana gelen, iki renk olan.

haram lokma / harâm lokma

  • Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.

harb

  • (Çoğulu: Hırbân) Toy kuşunun erkeği.
  • Yarmak.
  • "Delmek" mânasına mastar.

harb-i umumi inkılabı / harb-i umumî inkılâbı

  • Birinci Dünya Savaşının etkisiyle meydana gelen değişimler.

harbesisa

  • "Şey" mânasına kullanılan bir isimdir.

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

harca'

  • Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.

haremeyn

  • Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâ

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü
  • Alfabenin kendi başına bir mânâsı olmayan her işareti.

harf-i atıf

  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

harf-i cer

  • Cer harfi; gr. cümlede kendinden önceki fiilin veya ismin mânâsını kendinden sonraki kelime veya kelime guruplarına taşıyan harfler "an, min, be" gibi.

harf-i manidar / harf-i mânidar

  • Mânâlı harf.

harf-i masdari / harf-i masdarî

  • Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf.

harfi / harfî

  • Harfe âit.
  • Sahibi tanıtmak için olan.
  • Başkasının mânası için yazılan.

harfi nazar / harfî nazar

  • Varlıklara bizzat kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini tanıtan mânasıyla bakma.

harfiye

  • Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.
  • Harf mânâsında; tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsını gösterme.

harık

  • Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od.

harime / harîme

  • Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.

hars

  • Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır.

has / hâs

  • Tek bir mânâ için konulan her lâfız ve tek başına belirli ferdler için kullanılan her isim.

has lafızlar

  • Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.

haşa / hâşâ

  • Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun... (mânasına söylenir.)

hasat-ı bevliyye / hasât-ı bevliyye

  • Tıb: Sidik yollarında ve böbreklerde meydana gelen taş.

hasat-ı mesane / hasât-ı mesane

  • Tıb: Sidik kesesinde meydana gelen taş.

hasbe

  • Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen "hisbe" dir)

hasede

  • (Tekili: Hâsid) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.

haşefe

  • (Çoğulu: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı.
  • Yaşlanmış kuru kadın.
  • Kuru hamur.
  • Yumuşak taş.

hasid / hâsid

  • Hased eden, kıskanan.
  • Haset eden, kıskanan.

hasidane / hâsidane

  • Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine. (Farsça)

hasif / hasîf

  • Ak ile kara, alaca renkli urgan.
  • İki çeşit renkten meydana gelen.

hasıl / hâsıl / حاصل

  • Meydana gelme, ortaya çıkma.
  • Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
  • Meydana gelen.
  • Ortaya çıkan, var olan. (Arapça)
  • Hâsılı: Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)
  • Hasıl etmek: Meydana getirmek, ortaya çıkarmak. (Arapça)
  • Hâsıl olmak: Ortaya çıkmak, var olmak. (Arapça)

hasıl etmek

  • Meydana getirmek, ortaya çıkarmak.

hasıl ettirmek

  • Meydana getirmek.

hasıl olan / hâsıl olan

  • Meydana gelen.

hasıl olma

  • Meydana gelme.

hasıl-ı bilmasdar / hâsıl-ı bilmasdar

  • Bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen sonuç; varmak fiili masdar, acı ise hâsıl-ı bilmasdardır.
  • Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'd

hasıl-ı cem' / hâsıl-ı cem'

  • Mat: Toplam. Bir kaç sayının birlikte toplanmasından meydana gelen yekûn.

hasir / hâsir

  • Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.

haşir / hâşir

  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

hasir / hâsir / خاسر

  • Zarar eden, hüsrana uğrayan. (Arapça)

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

hasiren / hâsiren

  • Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.

hasirin / hâsirîn

  • (Tekili: Hâsir) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.

hasirun / hâsirun

  • Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

haslet-i hamra / haslet-i hamrâ

  • Güçlü haslet; hamiyet, gayret ve mahçubiyetten kaynaklanan ve yüz kızarması şeklinde kendini gösteren haslet.

haşmet

  • (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme.
  • Hiddet, kızgınlık.
  • Alçak gönüllülük.

haşmet-i saltanat / حَشْمَتِ سَلْطَنَتْ

  • Saltanatın haşmeti, ihtişamı.
  • Saltanatın büyüklüğü.

haşmet-i saltanat-ı ilahiye / haşmet-i saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanatının büyüklüğü ve görkemi.

haşmet-i saltanat-ı uluhiyet / haşmet-i saltanat-ı ulûhiyet

  • Allah'ın saltanatının heybet ve görkemi.

haşmetli

  • (Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.

haşmetmeab

  • Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.

hasreden

  • Sadece belli şeylere odaklanan.

hass / hâss

  • Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
  • Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

haşşaş

  • Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.

hassasane

  • Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hasud / hasûd

  • Kıskanan.

hasudane / hasûdâne / حسودانه

  • Hased ederek, kıskanarak.
  • Kıskanarak, kıskançlıkla. (Arapça - Farsça)

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

haşv-i melih

  • Söz arasında ikinci bir kelime veya cümle ile ikinci derecede bir mâna ifade etmek.

haşv-i müfsid

  • Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.

haşvi / haşvî

  • Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan.
  • Haşve benziyen.

hatar

  • Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler.
  • Çadırın eteklerine bağlanan parça.

hatat

  • Sütün kaymağı.
  • Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları.

hatem-i tai / hatem-i taî

  • (Ebu Adi bin Abdullah bin Said) Arab kabile reislerinin büyüklerinden ve şairlerinden olup, cömertliği ile meşhurdur. Adı, cömertlik ve keremde darb-ı mesel halini almıştır. Bazı şiirleri toplanarak bir divan yapılmış ve Londra'da bastırılmıştır. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zamanına yetişmiş ise, de,

hatemkari / hatemkârî

  • Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.

haten

  • (Çoğulu: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi)
  • Araplar, damat mânasına kullanırlar.

hatenat

  • (Tekili: Hatene) Kaynanalar.

hatene

  • (Çoğulu: Hatenât) Kaynana.

hatib / hatîb

  • Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.

hatıb-ı leyl

  • Geceleyin odun toplayan kimse.
  • Mc: Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan adam.

hatıra

  • Hatıra gelen. Hatırda kalan şey.
  • Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.

hatırat

  • (Tekili: Hâtıra) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler.
  • Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.

hatırat-ı kalb

  • Kalbe gelen hatıralar ve mânâlar.

hatne

  • Kaynana.

hatrib

  • Daima beyhude ve mânasız konuşan.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-ı şakul / hatt-ı şâkul

  • Çekül doğrultusu; yer çekimi istikametinde yerin merkezine doğru uzanan hat.

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

hatta

  • Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.

havadis

  • (Tekili: Hâdise) Yeni hâdiseler, yeni sözler.
  • Alâka ile karşılanan haberler.

havafi

  • Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.

havale

  • Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama.
  • Görmeyi önleyen duvar gibi perde.
  • Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık.
  • Postadan gelen emanet kâğıdı.

havarık-ı san'at / havârık-ı san'at

  • Sanat harikaları.

havas ve hissiyat-ı insaniye / havâs ve hissiyât-ı insâniye / حَوَاسْ وَحِسِّيَاتِ اِنْسَانِيَه

  • İnsana ait his ve duygular.

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

havat

  • Tavşancıl kanadının fısıltısı.
  • Ses, sadâ.

havb

  • (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet.
  • Fakirlik.
  • Meşakkat.
  • Maraz, ağrı, dert.
  • Ana, baba.

haverver

  • Şey mânasına gelir bir isim.

haviye

  • (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.

havs

  • Ayrılmak.
  • "Haysü" mânâsına zarf-ı mekân için lügattır.

havva / havvâ

  • İlk insan ve ilk peygamebr olan Hz. Âdem'in (a.s.) eşi, beşeriyetin anası ve ilk kadındır.

hay

  • Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. (Farsça)
  • Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen. (Farsça)

haya / hayâ

  • Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.

hayal

  • (Çoğulu: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey.
  • Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.

hayat-ı amme / hayat-ı âmme

  • Genel hayat, hayatın genel mânâsı.

hayat-ı berzahiye

  • Öldükten sonra kıyamete kadar yaşanan kabir hayatı.

hayat-ı insani / hayat-ı insanî

  • İnsana ait hayat.

hayat-ı ruhaniye

  • Ruhânî hayat, ruhen yaşanan hayat.

hayat-ı takdiriyye

  • Huk: Ana rahminde bulunan çocuğun hayatı.

haydar-ı kerrar / haydar-ı kerrâr

  • Hz. Ali.
  • Kahramanca döne döne düşmana saldıran.

hayhay

  • Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.) (Türkçe)

hayız

  • Kadınların âdet, kanama hâli.
  • Kadınlarda her ayın belirli günlerinde kanama ile kendini gösteren özel bir hâl, âdet hâli, hayz.

hayr-ül-beşer

  • İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.

hayr-ül-enam / hayr-ül-enâm

  • Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.

hayvani / hayvanî

  • Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.

hayvaniye / حيوانيه

  • Hayvana özgü, hayvansal. (Arapça)

hayyat

  • Terzi. Dikiş diken sanatkâr.

hayye-alel-felah

  • Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş.

hayyeales-salah-hayyealel-felah / hayyeales-salâh-hayyealel-felâh

  • Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.

hayyehele

  • Acele et (mânasınadır).

hazef

  • Çamurdan yapılmış olup ateşte pişirilen şeyler. Çanak, çömlek.

hazef-pare

  • Çanak çömlek parçası, kırığı. (Farsça)

hazef-rize / hazef-rîze

  • Çanak çömlek parçası. (Farsça)

hazefat-ı safile / hazefât-ı sâfile

  • Kıymetsiz şeyler; çamurdan, topraktan yapılmış kiremit, tuğla, çanak, çömlek gibi değersiz şeyler.

hazefi / hazefî

  • Çanak çömlek ile alâkalı.

hazefiyye

  • Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı.

hazer ve ibaha / hazer ve ibâha

  • Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.

hazf

  • (Ar. gr.) Bir maksat gözeterek bir mânâyı ifade eden kelimeyi zikretmeyip işaret yoluyla göstermek.

hazımane / hâzımâne

  • İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.

hazin / hazîn

  • Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.

hazire / hazîre

  • Az cemaat.
  • Asker bölüğü.
  • Yara içinde toplanan kan ve irin.

hazm-ı nefs

  • Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek. (Farsça)

hazret

  • Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.

hazz

  • (Çoğulu: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur)
  • "Vurmak" mânâsına masdar.
  • Duvar üstüne direk koymak.

hazzaf

  • Çanak çömlek yapan veya satan.

heb

  • (Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)

hebaen mensura / hebâen mensûra

  • Boşuna harcanarak.

hebbihi / hebbihî

  • Sallana sallana yürüyen kişi.

hebenneka

  • Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir.
  • Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan.

hebiha

  • Yürürken sallanan kadın.

hece

  • (Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük.
  • Harfleri birer birer söyleyerek okuma.

hediye

  • Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.

hel

  • Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.

hel min mezid

  • Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.

helal-zade

  • Helâl doğmuş, meşru ve nikâhlı ana-babadan dünyaya gelmiş çocuk.
  • İyi adam, fenalık yapmaktan çekinen. Sâlih, afif, nâmuskâr.

hellüm

  • Beri gel (mânasına gelir.)

helümm

  • "Tez getir" mânasına gelir.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

helyostat

  • Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.

hem

  • Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder. (Farsça)

hem-daman

  • Bacanak. (Farsça)

hem-riş

  • Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler. (Farsça)

hem-zanu

  • Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan. (Farsça)

hemla'

  • Seri.
  • Kurt (canavar.)

hemriş / hemrîş / همریش

  • Bacanak. (Farsça)

her'a

  • Küçük bir canavar.
  • Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın.

herc

  • İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad.
  • Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak.
  • Kapıyı açık bırakmak.
  • İnsanların işlerinin karışması.
  • Seğirtmek.
  • Katletmek.

hercai / hercâî

  • Yanar döner, gelgeç.

herru

  • "Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar." mânâsındaki "ya herrû ya merrû tâbirinde geçer.

herzederay

  • Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan. (Farsça)

herzegu / herzegû

  • Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen. (Farsça)
  • Saçma sapan konuşan, lüzumsuz ve mânâsız sözler söyleyen.

herzehayi / herzehayî

  • Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme. (Farsça)

herzekar / herzekâr

  • Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen. (Farsça)

herzevat

  • (Tekili: Herze) Herzeler, mânâsız ve boş sözler.

hevacir

  • (Tekili: Hâcire) Günlerin en sıcak olan anları.
  • Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler.
  • (Hücr) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.

hevaiye / hevâiye

  • Hava gibi hafif ve lâtif karakterde olan mânâlar.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

hey'at

  • Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar.

hey'et-i temsiliye

  • Temsil hey'eti.
  • Tar: Erzurum Kongresinde Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ismini alan cemiyetin nizamnamesi iktizasınca seçilen şahıslardan teşekkül etmiş olan hey'et. (6 Ağustos 1919)

heyecan-ı kalbi / heyecan-ı kalbî

  • Kalple heyecana kapılma.

heyet-i hafife

  • Cümledeki her bir parçanın tek tek mânânın hafiif olduğunu göstermesi; hafif yapı.

heyet-i mecmua

  • Ferdlerinin toplamından meydana gelen heyet, genel yapı.

heyhat

  • Teneffür ve tehassür ifâde eder; "sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol" mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir.

heytelek

  • "Gel" mânasınadır.

heyula / heyûlâ / هيولا

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.
  • Ana madde. (Arapça)
  • Zihinde tasarlanmış varlık. (Arapça)

hezeyanat

  • (Tekili: Hezeyan) Sayıklamalar.
  • Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.

hezim / hezîm

  • Sağanaklı yağmur.
  • Gök gürültüsü.
  • Koşarken kişneyen at.

hezr

  • Saçmasapan, boş ve mânâsız söz.

hibe

  • Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey.
  • Hal ve şân.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hicab-ı meşimi / hicab-ı meşimî

  • Rahim zarı. Ana rahminde cenini saran zar.

hicaz demiryolu

  • Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.

hıçkırık

  • t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması.
  • Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.

hicran-zede

  • Ayrılmış, üzüntülü, hicrâna uğramış.

hicri tarih / hicrî tarih

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem adı verilen ayla başlar, zilhicce ile sona erer. Oniki ayın adları şunlardır: Muharrem, safer, rebiül-evvel, rebiül-âhi

hidam

  • (Tekili: Hizmet) Hizmetler. Vazifeler.
  • (Hademe) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.

hidemat-ı imaniye

  • İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri.

hıdn

  • Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak.
  • Nahiye.
  • Canip, taraf.

hidroelektrik

  • Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik. (Fransızca)

hidroelektrik santralı

  • Su gücünü kullanarak elektrik üreten fabrika veya merkez.

hikaye-i temsiliye / hikâye-i temsiliye

  • Kıyaslamalı, analojik hikâye.

hikmet

  • Herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-enduz

  • Hikmet kazanan.

hikmet-i alem / hikmet-i âlem

  • Âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i bedayi'

  • Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik). (Farsça)

hikmet-i ebediye

  • Allah'ın sonsuz hikmeti; herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ilahi / hikmet-i ilâhî

  • Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ilahiye / hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i imaniye

  • İmana dayalı hikmet ilmi.

hikmet-i intizam

  • Kâinatta var olan düzenin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i kainat / hikmet-i kâinat

  • Kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i tecrübiye

  • Tecrübeye dayanan hikmet ve ilim.

hikmet-i teşri'

  • (Hikmet-i teşriiye) Şeriata dayanan kanun yapma ilmi. Şer'î ve Rabbanî kanunların hikmeti.

hikmettar

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan.

hilaf-ı iman / hilâf-ı iman

  • İmana zıt, aykırı.

hilaf-ı vaki / hilâf-ı vâki

  • Gerçek dışı, meydana gelen hâdise ve kanunlara ters.

hilaf-ı vaki' / hilâf-ı vâki' / خِلَافِ وَاقِعْ

  • Olana zıd.

hilaf-ı vicdan / hilâf-ı vicdan

  • Vicdana aykırı.

hilafet

  • Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek.
  • Din ve dünya işlerinde umumi reislik. İmam-ül Mü'minîn olan zât, şer'î hükümlerin icrasında Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) halef olduğu için hilafet vazifesini alana Halife denmiştir. Buna İmamet-i Kübra da denir.Hilafet, 1517 (Hi

hilafet-i arziye / hilâfet-i arziye

  • Yeryüzü halifeliği; yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev.

hilafet-i ru-yi zemin / hilâfet-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev.

hilafetpenah

  • Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah. (Farsça)

hilafi / hilafî

  • Hilafa, ihtilafa sebeb olana dair.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hılle

  • Mekân ismi. "Büluğ" mânâsına mastar.

hılt / خلط

  • Safra, sevda, dem (kan) ve balgam olmak üzere insan vücudundaki dört ana maddenin herbiri. (Arapça)

hımye

  • Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.

hınak

  • (Tekili: Hanak) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler.

hıncer

  • (Çoğulu: Hanâcir) Hançer.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hındis

  • (Çoğulu: Hanâdis) Katı karanlık.

hinna'

  • Kanat.

hınnus

  • (Çoğulu: Hanânis) Hınzır eniği.

hınzır

  • (Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
  • Pis ve katı kalbli kimse.

hınziyan

  • Faydasız ve mânasız sözler konuşan.

hınziz / hınzîz

  • (Çoğulu: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar.

hirfet

  • Sanat, meslek.

hırka-i saadet

  • Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir.

hirzun

  • Bir küçük canavar.

hiskil

  • (Çoğulu: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.

hiss-i kablelvukū' / حِسِّ قَبْلَ الْوُقُوعْ

  • Meydana gelmeden önce hissetme duygusu.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hissen

  • His itibariyle, duygulanarak, hislenerek.

hisseyab

  • Hisselenen. Faydalanan. Hisse alan. (Farsça)

hitar

  • Saçma söz, mânâsız kelâm.

hitr

  • Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan.

hıyanet-i vatan

  • Vatan hainliği. Vatana hıyanet etme.

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hıyatat-ı kamile-i muhita-i san'at / hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san'at

  • Sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik.

hiyaz

  • (Tekili: Hayz) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri.

hız

  • Sür'at, çabukluk.
  • Gayret, şevk.
  • Fiz: Alınan yolun zamana oranı.

hizab

  • Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. (Farsça)

hizb

  • Her gün devamlı olarak okunan, âyet ve salâvatlardan meydana gelen duâ.
  • Bölük, taraftar.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfadan meydana gelen cüzlerinin dörtte biri olan beş sahife.

hizb-üş şeytan / hizb-üş şeytân

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
  • Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hizbüşşeytan / حِزْبُ الشَّيْطَانْ

  • Şeytana uyan topluluk.
  • Şeytana tâbi' olanlar.

hizmet-i imaniye

  • İmana ait hizmet. İman ve Kur'an hakikatlarının mukni ve ilmi delillerle anlaşılmasına hizmet etmek; neşrinde, tebliğinde çalışmak.

hizmet-i islamiye ve vataniye / hizmet-i islâmiye ve vataniye

  • Din ve vatana ait hizmet.

hizmet-i milliye ve vataniye

  • Millete ve vatana hizmet.

hodri meydan

  • "Kendine güvenen meydana çıksın!" mânâsında meydan okuma, kafa tutma.

homogen

  • Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. (Fransızca)
  • Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir. (Fransızca)

hoppa

  • Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.

horasan

  • İran'ın doğusunda bir memleket adı. (Farsça)
  • Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. (Farsça)
  • Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. (Farsça)
  • Kelime mânası: Doğan güneş. (Farsça)

horasani / horasanî

  • Horasana ait. Horasanlı. (Farsça)
  • Sarıktan daha büyük görünen hoca kavuğu. (Farsça)

hormon

  • yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hu

  • "O" mânasına zamir olup müstakil olarak "hüve" diye okunur.

hubse

  • Tutuk mânâsına bir isim.

huccet-ül-islam / huccet-ül-islâm

  • Üç yüz bin hadîs-i şerîfi, senetleri (rivâyet edenleri) ile birlikte ezberden bilen büyük İslâm âlimi.
  • Dinde söz sâhibi mânâsına İmâm-ı Gazalî hazretlerinin lakabı.

hüccetü'l-islam / hüccetü'l-islâm

  • İslâmın dayanağı.

hüccetülislam

  • "İslâmın delili" mânâsında Gazalînin namı.

hüceyrat şehri

  • Küçük hücreciklerden meydana gelen şehir.

hud'a

  • Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
  • Bir kere aldanmak.
  • Herkese aldanan. Safdil.

hüddam

  • İnsana hizmette bulunan cin.

hüdlul

  • Kurt. (Canavar)

hudud

  • (Tekili: Hadd) Yanaklar.
  • Cemâatler.
  • Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler.
  • Çiçek yaprakları.

hudus / hudûs

  • Sonradan meydana gelme, yok iken sonradan varlık kazanma.
  • Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
  • Sonradan meydana gelme, yok iken varlık kazanma.

hudüs

  • Sonradan meydana gelme.

hudus / hudûs / حدوس

  • Meydana gelme, vukubulma. (Arapça)

hükema-i ilahiyyun / hükema-i ilâhiyyûn

  • İlâhiyatçı felsefeciler; Allah'ın varlığına inanan filozoflar.

hükm-i vicdani / hükm-i vicdanî

  • Vicdana ait hüküm. Vicdanî kanaatla verilen hüküm.

hükmi / hükmî

  • Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

hukuk-u hayatiye

  • Hayat sahibi olmaktan kaynaklanan haklar.

hukuk-u medeni / hukuk-u medenî

  • Umumi mânada: Temel hak ve hürriyetler ve medeni haklar. Avrupaî mânada ise: Lâik hukuk sistemi, medeni hukuk.

hukuk-u mevzua

  • Konulmuş kanunların meydana getirdiği hukuk.

hukuk-u teamüliyye

  • Memleketin ahlâkını ve âdatını bildiren örf mânasında kullanılır.

hükümran

  • Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ.

hulefa-i raşidin / hulefâ-i râşidîn

  • Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

hüllas

  • İnsana ârız olan gevşeklik.

huluskar / huluskâr

  • Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. (Farsça)
  • Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren. (Farsça)

humak

  • Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

humeme

  • (Çoğulu: Humem) Kömür.
  • Kara kül.
  • Her ateşte yanan nesne.

hümma

  • (Çoğulu: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret.
  • Nöbetli hastalık.
  • Sıtma.

hümmeyat

  • (Tekili: Hümmâ) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler.
  • Sıtmalar.
  • Nöbetli hastalıklar.

humret

  • Utanma duygusundan dolayı yanaklarda oluşan kızarıklık; utanma.

humtane

  • Kadının kaynanası.

hun-alud

  • Kana bulanmış. (Farsça)

hunalud / hûnâlûd / خون آلود

  • Kanlı, kana bulanmış. (Farsça)

huncur

  • (Çoğulu: Hanâcir) Sütlü deve.

hunefa

  • (Tekili: Hanîf) Allahın birliğine inananlar.

hunefa'

  • "Hanif"in çoğulu. Allah'ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar.

hüner / هنر

  • Sanat, ustalık, beceri. (Farsça)

hunin / hunîn

  • Kana bulanmış, kanlı. (Farsça)

hunnes-künnes

  • Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Züh

hunzüb

  • (Çoğulu: Hanâzıb) Erkek çekirge.

hurafeperver / خرافه پرور

  • Hurafelere inanan. (Arapça - Farsça)

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

hurkus

  • Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar).

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hürnu'

  • Küçük canavar.

hursend

  • Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü. (Farsça)

hursendane

  • Kanaatkârâne, tokgözlülükle. (Farsça)

hursendi / hursendî

  • Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu. (Farsça)

huruf-ı mukattaa / hurûf-ı mukattaa

  • Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

huruf-u şemsiye

  • Gr: "El" harf-i tarifinin "lâm" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp "Lâm" harfine kalboluyorsa, o harflere "huruf-u şemsiye" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. El-şems yazılıyor, eşşems

huruf-ul mukattaa

  • Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

hüsn-i zan

  • Kulların Allahü teâlâdan rahmetini ummaları.
  • Bir kimse veya bir hâdise hakkında iyi kanâat sâhibi olmak.

hüsn-ü masnuiyet

  • Sanatındaki güzellik.

hüsn-ü zann

  • (Hüsn-i Zan) Bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdâni ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek.

hussad

  • Hased edenler. Kıskananlar.

huşu' / huşû'

  • Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.

husul / husûl / حُصُولْ / خصول

  • Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.
  • Ortaya çıkma, gerçekleşme, var olma. (Arapça)
  • Husûle getirmek: Meydana getirmek, gerçekleştirmek. (Arapça)

husul-pezir / husûl-pezîr

  • Hâsıl olmuş, meydana gelmiş.
  • Meydana gelen.

husul-yafte / husul-yâfte

  • Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş. (Farsça)

husule gelen

  • Meydana gelen.

husule gelme / husûle gelme

  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.

husulpezir / husulpezîr

  • Meydana gelen.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

huvar

  • (Çoğulu: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa "fasil" derler.)

hüve

  • Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)

huvela'

  • Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)

huyela / huyelâ

  • Harbde düşmana karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, üstün görünmek), kibirlenmek.

huyul

  • (Tekili: Hayl) Atlı alaylar.
  • Atlar.
  • Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.

huz bi-yedi / huz bi-yedî

  • Elimi al, elimden tut, bana yardım et (mânasında).

huzur-u lamekani / huzur-u lâmekânî

  • Hiçbir mekâna muhtaç olmayan Zâtın huzuru; Allah'ın hiçbir mekânla sınırlı olmayan katı.

i'laf

  • (Alef. den) Hayvana yem verme.

i'lan

  • Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak.
  • Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme.
  • Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.

i'lem

  • "Bil!" mânasına gelir.

i'lem eyyühe'l-aziz" notekey

  • 'Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!' mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade.

i'mal

  • Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek.
  • Kullanmak.
  • Zabt, idare ve hâkimlik etmek.
  • Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek.

i'tikad

  • İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak.

i'tilan

  • Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma.
  • Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.

i'timaden

  • İtimad ederek, dayanarak, güvenerek.

i'tinan

  • Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma.
  • İnsanın önüne durma.

i'tisab

  • Sinirlenme, asabileşme.
  • Kanaat etme.

iade

  • Geri vermek. Eski haline getirme.
  • Mukabilini yapma. Karşılığını yapma.
  • Avdet ettirmek.
  • Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.

iane

  • Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey.

ibarat

  • (Tekili: İbare) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler.

ibaret / ibâret / عبارت

  • Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek.
  • Rüya tabir etmek.
  • Meydana gelen, oluşan.
  • Meydana gelmiş, kadar.
  • Meydana gelen, oluşan. (Arapça)

ibaret olan

  • Meydana gelen, oluşan.

ibaret-inass / ibâret-inass

  • Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

ibcal

  • Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.)

ibda / ibdâ

  • Meydana getirme.
  • Yaratma.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

ibda-i san'at / ibdâ-i san'at

  • Benzersiz güzellikte sanat eseri meydana getirme.

ibn-üz zina / ibn-üz zinâ

  • Zinâ sonucu meydana gelen çocuk. Piç.

ibnullah

  • "Allahın oğlu" mânâsında sapkınlık ifade eden bir tabir.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B

ibrahim bin edhem

  • Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.

ibraz

  • Göstermek. Meydana koymak.

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.

ibtilac

  • Meydana çıkma, zuhur etme, görünme.

ibtina'en / ibtinâ'en / ابتناء

  • Dayanarak. (Arapça)

ibtinaen

  • İbtinâ ederek, mübteni olarak, dayanarak.

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icab

  • Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
  • Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.

icad

  • Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.

icareteyn

  • Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina.

icaz / icâz / îcâz

  • (İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.
  • Sözü kısa söyleme.
  • Az sözle çok mânâ anlatma.
  • Az sözle çok mânâ anlatma.
  • Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
  • Vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme.

icaz-ı bittakdir

  • Maksadı az sözle ifade etmekle beraber fazla olan etraflı mânaların zuhurudur.

icaz-ı hasr

  • Lafzan hiçbir hazf olmadığı halde, ibârenin mânaca zengin olmasıdır.

icaz-ı hazf

  • Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır.

icaz-ı kur'ani / îcâz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın vecizliği, az sözle çok mânâlar anlatması.

icaz-ı mu'ciz / îcâz-ı mu'ciz

  • Mu'cizeli vecizlik; mu'cizeli bir şekilde az sözle çok mânâlar ifade etme.

icaz-ı muhill

  • Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.

icaz-ı mutneb / îcâz-ı mutneb

  • Az sözle çok mânâlar ifade etme; bir kelime veya sözün çağrıştırdığı bütün mânâları, açıklama yapmamak sûretiyle kastetme.

icazdarane / icâzdârâne

  • Az sözle çok mânâ anlatırcasına.

icazkar / icâzkâr / îcazkâr

  • İcazlı, sözü az mânâsı çok.
  • Îcazlı, az sözle çok mânâlar anlatan, veciz.

icazkarane / îcazkârâne

  • Vecizeli bir şekilde, az sözle çok mânâlar ifade ederek.

icazlı / îcazlı

  • Az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü.

ichar

  • (Cehr. den) Sesle okuma.
  • Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama.

ıcl

  • Dana, sığır yavrusu.

icl

  • Dana. Sığır yavrusu.
  • Dana, buzağı.
  • Dana.

icmal-i mahiyet / icmâl-i mahiyet

  • Mânâ ve mâhiyetinin özeti, neticesi.

icne

  • Tıb : Yanak kemiği.

icra vekilleri hey'eti

  • Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana gelen hey'et.

icra-yı tesir / icrâ-yı tesir

  • Tesir meydana getirme, tesir etme.

icraat

  • (Tekili: İcrâ) Meydana getirilen işler. Yapılan işler.
  • Ameliyat. Tatbikat.

ictihad / ictihâd

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle
  • İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.

içtihad-ı şer'i / içtihad-ı şer'î

  • Şeriat hükümlerine dayanarak yapılan içtihad.

içtihadat / içtihadât

  • İçtihatlar; dinen kesin olarak belirtilmeyen konularda Kur'ân ve hadîse dayanarak hüküm çıkarma işlemleri.

içtihadat-ı şer'i / içtihadât-ı şer'i

  • Şeriat hükümlerine dayanarak yapılan içtihatlar.

içtihadi / içtihadî

  • İçtihatla ilgili; dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadise dayanarak hüküm çıkarmayla ilgili olan.

içtima eden / içtimâ eden

  • Toplanan.

ictima-i sakineyn / ictima-i sâkineyn

  • İki sessiz harfin yanyana bulunması.
  • Ast: İki gezegenin yan yana gelmesi.

ictinah

  • Bir yana eğilme, meyletme.
  • Secde etme.
  • (Hayvan) bir tarafa meyilli koşma.

idarehane

  • Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak iş gördükleri yer ve dâire. (Farsça)
  • Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine bakılan dâire. (Farsça)

iddet

  • Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.

iddet-i haml

  • Fık: Çocuk doğurmakla biten iddet. Kocası ölen veya boşanan gebe kadının, çocuğun doğmasını beklemesi demektir.

iddihar edilen

  • Biriktirilen, depolanan.

iddihar olunan

  • Biriktirilen, depolanan.

ideoloji

  • İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi. (Fransızca)

ıdfe

  • Ondan elliye varana kadar olan erkekler.
  • Kıt'a.
  • Akşam vakti.

idhan

  • (Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma.

idma'

  • Kan alma.
  • Kanatma.

ifade-i mana / ifade-i mânâ

  • Bir mânânın ifade edilmesi.

ifahe

  • Kan fışkırtma.
  • Kanatma.

ifcas

  • Mânâsız ve münasebetsiz şeylerle kibirlenme.

ifdah

  • (Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma.

ifla'

  • Sütten ayırma, memeden kesme.
  • Yabana kaçma.

iflak

  • şiir okurken fesahat üzerine olmak.
  • Mâna ve kelime icad etme.

iflas

  • Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak.
  • Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi.

ifrazciyan

  • Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir.

ifrit / ifrît / عفریت

  • Mitolojik canavar. (Arapça)

ifşa

  • (Çoğulu: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.

ifşaat

  • (Tekili: İfşa) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.

iftariyye / iftâriyye / افطاریه

  • İftarlık, iftar için hazırlanan yiyecek. (Arapça)

iftitah tekbiri

  • Namaza başlarken alınan tekbir. Namaz, her nevi dünya meşguliyetinden alâkayı keserek kılındığı için, Allahü Ekber diye iftitah tekbirini alarak namaza başladıktan sonra ibadet esnasında dünya işi haram olup namazı bozar. Bu mâna için bu tekbire, tahrime adı da verilir.

iğneli fıçı

  • Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer.

iğtişaş / iğtişâş / اغتشاش

  • Karışıklık, kargaşa, anarşi. (Arapça)

iğtişaşat / iğtişâşât / اغتشاشات

  • Karışıklıklar, anarşiler. (Arapça)

ihale / ihâle

  • İşi uygun olana verme.

iham

  • Vehme düşürmek, vehimlendirmek.
  • Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak.

iham-ı kabih

  • Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ihbarat-ı gaybiye-i kur'an / ihbârât-ı gaybiye-i kur'ân

  • Geçmiş ve gelecek zamana ait olan haberleri bildiren Kur'an.

ihcac

  • Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir, menub veya mahcucun anh" da denir.

ihdas / ihdâs / احداث

  • Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak.
  • İcad etme, bir şeyi meydana getirme.
  • Kurma, oluşturma, meydana getirme. (Arapça)
  • İhdâs edilmek: Kurulmak, oluşturulmak, meydana getirilmek. (Arapça)
  • İhdâs etmek: Kurmak, oluşturmak, meydana getirmek. (Arapça)
  • İhdas olunmak: Kurulmak, oluşturulmak, kon (Arapça)

ihfik

  • Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.

ihnac

  • Bir şeyi bir yana eğme.

ihrac

  • Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.

ihraz eden

  • Kazanan.

ihtimal

  • (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek.
  • Kabul eylemek.
  • Yükselip götürmek.
  • İhsana mukabil şükretmek.
  • Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.

ihtirasat-ı hayvaniye / ihtirâsât-ı hayvâniye

  • Hayvânî ihtiraslar, hayvanî duygulardan kaynaklanan aşırı istekler, tutkular.

ihtisab resmi

  • Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para cezalarının umumi adı.

ihtiyaci / ihtiyacî

  • İhtiyaçtan kaynaklanan.

ihtiyar-ı cüz'i / ihtiyar-ı cüz'î

  • Cüz'î irade, insana ait sınırlı seçme ve dileme özgürlüğü.

ihtiyaten / ihtiyâten / احتياطا

  • Tedbirli davranarak, ihtiyatlı olarak. (Arapça)

ihtiyati / ihtiyatî

  • İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan.

ihvan-ı basafa / ihvan-ı bâsafa

  • Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ihzar edilen

  • Hazırlanan.

ika / îkâ

  • Salma, meydana getirme.

ika' / ikâ' / îka'

  • (Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek.
  • Dayanma, istinad etme.
  • Dayanacak bir şey verme.
  • Meydana getirme, gerçekleştirme.

ikahe

  • Düşmana üstün gelme, galibiyet.

ikale

  • Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi.
  • Demediği halde "Dedin" diye iddia etme.

ikame

  • Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek.

ikamet / ikâmet

  • Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.
  • Oturmak, bir yerde kalmak.

iki dirhem bir çekirdek

  • Mc: "Pek süslü" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir.

ikilik

  • t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para.
  • İki kısımdan meydana gelmiş.
  • Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma.

ıklid / ıklîd

  • (Çoğulu: Akalîd) Anahtar, miftah.

iklil

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç manâsına da gelir.

ikna'

  • Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak.
  • Ayakta iki tarafa bakmadan durmak.

ikrah-ı nakıs / ikrah-ı nâkıs

  • Huk: Dayak ve hapis gibi keder ve elemi gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyet.

ikrahen

  • İstemiyerek, tiksinerek. Zorlanarak.

ikram buyurulan

  • Bağışlanan, ihsan edilen.

ikramiye

  • Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye.
  • Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para.
  • Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para.
  • Satıcı tarafından pazarlığın hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey

ikrar bi-l kitabe

  • Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır.

iksir-i ism-i azam / iksir-i ism-i âzam

  • Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olan isminin güçlü tesiri.

iktibas

  • Ödünç almak.
  • Bir kelimeyi, bir cümleyi veya bunların mânâlarını olduğu gibi alma, aktarma.

iktirab

  • (Kurb. dan) Yanaşma, yaklaşma, takarrüb.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

ila / ilâ / îlâ

  • Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.)
  • "Kadar" mânâsında ön ek.
  • Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.

ila ahiri hayalatihim / ilâ âhiri hayalâtihim

  • "Sonuna kadar bütün bunlar onların hayalleridir" mânâsında Arapça bir ibare.

ila ahirihi / ilâ âhirihî

  • "Aynı şekilde devam eder" mânâsına gelen bir ifade; sonuna kadar.

ila-ahir / ilâ-âhir

  • Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.)

ilahi / ilâhî

  • "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.
  • Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği.

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

ile-l-an

  • Şimdiye kadar, bu âna kadar.

ilham / ilhâm

  • Allah tarafından kalbe gelen mâna.
  • Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ.
  • Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
  • Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
  • Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.
  • Allah tarafından kalbe gelen mânâ.

ilham-ı evliya

  • Evliyanın kalbine doğan mânâ.

ilhamat / ilhâmât

  • İlhamlar. Allah tarafından kalbe gelen mânalar.
  • İlhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar.
  • İlhamlar, kalbe gelen mânâlar.

ilka-ı külli / ilka-ı küllî

  • Allah tarafından bir kişinin kalbine geniş mânâların verilmesi.

ill

  • Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice "il", ilâh demek olduğu da söylenmiştir.

illa / illâ

  • (İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).

illet

  • Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.

ilm

  • (İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek. (İlim, hakikatı bilmekten ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir. Marifet, tefekkürle bilmek mânasına olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'a nisbeti câiz olmaz. Gerek huzurî olsun (ilm-i İlâhî

ilm-i batın / ilm-i bâtın

  • Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.

ilm-i bedi' / ilm-i bedî'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz
  • Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.

ilm-i cifir

  • Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen ilim.

ilm-i huduri / ilm-i hudûrî

  • Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.

ilm-i huruf

  • Gr: Harflerden mâna çıkarıp tefsir etmek ilmi. (Ebced hesabında olduğu gibi)

ilm-i imani / ilm-i imanî

  • İmana ait ilim.

ilm-i mevalid

  • Tabiat, eşya ilmi. Hayvanat, nebatât ve maddelerine ait ilim.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

ilm-i nücum

  • İlm-i Ahkâm-ı Nücum da denir. Yıldızların ahvalinden, hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak ve araştırmak ilmidir.

ilm-i tefsir / ilm-i tefsîr

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.

ilm-i yakin / ilm-i yakîn

  • İlmî delillere dayanan kesin bilgi.

ilmelyakin / ilmelyakîn

  • İlmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme.

ilmihal / ilmihâl

  • "Hâl ilmi" mânâsında herkese gerekli olan dinî hükümleri bildirmek maksadıyla yazılan kitaplara verilen isim.

ilmiye rütbeleri

  • İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği.

ilmühaber

  • (İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika.
  • Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula.

iltihab-ı edeme

  • Tıb: Cildin iltihablanarak katılaşması.

iltiyam-pezir

  • İyi olabilir, kapanabilir yara. (Farsça)

iltizam-perverane

  • Bağlanarak, sarılarak.

ima / îmâ

  • İşaret.
  • Gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme.

imaen / îmaen

  • Gizli ve ince bir mânâyı göstererek, işaret ederek.

imam-ı malik / imam-ı mâlik

  • (Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

iman-ı taklidi / iman-ı taklidî / îmân-ı taklîdî

  • Araştırmaksızın, taklide dayanan iman.
  • Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.

iman-perver

  • İmana düşkün.

imani / imânî

  • İmanla ilgili, imana dair.

imdad

  • Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır.
  • Yardıma gönderilen kuvvet.
  • Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek.

imdadiye

  • Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.

imkan / imkân / امكان

  • Olanak. (Arapça)

imkan-ı örfi / imkân-ı örfî

  • Emsaline pek az rastlanan hârika bir âdet veya keramet gibi.

imma

  • (Terdid edatıdır) "Ya, veya" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder.

immisar

  • (İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak.
  • Hâil, perde.

imtina / imtinâ

  • Çekinme, yanaşmama, imkânsız olma.

inabe yolu / inâbe yolu

  • Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.

inadi / inâdî

  • İnada dayanan.
  • İnada dayanan.

ınak

  • Kucaklaşıp sarılma, muânaka.

inbias

  • Gönderilme, yollanma.
  • İleri gelme, meydana çıkma.

incam

  • Meydana çıkarma.
  • (Yağmur) dinme.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

indeke

  • Senin yanında. Sana göre.

indi / indî / عندی

  • Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre.
  • Bana göre. Bence.
  • Kişisel, kişinin kendi kanısına dayanan. (Arapça)

indifa

  • Def olma.
  • Meydana çıkma. Yerden fışkırma.
  • Söze girişme.
  • Geri çekilme.
  • Başlama.
  • Teveccüh eyleme.
  • Yer yer baş gösterme.

indifa-i bürkani / indifa-i bürkanî

  • Volkan püskürüğü, yanardağdan çıkan lâvlar.

infitah

  • Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya

inhirat

  • Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
  • Zarar verme, ziyana sokma.
  • İpliğe boncuk dizme.
  • Beden çelimsizlenip zayıflama.
  • Bir yola süluk etme, girme.

inkılab-ı azim-i dini / inkılâb-ı azîm-i dinî

  • Dinî sahada meydana gelen büyük çaplı köklü değişim.

inkılab-ı azim-i içtimai / inkılâb-ı azîm-i içtimaî

  • Toplum hayatında meydana gelen büyük değişim.

inkılab-ı azim-i islami / inkılâb-ı azîm-i islâmî

  • İslâmın meydana getirdiği büyük değişim.

inkılab-ı sayfi / inkılâb-ı sayfî

  • İlkbaharın bitip, yaz mevsiminin balayışı. Gün dönümü. (21 hazirana rastlar.)

inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye / inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye

  • Kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler.

inkılabat-ı zaman / inkılâbât-ı zaman

  • Zaman içinde meydana gelen değişmeler.

inkılabat-ı zamaniye / inkılâbât-ı zamaniye

  • Zamana bağlı olarak meydana gelen değişimler.

inkişaf

  • Açılma. Meydana çıkma.
  • Yetişme.
  • Terakki etme, ilerleme.
  • Gizli sırların bilinmesi.

inna / innâ

  • (İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.)

inşaallah / inşâallah

  • Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.

insaflı

  • Vicdana uygun davranan.

insan

  • Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.

insani / insanî

  • İnsana ait.
  • İnsana ait, insanla alâkalı.

insaniyet

  • İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum.

insi / insî

  • İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden.

inşikak-ı asa / inşikak-ı âsâ

  • Değneğin bölünmesi, âsânın ikiye ayrılması; 'ihtilaf ve ayrılıklarla, birliğin bozularak kuvvetin dağılması' mânâsında bir deyim.

inşilal

  • Şiddetle dökülerek akma.
  • (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme.

inşimar

  • Sallana sallana yürüme.

intac

  • Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme.

intani / intanî

  • Mikroplu, mikroptan meydana gelen.

intibah-ı ruhi / intibah-ı ruhî

  • Ruhta meydana gelen uyanış.

intibaha düşen

  • Uyanan.

intibaha gelen

  • Uyanan.

ıntıfa

  • Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma.

intisaben

  • Bağlanarak, mensup olarak.

intizam-ı manevi ve hayati / intizam-ı mânevî ve hayatî

  • Hayata ve mânâya ait düzenlilik.

inziva

  • Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.

inzivagah / inzivagâh

  • İnziva yeri, yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşanan yer.

ipotek

  • Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin. (Fransızca)

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

irade-i aliye

  • Tar: Sadrazam tarafından verilen emir. Bu emir yazılı olduğu gibi, şifâhi de olurdu. Yazılı olana "iş'arat-ı âliye" de denilirdi.

ırak-ı acem / ırâk-ı acem

  • (Acem Irakı) Tar: Irak'ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad.

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irhasat / irhâsât

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika hâller, belirtiler.

irhasat-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler.

irsad

  • Gözetlemek.
  • Hâzır ve âmâde eylemek.
  • Mükâfat vermek.
  • Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun. (Baki)

irsen

  • Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile.

irtibat

  • Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık.
  • Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.

irticac

  • Çalkanmak. Heyecana gelme.
  • Sarsıntı. Muztaribane hareket etmek.

irtikaz

  • Çocuğun, ana karnında kımıldaması.
  • Çalkanıp durma.
  • Acı çekme, ıztırâb duyma.

irtişaf

  • Emerek ve azar azar içme.
  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.

ırza-i maderi / ırzâ-i mâderî

  • Çocuğu ana sütüyle besleme.

işaret-i hadisiye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek sözlerinin işaret ettiği mânâ, vermiş olduğu işaret.

işari mana / işârî mânâ

  • Bir ifâdenin bir şey hakkında açıkça değil, işâret ederek gösterdiği mânâ.

isbat

  • Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek.
  • Sabit ve muhkem kılmak.
  • Bâki ve pâyidar eylemek.
  • Delil. Bürhan. Şâhit.

isevi / îsevî

  • Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.

ishab

  • Çok söylemek.
  • Türlü şeylerden renk değiştirmek.
  • Bir şeye fazla tama' etmek.
  • Kuyu kazıp suyu bulamamak.
  • Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi.
  • Kuzu, anasını emmek.
  • Duvarı başı boş salıvermek.

ishan

  • Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak,

ışir

  • (Çoğulu: Aşâr) Çanak çömlek parçaları.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

iskele

  • Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal.
  • Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer.
  • Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba.
  • Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan lima

iskete

  • Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş.

islam-ı hakiki / islâm-ı hakîkî

  • Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.

islam-ı mecazi / islâm-ı mecâzî

  • Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.

islambol

  • Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı.

islami / islâmî

  • İslâm dininden kaynaklanan.

ism

  • (İsim) Ad, nâm.
  • Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız.
  • Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır.

ism-i a'zam

  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.

ism-i azam / ism-i âzam

  • Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı.

ism-i bedi' ve hakim / ism-i bedî' ve hakîm

  • Allah'ın örneksiz olarak, eşsiz bir şekilde yaratan, ismi ile her işini hikmetle yapan mânâsındaki ismi.

ism-i cami' / ism-i câmi'

  • Bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim.

ism-i hakem nüktesi

  • Hakem isminin ince mânâsı; Otuzuncu Lem'a'nın Üçüncü Nüktesi.

ism-i hakim / ism-i hakîm

  • Her şeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan mânâsında Allah'ın Hakîm ismi.

ism-i halık / ism-i hâlık

  • Herşeyi var eden yaratıcı mânâsında Allah'ın ismi.

ism-i mevsule

  • O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir.

ism-i tafdil

  • Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdil

ismat

  • Susturma, sükut ettirme.
  • Men'etmek.
  • Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on

isparçene

  • İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip.
  • Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri.

ispenah

  • Ispanak. (Farsça)

ispirtizma

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler. (Fransızca)
  • Cinlerle konuşup da ruhlarla konuştuklarını sananların fikri.

ispritizma

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler.

ispritizmacı

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan ve bu maksatla deneyler yapan kişi.

işrak

  • Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak.
  • Güneşlik yere dahil olmak.
  • Mc: Kalbe mânaların doğması.

isti'sa'

  • (İsyan. dan) İsyan etme. Anarşistlik ve zorbalık yapma.

istiarat / istiârât

  • İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.

istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire

  • Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.

istiare / istiâre

  • Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak.
  • Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana "arsl
  • Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.
  • Ödünç alma.
  • Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanma.

istibda

  • (İstibra') Ayırmak. Uzak etmek.
  • Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek.
  • Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek.

istibraz

  • Meydana çıkarmak, açığa vurmak.

istidari / istidarî

  • Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan.

istidlal / istidlâl

  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
  • Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.
  • Delil getirme, delile dayanarak hüküm çıkarma.

istidrac

  • Derece derece yükselmeyi isteyiş.
  • Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.

istifade eden

  • Yararlanan.

istifadeten

  • Faydalanarak.

istihare / istihâre / استخاره

  • Bir işin nasıl sonuçlanacağını anlamak için ibadetten sonra uykuya yatma. (Arapça)

istihdam

  • Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek.
  • Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: "Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi" cümlesinde olduğu gibi.

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.

istihlak / istihlâk

  • Tüketme, kullanarak yok etme.

istihrac

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.
  • Birşeyin içinden bir şey çıkarma; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden mânâ çıkartma.

istihrac-ı gaybi / istihrac-ı gaybî

  • Gaybî haberlerden mânâ çıkarma.

istihracat

  • Çıkarımlar; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden çıkartılan mânâlar.

istihsan

  • Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek.
  • Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.

iştikak

  • Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
  • Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
  • Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i

istikfaf

  • (Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma.
  • Yetişme.
  • Dilenci gibi el uzatma.

istila / istilâ

  • Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

istimal eden

  • Kullanan.

istimbot

  • ing. Küçük vapur, çatana.

istinad eden

  • Dayanan.

istinaden / istinâden / استنادا / اِسْتِنَادًا

  • İstinad ederek. Dayanarak, güvenerek.
  • Dayanarak.
  • Dayanarak.
  • Dayanarak. (Arapça)
  • Güvenerek. (Arapça)
  • Dayanarak.

istinadgah / istinadgâh / استنادگاه

  • Dayanak.
  • Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse. (Farsça)
  • Dayanak.
  • Dayanak. (Arapça - Farsça)

istinadgah-ı manevi / istinadgâh-ı manevî

  • Mânevî dayanak noktası.

istinadi nokta / istinadî nokta

  • Dayanak noktası.

istinat eden

  • Dayanan.

istinatgah / istinatgâh

  • Dayanak noktası.

istinatsız

  • Dayanak noktası olmadan.

istinbat / istinbât

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.
  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
  • Bir sözden gizli bir mânâ çıkarma.

istinbat etmek

  • Gizli mânâyı ortaya çıkarmak.

istinbatat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma işlemleri.

istinka / istinkâ

  • İstincâdan sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.

iştirak

  • Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak.
  • Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: "Ayn" kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir.

istiva / istivâ

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.

istizah

  • Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
  • Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.

isyan eden

  • Başkaldıran, ayaklanan.

ita

  • Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi.

itba'

  • Tâbi' kılmak. Ardına katmak.
  • Gr: Bir kelimenin sonuna ilâve edilen tekerleme nev'inden mânasız söz. (Yazmak mazmak, Okumak mokumak gibi.)

itfa'

  • Söndürme. Bastırma. Dindirme.
  • Bir borcu ödeyerek bitirme.
  • Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi.

ithamname

  • İddianame. (Farsça)

itikad eden

  • İnanan.

ıtk-ı müneccez

  • Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben "seni azad ettim." demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur.

ıtk-ı muzaf

  • Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. "Sen gelecek ayın başında hürsün." denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir.

itka' / itkâ'

  • Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma.
  • Yaslanma.

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

ıtlak etmek

  • Belli bir sınır getirmeden genelleme yapma; Allah'ın kitap gönderdiği bir peygambere ve dine inanan insanları, yani Hıristiyan ve Yahudileri de hükmün kapsamı altına almak.

ıtlakat / ıtlâkât

  • Mutlak bırakmalar; işaret ettiği fertlerden teklik, çokluk gibi belli bir mânâ ile kayıtlamama, serbest bırakma.

itmi'nan-ı kalb / itmi'nân-ı kalb

  • Yürekten inanma, kalbinde şüphe ve vesvese bulunmaksızın tam bir kanaatla inanma.

itminan / itminân

  • Emin olma, kanaat sahibi olma.

itminan-ı kalb / itminân-ı kalb

  • Kalben tam kanaatle inanma.

itminankarane / itminankârâne

  • Tam inanarak.

ittifak ve tahkik

  • Bir gerçek üzerinde birleşme ve delillere dayanarak ispat etme.

ittihad-ı ehl-i iman

  • İnananların birliği.

ittihad-ı muhammedi / ittihad-ı muhammedî

  • "Muhammedî birlik" mânâsına gelen ve 5 Nisan 1909'da İstanbul'da kurulan bir cemiyet.

ittihamkarane / ittihâmkârâne

  • Suçlanarak.

ittisak

  • Yan yana dizilme, sıralanma.

ıyal / ıyâl

  • Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi.

iyani / iyanî

  • Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izafe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izah buyurulan

  • Açıklanan.

izah edilen

  • Açıklanan.

izar / izâr / عذار

  • Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı.
  • Yanak. (Arapça)

izdiham

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.

izhar / izhâr

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.
  • Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.

izhar etme

  • Meydana çıkarma, gösterme.

izhar-ı izzet ve saltanat

  • İzzet ve saltanatı gösterme; âşikâr etme.

izn-i amm / izn-i âmm

  • Herkese müsaadeli olan.
  • Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması.

iztiba / iztibâ

  • Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.

ıztımar

  • Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme.
  • İnce belli olma.

izzü-d-devle

  • Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan.

jajha

  • Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan. (Farsça)

jajhayan

  • Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar. (Farsça)

jajhayi / jajhayî

  • Mânâsız söyleyicilik. (Farsça)

jajhor

  • Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan. (Farsça)

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

jest

  • Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket. (Fransızca)

jüri

  • Bir mesele hakkında hüküm vermek için toplanan heyet.
  • ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat.

jurnal

  • İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor. (Fransızca)

ka'b

  • (Çoğulu: Kıâb) Ağaç çanak.

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

kaakı'

  • Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.

kaba'ser

  • (Çoğulu: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu.
  • Deniz canavarlarından bir canavar.

kabe-i saadet / kâbe-i saadet

  • Saadet ve mutluluğa ulaştıran ana yön, merkez.

kabil-i iltiyam

  • Kaynaşabilir, kapanabilir.

kabil-i kıyas / kâbil-i kıyas / قابل قياس

  • Kıyaslanabilir, karşılaştırılabilir.

kàbil-i tatbik

  • Uygulanabilir.

kabiliyet-i telkiha / kabiliyet-i telkîha

  • Aşılanabilir olma, aşı tutmaya elverişli ve kabiliyetli olma.

kabl-ez zuhur

  • Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kabza

  • Tutacak, tutanak yeri, sap.
  • Bir avuç, bir tutam, bir el dolusu şey.
  • Pençe.

kad

  • Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.

kadah

  • Küçük toprak çanak.

kaddesallahü teala esrarehümül'aziz / kaddesallâhü teâlâ esrârehümül'azîz

  • Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.

kaddese

  • Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)

kademkeş

  • Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen. (Farsça)

kader

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kadime

  • Ordunun ileri karakolu.
  • Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.

kaffal

  • Çilingir. Anahtarcı.

kaffe-i esbab-ı sübutiye / kâffe-i esbab-ı sübutiye

  • Bir meselenin sağlam dayanaklara sahip olduğunu gösteren sebepler.

kafiye

  • Şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı sesi veren hecelerin benzeşmesi.

kafiye-perestlik

  • Kafiye için mânâyı feda edecek derecede kafiyeye önem vermek, birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânâyı arka plâna atmak.

kafiyeperestlik

  • Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.

kafur / kâfur

  • Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde.
  • Cennette bir kaynak ismi.

kahilane / kâhilane

  • Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. (Farsça)

kahraman

  • (Çoğulu: Kahramanan) Yiğit, cesur, bahadır. (Farsça)
  • Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. (Farsça)
  • İş buyuran, hüküm sâhibi. (Farsça)

kaide

  • Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık.
  • Dip taraf.
  • Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus.
  • Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri.
  • Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.

kaidevi / kaidevî

  • Kaide ve kural ile alâkalı.
  • Mat: Tabana ait.

kail ve kani

  • Bir konuda kesin kanaat sahibi olma ve dile getirme.

kainatın sanii / kâinatın sânii

  • Kâinatı, evreni ve içindeki herşeyi sanatla yaratan Allah.

kala / kâla

  • Kumaş. (Farsça)
  • Ev eşyası, giyim eşyası. (Farsça)
  • Sermaye, anamal. (Farsça)

kalb gözü

  • Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.

kalb-i muntazam

  • Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi.

kalbgah / kalbgâh

  • Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. (Farsça)
  • Canevi. (Farsça)

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kallidna / kallidnâ

  • Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).

kamara

  • Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar.
  • Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar.
  • Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme.
  • Avrupa devletlerinde millet meclisi.

kamet / kâmet

  • Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler.

kamıh

  • Tarhana.
  • Kokutup ekşitilmiş şey.

kamuflaj

  • Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. (Fransızca)

kanaat / kanâat / قناعت

  • Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.
  • Yetinme. (Arapça)
  • Kanaat etmek: Yetinmek. (Arapça)

kanaat eden

  • İnanan.

kanaat-bahş

  • Kanaat verici, tatmin eden, doyurucu.

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

kanaat-i ilmiye

  • İlmî kanaat, ilmî görüş.

kanaat-ı imaniye

  • İmanî düşünce, fikir, imanın vermiş olduğu kanaat.

kanaat-i imaniye

  • İmanî kanaat, iman bakımından tatmin olma.

kanaat-i kalbiye

  • Kalbî kanaat, kalben tatmin olma.

kanaat-ı kamile / kanâat-ı kâmile

  • Tam ve yerinde bir kanaat.

kanaat-i kamile / kanaat-i kâmile

  • Tam, eksiksiz kanaat.

kanaat-i kat'i

  • Kesin kanaat.

kanaat-ı kat'iye

  • Kesin kanaat, inanma.

kanaat-i kat'iye / kanaat-i kat'îye

  • Kesin kanaat.

kanaat-i siyasiye

  • Siyasî kanaat, görüş.

kanaat-i tamme

  • Tam, kesin kanaat.

kanaat-ı vicdaniye

  • Vicdanî kanaat, vicdana ait fikir.

kanaat-i vicdaniye

  • Vicdanen elde edilen kanaat.

kanaatbahş / kanaâtbahş

  • Kanaat verici, inandırıcı. (Farsça)
  • Kanaat veren.

kanaatçe

  • Kanaat olarak, fikirce.

kanaatkar / kanaatkâr

  • Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden. (Farsça)

kanaatkarane / kanaatkârane / kanaâtkârâne

  • Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. (Farsça)
  • Kanaat edercesine.

kanat / kanât / قنات

  • (Çoğulu: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu.
  • Sopa, mızrak.
  • Yeraltı su kanalı. (Arapça)

kanavat

  • (Tekili: Kanât) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları.
  • Mızraklar, sopalar.

kane / kâne

  • (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.

kangren

  • Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.

kani / kanî / kâni / قانع

  • Kanaat eden, inanmış.
  • Yetinen, kanaat eden. (Arapça)
  • Kâni etmek: İkna etmek. (Arapça)
  • Kâni olmak: İkna olmak. (Arapça)

kani'

  • (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen.
  • Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.

kanu'

  • Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.

kanun / kânun

  • Ocak. Ateş yanan yer. Zaman.
  • Kış mevsimi.
  • Sakil, ağır adam.
  • Kış mevsiminin ilk iki ayı.
  • Mangal. Soba.

kanun-u esasi / kanun-u esâsî

  • Ana prensipler, ana esaslar; anayasa.

kanun-u esasi-i kur'ani / kanun-u esasî-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın ana prensibi, ana esası.

kanun-u esasi-yi beşeriye / kanun-u esasî-yi beşeriye

  • İnsanların temel kanunu, anayasası.

kanun-u esasiye

  • Temel kanun, anayasa.

kanun-u kader-i ilahi / kanun-u kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar.

kanun-u saltanat

  • Saltanat, hükümranlık kânunu.

kanun-u teşekkülat / kanun-u teşekkülât

  • Meydana geliş kanunu.

kanunname

  • Kanun kitabı. Anayasa. (Farsça)

kar / kâr

  • (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. (Farsça)
  • "Yapan, eden" mânâsında son ek.

karabet-i sıhriyye

  • Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.

karbonik

  • Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. (Fransızca)

kare

  • Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen.
  • Koyun sürüsü.

karen

  • (Çoğulu: Akrân) Ok mahfazası.
  • Kılıç.
  • Ok.
  • İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve.
  • Çatık kaşlı olmak.
  • "Yakınlık" mânâsına mastar.
  • Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.

karih

  • (Çoğulu: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan.
  • Dişleri tam olan davar.

kariha-zad / kariha-zâd

  • Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. (Farsça)

karin / karîn

  • Yan yana, yakın.

karine-i mania / karine-i mânia

  • Bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz mânâda kullanıldığını gösterir.

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret; bir sözün asıl mânâsının anlaşılmasına engel teşkil eden işaret.
  • Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.

kariz / kâriz / كاریز

  • Yeraltı su kanalı. (Farsça)

karn

  • Zaman, devre.
  • Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
  • Yüz yıllık zaman. Asır.
  • Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki

kas'a

  • (Çoğulu: Kısâ') Çanak, kâse.
  • Yemek kabı.

kas'a-lis

  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.

kase / kâse / كاسه

  • Tas, çanak.
  • Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. (Farsça)
  • Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik. (Farsça)
  • Kap, çanak.
  • Çanak, kâse. (Farsça)

kase-lis / kâse-lis

  • (Kâselis) Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. (Farsça)
  • Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. (Farsça)
  • Dilenci. (Farsça)

kase-lisan / kâse-lisan

  • (Tekili: Kâselis) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar.

kaselis / kâselis / kâselîs / كاسه ليس

  • Çanak yalayıcı, dalkavuk.
  • Çanak yalayıcı.
  • Çanak yalayıcı. (Farsça)

kasem-i istimdad

  • Yardımcı, kuvvetlendirici mânâsındaki yemin.

kasib / kâsib / كاسب

  • Kesbeden, kazanan, kazanmak için çalışan, kazanç sahibi.
  • Kazanan. (Arapça)

kaside-i emali / kasîde-i emâlî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.

kaşif / kâşif

  • Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan.
  • Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
  • Keşfeden, bulan, meydana çıkaran.

kat'i delil / kat'î delîl

  • Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.

kat'iyy-üd delale

  • Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu.

kat'iyyü'd-delalet / kat'iyyü'd-delâlet

  • Metnin mânâya olan işareti kesin olması, "Acaba metinden bu mânâ mı kastediliyor?" şeklinde bir şüphenin bulunmaması.

kat'iyyü'd-delalet olmak / kat'iyyü'd-delâlet olmak

  • Sözün hangi mânâyı gösterdiği kat'î ve şüphesiz olmak.

katran

  • (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.

kavadim

  • (Tekili: Kadime) Kuyruklar.
  • Kuşların kanatlarının ön tüyleri.

kavanin-i esasiye / kavânîn-i esâsiye

  • Ana yasalar, ana kanunlar.

kavanin-i teşkiliye / kavânîn-i teşkiliye

  • Oluşma, meydana gelme kanunları.

kavl-i racih / kavl-i râcih

  • Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir.

kavl-i şarih / kavl-i şârih

  • Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.

kavme

  • Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.

kavmi / kavmî

  • Kavme ait; olumsuz mânâda milliyetçilikle ilgili.

kavs-ı mevhume / kavs-ı mevhûme

  • Vehmedilen, varsayılan yay; sanal yay.

kayd

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası.

kaynan

  • At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kaza / kazâ / قَضَا

  • Allah'ı takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi; kaderde yazılı olanın meydana gelmesi.
  • Kaderde olanın meydâna gelmesi.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.
  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza-i muallak / kazâ-i muallak

  • Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

kaza-yı ilahi / kazâ-yı ilâhî / قَضَايِ اِلٓه۪ي

  • Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kazā-yı rabbani / kazā-yı rabbânî / قَضَايِ رَبَّان۪ي

  • Terbiye edici olan Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kazım / kâzım

  • Öfkesini yenen, meydana vurmayan.

kaziye

  • Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm.
  • Karar. Fikir. İfâde.
  • Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz.
  • Hükmeylemek.
  • Hükümet.

kaziye-i tasdiki / kaziye-i tasdikî

  • Delillerle tasdik edilip onaylanan hüküm, önerme.

ke

  • "Gibi" mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi)
  • Harfin ve kelimenin sonuna gelirse "sen" zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın)

ke's / كأس

  • Çanak.
  • Kadeh. Dolu kadeh.
  • Çanak. (Arapça)
  • Kadeh. (Arapça)

kebab

  • Ateşte pişirilen et.
  • Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.

kederengiz

  • Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. (Farsça)

keffaret

  • (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
  • Günahtan arınma.

keffaret-i katl

  • Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.

keffaret-i yemin

  • Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir ol

keffaret-i zıhar / keffâret-i zıhâr

  • Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

keham

  • Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.)

kehanet / kehânet

  • Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

kelam / kelâm

  • Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde.
  • Allah'a mahsus bir sıfat.
  • Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir.
  • Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İ

kelam-ı pür-meal / kelâm-ı pür-meâl

  • Geniş mânâlı söz.

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kele

  • Yanak. (Farsça)

kelebçe

  • Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.

kelimat-ı imaniye

  • İmana ait kelimeler.

kelimat-ı kitab-ı kainat / kelimât-ı kitab-ı kâinat

  • Kâinat kitabının ifade ettiği mânâlı ifadeler.

kelimat-ı nahviye

  • Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.

kelime

  • Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.

kelime-i aliye / kelime-i âliye

  • Yüce mânâlar ifade eden cümle.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed sallalla

kelime-i tayyibe

  • Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.

kelime-i temcid / kelime-i temcîd

  • "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak Allahü teâlâdandır" demektir.

kelime-i tevhid / kelime-i tevhîd

  • "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Mânâsı şöyledir: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür, peygamberidir. Kelime-i tevhîde; Kelime-i ihlâs, Kelime-i takvâ, Kelime-i tayyibe, Da'vet-ül-hak, Urvet-ül-vüs kâ, Kelime-i semeret-ül-Cennet de denir.

kelimullah / kelîmullah

  • "Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın lakabı.

kelul

  • Kütelip kesmez olmak.
  • Göz nuru zayıf olmak.
  • Çocuğu ve anası olmayan şahıs.

kema / kemâ

  • (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) "Gibi" mânâsına gelir.

kemal-i mahviyet / kemâl-i mahviyet

  • Tam mânâsıyla tevâzu içinde olma, alçak gönüllülük gösterme.

kemal-i saltanat / kemâl-i saltanat

  • Saltanatın mükemmelliği, kusursuzluğu.

kemalat-ı insaniye / kemâlât-ı insaniye

  • İnsana ait mükemmel ve benzersiz özellikler.

kemençe

  • Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. (Farsça)
  • Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. (Farsça)

kemer

  • Yay gibi eğik olan yapı. (Farsça)
  • Bele bağlanan kuşak. (Farsça)
  • İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. (Farsça)

keramet / kerâmet

  • İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.

keramet-i ihlasiye / kerâmet-i ihlâsiye

  • İhlâsın neticesi olarak meydana gelen kerâmet.

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerim

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)

kerimane

  • Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde. (Farsça)

keş

  • "Çeken" mânâsında son ek.

kes'am

  • Pars (canavar).

kesane

  • İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette. (Farsça)

kesb eden

  • Kazanan.

kese

  • Kısa yol, kestirme yol.
  • Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)

keşende

  • "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) (Farsça)
  • Dayanan, tahammül eden, mütehammil. (Farsça)

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
  • Açma, meydana çıkarma, gizli bir şeyi bulma, bir sırrı öğrenme.
  • Allah tarafından ermişlere ilham edilen gizliyi bilme yetisi.

keşf-i esrar

  • Sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma.

keşf-i kablelvuku

  • Olmadan önce keşfetme, meydana çıkarma.

keşf-i raz / keşf-i râz

  • Gizli bir şeyi meydana çıkarma.
  • Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. (Farsça)
  • Sır toplamak, casusluk etmek. (Farsça)

keşfiyat

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de

keşiş

  • Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis) (Farsça)
  • Karabaş, evlenmez rahip, manastır rahibi.

keşişan / keşişân

  • (Tekili: Keşiş) Papazlar, manastır rahibleri.

keşişhane / keşişhâne

  • Kilise, manastır. (Farsça)

keşkul / keşkûl / كشكول

  • Dilenci çanağı. (Farsça)
  • Keşkül, bir tür tatlı. (Farsça)

kesretli

  • Çokça rastlanan, sayı itibariyle çok olan.

keşşaf

  • Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran.
  • Meşhur bir tefsir ismi.
  • İzci.

kesub

  • Çok kazanan ve kesbeden.

ketebe

  • Kâtibler. Yazıcılar.
  • Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde "Ketebehu; Onu yazdı" mânasında kulllanılır.

ketibe

  • Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.

kevkebe

  • Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. (Farsça)

keyfe

  • Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.

keymus

  • yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

keyyefe

  • (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.

kezm

  • Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama.
  • Men'etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Nefesin çıktığı yer.

kezz

  • Boğazına çıkana kadar yemek.
  • Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.

kıbb

  • Kişinin arkasında yumrulanan kemik.

kıl'

  • (Çoğulu: Kılâ) Gemi kanadı.
  • Eyerde oturmayan kimse.

kil-u-kal / kîl-u-kâl

  • Dedi-kodu. Gîbet.Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.

kila / kilâ

  • Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).

kımatr

  • Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kinai nevinden / kinâî nevinden

  • Kinâye türünden; bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı türünden.

kinaye / kinâye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı.
  • Mânâyı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtülü dokunaklı söz.

kinaye lafızlar / kinâye lafızlar

  • Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.

kinayet

  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san'atı.

kinayeten

  • Hem gerçek, hem de mecâzi mânâya gelebilecek bir sözü mecaz yönüyle kullanmak suretiyle, maksadını kapalı bir şekilde, dolaylı anlatarak.

kinetik

  • Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. (Fransızca)

kıntar

  • (Çoğulu: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar.
  • Çok mal.
  • Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.

kıraat-ı seb'a

  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kıraet-i şazze / kırâet-i şâzze

  • Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).

kıran

  • (Çoğulu: Kırânât) Yakınlık, mukarenet.
  • Ayrı iki şeyin birleşmesi.
  • İki gezegenin bir burçta bulunması.

kırzam

  • Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.

kıs

  • "Kıyas et, buna benzet, bununla ölç!" mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.)

kısa'

  • (Tekili: Kas'a) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.

kısas

  • Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.

kist

  • Kimdir? (mânâsına soru edâtı) (Farsça)

kıt'a

  • En az iki beyitten meydana gelmiş olan nazım parçası.

kitab ve sünnet / kitâb ve sünnet

  • Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri (söz, iş ve görüp de bir şey demedikleri hususlar) mânâsına olan bir terim.

kitab-ı mukaddes / kitâb-ı mukaddes

  • Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.

kitabi / kitabî / kitâbî

  • Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
  • Kitaba uygun, kitapla ilgili, ilâhî kitaplardan birine inanan.

kitablı kafirler / kitablı kâfirler

  • İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler.

kıvam

  • Dayanak, direk, temel.

kıyam

  • Ayakta durmak. Ayağa kalkmak.
  • Ayaklanmak. İsyan.
  • Ölümden sonra tekrar dirilmek.
  • Bir işe başlamak, devam etmek.
  • Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma.
  • Canlanmak.
  • Kıyâmet günü (mânâsına da gelir).
  • Namazın iftitah tekbiri

kıyam-ı binefsihi / kıyam-ı binefsihî

  • (Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya "Vâc

kıyamet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.

kıyamet-i mükerrere

  • Tekrarlanan kıyamet, defalarca ölüp dirilme.

kıyamet-i mükerrere-i nev'iye / kıyâmet-i mükerrere-i nev'iye

  • Her bir varlık türünde sürekli olarak tekrarlanan ve kıyameti andıran var olma ve yok olma hadiseleri.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyas-ı mukassim

  • Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")

kıyas-ı mürekkeb ve müteşa'ab

  • İkiden fazla mukaddemden (öncül) meydana gelen kıyas.

kıyas-ı temsili / kıyas-ı temsilî

  • Kıyaslama tarzında benzetme, analoji.

kıyasat-ı temsiliye / kıyâsât-ı temsiliye

  • Benzetmeye dayanan kıyaslar.

kızıl tehlike

  • Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.

klasik / klâsik

  • Zamanın değerini yitirmeyen, sanatta kuralcı, alışılmış.

kolordu

  • Üç tümen ve bağlı birliklerden meydana gelen büyük askerî birlik.

komita

  • (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.

komite

  • Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et. (Fransızca)
  • Bir iş için toplanan heyet.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

konsey

  • İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. (Fransızca)
  • Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. (Fransızca)
  • Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. (Fransızca)

konsolit

  • (Konsolide) Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili. (Fransızca)

korsan

  • itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası.
  • Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse.
  • Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.

ku'bere

  • Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.

kub

  • "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) (Farsça)

kuban

  • (Tekili: Kub) Vurucular, dövücüler. (Farsça)
  • Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

kubbe-nişin

  • İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri. (Farsça)

kudam

  • Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur) (Farsça)

kuddise sirruh

  • Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.

kuddus / kuddûs

  • "Temiz olan ve temizlikleri yaratan" mânâsında ilâhî isim.

kuddusi / kuddusî

  • Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait.
  • Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.

küfr

  • Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene "kâfir" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür.
  • Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. İmansızlık.
  • Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak. Müslümanlığa uymayan şeylere inanmak.

küfr-i inadi / küfr-i inadî

  • İnadî dinsizlik, inadî küfür. Hakikat isbat edildiği halde yine imana gelmemek. Bilip de kabul etmez olmak.

kul

  • De, söyle, bildir (meâlinde emirdir). Türkçede "Kul", emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle mânasındadır.

küla

  • Kuş kanadının sonunda olan dört telek.

külhan

  • Kor hâlinde yanan ateş.

küll

  • Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.

külli / küllî

  • Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
  • Çok, ziyade, fazla.
  • Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı

külsum

  • Yuvarlak yüzlü.
  • Yanağı ve yüzü etli olan.

kum

  • (Kavm. den) Kalk (mânasına emir).

kumar

  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

kumar-hane

  • Devamlı olarak kumar oynanan yer. (Farsça)

kün

  • "Ol" mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.

kunais

  • (Çoğulu: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.

künan

  • "Ederek, yaparak, eden, yapan" manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek) (Farsça)

kunbua

  • (Çoğulu: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)

kunbul

  • (Çoğulu: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan.
  • 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse.
  • At.
  • Bomba.

kunbura

  • (Çoğulu: Kanâbir) Çökük kuşu.

künc-i kanaat

  • Kanaat köşesi.

künende

  • "Edici, yapıcı" mânâlarına gelerek kelimelere eklenir. (Farsça)

kunfuz

  • (Çoğulu: Kanâfiz) Kirpi.
  • Fare.
  • Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri.
  • Otları dolaşık yer.

kunnebit

  • (Çoğulu: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.

kunnet

  • (Çoğulu: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.

kunu'

  • Kanaat etme, kâfi bulma.
  • Suâl ve tezellül.

kunzua

  • (Çoğulu: Kanâzı') Çakıl taşı.
  • Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.

kur'an-ı azim-i kainat / kur'ân-ı azîm-i kâinat

  • Büyük bir Kur'ân gibi ince ve derin mânâlar ifade eden kâinat.

kur'an-ı hakim / kur'an-ı hakîm

  • Hakim olan Kur'an-ı Kerim. Hakim: Hikmetli, hikmet sâhibi, yahut çok hâkim ve muhkem mânalarına gelir.

kuran / kurân

  • "Okunan" mânâsında ilâhî kitabımızın adı.

kürek cezası

  • Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.

kureyş

  • Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi.
  • Kökü Hz. İbrahim'e dayanan Peygamberimizin mensup olduğu meşhur Arap kabilesi.

kureyş kabilesi

  • Kökü Hz. İbrahim'e dayanan Peygamberimiz Hz. Muhammed'in mensup olduğu meşhur arap kabilesi.

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kürnüb

  • Kelem dedikleri lahana.

kürrase

  • (Çoğulu: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.

kürsi

  • Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer.
  • Taht, serir. Erike. Koltuk.
  • Kaide.
  • Merkez.
  • Vazife.
  • Saltanat, kudret ve mülk.
  • Başkent, hükümet merkezi.
  • Mânevi makam.
  • Arş'ın altına bir semâ tabakas

küş

  • "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. (Farsça)

küşa

  • "Açan, açıcı" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. (Farsça)

küsbe

  • Bir parça süt ve hurma.
  • Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne.

kuss ibn-i saide

  • İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir d

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın
  • İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.

kutb-i medar / kutb-i medâr

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

kütfane

  • (Çoğulu: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.

kütle-i azim / kütle-i azîm

  • Büyük kütle (yani, büyük halk kitlelerinden meydana gelen topluluk).

kütle-i nariye / kütle-i nâriye

  • Yanan ve ışık veren gök cismi.

kutme

  • Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana "aktem" derler.) (Müe: Katmâ)

kütüb-ü mukaddese-i semaviye / kütüb-ü mukaddese-i semâviye

  • Vahye dayanan kutsal kitaplar—Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân-ı Kerîm.

kütüb-ü semavi / kütüb-ü semâvi

  • Vahye dayanan kutsal kitaplar.

kütübhane

  • Kitapların bulunduğu salon veya bina.
  • Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün.
  • Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.

küus

  • (Tekili: Ke's) Kaplar, çanaklar, çömlekler.
  • kadehler. Bardaklar.

kuva-yı milliye / kuvâ-yı milliye

  • İstiklâl Savaşında Anadolu'da kurulan hükümet ve buna bağlı askeri kuvvetler.
  • Milli kuvvetler. Bir milletin sahib olduğu kuvvetleri.
  • İstiklâl harbinde Anadoluda kurulan hükümet ve bu hükümetin askeri kuvvetleri.

kuvve-i maneviye-i itikad / kuvve-i mâneviye-i itikad

  • İnançtaki mânevî kuvvet, dayanak.

kuvve-i mutasarrıfa

  • Mütehayyile vasıtasıyla zihinde hazırlanan şeyleri tertib kuvveti.

kuvve-i müvellide / قُوَّۀِ مُوَلِّدَه

  • Tevlid edici kuvve, meydana getirci kuvvet.
  • Birşeyler meydana getirme kabiliyeti.

kuvveden fiile geçme

  • Potansiyel halde olan birşeyin fiilen meydana gelmesi, ortaya çıkması.

kuvvet-i kat'iyet

  • Kesinlikten kaynaklanan kuvvet.

kuvvet-i nispet

  • Allah'a bağlı olmaktan kaynaklanan güç.

kuvvetü'z-zahr

  • Dayanak, insanların arkalarını dayadıkları güç.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyud-u ihtiraziye

  • Koruyucu tedbirler, bazı hakları kullanabilme şartları, çekince şartları.

kuyud-u ihtiraziyye

  • Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları.
  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuz

  • Bardak, kadeh.
  • Tas, çanak.

la ilahe illallah zikri / lâ ilâhe illâllah zikri

  • "Allah'tan başka ilâh yoktur" mânâsına gelen kelime-i tevhidin sürekli olarak tekrarlanması.

la yezali / lâ yezalî

  • Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.

la'netullah

  • "Allah lânet eylesin" mânâsında beddua.

la-ya'ni / lâ-ya'ni

  • Mânasız, boş.

laalle

  • Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder.

laane

  • Lânet etti. (mânâsına fiil.)

laedri / laedrî

  • Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm.

lafızperest / lâfızperest

  • Kelimenin mânâsından çok, sözlerine önem veren ve kelimenin dış şekliyle çok meşgul olan kimse.

lafz-ı has

  • Bir mânâya münferiden başlı başına vaz' olunan lâfızdır. Hasan, Hüseyin, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.

lafz-ı külli / lafz-ı küllî

  • Man: Mânâsı umumi ve herkesçe müşterek olan lâfız. "İnsan" gibi.

lafz-ı manidar / lâfz-ı mânidar

  • Mânalı, anlamlı söz.

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

lafz-ı murad

  • Mânâsı için olmayıp lafzı için söylenen kelime, söz.

lafz-ı mürekkeb

  • Man: Mürekkeb lafız. Cüzlerden biri, mânâsının cüzlerinden birine delâlet eden lafız.

lafz-ı müşterek

  • Huk: Birçok müsemması bulunan lafızdır ki, hangi mânâ kasdolunduğu taayyün etmediği surette mânasız addolunur, onunla amel olunmaz.

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

lagb

  • Zahmet, meşakkat.
  • Güve yemiş kuş kanadı.
  • Zayıf adam.

lah

  • Kelimenin sonuna ilâve olunarak "yer" mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.) (Farsça)

lahham

  • Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.

lahi / lahî

  • Oyuncu.
  • Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.

lahik / lâhik

  • Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.
  • Kavuşan, ulaşan, yetişen.

lahlaha

  • Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku.
  • Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.

lahn

  • Güzel ve kaideli ses.
  • Nağme.
  • Kaideye uymayan yanlış okuyuş.
  • Usulüne uygun okumak.
  • Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek.
  • Meyl.
  • Fehmeylemek.
  • Lisan.
  • Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.

lakat

  • Yabandan toplanan nesne.
  • Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.

laklaka

  • Leylek sesi.
  • Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses.
  • Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak.
  • Boş ve mânasız söz.

laklakıyyat

  • (Tekili: Laklaka) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler.

lalehadd

  • Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan. (Farsça)

laleruh

  • Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan. (Farsça)

laleruhsar

  • Lâle yanaklı, al yanaklı. (Farsça)

lam-ı cer / lâm-ı cer

  • Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.

lam-ı ta'rif veya lam-ı istiğrak / lâm-ı ta'rif veya lâm-ı istiğrak

  • Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'r

lam-ut-takviye / lâm-ut-takviye

  • Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.

latail / lâtail

  • Boş, faydasız, abes, mânâsız.

latif tevafuk

  • İnce mânâlar içeren hoş, güzel uygunluk.

latince

  • Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.

lav / lâv

  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde. (Fransızca)
  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püsküren sıvı ateş.

layenfekk / lâyenfekk

  • Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...

lazım-ı eamm / lâzım-ı eamm

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ayrılmaya engel olana lâzım denir (matbaa ve kitap gibi; matbaa lâzımdır).

lazım-ı mezhep / lâzım-ı mezhep

  • Mezhebe zorunlu olarak lâzım olan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey (meselâ, iktisat ilmi bir mezhepse, onun lâzımı matematik ilmidir. Çünkü matematik ilmi olmadan iktisat hesaplanamaz).

lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye

  • Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.

lebbeyk

  • Buyurunuz. Emredersiniz.
  • Benim muhabbet ve incizâbım dâim sanadır, başkasına değildir, sıdk ve ubudiyyetim dâim sanadır (gibi mânâlar ifâde eder.)
  • "Buyurun, emredin efendim" mânâsını taşıyan bir ifade.

lebs

  • Giyecek şey.
  • Giyme. Giyinme.
  • Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.

leç

  • Yanak. (Farsça)
  • Yüz. (Farsça)

lecne

  • Bir mes'ele için toplanan cemaat.

leda

  • Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır).
  • Yan, nezd.

ledd

  • Düşmana galip olmak.
  • Husumet etmek, düşmanlık yapmak.

ledm

  • Taşı taşla vurmak.
  • Yere düşen taştan çıkan ses.
  • Kaftana yama vurmak.
  • Defetmek, kovmak.

ledün

  • İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kel

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

lefif

  • Sarılmış, dürülmüş.
  • Gr: Kökü üç harfli olduğunda iki harfi "elif" veya "yâ" nın yan yana olduğu kelime.

lefif-i makrun

  • Kökündeki "elif" veya "ya" nın yan yana olduğu kelime.

leh / له

  • Bir kimseden veya birşeyden yana olma, yandaşlık.
  • Yan, yana, yararına. (Arapça)

lek

  • Sana, senin için, senin hakkında.

lemma

  • (Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: "İllâ" yerinde de olur.

letm

  • Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak.

lett

  • Bağlama.
  • Karıştırma.
  • Vurma, dövme, dayak atma.
  • Yanaşma, yaklaşma.

lev

  • Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) "İnne" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm.

levaic

  • (Tekili: Lâice) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar.

levaih-i kur'aniye / levâih-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın gerçekleri gösteren mânâları ve tasvirleri.

leviyye

  • Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek.

leys

  • Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır.
  • Gaflet.
  • Bahâdırlık, kahramanlık.
  • Yük çekici olmak.

lezen

  • Şiddet.
  • Darlık.
  • Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.

lezlaz

  • Kurt. (Canavar)

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

li-ebeveyn

  • Ana ve babaları bir olan kardeşler.

li-üm

  • Ana bir (kardeşler).

li-ümmin

  • Ana cihetinden.

libas-ı mana / libas-ı mânâ

  • Mânâ elbisesi.

limmi / limmî

  • (limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki "lime" den) Aleni. Açık.
  • Nazari. Akla dayanan.
  • Eser sahibinden eserlerine götüren delil, ateşin dumana delil olması gibi.

lis

  • Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis : Çanak yalayıcı. Dalkavuk. (Farsça)

lisan-ı hal

  • Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi.

lisan-ı kal

  • Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili.

lisan-ı mader-zad / lisan-ı mâder-zâd

  • Ana dili.

lisan-ı mana / lisan-ı mânâ

  • Mânâ dili.

lisan-ı tesbih

  • Allah'ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil.

lisan-ı zakir-i tevhid / lisân-ı zâkir-i tevhid

  • Allah'ın birliğini zikreden, anan dil.

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

liva-ül hamd

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.

livaü'l-hamd / livâü'l-hamd

  • Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sancağı, kıyametten sonra Müslümanların altında toplanacakları sancak.

livaü'l-hamd-i ahmedi / livâü'l-hamd-i ahmedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bayrağı, kıyametten sonra Müslümanların altında toplanacakları sancak.

lübane

  • (Çoğulu: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç.
  • Önemli ve ehemmiyetli iş.

lübed

  • Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.

lügat

  • Bir dilin kelimelerini belli bir sıralama içinde, mânâlarıyla beraber ihtiva eden kitap, sözlük.

lugavi / lugavî

  • Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.

lügaz

  • Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.

lühve

  • (Çoğulu: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)

lükat

  • Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne.

lükata

  • Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir.

lukta

  • Yerden toplanan şey.

lüküs

  • Kuvvetli ışık veren, petrol veya gazla yanan bir tür lamba.

ma / mâ

  • Biz mânasınadır. (Farsça)
  • Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) (Farsça)

ma'fuv

  • Affedilen, bağışlanan.

ma'kal

  • (Çoğulu: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer.
  • Kale.

ma'kul-ül-ma'na

  • Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele.

ma'lul / ma'lûl / مَعْلُولْ

  • Sebeble meydana gelen.

ma'na

  • (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey.
  • Rüya, düş.
  • Dilemek, irade.

ma'na-yı harfi / ma'na-yı harfî

  • Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Sözün gerçek manasının dışında kullanılması.

ma'nevi / ma'nevî

  • Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.

ma'nevi huzur / ma'nevî huzûr

  • Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.

ma'nidar / ma'nidâr / مَعْن۪يدَارْ

  • Bir mânâyı mutazammın olan. (Farsça)
  • Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.) (Farsça)
  • Manâlı.

ma'nidarane

  • Mânâlı şekilde. (Farsça)

ma'rife

  • Gr. başına "el" takısı almış, mânâsı belirlenmiş isim.
  • Mânâ ve mefhumu belirtilmiş olan söz, belirli.

ma'yub

  • Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan.

ma'yubat

  • (Tekili: Ma'yube) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar.

ma'yuben

  • Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak.

ma-hala

  • (Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.

ma-hasal / mâ-hasal

  • Hasıl olan, meydana gelen, netice, sonuç.

ma-i masdariye / mâ-i masdariye

  • Başında bulunduğu cümleyi masdar mânasına ve hükmüne sokar.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i nafiyye / mâ-i nâfiyye

  • (Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder.

ma-i şartiye / mâ-i şartiye

  • İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. (Ne yazarsan, yazarım) misalinde olduğu gibi.

maa

  • (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu t
  • "Beraber, birlikte" mânâsında ön ek.

maakka

  • Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.

maani / maanî / maânî / معاني

  • (Tekili: Mâna) Mânalar.
  • Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı.
  • Mânâlar.
  • Mânâlar, anlamlar.
  • Manalar.

maani-i amika / maanî-i amîka

  • Derin ve ince mânâlar.

maani-i amika veya müteferrika / maânî-i amîka veya müteferrika

  • Derin veya birbirinden farklı mânâlar.

maani-i ayat / maânî-i âyât

  • Âyetlerin mânâları, anlamları.

maani-i cemile / maânî-i cemîle

  • Güzel mânâlar, anlamlar.

maani-i cifriye

  • Bir ifadenin cifir ilmine göre taşıdığı mânâlar.

maani-i kudsiyye / maanî-i kudsiyye

  • Kudsi mânâlar.

maani-i kur'an / maânî-i kur'ân

  • Kur'ân'ın mânâları.

maani-i lüğaviye / maâni-i lüğaviye

  • Lügat mânâları, kelimelerin sözlük anlamları.

maani-i medlule / maanî-i medlule

  • Anlaşılan mânâlar.

maani-i mensusa / maânî-i mensûsa

  • Âyet ve hadis ile sabit, tesbit edilmiş kesin mânâlar.

maani-i muallak / maâni-i muallâk

  • Boşlukta kalmış mânâlar.

maani-i mukaddese / maanî-i mukaddese / maânî-i mukaddese

  • Mukaddes mânâlar.
  • Her türlü kusur ve noksandan yüce, mukaddes mânâlar.

maani-i mukaddese-i muhabbet / maânî-i mukaddese-i muhabbet

  • Sevgi ile ilgili mukaddes mânâları.

maani-i müteaddid / maâni-i müteaddid

  • Birden fazla mânâlar.

maani-i mütefavite / maâni-i mütefavite

  • Birbirinden farklı mânâlar.

maani-i müteselsile / maâni-i müteselsile

  • Zincirleme, peş peşe gelen mânâlar.

maani-i mütezahime / maanî-i mütezahime / maâni-i mütezahime

  • Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli.
  • Birbiriyle yarışan izdiham oluşturan mânâlar.

maani-i sanevi / maanî-i sânevi

  • İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi.

maani-i sariha / maânî-i sariha

  • Açık mânâlar.

maani-i ula / maanî-i ûlâ / maânî-i ûlâ

  • Evvelki mânâlar, vesileler.
  • İlk mânâlar.

maani-i ulviye / maânî-i ulviye

  • Yüce mânâlar, anlamlar.

maani-yi işari / maânî-yi işari

  • İşaret edilen mânâlar.

maariz / maarîz / maâriz

  • (Tekili: Mi'raz) Kapalı mânâlar.
  • Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler.
  • Sözün gizli mânâları.

maariz-ül kelam / maarîz-ül kelâm

  • Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.

maarizu'l-kelam / maârîzu'l-kelâm

  • Sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar.

maarizü'l-kelam / maarîzü'l-kelâm

  • Kapalı mânâlar; birden fazla anlamlı kelimelerin en uzak mânâsı.

maaşir-i mevcudat

  • Bütün varlıklardan meydana gelen topluluk.

maaz-allah / maâz-allah

  • "Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan korunmak için söylenen bir söz.

macera-yı hayatiye

  • Hayat hikâyesi, yaşanan olaylar.

maddiyun ve tabiiyyun taunu / maddiyun ve tabiiyyun tâunu

  • Her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışma vebası.

maddiyyun / maddiyyûn

  • Maddenin ezelî ve ebedî olduğuna inananlar, materyalistler.
  • Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar, maddeciler.

maden-i hasaret / maden-i hasâret

  • Hüsrana uğrama kaynağı.

mader / mâder

  • Ana.
  • Birşeyin çıktığı yer; kaynak; ana.
  • Ana. Çocuğu doğuran. Ümm. (Farsça)

maderane / mâderane

  • Annece. Anaya yakışır surette. (Farsça)

maderender / mâderender

  • Üvey ana. (Farsça)

maderi / mâderî / maderî / مادری

  • Analık. Annelik. (Farsça)
  • Anne ile ilgili, ana tarafı. (Farsça)

maderzad / mâderzâd / مادرزاد

  • Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi. (Farsça)
  • Anadan doğma. (Farsça)

maglata

  • Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz.

maglubane

  • Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde. (Farsça)

magma

  • yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.

magrurane

  • Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Farsça)

mağrurane / mağrûrane / مغرورانه / mağrûrâne / مَغْرُورَانَه

  • Gururlanarak, kendini beğenerek. (Arapça - Farsça)
  • Gururlanarak.

magruren

  • Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek.
  • Aldanarak.

mağruren / mağrûren / مَغْرُورًا

  • İnanarak, güvenerek.
  • Gururlanarak.
  • Aldanarak.

magsel

  • (Çoğulu: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer.

mahall-i tevarüd

  • Bir olay veya gelişmenin meydana geldiği yer.

mahall-i zuhur / mahall-i zuhûr / مَحَلِّ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma yeri.

mahamil-i sahiha

  • Bir söze yüklenen sahih, doğru ve güvenilir mânâlar.

mahasal / mâhasal

  • Hâsıl olan, meydana gelen.
  • Netice, sonuç.

mahbun

  • Kıtlık için saklanan şey.
  • Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.

mahcub

  • Utanan. Utangaç.
  • Perdeli, örtülü. Kapalı.
  • A'ma.
  • Yaşmak veya perde ile mestur olan.

mahcubane / mahcubâne

  • Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla. (Farsça)

mahcup

  • Utanan; utanmış.

mahiyet-i insaniye / mâhiyet-i insaniye

  • İnsana ait temel özellik, insanın içyapısı.

mahkeme-i kübra-yı haşir / mahkeme-i kübrâ-yı haşir

  • Haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme.

mahkum / mahkûm

  • Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan.
  • Birisinin hükmü altında bulunan.
  • Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.

mahkür

  • Aşağılanan, küçük düşürülen.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
  • Bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi.
  • Deve üstündeki sepet, bir söze yüklenen mânâ.

mahmil-i sahih

  • Bir şeye yüklenilen doğru ve sağlam mânâ, hüküm.

mahruk

  • Yanan. Yanmış.

mahrukat

  • Yakılacak madde. Yanan şeyler.

mahşer / مَحْشَرْ

  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
  • Ölülerin dirilip toplanacakları yer.
  • Ölülerin diriltilerek toplanacakları yer.

mahşer-i masnuat

  • Sanat eseri varlıkların toplandığı yer.

mahsuben

  • Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek.

mahsur / mahsûr / مَحْصُورْ

  • Sınırlanan.

mahsus olan / mahsûs olan

  • Hisler aracılığıyla algılanan.

mahsusiyet

  • Dış duyularla hissedilebilir, algılanabilir.

mahz-ı vahy

  • Tamamen vahye dayanan; her yönüyle vahiy olan.

mahzun

  • Hazinede saklanan şey.

mahzuz / mahzûz

  • Hoşlanan.

maile / mâile

  • Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri.
  • Eğri, eğilmiş.

makalid

  • (Ka, uzun okunur) Hazineler.
  • Kilitler. Anahtarlar.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

makarr-ı saltanat / مَقَرِّ سَلْطَنَتْ

  • Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir.
  • Saltanat, otorite ve hâkimiyet merkezi.
  • Saltanat karargâhı.

makarr-ı saltanat-ı ebedi / makarr-ı saltanat-ı ebedî

  • Sonsuz İlâhî saltanatın merkezi.

makarr-ı saltanat-ı ebediye / makarr-ı saltanat-ı ebedîye / مَقَرِّ سَلْطَنَتِ اَبَدِيَه

  • Sonsuz saltanat merkezi olan âhiret.
  • Ebedi saltanat karargâhı (cennet).

makbuzat

  • (Tekili: Makbuz) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar.

maklub

  • (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş.
  • Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)

makna'

  • Kanaat edip râzı olacak yer.
  • Şâhid, adâlet şâhidi.

makruf

  • Töhmetli kimse.
  • Yabana atılmış nesne.

mal / mâl

  • İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

malaya'ni

  • (Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.

malizme

  • Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.

malul / malûl

  • Bir sebepten dolayı meydana gelen şey.

maluliyet

  • Bir sebebe ve illete bağlı olarak meydana gelme.

mana / معنى

  • Anlam. (Arapça)
  • Manalandırmak: Anlam kazandırmak. (Arapça)

mana mertebeleri

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.

mana-yı hakikat / mânâ-yı hakikat

  • Gerçek, asıl mânâ.

mana-yı hakiki / mânâ-yı hakikî

  • Gerçek mânâ.

mana-yı harfi / mânâ-yı harfî

  • Harf mânâsı; birşeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı.

mana-yı ibadet / mânâ-yı ibadet

  • İbadet mânâsı, özü, asıl maksadı.

mana-yı irşadi / mânâ-yı irşadî

  • Doğru yolu gösterici mânâ.

mana-yı işari / mânâ-yı işârî

  • İşaret edilen mânâ.

mana-yı işari ve remzi / mânâ-yı işârî ve remzî

  • İşaret ve remizlerle gösterilen mânâ.

mana-yı işari-i külli / mânâ-yı işârî-i küllî

  • Kur'ân'ın işaretlerle ifade ettiği mânâların tümü.

mana-yı işarisi / mânâ-yı işarîsi

  • İşaretle ifade edilen mânâ.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • Bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.
  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

mana-yı kelimat / mânâ-yı kelimat

  • Kelimelerin ve sözlerin mânâları.

mana-yı kinai / mânâ-yı kinâî

  • Kastedilen mânâ.

mana-yı kudsi / mânâ-yı kudsî

  • Kutsal mânâ.

mana-yı külli / mânâ-yı küllî

  • Geniş ve kapsamlı mânâ.

mana-yı maksud / mânâ-yı maksud

  • Kastedilen mânâ, anlam.

mana-yı masdari / mânâ-yı masdarî

  • Masdar mânâsı.

mana-yı mecazi / mânâ-yı mecâzî

  • Bir ifadede, kendi mânâsının dışında başka bir mânânın kastedilmesi.

mana-yı melaike / mânâ-yı melâike

  • "Melekler" kavramının ifade ettiği mânâ.

mana-yı muallaka / mânâ-yı muallaka

  • Asılı, takılı mânâ.

mana-yı murad / mânâ-yı murad

  • Kastedilen, istenilen mânâ.

mana-yı örfi / mânâ-yı örfî

  • Bilinen, alışılan mânâ.

mana-yı remz / mânâ-yı remz

  • İşaret mânâsı.

mana-yı remzi / mânâ-yı remzî

  • İşaretle, rumuzla bildirilen gizli mânâ.

mana-yı saltanat / mânâ-yı saltanat

  • Saltanat makamının ifade ettiği mânâ, görev.

mana-yı sarih / mânâ-yı sarîh

  • Açık mânâ.

mana-yı sarihi / mânâ-yı sarîhî

  • Kur'ân'ın mânâ tabakalarından biri, açıkça anlaşılan mânâ.

mana-yı ubudiyet / mânâ-yı ubûdiyet

  • Kulluğun mânâsı.

mana-yı ukubet / mânâ-yı ukubet

  • Ceza mânâsı, özü, asıl maksadı.

mana-yı ulvi ve külli / mânâ-yı ulvî ve küllî

  • Yüce ve umumî mânâ.

mana-yı zahiri / mânâ-yı zâhirî

  • Bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

mana-yı zaruri / mânâ-yı zarurî

  • Zarurî olarak anlaşılan mânâ.

mananın dikkati / mânânın dikkati

  • Bir sözdeki mânânın derinliği ve inceliği.

manay-ı iltizami / mânây-ı iltizâmî

  • Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

manay-ı melaike / mânây-ı melâike

  • "Melekler" mânâsı, "melek" anlamı.

manay-ı muradi / mânây-ı murâdî

  • Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

manay-ı mutabıki / mânây-ı mutâbıkî

  • Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.

manay-ı zahiri / mânây-ı zâhirî

  • Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

manay-ı zımni / mânây-ı zımnî

  • Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

manayı işari / mânâyı işârî

  • İşaret edilen mânâ.

mançurya

  • (Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibir

manen / mânen / معنا / معنًا

  • Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.
  • Mânâca, anlamca.
  • Mana yolu ile. (Arapça)
  • Gönülden. (Arapça)
  • Mana olarak.

manevi / manevî / mânevî / معنوي

  • (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
  • Mânâya ait, maddî olmayan.
  • Manaya ait.

manevi i'caz / mânevî i'câz

  • Mânevî mu'cizelik; Kur'ân'ın mânâ bakımından mu'cize oluşu.

manevi mücahede / mânevî mücahede

  • Nefis ve şeytana karşı yapılan cihad, mücadele.

manevi şahsiyet / mânevî şahsiyet

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk, tüzel kişilik.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

manevileşmiş / mânevîleşmiş

  • Mânâ boyutunun yaşam seviyesine yükselmiş.

maneviyat / mânevîyat / معنویات

  • Mânâ âlemine ait şeyler.
  • Manaya dayalı şeyler. (Arapça)
  • Moral değerler. (Arapça)

maneviyat-ı kalbiye / mâneviyat-ı kalbiye

  • Kalpteki mânevî lâtifeler, mânâlar.

maneviye / mânevîye

  • Mânâ ile ilgili.

maneviyyat

  • Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet.

manidar / mânidar

  • Mânâlı, anlamlı.

mansub

  • Atanan.

mansur / منصور

  • Tanrı'nın yardımıyla zafer kazanan. (Arapça)

mantuh

  • Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen.

mantuk

  • Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır.
  • Söz, nukut, mânâ, mefhum.

manzure

  • Belâ, musibet, felâket, âfet.
  • Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.

marifet-i sani / mârifet-i sâni

  • Herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah'ı tanıma ve bilme.

marifet-i tam / mârifet-i tam

  • Tam mânâsıyla bilmek.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

maşaallah / mâşâallah

  • Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

masadak

  • Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.

masan

  • Eşya saklanacak yer.

masarif

  • (Tekili: Masruf) Harcananlar, sarfolunanlar.
  • Sarfolunanlar, harcananlar.

masarifat

  • (Tekili: Masârif) Masraflar, giderler. Harcanan paralar.

masdar

  • Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
  • Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.

masl

  • Tarhana.
  • Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.

masliye

  • Tarhana çorbası.
  • Koruk aşı.

masnea

  • İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz.

masnu / masnû / مصنوع

  • Sanatla yapılmış eser.
  • Yapma, yapay. (Arapça)
  • Sanatlı. (Arapça)

masnu' / مصنوع

  • Sanatlı yapılan.

masnuat / masnûât

  • Sanatlı yapılmış eserler.

masnuat-ı cemile / masnûât-ı cemile

  • Güzel sanat eseri varlıklar.

masnuat-ı faniye / masnuat-ı fâniye

  • Gelip geçici olan sanat eseri varlıklar.

masnuat-ı ilahiye / masnuât-ı ilâhiye

  • Allah'ın sanatla yarattığı varlıklar.

masnuat-ı sayfiye / masnuât-ı sayfiye

  • Yaz mevsiminde ortaya çıkan sanat eseri varlıklar.

masnuiyet / masnûiyet

  • Sanat eseri olma hâli.

mason

  • Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. (Fransızca)

masr

  • Parmak uçlarıyla süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)

masraf

  • Sarfedilen, harcanan. Gider.

masun / masûn

  • Korunan, saklanan.

matbaa lisanı

  • Basın yayın kanalı.

materyal

  • Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. (Fransızca)

materyalist

  • Maddeci, sadece maddeye inanan îmansız.

matlub / مطلوب

  • İstenilen, aranan. (Arapça)
  • Alacak. (Arapça)

matlub-ı hakiki / matlûb-ı hakîkî

  • Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.

matufun-aleyh / mâtufun-aleyh

  • Bir bağlama edâtı (bağlaç) ile kendisine bağlanan kelime, mânâ, maksat.

matüridi / mâtürîdî

  • Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
  • Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

mavera / mâverâ

  • Yaşanan alemin ötesi, öte.

mayu'ref

  • Bilinmez.
  • Minder altında saklanan şey.

maza

  • (Mezâ) Geçti (mânasına fiil).

mazamin / mazamîn

  • (Tekili: Mazmun) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar.
  • Ödenmesi gereken şeyler.
  • Cinaslı, nükteli sözler.

mazbata / مضبطه

  • Tutanak.
  • Tutanak. (Arapça)
  • Mazbata tanzim etmek: Tutanak düzenlemek. (Arapça)

mazmi

  • Sulanan ekin.

mazmun

  • Meâl. Mâna. Mefhum.
  • Nükteli, san'atlı, ince söz.
  • Ödenmesi lâzım olan.
  • Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.
  • Mânâ, anlam içeriği.

mazruf

  • Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
  • Zarflanan, zarf içinde olan.

me'cel

  • (Çoğulu: Meâcil) Su toplanan yer.

me'nus

  • Cana yakın, sevimli.

me'sur / me'sûr

  • Esir edilmiş, tutsak, yolu kesilmiş. Dinî geleneklere uygun olan, rivayete dayanan.

me-ra

  • Beni. Benim. Bana. (Farsça)

meal / meâl / مئال

  • Anlam, mânâ.
  • Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.
  • (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum.
  • Mânası. Kısaca mânası.
  • Kaymak.
  • Husul yeri, peyda olunacak yer.
  • Son, sonuç.
  • Kısa mana.

meal-i gaybi / meâl-i gaybî

  • Gaybla ilgili mânâ verme.

meal-i icmali / meâl-i icmalî

  • Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.

meal-i şerif / meâl-i şerif

  • Şerefli, yüce mânâ.

mealen / meâlen

  • Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre.

meali / meâlî

  • Kısaca mânasına ait.

mealperver

  • Mânâlı. (Farsça)
  • Mâna anlatan. (Farsça)

meani / meânî

  • Mânâlar.

meani-i elfaz / meâni-i elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin mânâları.

mear

  • Arlanacak, utandıracak şey.

mebni / mebnî / مبنى / مَبْن۪ي

  • Yapılmış. Kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak.
  • ... den dolayı... e binâen.
  • Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
  • Yapılmış kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan.
  • ...den dolayı.
  • Kurulan, dayanan.
  • Dayanan. (Arapça)
  • Bina edilmiş. (Arapça)
  • Bina edilen, dayanan.

mebni olan

  • Dayanan, istinad eden.

mec'ul / mec'ûl

  • Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
  • Meydana çıkarılmış, yapılmış olan, yapmacık, uydurma.

mecaz / mecâz

  • Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak.
  • (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol.
  • Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi.
  • Kendi mânâsı dışında başka bir mânâyı gösteren kelime.
  • Yol, geçecek yer.
  • Gerçeğin zıddı.
  • Kendi öz mânâsıyla kullanılmayıp benzetme yolu ile başka mânâda kullanılan söz.
  • Sözün başka mânâda kullanılması.

mecaz-ı mürsel

  • Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır.

mecazen

  • Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.

mecazi / mecâzî / مَجَاز۪ي

  • Hakîkî olmayana âit.

mecbur

  • Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş.
  • Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

mechuriye

  • Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.

meclis-i mebusan-ı ilmiye / meclis-i mebusân-ı ilmiye

  • Âlimlerden meydana gelen ilim meclisi.

meclis-i tehlil

  • "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söyleyen meclis.

mecmua

  • Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi.
  • Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle.
  • Kolleksiyon.

mecra / mecrâ

  • Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal.
  • Cereyan eden yer.
  • Bir haberin yayılma yolu.
  • Bir şeyin dolaştığı yer.
  • Su yolu, kanal.

mecra açmak / mecrâ açmak

  • Kanal açmak.

mecra-yı tabii / mecrâ-yı tabiî

  • Tabii yol, doğal akım kanalı.

mecrur / mecrûr

  • Çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime.

meczub / meczûb

  • Cezbeli, kendini kaptırmış, başkasının etkisiyle davranan.

medar / medâr

  • Dayanak noktası, eksen.

medar olan

  • Dayanak noktası olan, kaynak olan.

medar-ı hayat / medâr-ı hayat

  • Hayat dayanağı, yaşamın dayanak noktası.

medar-ı istihracat / medâr-ı istihracat

  • Bir şeyden bir mânâ çıkarma sebebi, kaynağı.

medar-ı istinad / medâr-ı istinad

  • Dayanak noktası.

medar-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin sebebi, dayanak noktası.

medar-ı şekavet ve hasaret ve elem / medar-ı şekavet ve hasâret ve elem

  • Her türlü belâ ve sıkıntının, hüsrana uğramanın ve elemin kaynağı.

medar-ı sıdk ve kizb

  • Doğruluk ve yalana zemin oluşturacak şey.

medar-ı zuhur / medâr-ı zuhûr / مَدَارِ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma sebebi.

medarik / medârik

  • Tedârik edilen, toplanan bilgiler.

medayin

  • (Tekili: Midyân) Dâima borçlanan kimseler.

mededcuyane

  • Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette. (Farsça)

medfuat

  • (Tekili: Medfu') Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar.
  • Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.

medhul

  • (Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan.
  • Dile düşmüş.
  • Kendisine birşey girmiş olan.

medlul / medlûl

  • Delâlet olunan. Gösterilen.
  • Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
  • Mânâ, anlam, işaret edilmiş olan.
  • Kendisine delil getirilen, mânâ, anlatılan.

medlul-ü mecazi / medlûl-ü mecazî

  • Mecazî bir şekilde ifade edilen mânâ.

medrese-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân'a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

mefahim

  • Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.

mefatih / mefâtih / مفاتيح

  • (Tekili: Miftah) Anahtarlar.
  • Anahtarlar.
  • Anahtarlar. (Arapça)

mefhar-ı kainat / mefhar-ı kâinat

  • (Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.

mefhum

  • Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
  • Anlayış, mânâ, ifade.
  • Anlaşılmış.
  • Sözden çıkarılan mânâ, kavram.

mefhum-ı muhalif / mefhûm-ı muhâlif

  • Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.

mefhum-i muhalif

  • Bir sözden çıkarılan zıt mânâ.

mefhum-ı muvafık / mefhûm-ı muvâfık

  • Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.

mefhum-u işari / mefhum-u işârî

  • İşaret edilen mânâ.

mefhum-u kelam / mefhum-u kelâm

  • Sözün ifade ettiği mânâ.

mefhum-u muhalif

  • Bir sözün ters mânâsı, zıt anlam.

mefhum-u muvafık

  • Doğrudan anlaşılan mânâ.

mehasin-i saltanat / mehâsin-i saltanat

  • Saltanatın güzellikleri.

mehdi / mehdî

  • Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bü
  • Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.

mehl

  • Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme.

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

mehmedcik

  • Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.

mein

  • Ağlanacak ve inlenecek yer.

meka

  • (Çoğulu: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar.
  • Canavarların inleri ve yatakları.

mekanizma

  • Lât. Bir şeyin makina kısmı.
  • Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.

mekarih / mekârih

  • (Tekili: Mekrehe) İnsana tiksinti veren şeyler.
  • Sıkıntılar, dertler.

mekke-i mükerreme

  • İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir.

mekruh

  • İğrenç, nahoş görülen şey.
  • Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş.
  • Mihnet. Şiddet.

mekşuf

  • Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.

mektub-u azimü'l-mefhum / mektub-u azîmü'l-mefhum

  • Büyük mânâları ve kavramları içine alan mektup; Yirminci Mektup.

mektub-u rahmani / mektub-u rahmânî

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'a ait herbiri birer mektup gibi mânâlar ifade eden varlıklar.

mektub-u samedani / mektub-u samedanî

  • Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.

mektubat / mektûbât

  • Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana gelen kitap.

mektubat-ı rabbani / mektûbât-ı rabbânî

  • Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.

mektubat-ı rabbaniye / mektubât-ı rabbâniye

  • Rabbimizin mânâ ve mesaj yüklü mektupları; yani san'at eserleri olan bütün mahlûklar.

mel'abegah / mel'abegâh

  • Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri. (Farsça)

melabegah / melâbegâh

  • Oyun oynanan yer.

melaib

  • (Tekili: Mel'ab-Mel'abe) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.

mele-i a'la / mele-i a'lâ

  • En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat, topluluk. Melekler âlemi.

melekut

  • Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
  • Hükümdarlık. Saltanat.
  • Ruhlar âlemi.

melekut alemi / melekût âlemi

  • Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir.

melfuha

  • (Çoğulu: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk.

melkuha

  • (Çoğulu: Melakih) Anasının karnında olan çocuk.

mellah

  • Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen.

memil / memîl

  • Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme.

men

  • (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.

menahe

  • (Çoğulu: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.

menahi / menâhî

  • Yasaklananlar.

menahil

  • (Tekili: Menhel) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler.
  • Hayvan sulanan yerler.

menaih

  • (Tekili: Menâhe) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.

menba-ı istinad

  • Dayanak noktası, dayanılan kaynak.

mend

  • Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır. (Farsça)

mendub

  • Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab.
  • İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.
  • İyilikleri sayılarak arkasından ağlanan ölü.
  • Şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama uygun görülen işler.

menfaat-i cüz'iye-i gururiye / menfaat-i cüz'iye-i gurûriye

  • Gurura dayanan küçük ve kişisel menfaat.

menfi siyaset

  • Olumsuz siyaset; aşırı taraftarlık veya rakipleri yok etmek şeklinde uygulanan siyaset.

menfi siyasetçilerin fetvaları / menfi siyasetçilerin fetvâları

  • Siyaseti kötüye kullanan veya rakiplerini yok etmeye yönelik siyaset yapan kişilerin ortaya attıkları hükümler, görüşler.

menfur-u umumi / menfur-u umumî

  • Genelin nefretini kazanan.

menhar

  • (Çoğulu: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.

menhel

  • (Çoğulu: Menâhil) Hayvan sulanan yer.
  • Menzil, durak. Konaklanacak yer.

menhi / menhî

  • Nehyedilen, yasaklanan şey.
  • Yasaklanan.

menhiyat / menhiyât

  • Yasaklananlar.
  • Dinen yasak edilmiş, yasaklanan şeyler.

menka'

  • Su toplanan çukur.

menkulat

  • Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler.

mennan / mennân

  • "Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

mensur

  • (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış.
  • Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek.
  • Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.

menun

  • (Menn. den) Kesmek.
  • Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır.

meram

  • Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan.

merbat

  • Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl.
  • Manastır.
  • Tekke.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

merdud / merdûd

  • Reddedilen, kabûl edilmeyen.
  • Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.

mereb

  • İnsan toplanan yer.

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.

merhun / مرهون

  • (Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey.
  • Belirli müddetle bir şeye bağlı olan.
  • Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit.
  • Rehinli, ipotekli. (Arapça)
  • Zamana bağlı, bir şeye bağlı. (Arapça)

merkez-i saltanat

  • Saltanatın merkezi.

mermaz

  • (Çoğulu: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.

mertebe-i arşi / mertebe-i arşî

  • Arşa uzanan yücelik mertebesi.

meryem

  • İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır)

mes'a

  • (Çoğulu: Mesâi) "Sa'y: Çalışma" manasına mimli masdar.

meş'ale

  • Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.

mes'udane

  • İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla. (Farsça)

meşa'

  • Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan.
  • Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan.

meşahid

  • Meşhedler. Şehidlikler.
  • İnsanların toplanacağı yerler.

meşaim

  • (Tekili: Meşime) Dölyatakları, ana rahimleri.

meşden

  • (Çoğulu: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.

mesel

  • Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye.
  • Dokunaklı ve mânalı söz.
  • Benzer. Misil.
  • Delil. Hüccet.
  • Örnek, benzer, nümune.
  • Dokunaklı ve mânâlı söz.
  • Yararlı hikâye.
  • Delil, hüccet.

mesele-i içtihadiye

  • Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadise dayanarak hüküm çıkartmayla ilgili olan mesele.

mesele-i imaniye

  • İmana dair mesele.

meserretengiz

  • Sevindiren. Meserret meydana getiren. (Farsça)

mesh-i manevi / mesh-i mânevî

  • Mânevî yönden hayvana dönüşme.

meşhud

  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g

meshuf

  • Susamış. Suya kanamamış.

mesih / mesîh

  • Olumlu mânâda isa aleyhisselâm için söylenen bir tabir.
  • "Silen, bozan" mânâsında deccalın bir adı.

mesil / mesîl

  • Kanal, benzer.

meşime

  • (Çoğulu: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.

meşkul

  • Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.

mesned / مسند

  • Dayanacak yer, nokta.
  • Mertebe. Makam.
  • Destek.
  • Dayanak.
  • Dayanak.
  • Dayanak. (Arapça)
  • Makam. (Arapça)

mesnevi / mesnevî

  • Her beyti kendi arasında kafiyeli ve baştan sona aynı vezinle yazılmış manzume.
  • Mevlânâ'nın ünlü eseri.
  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
  • Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

mesnevi sahibi / mesnevî sahibi

  • Mesnevî isimli edebî eserin müellifi olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî.

mesnevi-i şerif / mesnevî-i şerif

  • Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi.

meşruhat / meşrûhât

  • Açıklananlar.

meşrutiyet

  • Başında hükümdar bulunmakla birlikte seçimle belirlenmiş bir yasama meclisine dayanan, yürütmesi denetime açık anayasal idare şekli; Osmanlılarda 1876 anayasasıyla başlayan, 1908 değişikliğiyle devam eden hukukî ve siyasi döneme verilen ad.

mess

  • Yapışmak, değmek, dokunmak.
  • Meydana gelmek.

mest

  • Ayakkabı.
  • Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.

mesuk

  • (Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen.

mesuk-un leh

  • Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.

meta

  • Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.

metalib-i seb'a / metâlib-i seb'a

  • Yedi istek; 31 Mart Hâdisesinde ayaklananların yedi isteği.

metin / metîn

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
  • Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadî

metn

  • Sağlam ve sert yer.
  • Yüksek yer.
  • Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası.
  • "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar.
  • Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.

mevadd

  • (Tekili: Madde) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler.
  • Kısımlar.
  • Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar.
  • Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.

mevalid-i selase / mevâlid-i selâse

  • Üç çocuk; dört unsurun (su, hava, toprak, güneş) birleşiminden meydana gelen madenler, bitkiler ve hayvanlar.

mevc-zen

  • Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran. (Farsça)

mevhum / mevhûm

  • Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî.

mevhumat / mevhumât

  • Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler.

mevkıf

  • Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri.

mevlana / mevlânâ

  • "Efendimiz, mevlâmız" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.
  • "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mevlevi / mevlevî

  • Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman.
  • Mevlânanın tarikatından olan.

mevlevivari / mevlevîvâri

  • Mevlânâ'nın dönerek zikreden müridleri gibi; Mevlevîler gibi dönerek.

mevleviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

mevsim-i asar / mevsim-i âsâr

  • "Eserlerin mevsimi" mânâsında, Kur'ân hakkında yazılan eserler mevsime benzetilmiştir.

mevsuf / mevsûf / مَوْصُوفْ

  • Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen.
  • Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
  • Sıfat sahibi, sıfatlanan.
  • Vasfolunmuş, vasıflanan, belirtilen.
  • Vasıflı, sıfatlanan.
  • Bir vasıfla sıfatlanan.

mevsuf-u zülkemal / mevsûf-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah.

mevsuk / موثوق

  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
  • Güvenilir, belgeye dayanan. (Arapça)

mevvac

  • Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı.
  • Radyo.

meyasir

  • (Tekili: Meysere) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar.
  • Zenginlikler, servetler.

meydan-ı zuhur / meydân-ı zuhûr / مَيْدَانِ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma.

meyh

  • şefâat etmek.
  • Vermek.
  • Avuçta su tutmak.
  • Sallanarak yürümek.

meyhem

  • "Hâlin nedir, nasılsın?" mânasına kullanılır.

meymene / ميمنه

  • Sağ kanat. (Arapça)

meys

  • Ceviz ağacı.
  • Sallana sallana yürümek.

meysan

  • Sallana sallana yürümek.

meysere / ميسره

  • Sol kanat. (Arapça)

meysir

  • Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık.
  • Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar.
  • Kumar için kesilen hayvan.

meyvefüruş

  • Meyve satan, yemiş satan. Manav. (Farsça)

meza

  • "Geçti" mânâsına mâzi fiilidir.

mezabıt

  • (Tekili: Mazbata) Mazbatalar, tutanaklar.

mezahim-i hazıra / mezahim-i hâzıra

  • Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar.

mezaya-yı maani / mezâyâ-yı maânî

  • Mânâlardaki meziyetler, üstünlükler.

mezbuhane

  • Boğazlanırcasına, boğazlanan bir hayvan gibi.

mezemmet

  • Ayıplama. Kınama. Yerme.
  • Kınanacak, yerilecek iş.

mi'raz

  • (Çoğulu: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok.
  • Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.

miftah / miftâh / مفتاح / مِفْتَاحْ

  • Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
  • Anahtar.
  • Anahtar.
  • Anahtar. (Arapça)
  • Anahtar.

miftah-ı hakiki / miftah-ı hakikî

  • Gerçek, asıl anahtar.

miftah-ı kelam / miftâh-ı kelâm

  • Sözün anahtarı.

miftah-ı kenz

  • Hazinenin anahtarı.

miftah-ı kerem ve ihsan / miftâh-ı kerem ve ihsan

  • Allah'ın kerem ve ihsanının anahtarı.

miftahu'n-nusret / miftâhu'n-nusret

  • Başarı ve zaferin anahtarı.

mıgtas

  • Burun, göz çanağı.

mihanikiyyet

  • yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler.
  • Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.

mıhkan

  • (Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.

mihre

  • Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. (Farsça)

mihzar

  • Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.

mıklad

  • (Çoğulu: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili.
  • Hazine.

mikrat

  • (Çoğulu: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.)
  • Büyük havuz.
  • Büyük çanak.

miladi / miladî / milâdî

  • Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait.
  • İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.
  • Milada dayanan.

mim'siz medeniyetperest

  • Rezil ve aşağılık şeyleri hayat tarzı olarak kabul edip bağlananlar.

min-haysü-layahtesib

  • Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında).

minber

  • Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.)

minkar-ı meşkuk

  • Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar.

miran

  • (Çoğulu: Mârin) Vahşi canavar yatağı.

mirbat

  • Davar bağlanacak bağ.

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

misak

  • Sürme, gütme, sevketme.
  • Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin.

miskin-i zelil

  • Zillete düşmüş sefil, hor görülüp aşağılanan sefil.

mislat

  • (Çoğulu: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.

mısra'

  • Kapı kanadı.
  • Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.

mısra-i azade / mısrâ-i âzâde

  • Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra.

misred

  • Büyük taş, çanak.

mizac-ı islamiyet / mizac-ı islâmiyet

  • İslâmiyetin ana karakteri.

mizban

  • (Çoğulu: Mizbanân) Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. (Farsça)

mızfar

  • Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz.

mizmar / mizmâr

  • Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
  • Güzel ses.

modern

  • Şimdiki zamana uygun, asri. (Fransızca)

mola

  • İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak.
  • Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır.

mu'amelat / mu'âmelât

  • İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.

mu'cizat-ı katıa

  • Meydana gelişi kesin olan mu'cizeler.

mu'cize

  • Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

mu'cize-i maneviye / mu'cize-i mâneviye

  • Mânevî mu'cize, mânâsına yönelik mu'cize.

mu'cize-i maneviye-i kur'aniye / mu'cize-i mâneviye-i kur'âniye

  • Kur'ânın mânevî mu'cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu'cize olma.

mu'cize-i mutlaka

  • Meydana geldiğinde şüphe duyulmayan mu'cize.

mu'izz / mu'îzz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.

mü'min

  • Allah'a ve emirlerine, kanunlarına iman eden. İnanan. Allah'a, âhirete, kitablarına, meleklerine, peygamberlerine ve kadere iman edip itaat eden kimse.
  • Emniyete kavuşan.
  • Korkulardan emniyet veren (Allah C.C.)
  • Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan.

mü'minin / mü'minîn

  • İman edenler; Allah'a ve Onun peygamberlerle gönderdiği şeylere inananlar.

mü'minin-i muvahhidin / mü'minîn-i muvahhidîn

  • Allah'ın varlığına ve birliğine inanan mü'minler.

mu'tekadat-ı hissiye / mu'tekadât-ı hissiye

  • His ve duyulara ait kanaatler ve onlardan doğan inançlar.

mu'temid

  • İtimad eden. İnanan. Güvenen.

mü'temin

  • Güvenen, inanan, itimad eden, emniyet eden.

mu'tezile

  • Aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. Bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri Vâsıl b. Ata'dır.

mu'ti / mu'tî

  • Veren, ihsân eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden).

muabbir

  • (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.

muabbirin / muabbirîn

  • (Tekili: Muabbir) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.

muallakat / muallâkat

  • Asılı, takılı olan şeyler (mânâlar).
  • Câhiliye döneminde meşhur Arap şâirlerinin Kâbe'nin duvarına asılan meşhur şiirleri.

muamma-yı tılsım / muammâ-yı tılsım

  • Anlaşılması zor sır; gizli mânâlar.

muanan / muânân

  • Ananeli, belgeli.

muanven

  • İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.

muavvık

  • Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

muazzezen

  • İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak.

mübadat

  • Düşmanca davranış, saldırganlık.
  • Meydana çıkarma.

mübadi / mübadî

  • Ortaya koyan, meydana çıkaran.

mübalağalı ism-i fail / mübalağalı ism-i fâil

  • Gr: ( : fa'âl) ve ( : faul) gibi bazı kalıplara giren kelimelere denir. Bu vezinden gelen kelimeler "mübalağa" ifade ederler. "En, pek, çok" mânasına gelirler.

mübalat-kar / mübalat-kâr

  • Dikkat, itina ve düşünce ile kaygılanan. (Farsça)

mübareze / mübâreze / مُبَارَزَه

  • Meydana çıkma.

müberrid

  • (Berd. den) Soğutan, soğutucu.
  • Karlık. Su soğutan damacana.

mübeşşir

  • Kabirde, mü'minlere suâl soran melek.
  • Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.

mübeyyen

  • Açıklanan.

mübeyyez

  • (Mübeyyeze) Meydana çıkarılmış, açıklanmış açıkça söylenmiş. Bildiren, açıklıyan.

mübeyyin

  • Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan.

mübhem-ül meal / mübhem-ül meâl

  • Mânâsı ve meâli anlaşılmayan.

mübin / mübîn

  • Açık, vâzıh, âşikâr. Ayân kılan, beyan ve izah eden.
  • Dilediğine doğru yolu gösteren.
  • Hak ile bâtılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden. (Mübin, bâne mânasına "ebâne" den beyyin, gayet açık, parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin i'cazı zâhir olan

mübrez

  • Gösterilmiş, meydana konulmuş, ibraz olunmuş.

mübrim

  • (Mübrime) Zorlıyan, zorlayıcı.
  • Mânâsız ve boş sözlerle can sıkan kimse.
  • İki katlı yapan.
  • Cür'et eden.

mübriz

  • (Büruz. dan) Meydana çıkaran, gösteren, ibraz eden.

mübtedi'

  • Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.

mübteni / mübtenî / مبتنى

  • (Binâ. dan) Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu.
  • Dayanan, istinad eden, müstenid.
  • Dayanan. (Arapça)

mücahere

  • (Mücaheret) Açığa vurma, belli etme, meydana çıkarma.

mücahereten

  • Ortaya koyarak, meydana çıkararak.

müceddid-i elf-i sani / müceddîd-i elf-i sânî

  • Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

müceddidane

  • Müceddide yakışır surette. Yenilik yapana yakışır şekilde. (Farsça)

mücehhez

  • Noksanları tamamlanarak hazırlanmış, lüzumu olan silâh ve sair şeylerle donanmış. Cihazlanmış.

mücennah

  • (Cenah. dan) Cenahlı, kanatlı.

mücerreme

  • Tamam manasına gelir bir isimdir. Meselâ: Sene-i mücerreme, sene-i tâmme demektir.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mücevherat dükkanı / mücevherat dükkânı

  • İçerisinde kıymetli taşların, sanat eserlerinin satıldığı dükkân.

mücib / mücîb

  • Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından.

mucid / mûcid

  • İcat eden, yeni bir şey meydana getiren, fikir ve mânâ yaratan.
  • Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan.
  • Yaratan. Yoktan var eden.
  • Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
  • Yeni bir şey yapan, "yoktan var eden" mânâsında ilâhî isim.

mucid-i hakiki / mucid-i hakikî

  • İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.

muciz / mûciz

  • Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
  • Kısa, fakat çok mânâlı, özlü.

mucizat-ı san'at / mucizât-ı san'at / mûcizât-ı san'at

  • Sanat mucizeleri.
  • Sanat mucizeleri.

mücmel

  • Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.
  • Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).

mücteba / müctebâ

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.

müctehid-i müntesib

  • Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir.

müctenih

  • (Cenah. dan) Meyillenen, bir tarafa eğilen.
  • Secdede usulüne göre ellerini yere koyup dirseklerini açarak kollarını kanat şeklinde tutan.

müdafaa

  • Bir hücuma ve zarar veren bir harekete karşı durmak. Def'etmek. Savmak.
  • Düşman hücumunu men'etmek.
  • Mahkemede: İddiacının dâvasını def' edecek bir surette bir iddia dermeyân etmek, beyânatta bulunmak.

müdafaat-ı ilmiye

  • Delil ve bilime dayanan müdafaalar, savunmalar.

müdana

  • (Bak: MÜDANAT)

müddet-i saltanat

  • Saltanat süresi.

müdebbirane / müdebbirâne

  • Müdebbir olana yakışır şekilde. Tedbirlice. Her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek. (Farsça)

müdebdeb

  • Debdebeli, tantanalı.

müdehhir

  • Biriktirip toplayan. Cem'eden. Depo eden.
  • Müdehhar mânasına da gelir.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

müedda

  • (Edâ. dan) Mânâ, anlam, mefhum, kavram.
  • Eda olunmuş.

müeddi / müeddî

  • Eda eden. Te'diye eden. Ödeyen.
  • Sebep olan. Meydana gelmesine vesile olan.

müekkeden

  • Tekrarlanarak, te'kid edilerek.

müellef

  • (Ülfet. den) Yazılmış toplanmış.
  • Te'lif edilmiş, kitap olarak meydana getirilmiş, birleştirilmiş.

müellif

  • (Ülfet. den) Te'lif eden. Kitab tertib eden, kitab yazan. Kitab meydana getiren.
  • İmtizac ettiren.

müessisin / müessisîn

  • (Tekili: Müessis) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.

müevvel

  • Te'vil edilmiş. Zâhirî mânâdan başka mânâ verilmiş. Tefsir edilmiş olan. Tabir edilmiş.

müevvil

  • Rüya tabir eden.
  • Başka mânâ veren. Başka mânâ ile açıklayan. Te'vil eden.

müeyyed

  • Desteklenen, doğrulanan.

müfad

  • Sözün ifade ettiği mâna. İfade edilen.
  • Herhangi bir vesile ile kazanılmış menfaat. (Mefâd galattır)
  • İfade edilen mânâ, bir şeyden çıkan mânâ.

müfehhimane

  • Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde. (Farsça)

müferrah / مُفَرَّحْ

  • Ferahlanan.

müfesser

  • Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle bildirilmiş. Açıklanmış.
  • Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür.
  • Mücmel olmayan söz.
  • Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.

müfessir

  • Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen, kasdedilen mânâyı anlayan âlim.
  • Tefsir eden, izah eden. Anlayabildiği mânayı söyleyen ve yazan.
  • Kur'an-ı Kerim'i tefsir edebilmek salahiyetini hâiz olan, âlim, fâzıl ve kuvve-i kudsiye sahibi zât.

müfessir-i azam / müfessir-i âzam

  • Büyük müfessir; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından tefsir eden, yorumlayan kimse.

müfessir-i kur'an / müfessir-i kur'ân

  • Kur'ân-ı Kerimi tefsir eden, mânâ bakımından yorumlayan kimse.

müfessirin / müfessirîn

  • Kur'an-ı Kerim'in mânasını hakkıyla anlayıp tefsir edebilen, ilmi ile âmil, kâmil ve sâlih muhakkikler.

müfid / müfîd

  • İfâde eden, meramı güzel anlatan.
  • Mânalı, mânidâr.
  • Faydalı, faydayı mucib olan.
  • Mütâlâsından istifade olunan.

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müfsidane / müfsidâne

  • İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara bozuculukla. (Farsça)

mugayyebat-ı hamse / mugayyebât-ı hamse

  • Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara me

mugtedi / mugtedî

  • (Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.

mugtesil

  • (Gusl. den) Yıkanan, gusleden.

mugve

  • (Çoğulu: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.

muhabbet-i umumiye

  • Toplum genelinde meydana gelen sevgi.

muhadda'

  • Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.

muhakkikane

  • Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. (Farsça)

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhal

  • Mümkün olmayan, olamaz, imkansız, olanaksız.

muhalefet eden

  • Zıt ve aykırı davranan.

muhallil

  • (Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden.
  • Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.)
  • Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.

muhammed

  • Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâmın "medhedilen" mânâsındaki ismi.

muhammed-ül-emin / muhammed-ül-emîn

  • "Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı.

muhammedi / muhammedî

  • Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)

muhammedü'l-emin / muhammedü'l-emîn

  • "Güvenilir Muhammed" mânâsında Peygamberimize (a.s.m.) verilen bir ünvan.

muhammes

  • Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş.
  • Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume.
  • Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.

muhammin

  • Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.

muhassal

  • Toplam ortaya çıkan, meydana gelen.

muhassıl

  • Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren.

muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık

  • Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.

muhdes

  • İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan.
  • İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
  • Sonradan meydana getirilmiş.

mühdi / mühdî

  • Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden.
  • Hidayete getiren. Hidayete vesile olan.
  • Mürşid, muvaffak.
  • Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bi

muhdis

  • Bütün varlıkları yok iken var eden, meydana getiren, yaratan Allah.

mühendiz

  • Mühendis mânâsına ise de "zel" ile kullanılmaz.

muhit-i zaman ve mekan / muhit-i zaman ve mekân

  • Zaman ve yer bakımından yaşanan çevre, ortam.

muhkem

  • Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır.

muhkem ayet / muhkem âyet

  • Tevil ve tefsir gerektirmeyen mânâsı ve lafzı açık âyet.

muhkemat / muhkemât

  • Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyetler.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu.
  • Sağlam ve mânâsı açık olanlar, kuvvetliler.

muhkemat-ı kur'aniye / muhkemât-ı kur'âniye

  • Mânâsı ve hükmü gayet açık olan Kur'ân âyetleri.

muhkemat-ı kur'aniyye

  • Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya

mühmel

  • İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış.
  • Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış.
  • Boşlanmış.
  • Edb: Noktasız harf, noktasız harflerle yazılmış olan.
  • Ebcedde: Noktasız harflerin hesabı ile çıkan tarih.

mühmelat

  • (Tekili: Mühmel) Anlamsız ve mânâsız boş sözler.

muhriz

  • (İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan.

muhsan

  • Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına muhsana denir.

muhsanat

  • (Tekili: Muhsana) Muhsan olan kadınlar.

muhsin

  • "İhsan eden, güzel davranan" mânâsında ilâhî isim.

muhtar / muhtâr

  • Seçilmiş, seçkin.
  • Hareketinde serbest olan, istediği gibi davranan.
  • Peygamberimizin isimlerinden.
  • Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.

muhtazıb

  • Renklenen, boyanan.

muhtecib

  • Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.

muhtedi / muhtedî

  • Îmana gelen.

muhteli'

  • Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın.

muhtemel-üz zıddeyn

  • Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir.

muhtemir

  • (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran.
  • Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.

muhteraat

  • Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.

muhteri

  • İcad eden, yeni bir şey meydana getiren.

muhteri'

  • Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren.
  • Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.

muhterif

  • (Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri.

muhterik / مُحْتَرِقْ

  • Ateşle yanmış olan. Yanan.
  • Yanan.
  • Yanan, yanmış.

muhteşem

  • Büyük, debdebeli, tantanalı.
  • Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük.

muhteşid

  • Biriken, toplanan.

muhteva / muhtevâ

  • Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.
  • İç, öz, mânâ.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

muhyiddin-i arabi / muhyiddin-i arabî

  • (Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)

muk

  • Göz pınarı.
  • Akılsızlık.
  • Kanatlı karınca.
  • Mest üzerine giyilen çizme.

mukadder

  • Gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ.

mukadderat / mukadderât

  • Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar.

mukadderat-ı beşer / mukadderât-ı beşer / مُقَدَّرَاتِ بَشَرْ

  • İnsana (kaderde) takdîr olunanlar.

mukadderat-ı islam / mukadderat-ı islâm

  • İslâm ve Müslümanların içinde bulundukları durum; yaşanan hâdiseler.

mukaddes / مُقَدَّسْ

  • Kudsanan, takdîs edilen.

mukaddes alem / mukaddes âlem

  • Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi.

mukaddesat-ı ahlakiye / mukaddesat-ı ahlâkiye

  • Ahlâka dayanan mukaddes şeyler.

mukaddesat-ı semaviye

  • İlâhî emre ve vahye dayanan mukaddes şeyler.

mukaddir

  • "Takdir eden, kıymet biçen" mânâsında ilâhî isim.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukannit

  • Yer altından kanalla su akıtan kişi.
  • Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mukarenet

  • Yan yana olma.

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

mukavele

  • Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek.
  • Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.

mükerrer / مُكَرَّرْ

  • Tekrarlanan.

mükevven

  • (Kevn. den) Yapılmış. Tekvin edilmiş olan. Yaratılmış. Meydana getirilmiş olan.

mükle

  • (Çoğulu: Mükül) Kuyu dibinde az az birikip toplanan su.

mukni'

  • İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden.
  • Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.

mükreh

  • (Kerh. den) Zorlanan kimse.
  • Zorlanan.
  • Zorlanan kimse.
  • Zorlanan.

mukrif

  • Babası köle, anası hürre olan kimse.
  • Anası arabi, babası arabi olmayan deve.

muktebis

  • (Çoğulu: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.

müktefi / müktefî

  • (Kifâyet. den) İktifâ eden, kanaat edici olan. Kâfi ve yeter bulan.

mukterih

  • Bir şeye kasd eden, araştıran.
  • Yeniden meydana çıkaran.
  • Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.

müktesib

  • (Müktesibe) (Kesb. den) Elde eden, edinen, kazanan.

müktinn

  • Gizlenen, saklanan. Başkasınca gizlenip saklanmış olan.

mülasaka

  • Ulaşma, yanaşma.
  • Bitişme, yapışma, iltisâk etme.

mülasık

  • (Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.

mülevvin

  • (Levn. den) Boyanan.
  • Renk veren. Telvin eden.

mülhid

  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.

mülk

  • Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.
  • Tasarruf, saltanat, kudret.

mülk-i habis / mülk-i habîs

  • Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

mülkiyet

  • İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.

mültefit

  • İltifat eden, ilgi gösterip iyi davranan.
  • İltifat eden, iyi davranan.

mültefitane

  • İltifat ederek, iyi davranarak.

mülteim

  • (Le'm. den) İyileşen ve kapanan (yara).
  • Cem'olucu, toplanan.
  • Ulaşan, ulaşıcı.

mültezim

  • Kabul edip bağlanan.

mümedd

  • İmdad edilmiş.
  • Uzanan, uzatılmış.

mümin / مؤمن

  • İnanan, iman eden. (Arapça)

müminane

  • Mümine yakışır şekilde, inanarak.

müminin / müminîn / مؤمنين

  • Müminler, îman edenler, inananlar.
  • İnananlar, iman edenler. (Arapça)

mümted

  • Uzanan.

mümtesil

  • İmtisal eden, sıkı sıkıya bağlanan ve yerine getiren.

mümtezic

  • İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik.
  • Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan.
  • Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan.
  • Birbiriyle iyi geçinen.

mün'akıd

  • İn'ikad eden, bağlanan, bağlanmış, düğümlenmiş.
  • Teşkil olunmuş, resmi olarak iki taraf arasında kabul olunmuş. Kurulan, ictima eden.

mün'akid

  • İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen.

münakaza

  • İki sözün mânasının birbirine zıd olması.
  • Bir sözü evvelce söylediği kelâma zıd ve muhâlif söylemek.

münakız

  • Birbirini tutmayan, zıt olan, nakzeden.
  • Başka kelâmın mânasına muhalif olan.

münbais / منبعث

  • İleri gelen, kaynaklanan. (Arapça)

münceli

  • Parlayan, meydana çıkıp görünen.

müncer

  • Sürüklenen, sonuçlanan.

müneccim

  • Yıldızların hareket ve hâllerini tedkikle uğraşan, mevki ve harekâtından mâna ve hüküm çıkaran. Falcı.
  • Astrolog, yıldızların konum ve hareketlerinden mânâ çıkaran.

münekkib

  • Yüzüstü düşen, kapanan.

münessim

  • Hayat veren, ruh veren. Allah.
  • Lâyık olana maaş bağlıyan kimse.
  • Köle âzâd eden.

münhamenna / münhamennâ

  • Muhammed (A.S.M.) manâsına, Tevratta geçen İbrânice isimdir.
  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) "muhammed" mânâsında Tevrat'taki ismi.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale

munis / mûnis / مونس

  • Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
  • Canayakın, dost.
  • Canayakın, sevimli.
  • Cana yakın, alışılmış. (Arapça)

münkeşif

  • (Keşf. den) Açılmış, meydana çıkarılmış. Açılan, keşfolunan, yeni bulunmuş.

munsabig

  • (Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.

münşaib

  • (Şa'b. dan) Şubelenen, dallanan, çatallanan, kollara ayrılan, ayrılmış. Bölük bölük, kol kol, kısım kısım olan.

münsedd

  • (Sedd. den) Seddedilen, kapanan, tıkanan. Tıkalı.

münserih

  • Çabuk ve çevik davranan.
  • Hızlı hızlı giden hayvan.

müntekis

  • Başaşağı dönen. Tersine yuvarlanan.

müntemis

  • Gizlenen, saklanan. Gizli.

müntesibin / müntesibîn

  • Bağlananlar, ilgililer.
  • İntisab edenler, bağlananlar.

müntesip

  • Bağlanan, bağlı.

müntic

  • İntâc eden, netice veren. Sebebiyet veren, meydana getiren. Bir şeyin neticelenmesine sebep olan.

müraat-ı nazir / müraat-ı nazîr

  • Edb: Mânâca birbirine uygun kelimeleri bir cümlede toplamak.

müradefe

  • Müradiflik. İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.
  • Arkadaşlık, beraber yolculuk.

müradif / mürâdif

  • Diğer bir kelime ile mânâsı bir, eş ve aynı olan.
  • Refik, yoldaş.
  • Eş mânâlı.

mürahhim

  • (Rahmet. den) Rahmetle yâd eden. Rahmetle anan.

murassa'

  • Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı.
  • Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş.
  • Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit.
  • Bir nevi yazı.

mürcie

  • "Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan günâh işleyen) azâb görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda olanlardan) ayrılan bozuk fırka.

murdia

  • Süt emziren. Süt anası.

mürefref

  • İnce, nazik kumaştan yapılmış.
  • Dalları sallanan nâzik lâtif ağaç.
  • Sürü sürü, grup grup.
  • Yeşil elbise.
  • Dalları sallanan nazik, lâtif ağaç gibi.

mürekkeb

  • Birleşik olan, parçalanabilen. Basitin zıddı.
  • İki veya daha çok şeyin karışmasından meydana gelen, bileşik.

mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaide / mürekkebât-ı mütedahile-i mütesaide

  • Atomların iç içe dizilmesiyle yükselip gelişerek meydana gelen moleküller, elementler, bileşikler.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürekkib

  • (Rükub. dan) Terkib eden. Bir birleşiği meydana getiren.

mürettebat

  • Bir iş için hazırlanan kimseler, personel.

mürevvic-üş-şeria / mürevvic-üş-şerîa

  • İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah Serhendî'nin lakabı.

mürg-i bal-şikeste / mürg-i bâl-şikeste

  • Kırık kanatlı kuş.

mürid / mürîd

  • İsteyen, tarikata girip şeyhe bağlanan.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

mürtedif

  • Arkasından giden, ardına düşen.
  • Hayvana binen kimsenin ardına binen.

mürtefid

  • Kazanan, faydalanan, edinen.

mürteza / mürtezâ

  • Beğenilmiş, râzı olunmuş mânâsına hazret-i Ali'nin lakabı.

mürtezık

  • Rızıklanan.

mürtezik

  • Rızıklanmış, rızıklanan.
  • (Rızık. dan) Rızıklanmış, rızık bulmuş, rızıklanan.

mürtezık / مُرتَزِقْ

  • Rızıklanan.

mürüvvet

  • İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
  • Ana baba saadeti.
  • Mertlik, yiğitlik.
  • Reculiyet.

müsab

  • Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören.

musaddak / مُصَدَّقْ

  • Doğrulanan.
  • Doğrulanan.

musade

  • Avlanan canavar.

müsadere edilen

  • Toplanan, el konan.

müsahelekar / müsahelekâr

  • Kolaylık gösteren. (Farsça)
  • Kolay sanan. (Farsça)

musahere

  • (Sıhr. dan) Evlenme ile meydana gelen akrabalık.

müsahhir

  • Teshir eden, zapteden. İstediği gibi hareket ettiren ve kullanan.

müşakelet

  • Şekilde bir olma ve uygunluk, benzeyiş.
  • Cinsiyet birliği.
  • Edb: Birinin söylediği bir sözü diğerinin az çok evvelki mânaya zıd olarak kullanması.

musanna

  • Sanatlı.

musanna'

  • Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan.
  • Uydurulmuş, yapmacık.

müşareket babı

  • Fiilin iki veya daha fazla şahıs tarafından meydana geldiğini gösteren fiil kalıbı.

musarra'

  • Edb: İki mısra'ı da kafiyeli olan beyit. Bir mısra'ı kafiyeli olana "Müfred" denir.Musarra' beyte, gazel veya kasidenin baş tarafında bulunursa; matla; terci' ve terkib-i bentlerin arasında bulunursa; vâsıta tâbir olunur.

müsbet ilimler

  • (Pozitif ilimler) Tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve nazari olmayan maddi ilimler. Herkesin kabul ettiği ve isbat vasıtaları ile doğruluğu isbat edilen ilimler.

müsebbeb / مُسَبَّبْ

  • (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.
  • Sebeble meydana gelen.

müsebbebat / müsebbebât

  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.

müsebbep

  • Sebeple meydana gelen, sebebin sonucu.

müsebbib-ül esbab

  • Bütün sebeplere sâhip olan, hakiki müsebbib (Cenab-ı Hak). Bütün sebepleri meydana getiren, Allah (C.C.)

müsebbih

  • Tesbih eden; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan.
  • Allah'ı tesbih edip anan, Allah'ı noksan sıfatlarından tenzih eden ve zikreden, Sübhanallah diye Allah'ı tesbih eden.
  • Tesbih eden, Allahı anan.

müsebbihane / müsebbihâne

  • Tesbih ederek, Allahı anarcasına.
  • Tesbih ederek. Sübhânallah diyerek. (Farsça)

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.
  • Allahı insana benzeten sapık görüş.

müşedded

  • Kuvvetlendirilmiş, şiddeti artırılmış.
  • Gr: İki defa yanyana okunan harf, şeddeli harf. Böyle harflere huruf-u müşeddede denir.

müseddes

  • Altı kısımdan meydana gelmiş.
  • Altılı. Altıgen.

müşeffah

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) "muhammed" mânâsında Tevrat'taki ismi.

müsemma-yı meşrutiyet / müsemmâ-yı meşrutiyet

  • Meşrutiyetin "meşrutiyet" olarak isimlendirilmesi, mânâsı, özü, gerçeği.

müsemmen

  • Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.
  • Sekiz renkli. Sekiz parçadan meydana gelen.
  • Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet karşılığında satılmış olan şey.

müsenna

  • Kat kat olan.
  • İkili. İki bölümden meydana gelmiş olan. İki kat olan, iki noktalı olan, iki defa nâzil olan Sure-i Fâtiha. Gr: İki şahsa veya iki şeye delâlet eden kelime.

müşerri'

  • Teşri' eden. Şeriatın kurucusu. Şeriat kanununu meydana getiren.

musevi / mûsevî

  • Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak dîne inanan ve bu dîne tâbi olan kimse.

müsevvem

  • Alâmetli, işaretli.
  • Süslü, ziynetli.
  • Yabana otlamaya salıverilen davar.

müşfikane

  • Şefkatle, merhametle. Müşfik olana lâyık surette. (Farsça)

müşkil

  • (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik.
  • Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.

müşkilat-ı kur'aniye

  • Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.

müspet ilim

  • Pozitif ilim, ispata dayanan ilim.

müsta'mil

  • İstimal eden, kullanan.

mustafa

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.
  • Peygamberimizin "arınmış, seçilmiş" mânâsında bir ismi.

müstağni / müstağnî

  • Başkasına muhtâç olmayan.
  • Sâhib olduğu şeyle kanâat edip, insanlardan bir şey beklemiyen. İhtiyâcını başkalarına söylemiyen.
  • Doygun, yönlü, tek.
  • Çekingen, nazlı davranan.
  • Gerekli bulmayan.

müstağniyane / müstağniyâne

  • Tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde.

müstahdes

  • Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış.

müstahdim

  • Hizmette kullanan, istihdam eden.

müstahilat

  • (Tekili: Müstahil) İmkânsız şeyler.
  • Mânâsız, boş ve saçma şeyler.

müstahric

  • (Huruc. dan) İstihrac eden, çıkaran. İbâreden mâna çıkarmak istidadında olan.

müstahsen

  • Güzel karşılanan, beğenilen.

müstahyi

  • (Hayâ. dan) Utanan, utangaç. Hayâ eden.

müstahzar

  • Özel bir maksatla hazırlanan.

müştail

  • (Şa'l. den) Yanan, tutuşan, alevlenen.

müstakbel

  • Karşılanan, istikbâl edilen, önde bulunan. İlerdeki, gelecek.
  • Gelecek zaman.

müştakk

  • (Müştak) (Şakk. dan) Gr: Başka kelimeden ayrılmış, başka kelimeden çıkmış, türemiş.
  • İştikak etmiş, aralarında mâna ve terkib ciheti ile münâsebet; siga ciheti ile mugayeret olmak üzere diğer kelimeden ihraç olunmuş kelime.

mustarıf

  • Çıkarı ve menfaati için her yana başvuran.

müstatil

  • İstitâle eden, uzanan.
  • Geo: Dikdörtgen.
  • Tecvidde müstatil harfi için

müstavsıla

  • Takma saç kullanan kadın.

mustazhir

  • (Zahr. dan) Dayanan, arka veren.

müstazhir

  • (Zahr. dan) Dayanan, arka veren.

müstazhiren

  • (Zahr. dan) Arka vererek, dayanarak.

mustazi

  • (Ziya. dan) Ziya alan, ışıklanan.

müstazi / müstazî

  • (Ziya. dan) Işık ve ziya alan. Işıklanan.
  • Alâ, makbul, iyi.

müste'cel

  • Belirli bir vakte kadar geciktirilen. Muayyen bir zamana kadar te'hir edilmiş olan.

müstebdi'

  • Eşi emsâli benzeri pek az bulunur sanan.

müstecmi'

  • Toplayan, cem'eden. Toplanan.

müstefad

  • (Feyd. den) Anlaşılıp istihrac olunan.
  • Kazanılmış olan, istifade edilmiş.
  • Mâna, mefhum.

müstefid / müstefîd

  • (Çoğulu: Müstefidân) İstifade eden, fayda gören, faydalanan.
  • Faydalanan.
  • Faydalanan, yararlanan.

müstefidan

  • (Tekili: Müstefid) Faydalananlar, müstefidler, istifade edenler. (Farsça)

müstefidane

  • Faydalanarak, istifade ederek. (Farsça)

müstehil / müstehîl

  • (Çoğulu: Müstehilât) (Havl. den) Mânâsız ve boş şey.
  • Mümkün olmayan, imkânsız şey.

müstehilat

  • (Tekili: Müstehil) (Havl. den) Mümkün olmayan şeyler, kabil olmayan şeyler.
  • Mânasız, saçma şeyler.

müstekinn

  • (Kenn. den) Saklanan, gizlenen.

müstekmin

  • (Kemn. den) Saklanan, gizlenen.

müştemilat / müştemilât

  • Kaplanan şeyler, içeriye alınanlar.

müstemti'

  • Temettü' eden, faydalanan, menfaatlenen.

müstenid / مستند / مُسْتَنِدْ

  • Bir şeye dayanan. Bir şeyin üzerine koyulmuş.
  • İstinad eden, dayanan, güvenen.
  • Bir delili, şâhidi olan.
  • Dayanan.
  • Dayanan. (Arapça)
  • Dayanan.

müsteniden / مستندا / مُسْتَنِدًا

  • Dayanarak.
  • İstinad ederek, dayanarak, güvenerek.
  • Bir delil ve şâhid göstererek.
  • Dayanarak.
  • Dayanarak. (Arapça)
  • Dayanarak.

müstenit

  • Dayanan, destek alan.

müsterhimane / müsterhimâne

  • İstirham edene, yalvarana, merhamet dileyene yakışır şekilde, yakışır halde. (Farsça)

müstesinn

  • (Sinn. den) İhtiyarlanan, yaşlanan.

müstetbeat / müstetbeât

  • Edb: Söze, kelâma tâbi olan mânalar. Sözdeki telvihat ve telmihat. Söz söylerken arasında işaretle anlatmalar.
  • Söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih yoluyla işaret edilen mânâlar gibi çağrışımlar.
  • Sözün yan mânâları, söze tabi olan mânâlar.

müstetbeat-üt terakib

  • Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar.

müstetbeatü't-terakib / müstetbeâtü't-terâkib

  • Üslup içindeki cümle ve kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

müstetir

  • Gizlenen, gizli, saklanan, saklı.

müsteykız

  • (Yakaz. dan) Uykudan uyanan, istikaz eden.

mutaassıb

  • Tutucu, bağnaz, körü körüne bağlanan.

mutabakat

  • Uygunluk. Muhalif ve mugayir olmayıp, uygun ve muvafık olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânânın tamamına delâleti.

mutābık-ı vaki' / mutābık-ı vâki' / مُطَابِقِ وَاقِعْ

  • Olana uygun.

mutahhar

  • Temiz, temizlenmiş mânâsına Muhammed aleyhisselâmın ismi.

mütamettia

  • Kâr eden, kazanan, kârlı. (Doğrusu: Mütemettia)

mutammer

  • Anbarda veya çukur içinde saklanan şey.

mutantan / مطنطن

  • Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı.
  • Tantanalı, gösterişli.
  • Tantanalı, gösterişli.
  • Tantanalı. (Arapça)
  • Gösterişli. (Arapça)

mutasaddırane

  • Baş köşeye kurulana yakışacak surette. (Farsça)

mutasallibane

  • Salâbetli gibi, kuvvet sâhibi olana yakışır surette. (Farsça)

mutasarrıf-ı hakim / mutasarrıf-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah.

mütasarrıfa

  • İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

mutatarrif

  • Bir yana çekilen.

mutatavil

  • Uzanan, uzun olan.
  • Uzatmak suretiyle yükselen.

mutavazzıh

  • (Vuzuh. dan) Açıklanan, açık olan, tavazzuh eden.

mutayta

  • Sallana sallana kibirlenerek yürüme. İzzetli ve kibirli yürüme.

mutazallim

  • (Çoğulu: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.

mutazallimane / mutazallimâne

  • (Zulm. den) Kendine yapılan zulüm ve haksızlıkdan dolayı sızlanan kimseye yakışır şekilde.

mutazallimin / mutazallimîn

  • (Tekili: Mutazallim) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.

mutazarrır

  • Zarar ve ziyana uğrayan, zarar görmüş olan.

mütbi'

  • Yanında danası olan sığır.

müteakkılane / müteakkılâne

  • Anlayana yakışır şekilde. (Farsça)

müteallikat

  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.

müteannitane / müteannitâne

  • Yanlış arayana, yanlışlıklar çıkarmaya uğraşana yakışır surette. (Farsça)

mütearric

  • Bir tarafa meyleden, bir yana eğilen.

müteavvik

  • Geciken, eğlenen, oyalanan.

müteazzibane / müteazzibâne

  • Bekâr kalana evlenmeyene yakışır surette. (Farsça)

müteazzir

  • Meydana gelmesi zor olan.
  • Özürlü olan.

müteazziz

  • Taazzüz eden, izzet, kuvvet, kudret kazanan.

mütebahhir

  • (Buhar. dan) Tütsülenen, dumanlanan, tebahhur eden.

mütebahtırane / mütebahtırâne

  • Kibirle sallana sallana yürüyenler gibi. (Farsça)

mütebariz

  • (Bürüz. dan) Tebarüz eden, meydana çıkan. Bâriz âşikar olan.

mütebarizin / mütebarizîn

  • (Tekili: Mütebariz) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler.

mütebasbıs

  • (Basbasa. dan) Yaltaklanan, tabasbus eden.
  • Yaltaklanan.

mütebasbısane / mütebasbısâne

  • Yaltaklanarak, tabasbus ederek. (Farsça)

mütebasbısin / mütebasbısîn

  • (Tekili: Mütebasbıs) Yaltaklananlar, tabasbus edenler.

mütebellid

  • Tembel, uyuşuk. Ağır davranan.

mütebellil

  • Islanan, nemlenen şey.

müteberriz

  • Beliren, meydana çıkan, teberrüz eden.

mütebeyyin

  • Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden.

mütecebbir

  • (Cebr. den) Zorba zor kullanan, cebir yapan.
  • Kibirlenen.

mütecelli

  • Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.

mütecemmi'

  • (Çoğulu: Mütecemmiîn) (Cem'. den) Toplanan, yığılan, biriken, tecemmü' eden.

mütecemmiin / mütecemmiîn

  • (Tekili: Mütecemmi') Toplananlar, yığılanlar, tecemmu' edenler, birikenler.

mütecemmil

  • Cemal kesbeden, zinetlenen, süslenen, donanan.

mütecerrid

  • (Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan.
  • Soyunan, tecerrüd eden, çıplak olan.
  • Bekâr. Evli olmıyan.
  • Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a bağlanan.

mütecezzi

  • Parçalanan.

mütedehhin

  • (Dehn. den) Yağlanan, tedehhün eden.

mütedehhiyane

  • Üstün zekâ ve anlayış sâhibi gibi harekette bulunana yaraşır yolda. (Farsça)

mütedelli

  • Nazlanan, tedelli eden.

mütedenni

  • Tedenni eden, gerileyen, aşağılanan.

mütederri'

  • Zırh giyen, zırhlanan.

müteeddib

  • Edeblenen, utanç duyan, utanan.

müteeddibin / müteeddibîn

  • (Tekili: Müteeddib) Utanç duyanlar, utananlar, hayâ edenler, edeblenenler.

müteekkid

  • (Te'kid. den) Sağlamlaşan, tekrarlanan.

müteellih

  • (Çoğulu: Müteellihîn) Allah'ın birliğine inanan.

müteenni

  • (Eny. den) Temkinli. Teenni eden. Ağır davranan.

müteenniyane / müteenniyâne

  • Temkinli olarak. Ağır davranarak. Çekinip sakınarak. (Farsça)

mütefahhir

  • (Fahr. den) Gururlanan, övünen, tefahur eden.

mütefayid

  • Birbirinden istifade edip faydalanan.

mütefennin

  • Bilgili, sanatkâr, fen ilimlerine sahip.

müteferri'

  • (Fer'. den) Dallanan, bir kökten ayrılan.
  • Bir kökle alâkalı olan.

müteferrih

  • (Ferah. dan) İçi açılan, ferahlanan.

mütefettit

  • Parça parça olmuş olan. Ufak ufak parçalanan.

mütefeyyiz

  • Feyizlenen, feyiz alan, ilim ışığıyla aydınlanan.
  • Feyizlenen, manen gıdalanan.

mütegaddi

  • Gıdalanan, gıda alan. Beslenen.

mütegafil

  • (Gaflet. den) Gafil görünen, gafil gibi davranan.

mütegafilane

  • Gafil gibi davranarak.

mütegallib

  • Zor kullanarak galip gelen, zorba.

mütegannic

  • (Ganc. dan) Nazlanan, naz gösteren.

mütegarrir

  • Gururlanan, güvenilmeyecek şeye güvenen.

mütegassil

  • Yıkanan, gusleden. Yıkayan.

mütegayyim

  • (Gaym. dan) Bulutlanan. Bulutlu hava.

mütegazzi

  • Gıdalanan, tagaddi eden.

mütehabbis

  • Bir yere kapanan. Kendini hapseden.

mütehaddi'

  • (Hud'a. dan) Bilerek aldanan.

mütehaddir

  • Yuvarlanan, yokuş aşağı giden.

mütehaddis

  • (Hudus. dan) Meydana gelen, peydâ olan, meydana çıkan.

mütehaddiş

  • Iztırab çeken.
  • Tırmalanan, tahaddüş eden.

mütehakkık

  • Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan.
  • Doğrulanan.

mütehallik

  • Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o ahlâka alışan.

mütehallil

  • Araya sokulan, araya giren.
  • Bozulan.
  • Bir kelimeden nice mânâlar kasdedip söyleyen kimse.

mütehammil / متحمل

  • Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.
  • Tahammül eden, dayanan.
  • Yüklenen, dayanan, tahammül eden.
  • Dayanan. (Arapça)

mütehammilane / mütehammilâne

  • Tahammül ederek, dayanarak.
  • Yüklenerek. (Farsça)
  • Tahammül ederek, dayanarak. (Farsça)
  • Tahammül ederek, dayanarak.

mütehammilin / mütehammilîn

  • (Tekili: Mütehammil) Tahammül edenler. Katlanıp sabrederek kabul edenler. Dayanabilenler. Kaldırabilenler.

mütehammir

  • Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan.
  • Ekşiyen, mayalanan.

müteharrik

  • Harekete geçen, kımıldanan. Yerinde durmayıp hareket eden. Devir ve hareket eden.

müteharriş

  • Tırmalanan, tırmıklanmış olan, tırmık yiyen.

müteharriyane

  • Taharri edip araştırana yakışır şekilde. (Farsça)

mütehasid

  • Birbirini kıskanan, çekemiyen. Birbirine hased eden.

mütehaşşid

  • (Çoğulu: Mütehaşşidîn) Yardım için koşuşup toplanan, biriken, yığılan.

mütehaşşidin / mütehaşşidîn

  • (Tekili: Mütehaşşid) Birikenler, toplananlar.

mütehassıl / مُتَحَصِّلْ

  • (Husul. den) Husule gelen, hasıl olan, vücut bulan, meydana gelen.
  • Hasıl olan, meydana gelen.
  • Meydana gelen.
  • Meydana gelen.

mütehassıl olan

  • Hâsıl olan, meydana gelen, sonuç itibariyle ortaya çıkan.

mütehassis

  • Hislenen, duygulanan.
  • Çok hislenen, duygulanan.
  • Duygulanan.

mütehassisane / mütehassisâne

  • Duygulanarak, hislenerek. (Farsça)

mütehazzib

  • Takım takım, küme küme toplanan.

mütehazzir

  • (Hazer. den) Sakınan, çekinen, dikkatli davranan.

mütehazzirane / mütehazzirâne

  • Çekinerek, sakınarak, dikkatli davranarak. (Farsça)

müteheyyi'

  • Hazırlanmış, hazır. Hazırlanan.

müteheyyic

  • Heyecana gelen, coşan, coşkun, heyecanlı.

müteheyyicane / müteheyyicâne

  • Coşkunlukla, heyecana gelerek. (Farsça)

mütekallid

  • Kuşanan. Kılıç takan, takınan. Kılıç kuşanmış.
  • Bir işi üzerine alan. Bir vazifeyi deruhte eden.
  • Kılıç kuşanan, takınan; bir vazifeyi üzerine alan, yüklenen.

mütekallis

  • Gerilen, çekilip toplanan, gerilmiş.

mütekasil / mütekâsil

  • Tembelce davranan.

mütekasilane / mütekâsilâne

  • Tembelce hareket ederek, üşengeçlik ve uyuşuklukla davranarak. (Farsça)

mütekayyid

  • (Çoğulu: Mütekayyidîn) (Kayd. dan) Dikkatli davranan.

mütekayyidane / mütekayyidâne

  • Dikkatli davranarak, kayıtlı bulunarak. (Farsça)

mütekayyidin / mütekayyidîn

  • (Tekili: Mütekayyid) (Kayd. dan) Dikkatli davrananlar, kayıtlı bulunanlar.

mütekeddirane / mütekeddirâne

  • Kederli ve hüzünlü bir hâlde. (Farsça)
  • Bulanarak. (Farsça)

mütekellim

  • Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
  • Kelâm âlimi.

mütekerrir / مُتَكَرِّرْ

  • Tekrarlanan.
  • Tekrarlanan.

mütekessir

  • (Kesr. den) Kırılan. Parçalanan.

mutekid / mûtekid / معتقد

  • İnanan, inançlı.
  • İnanan, inancında olan. (Arapça)

mütelafi

  • Telafi eden. Kaybettiği bir şeye mukabil başka bir şey kazanan.

mütelahhız

  • Ekşi birşey yiyen kimsenin yanında ağzı sulanan.

mütelatım

  • (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.

mütelattıf

  • (Lütf. dan) Yumuşak ve nazik davranan.

mütelevvin / متلون

  • Renkten renge giren, yanar döner. (Arapça)

mütelevvis

  • Pis, kirli, murdar, paslanan, kirlenen.
  • Karışmış, muhtelit.

mütemahhız

  • (Çoğulu: Mütemahhızîn) Candan ve gönülden inanarak çalışan.

mütemarızane / mütemârızâne

  • Yalandan hastalanarak. (Farsça)

mütemehhil

  • Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen.
  • Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.
  • Büyüyüp gelişmek için zamana ihtiyacı olan şey.

mütemekkin

  • (Mekân. dan) Yerleşen, Mekânlanan, temekkün eden. İkamet eden, sâkin olan.
  • Gr: Üç harekeyi de kabul eden kelime.

mütemellık

  • (Melık. dan) Alçakçasına yalvaran, yaltaklanan.

mütemellıkane

  • Yaltaklanarak. Alçakcasına yalvararak. (Farsça)

mütemessik

  • Temessük eden. Sıkı sıkı yapışıp tutan.
  • Bir delil ve şahide dayanan, delile istinad eden.
  • Temessük eden, sıkı sıkıya yapışan; bağlanan.

mütemetti'

  • (Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış.
  • Umre ile hacc için ihram bağlanmış.
  • Kazanan, kâr eden.

mütemevvic

  • Dalgalanan, dalgalı.
  • (Mevc. den) Dalgalanan, dalgalı.

mütemezzik

  • Yırtılan, parçalanan.

mutemidane / mutemidâne

  • Bağlanarak, güvenerek. İtimâd etmek sureti ile. (Farsça)

mütemmem

  • Tamamlanan, eksikleri kalmayan. Nihayete eren.

mütenaciyane / mütenaciyâne

  • Fısıldaşanlar gibi, fısıldaşana yakışır surette.

mütenafir

  • Birbirinden nefret eden, ürken. Birbirini görmek istemeyen.
  • Edb: Yanyana gelişleri ile söylemede zorluk çıkaran kelime veya harf.

mütenaggım

  • Nağme eden, âvâzlanan, şarkı söyleyen.

mütenakih

  • Nikâhlanan.

mütenassıh

  • (Nush. dan) Nasihat dinleyip uslanan. Öğüt kabul eden.

mütenevvir

  • (Nur. dan) Nurlanan, tenevvür eden, parlıyan.
  • Nurlanan, parlayan.
  • Nurlanan.

müteradif

  • Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden.
  • Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.

müterahi

  • Yavaş hareket eden, ağır davranan.

müterasıf

  • Saf şeklinde birbirine yanaşıp sıkışmış olan.

mütercem

  • (Terceme. den) Tercüme olunmuş. Bir lisandan başka bir lisana çevrilmiş.

mütercim

  • Tercüme eden, bir dilden başka dile çeviren.
  • Anlatan, anlaşılmayan bir mânayı açıklayan.

mütercimin / mütercimîn

  • (Tekili: Mütercim) Tercüme edenler. Bir lisandan başka bir lisana çevirenler.

mütereffihane / mütereffihâne

  • Rahat ve bolluk içinde yaşıyana yaraşır yolda. (Farsça)

mütereffik

  • (Çoğulu: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.

mütereffikin / mütereffikîn

  • (Tekili: Mütereffik) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele edenler.

müterennih

  • Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sallana sallana yürüyen.

müteressib

  • (Rüsub. dan) Dibe çöken, tortulanan.

müterettib

  • Terettüb eden. Sıralanmış, sıra ve tertibe girmiş.
  • Meydana gelen, icab eden.
  • Dolayı.

müterettibe

  • Birbirine uyumlu şekilde sıralanan.

müterevvih

  • Bir şeyden koku alan. Kokulanan.

müterezzik

  • Rızıklanan, gıdalanmakla ihtiyacını gideren.

müteşa'şı'

  • Parıldayan, şa'şaalanan.
  • Gösterişli.

müteşabih / müteşâbih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
  • Birbirine benzeyen.
  • Kur'ân-ı Kerim'de mânâ ve lafız bakımından tevile elverişli olan âyetler. Muhkem olmayan âyet.
  • Mânâsı açık olmayan âyet.
  • Birbirine benzer, mânâsı kapalı âyet ve hadîs.

müteşabih hadis / müteşabih hadîs

  • Mânâsı açık olmayan hadis.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Birbirine benzeyenler.
  • Lafız ve mânâ bakımından tevile elverişli âyetler.
  • Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler.
  • Edebî sanatlarla ifade edilmesi sebebiyle mânâsı kapalı olan sözler, âyet ve hadîsler.

müteşabihat-ı kur'aniyye / müteşabihat-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler.

müteşahhıs

  • (Şahs. dan) Şahıslanan, gözle görünür hâle gelen.
  • Şahsı farkedilmiş olan.
  • Şahsını tanıyan.

mütesahil

  • (Çoğulu: Mütesahilîn) Yumuşak davranan, iyi muâmelede bulunan.

mütesahilin / mütesahilîn

  • (Tekili: Mütesahil) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler.

mütesalif

  • Birbirleriyle bacanak olan.

mütesalik

  • Uçucu, uçan.
  • Tırmanan, tırmanıcı.

mütesallik

  • Etrâfındaki şeylere dolanarak yukarı doğru çıkan, tırmanan.

mütesallip

  • Sarsılmaz seviyede birşeye (dine) bağlanan kimse.

mütesanid / mütesânid

  • Dayanan.

mütesebbit

  • Sebat gösteren, sebat eden, dayanan.

müteşecciane / müteşecciâne

  • Yiğit gibi, yürekli olana benzer surette. (Farsça)

müteseccid

  • Secdeye kapanan, secde eden.

müteşeddid

  • (Şiddet. den) Katılaşmış, pekleşmiş, sertleşmiş olan.
  • Şiddetlenen, hızlanan.

müteşehhi

  • İştahlanan.
  • Sevip meyletmiş olan.

müteşekki

  • Şikâyet eden, sızlanan, şikâyetçi, teşekki eden.
  • Sızlanan, şikayetçi.

müteşekkil

  • Herhangi bir şekil alan. Birleşmiş, meydana gelmiş olan.
  • Meydana gelmiş, oluşmuş.

müteşekkir

  • Şükreden, iyiliğe karşı nazikâne davranan.

mütesellih

  • (Çoğulu: Mütesellihîn) Silâhlanan, silâh kuşanan.

mütesellihin / mütesellihîn

  • (Tekili: Mütesellih) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler.

müteselsile

  • Zincirleme olarak, birbirine bağlı şekilde sıralanan.

müteşemmir

  • (Şemer. den) İşe hazırlanan. İşe hazırlanmış olan.

müteserri'

  • (Sür'at. den) Koşan, acele davranan, sür'atli hareket eden.

mütesevvib

  • Farz namazdan sonra nâfile namaz kılan.
  • Sevab kazanan.

mütesevvik

  • Misvak kullanan.

müteşeytın

  • Şeytanlık eden, şeytanca davranan.

müteseyyib

  • (Çoğulu: Müteseyyibîn) Aldırış etmiyen, kayıtsız davranan.

müteseyyibane / müteseyyibâne

  • Kayıtsız davranarak, aldırış etmiyerek, duymazdan gelerek. (Farsça)

müteseyyibin / müteseyyibîn

  • (Tekili: Müteseyyib) Aldırış etmeyenler, kayıtsız davranan kimseler.

mütevafir

  • (Vüfur. dan) Çoğalan, bollanan, fazlalaşan.

mütevakkıd

  • Tutuşan, tutuşup yanan.

mütevakkır

  • (Çoğulu: Mütevakkırîn) (Vakar. dan) Onurlanan, vakarlanan.

mütevakkırin / mütevakkırîn

  • (Tekili: Mütevakkır) Onurlananlar, vakarlananlar.

mütevari

  • (Verâ. dan) Gizli, saklı. Bir şeyin arkasına veya altına çekilerek saklanan.

mütevatir-i bilmana / mütevatir-i bilmânâ / mütevâtir-i bilmâna

  • Nakledilen bir haberin başka ifade ve kelimelerle, başka başka şekilde ifade edilerek tevatür hâle gelmesi. Mânaların çok insanlarca başka başka kelimelerle nakledilmesi. Bir haberin veya hâdisenin farklı ifadelerle, başka başka şahıs veya topluluklar tarafından nakledilmiş olması.
  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütevazzıh

  • (Vüzuh. dan) Açıklanan, tevazzuh eden, açıklık peyda eden.

müteveccihane / müteveccihâne

  • Bir yana dönerek, teveccüh edip yönelerek. (Farsça)

müteveccihin / müteveccihîn

  • (Tekili: Müteveccih) Bir yana dönenler. Teveccüh edip yönelen kimseler.

mütevehhimin

  • (Tekili: Mütevehhim) (Vehm. den) Tevehhüm edenler, evhamlananlar.

mütevellid / متولد

  • Doğan. (Arapça)
  • İleri gelen, kaynaklanan. (Arapça)

mütevellit

  • Ortaya çıkan, meydana gelen.

müteverrık

  • Yapraklı. Yapraklanan.

mütevessid

  • Yastığa dayanan.

mütevessiden

  • Yastığa dayanarak.

mütezavil

  • Bir şey meydana getirmeğe çalışan.
  • Bir şeyi diğer bir şeye yaklaştıran.

mütezellil

  • Tezellül eden. Alçalan, zillete katlanan. Kendini zelil gösteren.
  • Alçalan, zillete katlanan.

mütezelzil

  • Sarsılan, sallanan, oynayan, sarsıntıda olan.

mütezenbir

  • Kibirlenen, gururlanan, büyüklenen. Mütekebbir.
  • Can sıkıcı bir hal ve tavır takınan.

mutlak

  • Kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

mutlak kemal / mutlak kemâl

  • Genel mânâda kemâl, olgunluk; yani kemâl kelimesinin teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylerine bakmaksızın konulduğu genel mânâsına, "mutlak kemâl" denir.

mutlak müctehid / mutlak müctehîd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her biri.

mutmain

  • Şüphesiz, tam kanaatle inanma.

mutmainne

  • İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.

muttasıf

  • Vasıflanan, kendisinde bir hal, bir sıfat, bir vasıf bulunan.
  • Sıfatlanan, özellik kazanan.

müttehem / مُتَّهَمْ

  • Suçlanan, itham altında kalan.
  • Suçlanan.
  • Suçlanan.

muvafakat-i adediye

  • Sayıca meydana gelen uygunluk, denklik.

muvahhid / مُوَحِّدْ

  • Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden.
  • Birleştirici olan.
  • Cenâb-ı Allah'ın varlığına ve birliğine inanan.
  • Allah'ın birliğine inanan.
  • Allahü teâlânın birliğine inanan.
  • Tasavvufta, Allahü teâlâdan başka bir şey görmeyen, kendini ve başkalarını unutan.
  • Allahın birliğine inanan.
  • Allahın birliğine inanan.

muvahhidin / muvahhidîn / مُوَحِّد۪ينْ

  • Cenâb-ı Hakkın birliğine inananlar; tevhid ehli.
  • Allahın birliğine inananlar.

müvakkit

  • Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse.

muvaneset

  • (Üns. den) Birbirine alışıp berâber yaşama. Ünsiyet peydâ etme.
  • İnsana alışma, insandan kaçmayış.

muvanis

  • (Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan.
  • Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşıyan.

muvazi / muvazî

  • Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi. Paralel.

muvazzahan

  • Açıklanarak. Etraflı ve açık şekilde izah olarak.

müvelled

  • Doğmuş, doğurulmuş, iki şeyin birleşmesiyle olmuş, sonradan olmuş, melez.
  • Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş.

müvelledat / müvelledât

  • Doğmakla meydana gelmiş canlılar. Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş olanlar.
  • Uydurma kelimeler.

müvellid

  • Tevlid eden, husule getiren, doğuran. Doğurtan kimse. Meydana getiren.
  • Meydana getiren, doğurtan.

müvellid-ül humuza

  • Ekşilik, oksitlenme meydana getiren. Oksijen.

müvellide

  • Doğuran, meydana getiren.

muzaeme

  • Bir kimse ile bacanak olmak.

muzaffer / مُظَفَّرْ

  • Kahraman. Gâlip gelmiş. Başarmış. Muvaffak olmuş. Zafer kazanmış, zafer kazanan.
  • Zafer kazanan.

muzafferen

  • Zafer kazanarak.

muzafferiyet

  • Üstünlük, muzafferlik, düşmana üstün gelme.

müzavele

  • Bir şeyin meydana gelmesi için çalışma.
  • Bir şeyi başka bir şeye yakınlaştırma.

müzayede

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.

müzerra'

  • Anası, babasından daha şerefli olan.

müzeyyin

  • Herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah.

muzi' / muzî'

  • Meydana çıkaran, açığa vuran.

müzill

  • Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

muzmir

  • Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan.

muztaci'

  • Yan tarafına uzanan, yan üstü yatan.

muztacian

  • Yan üstü yatarak, yan tarafına uzanarak.

müzzemmil

  • Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan.
  • Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır.
  • Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek.
  • Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek.
  • Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Ce

na

  • Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir.
  • Farsçada nefy edatıdır. Müsbet mânâyı menfi yapar. Kelimenin başına getirilir. Meselâ: Nâ-ehil : Ehliyetsiz, ehil olmayan.

na'büdü

  • "Biz ibadet ederiz" mânâsında fiil. ( Bak: Nun-u na'büdü)

na-bina

  • (Çoğulu: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör.

na-evs / nâ-evs

  • Manastır, kilise. (Farsça)

na-mefhum

  • Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz. (Farsça)

na-merbut

  • Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan. (Farsça)

nacileyn

  • Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.

nadi

  • Nidâ eden, haykıran, çağıran.
  • Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri g

nadir / nâdir

  • Eşine az rastlanan.

nafaka-i iddet

  • Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.

nafi' ve darr / nâfi' ve dârr

  • "Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

naha'

  • Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek.
  • Yemen taifesinden bir kavim.
  • Hâlis etmek.
  • Uzaklık, ıraklık.

nahiz

  • Uçmaya hazırlanmış ve kanatları bitmiş olan kuş.
  • Tavşancıl yavrusu.

nahvetfüruş

  • Böbürlenen, gururlanan. (Farsça)

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

nak / nâk

  • Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk : Gamlı, kederli. (Farsça)
  • "Lı, li, lu, lü" mânâsında son ek.

naka

  • (Çoğulu: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe.

nakarat

  • (Tekili: Nakra) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler.
  • Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.

nakia

  • (Çoğulu: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek.
  • Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun.
  • Damat için hazırlanan yemek.
  • Ziyafet.

nakır

  • Nişana isabet eden ok.

nakiz / nakîz

  • (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş.
  • Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyni
  • Bir şeyin hüküm ve mânâsının tersi, muhalifi.

nakkar

  • Müzik, çalgı.
  • Gagalıyan.
  • Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.

nakkaş-ı hakim / nakkaş-ı hakîm

  • Varlıkları sanatlı nakışlarla donatan ve her şeyi hikmetle, yerli yerinde yaratan Allah.

nakl-i sahih

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakl-i sahih-i

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakl-i sahih-i kat'i / nakl-i sahih-i kat'î

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakli / naklî

  • Nakle dayanan, kitap ve sünnete dayalı olan.
  • Taşıma ile ilgili.
  • Nakliye ile, taşıma ile ilgili.
  • Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat.

nakli delil / naklî delil

  • Kur'ân ve hadis gibi nakle, haberlere dayanan delil.

naks

  • Nakletmek.
  • İfsad etmek, bozmak.
  • Evmek. Acele etmek.
  • Kimseye lâkap takmak.
  • Ayıplamak.
  • Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak.

nakş-bendi / nakş-bendî

  • Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan. (Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Ha (Farsça)

nakur

  • Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâk

name-i nur

  • Nurun mektubu. Saadet verici mânâlar yazılı kâğıt.

nane molla

  • Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir.

nar-ı beyza

  • "Akkor, beyaz ateş" mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir.
  • Bir meyve adı.

nasara / nasârâ

  • Îsâ aleyhisselâma inananlar.

naşi / nâşi / nâşî / ناشى

  • Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş.
  • Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle.
  • Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey.
  • Yetişmiş oğlan veya kız.
  • Meydana gelen, ortaya çıkan.
  • İleri gelen, kaynaklanan, dolayı. (Arapça)

nasl

  • Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar.

nasrani / nasrânî

  • Îsâ aleyhisselâma inanan. Çoğulu, nasârâdır. Hazret-i Îsâ'nın bildirdiği dîne nasrâniyyet (nasrânîlik) adı verilir.

nass

  • Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
  • Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

nass-ı azim / nass-ı azîm

  • Büyük mânâlar taşıyan âyet-i kerime.

nass-ı celil / nass-ı celîl

  • Yüksek mânâları olan âyet-i kerime.

nass-ı hadis

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.

nass-ı katı'

  • Mânâsı açık olan Kur'an âyetlerinden delil olarak gösterilen âyet.

nass-ı sarih / nass-ı sarîh

  • Mânâsı çok açık ve kesin olan Kur'an hükmü.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

natakte

  • Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)

natih

  • (Nâtıh) : (Çoğulu: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan.
  • Şiddetli emir.

natüralizm

  • (Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.

naur

  • Kanı durmayan damar.
  • Değirmen kanadı.
  • Döndükçe gıcırdayan dolap.

naus

  • Manastır, kilise. (Farsça)

nazar-ı gaflet ve dalalet / nazar-ı gaflet ve dalâlet

  • İman hakikatlerine karşı duyarsız davranan ve hak yoldan sapanların bakışı.

nazımane / nazımâne

  • Nazım olana yakışır surette. (Farsça)

naziye

  • Kenarı az olan çanak.

nazm

  • Kelimeleri inci gibi yanyana dizmek.

nazm-ı ilahi / nazm-ı ilâhî

  • Allahü taâlâ tarafından yanyana dizilen mübârek sözler, Kur'ân-ı kerîm.

nazm-ı maani / nazm-ı maânî

  • Mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen.

nazmımdan murad

  • Nazım ifadesinden kastedilen mânâ.

ne

  • "Değil, yok," mânasına nefy edâtıdır. (Farsça)

ne'nehava

  • Anason, kimyon.

neam

  • "Evet, olur" mânâsında cevap edâtıdır.
  • Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir.
  • At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir.

neam, la / neam, lâ

  • Evet, hayır. "doğru; fakat, meselenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var" manasındadır.

neam-la

  • Evet, hayır. " Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var." mânâsınadır.

nebagat

  • Meydana çıkma.

neberd-pişe

  • Harb etmeyi sanat edinmiş kimse. Savaşçı. (Farsça)

nebş

  • Gömülü bir şeyi yerden çıkarma.
  • Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma.

nebt

  • Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme.
  • Ot.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

neciyyullah

  • Allahü teâlâ tarafından tûfandan kurtarılan mânâsına Nûh aleyhisselâmın lakabı.

necl

  • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
  • Kuşak, nesil, sülâle.
  • Atmak.
  • Ayak ucuyla vurmak.
  • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
  • Yerden çıkan su.

nefel

  • Düşmandan alınan mal, ganimet.
  • Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nefretbahş

  • İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren. (Farsça)

nefsi nefsi / nefsî nefsî

  • "Nefsim, nefsim" mânâsına gelen ve sadece kendini düşünmeyi ifade eden bir söz.
  • "Benim nefsim", "nefsim nefsim" mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.

nefsi, nefsi / nefsî, nefsî

  • "Nefsim, nefsim" mânâsına gelen ve herkesin kendi derdine düşüp başkalarıyla meşgul olamadığını ifade eden bir cümle.

neft

  • Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.

nefy

  • Olumsuzluk; burada cümleye olumsuzluk mânâsını veren "mâ" edatı kastediliyor.

nekf

  • Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek.
  • Kuyudan su çekmek.
  • Arlanmak.

nekre

  • Gr. başına "el" takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim.

nekre-i mevsule

  • İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime.

nekre-i tamme / nekre-i tâmme

  • Mübhem mânâ ifade eden kelime.

nemçe

  • Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.

neme lazım / neme lâzım

  • "Bu işle ilgilenmem, bana ne, buna karışmam" anlamında bir ifade.

nerbdan

  • Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.) (Farsça)

neş'e

  • Gönül açıklığı, sevinç.
  • Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey.
  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.

neş'e-i lütuf

  • Lütuf ve ikramdan kaynaklanan sevinç.

neş'et

  • Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek.
  • Çıkmak. Kaynak olmak.
  • Meydana gelme, doğma.

neş'et eden

  • Doğan, meydana gelen.

neş'et etme

  • Doğma, meydana gelme.

neş'et etmek

  • Meydana gelmek, kaynaklanmak.

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

neşê

  • Yeniden meydana gelme, dirilme.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşêt

  • Meydana gelme, çıkma.

neşet eden

  • Kaynaklanan.

neşir buyurulan

  • Yayınlanan.

neşr-i suhuf

  • Haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi.
  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

neşredilen

  • Yayımlanan.

neşrolunan

  • Yayılan, yayımlanan.

neşşabe

  • Ok yapıcılık, ok yapma sanatı.

neuzü billah / neûzü billah

  • "Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.

nev'

  • Çeşit, sınıf, cins.
  • Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.

nev-i müteselsil

  • Varlığı (ana babadan evlâda) zincirleme devam eden tür.

nev-i mütevassıt

  • İki farklı türün birleşmesinden meydana gelen ara tür (katır gibi).

nev-icad

  • Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş. (Farsça)

nevahi / nevâhî

  • Yasaklar, yapılması yasaklanan işler.

nevamis-i fıtrat / nevâmis-i fıtrat

  • Yaratılışa Allah tarafından konulan temel kanunlar, anayasa kanunları.

nevamis-i ilahiye / nevâmis-i ilâhiye

  • İlâhî anayasa kanunları.

nevreste

  • (Çoğulu: Nevrestegân) Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş. (Farsça)

nevruz-u sultani / nevrûz-u sultânî

  • Sultan nevruzu; Osmanlı Devletinde bizzat sarayın organize edip sultanın da katıldığı ve coşkuyla kutlanan bahar bayramı; 21 Mart.

neyelan

  • İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma.

nezd

  • Yan. Yakın. Karib. (Farsça)
  • Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır) (Farsça)

nezr-i muayyen

  • Hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek ve sevâbını falan velîye bağışlamak adağım olsun diye bir şarta bağlanarak yapılan adak.

nı'me

  • (Çoğulu: Niam) Mal.
  • Sanat.

nihanhane

  • Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen. (Farsça)

nikat / nikât

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. İnce mânâlar.
  • İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.

nimet-i istifade

  • Bir şeyden yararlanabilme nimeti.

nisab / nisâb / نصاب

  • Aranan sınır. (Arapça)
  • Sermaye. (Arapça)

nisar

  • "Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.

nisbeten

  • Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle.

nişin

  • "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir. (Farsça)

niver

  • Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller. (Farsça)

nokta-i islamiyet / nokta-i islâmiyet

  • (Dayanak noktası olarak) İslâmiyet noktası.

nokta-ı istinad

  • Dayanak noktası.

nokta-i istinad

  • Dayanak noktası.
  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

nokta-i istinat

  • Dayanak noktası.

nokta-yı istinad

  • Dayanak noktası.

nu'fe

  • Erkeklerin iki yanına sallanan saçı.

nüfuş

  • Yabana yayılmak.
  • Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.

nüfus-u emmare / nüfus-u emmâre

  • İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler.

nükat / nükât

  • Nükteler; ince mânâlar.

nüket

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
  • Nükteler, ince mânâlar.

nükte / نكته / نُكْتَه

  • Dikkat edilince anlaşılabilen ince mânâ.
  • İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ.
  • Yere ağaçla vurup eser bırakmak.
  • İnce mânâlı söz.
  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.
  • İcne mana.
  • İnce mana.

nükte-i azime / nükte-i azîme

  • İnce sözdeki mânâ yüceliği.

nükte-i ekber

  • En büyük nükte, ince derin mânâ.

nükte-i esasiye

  • Esas nükte, ince ve derin mânâ.

nükte-i hakikat

  • Gerçeği ve doğruyu ifade eden ince ve derin mânâ.

nükte-i i'caz

  • Mu'cizelik özelliği gösteren nükte, ince mânâ.

nükte-i i'caziye / nükte-i i'câziye

  • Mu'cizeli ince mânâ.

nükte-i kur'aniye / nükte-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki çok ince ve zarif mânâ.

nükte-i tevhid

  • Allah'ın birliğine dair ince bir mânâ.

nükte-i umumiye

  • Umuma ait, herkesle ilgili ince ve derin bir nokta, mânâ.

nüktesenc

  • (Çoğulu: Nüktesencân) Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan. (Farsça)

nukuş-u masnuat / nukûş-u masnûât

  • Sanatlı olarak yaratılan varlıklardaki nakışlar.

nukuş-u san'at

  • Sanatlı nakışlar.

nüma / nümâ

  • Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Gösteren, gözüken" mânâsında son ek.

nümüvv-ü tabii / nümüvv-ü tabiî

  • Tabiî ve normal bir süreçte meydana gelen gelişme.

nur-u imani / nûr-u imanî

  • İmana ait nur.

nüsha-i kübra

  • Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.

nüsha-i suğra

  • Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.

nuşiden

  • "İçmek" mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir.

nusret

  • (Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.

nüsu'

  • Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nusus-u kur'aniye / nusûs-u kur'âniye

  • Kur'ân'daki mânâsı açık olan âyetler.

nüvaz

  • "Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir. (Farsça)

nüzl

  • (Çoğulu: Enzâl) Konak yeri.
  • Misafir için hazırlanan yemek.

ömer hayyam

  • Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.

ordu

  • Askerlerden meydana gelen düzenli topluluk.

örf

  • İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan

osman

  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıd

osmanlı

  • Osmanlı Devleti teb'asından olan.
  • Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.

özr

  • Abdesti bozan bir şeyin bir namaz vakti durdurulamayıp, devâm etmesi. İdrârını tutamama, iç sürmesi, yel kaçırmak, burun kanaması, yaradan kan, sarı su akması, ağrı ile göz yaşı akması birer özür olup, özürlü erkeğe mâzûr, kadına ma'zûre denir.
  • Mâzeret. Af talebi, engel.

pa-berca / pâ-bercâ

  • Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.

padergil

  • (Pâ-der-gil) Ayağı çamurda. (Farsça)
  • Mc: Davranamaz. (Farsça)
  • Sıkıntıda. (Farsça)

paderpa

  • (Pâ-der-pâ) : Ayak ayağa. Yanyana. (Farsça)

palaheng

  • Yular, dizgin. (Farsça)
  • Av veya suçlu bağlanacak kement. (Farsça)
  • Kemer. (Farsça)
  • Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. (Farsça)

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.
  • "Bütün, hepsi" mânâsında ön ek.

pandomima

  • Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi.
  • Sessiz tiyatro oyunu.

pare

  • Cüz, parça. Kesinti. (Farsça)
  • Para. Kuruşun kırkta biri. (Farsça)
  • Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. (Farsça)
  • Sayı, bölük. (Farsça)
  • "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre : Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel. Yek-pâre : Tek parça, bir parça. (Farsça)

parlamento

  • İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.

paryab

  • Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin. (Farsça)

paş

  • "Serpen, saçan, dağıtan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

patriklik

  • Osmanlı saltanatı zamanında muhtelif gayr-i müslimlerin dinî ve medenî bazı işlerini idare eden makamlar.

pay-der-gil

  • Ayağı çamurda. (Farsça)
  • Sıkıntıda, dertte. (Farsça)
  • Mc: Davranamaz. (Farsça)

penah / penâh

  • Sığınak, dayanak.

pençe-i kahr

  • Kahır pencesi; haksız yere uygulanan şiddet.

per / پر

  • Kanat. (Farsça)
  • Kanat. (Farsça)
  • Kuşların iri tüyü, yelek. (Farsça)

per-aver

  • Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan. (Farsça)

per-güşa

  • Kanat açıcı, uçucu. (Farsça)
  • Keskin uçucu. (Farsça)

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

pergaze

  • Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı. (Farsça)

peri

  • Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. (Farsça)
  • İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. (Farsça)
  • Mc: Güzel insan. Güzel kimse. (Farsça)

pervaz

  • Uçmak, kanat açmak.
  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

pervaz ü perdaz / pervâz ü perdâz

  • Kanat çırparak uçan.

pervaze

  • Kır gezisi için hazırlanan yemek. (Farsça)
  • Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı. (Farsça)

perver

  • (Pervar) "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

peyda / peydâ

  • Meydana gelme, ortaya çıkma.

peyda etme

  • Oluşma, meydana gelme.

peyda olan / peydâ olan

  • Meydana gelen.

pezir

  • Kabul eden, olan, olabilen. (Farsça)
  • "Söz dinleyici, emir tutan" mânasında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Eden, edici, alan" mânâsında son ek.

pir / pîr

  • Reis; herhangi bir meslek veya sanatın kurucusu, başlatıcısı.

pişdar

  • Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. (Farsça)
  • Önde giden. Önayak olan. (Farsça)
  • San'at, meslek. (Farsça)
  • Kumandan. (Farsça)
  • Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren. (Farsça)

pişe / pîşe / پيشه

  • Meslek. (Farsça)
  • Sanat. (Farsça)
  • Huy. (Farsça)

pişekar / pişekâr / pîşekâr / پيشه كار

  • Sanatkâr, oyuncu. (Farsça)
  • Sanatçı. (Farsça)
  • Meslek sahibi. (Farsça)
  • Ortaoyununda oyunu başlatan sanatçı. (Farsça)

pişever

  • Sanat ehli, işçi. (Farsça)

piskopos

  • Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.

piyango

  • Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.

pozitif

  • Tecrübe neticesine dayanan, müsbet, isbatlı. Negatifin zıddı. (Fransızca)

pozitif ilimler

  • Deneye dayanan matematik, fizik gibi fen ilimleri.

prensip

  • Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi (Fransızca)
  • Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan. (Fransızca)

proje

  • Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel. (Fransızca)

propaganda

  • Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat. (Fransızca)

puladsenc

  • Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen. (Farsça)

pür

  • Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) (Farsça)
  • Sâhib, mâlik. (Farsça)

pürnar / pürnâr

  • Tutuşmuş, yanan.

puş

  • "Örten, giyen, giyinmiş" mânasına birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Örtü, elbise, zırh. (Farsça)

püştiban

  • Payanda, destek, dayanak. (Farsça)
  • Yardımcı, muin. (Farsça)
  • Dayanak, destek.

püştivan

  • Destek, dayanak, payanda. (Farsça)
  • Yardımcı. (Farsça)

ra

  • İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana. (Farsça)

rabb-i hakim / rabb-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayıp idare eden Allah.

rabbe

  • Üveyana.

rabbena lekel hamd / rabbenâ lekel hamd

  • "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" mânâsına namazda rükûdan doğrulunca okunması sünnet olan söz.

rabbi yessir vela tüassir / rabbi yessir velâ tüassir

  • Ey Rabbim! Kolaylaştır, zorlaştırma, bana imdad eyle, yardım eyle (meâlinde).

raci / râci

  • Geri dönen, bağlanan.

racim / racîm

  • "Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuş uzaklaştırılmış" mânâsına şeytanın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatı.

radıyallahü anh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.

radıyallahü teala anha / radıyallahü teâlâ anhâ

  • Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.

rah

  • (Çoğulu: Rayâh) Şarap, içki, hamr.
  • El ayası mânâsına olan "Râha'nın C."
  • Gitmek.

rahib / râhib

  • Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan.
  • Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş.
  • Aslan.
  • Manastırda oturan hıristiyan din adamı, keşiş.

rahim / rahîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan.
  • Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından.

rahim-i sermedi / rahîm-i sermedî

  • Varlığı sürekli olan ve yarattığı varlıklara sonsuz merhameti ve şefkatiyle davranan Allah.

rahimehullah

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumullah denir.

rahman / rahmân

  • "Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

rahman-ı rahim / rahmân-ı rahîm

  • Dünya ve âhirette yarattığı varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah.

rahmeten lil alemin / rahmeten lil âlemîn

  • "Âlemlere rahmet" mânâsına Peygamber efendimizin mübârek isimlerinden.

rahmetullahi aleyh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi ale

rahmımader / rahmımâder

  • Ana rahmi.

rahnelenen

  • Yaralanan.

rahum

  • Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve.

raid

  • Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse.
  • El değirmeni.

rak'

  • Kaftana yama vurmak. Elbiseyi yamamak.

ramazan

  • Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.

ramazaniye

  • Ramazana ait. Ramazan hakkında.
  • Ramazan ayına dair medhiye veya kaside.

rampa

  • İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. (Fransızca)
  • Şose veya demiryolundaki yokuş. (Fransızca)
  • Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set. (Fransızca)

ran / rân

  • Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. (Farsça)
  • Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân : Hüküm süren. (Farsça)
  • "Süren, sürücü" mânâsında son ek.

raptolunan

  • Bağlanan.

rasid

  • Muntazır, bekleyen kimse.
  • Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar.

rasih alim / râsih âlim

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan büyük din âlimi.

rasihane / rasihâne

  • Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle. (Farsça)

rastperverane / râstperverâne / راست پرورانه

  • Doğruluktan yana. (Farsça)

rauf / raûf

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

re's-ül mal

  • Ana para, sermâye, kapital.
  • İnsan ömrü, hayat.
  • Ana para, sermaye, kapital.
  • İnsanın ömrü. Hayat.

re'sü'l-mal / re'sü'l-mâl

  • Ana sermâye.

re'sülmal / re'sülmâl / رأس المال

  • Ana para, sermaye.
  • Sermaye, anapara, kapital. (Arapça)

rebah

  • Faide, menfaat.
  • Kediye benzer bir canavarın adı.

rebika

  • İp ile bağlanan davar.

recm / رجم

  • Taşlama, taşa tutma. (Arapça)
  • Recm edilmek: Taşlanarak öldürülmek. (Arapça)

redah

  • (Çoğulu: Rudüh) Dolu büyük çanak.
  • Etli ve şişman kadın.

redif

  • Arkadan gelen, birisinin ardından giden.
  • Birbiri ardınca zuhur etmek.
  • Terhis olup ihtiyata geçen asker.
  • Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.

refil

  • Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen.
  • Ahmak kimse.
  • Kuyruğu uzun at.

refrefe

  • Kuşun kanatlarını oynatıp açması.

reft

  • Gitmek, yürümek. (Farsça)
  • "Gitti" mânasında fiildir. (Farsça)

rekz

  • Harıl harıl ayak ile tepmek. Hayvana tekme ile vurmak. Kakıvermek.
  • Kaçmak. Seğirtmek, koşmak.
  • Hicret. Gaza.

remas

  • Göz pınarında toplanan çapak.

remiz

  • Gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme.

remzi / remzî

  • İnce işaret yoluyla kastedilen mânâ.

res

  • (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) "Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

resan

  • (Residen mastarından) "Yetişenler, ulaşanlar, getirenler" mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Yetişen, getiren" mânâsında son ek.

reşid / reşîd

  • Doğru yolda giden, hak yolunda olan.
  • Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun.
  • Büluğ çağına girmiş kimse.
  • Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden.
  • Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

reşkin

  • Kıskanç. Kıskanan. Hased eden. Hâsid. (Farsça)

resuliekrem / resûliekrem

  • "En kerim peygamber" mânâsında Peygamberimiz.

rêsülmal

  • Sermaye, ana para.

retaim

  • (Tekili: Retime) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.

retime

  • (Çoğulu: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.

rev

  • (Reften mastarının emir kökü) "Giden, yürüyen" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev : Önde giden. (Farsça)

reva

  • Lâyık, uygun. Meydana gelmek. (Farsça)
  • Gidici. (Farsça)

rezen

  • (Çoğulu: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.

rezil ü rüsva

  • Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.

rezil ve rüsvay olma / rezil ve rüsvây olma

  • Rezil ve maskara olma, ayıpları meydana çıkma.

rezilürüsva

  • Ayıpları meydana çıkmakla alçalıp kötü hâle düşmek.

ribac

  • Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.

ribat

  • Bağ, bazı sinirler.
  • Sağlam yapı.
  • Han vesaire gibi konaklanacak yer.
  • (Çoğulu: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke.
  • Bağ, ip.
  • Sağlam yapı.

rıdvanullahi teala aleyhim ecmain / rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.

rıhtım

  • Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı. (Farsça)

rikase

  • Davar bağlanan yer.

rikkat-i cinsiye

  • Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması.
  • Kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi.

rimahat

  • Mızrakçılık sanatı.

riş

  • Yara. (Farsça)
  • Yaralı. (Farsça)
  • Tüy. Kıl. Kuş kanadı. (Farsça)
  • Sakal. (Farsça)

risale-i esma / risale-i esmâ

  • Allah'ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem'a.

risaletpenahi

  • Peygamberlik kendisinde noktalanan Peygamberimiz.

ritam

  • (Tekili: Retime) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.

riyazet / riyâzet

  • Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
  • Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak.
  • İdman.
  • Gelip geçici şeylerden nefsi çekerek, kanaat içinde yaşama; ilim, ibadet ve fikirle meşgul olma.

rizne

  • Su toplanacak yer.

ru

  • Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden. (Farsça)

ru-nüma / rû-nümâ

  • Yüz gösteren, meydana çıkan. (Farsça)
  • Yüz görümlüğü. (Farsça)
  • Görünme, meydana çıkma.

ru-nümun

  • Meydana çıkan, yüz gösterici. (Farsça)

ruaf

  • Burun kanaması.

rüba / rübâ

  • Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba : Aklı alan, hayret veren. (Farsça)
  • "Alan, çalan, kapan" mânâsında son ek.

rübai / rübaî

  • Dörtlük olan. Dörtle ilgili.
  • Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir.
  • Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.

rubbe

  • Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. "Öylesi var ki" mânâsındadır.

rüc'a

  • Rücu' mânâsına mastar.

rücbe

  • Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)

ruda'

  • Hastalığın insana yine dönmesi.
  • Gövde ve beden ağrısının her birisi.

rüft

  • Bir küçük canavar. ("İnâk-ul arz" da derler)

ruh / رخ

  • Yanak, yüz, çehre. (Farsça)
  • Arabçada: Efsânevi bir kuş. (Farsça)
  • Yanak, yüz. (Farsça)

ruh-efza

  • Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir) (Farsça)

ruh-u cemaat

  • Cemaat ruhu; toplumu meydana getiren ruh.

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

ruhani / ruhanî

  • Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek.
  • Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.

ruhefza / rûhefza / روح افزا

  • Cana can katan. (Arapça - Farsça)

ruhsar

  • Yanak. Çehre. Yüz.

ruhullah

  • Allah'ın emriyle meydana gelen.
  • İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.

rükn

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

rum

  • Anadolu.
  • Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler.
  • Romalı.

rumi

  • Rumelinden olan, Anadolulu olan.
  • Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı.

rumuz

  • (Tekili: Remz) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.

rumuzat / rumûzât

  • Remizler, gizli mânâlar.

rüsva

  • (Rüsvay) Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış. (Farsça)

rüşvet

  • Bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.

ruunet

  • İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma.
  • Sünepelik, bönlük.

ruz-i mahşer / rûz-i mahşer

  • İnsanların diriltilip toplanacağı gün.

ruz-u haşr / rûz-u haşr

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanacağı gün.

sa'y

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.

saadet-saray-ı ebediye / saadet-sarây-ı ebediye

  • Sonsuz mutluluk sarayı; hiç bitmeyecek şekilde mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sabir / sâbir

  • Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
  • Sabreden, dayanan.

şabub

  • (Çoğulu: Şeabib) Sağanak yağmur.

sadaka

  • Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.)

sadakat / sadâkat

  • Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.

sadakte

  • "Doğru söyledin, sâdıksın" mânasına karşısındakine söylenilen söz.

sade

  • (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur.
  • Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.

sadedil / sâdedil

  • Kolay aldanan.

şadihe

  • Alından buruna varana kadar olan beyazlık.

sadır / sâdır / صادر

  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen.
  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan. (Arapça)
  • Sâdır olmak: (Arapça)
  • Çıkmak, meydana gelmek. (Arapça)
  • İmzadan çıkmak. (Arapça)

sadır olan / sâdır olan

  • Çıkan, meydana gelen.

sadreyn

  • Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.

safderun / sâfderun / safderûn / صَافْدَرُونْ

  • Safi, içi temiz, kolay aldanabilen. (Farsça)
  • Kolay aldanan.
  • İçi saf, çabuk aldanan.

safderunane

  • Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. (Farsça)

safdil / sâfdil

  • Saf kalpli, kolay aldanan.

safe

  • (Çoğulu: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.

safed

  • (Çoğulu: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ.
  • Atâ, bahşiş, hediye.

safeviler devleti

  • (1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde

safiha

  • (Çoğulu: Safayih) Yüzün derisi.
  • Kapı tahtası.
  • Kâğıdın bir tarafı.
  • Yassı ve düz nesne.
  • Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)

safiyullah

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.

safiyyullah

  • "Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın lakabı.

safk

  • Sesi işitilen vuruş.
  • Sarfetmek.
  • Reddetmek.
  • Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek.
  • Kullanmak.

safsaf

  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

sagıye

  • Koyun.
  • Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.

şahadet getirmek

  • Kelime-i Şehadete inanıp onu söylemek. Bir Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Allah'ın Resulü olduğuna inanarak söylemek.

şahbal / شاهبال

  • (Şehbal) Kuş kanadının en uzun tüyü. (Farsça)
  • Kanattaki en uzun tüy. (Farsça)

sahfe

  • (Çoğulu: Sıhâf) Küçük çanak.

sahh

  • (Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve "doğrudur, yanlışsızdır" mânasına gelen bir işâretti.

sahib-i huruc / sâhib-i huruc

  • İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. (Farsça)
  • Büyük kahraman. (Farsça)
  • Şarktan zuhuru beklenen mehdi. (Farsça)

sahib-kıran

  • Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar. (Farsça)

sahib-zuhur

  • Baş kaldıran, isyan eden, ayaklanan. Başa geçen.

sahife

  • Sayfa, kitap sayfası.
  • Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli.

sahih

  • Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele.
  • Hâlis, kusursuz, şüphesiz.
  • Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade.
  • Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, y

sahle

  • (Çoğulu: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)

sahra-yı kebir

  • Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.

şahrah / şâhrah / شاهراه

  • Anayol. (Farsça)

şahrah-ı kur'an / şahrâh-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın ana caddesi.

şahs-ı manevi / şahs-ı manevî

  • Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs.
  • Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler.

şahsiyet-i manevi / şahsiyet-i mânevî

  • Tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik.

şahsiyet-i maneviye / şahsiyet-i mâneviye

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik; Sahabe mânâsını oluşturan ortak kimlik, ortak mânâ.

sak'

  • Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması.

sakare

  • Kâfir.
  • Koğucu, dedikoducu, nemmam.
  • Müstehak olmayana lânet eden.
  • Pekmezci.

sakıb

  • Parlak.
  • Bir yandan bir yana delip geçen.

şakik / şakîk

  • İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı.
  • Ana baba bir erkek kardeş.
  • Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.

şakika

  • (Çoğulu: Şakayık) Yarım baş ağrısı.
  • Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş.
  • Çatlak, yarık.
  • Ana baba bir kız kardeş.
  • Yarım başağrısı.

şakil

  • Yanakla kulak arası.
  • Âdet. Hilkat.

sakinane / sakinâne

  • Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. (Farsça)

salah-üd din

  • Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, "dine bağlı" mânasına gelir.

salib / salîb

  • Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden.
  • Kapıp götüren, zorla alan.
  • Alan.
  • Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.
  • Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz.

salt

  • Bileyi taşı.
  • Kişinin kendi öz kızı.
  • Erkek ismi.
  • Geniş alın.
  • Vurmak mânâsına mastar.

saltanat

  • Kudret, kuvvet.
  • Hâkimiyet, padişahlık.
  • Tantana, gösteriş, debdebe.
  • Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik.

saltanat-ı arab

  • Arapların saltanatı, idaresi, hâkimiyeti.

saltanat-ı azime / saltanat-ı azîme

  • Büyük saltanat, egemenlik.

saltanat-ı bakiye

  • Devamlı, kalıcı saltanat.

saltanat-ı dünya

  • Dünya saltanatı.

saltanat-ı dünyeviye

  • Dünya saltanatı.

saltanat-ı haşmet / سَلْطَنَتِ حَشْمَتْ

  • Büyüklüğün saltanatı.

saltanat-ı hilafet / saltanat-ı hilâfet

  • Halifelik saltanatı, egemenliği.

saltanat-ı ilahiye / saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanatı, egemenliği.

saltanat-ı insaniyet

  • İnsanlık saltanatı; otorite ve egemenliği.

saltanat-ı islamiye / saltanat-ı islâmiye

  • İslâmiyetin hâkimiyeti, saltanatı.

saltanat-ı kudsiye

  • Kutsal saltanat, egemenlik.

saltanat-ı manevi / saltanat-ı mânevî

  • Mânevî saltanat, egemenlik.

saltanat-ı maneviye / saltanat-ı mâneviye

  • Mânevî saltanat.

saltanat-ı rububiyet / saltanat-ı rubûbiyet

  • Rablık saltanatı.
  • Allah'ın varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması; rablık sanatı.

saltanat-ı rububiyet-i ilahiye / saltanat-ı rububiyet-i ilâhiye

  • İlâhî Rablığın Saltanatı.

saltanat-ı ruhaniye

  • Ruhanî, mânevî olarak devam eden saltanat.

saltanat-ı şahane

  • Son derece güzel ve mükemmel saltanat.

saltanat-ı sermediye

  • Sonsuz saltanat.

saltanat-ı uluhiyet / saltanat-ı ulûhiyet

  • Hiçbir ortak kabul etmeyen Allah'ın bütün âlemdeki saltanatı.

saltanat-ı uzma / saltanat-ı uzmâ

  • En büyük saltanat, egemenlik.

saltanat-ı zatiye / saltanat-ı zâtiye

  • Bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik.

şam

  • Akşam. Akşam yemeği. "Şe'm, şâm" Arapçada "sol" mânâsına gelir. "Yemen" sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ tarafdaki beldeye de Yemen ismi verilmiştir.
  • Suriye ve Lübnan memleketlerine de Şam denilmiştir.
  • Arabların Dımışk dedikleri şehrin

şamaniler / şâmânîler

  • İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına dayanan sapık bir yolun mensupları.

samed

  • Allahın, "herşey kendisine muhtaç olduğu hâlde kendisi hiçbir şeye muhtaç değil," mânâsındaki ismi.

san / sân

  • "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Benzer, andırır" mânâsında son ek.

san'at

  • Zanaat, ustalık; bir şey hakkındaki yöntemlerin tamamı; meslek kurallarının tümü.

san'at-ı acip

  • İnsanı hayrette bırakıp hayranlık veren sanat.

san'at-ı hat

  • Hat, yazı sanatı.

san'atkarane / san'atkârane

  • San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde. (Farsça)

san'atkarlık / san'atkârlık

  • Sanatçılık.

sanai'

  • (Tekili: Sania) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar.
  • Sanayi.

sanaten / sanâten

  • Sanatça.

sanatkar / sanatkâr / sanâtkâr

  • Sanatçı, usta.
  • Sanatçı.

sanatkarane / sanâtkârâne

  • Sanatlıca.

sanatperver / sanâtperver

  • Sanatsever.

sanatperverane / sanâtperverâne

  • Sanatseverce.

sanatüttedelli / sanâtüttedelli

  • Muhatabın söyleneni anlayabilmesi için onun seviyesine inme mânâsında belagat ilminde bir sanat türü.

sanavi / sanâvî

  • Sanatlı.

sanayi / sanâyî / sanâyi / صنایع

  • San'at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri.
  • Sanatlar.
  • Sanatlar. (Arapça)

sanayi-i garibe-i sultaniye

  • Saltanata, devlete ait antika sanatlar.

sanayi-i kesire / sanayi-i kesîre

  • Pek çok sanayi, pek çeşitli sanayi.

sanayi-i maneviye

  • Mâna delâletiyle olan san'at. (Teşbih ve istiâre gibi.)

sanayi-i nefise / sanayi-i nefîse / sanâyi-i nefîse / صنایع نفيسه

  • Güzel san'atlar, ileri sanayi.
  • Güzel sanatlar.

sanayi-i umumiye

  • Genel sanayi, endüstri.

sancak-ı muhammedi / sancak-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sancağı; kıyametten sonra, Müslümanların altında toplanacağı sancak.

sandal

  • (Çoğulu: Sanâdil) Büyük başlı deve.
  • Güzel kokulu bir ağaç.

sanduk

  • (Çoğulu: Sanadik) Sandık.

sanevber

  • (Bak: Sanavber)

sani / sâni

  • Herşeyi sanatlı yaratan Allah.

sani' / sâni'

  • (Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah)
  • Sanatkârca yapan, yaratan, sanat eseri olarak meydana getiren. (Allah)

şani'

  • Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.

sani' / sâni' / صانع

  • Sanatkar.

sani-i adl / sâni-i adl

  • Herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan ve sonsuz adâlet sahibi olan Allah.

sani-i basir / sâni-i basîr

  • Herşeyi gören ve sanatla yaratan Allah.

sani-i kadir-i zülcelal / sâni-i kadîr-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve azamet sahibi, herşeye gücü yeten, herşeyi sanatla yaratan Allah.

sani-i kainat / sâni-i kâinat

  • Kâinatı ve herşeyi mükemmel bir sanatla yaratan Allah.

sani-i mevcudat / sâni-i mevcudat

  • Bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah.

sani-i muhteşem / sâni-i muhteşem

  • İhtişam sahibi ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah.

sani-i musavvir / sâni-i musavvir

  • Herşeyi istediği surette, mükemmel ve sanatlı bir şekilde yapan Allah.

sani-i zülkemal / sâni-i zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah.

sanii / sânii

  • Herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah.

saniiyet

  • Sanilik, sanatlı yapıcılık.

sansür / سَانْسُورْ

  • Yayınlanacak bir şeyin kontrol edilmesi.
  • Yayına uygulanan kısıtlama.

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

şantiye

  • Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. (Fransızca)
  • Gemi tezgâhı. (Fransızca)

şap

  • Alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde.

sarahat-i kat'iye

  • Kesin açık mânâ.

saray

  • (Seray) Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. (Farsça)

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

şari'

  • Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.).
  • Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
  • Şüru' eden, başlayan.

sarih / sarîh

  • Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).

şarih

  • Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.

sarih-i ayat / sarîh-i âyât

  • Âyetlerin mânâlarının açıklığı.

şark hadisesi / şark hâdisesi

  • Doğu bölgesinde meydana gelen hadise; Şeyh Said İsyanı.

şark uleması

  • Doğu âlimleri, Anadolunun doğusundaki âlimler.

şarki anadolu / şarkî anadolu

  • Doğu Anadolu.

şart

  • Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şart edatları

  • (Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi

şaşaa-i saltanat / şâşaa-i saltanat

  • Gösterişli ve göz alıcı saltanat.

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

satı'

  • (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan.
  • Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.

satranç

  • 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.

savafık

  • Havadis.
  • Yeni meydana gelen şeyler.

savalic

  • Cirit oynanan eğri sopalar.

savm'aa

  • Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.

savmaa / صومعه

  • Manastır. (Arapça)
  • Mabet. (Arapça)

sayd

  • Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.

şayet

  • ("Lâyık, yaraşır, şâyân" mânâsına gelen "Şâyesten" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: "Eğer, belki, olur ki" gibi. (Farsça)

sayfiye

  • Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer.

sayibe

  • (Çoğulu: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve.
  • "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.

saz / sâz

  • (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz : Evham veren. (Farsça)
  • "Eden, yapan" mânâsında son ek.

şaziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Kavis, yay.
  • Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça.
  • Kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
  • İncik kemiği.

se'ir / se'îr

  • Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.

seab

  • (Çoğulu: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.

sealil

  • (Tekili: Sü'lul) Memeler.
  • Vücudda meydana gelen siğiller.

şeayir

  • (Tekili: Şâire) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.

seb'-ül mesani

  • İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi.
  • Mükerrer okunup tekrarlanan.

şeb-i arus / şeb-i arûs / شب عروس

  • Düğün gecesi.
  • Mc: Mevlana'nın vefat ettiği gece.
  • Düğün gecesi.
  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ölüm gecesi.

şebam

  • Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık.
  • Araptan bir kabile.

sebat

  • Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak.
  • Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak.
  • Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek.

sebe'

  • (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi.
  • Bir Arab kavminin adı.
  • Bir devlet ismi.
  • Bir şahıs adı.

sebeb

  • Vâsıta. Âlet.
  • Alâka.
  • Bahane.
  • Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça.

sebeb-i hasaret / sebeb-i hasâret

  • Hüsrana uğrama sebebi.

sebeb-i husul / sebeb-i husûl / سَبَبِ حُصُولْ

  • Meydana gelme sebebi.
  • Meydana gelme sebebi.

sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbet

  • Olumlu iş ve icraatı meydana çıkarma sebebi.

sebhale

  • " Sübhânallah" demek.

sebk

  • İleri geçme, ilerleme. Öne göçme.
  • Vâki olma.
  • Koşuda kazanan hayvan.

sebu'

  • (Çoğulu: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar.

sebuiye

  • Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili.

sec' / سجع

  • Seci sanatı. Düzyazıda kafiyelendirme sanatı. (Arapça)

şecaat-i imaniye

  • İmandan kaynaklanan cesaretlilik, yiğitlik, kahramanlık.

secavend / secâvend

  • Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.

şeccat

  • (Tekili: şecce) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.

şecce

  • Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.

secde

  • Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.

secfan

  • Ev önünde olan perdenin iki kanadı.

şedar

  • Sözü şiir ile kesme.
  • Hayvan bağlanan yer.

şedd-i rihal

  • Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama.
  • Yolculuğa çıkma.

sefahet-perest

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olan, ahlâksızca davranan.

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • "Cezâ gününün yâni kıyâmet gününün şefâat edicisi" mânâsına Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm.

şefkat-i nev'iye

  • İnsanın kendi cinsinden olana şefkat etmesi.

şefkat-i neviye

  • Kendi nevinden olana duyulan şefkat, acıma.

şegab

  • Çanak kırığını tamir eden.
  • Çanak yapan.

şehamet-i islamiye / şehamet-i islâmiye

  • İslâmiyetten gelen yiğitlik, İslâm'ın kazandırdığı akla ve zekâya dayanan cesaret.

şehbal / şehbâl / شهبال

  • Kanattaki en uzun tüy. (Farsça)

sehha'

  • (Sehh'ten mübalağa sigası) "Çok dökücü" mânasına gelir.

şehid-i ahiret / şehîd-i âhiret

  • Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.

sehl-i mümteni'

  • Edb: "Hem kolay, hem güç" mânasına bir tâbirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca, taklidi imkânsız eser demektir.

şehper / شهپر

  • Kuş kanadının en uzun tüyü. (Farsça)
  • Kuş kanadındaki en uzun tüy. (Farsça)

şehrah / şehrâh

  • Cadde, ana yol; şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol.

şehristan-ı ebedü'l-abad / şehristan-ı ebedü'l-âbâd

  • Sonsuz olarak yaşanacak olan ülke; Cennet.

şehvet

  • Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu.
  • Bir şeyi fazla istemek.
  • Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı

sekar

  • Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

sekine / sekîne

  • Sakinlik, okuyana sakinlik veren önemli bir dua.

sekir

  • Mânâ alemindeki sarhoşluk.

şekk-i itiraz

  • İtirazdan kaynaklanan şüphe.

şekli / şeklî / شكلى

  • Şekle dayanan, biçimsel. (Arapça)

sela

  • (Çoğulu: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.

sela'

  • Bir acı ağaç.
  • Medine'de bir dağ.
  • Yarmak. Parçalamak.
  • Ayak yarığı. (Bu mânâya Çoğulu: Sülu)

selale

  • Çanak içinde yalanan nesne.

selam

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer

selamün aleyküm / selâmün aleyküm

  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.

selb

  • Ayıp.
  • "Noksan etmek ve çekmek" mânalarına da mastardır.

selika

  • Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri.
  • Tabiat.

sellemehullah ve afahu / sellemehullah ve âfâhu

  • "Allah ona selâmet ve âfiyet versin" mânâsına gelen saygı ve dua ifadesi.

selv

  • Kanaat vermek.

sema-i kur'ani / semâ-i kur'âni

  • Kur'ân'ın semâsı; Kur'ân'ın yüce makam ve mânâsı.

şemate

  • Destenik çiçeği.
  • Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek.

sembol

  • Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. (Fransızca)
  • Timsal, mânâlı işaret.

şemc

  • Şey mânasına gelen bir isim.
  • Bir nesneyi seyrek dikmek.

semi' / semî'

  • İşiten, duyan.
  • Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

semi'allahü limen hamideh

  • "Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).

sempati

  • Cana yakınlık, sıcak kanlılık. (Fransızca)
  • Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. (Fransızca)
  • Cana yakınlık.

şemşir-baz

  • İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. (Farsça)
  • Kılıçla ustalık gösteren. (Farsça)

senaf

  • Deve bağlanan ip.
  • Deve göğüsü.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.
  • Dayanak.
  • Delîl, dayanak.
  • Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
  • Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.

sened-i hakiki ve kat'i / sened-i hakikî ve kat'î

  • Hakiki, sağlam ve kesin senet, dayanak.

sened-i kat'i / sened-i kat'î

  • Kesin senet, dayanak.

sened-i özr

  • Özrün belgeleri, dayanağı.

senet

  • Hadis naklinde Hz. Peygambere varıncaya kadar uzanan isimler zinciri.

sengtraş

  • Taş yontucu, taş yontan sanatkâr. (Farsça)

senkendaz

  • Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı.

şer'

  • Şeriat, Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şer'-i islam / şer'-i islâm

  • İslâm şeriatı, Allah tarafından bildirilen, emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şer-i ahmedi / şer-i ahmedî

  • Pegamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

sera

  • "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. (Farsça)

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

şerait-i sulhiye / şerâit-i sulhiye

  • Barışı ve barış ortamını meydana getiren şartlar.

şerar

  • "Şerir" den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir.
  • İnsanın yüzüne çarpan ses.

seraya

  • (Tekili: Seriye) Düşman üzerine yollanan askerler.

serbend

  • Başa bağlanan veya sarılan şey. (Farsça)

serd

  • Çanak içine ekmek doğrayıp ıslatmak.

serdab

  • Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. (Farsça)
  • Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen (Farsça)

şeref

  • Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr.

şeref-yab

  • Şeref bulan, şeref kazanan. (Farsça)

şerefyab / şerefyâb

  • Şeref bulan, şeref kazanan.

şereke

  • (c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak.
  • Ulu yol, büyük yol.
  • Yol ortası. (Bu mânaya. Çoğulu: Şürek)

şerekrak

  • Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.

şerem-sar

  • (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan. (Farsça)

serer

  • (Çoğulu: Esirre) Ayın son gecesi.
  • Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça.
  • Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya Çoğulu: Esrâr ve C: Esârir).

serhan

  • Canavar. Kurt.

şeriat-ı fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların bağlı olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-ı ilahiye / şeriat-ı ilâhiye

  • Allah'ın koymuş olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-ı islamiye / şeriat-ı islâmiye

  • İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm.

şeriat-i islamiye / şeriat-i islâmiye

  • İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm.

şeriat-ı kübra-yı ilahiye / şeriat-ı kübrâ-yı ilâhiye

  • Allah'ın kâinata koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-i meşhure

  • Herkesçe bilinen şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şerif-i caferi / şerîf-i câferî

  • Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad.

şerik-i saltanat

  • Saltanata ortak.

şerik-i saltanat-ı rububiyet

  • Cenab-ı Hakkın Rablık saltanatına ortak.

serir-i saltanat / serîr-i saltanat

  • Saltanat tahtı; sultanlık makamı.

sermaye / sermâye / سرمایه

  • Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. (Farsça)
  • Kazanılmış ilim. (Farsça)
  • Hayat. Ömür. (Farsça)
  • Ana mal, ana para.
  • Ana para.
  • Anapara. (Farsça)
  • Genelev kadını. (Farsça)

şermgin

  • Utangaç. Utanan, hayâ eden. (Farsça)

şerrede

  • "Ayırdı" mânâsına "Teşrid"den mâzi fiili.

sersam

  • İnsana sersemlik veren bir hastalık. (Farsça)
  • Sersem. (Farsça)

şerşere

  • Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Meta, mal mülk.
  • Ağırlık. (Bu mânâya Çoğulu: Şerâşir)

serv-i hiraman / serv-i hirâmân

  • Nazlı sallanan selvi.

serv-i naz / serv-i nâz

  • Dalları yana sarkan selvi.

servet-i fünun

  • Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.

şeş-per

  • Altı kanat. (Farsça)
  • Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz. (Farsça)

settar / settâr

  • "Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.

sevab / sevâb

  • İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek mükâfât, iyi karşılık. Ecir.

sevb

  • (Çoğulu: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine "sevvab" derler.)
  • Rücu' manasına mastar.

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

şevk-i tenzili / şevk-i tenzilî / şevk-i tenzîlî / شَوْقِ تَنْزِيلِي

  • Kur'an-ı Kerim'in ilk önceki mânâsıyla Sahabelere verdiği sevgi ve iştiyak. Kur'an-ı Kerim'in tenzil mertebesindeki mânâsının verdiği şevk. İlâhî bir makamdan inmenin verdiği şevk.
  • Kur'âna âid arzu, istek.

şevket

  • Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat.
  • Diken. Diken batmak.

şevketlu / şevketlû

  • Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.

seyda

  • Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.

şeytani / şeytanî

  • Şeytana ait.
  • Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.

şeytani pişe / şeytanî pişe / şeytanî pîşe

  • Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet. (Farsça)
  • Şeytana benzer, şeytanca iş, huy, alışkanlık.

şeyyebet

  • (Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.).Şeyyebetnî : Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında)

şezb

  • Ağaçtan budanan kuru odun.
  • Geçmek, intikal etmek.
  • Sınır. (Bu mânâya Çoğulu: Eşzâb)

şezr

  • Altın mâdeninden toplanan altın ufağı.
  • İnci parçaları.

siba'

  • Cima.
  • Kesret-i cima ile iftihar edişmek.
  • (Tekili: Sebu) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

şibh-i beşer

  • İnsana benzeyen şempanze, goril gibi hayvanlar.

sifal / sifâl / سفال

  • (Sifâle) Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. (Farsça)
  • Orak. (Farsça)
  • Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu. (Farsça)
  • Çanak çömlek. (Farsça)

sıfat-ı ilahiye / sıfât-ı ilâhiye

  • Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi)

sıfat-ı selbiye / sıfât-ı selbiye

  • Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet, kıdem, beka, kıyam-ı binefsihi, muhalefetün-lilhavâdis gibi sıfatlarıdır. Mânalarında nefiy olduğu için "Selbî" denir. Meselâ: Vahdaniyet, çokluğun; kıdem, fâniliğin nefyi olduğu gibi.

sıffin

  • Sahabeler arasında meydana gelen bir savaşın adı.

sifleperver

  • Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. (Farsça)

siga

  • Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
  • Fiilin çekiminden meydana gelen çeşitli şekillerden her biri.

sihr

  • Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü.

sıhre

  • Kaynana, kayınvâlide.

sıhri / sıhrî

  • Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.

sıhriyet

  • Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.

şikaf / şikâf

  • (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. (Farsça)
  • Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf : Ciğer parçalayan. (Farsça)
  • "Yırtan, parçalayan" mânâsında son ek.

şikar

  • Av, avlanan hayvan. Avlama. (Farsça)
  • Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. (Farsça)

şiken

  • (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. (Farsça)
  • Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken : f. Haysiyet kıran. (Farsça)
  • "Koparan, kıran" mânâsında son ek.

şikestebal / şikestebâl / شكسته بال

  • Kanadı kırık, kırık kanatlı. (Farsça)
  • Mc: Kederli, üzgün. (Farsça)
  • Kanadı kırık. (Farsça)
  • Çaresiz, üzgün. (Farsça)

sikke-i san'at

  • Sanat damgası.

sıkt

  • Ana karnından ölü olarak düşen çocuk.
  • Çakmaktan düşen ateş.

sıla

  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.
  • Fıkıh ve tasavvufu (kalb bilgilerini) meczeden, birleştiren mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

sıla-i rahm

  • Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.

sılah

  • "Musâlaha" mânâsına mastar.

silah-ı insani / silâh-ı insanî

  • İnsana ait silah.

silif

  • Bacanak.

silsile

  • Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
  • Soy, sop.
  • Sıradağ.
  • Seri. Dizi.
  • Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.

silsile-i hadisat / silsile-i hâdisât

  • Meydana gelen olaylar zinciri.

silsile-i tefekkür

  • Tefekkür mânâları ve ifadeleri bulunan ve günlük olarak tekrarlanan bölümlerin zincirleme devam etmesi.

şimendifer-i kanun-u şer'iye-i esasiye

  • Şer'î anayasa treni.

simurga

  • Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir.

sına'i / sınâ'î / صناعى

  • Sanatla ilgili. (Arapça)
  • Sanayi ile ilgili. (Arapça)

sınaat / sınâât / صناعات / sınâat / صناعت

  • (Çoğulu: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık.
  • Sanatlar. (Arapça)
  • Sanat. (Arapça)
  • Sanayi. (Arapça)

sınaat-ı edebi / sınâât-ı edebî / صناعات ادبى

  • Edebî sanatlar.

sınai / sınaî

  • (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı.
  • İnsan yapısı.

sınaiyyat

  • (Tekili: Sınâi) Sanatla ilgili olan şeyler.
  • İnsan yapısı şeyler.

sındid

  • (Çoğulu: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen.

sınv

  • Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar.
  • İki kardeş.
  • Misil. Şebih, benzer.
  • Amca.
  • Oğul.

siper

  • Arkasında saklanılan şey; sığınak, dayanak.

şir'a

  • (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demekt

şir-i mader / şir-i mâder

  • Ana sütü.

sirac

  • Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil.
  • Şevk veren şey.
  • Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

şirin

  • Tatlı. Sevimli. Cana yakın. (Farsça)

şirini / şirinî

  • Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik. (Farsça)

sırr

  • Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
  • Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife.
  • İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti. (Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)

sırr-ı ehadiyet

  • Ehadiyetin sırrı, mânası, kuvvet ve te'siri.

sırr-ı insani / sırr-ı insanî / سِرِّ اِنْسَان۪ي

  • İnsana âid sır.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

siyafet

  • Kılıççılık sanatı.

siyaset

  • Politika, insanları idare etme sanatı.

siyonist

  • Yahudilerin ülküsüne inanan, islâm düşmanı.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

şöhret

  • Ad yapma. Ün. Şân.
  • Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.

sosyalist

  • Sosyalizme inanan, toplumcu.

su'-i fehm / sû'-i fehm

  • Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.

şü'bub

  • Birden yağan sağanaklı yağmur.
  • Hiddetli ve şiddetli olan.
  • Şiddetli güneş harareti.

sü'lul

  • Meme başı.
  • Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.

şua

  • Güneşten veya bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışın.

şua'

  • Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.

subbuhun kuddusün / subbûhun kuddûsün

  • "Allah (C.C.) subbûhtur, kuddûstür. Zâtına ve sıfatına fena, noksan ve kusur yanaşamaz. Her zaman ve her dilde, her mahluk onu tesbih ve takdis eder." gibi mânâları ifade eder.

sübhanallah

  • "Allah eksikliklerden uzaktır" mânâsında bir tabir.

sübhane rabbiyel a'la / sübhâne rabbiyel a'lâ

  • "Yüce olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına secdede söylenen tesbih.

sübhane rabbiyel-azim / sübhâne rabbiyel-azîm

  • "Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına rükû'da söylenen tesbih.

sübhanellah / sübhânellah

  • Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak tutarım mânâsına, mübârek, kıymetli bir söz.

şübhe

  • (Çoğulu: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.

sübjektif

  • Bilen akıl ile alâkalı. (Fransızca)
  • Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. (Fransızca)
  • Objektif olmayan, kişisel, duygusal; eşyanın hakikatine değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan.

sübut

  • Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
  • Sabit olma, kesin olarak meydana çıkma.

sücced

  • (Tekili: Sâcid) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar.

sücud

  • Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek.
  • (Tekili: Sâcid) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler.

sudur / sudûr

  • Olma, meydana gelme. Sâdır olma.
  • (Tekili: Sadr) Göğüsler, sadırlar.
  • Olma, meydana gelme.
  • Göğüsler, sadırlar.

sudur eden / sudûr eden

  • Ortaya çıkan, meydana gelen.

sudur-u gayr-ı ihtiyar

  • İsteksiz olarak meydana gelme.

süfre

  • Sofra, mâide.
  • (Çoğulu: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.

sufuf-u ibad / sufûf-u ibâd

  • Kulların meydana getirdiği saflar.

sugur

  • Düşmana yakın hududlar, serhadler.
  • Mağara.
  • Ön dişler.
  • Ağızlar.

suht

  • Haram mal, her nevi haram.
  • Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)

şuhud-u kevniye

  • Kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler.

şühudi / şühudî

  • Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

suikasd / sûikasd / سوء قصد

  • Suikast, cana kıyma. (Arapça - Farsça)

şüküfte

  • "Açılmış" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte : Yeni açılmış. (Farsça)

süleyman-ı emaret / süleyman-ı emâret

  • Hz. Süleyman'ın (a.s.) saltanatı, devleti.

sultan

  • "Saltanatıyle kâinatı idare eden" mânâsında ilâhî isim.
  • Padişah, saltanat süren.
  • Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah.
  • Allah. (C.C.)
  • Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi.
  • Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri.
  • Hüccet ve delil.
  • Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetin

sultan-ı ebedi / sultan-ı ebedî

  • Varlığı, hüküm ve saltanatı sonsuza kadar devam eden Sultan, Allah.

sultan-ı ezel ve ebed

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan.

sultan-ı ezel, ebed

  • Başlangıç ve sonu olmayan, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah.

sultan-ı ezeli / sultan-ı ezelî

  • Hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah.

sultan-ı ezeli ve ebedi / sultan-ı ezelî ve ebedî

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan.

sultan-ül-ulema / sultân-ül-ulemâ

  • İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).

sultanahmed

  • İstanbu'lda bulunan ve ismini Sultanahmed Camiinden alan semt; Sultanahmed Camiinin olduğu yer.

sümme

  • Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır.
  • Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.

sunbur

  • (Çoğulu: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği.
  • Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.

sünen-i seniyye

  • Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler.

sünnet

  • Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler.

sünnet-i seniye

  • Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler.

sünnet-i seniyye

  • Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler.

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

sünni / sünnî

  • Peygamber efendimizin ve Eshâbının inandığı gibi inanan ve Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olan müslüman. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında olan kimse.

sünuh

  • (Çoğulu: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ.
  • Zuhur etmek. Vaki olmak.
  • Sözü kinâye ve târiz ile söylemek.
  • Kolay olmak.
  • Birini güçlüğe düşürmek.

sünuhat / sünûhat

  • (Tekili: Sünuh) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar.
  • Allah'ın lütfuyla kalbe gelen mânâlar.
  • Kalbe gelen mânâlar, doğuşlar.

Sünuhat / Sünûhat

  • Kalbe doğan mânâ ve hakikatler

sünuhat kabilinde

  • Kalbe gelen mânâlar şeklinde.

sünuhat-ı kalbiye

  • Allah'ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar.

sünuhat-ı kur'aniye / sünuhat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın nuruyla kalbe gelen mânâlar, hakikatler.

şura-yı ümmet / şûrâ-yı ümmet

  • Milletin şûrâsı, Müslüman kanaat önderlerinin görüşü.

sure / sûre

  • Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ

suret-i mana / sûret-i mânâ

  • Mânâ şekli.

suret-i teşekkül

  • Meydana gelen şekil, görüntü.

suret-perestlik / sûret-perestlik

  • Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek.
  • Resimlere meftuniyet.
  • Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, rûhuna va mânâsına kıymet vermemek.

suretpezir

  • Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. (Farsça)

suretyab / suretyâb

  • Şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. (Farsça)

süreyya / süreyyâ

  • Ülker takımyıldızı; yedi (veya altı) yıldızdan meydana gelen ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünen bir takımyıldızı.

sürpriz

  • Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. (Fransızca)

sutur-u kainat / sutur-u kâinat

  • Âlemdeki mânalar, kâinat satırları.

sutur-ül gayb

  • Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar.

süturban / süturbân

  • Hayvana bakan. Seyis. (Farsça)

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

şuur-u imani / şuur-u imanî

  • İmanî şuûr, imana dayalı bilinç.

suver-i maani / suver-i maânî

  • Mânâ şekilleri, biçimleri.

suver-i müteşabihe

  • Müteşâbih ifadeler; Kur'ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller.

süveyş

  • Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.

suz / sûz

  • (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. (Farsça)
  • "Yakan, yakıcı, bozucu" mânâsında son ek.

şüzur

  • (Tekili: Şezre) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler.
  • İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.

ta

  • Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ : (Farsça)

ta'bir

  • (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim.
  • Terim.
  • Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.

ta'biye

  • Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
  • Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
  • Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)

ta'cif

  • Arkalamak.
  • Doymaya yakın olana kadar yemek.

ta'dil-i erkan / ta'dil-i erkân

  • Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak v

ta'lik

  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.

ta'lin

  • Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.

ta'zir / ta'zîr

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı
  • İslâm hukukunda hakkında belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar.
  • Red, icbar, tedib.

ta-be

  • "... e kadar" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir. (Farsça)

taammüden

  • Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile.

taarruz

  • Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.

taassub / تعصب

  • Fanatiklik, katı yandaşlık. (Arapça)
  • Yobazlık. (Arapça)

taassubkar / taassubkâr / تعصبكار

  • Fanatik, mutaassıp. (Arapça - Farsça)

taassubkari / taassubkârî / تعصبكاری

  • Fanatiklik, mutaassıplık, taassup. (Arapça - Farsça)

taayyün

  • Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.

taayyünat

  • Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.

tabahece

  • Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.)

tabaka-i esiriye / tabaka-i esîriye

  • Esir maddesinden meydana gelen tabaka.

tabaka-i havass / tabaka-i havâss

  • Toplumun üst seviyesini meydana getiren seçkinler tabakası.

tabaka-i işariye

  • İşaret edilen mânâ tabakası.

tabaka-i mana / tabaka-i mânâ

  • Mânâ derecesi.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabaver

  • (Tâb-âver) Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan. (Farsça)

tabe

  • (Tayyib. den) " İyi ve temiz olsun" mânasınadır.

tabi / tâbi / تابع

  • Bağlanan.

tabi olan / tâbi olan

  • Bağlanan, uyan.

tabiat tağutları / tabiat tâğutları

  • Tabiat putları; insanları Allah'a karşı isyana sevk eden tabiattaki her şey.

tabiat-ı mana / tabiat-ı mânâ

  • Mânânın tabiatı.

tabiatperest

  • Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden. (Farsça)

tabiatperestlik

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme, tabiatçılık.

tabiiyyun

  • Allahın kanunu ve sanatı olan tabiatı ilâh sananlar.

tabur

  • Dört bölükten meydana gelen askerî birlik.

tadric

  • Kanatmak.

tafdil

  • Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek.
  • Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyü

tafşele

  • Kaygana aşı.
  • Baklava.

taglib

  • Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

tagut

  • İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr.
  • Her bâtıl mâbud.
  • Şeytan.
  • İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.

tağuti / tâğûtî

  • Şeytanî, azgın şeytana ait.

taha / tâhâ

  • ("Serdi" manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek.
  • Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz.
  • Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir.
  • Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif rivayetler vardır.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahaddüs / تحدس

  • Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak.
  • Haber vermek, sezgi.
  • Sezgi. (Arapça)
  • Meydana gelme. (Arapça)
  • Tahaddüs etmek: Meydana gelmek, ortaya çıkmak. (Arapça)

tahakkuk

  • Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.

tahakkuk-u hakaik

  • Gerçeklerin oluşması, meydana gelmesi.

tahakkümi / tahakkümî

  • Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva.

tahammül eden

  • Katlanan, yüklenen.

taharet / tahâret

  • Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik. Temiz olana tâhir, temizleyiciye de

tahaşi

  • Bir yana olmak.
  • Utanmak.
  • Sıkılmak.

tahassul

  • Hasıl olma, çıkma, meydana gelme.

tahassul etme

  • Meydana gelme, ortaya çıkma, elde edilme.

tahazzüb

  • (Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahkiki

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak.

tahkiki iman / tahkikî iman

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak elde edilen iman.

tahlil / tahlîl / تحليل

  • Bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma.
  • Analiz.
  • Ayrıştırma, çözümleme, analiz. (Arapça)
  • Tahlil etmek: Değerlendirme yapmak, analiz yapmak. (Arapça)

tahlilat / tahlîlât / تحليلات

  • (Tekili: Tahlil) Tahliller, analizler.
  • Analizler, tahliller. (Arapça)

tahmid / tahmîd

  • (Hamd. den) Hamdetmek.
  • Medhetmek, övmek.
  • Elhamdülillâh" kelâmının mânasını ifade etmek.
  • "Elhamdülillah" demek. "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur" mânâsına "Elhamdülillah" sözü ve benzerleri.

tahmil etmek

  • Yüklemek, mânâlandırmak.

tahmin

  • (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.

tahric / tahrîc

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

tahrif

  • (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak.
  • Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek.
  • Başka tarafa meylettirmek.

tahsir

  • (Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma.

tahsis

  • Hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma.

taht / تخت

  • Saltanat koltuğu. (Farsça)
  • Saltanat makamı. (Farsça)

taht-ı belkıs

  • Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)

taife

  • Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.

takaddes

  • Mukaddes olsun (mânasında).

takat-ı beşer / tâkat-ı beşer

  • Beşer gücü ve kuvveti. İnsana mahsus kuvvet.

takazic

  • Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat.

takdiri / takdirî

  • Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan.
  • İtibarî.
  • Farazî.
  • Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime.

taklidi / taklidî

  • Araştırmaksızın taklide dayanan.

taklidi iman / taklidî iman

  • Araştırmaksızın, taklide dayanan iman.

takva / takvâ

  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.

takyid

  • Sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye bakımından belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlama.

tale

  • (Tavl. dan) "Uzun olsun" mânâsındadır.

talib-i dünya / tâlib-i dünya

  • Dünyayı isteyen, ona bağlanan.

talih

  • Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli')

talikat / tâlikât

  • Kitap okurken hatıra gelen mânâları not ederek yazılan eser.

talmud / talmûd

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.

talve

  • Vahşi canavarların yavrusu.
  • Keçi bağladıkları ip parçası.

tamat

  • Mânâsız ve uygunsuz söz. (Farsça)

tancir

  • (Çoğulu: Tanâcir) Tencere.

tanfese

  • (Çoğulu: Tanâfis) Uzun saçaklı halı.
  • Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.

tanzir

  • Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma.
  • Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma.

tarab-enduz

  • Ahenk kazanan.

tardin

  • Kaftana yen etmek.

tarih

  • Hâdiseye vakit tayin etmek.
  • Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti.
  • Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim.
  • Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam.
  • Memlekette vâki olan hâdiseleri zamana nazaran tertip ve sırasıyla zikir ve beyan ede

tarik / tarîk

  • Yol, hadis veya haberin geliş kanalı.

tariz / târiz

  • Dokundurma, iğneleme; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı, meselâ; insanlara zarar veren kimseye "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." diyerek o kimsenin hayırlı biri olmadığını söylemek gibi.

tarz-ı teşkilat / tarz-ı teşkilât

  • Meydana geliş tarzı.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
  • Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)

tasarruf eden

  • Herşeyi dilediği gibi idare edip kullanan.

tasarrufat-ı azime-i yevmiye / tasarrufât-ı azîme-i yevmiye

  • Hergün meydana gelen büyük tasarruflar, faaliyetler.

tasdik edilen

  • Doğrulanan, onaylanan.

tasfik

  • (Çoğulu: Tasfikat) Kanat çırpma.

tastir

  • (Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tatarruf

  • (Taraf. dan) Bir yana veya bir tarafa çekilme.

tatilieşgal

  • İşi bir yana bırakma, dinlenme.

tavaif-i müluk / tavaif-i mülûk

  • Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler.

tavdi'

  • Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tayin edilen

  • Atanan, görevlendirilen.

tayr

  • (Çoğulu: Atyâr-Tuyur) Kuş.
  • Uçmak (mânasına mastardır.)

tayyibat / tayyibât

  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

tayyızaman

  • Bir zamandan birdenbire başka zamana geçmek.

tazammun

  • İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak.
  • Tazmini kabul etmek. Kefil olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.

tazarru'en ve hufyeten

  • Gizlenip saklanarak.

tazarrur

  • (Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama.

tazminat / tazminât

  • (Tekili: Tazmin) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller.
  • Zararların bedellerini ödetme.

te'cil

  • Başka zamana bırakma.
  • Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil)

te'hıye

  • Hayvana yatacak ahır yapmak.
  • Birbirine kardeş olmak.

te'kid-i manevi / te'kid-i manevî

  • Söylenişi başka, manası müşterek olan.

te'lif / te'lîf / تأليف

  • Yanyana getirme, alıştırma. (Arapça)
  • Kaleme alma, yazma. (Arapça)
  • Te'lîf edilmek: (Arapça)
  • Bir araya getirilmek, birleştirilmek. (Arapça)
  • Kaleme alınmak, yazılmak. (Arapça)
  • Te'lîf etmek: (Arapça)
  • Bir araya getirmek. (Arapça)
  • (Arapça)

te'sis

  • Kurma, meydana getirme, temel atma.

te'vil

  • (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sa

te'vilat / te'vilât

  • (Tekili: Te'vil) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.

teakkul

  • Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

teala ve tekaddes / teâlâ ve tekaddes

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.

tearuz

  • Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek.

teayyün

  • Bellibaşlı olmak.
  • Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek.
  • Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma.

teayyün-i vücudi / teayyün-i vücûdî

  • Varlıkta meydana gelme, hâsıl olma.

tebareke ve teala / tebâreke ve teâlâ

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.

tebeddül-ü saltanat

  • Saltanatın değişmesi.

tebellür

  • Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak.
  • Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.

teberrüz

  • Görünme, meydana çıkma.

tebrie

  • (Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak.
  • Borçtan kurtarmak.
  • Nezahet, ismet.
  • Beraet ettirmek.

tebyin

  • Açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecelli

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

tecelli-i saltanat-ı uluhiyet / tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet

  • Allah'ın ilâhlık saltanatının yansıması.

tecellidar / tecellidâr

  • İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen. (Farsça)

tecelligah / tecelligâh

  • Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer. (Farsça)

tecerrüt eden

  • Soyutlanan.

tecessüm-ü maani / tecessüm-ü maânî

  • Mânâların cisimleşmesi, somutlaşması.

techil

  • Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma.

techiye

  • Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
  • Ondan yana sürmek.

teçhiz edilen

  • Cihazlanan, donanan.

tecil

  • Başka zamana bırakma, tehir, erteleme.

teclil

  • (Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme.

tecnis

  • İki şeyi birbirine benzer şekle sokma.
  • Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme.

teczim

  • (Kol, kanat gibi şeyleri) kesme.

tedhiş-i ezhan / tedhiş-i ezhân

  • Zihinlerde heyecan meydana getirme.

tedkik

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.

tedmiye

  • Vurup kanatmak.

tedvir

  • Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek.
  • İdare etmek, yönetmek.
  • Daire şekline sokmak.
  • Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır.
  • Kur'an-ı Kerim kıraatında: Tahkik ile hadr ortasında bir okuma usulüdür. Her iki yönde meşru m

tedviye

  • (Devâ. dan) İlâç verme.
  • Kuş kanadının fısıltısı.

teeddüben / تأدبا

  • Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak.
  • Terbiye ile çekinerek, utanarak. (Arapça)

teemmel

  • Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir).

teemmüm

  • Kasdetmek.
  • (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme.

teevvül

  • Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme.

tefadi

  • Bir kimseye "Sana ben feda olayım" demek.
  • Feda etmek.

tefasil

  • (Tekili: Tefsir) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar.

tefekkür

  • İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve nîmetlerini düşünme.

tefekkür-ü imani / tefekkür-ü imanî

  • İmana ait meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefennün-i fi-l ibare / tefennün-i fi-l ibâre

  • Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı.

tefsir / tefsîr / تَفْس۪يرْ

  • Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek.
  • Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab.
  • Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir.
  • Yorumlama; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.
  • Manayı açıklama.

tefsir olunan

  • Kur'ân âyetlerinin çeşitli yönleriyle yorumlanan.

tefsir-i kur'an / tefsir-i kur'ân

  • Kur'ân tefsiri; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.

tegaddi eden

  • Gıdalanan, beslenen.

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tehlil

  • "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söylemek.

tehyiç etme

  • Heyecanlandırma, heyecana getirme, çoşkunluk verme.

tekabbel

  • "Kabul etsin" mânasında söylenir.

tekabbellah

  • Allah kabul etsin mânâsına gelen bir dua ifadesi.

tekabkub

  • Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.

tekarün

  • (Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet.

tekasüf / tekâsüf

  • Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma.
  • Bir noktada toplanma.
  • Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.

tekbir / tekbîr

  • "Allah en büyüktür" mânâsında "Allahu Ekber" demek.
  • Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
  • "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
  • Ramazan ve Kurban

tekellüfkarane / tekellüfkârâne

  • Gösteriş hevesiyle bir sorumluluğun altına girme, zoraki davranarak.

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.

tekemmülat-ı insaniye / tekemmülât-ı insaniye

  • İnsana ait mükemmellikler, ilerlemeler.

tekeşşüf

  • Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak.
  • Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak.

tekevvün / تكون / تَكَوُّنْ

  • (Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş.
  • şekillenmek.
  • Var olmak.
  • Oluşum, oluşma. (Arapça)
  • Tekevvün etmek: (Arapça)
  • Oluşmak. (Arapça)
  • Meydana gelmek, olmak. (Arapça)
  • Meydana gelme.

tekraren

  • Defalarca, tekrarlanarak.
  • Defalarca, tekrarlanarak.

tekvin / tekvîn

  • Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak.
  • İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
  • Var etmek, meydana getirmek, yaratmak, Kelâm ilminde Allah'ın subûti bir sıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.
  • "Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

tekvin eden

  • Meydana getiren.

tekyezen

  • İstinad eden, dayanan. (Farsça)

tela

  • (Tülüv. den) Ondan sonra geldi, ardınca gitti (mânasında fiil).

telafif / telâfîf

  • Örgü gibi iç içe geçmiş ince mânâ katmanları.

televvün / تلون

  • Yanardönerlik. (Arapça)

telkin

  • (Çoğulu: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce.
  • Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak.
  • Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz. (Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (L

telmih

  • (Çoğulu: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek.
  • Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek.
  • Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir
  • Ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma.

telvih / telvîh

  • Kinaye yoluyla işaret etme; asıl mânâ ile kinâye yoluyla kastedilen mânâ arasındaki vasıtaların çok olması durumu.

telvihi / telvihî

  • Kinaye şeklinde bildirilen mânâ.

telvin / telvîn

  • Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.

temaşa

  • Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak. (Farsça)

temass

  • (Mess. den) Yan yana bulunma.
  • Birbirine değme.
  • Münasebette bulunma.

temayül

  • (Çoğulu: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek.
  • Bir yana çarpılmak.
  • Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.

temdidat

  • Uzanan hatlar, uzatmalar.

temellukkarane / temellukkârâne

  • Dalkavukluk göstererek, yaltaklanarak.

temellükkarane / temellükkârâne

  • Dalkavukluk göstererek, yaltaklanarak.

temevvüc eden

  • Dalgalanan.

temime / temîme

  • Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.

teminen / temînen / تأمينا

  • Sağlanarak, temin edilerek. (Arapça)

temlih

  • (Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir).

temme

  • Tamam oldu, bitti (mânasına fiil).

temsil / temsîl

  • Analoji, kıyaslama tarzında benzetme.

temsil eden

  • Birinin veya bir topluluğun adına davranan.

temsili / temsîlî

  • Kıyaslamalı benzetme şeklinde, analojik.

temşiye

  • (Meşy. den) Yürütme, ilerleme.
  • Meydana gelmesini kolaylaştırma.

tenahhi

  • Bir yana çekilme, alarga durma.
  • Irak olma.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Nisbet, kıyas.
  • İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü.
  • Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.

tenavüş

  • (Tenâvül mânasındadır) El atmak, el sürmek.

tenbel

  • (Tembel) Üşenen, üşengeç. (Farsça)
  • İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli. (Farsça)

tencim

  • Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkir / tenkîr

  • Tanınmayacak bir hale koymak.
  • Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak.
  • Gr. belirsiz kılma; bir kelimeyi nekre yapıp mânâyı kapalı, belirsiz yapma.

tensik

  • Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak.
  • Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.

tenvin-i tenkir

  • Gr. nekre tenvini; kelime sonlarına gelerek o kelimeye kapalılık ve belirsizlik mânâsı veren iki üstün (en), iki esre (in) ve iki ötre (ün) işareti.

tenzil / tenzîl

  • İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulun

ter-hane

  • Tarhana. (Farsça)

teradüf

  • Birbiri peşinden gitmek.
  • Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.
  • İki veya daha fazla kelimenin aynı mânâda olması.

terakib

  • (Tekili: Terkib) Terkibler.
  • Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.

terakkiyat-ı sanayi / terakkiyât-ı sanayi

  • Sanayi dallarında meydana gelen gelişme ve ilerlemeler—uçak sanayii, gemi sanayii gibi.

teraküm eden

  • Biriken, toplanan.

terani

  • (Reeye. den) Sen beni görürsün veya görüyorsun (mânasına fiil).

terarih

  • (Tekili: Türrehe) Saçmasapan ve mânâsız sözler.

terasuf

  • (Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma.

terekküb / تَرَكُّبْ

  • Oluşma, meydana gelme.
  • Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek.
  • Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
  • Birkaç şeyden meydana gelme.

terekküp

  • Birleşme, meydana gelme.

terekküp eden

  • Oluşan, meydana gelen.

teres

  • Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır. (Türkçe)

tereşşuh

  • (Çoğulu: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.

tereşşuhat-ı kitab-ı mübin / tereşşuhat-ı kitab-ı mübîn

  • Herşeyi açıkça beyan eden Kur'ân'dan sızan feyizler, mânâlar.

terhine

  • Tarhana. (Farsça)

terike

  • (Çoğulu: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız.
  • Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.

terkib

  • Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek.
  • Birbirine karıştırılmış maddeler.
  • Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirin

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

terkib-i mezci / terkib-i mezcî

  • İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.
  • (Ar. gr.) İki kelimeden oluşan ve bir isme delalet eden lâfız, Çanakkale gibi.

terkibat

  • (Tekili: Terkib) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.

terkibat-ı mevcudat / terkibât-ı mevcudat

  • Varlıkların değişik elementlerin birleşmesiyle meydana gelişleri.

terkibat-ı nisbet-i hafiye

  • Gizli düşünce ve tasavvurlardan meydana gelen terkibler.

terkik

  • İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma.
  • Tecvidde: Harfi ince okumak.
  • Bir kimseyi köle veya cariye etme.
  • Yumuşatma.
  • İnceltme.

termil

  • Kana boyamak.
  • Kan gibi kırmızı yapmak.

terör

  • Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi. (Fransızca)

terras

  • Kalkan kullanan. Kalkancı.

tertib-i eşya

  • Eşyanın belli bir düzende meydana gelmesi.

tertib-i maani / tertib-i maâni

  • Mânâların tertip, diziliş ve düzeni.

tertib-i mukaddemat / tertib-i mukaddemât

  • Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler.

tesadüf

  • Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme.

tesadüf olunan

  • Rastlanan.

tesadüfi / tesadüfî

  • Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle.

tesalüf

  • (Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma.

tesamu-u umumiye / tesâmu-u umumîye

  • Genel duyuş, halkta oluşmuş yaygın kanaat.

tesbih

  • Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir.
  • Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
  • Namaz kılmak.
  • Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri sö
  • "Sübhanallah" demek.

tesbih eden

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tesbihat-ı maneviye / tesbihat-ı mâneviye

  • Sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat.

tesbihhan / tesbihhân

  • Tesbih eden; Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tescin

  • (Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma.

teşebbüh-ü bi'l-vacib / teşebbüh-ü bi'l-vâcib

  • Cenâb-ı Hakka benzemek mânâsında felsefi ifade.

teşekkül

  • şekillenme. şekil alma.
  • Meydana gelme.

teşekkül eden

  • Kurulan, meydana getirilen.

teşekkül etme

  • Oluşma, meydana gelme.

teşekkül-ü ervah / teşekkül-ü ervâh

  • Ruhların meydana gelmesi.

teşhit

  • Kana bulaştırmak.

teşhiye

  • "Gönlün ne isterse sana vereyim" demek.

teşkil

  • Meydana getirme.
  • Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek.
  • Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.

teşkil etme

  • Oluşturma, meydana getirme.

teşkil eyleyen

  • Oluşturan, meydana getiren.

teşkil-i ceset

  • Cesedi oluşturma, meydana getirme.

teşkil-i cümle enva / teşkil-i cümle envâ

  • Bütün türleri meydana getirme.

teşkil-i eşya

  • Varlıkların oluşması, meydana gelmesi.

teşkilat / teşkilât

  • Meydana gelme, oluşma.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye / teşkilât-ı esâsiye / تَشْك۪يلاَتِ اَسَاسِيَه

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.
  • Anayasa.

teşkilat-ı esasiye kanunu / teşkilât-ı esasiye kanunu

  • Anayasa.

teşkilce

  • Meydana gelişiyle, oluşuyla.

teslis / teslîs

  • Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

tesmit

  • Aksıran kimselere: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" demek.

teşmit / teşmît

  • Aksıran kimseye: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" deme.
  • Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ sana merhâmet etsin" demek.

teşmiyet

  • Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek. (Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek.
  • Aksırana dua etmek.

tesnim

  • Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir.

tesrib

  • Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır.
  • Darılma. Ayıplama.
  • Başa kakma.

tesric

  • Kandil yakmak.
  • Güzelleştirmek.
  • Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma.

teşrih / teşrîh / تشریح

  • Açma. (Arapça)
  • Açılama, şerh etme. (Arapça)
  • Otopsi. (Arapça)
  • Anatomi. (Arapça)
  • Teşrîh etmek: Açılamak, açıklamalı olarak söylemek veya yazmak. (Arapça)

teşrih-i beden-i insani fenni / teşrih-i beden-i insanî fenni

  • İnsan bedenini tüm yönleriyle ele alan, inceleyen bilim; anatomi.

tesvir

  • Toz kaldırma.
  • Derin ve gizli mânayı araştırma.

tetre'

  • (Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde).

tevafukat-ı gaybiye

  • Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.

tevaif-i müluk / tevâif-i mülûk

  • Abbasî Devletinin parçalanmasıyla meydana gelen küçük devletler.

tevana

  • (Tüvânâ) Güçlü, kuvvetli, iktidarlı. (Farsça)

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

tevatür-ü bilmana / tevatür-ü bilmânâ

  • Mânâ yönünden tevatür derecesinde olan.

tevatür-ü manevi / tevatür-ü mânevî

  • Mânevî nakiller ile gelen, mânâsı üzerinde ittifak sağlanan nakil.

tevazi

  • (Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik.

tevcih

  • Döndürmek, yöneltmek.
  • Tefsir etmek.
  • Birisini bir tarafa göndermek.
  • Rütbe vermek.
  • Bir kimseye söz atmak.
  • Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.

tevcih-i kelam / tevcih-i kelâm

  • Sözle işarette bulunmak.
  • Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak.

tevcihat / tevcihât

  • (Tekili: Tevcih) Verilmiş rütbeler. Tevcihler.
  • İşaret eden mânalar.

tevellüc

  • Dühul etmek, dâhil olmak, girmek.
  • Vahşi canavarların yatağı.

tevellüd eden

  • Doğan, meydana gelen.

tevellüt

  • Doğma, meydana gelme.

tevellüt eden

  • Doğan, meydana gelen.

tevhid / tevhîd

  • Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
  • Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

tevhid-i mahz

  • Saf tevhid inancı; herşeyin bir olan Allah'a ait olduğuna, hiçbir şirke girmeden tam mânâsıyla inanma.

têvil

  • Sözü çevirme, ayrı mânâ verme.

tevlid / tevlîd / توليد

  • Doğurtma, üretme. (Arapça)
  • Meydana getirme. (Arapça)
  • Tevlîd etmek: (Arapça)
  • Üretmek. (Arapça)
  • Meydana getirmek. (Arapça)

tevlidat / tevlidât

  • (Tekili: Tevlid) Meydana getirmeler, sebep olmalar.
  • Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.

tevlit etmek

  • Doğurmak, meydana getirmek.

tevris

  • Zaferana benzer bir ot.

tevriye

  • Örtüp gizlemek.
  • Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek.
  • Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek.

tezad

  • İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik.
  • Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.

tezahum / tezâhum

  • İzdiham meydana getirme, zahmet verme.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezavül

  • Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.

tezekkür

  • Akla getirme, hatırlama, anımsama.
  • Birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.

tezhib

  • (Zeheb. den) (Çoğulu: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı.
  • Süsleme.
  • Altın sürme.
  • Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.

tıbak

  • Uyum, uygunluk. İki zıt olayın ortak özelliğini ifade sanatı.

tigbend / tîgbend

  • Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan. (Farsça)

tigzen / tîgzen

  • Güzel kılıç kullanan. (Farsça)

tilavet-i kur'an / tilavet-i kur'ân

  • Kur'an-ı Kerim'i usulüne göre okumak, mânâsını tefekkür etmek.

tılsım-ı müşkilküşa / tılsım-ı müşkilküşâ

  • Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım.

tınab

  • (Çoğulu: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.
  • Büyük yılan; astronomide yedi burç boyunca uzanan hafif beyazlık.

tinnineyn / tinnîneyn

  • İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri.

tip

  • Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal. (Türkçe)

tirb

  • (Çoğulu: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan.
  • Yaşta diğerine eşit olan nesne.
  • Lezzet.

tivele

  • Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.

tu-ra

  • Seni, sana, senin. (Farsça)

tuba le-ke

  • Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana.

tufanzede

  • Tufan görmüş. Tufana uğramış. (Farsça)

tüfe

  • Yırtıcı bir canavar.
  • Karakulak denilen canavar.
  • Örtünmüş kadın.

tüfeng-endaz / tüfeng-endâz

  • Tüfek kullanan. (Farsça)

tufeyli / tufeylî

  • (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte.
  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
  • Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.

tuluat / tulûât

  • (Tekili: Tulu') Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar.
  • Doğuşlar, kalbe doğan mânâlar.

tuluat-ı kalbiye / tulûât-ı kalbiye

  • Kalbe gelen ilham ve mânâlar.

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

tür'a

  • (Çoğulu: Türa' - Türüât) Kanal.
  • Suyun taştığı yer.
  • (Çoğulu: Türa') Kapı. Derece.
  • Bağ ve bostan.
  • Kanal.
  • Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.

türa'

  • (Tekili: Tür'a) Kanallar.
  • Suyun taştığı yerler.

türkistan

  • Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır. (Farsça)

turra-i samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatını gösteren özel işaret mühür.

türrehe

  • (Çoğulu: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.

türüat

  • (Tekili: Tür'a) Kanallar.
  • Suyun taştığı yerler.

ucb

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.

uccet

  • Kaygana aşı.

udi / ûdî / عودی

  • Ud sanatçısı. (Arapça)

uhbuşe

  • Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.

uhuvvetkar / uhuvvetkâr

  • Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan. (Farsça)

ukad-ı hayatiye

  • Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.

ukas

  • Bir cins ot.
  • "Kesmek" mânâsına mastardır.

uknum / uknûm

  • Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.

ukuk

  • Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
  • Ana babaya isyan.

ulema / ulemâ

  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i

ulema-i batın / ulema-i bâtın

  • Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

ulema-i zahir / ulema-i zâhir / ulemâ-i zâhir

  • Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
  • Kur'ân-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hüküm veren ve hakikatlerini değerlendiren âlimler.

ulema-i zahir ve batın / ulema-i zâhir ve bâtın

  • Dinin hem açık hükümlerini hemde sırlarını ve mânâlarını bilen büyük âlimler.

ulema-yı batın / ulema-yı bâtın

  • Şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler.

ulema-yı ehl-i zahir / ulemâ-yı ehl-i zâhir / عُلَمَايِ اَهْلِ ظَاهِرْ

  • Kur'an ve hadislerin sadece zahirî manalarıyla hükmeden âlimler.

ulemaüs-su ashabı / ulemâüs-sû ashabı

  • İlmi kötüye kullanarak dünyaya yönelik menfaatler için ilmi âlet yapan âlimler ve onlara tâbi olanlar,uyanlar.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül

ulum-i aliyye / ulum-i âliyye

  • Sarf ve nahiv gibi âlet ve anahtar durumunda olan ilimler.
  • "ayn" ile yüce ilimler, din ilimleri.

ulum-i ibtidaiyye / ulûm-i ibtidâiyye

  • Âlet ilimleri; ana ilimleri öğrenmek için yardımcı olan sarf, nahiv, belâgat, mantık vs. gibi ilimler.

ulum-u akliye / ulûm-u akliye

  • Aklî ilimler, akla dayanan ilimler.

ulum-u nakliye / ulûm-u nakliye

  • Naklî ilimler; hadis, tefsir, fıkıh gibi Kur'ân ve Hadisten yapılan aktarımlara dayanan ilimler.

umde / عمده

  • Ana ilke, prensip.
  • Dayanacak, inanılacak şey.
  • Güvenilecek yer, kimse.
  • Dayanak. (Arapça)
  • İlke, prensip. (Arapça)

ümm / ام

  • Ana, anne, vâlide. Nine.
  • Asıl, esas.
  • Başlıca olan şey.
  • Anne, ana. (Arapça)

ümm-üd dünya

  • Dünyanın anası. Mısır.

ümm-ül kitab

  • Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.)
  • Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânas

ümm-ül-mü'minin / ümm-ül-mü'minîn

  • "Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).

ümmehat / ümmehât

  • (Tekili: Ümm) Analar.
  • Esaslar, asıllar.
  • İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.
  • Analar.

ümmehat-ül mü'minin / ümmehât-ül mü'minîn

  • Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek zevceleri.

ümmet

  • Topluluk, cemâat. Bir peygambere inanan tâbi olan insanlar. Bir dîne bağlı topluluğun tamâmı.
  • Bir peygambere inanan topluluk.
  • Bir Peygambere inanan insan topluluğu.

ümmet-i icabet / ümmet-i icâbet

  • Kendilerine gönderilen peygamberin dâvetini kabûl edip, ona inanan ve tâbi olan kimseler.

ümmi / ümmî

  • Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir.)
  • Anaya mensu
  • Anasından doğduğu gibi kalıp, okuyup yazma öğrenmeyen kimse.

ümmiyye

  • Analık, annelik.

ümmü'l-habais / ümmü'l-habâis

  • (Kötülüklerin anası) şarap, içki.

ümmü'l-kura

  • Şehirlerin anası, Mekke-i Mükerreme.

umra

  • Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi.

ümumet

  • (Ümm. den) Annelik, analık.

umur-u gaybiye

  • Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler.

umur-u gaybiye-i istikbaliye

  • Gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler.

unayil

  • (Çoğulu: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.

üncuc

  • (Çoğulu: Anâcic) Hızlı yürüyen at.

unfen / عنفا

  • Şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
  • Sertçe, şiddet kullanarak, kabalıkla. (Arapça)

ünsiyetkar / ünsiyetkâr

  • Dostça, cana yakın bir şekilde.

ünsiyetkarane / ünsiyetkârâne

  • Dostça, canayakın bir şekilde.

ünsiyetli

  • Canayakın, dost.

unsur-u esasiye

  • Temel unsur, ana maksat.

unzub

  • (Çoğulu: Anâzıb) Erkek çekirge.

uruc-u külli / urûc-u küllî

  • Genel mânâda kâinat çapında bir yükseliş.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

urvetü'l-vüska / urvetü'l-vüskâ

  • Kopmaz sağlam tutanak.

üryan / üryân / عریان

  • Çıplak, anadan doğma. (Arapça)

üslub-perestlik / üslûb-perestlik

  • Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek.
  • Sözün mânâ ve maksada uygunluğuna değil de ifade tarzının güzelliğine önem verme.

üslub-u bedi-i pür-maani / üslûb-u bedî-i pür-maânî

  • Çok mânâları bulunan güzel ifade tarzı.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

üstad

  • İlimde ve sanatta üstün olan kimse, büyük muallim.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

usul

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.

usul ve füru' / usûl ve fürû'

  • Fıkıh ilminde usûl; baba ve dedeler, ana ve nineler; fürû', çocuklar ve torunlar.
  • Usûl, îmân bilgileri; fürû; fıkıh bilgileri.

utaş

  • İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz.

uzv

  • Canlıyı meydana getiren parçaların her biri, organ.

va

  • "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar. (Farsça)

vacib / vâcib

  • Allah ve resulü tarafından yerine getirilmesi kesin olarak emredilmiş olan şey (diğer bir mânası; delili farz ifade edecek derecede kesin olmayan, fakat hiç terk edilmeden yapılması istenen amel; vitir ve bayram namazları gibi.
  • Varlığı zorunlu olan.

vacid / vâcid / واجد

  • Tanrı. (Arapça)
  • Meydana getiren. (Arapça)

vacife

  • Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan.
  • Sallana sallana yürüyen.

vahdaniyet

  • Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.

vahdet-i saltanat / وَحْدَتِ سَلْطَنَتْ

  • Saltanatın tek bir zâta ait olması.
  • Saltanatın birliği.

vahi / vâhî

  • Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz.
  • Ahmak. Düşkün. Zaif.
  • Mânâsız, saçma.

vahidiyet-i saltanat / vâhidiyet-i saltanat

  • Saltanatın tek bir zâta ait olması.

vahime kuvveti / vâhime kuvveti

  • His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.

vahiy

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve

vahiyat / vahiyât

  • (Tekili: Vâhiye) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler.

vahy

  • Vahiy, ilâhî makamdan peygambere inen yüce mânâlar.

vahy-i sarihi / vahy-i sarihî

  • Hem sözü, hem mânası tam vahiy olan. (Âyetler ve kudsi hadisler gibi) Resul-ü Ekrem burada sırf tebliğ edendir. Müdahalesi yoktur.

vahy-i zımni / vahy-i zımnî

  • Kur'ân-ı Kerim ve bazı kutsî hadisler dışındaki vahye ve ilhâma dayanan hadisler.

vaki / vâki

  • Olmuş, meydana gelmiş.

vaki olan

  • Meydana gelen.

vaki olma / vâki olma

  • Olma, meydana gelme.

vaki olmak

  • Meydana gelmek, gerçekleşmek.

vaki' / vâki' / واقع / وَاقِعْ

  • Olan, meydana gelen, gerçekleşmiş olan. (Arapça)
  • Vâki' olmak: (Arapça)
  • Olmak, meydana gelmek, gerçekleşmek. (Arapça)
  • Bulunmak, yer almak. (Arapça)
  • Meydana gelen.

vakıat-ı kat'iye / vakıât-ı kat'iye

  • Kesin olarak meydana gelen vakıalar, olaylar.

vakt

  • (Çoğulu: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur.
  • Su ile faydalanacak mekân.
  • (Horoz) tavuğa binmek.

valide / vâlide / والده / وَالِدَه

  • Ana. Doğuran.
  • Ana, doğuran.
  • Ana, doğuran.
  • Anne, ana. (Arapça)
  • Ana.

valideyn / vâlideyn / والدین

  • Ana ile baba. Vâlidân de denir.
  • Ana-baba.
  • Ana ile baba.
  • Anababa. (Arapça)

vallahi / vallâhî

  • Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

vari / vârî

  • "Gibi, benzer" mânâsında son ek.

varid / vârid

  • Ulaşan, yetişen, gelen, erişen.
  • Akla gelen.
  • Bir şey hakkında söylenen, uygulanan.

varidat-ı zulmiye

  • Zulüm yoluyla sağlanan girdiler, menfaatler.

varis / vâris

  • Mîrasçı, akrabâlık veya başka yolla, vefât eden kimsenin bıraktığı mîrâs denen maldan almaya hak kazanan.
  • İlim ve ma'rifette mîrasçı.

vasi' / vâsi'

  • (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
  • Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)

vasıta-i saltanat

  • Saltanat vasıtası, aracı.

vasıtasıyla

  • Aracılığıyla, kanalıyla.

vasl

  • Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
  • Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd

vasm

  • Utanacak şey.
  • Vurmak. (Liyazon yapmak)

vatani / vatanî

  • (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.

vavik

  • Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.

vaz'an

  • Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle.
  • Asıl lügat mânası cihetinden.

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.

vaziyet-i kanaatkarane / vaziyet-i kanaatkârâne

  • Kanaatkâr bir durum.

ve

  • Gr: "Dahi, de, hem, ile, berâber" mânâlarına bağlama edâtı.

ve-kıs

  • "Var, kıyas et!" mânasına gelir.

vecenat

  • (Tekili: Vecne) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.

vech-i delalet / vech-i delâlet

  • Delâlet etme yönü, işaret edilen yön, mânâ.

vech-i mana / vech-i mânâ

  • Mânâ ve anlamlarının bir yönü.

vech-i meşruh

  • Şerh edilen, açıklanan tarzda.

veciz

  • Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan.
  • Az sözle çok mâna ifâdesi.
  • Zengin mânâlı kısa söz.

vecize / vecîze

  • Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.
  • Zengin mânâlı kısa söz.

vecne

  • (Çoğulu: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda olana Vehhâbî denir.

vehm

  • (Vehim) Mübhem ve mânasız korku.
  • Belirsiz fikir ve düşünce.
  • Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.

vekayi-i alem / vekayi-i âlem

  • Dünyada meydana gelen olaylar.

veled-i zina / veled-i zinâ

  • Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk.

verel

  • (Çoğulu: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.

veş

  • Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş : Ay gibi. (Farsça)

veseni / vesenî

  • Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere inanan kimse.

veseniyye

  • Putperestlik, puta tapma inancı. Taştan yapılmış heykellere tapınma. Taştan yapılmış heykele vesen, bu heykele tapana vesenî denir.

vesme

  • Hayvana vurulan kızgın damga.

veted

  • Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh.
  • Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım.

vezne

  • Tartı. Terazi.
  • Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir.
  • Barut

vicdani / vicdanî

  • Vicdanla ilgili, vicdana ait.

vicdaniyyat

  • Vicdanlılıklar. Vicdana ait hususiyetler ve hisler.

vika

  • Kendi ile bir şey saklanan nesne.

vird-i zeban / vird-i zebân

  • Sürekli tekrarlanan zikir.

volkan

  • Yanardağ. (Fransızca)

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücud / vücûd / وجود

  • Varlık. (Arapça)
  • Beden. (Arapça)
  • Var oluş. (Arapça)
  • Vücûd bulmak: Meydana gelmek, oluşmak. (Arapça)

vücud bulan

  • Meydana gelen, varlık âlemine çıkan.

vücud-u arızi / vücud-u ârızî

  • Gerçek varlığa ilişen ve ona dayanan varlık.

vücud-u hissi / vücud-u hissî

  • Duyu organları ile kavranabilen varlık.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât / vücud-u müteşâbihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).
  • Sözün hangi mânâya geldiği kapalı ve zor anlaşılır ifadelerin varlığı.

vücuda gelen

  • Oluşan, meydana gelen.

vücuda gelme

  • Oluşma, meydana gelme.

vücuda getirilen

  • Meydana getirilen.

vücuda getirilme

  • Meydana getirilme, oluşturulma.

vücuda getirme

  • Meydana getirme.

vücuda getirmek

  • Oluşturmak, meydana getirmek.

vücuh-u sahiha

  • Doğru olan yönler, mânâlar.

vuku / vukû / وقوع

  • Gerçekleşme, meydana gelme.
  • Oluş, meydana gelme.
  • Bk. vukû'
  • Vukû bulmak: Meydana gelmek, cereyan etmek, gerçekleşmek.
  • Meydana gelme.

vuku bulan

  • Gerçekleşen, meydana gelen.

vuku bulma

  • Meydana gelme.

vuku' / vukû' / وقوع

  • Meydana gelme, cereyan etme. (Arapça)

vukū' / وُقُوعْ

  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.

vukū'u muayyen / وُقُوعُ مُعَيَّنْ

  • Meydana gelmesi belirlenmiş olan şey.

vukua gelen

  • Meydana gelen.

vukua gelme

  • Meydana gelme.

vukuat / vukuât

  • Meydana gelen olaylar.

vukuat-ı istikbaliye / vukuat-ı istikbâliye

  • Gelecekte meydana gelecek olaylar.

vukubulma

  • Meydana gelme.

vüsuk / vüsûk

  • Davasına olan güvenden kaynaklanan gönül rahatlığı.

vüzub-i dem

  • Kan akma, kanama.

ya

  • "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri

ya gulam! / yâ gulâm!

  • 'Ey çocuk!' mânâsında bir hitap cümlesi.

ya musavviri! / yâ musavvirî!

  • Ey bana harika bir şekil ve suret veren Musavvirim!.

ya'kub

  • Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası ve İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir.

yabani

  • Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.

yafe

  • Saçma ve mânasız söz. (Farsça)

yafte

  • "Bulunmuş, bulmuş, bulunan" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte : f. Şeref bulmuş. (Farsça)

yanesun

  • Anason otu.

yasin

  • Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir.

yavuz

  • şiddetli yanan.
  • A'lâ, fevkalâde.
  • Pek sert.

ye'cüc ve me'cüc

  • Kur'ân-ı Kerimde bahsi geçen ve ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacak olan kavimler, anarşist topluluk.
  • Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.
  • Kur'ân-ı Kerim'de bahse konu edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.

ye'cüc-me'cüc

  • Kur'ân-ı Kerimde bahsi geçen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yed

  • Kelime mânâsı "el" demek olup, Allahü teâlâ hakkında kudret, gücü yetmek mânâsı verilen lafız, söz.

yekpare

  • Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.

yekun / yekûn

  • Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır)

yemin / yemîn

  • Kuvvet. Bir haberi yâhut bir işi yapma veya yapmama husûsundaki azmi, iddiâyı (sözü); vallahi, tallahi şeklinde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak veya dînin izin verdiği sözlerle kuvvetlendirmek.

yemin keffareti / yemîn keffâreti

  • Yapılan yemîne riâyet etmeyip, yemîni bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret, cezâ.

yerhamükallah

  • Aksırıp, Elhamdülillah diyene, yanında bulunan kimsenin; "Allahü teâlâ sana merhamet etsin" mânâsına söylediği mübârek bir söz, teşmit.

yesbehun

  • Yüzerler. (manasında)

yetim

  • Babası ölmüş olan çocuk.
  • Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)

yetim-üt tarafeyn

  • Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk.

yevm-i mahşer

  • Âhirette Allah tarafından yeniden diriltilen insanların toplanacağı gün.

yezid

  • (Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.

yezidiler / yezîdîler

  • Hazret-i Ali'ye düşman olan ve şeytana tapan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. İbâdiyye fırkasının kurucusu Abdullah bin İbâd'ın adamlarından Yezîd bin Enîse'ye uydukları için bu adı almışlardır. Emevî halîfelerinden Yezîd'in bunlarla hiçbir ilgi si yoktur.

yoga

  • Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.

yordam

  • t. Edâ.
  • Alâyiş, tantana, debdebe.
  • Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk.

yuhanna

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

yusufiye medresesi

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

yütm

  • (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir.

za

  • "Bu, şu" mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle.
  • Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)
  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

za'b

  • Avaz, ses, savt.
  • Bacanak.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.
  • Tutanak.

zabıt varakası / ضَبِطْ وَرَقَه سِي

  • Tutanak.

zabıtname / zabıtnâme / ضَبِطْنَامَه

  • Tutanak.
  • Tutanak.

zabt / ضَبْطْ

  • Tutanak.

zabtname / zabtnâme / ضبط نامه

  • Tutanak, zabıt yazısı. (Arapça - Farsça)

zad

  • "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş. (Farsça)

zade-i tab'

  • (Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri.

zaferyab / zaferyâb / ظفریاب

  • Zafer kazanan.
  • Üstünlük kazanan, muzaffer olan. (Arapça - Farsça)
  • Zaferyâb olmak: Üstünlük kazanmak, muzaffer olmak. (Arapça - Farsça)

zagzaga

  • Mânâsız söz.
  • Bir nesneyi gizlemek.

zahf

  • (Çoğulu: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme.
  • (Çocuk) emekleme.
  • Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.

zahib / zâhib

  • Kanaat ve fikre sahip olan.

zahir / zâhir

  • "Bütün varlıkların dış yüzünü yaratan ve dışına da hükmeden" mânâsında ilâhî isim.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı

zahir mana / zâhir mânâ

  • Lafızdan (sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.

zahir ulema

  • Dinin sırlarından, gizli mânâlarından çok, açık hükümlerini bilen âlimler.

zahir ve batın hocası / zahir ve bâtın hocası

  • Dinin hem açık hükümlerini hem de sırlarını ve mânâlarını bilen büyük âlim.

zahir-i hadis / zâhir-i hadîs

  • Hadîsin yalnızca görünen, açık mânâsı.

zahire / zahîre

  • Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık.
  • İlerisi için saklanan yiyecek. Azık.

zahiri ulema / zâhirî ulema

  • Âyet ve hadislerin maksatlarına ulaşamayan ve sadece dış mânâlarına bağlı kalan âlimler.

zahiriyye / zâhiriyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin zâhir, görünen mânâlarından başka hiçbir delîl ve kıyâsı kabûl etmeyen Dâvûd-i Zâhirî'nin kurduğu mezheb.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.
  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zakir / zâkir

  • Zikreden, Allah'ı anan.
  • Zikreden, Allahı anan.

zalimane / zâlimâne

  • Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce. (Farsça)

zamani / zamanî

  • Zamanla ilgili, zamana ait.

zann / zânn

  • Sanan, zanneden.
  • Zanneden. Sanan. Zannedici.

zann-ı galibi / zann-ı galibî

  • Üstün gelen kanaat.

zann-ı galip

  • Üstün gelen kanaat.

zanni delil / zannî delil

  • Mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bir sahâbî tarafından bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîf.

zarar-dide

  • Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan. (Farsça)

zarf

  • Kap, kılıf. Mahfaza.
  • İçine mektup konulan kılıf kâğıt.
  • Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.

zarifane

  • Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. (Farsça)

zaruret / zarûret

  • Haram olan, yasaklanan bir işin yapılmasını mübâh (dînen serbest) kılan sebeb, özür.

zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.

zat-ı hakim / zât-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Zât, Allah.

zat-ı hakimane / zât-ı hâkimâne

  • Her şeyde bir gaye ve maksadı düşünerek hikmetle davranan şahsiyet, kişilik.

zaviye

  • Köşe.
  • Küçük tekke.
  • İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.
  • Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "g

ze'r

  • Arslan kükremesi.
  • Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.

zebh

  • Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebiha" denir.)

zebun

  • Zayıf, güçsüz, âciz. (Farsça)
  • Alışverişte aldanan. (Farsça)

zed

  • "Vurucu, vuran" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed : Kulağa çalınan. Zeban-zed : Yayılmış söz.

zede

  • (Zed) Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede : Musibete uğramış. (Farsça)
  • "Vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" mânâsında son ek.

zedegan / zedegân

  • (Tekili: -zede) Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

zefif

  • Çabuk davranan. Çevik.
  • Deve kuşunun yelmesi.
  • Gelini kocasına göndermek.
  • Hızla gitmek.

zelahlah

  • (Çoğulu: Zelahlahât) Büyük çanak.
  • Aceleci ve uzun boylu adam.
  • Derin olmayan ırmak.

zelilane / zelîlâne

  • Zayıflık içinde, horlanarak.

zellet-ül kari / zellet-ül kârî

  • Kırâat hatâsı. Namazın içindeki farzlardan kırâati yerine getirirken (Fâtiha ve zamm-ı sûreyi okurken) meydana gelen hatâ, yanlış okuma.

zelzele-i beşeriye

  • İnsanî zelzele; insanın maddî ve mânevî hayatında meydana gelen sarsıntı, Dünya Savaşları, dinsizlik gibi.

zelzele-i maneviye-i islamiye / zelzele-i mâneviye-i islâmiye

  • İslâm dünyasında meydana gelen mânevî sarsıntı.

zelzelet-üs saa / zelzelet-üs sâa

  • Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.

zemani / zemanî

  • Zamanla ilgili, zamana ait.

zemzem

  • Çok mübarek bir su.
  • Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu.
  • Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek.
  • Çok bol.

zen

  • Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen : Söz atan, lâf atan. (Farsça)

zen-dost

  • Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. (Farsça)

zenan

  • "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan : Söverek. (Farsça)

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zenne / زنه

  • Kadın kısmı.
  • Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.
  • Kadın rolünü üstlenen erkek sanatçı. (Farsça)

zenub

  • Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur.

zer-enduz

  • Altun kazanan.

zerrat-ı zücaciye

  • Cam zerreleri, camı meydana getiren atomlar.

zevahir / zevâhir

  • Dış görünüş; dış görünüşten anlaşılan mânâlar.

zevahir-i ehadis / zevâhir-i ehâdis

  • Hadislerin görünen zahirî, açık mânâları.

zevc

  • Çift. İki şeyden meydana gelen.
  • Sınıf, cins, nev'.
  • Karı ve kocanın herbiri.
  • Koca, eş.

zevg

  • Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.

zey'

  • (Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma.

zeyn-ül abidin

  • (Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti.
  • (Hi: 38-94) Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali'dir. Tâbiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetull

zı'r

  • (Çoğulu: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.

zıddiyet

  • Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.

zıhar / zıhâr

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs
  • Kocanın karısına "sen anam gibisin" demesi.
  • Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi.

zıhlil

  • Dayanacak ve kayacak dar mekân.

zıhri / zıhrî

  • (Çoğulu: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.

zıman

  • Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın