REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te andır ifadesini içeren 693 kelime bulundu...

abbas

  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın amcalarındandır ve Mekke'nin fethinde Müslüman olmuştur.
  • Arslan, gazanfer.

abidevi / abidevî

  • Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde.

abt

  • Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.

acaib vezaif / acaib vezâif

  • Acayip vazifeler, hayret ve hayranlık uyandıran görevler.

acaib-i ef'al / acaib-i ef'âl

  • Şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı işler ve fiiler.

acaib-i san'at

  • Hayranlık uyandıran san'atlar.

acib / acîb

  • Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.

acibe / acîbe

  • Şaşılan ve hayret uyandıran şey; benzeri görülmeyen; garip.

adalet / adâlet

  • Hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma.

adem-i tecziye

  • Cezalandırmama.

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

ağıl

  • Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.

ahda'

  • Boyun damarlarından bir damar.
  • Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı.

ahkam-ı şahsiye / ahkâm-ı şahsiye

  • Huk: Şahsın kendisini alakalandıran hükümler.

akılsuz

  • Aklı yandıran, aklı gideren. (Farsça)

aks-ül amel

  • İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon)
  • Edb: Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle, başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: "Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü var." mısrâında olduğu gibi.

alakabahş / alâkabahş

  • İlgi uyandıran. Alâka uyandıran. (Farsça)

algı

  • (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n

allam-ül guyub / allâm-ül guyub

  • Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.

arşidük

  • Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve "Büyük Düka" demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. (Fransızca)

asla irca etme / asla ircâ etme

  • Temele dayandırma.

asmende

  • Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.

atfetmek

  • Bir işi veya sözü bir kimseye yüklemek, dayandırmak.

ayb

  • Kusur. Leke. Utandıracak hal.

ayet-i acibe / âyet-i acîbe

  • Hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet.

ayyar

  • Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas.
  • Zeki, kurnaz.

ayyari / ayyarî

  • Dolandırıcılık, hilecilik. (Farsça)

ba's

  • Gönderme, gönderilme.
  • Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi.
  • Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ.
  • Uykudan uyandırma.

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

balıkhane kapısı

  • Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

basik

  • Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî

  • (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir

bazgeşt / bâzgeşt

  • Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bedii kıraet / bedîî kıraet

  • Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.

bel'am

  • Terbiyesiz, açgözlü, obur.
  • Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.

belagat

  • İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik.

beldaran

  • Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.

bendenüvaz

  • Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden. (Farsça)

betatron

  • yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.

beyan-ı zaruret

  • Huk: Zaruri beyandır. Susmak suretiyle ifade edilen mâna, beyan-ı zaruret kabilindendir.

beyde

  • Gr: "Enne" lâfzı gibi, "şu kadar var ki, lâkin" mânâsında istisna edatlarındandır.

bezirgan

  • (Bâzâr-gân) Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır. (Farsça)

biçrek

  • Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse. (Farsça)

bina / binâ / بِنَا

  • Bina etme, dayandırma.

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

bünye-hiz / bünye-hîz

  • Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran. (Farsça)

çalgı

  • Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.)

canperver

  • Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen. (Farsça)

çarmıh

  • (Dörtçivi) Suçluyu cezalandırmak için kurulmuş haç şeklinde darağacı.

çengi

  • Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır.

cerbeze / جَرْبَزَه

  • Aldatıcı sözlerle kandırma.

cevn

  • Ak, ebyaz, beyaz.
  • Kara, esved. (Ezdattandır)

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu

dagal

  • Hile. (Farsça)
  • Geçmez akçe, kalp para. (Farsça)
  • Hileci, hile yapan, dolandırıcı. (Farsça)
  • Çerçöp. (Farsça)

dagul

  • Dolandırıcı, hileci, hile yapan. (Farsça)

daire-i tenvir

  • Nurlandırma dairesi, aydınlatma alanı.

daire-i tenviriye

  • Nurlandırma dairesi, alanı.

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

davudi / davudî

  • Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.

dega

  • Hile, habislik, dolandırıcılık. (Farsça)
  • Hilekâr, dolandırıcı, habis. (Farsça)
  • Kalp para, bozuk akçe. (Farsça)

dek

  • Desise, hile, dolandırıcılık. (Farsça)
  • Sâil, dilenci. (Farsça)
  • Dilencilik. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Çatma, tokuşma. (Farsça)

delil-i iknaiye / delil-i iknâiye

  • İkna edici, inandırıcı delil.

demagoji

  • Güzel sözlerle halkı kandırma siyaseti.

derece-i tavsif

  • Allah'ı vasıflandırma, bildirme derecesi.

ders-i intibah

  • Uyandırma dersi.

derya-misal

  • Deniz gibi çok olan, denizi andıran.

deyyan / deyyân

  • Mükâfatlandıran veya cezalandıran, hâkim. Allah.

difaf

  • Hazırlandırmak.

dil

  • Gönül, kalb, niyet. (Farsça)
  • Cesâret, yürek. (Farsça)
  • Mandıra, ağıl. (Farsça)

dil-asa / dil-âsâ

  • Gönlü rahatlandıran, avutan. (Farsça)

diyar-ı irfan / diyâr-ı irfan

  • İrfan ülkesi; uçsuz bucaksız bir beldeyi andıran Allah'ı tanıma, İlâhî hakikatlere ulaşma özelliği.

dram

  • yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
  • Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.

dücac

  • Galebe ile çağrışmak.
  • İnlemek.
  • Aldatmak, kandırmak.

ebu said-il hudri / ebu said-il hudrî

  • Ashab-ı Kirâmın en mümtazlarından ve Ensardandır. 1170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uzun müddet fetva vazifesinde bulunmuş, Hicri 72'de 86 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)

ebu talha zeyd bin sehl

  • Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.)

ef'al-i acibe-i ilahiye / ef'âl-i acîbe-i ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri.

ef'al-i rahmaniyet / ef'âl-i rahmâniyet

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın fiilleri.

efjul / efjûl

  • Kandırma. (Farsça)
  • Kışkırtma, tahrik etme. (Farsça)
  • Dağınık, perâkende. (Farsça)

efruz

  • (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı. (Farsça)

egare

  • Kandırma, kışkırtma, teşvik etme. (Farsça)

ehliyet

  • Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.

el-aks-ül müstevi / el-aks-ül müstevî

  • Man: Mevzuu mahmul ve mahmulü de mevzu kılmak. "İnsan hayvandır" kaziyesinde her iki kelimenin yerlerini değiştirerek "Bazı hayvan insandır" dediğimiz şeklindeki kaziyenin adıdır.

elhamdülillah

  • "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur, bütün nîmetler O'ndandır" mânâsına mübârek, kıymetli bir söz. Buna hamdele de denir.

elips

  • Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş bir çemberi andırır. (Fransızca)

erham-ür rahimin / erham-ür râhimîn

  • Merhametlilerin en merhametlisi.
  • Allah'ın (C.C.) sıfatlarındandır.

errahim

  • En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.)

esefli

  • Hayıflandıran, üzen.

evhamlandırmak

  • Kuruntulandırmak, şüphelendirmek.

eyne

  • Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır).
  • Zaman. An.
  • Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)

ez ki

  • Ondandır ki, onun içindir ki.

ezz

  • Depretmek ve koparmak.
  • Kandırmak, aldatmak.

faaliyet-i hayretnüma / faaliyet-i hayretnümâ

  • Hayret veren, hayranlık uyandıran faaliyet.

fabrika-i kainat / fabrika-i kâinat

  • Bir fabrikayı andıran kâinat, evren.

fahreddin-i razi / fahreddin-i razî

  • (Milâdi 1149-1209) Büyük bir müfessir-i Kur'andır. Fizik, matematik ve tıb hakkında eserleri de vardır.

fahrul islam

  • Mavera-ün Nehir'deki Hanefî fukahasının meşhurlarındandır. Hicri 482 tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir.

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

fatımi / fatımî

  • (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.

fazilet-i imaniye

  • İmanın kazandırdığı üstünlük.

fazilet-i islamiye / fazilet-i islâmiye

  • İslâmın insanlara kazandırdığı erdem, üstünlük.

fe-sübhanallah

  • Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

felsefe-i tabiiye

  • Yaratılışı ve her şeyi tabiata dayandıran felsefe.

felsefe-i tabiiye ve maddiye

  • Herşeyi tabiata ve maddeye dayandıran felsefe.

feşfeşe

  • Uykudan uyandırmak.

fetva emini

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ

fevaid-i tenvir / fevâid-i tenvir

  • Aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları.

fey-i zeval

  • Güneşin garba doğru dönmesinin başlaması, Güneş tam ortada gibiyken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan doğuya dönüp kısalmakta son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle namazı vakti başlar.

feylekun

  • Kandıra dedikleri hasır otu.

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

firifte

  • Kandırılmış, aldanmış, aldatılmış. (Farsça)

füruz

  • Parlatan. Nurlandıran. (Farsça)

garabet-i san'at-ı ilahiye / garâbet-i san'at-ı ilâhiye

  • Allah'ın hayranlık uyandıran san'atı.

gıldırgıç

  • Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.

giran / girân

  • Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. (Farsça)
  • Sert. Katı. (Farsça)
  • Bıktırıcı. Usandırıcı. (Farsça)
  • Ağır, sakil.
  • Fenâ, kokmuş.
  • Bıktırıcı, usandırıcı.

gubare

  • Sığır ağılı, mandıra. (Farsça)
  • Sığır sürüsü. (Farsça)

güllabici

  • Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.

gunne

  • Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses. (Tecvidde harfin vasıflarındandır)

guvr

  • Bir ölçek. (12 senc miktarıdır: Senc: 24 batmandır.)

habak

  • Mandıra, ağıl. (Farsça)
  • Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu. (Farsça)

habeb

  • Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.

hacalet-aver / hacalet-âver

  • Utandırıcı. Utanç veren. (Farsça)

hacaletaver / hacâletâver

  • Utandırıcı.

haclet-aver / haclet-âver

  • Utanç verici, utandırıcı. (Farsça)

haclet-dih

  • Utanç verici, utandırıcı. (Farsça)

haclet-engiz

  • Utandırıcı, sıkıltıcı. (Farsça)

hadd-i te'dib

  • Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.

hadim-ül haremeyn-iş şerifeyn / hâdim-ül haremeyn-iş şerifeyn

  • Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen

halc

  • Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak.

halebe

  • (Tekili: Hâlib) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar.

halife

  • (Çoğulu: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede "kandıra" derler.)

halık-ı rahman / hâlık-ı rahmân

  • Rahmeti her şeyi kaplayan, yaratıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran yaratıcı, Allah.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

hamledilme

  • Yüklenme, dayandırılma.

hamuşane

  • Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde. (Farsça)

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

harika / hârika

  • İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli.
  • Normalin üstünde olup hayret uyandıran şey.

harikat / hârikat

  • (Tekili: Hârika) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.

hasa'

  • Suya kanmak ve kandırmak.
  • Dolmak.
  • Doymak.
  • Ufak taş.

hashase

  • Kandırmak.
  • Koparmak.
  • Çok fazla deprenmek.

haşm

  • İncitmek.
  • Gadaplandırmak, hiddetlendirmek.

haşmetli

  • (Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.

hasredilme

  • Bir hüküm v.s. bir şeye ait kılınma, sınırlandırılma.

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

hayal / hayâl

  • Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.

hayalen

  • Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.

hayr-ul halef

  • Hayırlı evlâd. Babasını hayırla andıracak evlâd.

hazaminfadlırabbi / hâzâminfadlırabbî

  • Bu Rabbimin fazlındandır.

hazin / hazîn

  • Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.

hazm

  • Kat etmek, kesmek.
  • Yab yab yürümek.
  • Hızlandırmak.

hazz

  • Kandırmak.

heme ez ost

  • Herşey ondandır.

heme ezost

  • Herşey Ondandır.

hemeezost

  • Hepsi ondandır.

heybet / هَيْبَتْ

  • Hürmetle karışık korku uyandıran hâl.
  • Korku ve hürmet hissini uyandırma.

hicab-aver

  • Hicab verici, utandırıcı. (Farsça)

hizip gülü

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.

hoca tahsin efendi

  • (Vefatı: Mi. 1880) Yanya civarından (Filâtlı) olup Osmanlı Alimlerinin sonuncularındandır. Tarih-i Tekvin ve Esas-ı İlm-i Hayat gibi eserleri vardır.

hubb

  • Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, kurnaz.

hüccet-i müteaddiye

  • Taraflara münhasır olmayıp başkalarını da alâkalandıran delil.

hurremgah / hurremgâh

  • Kalbi ferahlandıran yer. (Farsça)

hüseyin-i cisri / hüseyin-i cisrî

  • (Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ki

hushus

  • Mübâlağa ile kandırmak.

hüzeyfe

  • Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'

i'tab

  • Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak.
  • Hışım etmek.

iaşe-i umumiye / iâşe-i umumiye

  • Bütün yaratıkları kapsayan besleme, rızıklandırma.

ibda'

  • (İbzâ') Parça parça etmek.
  • Sorulan şeye güzel cevab vermek.
  • Kandırmak.
  • Birisine, kâr tamamen kendine âit olmak üzere sermaye vermek.

ibka / ibkâ / ابقا

  • Devamlılık kazandırma. (Arapça)
  • Sınıfta bırakma. (Arapça)
  • İbkâ etmek: Devamlılık kazandırmak, yaşatmak. (Arapça)

ibrahim bin edhem

  • Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.

ibram

  • Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek.
  • Usandırmak, yıldırmak.
  • İpi sağlam bükmek.
  • Muhkem kılmak.

ichaz

  • Hazırlandırmak.

icmam

  • Atı soluklandırma, dinlendirme.
  • Biriktirme.

ıdtıram

  • Ateş yakılmak.
  • Şule vermek, ışıklandırmak.

ifkad

  • Kaybettirme, kazandırmama.

ifrah

  • Ferahlandırmak. Memnun etmek.

igdab

  • Gadablandırmak, kızdırmak, öfkelendirmek.

igfal

  • (Çoğulu: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek.
  • Gaflette bırakmak.
  • Kandırmak. Aldatmak.

iğfal / iğfâl / اغفال

  • Gaflete düşürerek kandırma, aldatma.
  • Aldatma, kandırma. (Arapça)
  • Irza geçme. (Arapça)
  • İğfâl edilmek: (Arapça)
  • Aldatılmak, kandırılmak. (Arapça)
  • Irzına geçilmek. (Arapça)
  • İğfâl etmek: (Arapça)
  • Aldatmak, kandırmak. (Arapça)
  • Irzına geçmek. (Arapça)

iğfal eden

  • Gaflete düşürerek kandıran, aldatan.

iğfal etme

  • Kandırma, aldatma.

igfalat

  • (Tekili: İgfal) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar.

igla'

  • Pahalandırma, fiatını yükseltme.
  • Kaynatma.

igmam

  • Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek.
  • Gökyüzünün bulutlu olması.

iğneli fıçı

  • Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer.

iğva / iğvâ

  • Ayartma, kandırma.

ihcal

  • (Hacl. den) Utandırma.

ihdar

  • (Hadr. dan) Tıb : Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma.
  • Kızı yaşmaklandırma, ferace giydirme.

ihkad

  • Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma.

ihla'

  • (Hulv. den) Tatlılandırma.

ihnak

  • (Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma.

ihrak

  • Ateşe atmak. Yakmak. Yandırmak.
  • Bulamaç yapmak.

ihsa

  • Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım.
  • Kandırmak, aldatmak.
  • Zaptetmek.
  • Ezber etmek.
  • Fehmetmek. İdrâk eylemek.

ihşam

  • Utandırma, kızdırma.

ihsanperver

  • İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir (Farsça)

ihsas

  • Kandırmak, tergib, teşvik etmek.

ihtilab

  • Aldatma, kandırma.
  • Aldatılma, kandırılma. Hile yapılma.

ihtitat

  • Sınırlandırma, hududlandırma. Hat çekme.
  • Sakal bitme.

ihya / ihyâ / احيا

  • Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak.
  • Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.
  • Canlandırma.
  • Diriltme, yaşatma. (Arapça)
  • Canlılık kazandırma. (Arapça)
  • Geceyi ibadet ederek geçirme. (Arapça)
  • İhyâ olunmak: Yaşatılmak, canlandırılmak. (Arapça)

ihya etmek / ihyâ etmek

  • Canlandırmak, kuvvetlendirmek.

ihya-yı din / ihyâ-yı dîn / اِحْيَايِ دِينْ

  • Dini canlandırma, kuvetlendirme.

ihya-yı millet / ihyâ-yı millet

  • Milletin diriltilmesi, canlandırılması.

ihzaz

  • Rahatlandırmak. Haz duymak. Nasipli olmak. Bahtlı.

ikab / ikâb

  • Ceza, azap, cezalandırma.

ikaz / îkaz / îkâz / ایقاظ

  • Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih.
  • Uyandırmak.
  • Uyarı.
  • Uyandırma. (Arapça)
  • Uyarma. (Arapça)
  • Îkâz edilmek: Uyarılmak. (Arapça)
  • Îkâz etmek: Uyarmak. (Arapça)

ikdar

  • (Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama.
  • Birini kayırma.

ikna / iknâ / اقناع

  • Razı etme, inandırma.
  • İnandırma.
  • İnandırma.

ikna'

  • Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak.
  • Ayakta iki tarafa bakmadan durmak.

iknaiyat

  • İkna ve inandırma ile ilgili konular.

ikraz / ikrâz / اقراض

  • Borçlandırma, borç verme. (Arapça)

iksad

  • (Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma.

iktisar

  • Sınırlandırma, daraltma.

ilhab

  • Tutuşturma, alevlendirme.
  • İltihaplandırma, şişirip kızartma.

imam-ı ca'fer-i sadık / imam-ı ca'fer-i sâdık

  • (Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır. Mânevi nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: "Kim nefsi için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile müc

imam-ı ebu yusuf

  • (Hi: 113-182) İmam-ı A'zam'ın fıkha dair eserlerini te'lif etmiştir. Fıkıh sahasının büyük imamlarındandır. Dedesi Sahabe-i Kiramdan Sa'd'dır. (R.A.) İmam-ı Muhammed'le ikisine Fıkıh kitablarında "İmameyn" denir. (K.S.)

imam-ı mübin

  • İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had

imdadat-ı hassa-i rahmaniye / imdâdât-ı hassa-i rahmâniye

  • Yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın özel yardımları.

imlal

  • (Melâl. den) Usandırma veya usandırılma.

in'aş / in'âş

  • Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma.
  • Yeniden yaşatma, hayatlandırma.

inare

  • (Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma.

inbah

  • Uyandırma, uyarma.
  • Kımıldatma, harekete getirme.

infak / infâk / انفاق

  • Geçindirme, nafakalandırma. (Arapça)

inhisar

  • Sınırlandırma, kayıt altına alma.

inhisar-ı kuvvet

  • Güç ve kuvvetin sınırlandırılması; kuvvetin denetim altına alınarak yasal çerçevede kullanılması.

inma'

  • (Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma.

inşat / inşât

  • Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma.
  • Ferahlandırma.

intac / intâc / انتاج

  • Sonuçlandırma. (Arapça)
  • Doğurma. (Arapça)
  • İntâc etmek: (Arapça)
  • Sonuçlandırmak. (Arapça)
  • Doğurmak. (Arapça)

intikam

  • Öc alma.
  • Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırması.

irahe

  • (Rahat. dan) Rahatlandırma, rahat ettirme.

iraza

  • Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek.

irkah / irkâh

  • İnanma, itimad etme, güvenme.
  • Sığındırma, dayandırma.

irşad

  • Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması.

irva

  • Bolca sulamak. Suya kandırmak.
  • Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek.

irva ve iska

  • Sulama, suya kandırma.

irza

  • Bir kimseyi râzı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak.

irzak / irzâk

  • Rızıklandırmak, maddi veya mânevi ihtiyacını vermek.
  • Rızıklandırma, rızık verme.

iş'al etmek / iş'âl etmek

  • Nurlandırmak, ışıklandırmak.

işcar

  • (Şecer. den) Ağaç yetiştirme. Ağaçlandırma.

iskat / iskât

  • Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak.
  • Kandırmak, râzı etmek.

isnad / isnâd / اسناد

  • Dayandırma.
  • Dayandırma, sened gösterme.
  • Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
  • Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.
  • Dayandırma.
  • Dayandırma.

isnad eden

  • Dayandıran.

isnad edilen

  • Dayandırılan.

isnad etme

  • Dayandırma.

isnad etmek

  • Dayandırmak.

isnadat / isnâdât

  • Asılsız isnatlar, dayandırmalar; yatıştırmalar.
  • Dayandırmalar.

isnat

  • Dayandırma.

isnat edilme

  • Dayandırılma.

isnat etmek

  • Dayandırmak.

isnat olunma

  • Dayandırılma.

isra'

  • Hızlandırmak. Sür'atlendirmek.
  • Geri döndürmek. Göndermek.

israc

  • (Sirac. dan) Yakma, yandırma.

işrak / işrâk

  • Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak.
  • Güneşlik yere dahil olmak.
  • Mc: Kalbe mânaların doğması.
  • Işıklandırma, parlatma.
  • "Şark"tan:
  • Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması.
  • Parlama, ışıklandırma.

istatistik

  • Hüküm çıkarmak için bilgi toplama ve sınıflandırma ilmi.

isticlab

  • (Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma.
  • Fls: Uyandırma.

istihaza

  • Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.)

istimal ettiren

  • Kullandıran.

iştirak-i a'mal / iştirâk-i a'mâl

  • Sevap kazandıran işlerde ortaklık.

istisra'

  • (Sür'at. den) Sür'atlendirme, hızlandırma, çabuklaştırma.

istitraf

  • (Turfe. den) Hiç görülmemiş bir şey sayma.
  • Şubelendirme, dallandırma.

ıtlak / ıtlâk

  • Sınırlandırmama, salıverme.

ıtrar

  • Kandırmak, igra.

ittiham

  • Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)

izae / izâe

  • Aydınlatma, ışıklandırma.

izare

  • Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme.

izkar / izkâr

  • Hatıra getirmek, andırmak, hatırlatmak.

kahhar

  • Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.

kamer-i münir / kamer-i münîr

  • Nurlandıran ve aydınlatan ay.

kanaat verici

  • İnandırıcı, razı edici.

kanaat verme

  • İnandırmama, razı etme.

kanaatbahş

  • Kanaat verici, inandırıcı. (Farsça)

kanun-u adalet ve tedip

  • Adaleti sağlama ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenen kanun.

karine-i münevvire

  • Işıklandıran, aydınlatan ipucu.

kaşkaşa

  • Bir şeyin kabuğunu soymak.
  • Hasta iyi olmak.
  • Halâs etmek, kurtarmak.
  • Uyandırmak.

kasr-ı garip

  • Şaşkınlık uyandıran saray.

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

katar

  • Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.

keddere

  • Bulandırdı (meâlinde fiil).

kehdel

  • Genç hâtun.
  • Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)

kelime-i temcid / kelime-i temcîd

  • "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak Allahü teâlâdandır" demektir.

keman

  • Yay. Kavis. (Farsça)
  • Yayı andırır her şey. (Farsça)
  • Keman. (Farsça)

kemra

  • Mandıra, ağıl. (Farsça)

kevlan

  • Kandıra adı verilen ot.

kırd

  • Atılmış yünü andıran bulut.
  • Maymun.

kiris

  • Yaltaklanma. (Farsça)
  • Aldatma, kandırma, hile yapma. (Farsça)

kısas / kısâs / قِصَاصْ

  • Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
  • Öldürmenin öldürme, yaralamanın yaralama ile cezalandırılması: Göze göz, dişe diş gibi.
  • İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.
  • İşlediği suçun aynısıyla cezâlandırma.

kısasen

  • Kısas yoluyla, kısas yaparak öldüren veya yaralayanı cezalandırma.
  • Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.

kıyamet-i mükerrere-i nev'iye / kıyâmet-i mükerrere-i nev'iye

  • Her bir varlık türünde sürekli olarak tekrarlanan ve kıyameti andıran var olma ve yok olma hadiseleri.

körük

  • Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet.
  • Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.

kuddus

  • Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır.
  • Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. "En mukaddes" gibi.

kurun-u vusta / kurun-u vustâ

  • Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılmasından, İstanbul'un Müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan zamandır. Orta asırlar.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

laha

  • Boş ve faydasız sözler konuşmak.
  • Ekmeği ıslatıp yemek.
  • Gıda.
  • Aldatıp kandırmak.
  • Karnın sarkık ve sülpük olması.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

latince

  • Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.

live / lîve

  • Aldatıcı, dolandırıcı. (Farsça)
  • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)
  • Çevik, atılgan. (Farsça)

lütf-u rahman / lütf-u rahmân

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın iyilik ve bağışı.

ma'razgah-ı acaib / ma'razgâh-ı acaib

  • Hayret uyandırıcı eserlerin sergilendiği yer.

ma'tuf / مَعْطُوفْ

  • Dayandırılan.

mahcub / mahcûb / محجوب

  • Örtülmüş. (Arapça)
  • Utangaç. (Arapça)
  • Mahcûb etmek: Utandırmak. (Arapça)
  • Mahcûb olmak: Utanmak. (Arapça)

mahdu'

  • Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse.
  • Boyun damarı kesilmiş kişi.

mahduş

  • Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış.
  • Tırmalanmış.

mahkum ettirme / mahkûm ettirme

  • Cezalandırma.

mahkum olma / mahkûm olma

  • Cezalandırılma, hüküm giyme.

mahkumiyet kararı / mahkûmiyet kararı

  • Hükümlülük, cezalandırılma kararı.

mahşernüma / mahşernümâ

  • Mahşeri andıran.

mail / mâil

  • Eğilmiş, meyilli, istekli, andırır, yörünge.

makine-i ilahiye / makine-i ilâhiye

  • İlâhî makine; Allah'ın yarattığı ve bir makineyi andıran insan bedeni.

mana / معنى

  • Anlam. (Arapça)
  • Manalandırmak: Anlam kazandırmak. (Arapça)

manzara-i hayal

  • Hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara.

masdar

  • Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
  • Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.

masruf

  • Dayandırılmış, yönelik.

mavna

  • Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.

mayir

  • (Çoğulu: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren.

mear

  • Arlanacak, utandıracak şey.

mebni / mebnî

  • Bina edilmiş, dayandırılmış.

mecruh

  • Yaralı. Yaralanmış.
  • Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.

medar

  • Sebeb, vesile.
  • Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
  • Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)

medar-ı müheyyic / medâr-ı müheyyic / مَدَارِ مُهَيِّجْ

  • Heyecanlandıran sebeb.

medar-ı şeref / medâr-ı şeref

  • Şeref vesilesi, şeref kazandıran sebep.

medrese-i ceziretü'l-arap

  • Bir okulu andıran Arap yarımadası.

mehasin-i ubudiyet / mehâsin-i ubudiyet

  • İbadetin kazandırdığı iyilik ve güzellikler.

mehdi / mehdî

  • Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.

mehmedcik

  • Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

mekur

  • Hileci, yalancı, dolandırıcı.

melal-aver

  • Usanç verici, usandıran, sıkan. (Farsça)

merak aver / merak âver

  • Meraklı, merak uyandıran.

merakaver / merakâver

  • Merak uyandıran.
  • Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı. (Farsça)

meş'ar-ül-haram / meş'ar-ül-harâm

  • Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.

meserretaver / meserretâver

  • Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici. (Farsça)

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

mevki'

  • Yer.
  • Sınıflandırılmış yerlerden her biri.
  • Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer.
  • Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.

mevkud

  • (İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

mevsum / mevsûm / موسوم

  • Adlandırılmış. (Arapça)

mevzu ehadis / mevzu ehâdis

  • Uydurma hadisler; yalan olduğu halde Peygamber Efendimize (a.s.m.) dayandırılan uydurma söz.

mevzuat

  • (Uydurma hadisler) Yalan olduğu halde Hz Peygambere dayandırılan uydurma sözler.

mi-zenend

  • (f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. " : Zeden" vurmak" masdarındandır.

mihmandar-ı kerim-i zülcelal / mihmandar-ı kerîm-i zülcelâl

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım edip rızıklandıran sonsuz haşmet ve celâl sahibi Allah.

mihrace

  • (Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral.

mihval

  • Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.

milkat

  • (Çoğulu: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.

minallahi't-tevfik / minallahi't-tevfîk

  • Tevfik, başarı sadece Allah'tandır.

minkari / minkarî

  • Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.

minnettar etmek

  • Yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi uyandırmak.

muacciz

  • Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.

muaheze / muâheze

  • Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.

muakab

  • Cezalandırılmış.

muakabe

  • Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.

muakıb / muâkıb

  • Cezalandıran.
  • Takibeden.
  • Cezalandıran.

muaz ibn-i cebel

  • (Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün

mücazat / mücâzât / مجازات

  • Cezalandırmalar.
  • Cezalandırma.
  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Karşılık verme. (Arapça)

mucib / mucîb

  • (Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.

mudcir

  • (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.

müferric

  • Ferahlandıran. Ferah veren. İç açıcı.
  • Kurtarıcı. Ferec veren.

müferrih

  • Ferahlık veren. Ferahlandıran. Ferahlandırıcı, iç açıcı.

müfsir

  • Nur ve ziya veren. Işıklandıran.

mugfel

  • (Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.

muhaccil

  • (Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.

muhadde

  • (Hadde. den) Bilenmiş.
  • Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış.

muhaddid

  • Keskinleştirici, bileyici.
  • Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.

muhadi'

  • (Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.

muharrik

  • Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.

muharris

  • Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran.

muharrisane / muharrisâne

  • Hırslandırırcasına. (Farsça)

muhassan

  • (Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.

muhayyirü'l-ukul

  • Akıllara hayret verip hayranlık uyandıran.

muhazza

  • Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.

müheyyic

  • Heyecanlandıran.

muhit-i mekteb-i irfan

  • Bir okyanusu andıran irfan okulu.

muhtedi'

  • Hilekâr. Dolandırıcı.

muhtemer

  • Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

muhyiddin / muhyiddîn / مُحْيِي الدّ۪ينْ

  • Dini hayatlandıran.

muhzin

  • (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.

mükafat ve mücazat / mükâfat ve mücazât

  • Ödüllendirme ve cezalandırma.

mükedder

  • Kederli. Sıkıntılı.
  • Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
  • Bulandırılmış. Bulanık.

mükeddir

  • (Keder. den) Keder ve hüzün veren.
  • Bulandıran.

mükessib

  • (Kesb. den) Teksib eden, kazandıran.

mukız / mûkız

  • (Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden.
  • Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran.

mukız-ı vicdan / mûkız-ı vicdan

  • Vicdanın uyarıcısı, vicdanı uyandıran ikaz eden.

mukni / muknî

  • İkna eden, inandıran.

mukniyane / muknîyâne

  • İkna edercesine, inandırarak.

mülük

  • Burçak. (Hububattandır)

mümasil / مماثل

  • Benzer, andıran. (Arapça)
  • Mümasil olmak: Berbirine benzemek. (Arapça)

mümill

  • Melâl veren, usandıran, bıktıran.

münafese

  • Başkasında görülen bir kemale imrenip ona yetişebilmek ve daha ileri gidebilmek için, nefislerin nefâsette, iyi şeylerde yarışması hissidir ki, nefsin şerefinden ve uluvv-i himmetinden neş'et eder. Hased ile arasında fark açıktır. Hased eden kimse, kemâle düşmandır; hased ettiği kimsenin zararından,

münebbih / منبه

  • Uyandıran, tenbih eden, dalgınlıktan kurtaran. Uyuşukluğu gideren.
  • Uyandıran, dalgınlıktan kurtaran.
  • Uyarıcı, uyandırıcı. (Arapça)

münebbihat / münebbihât

  • Uyandıranlar. Tenbih edenler. Uyuşukluğu giderici olanlar.

münevver / مُنَوَّرْ

  • (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
  • Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
  • Parlatılmış.
  • Nûrlandırılmış.

münevvir / مُنَوِّرْ

  • Herşeyi nurlandıran, aydınlatan, ışıklandıran, Allah.
  • Mc: Hakaik-ı Kur'âniye, hakaik-ı imâniye, ibâdet ve tâat gibi nurlarla nurlandıran.
  • Nur veren, aydınlatan.
  • Nurlandıran.
  • Nûrlandıran.

münevviru'n-nur

  • Bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah.

münir / münîr

  • Nurlandıran, nur veren, ziya veren, ışık veren, parlak.
  • Nurlandıran.

müntakimane / müntakimâne

  • Cezalandırırcasına, öç alırcasına. (Farsça)

müntekim

  • İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.

muravaza

  • Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma.

müreffih

  • (Rüfuh. dan) Rahatlandırıcı, rahat ettirici.
  • Refaha eren. Rahat ve bolluğa kavuşan.

mürevveh

  • Kokulandırılmış, râyihalandırılmış.
  • Rahatlandırılmış.

mürevvih

  • Kokulandıran, râyihalandıran.
  • Rahatlandıran.

muris

  • Getiren. Veren. Kazandıran.
  • Fık: Miras bırakan.

mürşid

  • (Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.

musannıf

  • Herşeyi istediği surette ve mükemmel bir şekilde sınıflandıran, düzenleyen Allah.

musannif / مُصَنِّفْ

  • Kitap tertip eden; sınıflandıran, yazar.
  • Sınıflandıran. Kitab tertib eden. tasnif eden.
  • Sınıflandıran, kitap yazan.

musattah

  • Satıh haline getirilmiş. Düz ve yassı hâle konulmuş olan. Satıhlandırılmış. Düzleştirilmiş.

müsemma / مسمى

  • Bir ismi olan, adlandırılmış, adlı.
  • Muayyen, belirli zaman.
  • Adlandırılmış. (Arapça)

müserri'

  • (Sür'at. den) Sür'atlendiren, hızlandıran.

müsfir

  • Ziyâ verici. Işıklandıran, nurlandıran.

müsned

  • İsnat edilmiş, dayandırılmış.

müstenfir

  • Ayaklandırma. Ürkme, kaçma.

mutarred

  • Cemaatı usandıracak derecede okumayı uzatan imâm.

mütekeyyif

  • Keyfiyetlenen, bir keyfiyetle vasıflandıran, tekeyyüf eden.

müteşebbih

  • Benzeyen, andıran.

müteşebbihin / müteşebbihîn

  • (Tekili: Müteşebbih) Benzeyenler, andıranlar.

mutlak

  • Sınırlandırılmamış, salıverilmiş.

müttehemiyet

  • Suçlandırılma, suçlu olduğu tasavvur edilme. Maznunluk.

müz'ic

  • İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.

müzekkir

  • Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan.
  • Zikreden, ibâdet eden.
  • Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendiril

müzevvir

  • Yalancı, dolandırıcı, arabozucu.

müzzemmil

  • Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan.
  • Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır.
  • Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek.
  • Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek.
  • Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Ce

nafis

  • (Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse.
  • Açan ve ferahlandıran.

nağme-hiz

  • Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen. (Farsça)

nakarat

  • (Tekili: Nakra) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler.
  • Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.

naki'

  • (Çoğulu: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap.
  • İçinde hurma ıslatılan havuz.
  • Suyu çok olan kuyu.
  • Kandıran, kandırıcı.

nakiz

  • (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş.
  • Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyni

nakm

  • (Nakmet) İntikam, öç alma. Eza vererek cezalandırma.

nam / nâm / نام

  • Ad. (Farsça)
  • Adında, adlı. (Farsça)
  • Ün, şöhret. (Farsça)
  • Nâmına: adına. (Farsça)
  • Nam vermek: Ad vermek, adlandırmak. (Farsça)

nazar-ı adalet

  • Allah'ın sınırsız adaletiyle her varlığa adaletle muamele etmesi; zerre kadar da olsa her şeyin hakkını vermesi, haksızı cezalandırması açısından.

nefh

  • Nefh etmek: Nefes vermek, kazandırmak.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nefs muhasebesi / nefs muhâsebesi

  • İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve gerektiğinde onu cezâlandırması

nekam

  • (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.

nergis

  • (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.

neşat-engiz / neşât-engiz

  • Sevinç uyandıran. (Farsça)

neticebahş

  • Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren. (Farsça)

nisar

  • "Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.

nun-u azamet

  • "رَزَقْنَا=Rızıklandırdık" ifadesindeki Cenâb-ı Hakkı ve Onun yüceliğini gösteren "نَا=Biz" zamiri.

nurlandırmak

  • Aydınlatmak, ışıklandırmak.

nuşiden

  • "İçmek" mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir.

nüşub

  • Dühul etmek, girmek, dâhil olmak.
  • İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.

nusul

  • Huruç etmek, çıkmak.
  • Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır)
  • (Tekili: Nasl) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nüzü'

  • İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.

ömer ibn-i abdülaziz

  • (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

parsel

  • Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası. (Fransızca)

pertev-endaz / pertev-endâz

  • Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.

rakib

  • (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten.
  • Bekçi.
  • Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri.
  • Esma-i Hüsna'dandır.

rejim

  • Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. (Fransızca)
  • Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz. (Fransızca)

reşk

  • Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren.

reşk-aver / reşk-âver

  • Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran. (Farsça)

reşk-endaz / reşk-endâz

  • İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı. (Farsça)

reşk-i alem / reşk-i âlem

  • Herkesi kıskandıracak kadar üstün durumda olan.

reşkaver / reşkâver / رشك آور

  • Kıskandırıcı. (Farsça)

resmiyet

  • Bk. resmiyyet.
  • Resmiyete dökmek: Resmîleştirmek, resmîlik kazandırmak.

revan-bahş

  • Canlandırıcı, can bağışlayıcı. (Farsça)

revnak / رونق

  • Parlaklık. (Arapça)
  • Revnak vermek: Canlılık kazandırmak. (Arapça)

revnakbahş / رونق بخش

  • Parlaklık veren, canlılık kazandıran. (Arapça - Farsça)

rezzak / رزاق

  • Rızıklandıran. (Arapça)

rikkat-aver / rikkat-âver

  • Acıma ve merhamet uyandıran. (Farsça)

riyakar / riyakâr

  • Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.

rüstem

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır. (Farsça)

saadet-bahş / saâdet-bahş

  • Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran. (Farsça)

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

sacid

  • Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."

safa-bahş

  • Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden. (Farsça)

san / sân

  • "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Benzer, andırır" mânâsında son ek.

sani-i rahman / sâni-i rahmân

  • Sonsuz şefkatiyle yaratıklarını esirgeyip rızıklandıran ve herşeyi mükemmel birşekilde san'atlı olarak yaratan Allah.

saray-ı acib

  • Hayranlık uyandıran saray.

saray-ı acip

  • Hayranlık uyandıran saray.

se'see

  • Suya kandırmak.

sebeb-i teşvik ve kanaat

  • Teşvik etme ve inandırma sebebi.

şecere-i alem / şecere-i âlem

  • Kâinat ağacı; bir ağacı andıran âlem.

şecere-i tuba-i hilkat / şecere-i tûbâ-i hilkat

  • Tûbâ ağacını andıran yaratılış ağacı.

sef'

  • Alâmet. İşaret.
  • Yandırmak.
  • Kara etmek.
  • Çekmek.

şegab

  • Fitne uyandıran.

şehamet-i islamiye / şehamet-i islâmiye

  • İslâmiyetten gelen yiğitlik, İslâm'ın kazandırdığı akla ve zekâya dayanan cesaret.

şehiy

  • (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.

şehvet-engiz

  • Şehvet uyandıran.
  • Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden. (Farsça)

şehvetengiz

  • Şehvet uyandıran.

şems-i ezeli / şems-i ezelî

  • Vâcib-ül-vücud ve ebediyyen var olan, her şeyi nurlandıran Allah (C.C.) hakkında teşbihen söylenen bir tabirdir.

şems-i sermed

  • Devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah.

şems-i sermedi / şems-i sermedî

  • Devamlı Güneş, bu tabir devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

sermaye-i ticaret

  • Ticaretin kazandırdığı servet; manevî sermaye.

sevab

  • Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
  • Hayır, hayırlı iş, Allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.

sevapdarane / sevapdârâne

  • Sevap kazandırarak.

seyf ibn-i ziyezen / seyf ibn-i zîyezen

  • Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.

sidret-ül münteha

  • Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

şiff

  • Ziyade, çok, fazla.
  • Eksik, noksan. (Ezdattandır)

sırr-ı tenvir

  • Aydınlatma, nurlandırma sırrı.

sırrentenevveret

  • Görünmeden nurlandırma, îman hakikatlarını örtülü hizmetlerle yayma.

siyahat

  • (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)

sohbet-i irfaniye / sohbet-i irfâniye

  • İlim ve bilgi kazandıran sohbet; gerçeğe ulaştırıcı sohbet.

şu'leperver

  • Işıklandıran. Alevlendirici. (Farsça)

sükunetperver / sükûnetperver

  • Dinlendirici, rahatlandırıcı. (Farsça)

ta'cil / ta'cîl / تَعْج۪يلْ

  • Acele ettirme, hızlandırma.
  • Hızlandırma.

ta'cilat / ta'cilât

  • (Tekili: Ta'cil) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.

ta'sil

  • (Asel. den) Bal katma, ballandırma.

ta'sil-i kelam / ta'sil-i kelâm

  • Sözü ballandırma. Kelâmı tatlılaştırma.

ta'tif

  • Şefkat uyandırmak. Acındırmak.

ta'tir

  • (Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma.

ta'yir

  • (Çoğulu: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.

ta'zir / ta'zîr

  • Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi cezâlarla cezâlandırma.

tab

  • "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. (Farsça)

tabdade

  • Parlatılmış, yandırılmış. (Farsça)

tadriye

  • Kandırmak.
  • Çok hırslı olmak.

tagdiye

  • Sabah yemeği yedirmek.
  • Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.

tağlit

  • Yanıltma, bulandırma.

tahayyül

  • (Çoğulu: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak.

tahayyülat / tahayyülât

  • (Tekili: Tahayyül) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.

tahaz

  • Birbirini kandırmak, aldatmak.

tahcil

  • (Çoğulu: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma.

tahdid / tahdîd / تحدید

  • Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek.
  • Tarif etmek.
  • Bir şeyi kasdetmek.
  • Keskin etmek. Bilemek.
  • Sınırlandırma. (Arapça)
  • Tahdîd edilmek: Sınırlandırılmak. (Arapça)
  • Tahdîd etmek: Sınırlandırmak. (Arapça)

tahdid edilme

  • Sınırlandırılma.

tahdidat / tahdîdât / تحدیدات

  • Sınırlandırmalar, kısıtlamalar. (Arapça)

tahdit edilme

  • Sınırlanma, sınırlandırılma.

tahfir

  • Utandırmak.
  • Aman vermek.

tahliye

  • (Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak.
  • Tatlılandırmak.
  • Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak.

tahmil etmek

  • Yüklemek, mânâlandırmak.

tahmir / tahmîr / تخمير

  • (Hamr. dan) Mayalandırma.
  • Yoğurma, yoğurtma.
  • Mayalandırma. (Arapça)
  • Yoğurma. (Arapça)

tahrik

  • Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme.
  • Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma.
  • Yola çıkarma.
  • Azdırma, kışkırtma.
  • Uyandırma.

tahrikat

  • Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.

tahris

  • (Çoğulu: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma.

tahriş

  • Aldatıp kandırmak.
  • Koparmak.

tahris / تحریص

  • Hırslandırma. (Arapça)
  • Tahrîs etmek: Hırslandırmak. (Arapça)

tahriz

  • (Çoğulu: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma.
  • Kandırmak.
  • Koparmak.

tahşim

  • Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma.

tahyil / tahyîl

  • (Çoğulu: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.
  • Akla getirme, zihinde canlandırma.
  • Akla getirme, zihinde canlandırma.

tahzin

  • (Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma.
  • Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma.

takri / takrî

  • Azarlama, telaşlandırma.

takyidat

  • Sınırlandırmalar.

tangim

  • Avazlandırmak, seslendirmek.

tansis

  • Dinî temellere dayandırarak hüküm verme.

tariz / târiz

  • Dokundurma, iğneleme; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı, meselâ; insanlara zarar veren kimseye "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." diyerek o kimsenin hayırlı biri olmadığını söylemek gibi.

tartib

  • Islatma, rutubetlendirme. Islatılma.
  • Tâzelik verme.
  • Hoşlandırılma.
  • Hurmanın rutubetli olması.

tasannuf

  • Zorla yapılan sınıflandırma veya te'lif.
  • Yapmacık sınıflandırma.

tasarruf

  • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
  • İdâre etme, hükmetme.
  • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.

tasavvur-u küfür / تَصَوُّرُ كُفُرْ

  • Küfrü zihinde şekillendirme, canlandırma.

tasavvurat-ı batıla / tasavvurât-ı bâtıla

  • Batıl şeyleri zihinde canlandırma.

taskil

  • Cilâlandırmak. Saykal, cilâ vurmak, cilâ verilmek.

tasnif / tasnîf / تصنيف

  • Sınıflandırma.
  • Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak.
  • Kitap yazmak. Kitap tertib etmek.
  • Sınıflandırma, ayırma.
  • Sınıflandırma. (Arapça)

tasnif buyurulan

  • Sınıflandırılan.

tasnifat / tasnifât

  • Sınıflandırmalar.

tasvir

  • Canlandırarak anlatma, ifade etme.
  • Resmini yapma, resim, zihinde canlandırma.

tasvir etme

  • Birşeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma.

tasvir etmek

  • Canlandırarak anlatmak, ifade etmek.

tasviri / tasvîri

  • Tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi.

tatmin

  • İkna etmek. Kandırmak.
  • İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak.

tavsif / tavsîf / توصيف / تَوْص۪يفْ

  • Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak.
  • Bilgi, ilim.
  • Vasıflandırma, özelliklerini anlatma.
  • Vasıflandırma, niteleme. (Arapça)
  • Tavsîf edilmek: Vasıflandırılmak, nitelenmek. (Arapça)
  • Tavsîf etmek: Vasıflandırmak, nitelemek. (Arapça)
  • Vasıflandırma.

tavsif eden

  • Vasıflandıran, anlatan.

tavsif etmek

  • Vasıflandırmak, özelliklerini anlatmak.

tavsifat / tavsifât

  • Vasıflandırma, özelliklerini anlatma.
  • (Tekili: Tavsif) Tavsifler. Vasıflandırmalar.

tavsifat-ı rabbaniye / tavsifât-ı rabbâniye

  • Allah'ın vasıflandırarak bahs etmesi.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

tazib etme

  • Azaplandırma, eziyet verme.

tazip / tâzip

  • Azap verme, cezalandırma.

tazip eden / tâzip eden

  • Azap veren, cezalandıran.

taziyane-i ta'zib

  • Azab vermek, azablandırmak kamçısı.

te'dib / te'dîb / تأدیب

  • Terbiye etme, edeblendirme.
  • Suçluyu cezâlandırma.
  • Eğitme, terbiye etme. (Arapça)
  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Te'dîb etmek: (Arapça)
  • Eğitmek, terbiye etmek. (Arapça)
  • Cezalandırmak. (Arapça)
  • Te'dîb olunmak: (Arapça)
  • Eğitilmek, terbiye edilmek. (Arapça)
  • Cezalandırılmak. (Arapça)
  • < (Arapça)

te'lib

  • Kandırmak.

te'minat / te'minât

  • (Tekili: Te'min) İnandırmak ve emniyet vermek için veya muhtemel zararı ödemek için verilen söz veya para, gösterilen kefil.

te'ris

  • Kandırma.
  • Ateş yakma.
  • Fitne düşürme.

te'şib

  • Kandırmak.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

techiz

  • Donatma, cihazlandırma.

tecrim

  • Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme.
  • Bir taifeden ayrılıp gitme.

tecrübe-i ilmiye

  • İlmin kazandırdığı deneyim.

tecziye / تجزیه / تَجْزِيَه

  • Cezalandırma.
  • Cezalandırma.
  • Parça parça ayırmak.
  • Cezalandırma.
  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Tecziye edilmek: Cezalandırılmak. (Arapça)
  • Tecziye etmek: Cezalandırmak. (Arapça)
  • Tecziye olunmak: Cezalandırılmak. (Arapça)
  • Cezâlandırma.

tecziye etmek

  • Cezalandırmak.

tedcic

  • Gökyüzünün bulutlu olması.
  • Silâh kuşandırmak.

tedip etme

  • Edeplendirme, cezalandırma.

tednir

  • Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak.

teessür

  • İşten alıkoyma. Oyalandırma.

tefhir

  • Fahirlendirmek, gururlandırmak.
  • Gâlip olmakla hükmetmek.

tefkih

  • Hayrete düşürme.
  • Hoşlandırma.
  • Yemiş yedirme.

tefri

  • Dallandırma.

tefrih / tefrîh

  • Ferahlandırma, gönül açma.
  • Ferahlandırma.

teftir

  • (C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma.
  • Zayıf etmek, zayıflatmak.
  • Naksetmek, eksiltmek.

teganni

  • Şarkı söyleme, bir metni müzik eserini andırır biçimde okuma.

tehayüc

  • Kandırmak.

tehviye

  • (Hevâ. dan) Havalandırma.

tehyic / tehyîc

  • Heyecanlandırma. Coşturma.
  • Ayağa kaldırma.
  • Coşturma, heyecanlandırma.
  • Heyecanlandırma.

tehyiç / tehyîç

  • Heyecanlandırma, harekete geçirme.

tehyiç etme

  • Heyecanlandırma, heyecana getirme, çoşkunluk verme.

tehyicat / tehyicât

  • (Tekili: Tehyic) Coşturmalar, heyecanlandırmalar.

tekdir / tekdîr / تكدیر

  • Azarlama. (Arapça)
  • Bulandırma. (Arapça)

teksib

  • (Kesb. den) Kazandırma.

telziz

  • Lezzet verme. Tatlandırma. Lezzetlendirme.

temessül etmek

  • Şekillendirmek, canlandırmak.

temevvüc ettirme

  • Dalgalandırma.

temevvüc-saz / temevvüc-sâz

  • Dalgalandıran.

temevvücsaz / temevvücsâz

  • Dalgalandıran.

temlik

  • Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek.
  • Mülk olarak vermek.

temsil / temsîl

  • Bir şeyin aynını ya da mislini yapmak, benzetmek.
  • Örnek, nümune, söz. Canlandırma, piyes.

temsili / temsilî

  • Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.

temti'

  • Faydalandırma, kâr ettirme.

temvih

  • (Çoğulu: Temvihât) Sulandırma, su katma.
  • Haksız bir şeyi haklı gösterme.

tenanir

  • (Tekili: Tennur) Ocaklar, fırınlar, tandırlar.
  • Su pınarları.

tenbih / tenbîh / تنبيه

  • Uyandırma. (Arapça)
  • Uyarı, tembih. (Arapça)
  • Tenbîh edilmek: (Arapça)
  • Uyandırılmak. (Arapça)
  • Uyarılmak, tembihlenmek. (Arapça)
  • Tenbîh etmek: Uyarmak, tembihlemek. (Arapça)

tenciz

  • Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme.
  • Sözünü yerine getirme.

tenezzehe

  • Noksan sıfatlardan uzak (meâlinde Allah C.C. için söylenen duâdandır.)

tenfil

  • Ziyade etmek, çoğaltmak.
  • Kandırmak.

tenfis

  • (Çoğulu: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.

tenkil / tenkîl / تنكيل

  • Ağır bir şekilde cezalandırma.
  • Uzaklaştırma. (Arapça)
  • Ortadan kaldırma. (Arapça)
  • Cezalandırma. (Arapça)

tenkilat / tenkilât

  • (Tekili: Tenkil) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar.
  • Düşmanları tepelemeler.
  • Uzaklaştırmalar.

tenmiye / تنميه

  • Geliştirme, artırma, nemalandırma. (Arapça)
  • Tenmiye etmek: Geliştirmek, artırmak. (Arapça)

tennur / tennûr / تنور

  • (Çoğulu: Tenânir) Tandır.
  • Fırın.
  • Kapalı ocak, fırın, tandır.
  • Tandır. (Arapça)
  • Fırın. (Arapça)

tenvih

  • Sulandırma.
  • Yaldızlama.
  • Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme.
  • Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma.
  • Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.

tenvir / تنوير / tenvîr / تنویر

  • Aydınlatma, nurlandırma.
  • Nurlandırma, aydınlatma.
  • Nurlandırma.
  • Aydınlatma, ışıklandırma. (Arapça)
  • Düşünce yoluyla aydınlatma. (Arapça)
  • Tenvîr etmek: Aydınlatmak. (Arapça)

tenvir eden

  • Aydınlatan, nurlandıran.

tenvirat / tenvirât

  • Aydınlatmalar, nurlandırmalar.
  • (Tekili: Tenvir) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.
  • Nurlandırmalar.

terbiye / تربيه

  • Yetiştirme. (Arapça)
  • Eğitim. (Arapça)
  • Cezalandırma. (Arapça)

terfih

  • Ferahlandırma. Refaha erdirme. Rahat ve bollukla yaşamasına sebeb olma.

terğib

  • Rağbet uyandırma.

tergib / tergîb / ترغيب

  • Rağbet ettirme, istek uyandırma. (Arapça)
  • Tergîb etmek: Rağbet ettirmek, istek uyandırmak. (Arapça)
  • Terhîb etmek: Gözünü korkutmak. (Arapça)

tergibat

  • Teşvikler, istek uyandırıcı ifadeler.

terkim

  • Rakamlandırma.

tersib / tersîb / ترسيب

  • Tortulandırma. (Arapça)

terviç

  • Revaç kazandırma, değerini artırma.

tervih

  • (Çoğulu: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma.
  • Rahatlandırma.

terviye

  • Su verme, sulama, suya kandırma.
  • İyiden iyiye ve derin derin düşünme.

terzik / terzîk / ترزیق

  • Rızıklandırma.
  • Rızıklandırma. (Arapça)

teş'ib

  • (Çoğulu: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma.

teşci / teşcî

  • Cesaret verme, şecaatlandırma.
  • Şecaatlandırma, cesaret verme.

teşci'

  • Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme.

teşcir / teşcîr

  • (Şecer. den) Ağaçlandırma.
  • Teşcîr etmek: Ağaçlandırmak.

tesciye

  • (Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma.
  • Bir nesneyi örtmek.

teselli

  • Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.

teşfiye

  • (Şifâ. dan) İyileştirme, şifalandırma.

teşhis / teşhîs / تشخيص / تَشْخ۪يصْ

  • Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma.
  • Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek.
  • Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek.
  • Eşyaya şahsiyet vermek.
  • Şahıslandırma, tanıma.
  • Ayırt etme. (Arapça)
  • Kişilik kazandırma. (Arapça)
  • Tanı. (Arapça)
  • Teşhîs edilmek: (Arapça)
  • Ayırt edilmek. (Arapça)
  • Tanı konulmak. (Arapça)
  • Teşhîs etmek: (Arapça)
  • Ayırt etmek. (Arapça)
  • Tanı koymak. (Arapça)
  • Tanıyıp şahıslandırma.

teşhiz

  • (Çoğulu: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme.
  • Bileme.
  • Gücünü, kuvvetini artırma.
  • Uyandırma.

teşkik

  • Kuşkulandırma.

teşkikat / teşkikât

  • Kuşkulandırmalar.

teskin

  • Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme.
  • Gr: Bir harfi sâkin okuma.

teslih / teslîh / تسليح

  • Silâhlandırma. Silâh ile donatma.
  • Silahlandırma.
  • Silahlandırma. (Arapça)
  • Silahlandırılma. (Arapça)
  • Teslîh edilmek: Silahlandırılmak. (Arapça)
  • Teslîh etmek: Silahlandırmak. (Arapça)

teslih etme

  • Silahlandırma.

teslihat-ı askeriye / teslihât-ı askeriye

  • Askerin silâhlandırılması.

tesmiye / تسميه

  • İsimlendirme, adlandırma.
  • Adlandırma. (Arapça)
  • Tesmiye edilmek: Adlandırılmak, denilmek. (Arapça)
  • Tesmiye etmek: Adlandırmak, demek. (Arapça)
  • Tesmiye olunmak: Adlandırılmak, denilmek. (Arapça)

tesmiye edilen

  • Adlandırılan.

tesniye

  • Vasıflandırma.
  • Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir.

tesri / tesrî

  • Hızlandırma.

tesri' / tesrî' / تسریع / تَسْرِيعْ

  • Hızlandırma, acele etme.
  • Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme.
  • Hızlandırma. (Arapça)
  • Tesrî' edilmek: Hızlandırılmak. (Arapça)
  • Tesrî' etmek: Hızlandırmak. (Arapça)
  • Hızlandırma.

tesri-i ihtizaz

  • Hareketi hızlandırma.

tesrian

  • Hızlandırarak. Çabuklaştırmak için.

tesriat / tesriât

  • (Tekili: Tesri') Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar.

teşrif

  • Onurlandırma, onur verme, bir yeri onurlandırma, şereflendirme.

teşviş

  • Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
  • Karıştırma, bulandırma.

tesviye / تسویه

  • Eşitleme. (Arapça)
  • Düzleme. (Arapça)
  • Sonuçlandırma. (Arapça)
  • Hesap kapatma. (Arapça)
  • Tesviye edilmek: (Arapça)
  • Eşitlenmek. (Arapça)
  • Düzlenmek. (Arapça)
  • Sonuçlandırılmak. (Arapça)
  • Hesap katılmak. (Arapça)
  • Tesviye etmek: (Arapça)

tetrih

  • Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek.

tevriş

  • Kandırmak.

tevsid

  • Yastığa dayandırma.
  • Dayatma, dayandırma.

tevsih

  • (Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme.
  • Paslandırma.

tevsik

  • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
  • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.

tevsim

  • Adlandırma, mühürleme.

tezacür

  • Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.

tezamür

  • Birbirini kandırmak.

tezennüb

  • Kuyruk sallandırmak.

tezlik

  • Keskin yapmak.
  • Dayandırmak.

trajedi

  • yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

ukbe bin amir bin kays el-cüheni / ukbe bin amir bin kays el-cühenî

  • Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.

ukubet / ukûbet / عقوبت

  • Ceza. (Arapça)
  • Ukûbet bulmak: Cezalandırılmak. (Arapça)

usve

  • Çoktandır taranmamış sakal.

üzeyr

  • (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.

va'd

  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

vahdet

  • Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
  • Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.

vaid / vaîd

  • Cezalandıracağını söyleme.

vasıta-i ihlas / vasıta-i ihlâs

  • İhlâsı kazandıran araç.

vassaf

  • Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan.

ve minallahi't-tevfik

  • Muvaffakiyet sadece Allah'tandır.

ve minellahi't-tevfik / ve minellahi't-tevfîk

  • Başarmak sadece Allah'tandır.

vecdaver / vecdâver / وجدآور

  • Coşkulu, heyecanlandıran. (Arapça - Farsça)

vehecan

  • Ateşin alevlenmesi.
  • Işıklandırmak, ziya vermek.

vesika

  • Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened.

veyh

  • Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır.

vezr

  • Nurlu etmek, ışıklandırmak.
  • Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.

vukuat

  • (Tekili: Vak'a) Vak'alar, hâdiseler.
  • Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise.
  • Normal dışında olan hâdiseler.

ya

  • Kur'ân alfabesindeki son harfin ismidir. Ebcedî değeri 10'dur. Hecâ harflerinin mahmuse kısmındandır. Şedide ile rihve arasında, ortadadır.

yelpez

  • Yelpaze.
  • Serinletmek için el ile havalandırma âleti.

yuz

  • Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars. (Farsça)

zakire / zâkire

  • Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.

zebane

  • Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. (Farsça)
  • Alev. (Farsça)

zemahşeri / zemahşerî

  • (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.

zemr

  • Savaşmak.
  • Bir nesne ile kandırmak.

zeyd bin sabit

  • Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın