LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te amak ifadesini içeren 1358 kelime bulundu...

ab-dest

  • Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. (Farsça)
  • Azarlama, paylama. (Farsça)

abdest

  • Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.

abra

  • Bir değiş-tokuşta üste verilen şey.
  • Teraziyi ayarlamak için hafif gelen kefesine konulan ağırlık.

abt

  • Deveyi ve koyunu hastalanmadan sağ iken boğazlamak.
  • Kazılmamış yeri kazmak.
  • Yarmak.

acz

  • Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak.
  • Zarardan korunmak gücünün olmaması.
  • Bir şeyin geri tarafı.

adab / âdâb

  • Edebler, güzel huylar, iyi haller ve davranışlar; her konuda haddini bilip sınırı aşmamak. Müfredi (tekili) edeb'dir.

add

  • Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek.

adem-i abesiyyet

  • Abes olmayış. Faydasız ve boş olmamak.

adem-i iştigal

  • Meşgul olmamak, ilgilenmemek.

adem-i ittifak

  • İttifaksızlık, birlik oluşturmamak.

adem-i kabul

  • İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz kapamak gibi câhilâne bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak.

adem-i müraat-ı ahkam / adem-i mürâât-ı ahkâm

  • İslâmın hükümlerine uymamak.

adem-i tahayyüz

  • Hacimsiz, yer ile bağlı olmamak.
  • Boşlukta yer kaplamamak. Mekândan münezzeh oluş. Yer ile bağlı olmamak. Hacmi olmayış.

adem-i takayyüd

  • Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak.

adv

  • Yelmek. Seğirtmek.
  • Hazırlamak.

afazi / afazî

  • Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli. (Fransızca)

afv

  • Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek.

ah u enin

  • Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.

ahdi bozmak

  • Sözünde durmamak.

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahiyane

  • Damak. (Farsça)
  • Tıb: Boğaz. (Farsça)
  • Beyin kemiği. (Farsça)

akar

  • Köşk, yüksek bina.
  • Bâbil vilayetinde bir yer adı.
  • Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak.
  • Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.

akd / عقد

  • Düğümleme, bağlama. (Arapça)
  • Nikah. (Arapça)
  • Kararlaştırma. (Arapça)
  • Kurma. (Arapça)
  • Akdedilmek: Yapılmak, uygulanmak, icra edilmek. (Arapça)
  • Akdetmek/eylemek: Yapmak, uygulamak, icra etmek, imzalamak, antlaşma yapmak, sözleşme yap (Arapça)

akl

  • Sürmek.
  • Ölmek.
  • İp ile bağlamak.

aks

  • Boynuzu eğri ve kayık olmak.
  • Bağlamak.
  • Dövmek.
  • Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek.
  • Saçını kıvırcık göstermek.
  • Bahillik etmek.
  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

amir / âmir

  • Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren.
  • Huk: Bir kimseyi öldürmek veya bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir olan kimse.

anarşi

  • yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.

ankebut suresi

  • Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.)

arkes

  • Cem'etmek, toplamak.

as'ase

  • (Is'as) Yönelme. Arka çevirme.
  • Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya gitmek.
  • Bulutun yere yakın olması.

asb

  • Bağlamak.
  • Sağlam olarak dürmek.
  • İmâme, sarık.
  • Yemen'de yapılır bir nevi kumaş.
  • Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi.
  • Kurumak.
  • Kızarmak.
  • Sarmaşık.
  • Sargı, bağ.
  • Mendil.

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

askere

  • Şiddet.
  • Asker hazırlamak.

asy

  • Yaşamak.
  • Kocamak, ihtiyarlamak.

atban

  • Tek ayak üstüne sıçramak.
  • Davarın üç ayak üstüne yürümesi.

atebat

  • (Tekili: Atebe) Eşikler, basamaklar.
  • İranlıların mukaddes ziyaret yeri.

atebe

  • (Çoğulu: Atebât) Basamak, eşik.

ateh / عته

  • Bunama. (Arapça)
  • Ateh getirmek: Bunamak. (Arapça)

atfetmek

  • Meyletmek. Sevgi beslemek.
  • Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.

ayc

  • Razı olmamak.
  • Tasdik edip inanmamak.
  • Menfaatlenmemek, faydalanmamak.

azl

  • (Azel) Levmetmek, kınamak. Azarlamak.

bahal

  • Malını kimseye vermeyip saklamak.

bahş / بخش

  • Bağışlayan. (Farsça)
  • Bahş edilmek: (Farsça)
  • Bağışlanmak. (Farsça)
  • Verilmek. (Farsça)
  • Bahş etmek: (Farsça)
  • Bağışlamak. (Farsça)
  • Vermek. (Farsça)

barbaros

  • Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

bas'

  • Cem' etmek, toplamak.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

bast-ı özür etmek

  • Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.

batıl

  • Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.

bed'

  • Bed' etmek: Başlamak.

beht / بهت

  • Şaşkınlık. (Arapça)
  • Behte uğramak: Şaşakalmak, şaşkınlığından donakalmak. (Arapça)

bekà-yı istiklaliyet / bekà-yı istiklâliyet

  • Bağımsızlığın devamını sağlamak.

bekamet

  • Dilsizlik, dili olmamaklık.

berat-ı cibayet

  • Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları toplamak salâhiyetini veren vesika.

beray-ı istikbal / berây-ı istikbâl

  • Karşılamak için.

berhayat / berhayât / برحيات

  • Hayatta olan, sağ. (Farsça - Arapça)
  • Berhayât bulunmak: Yaşamak, hayatta olmak. (Farsça - Arapça)

berike

  • Yırtmak. Paralamak.
  • Un helvası.

berkaş

  • Nakşetmek, nakışlamak.

berser-zeden

  • Başa kakmak, azarlamak. (Farsça)

besk

  • Tükürmek.
  • Uzamak.
  • Büyümek.

beyan / beyân / بيان

  • Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.
  • Açıklama, ifade etme, dile getirme. (Arapça)
  • Beyân edilmek: Açıklanmak, dile getirilmek. (Arapça)
  • Beyân etmek: Açıklamak, dile getirmek. (Arapça)

beyan etmek

  • Açıklamak, izah etmek.

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

bezeven

  • Sıçramak.

bi-emani / bî-emanî

  • Emin olmamak. Emniyetsizlik.

bicu / bicû

  • ( Custen : Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir.
  • (Custen: Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir.

bıgye

  • Azgınlık.
  • Sıçramak.

borç

  • Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar d

büfe

  • İçinde sofra takımı konulan dolap. (Fransızca)
  • Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. (Fransızca)
  • İstasyon lokantası. (Fransızca)
  • Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. satılan yer. (Fransızca)

büluc

  • Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.

butlan

  • Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak.

buyiden

  • Koklamak, koku almak. (Farsça)

büyüklenmek

  • Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.) (Türkçe)

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim

ca'v

  • Deve ve koyun tersini toplamak.

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

çal

  • İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at.
  • Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak.

çarmıh

  • Suçluyu bağlamak için kurulmuş haç şeklinde ağaç.

cebr / جبر

  • Zorlama. (Arapça)
  • Cebir. (Arapça)
  • Cebr etmek: Zorlamak. (Arapça)

cehd / جهد

  • Çalışma, çabalama. (Arapça)
  • Cehd etmek: Çalışıp çabalamak. (Arapça)

cehl

  • İlimsizlik, bilgisizlik, dînî bilgilerden haberi olmamak.

cela' / celâ'

  • Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak.
  • Başkalarını çıkarmak.
  • Açık haber.
  • Ruşen olmak, parlamak.

celal / celâl

  • Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından. Azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtâç olmamak.

cell

  • (Çoğulu: Cülûl) Yerden birşey toplamak.
  • Gemi yelkeni.
  • Yaşlı olmak.
  • Kadr ve mertebesi büyük olmak.
  • Celil, büyük, ulu.

cem etmek

  • Toplamak.

cem' / جمع

  • Toplama. (Arapça)
  • Çoğul. (Arapça)
  • Cem' edilmek: Toplanılmak. (Arapça)
  • Cem' etmek: Toplamak, derlemek, bir araya getirmek. (Arapça)

cem'an

  • Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak.

cemal / cemâl

  • Güzellik.
  • Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
  • Zât, yüz.
  • Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.

cena

  • Yemiş toplamak.
  • Cem'etmek, toplamak.

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cerh / جرح

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ
  • Yaralama. (Arapça)
  • Çürütme. (Arapça)
  • Cerh edilmek: (Arapça)
  • Yaralanmak. (Arapça)
  • Çürütülmek. (Arapça)
  • Cerh etmek: (Arapça)
  • Yaralamak. (Arapça)
  • Çürütmek. (Arapça)

cerh ve ta'dil / cerh ve ta'dîl

  • Hadîs ilmine âit iki ıstılah (terim). Cerh, yaralamak. Bir hadîs âliminin, bâzı sebeplerle râvînin (hadîs rivâyet eden kimsenin) rivâyetini (naklini) reddetmesi. Ta'dîl, düzeltmek. Bir hadîs âliminin, bir râvinin rivâyetinin kabûl edilebileceğini açı klaması.

cerh-i amud / cerh-i amûd

  • Bir kimseyi her ne ile olursa olsun, haksız olarak kasden yaralamak.

cerhetmek

  • Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.
  • Yaralamak, çürütmek.

cesaret-i medeniye

  • Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.

cesten

  • Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak. (Farsça)

ceyeşan

  • Kaynamak.
  • Hışm etmek.

cibab

  • Car dedikleri kaftan.
  • Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)

cibave

  • Toplamak. Cem'etmek.

cibve

  • Toplamak. Cem'etmek.

cüdd

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yol üstünde olan kuyu.

cüma'

  • Toplamak. Cem'etmek.

cümle-i mu'terize

  • Cümlenin mânasını açıklamak için parantez içine yazılan cümle.

cürm-ü meşhud

  • Suç üzerinde suçluyu yakalamak. Görülen suç. (Suç üstü)

cürş

  • Yemen diyarında bir yerin adı.
  • Başı tırnakla taramak.

cuş

  • Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek. (Farsça)

cüvad

  • Susamak.

cuyem

  • (Cüsten, aramak mastarından "arıyorum, ararım" mânasınadır.) (Farsça)

cüz-i ihtiyar

  • Dilediği gibi hareket edebilme. Yani: Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda bir tarafı tercih etmek iktidar ve serbestliği. Bu serbestlik ile, Cenab-ı Hak insanları, iyiliği veya kötülüğü istemek cihetinde imtihan eder.

da'daa

  • Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek.
  • Sallamak.
  • Bir kimseye "güzel dur" demek.
  • Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak.

da's

  • Titremek.
  • Zayıf olmak, zayıflamak.

da'va / da'vâ

  • Takib edilen fikir, iddia.
  • Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi.
  • Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek.
  • Mes'ele.
  • İnat. Ayak diremek.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek.

dabr

  • Cemaat.
  • Yaban cevizi.
  • Sıçramak.

dabt

  • Hıfzetmek.
  • Cem'etmek, toplamak.

dağdağa

  • Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar.
  • Tereddüt etmek, karar verememek.
  • Gıcıklamak.

dahdaha

  • Yorulmak, yorultmak.
  • Yavaşlamak.
  • Muti etmek, emre itaat ettirmek.
  • Hor etmek.

dahrece

  • (Dıhrâc) Yuvarlamak.

dalgıç

  • Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam. (Türkçe)

Dalyarak / dalyarak

  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "sallamak" anlamına gelir.
  • Türkiye Türkçesinde dal-1 "sallamak" fiilinden türetilmiştir.
  • Dalyarak kelimesi tarihte bilinen ilk kez dallamak "sallamak, eliyle tartmak" TDK, Tarama Sözlüğü (1600 yılından önce) eserinde yer almıştır.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "Budalalığı yüzünden her zaman densizlik, küstahlık eden (kimse)." anlamına gelir.

damd

  • Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.

de'l

  • Aldatmak.
  • Ahdi bozmak, sözü tutmamak.

debl

  • Küçük eşek.
  • Toplamak, cem'etmek.
  • Islah etmek.

deha-i kudsi / deha-i kudsî

  • Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.

dehdehe

  • Yuvarlamak, döndürmek.

dehn

  • Değnekle vurmak.
  • Yağmurun, yeri ıslatması.
  • Bir şeyi yağlamak.
  • Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek.

dehre

  • (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. (Farsça)

dehver

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Lokmayı büyük yapmak.

dels

  • Karanlık, zulmet.
  • Bir şeyi saklamak, gizlemek.
  • Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.

denaet

  • Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac.
  • Asılsızlık, aslı olmamak.

deneycilik

  • (Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müş

derd-dest

  • Elde. Elde etmek, yakalamak, tutmak. Ahz.
  • Yapılmakta ve rüyet edilmekte olan.

derdest / دردست

  • Yakalama. (Farsça)
  • El altında olma. (Farsça)
  • Derdest edilmek: Yakalanmak. (Farsça)
  • Derdest etmek: Yakalamak. (Farsça)

derecat

  • (Tekili: Derece) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.

derece

  • (Çoğulu: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak.
  • Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar.
  • Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye.
  • Miktar, rütbe.

dered

  • Ağızda diş olmamak.

derekat / derekât / دركات

  • Katlar. (Arapça)
  • Basamaklar. (Arapça)

dereke / دركه

  • Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe.
  • Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
  • Kat. (Arapça)
  • Basamak. (Arapça)

derhatır / derhâtır / در خاطر

  • Hatırlama. (Farsça - Arapça)
  • Hatırda tutma. (Farsça - Arapça)
  • Derhâtır ettirmek: Hatırlatmak, akla getirmek. (Farsça - Arapça)
  • Derhâtır eylemek: Hatırlamak. (Farsça - Arapça)

derk / درک

  • En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak.
  • Anlamak.
  • Anlama, idrak etme. (Arapça)
  • Alma. (Arapça)
  • Derk etmek: Anlamak, idrak etmek. (Arapça)

derk etmek

  • Anlamak.

derketmek

  • Anlamak, kavramak.
  • Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.

deveran

  • Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek.

devf

  • Suda ıslamak.
  • Irak etmek, uzaklaştırmak.
  • Misk ezmek.

deydenun

  • Toplamak.
  • Haslet, huy, âdet.
  • Oyun.

dihda

  • Yuvarlamak. Döndürmek.

dirase

  • Kitab okumak.
  • Elbiseyi eskitmek.
  • Gizli yol.
  • Harmanda buğday döğmek.
  • Uyuz olan deveyi katranlamak.

dü-dili / dü-dilî

  • Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak. (Farsça)

duçar / dûçâr / دچار

  • Uğramış, yakalanmış, maruz kalmış. (Farsça)
  • Dûçâr etmek: Uğratmak, müptela etmek. (Farsça)
  • Dûçâr olmak: Uğramak, müptela olmak. (Farsça)

düçar-ı inkıta / düçar-ı inkıtâ

  • Düçar-ı inkıtâ olmak: Kesintiye uğramak.

dükas

  • Uyuklamak.

dünyayı terketmek / dünyâyı terketmek

  • Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
  • Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

düvuk

  • Ahmaklık, hamâkat.

ebed

  • Ebedîlik. Zevalsizlik. Sonu olmamak.

ebkemi / ebkemî

  • Dilsizlik, dili olmamak. (Farsça)

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Tehlikeye uğramak suretiyle gelen ecel.

efek

  • Sarfetmek, harcamak.

ehl-i idare ve zabıta

  • Şehir güvenliğini sağlamakla vazifeli bulunan idare, polis.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

elb

  • Sürmek. Reddetmek.
  • Cem'etmek, toplamak.

emevi devleti

  • Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Merva

emr-i ademi / emr-i ademî

  • Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak.

emr-i bi-l-maruf, nehy-i anil-münker

  • Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimi

enb

  • Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak.

enuşa

  • Mecusi mezhebi. (Farsça)
  • Sevinç, sürur, neş'e. (Farsça)
  • Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık. (Farsça)

erş

  • Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet.
  • Fışkırmak.
  • Tırmalamak.
  • Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.

esr

  • Esir etmek.
  • Muhkem bağlamak.
  • Takviye etmek.
  • Göbeğinde illeti olan.

evagi

  • (Tekili: Agıye) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.

eysar

  • Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler.
  • Ot.

ezel

  • Başlangıcı olmamak, öncesizlik.

fahs

  • Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme.
  • Ayırtmak.
  • Bahsetmek.
  • Seyirtmek.
  • Sıçramak.

fakd

  • Bulunmamak, bir şeyi kaybetmek. Belirsiz olmak.
  • Talebetmek, istemek.

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

farz

  • Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.)
  • Takdir veya beyan eylemek.
  • Bir şeyi delmek, gedik açmak.
  • Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus.
  • Addet

fasaha

  • Ruşen olmak, parlamak.
  • Hâlis olmak.

fatiha / fâtiha

  • Bir şeyin başlangıcı, ibtidası.
  • Mübaşeret. Başlamak.
  • Karar vermek.
  • Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade.
  • Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi.

fatr

  • Bir şeye başlamak.
  • İcab eylemek.
  • Yarık, çatlak.
  • Yarmak.
  • Yaratmak.
  • Oruç tutanın orucunu açması.

feda / fedâ / فدا

  • Yoluna can koyma. (Arapça)
  • Kurban. (Arapça)
  • Uğruna verme. (Arapça)
  • Fedâ edilmek: (Arapça)
  • Uğruna harcanmak. (Arapça)
  • Kurban edilmek. (Arapça)
  • Fedâ etmek: (Arapça)
  • Uğruna harcamak. (Arapça)
  • Kurban etmek. (Arapça)

fedm

  • Ahmak, bön, kalın kafalı, budala.
  • Yaşamak.
  • Yaşlanmak, ihtiyarlamak.
  • Yorulmuş, sakil kimse.

fehha

  • Uyku içinde horlamak.
  • Çağırmak.

fehm / فهم

  • Anlama. (Arapça)
  • Fehm eylemek: Anlamak. (Arapça)

fehmetmek

  • Anlamak.
  • Anlamak.

fehs

  • Diliyle elini yalamak.

fell

  • (Çoğulu: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne.
  • Yaralamak.
  • Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması.
  • Kılınç yüzündeki açılan gedik.
  • Susuz kır yer.
  • Güruh, cemaat.
  • Muvakkat delilik.

fely

  • Bit toplamak.
  • Şiirin ince mânâlarını çıkarmak.
  • Kesmek.
  • Kılıç ile vurmak.

ferr

  • Kaçmak. Firar etmek.
  • Davarın yaşını anlamak için dişini görmek.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

fers

  • Dağıtmak. Saçmak.
  • Ciğer parçalamak.
  • Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak.
  • Atın pisliği. Fışkı.
  • Yırtmak.
  • Parçalamak.
  • Katletmek, öldürmek.
  • Boyunlamak.

fesr

  • Beyan etmek, açıklamak.
  • Tabibin suya bakması.

fetanet / fetânet

  • Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik.

feth-i meyyit

  • Ölüm sebebini anlamak için cesedin açılarak muâyene edilmesi, otopsi.

fetk

  • Zamanını gözeterek açıktan adam öldürmek.
  • Yaralamak.
  • İnadetmek.

fetva emini

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ

fevh

  • Yaradan kan fışkırması.
  • Bolluk, genişlik.
  • Güzel kokunun yayılması.
  • Kaynamak.

feyh

  • Sıcağın şiddetlenmesi.
  • Koku yayılmak.
  • Kazan kaynamak.
  • Yara kanamak.

fidam

  • (Feddâm) : Su kabının üzerine koydukları süzgeç.
  • Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.

fıkh

  • Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri bildiren ilim.

firaset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)

fizar

  • Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak. (Farsça)

fükuk

  • Yaşamak.
  • Kocalmak, ihtiyarlamak.
  • Ayrılmak.

gabt

  • "Koyun semiz mi" diye el ile yoklamak.

gadr

  • Verdiği sözde durmamak.
  • Zulüm, haksızlık.

gala

  • Kaynamak.

galebe etmek

  • Gâlip gelip üstünlük sağlamak.

galeyan

  • Kaynayış. Çoşup taşmak. Yerinde duramamak.
  • Tuğyan ve azgınlık.

galk

  • Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek.

gall

  • Girmek, sokmak, akmak.
  • Boynunu, elini zincir ile bağlamak.
  • Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek.
  • Ganimet malından hırsızlık etmek.

galle

  • Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir.
  • Akarât kirası.
  • Hammaliye kirası.
  • Susamak.

gamt

  • Minnetsiz ve şükürsüz olmak.
  • Horlamak, hakir görmek.

gaşemşem

  • Şecaatinden kimseye baş eğmeyen.
  • Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen.
  • Zulmedici.
  • Methi istediği gibi yapamamak.

gasl

  • Yıkamak, yıkanmak. Ölünün cenâze namazı kılınmadan ve kefenlenmeden önce teneşir tahtası üzerinde, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırıp, göbeğinden dizlerine kadar bir örtü ile kapatılarak yıkanması.

gasul

  • Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su.

gatit

  • Horlamak.

gavs

  • Suya dalmak. Dalgıçlık.
  • Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek.
  • İyi anlamak.
  • Maslahata gayret ile girmek.

gaybet

  • Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması.

gem vurmak

  • Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.

gevar

  • Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol. (Türkçe)

gevedan

  • Çoğunlukla Van, Hakkari ve Şırnak illerinde yaşamakta olan aşiretlerden birisi.

gir / gîr

  • (Giriften) "Tutmak, yakalamak" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. (Farsça)

giryan / giryân / گریان

  • Ağlayan. (Farsça)
  • Giryân etmek: Ağlatmak. (Farsça)
  • Giryân olmak: Ağlamak. (Farsça)

giryenak / giryenâk / گریه ناک

  • Ağlamaklı, ağlayan. (Farsça)

gıyab

  • Görünmemek. Göz önünde olmamak.
  • Hazırda bulunmamak.
  • Bilinmeyen şeyler.
  • Arka. Arkasından.

gudüvv

  • Sabah vakti.
  • Sabahleyin bir şeye başlamak.

güngörmek

  • Mc: İkbal, refah, saadet, mutlu olarak yaşamak.

guss

  • Leîm, zayıf adam.
  • Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak.

gusül

  • Bedenin her yerini yıkamak biçimindeki temizlik.

güzel telakki etmek / güzel telâkki etmek

  • Güzel karşılayıp anlamak, kabullenmek.

habş

  • Cemetmek, toplamak.

hacb

  • İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.

hacr-ı tahrim / hacr-ı tahrîm

  • Haramı yasaklamak.

hadade

  • Hamâkat, ahmaklık.

hadis-i maktu' / hadîs-i maktû'

  • Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.

hadis-i nefs / hadîs-i nefs

  • Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.

hadş

  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

hafr

  • Ahdinde durmamak.
  • Kiraya vermek.

hafy

  • Gizlemek.
  • Setretmek, örtmek.
  • İzhar etmek, görünmek.
  • Parlamak, yıldıramak.

hakb

  • Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip.
  • Tutulmak.

hakeme

  • (Çoğulu: Hakemât) Damak geminin halkası.

hakk-ul yakin / hakk-ul yakîn

  • (Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.

hakkalyakin / hakkalyakîn

  • Bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma.

hakkaniyet

  • Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.

hakke'l-yakin / hakke'l-yakîn

  • Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

hakku'l-yakin / hakku'l-yakîn

  • Hakke'l-yakîn. Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

hakn

  • Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak.
  • Men etmek, engel olmak.

hakr

  • Cem etmek, toplamak.

hal'

  • Kaldırma. Kal' etme.
  • Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek.
  • Mansıb ve mesnetten ihraç etmek.
  • Elbise gibi şeyleri soymak.
  • Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek.
  • Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.

halafet

  • Ahmaklık, hamâkat, budalalık.

hamş

  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

hane

  • Ev, mesken, beyt. (Farsça)
  • Mat: Basamak, bölüm, göz. (Farsça)
  • Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi. (Farsça)

hanek

  • Ağzın tavanı, damak.

hangah

  • Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer. (Farsça)

hanin / hanîn

  • Burun içinden ağlamak.
  • Burun içinden gülmek.

harc

  • Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
  • Vergi.
  • Çıkmak.
  • Yeni çıkan bulut.
  • Yemâme vilayetinde bir yer.
  • Ecir.
  • Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

harhara

  • Uykuda horlamak.
  • Kedinin mırıldayışı.
  • İki dere arasındaki düzlük.

harir / harîr

  • Su akarken çağlamak.
  • Yel eserken fışıldamak.
  • Horuldamak.

hars

  • Tarla sürmek.
  • Maarif.
  • Mal toplamak, kazanmak.
  • Teftiş ve tedbir eylemek.

harş

  • Avlamak.
  • Kaşımak.
  • Kesbetmek, almak.
  • Tırmalamak.

hart

  • El ile ağacın yaprağını sağmak.
  • Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak.
  • Nikâh.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

hasr / حصر

  • Tahsis etme, ayırma, vakfetme, adama. (Arapça)
  • Hasretmek: Adamak, ayırmak, tahsis etmek. (Arapça)

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasret

  • Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü.

hass

  • Zannetmek.
  • Silkmek.
  • Davarı kaşağılamak.
  • Közün üstünde birşey pişirmek.
  • Katletmek, öldürmek.

haşş

  • Kat'etmek, kesmek.
  • Toplamak, cem'etmek.
  • Davara ot vermek.
  • Ateş yakmak.

hatb

  • Odun toplamak.

hatem

  • Kırılmış olan şey.
  • Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.

hatıra / hâtıra / خاطره

  • Hatıra, hatıra gelen. (Arapça)
  • Hatıra getirmek: Aklına getirmek, düşünmek. (Arapça)
  • Hâtıra hutûr etmek: Hatırlamak, anımsamak. (Arapça)

hatm

  • Kırmak, ufalamak.

hatr

  • Ahdini bozmak, sözünde durmamak.

hatve

  • Basamak, mertebe.

havass-ı (hamse-i) zahire / havass-ı (hamse-i) zâhire

  • Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.

havk

  • Ev süpürmek.
  • İhâta etmek, kaplamak.

havl

  • Güç. Kuvvet.
  • Muhit, etraf.
  • Yıl, sene.
  • Tahavvül, inkılâb.
  • Geçmek.
  • Bir hâlden bir hâle dönmek.
  • Rücu etmek.
  • Sıçramak.
  • Hile.

havz

  • Suya girme.
  • Sakınılacak işe girişmek.
  • Başlamak.

hayim

  • Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak.
  • Susuz, atşân.

hayk

  • Kaplamak.

haylulet

  • Yolu kapamak.
  • Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.

hays

  • Hayvan leşinin kokması.
  • Bir kimseyi aldatmak.
  • Sözde durmamak, ahid bozmak.
  • Fâsid olmak.

hazar

  • Sulh zamanı. Barış zamanı.
  • Bir kimsenin huzuru, yakını.
  • Mukim olmak. Yolcu olmamak.

hazb

  • Boyamak.

hazen

  • (Çoğulu: Hızân) Etin kokması.
  • Toplamak, cem'edip yığmak.
  • Gizlemek, saklamak.

hazk

  • Bağlamak.

hazm

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Zaptetmek.
  • Kast etmek.
  • Bağlamak.
  • Yumuşak yüksek yer.
  • Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar.
  • Basiretle hareket etmek.

hebş

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Kazanmak, kesbetmek.

hecr

  • Ayrılık, firak.
  • Tıb: Sayıklamak. Hezeyan.
  • Çok sıcak günlerde öğle vakti.

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hedb

  • Meyve toplamak.
  • Davar sağmak.

heder / هدر

  • Yazık olma, boşa gitme. (Arapça)
  • Heder etmek: Yazık etmek, yitirmek, boşa harcamak. (Arapça)
  • Heder olmak: Yazık olmak, yitmek, kaybolmak. (Arapça)

hedhed

  • Suâl etmek, sormak.
  • Ötmek.
  • Çocuk sallamak.

hedm

  • Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek.
  • Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)

hefafe

  • Parlamak.

helesaya çıkmak

  • Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin kibarcalarından sayılır.

hels

  • Çok hayır.
  • Gizlemek, saklamak.

henin / henîn

  • Ağlamak.

henn

  • Ağlamak.
  • Ayıptan kinayedir.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

herem

  • Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak.
  • Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri.
  • Geo: Mahrutî şekil, piramit.

hesm

  • Kaba yemek. Bütün bütün yutmak.
  • Kesmek.
  • Toplamak, cem'etmek.

hess

  • Dövmek.
  • Kırmak, ufalamak.

hetf

  • Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.

heyamola

  • Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
  • Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini

heys

  • Atâ etmek, vermek, bağışlamak.
  • Hareket.

hezb

  • (Çoğulu: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.

hezimet / hezîmet / هزیمت

  • Bozgun. (Arapça)
  • Hezîmete uğramak: Bozguna uğramak. (Arapça)

hezk

  • şiddetli gök gürültüsü.
  • Uçurmak.
  • Yuvarlamak.

hibe

  • Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey.
  • Hal ve şân.

hibe-name

  • Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt. (Farsça)

hıbre

  • Tecrübe etmek, denemek, sınamak.

hıbve

  • (Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
  • Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
  • Bele takılan şey.

hicar

  • Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak.
  • Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.

hidae

  • (Çoğulu: Hıdâ') Dölengeç kuşu.
  • Sarfetmek, harcamak.

hıdk

  • Kesmek.
  • İhâta etmek, kaplamak, içine almak.

hiffet

  • Hafiflik.
  • Mc: Onurlu ve vakarlı olmamak. Temkinsizlik. Akılsızlık. Hoppalık.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hilaf-ı evla / hilâf-ı evlâ

  • Yapılması sevâb fakat yapmamakla günâha girilmeyen hareket.

hılal

  • (Çoğulu: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hilm

  • Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği halde affetmek.

hiran

  • Yavuzluk etmek.
  • Muti olmamak, itaat etmemek.

hırs

  • Saklamak.

hırz-ı binefsihi / hırz-ı binefsihî

  • İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)

hisaba çekmek

  • Hesap sormak, hesap aramak.

hiss / حس

  • Duygu. (Arapça)
  • Hissetmek: Duymak, algılamak. (Arapça)
  • Hissolunmak: Duyulmak, hissedilmek. (Arapça)

hıvkal

  • Zayıf olmak, zayıflamak.

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hıyar

  • Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik.
  • Hayırlılar, iyiler.

hıyazet

  • İlâve etmek, toplamak.

hızab

  • Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib.

hoşafın yağı kesilmek

  • Ist: Bozulmak, bir cevap bulamamak, mahcup olmak.

hubr

  • Bilme, ilim.
  • Sınamak, tecrübe.

hubu'

  • Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.

hudr

  • Sıçramak. Seğirtmek.

hudur / hudûr

  • Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması. Allahü teâlâ ile berâber olmak, O'nu unutmamak.

huduş

  • Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

hul'

  • Zevceyi mal karşılığında boşamak.

huld

  • Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak.

hulf

  • Ahdinde durmamak. Ahdini bozmak. Sözde durmamak.
  • Nakz.

hulf-ül vaid / hulf-ül vaîd

  • Va'dedilmiş azabı yapmamak, cezâyı yerine getirmemek. (Cenâb-ı Hak kendine isyan edenlerin, günahta devam edenlerin cehenneme gideceklerini beyan ediyor, tehdid ediyor, vaid ile beyanda bulunuyor. Affetmediği takdirde bu vaidinden dönmesi, aslâ adâletine yakışmaz, muhâldir.)

hulfetmek

  • Sözünde durmamak.

hulya

  • Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus. (Farsça)

humud / humûd

  • Düşme. Zayıflama.
  • Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak.
  • Bayılmak ve kendini kaybetmek.
  • Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.
  • Helâle de, harama da iştihası olmamak, sönüklük.

hunke

  • Tecrübe etmek, denemek, sınamak.

hürriyet-i diniye

  • Din hürriyeti. Herhangi bir kimsenin mensub olduğu dinin emirlerini ve icablarını yapmakta asayişe ve başkasının haklarına dokunmamak şartiyle serbest olması.

hurz

  • Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.

huş der dem / hûş der dem

  • Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.

hüsn-i kabul

  • Hüsn-i kabul görmek: İyi karşılanmak.
  • Hüsn-i kabul göstermek: İlgi göstermek, iyi karşılamak.

hüsn-ü kabul

  • İyi karşılamak. Güzellikle kabul etmek.

hütr

  • Ahmaklık, hamâkat, budalalık.

hutur

  • Akla gelmek. Hatırlamak.

i'kad

  • Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek.

i'na

  • Zahmete uğramak.

i'rab

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

i'vicac

  • Doğru davranmamak, eğri büğrü olmak. Hamlık.
  • Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermek.

i'zam / i'zâm / اعزام

  • Göndermek. Yollamak.
  • Gönderme. (Arapça)
  • Gönderilme. (Arapça)
  • İ'zâm edilmek: Gönderilmek, yollanmak. (Arapça)
  • İ'zâm etmek: Göndermek, yollamak. (Arapça)

i'zaz

  • Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.

ia'

  • Bir nesneyi kab içine koyup saklamak.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

iba'

  • Çekinmek. Tiksinmek.
  • Kabul etmemek, bir işe razı olmamak.
  • Doymadan yemekten çekilmek.

ibaha

  • (İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması.
  • İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak.
  • Bir şeyi izhâr etmek.

ıbare

  • Beyan etmek, açıklamak.

ibrahim-vari

  • İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile. (Farsça)

ibtida / ibtidâ / ابتدا

  • İlkin, önce. (Arapça)
  • Başlangıç. (Arapça)
  • Başlama. (Arapça)
  • İbtidâ' etmek: Başlamak. (Arapça)

ibtidar / ibtidâr / ابتدار

  • Başlama, girişme. (Arapça)
  • İbtidâr edilmek: Başlanmak, girişilmek. (Arapça)
  • İbtidâr etmek: Başlamak, girişmek. (Arapça)

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
  • Belaya uğramak, musibete düşmek, kötü şeye düşkünlük.

icar

  • Kiralamak. Kiraya vermek.
  • Kira parası.

icare / icâre

  • Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.

icaz-ı mutneb / îcâz-ı mutneb

  • Az sözle çok mânâlar ifade etme; bir kelime veya sözün çağrıştırdığı bütün mânâları, açıklama yapmamak sûretiyle kastetme.

icbar / icbâr / اجبار

  • Zorlama. (Arapça)
  • İcbâr edilmek: Zorlanmak. (Arapça)
  • İcbâr etmek: Zorlamak. (Arapça)

iclab

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yoldaşlık etmek.
  • Ardından çağırmak.
  • "Gitsin" diye haykırmak.

icma'

  • Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak.
  • Hazırlamak.
  • Azm ve kasdeylemek.
  • Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi.
  • Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı.

icmal

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.

icmar

  • Bir araya toplamak.
  • Süratle yürümek.
  • Atın sıçrayarak yürümesi.
  • Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak.
  • Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak.
  • Yeni ayın görünmesi.

ictina

  • Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak.
  • Aldanmak.

ıd'af

  • Zayıf etmek, zayıflamak.
  • Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak.

idaa / idâa

  • Zâyi etmek. Boşuna harcamak.

ıdad

  • Hazırlamak.
  • Ses, sada.

ıdae

  • Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak.

iddiam

  • (Diam. dan) Payanda dayamak.

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

ıdgas

  • Karıştırmak.
  • Otu eliyle tutamlamak.

idliham

  • Galip olmak.
  • İhâta edip kaplamak.

idrak / idrâk / ادراک

  • Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
  • Kavrama, anlama. (Arapça)
  • Erişme. (Arapça)
  • İdrâk edilmek: (Arapça)
  • Kavranmak, anlaşılmak. (Arapça)
  • Yaşanmak. (Arapça)
  • İdrak: Etmek (Arapça)
  • Kavramak, anlamak. (Arapça)
  • Yaşamak, görmek. (Arapça)

idrak etmek

  • Anlamak, kavramak.

idrak-i maali / idrak-i maâlî

  • Büyük mes'eleleri ve sırları kavramak, akıl erdirmek.

idrihmam

  • İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak.

iflas

  • Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak.
  • Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi.

iflilak

  • Yer yüzünü bulut kaplamak.

ifrad

  • Tek olarak söylemek.
  • Ayırmak.
  • Göndermek. Yollamak.

iftiras

  • Yırtmak. Parçalamak. Yırtıp parçalamak.
  • Zorla yere yıkmak.

iftitah

  • (Fetih. den) Açmak, başlamak, fethetmek. Zabtetmek.

igdidan

  • Saç uzamak.
  • Ot yeşermek.

igfa'

  • Uyuklamak.

iglak

  • Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
  • Zorla iş yaptırmak.
  • Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.

igmaz

  • Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek.

igmaz-ı ayn

  • Göz yummak. Aldırmamak, görmemezlikten gelmek.

iğmaz-ı ayn / iğmâz-ı ayn

  • Gözünü kapamak.

iğnelemek

  • t. İğne ile delmek.
  • Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek.
  • Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.

igşa

  • Örtmek. Bürümek. Kapamak. Perdelemek.

iğtisal / iğtisâl

  • Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak.

ihanet etmek

  • Hakaret etmek, haksız yere aşağılamak.

ihata / ihâta / احاطه

  • Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak.
  • Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
  • Kavrama. (Arapça)
  • Kuşatma, sarma. (Arapça)
  • İhâta edilmek: Çevrelenmek, sarılmak, kuşatılmak. (Arapça)
  • İhâta etmek: (Arapça)
  • Kavramak. (Arapça)
  • Kuşatmak, sarmak. (Arapça)

ihata etmek

  • İçine almak, kapsamak.

ihba'

  • Örtmek, saklamak, gizlemek.
  • Ateşi basıp söndürmek.

ihda

  • İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak.
  • Hediye etmek. Armağan yollamak.

ihdar-ı dem

  • Huk: Maktulün (öldürülmüş olan kimsenin) diyetini katilden (öldürenden) aldırmamak.

ihfa / ihfâ

  • Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek.
  • Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.
  • Saklamak, gizlemek.

ıhfak

  • Gazâda ganimet malından pay almamak.
  • Avcıların av yakalayamaması.

ıhlad

  • Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
  • Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak.
  • Geç ihtiyarlamak.

ıhlaf

  • Su aramak. Yerine halef etmek.
  • Kılıç çıkarmak için elini uzatmak.

ihlal

  • (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek.
  • Birini ihtiyaç içinde bırakmak.
  • Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.

ihlal etmemek / ihlâl etmemek

  • Bozmamak, karıştırmamak.

ıhmar

  • Gizli etmek, saklamak.

ihnet

  • Gazap, öfke. Hiddet.
  • Kalb katılığı.
  • Kin bağlamak.

ıhrıvvat

  • Uzamak.

ihsan

  • İyilik, lütuf, bağışlamak.
  • Sahilik etmek, cömertlik yapmak.
  • Allah'ı görür gibi ibadet etmek.
  • Güzel bilmek. Güzel eylemek.

ihsan etmek

  • Bağışlamak.

ıhtidab

  • Boyamak.

ihtikar / ihtikâr

  • Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak.
  • Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir.
  • Vurgunculuk, bozgunculuk.
  • Vurgunculuk; fazladan kazanç sağlamak amacıyla, hayat için zarurî olan ihtiyaç maddelerini satın alıp fiyatı artsın diye bir süre saklama.

ihtimam

  • Elem ve kederden uyuyamamak.
  • Perhizkârlık etmek, riyazette bulunmak.

ıhtiraf

  • Cem'etmek, toplamak.

ihtitab

  • (Hatab. dan) Odun toplamak, odun kesmek.

ihtiva

  • İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.

ihtizaz

  • Haz duymak. Ferahlamak.

ihzar

  • Hazır etmek. Hazırlamak.
  • Huzura getirmek. Derpiş etmek.
  • Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi.
  • İhzar etmek:
  • Hazırlamak.
  • Getirmek.

ihzar etmek

  • Hazırlamak.

ikaniyye / ikâniyye

  • Yakînî bilgiye tabi olanlar. Din ve bilginlerce ileri sürülen şeyleri delil aramaksızın doğru sayan anlayış.

iki eli yakasında olmak

  • Mecaz yoluyla âhiret gününde birinden hakkını aramak.

ikmal / ikmâl / اكمال

  • Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek.
  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • Bütünleme. (Arapça)
  • İkmâl edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İkmâl etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)

ikmal etmek

  • Tamamlamak.

ikmal-i nevakıs

  • Eksiklikleri tamamlamak.

ikrah / ikrâh

  • Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.

ikram

  • Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek.
  • İltifat olarak bir şeyler vermek.
  • Bağış.
  • Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât.
  • Allah'ın lütfu ve ihsanı. (İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın ne

ikrar etmek

  • Kabul etmek, doğrulamak.

iktiham

  • Hücum ve istilâ eylemek.
  • Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek.
  • Mülâhazasız bir işe başlamak.
  • Bir şeyi hakir addetmek.

iktisar

  • (Kesir. den) Paralamak. Kırılmak.

iktisatsızlık

  • Tutumlu olmamak.

iktitaf

  • Edb: Sözün özünü almak.
  • Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama.
  • Bir uğraşma sonucunda faydalanma.

ila'

  • Sıkıntı ve derde uğramak.
  • Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi.

ilhad / ilhâd

  • Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. Allahın varlığına, birliğine inanmamak. İmânsızlık.
  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.

ilhah

  • Zorlamak. Israr etmek. Bir şeyin kabulü için son derece üstüne düşmek.

ilkah

  • Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak.
  • Tıb: İki ayrı cins hücrenin birleşmesi.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn

  • Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

iltibas olmamak

  • Karışmamak.

iltifat

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...

iltikat

  • Yere düşen şeyi almak.
  • Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak.

iltima'

  • Parıldamak. Işıldamak.
  • Kapıp almak.

imale / imâle

  • Meylettirmek, eğmek; bir tarafa yorumlamak.

imale etmek

  • Meylettirmek, eğilim göstermesini sağlamak.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

imdadiye

  • Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.

imma

  • (Terdid edatıdır) "Ya, veya" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder.

imtihan

  • Deneme, Tecrübe etmek.
  • Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek.
  • Salâhiyet veya salâhiyetsizliğini anlamak için yapılan teftiş ve tecrübe.

imtina-i adi / imtina-i âdi

  • Bir şeyin olması âdeta mümkün olmamak.

imtisal

  • Nümune kabul etme.
  • Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
  • Mesel ve kıssa söyleme.
  • Bir şeyin suretine girme.
  • Muvafakat ve mutabakat etme.
  • Katili kısas etme.

imtiyaz

  • Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak.
  • Resmi veya hususi izin.
  • Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi.

imtiyazsızlık

  • Eşitlik, ayrıcalık yapmamak.

imtizac etmek

  • Kaynaşmak, uyum sağlamak.

inabe yolu / inâbe yolu

  • Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.

inhisaf

  • Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.

inkar etmek / inkâr etmek

  • İnanmamak, kabul etmemek, reddetmek.
  • İnanmamak, kabûl etmemek.

insihak

  • Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak.

inşirah

  • Ferahlamak, sevinç duymak.

intihaz

  • Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek.

intikal

  • Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek.
  • Göçmek, geçmek.
  • Sirâyet. Bulaşmak.
  • Bir şeyin miras olarak kalması.
  • Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

intisar / intisâr

  • Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak.

intizar

  • Adamak, nezretmek.

inziva

  • Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

irade-i cüz'iyye / irâde-i cüz'iyye

  • Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.

irfak

  • Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak.

irfan / irfân

  • Bilgili, anlayışlı, anlamak, bilmek.

ırgat

  • (Rumca) Rençber, işçi.
  • Yapı işçisi. Amele.
  • Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.

irsal

  • (Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak.
  • Havale kılma.
  • Salıvermek. Kendi haline koymak.
  • Sürü sahibi olmak.
  • Elçi gönderme.

irtam

  • Hatırlamak için parmağa iplik bağlama.

irva

  • Bolca sulamak. Suya kandırmak.
  • Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek.

iş / îş

  • Yaşayış. Yaşamak. Zevk u safa sürmek.
  • Hayata medar olan ve geçinilen şeyler.
  • Ekmek. Gıda.

ıs'as

  • Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak.
  • Karanlığın açılması.
  • Bulutun yere yakın olması.
  • Peşinden gitmek.

isabet

  • Rastlamak. Doğruca varıp erişmek. Doğru düşünmek, matluba uygun iş işlemek.

ısbah

  • Seher vakti. Sabah vakti.
  • Gafil olmamak. Uyanıklık.

ishab

  • Çok söylemek.
  • Türlü şeylerden renk değiştirmek.
  • Bir şeye fazla tama' etmek.
  • Kuyu kazıp suyu bulamamak.
  • Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi.
  • Kuzu, anasını emmek.
  • Duvarı başı boş salıvermek.

iska

  • Su vermek, sulamak.

iskalarya

  • ing. Çarmıkların halat basamakları.

isnan

  • (Sinn) Yaşlanmak. İhtiyarlamak.
  • Diş çıkarmak.

isr

  • Alâmet. Nişane.
  • Ayak izi.
  • Yol. Meslek.
  • Başlamak ve azimet etmek.

israf

  • Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak.
  • En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.

israr

  • (Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi gizlemek.

isti'lam / isti'lâm

  • Selâm vermeyi isteme.
  • Kâbe'yi tavaf esnasında Hacerü'l-Esved'i selâmlamak.

istiab

  • İçine almak.
  • Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek.
  • Tutulmak. Zapteylemek.

isticar

  • Kiralamak. Kiraya vermek.

isticvab / isticvâb

  • İsticvâb etmek: Sorgulamak.

istidlal / istidlâl

  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
  • Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.

istidrak

  • Nâil olmak, ulaşmak, varmak.
  • Anlamak.
  • Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak.

ıstıfa

  • Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak.
  • Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek.
  • Seçmek. Ayıklamak.

istifham

  • Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak.
  • Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur.

istifsar / istifsâr

  • Anlamak için soru sorma.

istiftah

  • Siftah etmek. Başlamak. Açmak.

istiğna etmek / istiğnâ etmek

  • Kaçınmak, ihtiyaç duymamak.

istiğrak

  • Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi.
  • İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif.

istihare / istihâre / استخاره

  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.
  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin
  • Bir işin iyi olup olmadığını anlamak için rüya görmek niyetiyle uykuya yatma.
  • Bir işin nasıl sonuçlanacağını anlamak için ibadetten sonra uykuya yatma. (Arapça)

istihlak / istihlâk / استهلاک

  • Boş yere harcamak.
  • Yeyip bitirmek.
  • Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak.
  • Tüketim. (Arapça)
  • İstihlâk etmek: Tüketmek, harcamak. (Arapça)

istikbal / istikbâl / استقبال

  • Ati, gelecek zaman.
  • Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.
  • Gelecek zaman.
  • Gelen bir kimseyi karşılamak.
  • Karşılama. (Arapça)
  • Gelecek. (Arapça)
  • Kıbleye dönme. (Arapça)
  • İstikbal etmek: Karşılamak. (Arapça)

istikbal etmek

  • Karşılamak.

istikbalen

  • Karşılayarak, karşılamak üzere.
  • Gelecek zamanda, ilerde.

istikra'

  • Kiralamak, kiraya vermek.

istikşaf

  • (Çoğulu: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma.
  • Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.

istiktam

  • Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma.

istila

  • (Vely. den) Kaplamak, yayılmak.
  • Ele geçirmek. İşgal etmek.
  • Meydanın sonuna erişmek.
  • Basmak. Galebe etmek.

istilam / istîlâm

  • Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme.
  • Kâbeyi tavaf esnasında Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak, okşamak.
  • Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe ill allahü vallahü ekber diyerek) onu selâmlamak ve e

iştimal

  • İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak.

iştimam

  • Gereği gibi koklamak. Koku duymak.

istimzac

  • Uyuşmak. Beraber karışmak.
  • Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak.
  • Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.

istinaf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.

istinahe

  • Yaygarayı basma.
  • Ağlamak isteme.
  • Kurdun uluması.

istinbat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.

istinca / istincâ

  • Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.

istinka

  • Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak.

istinkah / istinkâh

  • (Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme.

istinkar etmemek / istinkâr etmemek

  • İnkâra yeltenmemek, reddetmeye kalkışmamak.

istinşak

  • Abdest veyâ gusül esnâsında burun'a (üç defa) su çekmek.
  • Şiddetle koklamak, koklatmak.

istintak / istintâk / استنطاق

  • Sorgulama. (Arapça)
  • İstintâk etmek: Sorgulamak, sorguya çekmek. (Arapça)

istirahat

  • Dinlenmek. Rahatlamak.

istirahat etmek

  • Dinlenmek, rahatlamak.

istirca'

  • Geri dönmek. Dönmeği arzulamak.

istişfa

  • Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak.

istişfaen

  • Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle.

istiskal etmek

  • Ağır bulup hoşlanmamak.

istişmam

  • Koklamak. Kokusunu almak.
  • Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.
  • Uzaktan haber almak.

ıstıyad

  • Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek.

ıstıyaf

  • Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak.

itab

  • Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak.

itab etmek

  • Azarlamak.

itale

  • Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek.
  • Birini zemmetmek, ayıplamak.

itbak

  • (Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak.
  • İttifak etmek.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir.

itham

  • İtham etmek: Suçlamak.

itham etmek

  • Suçlamak.

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

itmam / itmâm / اتمام

  • Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek
  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • İtmâm edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İtmâm etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)

ittifaksız

  • Birlik oluşturmamak.

ittiham

  • Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)

ittiham etmek

  • Suçlamak.

izafet-i maktu'

  • Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb : Yatak. Câme-i hâb : Uyku elbisesi. Ser-rişte : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte : İpin ucu.

izafi / izafî

  • İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.

izah / îzâh / ایضاح

  • Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.
  • Açıklama. (Arapça)
  • Îzâh edilmek: Açıklanmak. (Arapça)
  • Îzâh etmek: Açıklamak. (Arapça)

izah etmek

  • Açıklamak.

izhar / izhâr

  • Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.

izlaf

  • Yakın etmek. Toplamak, cem' etmek.

ızmar

  • (İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek.

ızraf

  • Zarflamak. Zarfa koymak.

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

ka'ş

  • (Çoğulu: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek.
  • Cem etmek, toplamak.
  • Kadınların bindiği merkep.

kabına sığmamak

  • t. Sabırsızlık, acelecilik.
  • Şişmanlamak.

kabt

  • El ile bir şey toplamak.

kabz

  • Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak.
  • Tahsil etmek. Teslim almak.
  • Amelde zorluk çekmek.
  • Kuşun süratle uçması.
  • Mülk.

kademe / قدمه

  • Basamak. (Arapça)
  • Derece. (Arapça)

kademe kademe

  • Basamak basamak, derece derece.

kademe-i ulada / kademe-i ulâda

  • İlk basamakta. Başlangıçta.

kafs

  • Sıçramak.
  • Hafiflik.
  • Sevinç, neşat.
  • Hayvanın ayaklarını bağlamak.

kafş

  • Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek.
  • Pabuç.
  • Cem'etmek, toplamak.

kafz

  • Sıçramak.

kahz

  • (Ok atmak.
  • Sıçramak.
  • Yarmak.

kam / kâm / كام

  • İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. (Farsça)
  • Ağzın üstü. Damak. (Farsça)
  • Koyun, sığır ağılı. (Farsça)
  • Ağaç kilit. (Farsça)
  • Damak. (Farsça)
  • Arzu. (Farsça)

kamet almak

  • Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.

kams

  • Hareket ettirmek.
  • Davar önüne sıçramak.

kamş

  • Bir şeyi şundan bundan toplamak.

kanaat / kanâat

  • Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.

kar'

  • (Çoğulu: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak.
  • Okumak, kıraat.

karf

  • Töhmet etmek, ayıplamak.
  • Ayıp isnad etmek.
  • Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.

karmeşe

  • Cem'etmek, toplamak.

karş

  • Kesbetmek, kazanmak.
  • Toplamak, cem'etmek.

kaşb

  • Karıştırmak.
  • Zehir içirmek.
  • Yaramazlıkla hatırlamak.
  • İncitmek.

kasem

  • Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme.

kaside / kasîde

  • (Çoğulu: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume.
  • Onbeş beyitten aşağı olmamak, bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunmak ve daha çok büyükleri övmek üzere yazılan nazım. Koçaklama.

kasm

  • Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak.
  • Kesmek.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • İ'tâ etmek, vermek.

kaşm

  • Yemek.
  • Açlık.
  • Cem'etmek, toplamak.

kasr

  • Kısa olmak. Kısa kesmek.
  • Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek.
  • Bir işte tembellik etmek.
  • Akşamlamak.
  • Hapseylemek.
  • Yekpâre taş.
  • Beyazlatmak.
  • Gevşetmek.
  • Noksanlaştırmak.

kass

  • Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.

kat'-ı nazar

  • Bakmamak. İtibar etmemek.
  • Alâkayı kesmek.

katam

  • Cimâ arzulamak.
  • Et arzulamak.

katb

  • (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz.
  • Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek.
  • Birikmek, biriktirmek, doldurmak.
  • Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak.
  • Arslan.

katf

  • Atın veya diğer davarın adımını geç atması.
  • Tırmalamak.
  • Üzüm kesmek.
  • Ağaçtan meyve devşirme.
  • Devşirme mevsimi.

katr

  • Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey.
  • Develeri katarlamak.
  • Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak.
  • Yağmur.

kavm

  • (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak.
  • Pazar kurmak.
  • Müşteri ile anlaşmak.

kavz

  • (Çoğulu: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi.
  • Düşmek.
  • Bağlamak.

kayd

  • Kelepçe, bağ.
  • Bağlamak.
  • Bir şeyi bir yere yazmak.
  • Deftere geçirmek.
  • Sınırlamak.
  • Şart.

kaydetmek

  • Yazmak.
  • Bağlamak.
  • İlgilenmek, alâkalanmak.

kazer

  • Nezafetsizlik, temiz olmamak.

kazkaza

  • Kemiği parçalamak.

kazz

  • Bükülmüş ibrişim. Ham ipek.
  • Sıçramak.
  • Irak olmak, uzak olmak.

kebair

  • (Tekili: Kebire) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir gün

kebl

  • Bağlamak.
  • Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.

kebt

  • Zelil etmek, hor hakir etmek.
  • Sarfetmek, harcamak.

keffaret-i yemin / keffâret-i yemîn

  • Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

kefl

  • Okşamak.
  • Kefil olmak.
  • Yaramaz gönüllü olan.

keft

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Sarfetmek, harcamak.
  • Evmek.
  • Katı katı sürmek.

kelt

  • Ahmaklık.
  • Toplamak.

kelz

  • Cem'etmek, toplamak.

kemerbeste-i hizmet-i mevla / kemerbeste-i hizmet-i mevlâ

  • Allah'ın huzurunda, Onun emrine hazır şekilde el bağlamak.

ken'

  • (Çoğulu: Kün'ân) Tilki eniği.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yakın olmak.
  • Mülâyemet.
  • Alçaklık yapmak.
  • Firar, kaçmak.

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

kers

  • Kadının hayız görmesi.
  • Cebretmek, zorlamak.

kerv

  • Top oynamak.
  • Kapı içini taş ile örmek.

kesafet

  • Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak.
  • Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.

keşf-i raz / keşf-i râz

  • Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. (Farsça)
  • Sır toplamak, casusluk etmek. (Farsça)

keşf-ül kubur

  • Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.

kesm

  • (Çoğulu: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak.
  • Çok miktar atlar.

kesr

  • Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak.
  • Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.

ketf

  • Omuz. Omuz kemiği.
  • Parça parça kesmek ve bağlamak.

ketm

  • Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.

kevkeb

  • Yıldız.
  • Parıldamak.

kıdem

  • Öncelik ve eskilik.
  • Evveli bulunmamak. Ezeli olmak.
  • Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak.
  • Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.

kila' / kilâ'

  • Saklamak, korumak.

kılv

  • Yeyni eşek.
  • Çelik oyunu oynamak.

kınve

  • Koyunu döl için saklamak.

kırar

  • Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.

kırtale

  • (Çoğulu: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.

kitman / kitmân / كتمان

  • Sır saklama, ketumluk. (Arapça)
  • Kitmân etmek: Saklamak. (Arapça)

kıyam

  • Ayakta durmak. Ayağa kalkmak.
  • Ayaklanmak. İsyan.
  • Ölümden sonra tekrar dirilmek.
  • Bir işe başlamak, devam etmek.
  • Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma.
  • Canlanmak.
  • Kıyâmet günü (mânâsına da gelir).
  • Namazın iftitah tekbiri

kubbe-i kanek