REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te ahla ifadesini içeren 624 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

islam ahlakı / islâm ahlâkı

  • İslâm dîninin bildirdiği ahlâk.

nehy-i anil münker

  • Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak.

abadile / abâdile

  • Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı.

abadile-i seb'a-i meşhure / abâdile-i seb'a-i meşhure

  • "Yedi Abdullahlar" ismiyle meşhur sahabeler.

abd-i gubar

  • Günahkâr kul; toz ve çamura bulanmış gibi günahlarla kirlenmiş kul anlamında bir ifade.

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,
  • Edepler, ahlâk kuralları.

adab u erkan / âdâb u erkân

  • Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri.

adab-ı hayatiye / âdâb-ı hayatiye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m) hayatında yaşadığı ahlâk kuralları.

adab-ı nebeviye / âdâb-ı nebevîye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) göstermiş olduğu hal, davranış ve ahlâk kâideleri.

adab-ı umumiye / âdâb-ı umumiye

  • Umumi ahlâk kaideleri.

adli / adlî

  • Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.
  • Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.

agahan / agâhân

  • (Tekili: Agâh) Agâhlar, bilenler, bilgililer. Âlimler. (Farsça)

ahlak / ahlâk / اخلاق

  • (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine
  • Huy, ahlak. (Arapça)

ahlak-ı ahmediye / ahlâk-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ahlâkı; hareket, tavır, söz ve danışlarından ortaya çıkan örnek hareket ve davranış tarzı.

ahlak-ı aliye / ahlâk-ı âliye

  • Yüksek ahlâk.

ahlak-ı aliye-i peygamberiye / ahlâk-ı âliye-i peygamberiye

  • Peygamberimizin yüce ahlâkı.

ahlak-ı ameli / ahlâk-ı amelî / اخلاق عملى

  • Uygulamadaki ahlak anlayışı.

ahlak-ı fazıla / ahlâk-ı fâzıla

  • İyi ahlâk, faziletli huylar.

ahlak-ı hamide / ahlâk-ı hamide / ahlâk-ı hamîde

  • Beğenilen güzel ahlâk.
  • Her türlü övgüye lâyık olan güzel ahlâk.

ahlak-ı hasene / ahlâk-ı hasene / اَخْلَاقِ حَسَنَه

  • Güzel ahlâk.
  • Yüksek ahlâkı en parlak ve ulvi bir şekil ve ruhta gösteren ve bilfiil yaşayan Peygamberimizin (A.S.M.) ve O'nun yolunda gidenlerin ahlâkı.
  • Güzel ahlâk.

ahlak-ı hasene-i islamiye / ahlâk-ı hasene-i islâmiye

  • İslâmiyetten gelen güzel ahlâk.

ahlak-ı içtimaiye / ahlâk-ı içtimaiye

  • Toplum ahlâkı.

ahlak-ı ilahiye / ahlâk-ı ilâhiye

  • İlâhî ahlâk.

ahlak-ı ilahiyye / ahlâk-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.

ahlak-ı insaniye / ahlâk-ı insaniye

  • İnsan ahlakı.

ahlak-ı islamiye / ahlâk-ı islâmiye

  • İslâm ahlâkı.

ahlak-ı kamile / ahlâk-ı kâmile

  • Mükemmel ahlâk.

ahlak-ı kur'aniye / ahlâk-ı kur'âniye

  • Kur'ân ahlâkı.

ahlak-ı muhammediye / ahlâk-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ahlâkı.

ahlak-ı nazari / ahlâk-ı nazarî / اخلاق نظری

  • Teorideki ahlak anlayışı.

ahlak-ı peygamberi / ahlâk-ı peygamberî

  • Peygamber ahlâkı.

ahlak-ı rezile / ahlâk-ı rezile

  • Kötü ve aşağılık ahlâk.

ahlak-ı samiye / ahlâk-ı sâmiye

  • Yüksek ahlâk.

ahlak-ı seyyie / ahlâk-ı seyyie / اَخْلَاقِ سَيِّئَه

  • Kötü ahlâk.
  • Kötü ahlâk.

ahlak-ı seyyie-i vahşiyane / ahlâk-ı seyyie-i vahşiyâne

  • Vahşet saçan kötü ahlâk.

ahlak-ı ulviye / ahlâk-ı ulviye

  • Yüksek ahlâk.

ahlak-ı umumiye / ahlâk-ı umumiye

  • Genel ahlâk.

ahlak-ı vahşiyane / ahlâk-ı vahşiyâne

  • Ahlâkî yapı açısından son derece vahşi olma.

ahlak-ı zemime / ahlâk-ı zemîme

  • Kötü ahlâk. Dînin ve aklın beğenmediği huylar.

ahlaken / ahlâken / اخلاقا

  • Ahlâkça.
  • Ahlakça. (Arapça)

ahlaki / ahlâkî

  • Ahlâkla ilgili, ahlâka ait.
  • Ahlâkla ilgili, ahlâka uygun.
  • Ahlâkla ilgili, ahlâka uygun.

ahlakiyat / ahlâkiyat / اخلاقيات

  • Ahlâk ilmi.
  • Ahlak bilgisi. (Arapça)

ahlakiyun / ahlâkiyûn / اخلاقيون

  • Ahlakçılar. (Arapça)

ahlakıyyat / ahlâkıyyât

  • Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim.
  • Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler.

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

ahlakiyyun / ahlâkiyyun

  • Ahlâk âlimleri.
  • Ahlâk bilimciler.

ahrec

  • Ak ile kara. Siyahla beyaz.

akd-i semavi / akd-i semâvî

  • İlâhî akit; Hz. Zeyneb'i, Peygamberimize (a.s.m.) Cenâb-ı Hakkın nikâhlaması.

aklam

  • (Tekili: Kalem) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından biri.

aktab

  • (Tekili: Kutb) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alat-ı harbiye / âlât-ı harbiye

  • Harb âletleri, silâhlar.

alat-ı nariyye / âlât-ı nariyye

  • Ateşli silâhlar.

alet-i cerrahiye / âlet-i cerrâhiye

  • Cerrahların, yaraları tedaviye çalışan doktorların kullandıkları edevat, takım.

ali-cenab / âli-cenab

  • İyilik sahibi, yüksek ahlâklı. Cömerd. Büyük zat. (Farsça)

alicenab / âlicenab

  • Yüksek ahlâklı.

alicenabane / âlîcenabâne

  • Yüksek ahlâklı birine yakışır biçimde.

alicenap / âlicenap

  • Yüksek ahlâklı, şerefli.

alihe / âlihe / آلهه

  • (Tekili: İlah) Bâtıl ilâhlar.
  • Bâtıl ilâhlar, tanrılar.
  • İlâhlar, tanrılar.
  • İlahlar. (Arapça)

alkış

  • Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.

allah razı olsun / allah râzı olsun

  • Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği) hâle getirsin, mânâsında duâ.

altın kozak

  • Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.

amel-i salih / amel-i sâlih

  • Allah rızâsına uyan hayırlı amel. Günahlardan uzak olan iş, fiil. Maddi veya mânevi hukuk-u ibâdı ifâ etmek.

amürzgar / amürzgâr

  • Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah. (Farsça)

arare

  • (Çoğulu: Arâr) İyi kokulu bir ot.
  • Şiddet
  • Kötü ahlâk.
  • Evin avlusu, ev içi.
  • Soğuk şiddetli olmak.

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

asal

  • Ahlâk. Karakter.
  • Alâmet, işaret, belirti.

asam / âsâm

  • (Tekili: İsm) Günahlar.
  • Günahlar.

asbah

  • (Tekili: Subh) Sabahlar.

asfiya / asfiyâ

  • Günahlardan arınmış büyük zatlar.

asım

  • Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.

atebe-i felek-mertebe

  • Osmanlı Padişahlarının sarayı.

atım

  • t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması.
  • Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe.
  • Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire.

atrak

  • (Tekili: Târık) Gecegelen seyyahlar.

avarif

  • Mârifetler.
  • Arifler. İşten anlar olanlar.
  • Güzel ahlâk.

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

azab / azâb

  • İşlenen günahlar sebebiyle âhirette çekilecek cezâ.
  • Büyük sıkıntı, şiddetli elem.
  • Dünyada işlenen günahlara karşı ahirette çekilecek ceza.

azaim

  • Büyük iş.
  • Büyük belâlar. Büyük günahlar.

azbi / azbî

  • Güzel ahlâklı.

azimet / azîmet

  • Takvâ ile günahlardan şiddetle kaçınma.

azze ensaruh / azze ensâruh

  • Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.)

ba-asam / bâ-âsâm

  • Günahlarla.
  • Günahlarla, hatalarla.

baasam / bââsâm

  • Günahlarla.

balıkhane kapısı

  • Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.

barut

  • yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır.
  • Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

batarya

  • İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı.
  • Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.

bed-ahlak

  • Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse. (Farsça)

bed-hal

  • Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan. (Farsça)

bed-siyret

  • Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan. (Farsça)

bedahlak / bedahlâk / بداخلاق

  • Ahlaksız. (Farsça - Arapça)

bedestan

  • Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı. (Farsça)

bedmaye

  • Ahlâksız. (Farsça)
  • Soysuz. Sütü bozuk. (Farsça)

bedsiret / bedsîret / بدسيرت

  • Ahlaksız. (Farsça - Arapça)

berat-ı hümayun

  • Padişahlara mahsus ferman.

berere

  • (Tekili: Bârr ve Berr) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.

beyanat

  • (Tekili: Beyan) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.

beyanat-ı furkaniye

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın açıklamaları, izahları.

beyanat-ı harika

  • Hayranlık veren açıklamalar, izahlar.

beyanat-ı sabıka

  • Geçmiş açıklamalar, önceden yapılan izahlar.

bid'at

  • (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler.
  • Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmaya

bombardıman

  • Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum. (Fransızca)

brahma dini / brahma dîni

  • Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.

cafcaf

  • Ahlâksız, iffetsiz kadın. (Farsça)

cahreme

  • Darlık.
  • Kötü ahlâk.

çal-at

  • Hareketli, yerinde duramayıp şahlanan at.

came-i hassa

  • Tar: Osmanlı padişahlarının verdikleri elbiselik kumaşlar.

cami

  • İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina.
  • Cem'edici, toplayıcı, içine alan.
  • Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan.
  • Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir.
  • Ehl-

canperver

  • Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen. (Farsça)

çar-balişt / çâr-bâlişt

  • Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. (Farsça)
  • Dört unsur. (Farsça)

cefcaf

  • Hayâsız, ahlâksız kadın. (Farsça)

cehennem

  • Kâfirlerin devamlı, günahkâr müslümanların ise, günahları kadar âhirette azab görecekleri yer.

cemi-i ahlak-ı aliye / cemi-i ahlâk-ı âliye

  • Bütün yüksek ve üstün ahlâklar.

cemilekar / cemilekâr

  • İyilik sever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan. (Farsça)

cerime

  • "Cürm"ün çoğulu. Suçlar, günahlar.

cihad-ı asgar

  • Küçük savaş. İslâm müdâfaası için silahla savaşma.

cihazat-ı muharribe

  • Bozgunculuk âletleri, silahları.

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

cülusiyye

  • Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir.
  • Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş.

dabs

  • Ahlâkı kötü ve korkak olmak.
  • Anlaması, idrâki az olmak.

dahl

  • (Çoğulu: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere.
  • Çukur yer.

dell

  • Naz.
  • Hey'et.
  • Güzel ahlâk.

denaset-i ahlak / denaset-i ahlâk

  • Ahlâk kirliliği, ahlâksızlık.

deni

  • (Çoğulu: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız.
  • Dünyaya âit, fâni ve geçici.
  • Yakın, karib.

deniyet-i hazıra

  • Şimdiki ahlâksız ve rezil medeniyet.

deniyyat

  • (Tekili: Denâya) (Denî) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler.

derda / derdâ / دردا

  • Ne yazık ki, eyvahlar olsun. (Farsça)

dergah / dergâh

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
  • (Der-geh) Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. (Farsça)
  • Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. (Farsça)
  • Şeyhlerin tekkesi. (Farsça)

deyyus / deyyûs

  • Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse.

dihkan

  • (Çoğulu: Dehâkin) Sipâhi.
  • Köy kethüdâsı.
  • Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam.
  • Bezirgân.
  • Acem fellahlarının maslahatgüzarı.

dil-şüküfte

  • Gönlü açılmış, ferahlamış. (Farsça)

diriga

  • Yazık, eyvahlar olsun! (Farsça)

diriğa / dirîğâ / دریغا

  • Ne yazık ki, vah vah, eyvahlar olsun. (Farsça)

disiplin

  • Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. (Fransızca)
  • Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye. (Fransızca)

dünyayı terketmek / dünyâyı terketmek

  • Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
  • Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

ebna-yı sebil / ebnâ-yı sebil

  • Yolcular, seyahat edenler, seyyahlar.

ebrar / ebrâr

  • İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir.

ecniha

  • (Tekili: Cenah) Kanatlar. Cenahlar. Taraflar.

edeb

  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle
  • Terbiye, güzel ahlak, haya.

edeb-i furkani / edeb-i furkanî

  • Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran Kur'ân-ı Kerim'in ortaya koyduğu bir ahlâk kuralı.

edeb-i kur'an / edeb-i kur'ân

  • Kur'ân'ın terbiyesi, Kur'ân ahlâkı.

edeb-i kutsi / edeb-i kutsî

  • Kutsî edeb, iyi ahlâk.

edeb-i muaşeret

  • Görgü ve ahlâk kuralları.

edeb-i tıp

  • Tıp ahlâkı.

edebi / edebî

  • Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.

efrah

  • Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler.

efsun

  • Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler. (Efsun İslâmiyetçe men'edilmiş ve büyük günâhlardan sayılmıştır.) (Farsça)

efsus / efsûs / افسوس

  • Yazık, çok yazık, eyvahlar olsun. (Farsça)

efvah-ı nariyye / efvah-ı nâriyye

  • Ateşli silâhlar. (Top, tüfek gibi.)

egoizm

  • Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Fransızca)

ehasin-i ahlak / ehasin-i ahlâk

  • Ahlâkın en iyisi, en güzeli. Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ahlâkı gibi olan ahlâk.

ehl-i takva / ehl-i takvâ / اَهْلِ تَقْوَا

  • Günahlardan sakınanlar.

ehlisefahet / ehlisefâhet

  • Günahlara dalanlar.

ekasire

  • (Tekili: Kisrâ) Kisralar, şahlar. Eski Acem padişahları.

ekber-ül kebair / ekber-ül kebâir

  • Kebâirin kebâiri. Büyüklerin en büyüğü. Büyük günahların en büyüğü.

ekberü'l-kebair / ekberü'l-kebâir

  • En büyük günahlar.

erbab

  • (Tekili: Rab) Sahipler.
  • Rabler, Terbiyeciler.
  • Bâtıl ilâhlar.
  • Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli.

erbab-ı fazilet / erbâb-ı fazilet

  • Faziletli, güzel ahlâk sahibi kimseler.

erbab-ı siyer

  • Peygamberimizin (a.s.m.) hayatı, ahlâkı, sözleri ve yaşayışı hakkında kitap yazanlar, İslâm tarihçileri.

esefa / esefâ / اسفا

  • Vah vah, eyvahlar olsun, yazık! (Arapça)

eshar-ı bahar

  • Bahar sabahları.

esliha / اسلحه / اَسْلِحَه

  • (Tekili: Silâh) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.
  • Silâhlar.
  • Silahlar.
  • Silahlar. (Arapça)
  • Silâhlar.

esliha-i atika

  • Eski silâhlar, eski tip silâhlar.

esliha-i cariha / esliha-i câriha

  • Yaralayıcı, cerh edici silâhlar. (Kılıç, kama, hançer, bıçak... gibi silahlardır).

esliha-i cedide

  • Yeni silâhlar.

esliha-i nariyye / esliha-i nâriyye

  • Ateşli silâhlar.

esliha-i sakile

  • Top gibi ağır silâhlar.

evamir-i ahlakiye / evamir-i ahlâkiye

  • Ahlâkla ilgili emirler.

evkaf-ı hümayun

  • Tar: Padişahların ve onlara mensub olan kişilerin bıraktıkları vakıflar.

evkaş

  • Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.

evvab

  • (Evb. den) Rücu' eden. Geri dönen.
  • Günahlardan tevbe edip hakkı kabul eden.

evvabin / evvabîn

  • Tevbe edip günahlardan dönenler.

evzar

  • (Tekili: Vizr) Ağırlıklar. Yükler.
  • Mc: Günahlar.
  • (Vezer) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler.
  • Üstünlükler, galebeler.
  • Dağlar.

eznab

  • (Tekili: Zenb) Suçlar, günahlar.
  • Kuyruklar.

facire

  • Kötü hayata alışmış, ahlâksız kadın. Günahkâr.

fahiş / fâhiş

  • Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan.
  • Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı.
  • Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey.
  • Ahlâksız, aşırı.

fahişe / fâhişe

  • Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın.
  • Allah'ın menettiği şey.
  • Zâniye. Kahbe.
  • Büyük günahlar işleyen iffetsiz kadın.

fahşa / fahşâ

  • Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.
  • Meşru olmayan cinsel ilişki, fuhuş.
  • Zekatı az verme, tamahkârlık.
  • Akla ve ahlâka uygun olmayan söz ve iş.
  • Büyük günahlar.

fasid-ül mizac / fâsid-ül mizac

  • Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden.

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

fazail-i ahlak / fazail-i ahlâk

  • Ahlâk faziletleri.

fazilet / fazîlet

  • Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.
  • Üstünlük. İyi ahlâklılık.
  • Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.

faziletli

  • Güzel ahlâklı, erdemli.

fenn-i adab / fenn-i âdâb

  • Ahlâk ilmi.

fesad-ı ahlak / fesad-ı ahlâk

  • Ahlâk bozukluğu.

fezaze

  • Ahlâkı kaba ve kerih olmak.

firaset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.

fısk / فسق

  • Hak yolundan çıkmak, Allah'a karşı isyan etmek.
  • Sefahete dalma, ahlâksızlık, gü-nahkârlık.
  • Günahlara dalma.

fitne-i azime / fitne-i azîme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fitne-i mühimme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fıtrat-ı selime

  • Selim fıtrat. Kusursuz sağlam huy.
  • Ahlâk, din. Haram ve çirkin işlerden uzak ahlâk.
  • Noksansız yaradılış.

frenkmeşrebane / frenkmeşrebâne

  • Avrupa ahlâkını örnek alırcasına.

fücur / fücûr

  • Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu.
  • Günahkarlık, zina, ahlâka aykırılık.

fuhşiyat / fuhşiyât

  • Çirkin işler, günahlar.

fuhşiyyat

  • (Tekili: Fuhş) Çok çirkin işler, günahlar.

fuhuş

  • Çok çirkin ve ahlâksız işler, hayasızlık.

gaffar / gaffâr

  • (Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok.
  • Kullarının günahlarını afveden Cenâb-ı Hak (C.C.)
  • Günahları affeden ve bağışlayan Allah.

gaffar-üz-zünub

  • Günahları örten, affeden Allah (C.C.)

gafir-üz zenb

  • Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.) (Farsça)

gafur / gafûr

  • Çok merhamet eden, günahları bağışlayan Allah.
  • Günahları daima ve pek çok affeden, Allah.

gafurü'r-rahim / gafûrü'r-rahîm

  • Kullarının günahlarını çok bağışlayan ve kullarına özel rahmet, merhamet ve şefkat gösteren Allah.

garir / garîr

  • Kefil.
  • Güzel ahlâk.
  • Durumdan veya işten anlamıyan.

gayr-ı ahlaki / gayr-ı ahlâkî

  • Ahlâk dışı, ahlâka uygun olmayan.

gayr-i ahlaki / gayr-i ahlâkî / غَيْرِ اَخْلَاق۪ي

  • Ahlâk kurallarına uymayan.
  • Ahlakî olmayan.

gelu-gir

  • Dağ armudu. Ahlat. (Farsça)
  • Boğazdan geçmesi zor olan şey. (Farsça)

gıldırgıç

  • Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

gufran

  • Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti.

gülugir / gülugîr

  • Boğazda kalan, boğazdan zor geçen (şey). (Farsça)
  • Ahlat armudu. (Farsça)

günah-ı kebair / günâh-ı kebâir

  • Büyük günahlar.

hadim-ül haremeyn-iş şerifeyn / hâdim-ül haremeyn-iş şerifeyn

  • Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen

halakat

  • Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk.
  • Düzlük, dümdüzlük.

hali-ül-izar / halî-ül-izar

  • Yüzü yırtık.
  • Mc: Edepsiz, ahlâksız, utanmaz.

halife-i müslimin / halife-i müslimîn

  • Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

haliyye

  • Bağından boşanmış deve.
  • Yabancı bir yavru emziren deve.
  • Büyük gemi.
  • Arı kovanı.
  • Ahlâktan kinâyedir.
  • (Çoğulu: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.

haluk

  • İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.

hanan

  • (Tekili: Hân) Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar. (Farsça)

har

  • Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları.) (Farsça)

haseb

  • Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.

haslet

  • Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.

haslet-i hamide

  • Medih ve senâ edilmeğe, övülmeğe lâyık olan güzel ahlâk ve haslet.

haşmetmeab

  • Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

hatır-ı şeytani / hatır-ı şeytanî

  • Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

havakin / havakîn

  • (Tekili: Hâkan) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.

havd

  • Güzel ahlâk.
  • Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.

hazer ve ibaha / hazer ve ibâha

  • Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hem-huy

  • Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan. (Farsça)

hikmet

  • İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor)
  • Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye.
  • Ahlâka ve hakikata faydalı
  • Nübüvvet (peygamberlik).
  • Faydalı ilim.
  • Edeb, ahlâk ve nasîhat ile ilgili güzel sözler.
  • Gizli sebep, fâide.
  • Fıkıh ilmi, helâl ve harâmı bildiren din ilmi.
  • İlm-i Ledünnî, mânevî ilim.
  • Peygamber efendimizin sünneti.

hikmet-i ameli / hikmet-i amelî

  • İslâm ahlâkı.

hılaf

  • (Çoğulu: Ahlâf) Söğüt ağacı.
  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.

hilaf-ı edeb

  • Terbiye ve ahlâka aykırı.

hilal / hilâl

  • Yeni ay şekli. Yeni ay.
  • Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir.
  • Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.

hilf

  • (Çoğulu: Ahlâf) Sözleşme, söz verme.
  • Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.

hılkıd

  • Kötü ahlâklı ve ağır ruhlu kimse.

hıls

  • (Çoğulu: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek.
  • Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.

hılt

  • Bir şeye karışık, karışmış bulunan.
  • Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi.
  • Soyu, nesebi karışık kimse.

hısal

  • (Tekili: Haslet) Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk.

hisbe

  • Ecir, sevap.
  • İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
  • Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.

hıtta

  • Günahlardan istiğfar etmek.
  • Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak.
  • (Çoğulu: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.

hizb-üş şeytan

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.

hizip gülü

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.

hudavendigar / hudavendigâr

  • Hükümdar, âmir, efendi, sahib. (Farsça)
  • Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete kadar bu nam verilmişti. (Farsça)

hukuk-u teamüliyye

  • Memleketin ahlâkını ve âdatını bildiren örf mânasında kullanılır.

hükümdaran

  • (Tekili: Hükümdâr) Hükümdarlar, Padişahlar.

hulk

  • Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet.
  • İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.

hulkan

  • Huy ve tabiatça. Ahlâk cihetiyle.

hulle

  • Ağır, pahalı.
  • Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
  • Cennet elbisesi.
  • Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,
  • İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.

huluk / hulûk

  • Huy. Tabiat. Ahlâk.
  • Ahlâklar, ahlakî özellikler.

huluka

  • (Çoğulu: Ahlâk-Halkân) Eski olmak.

hulukuhu'l-kur'an / hulukuhu'l-kur'ân

  • "Onun ahlâkı Kur'an ahlâkıdır.".

hulul etmek / hulûl etmek

  • Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.

hulüm

  • (Çoğulu: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.)
  • İhtilam olmak.
  • Akıl.

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hurremgah / hurremgâh

  • Kalbi ferahlandıran yer. (Farsça)

hüsn-i ahlak / حسن اخلاق

  • Güzel ahlak. (Arapça - Farsça)

hüsn-i huluk

  • Güzel huy, iyi ahlâk.

hüsn-ü ahlak / hüsn-ü ahlâk / حُسْنِ اَخْلَاقْ

  • Ahlâk güzelliği.
  • Güzel ahlâk.
  • Güzel ahlâk.

hüsn-ü edep

  • Güzel ahlâk.

hüsn-ü hal

  • İyi hal. Güzel ahlâk.

hüsn-ü hulk / حُسْنُ خُلْقْ

  • Güzel ahlâk.
  • (Hüsn-i hulk) Ahlâk güzelliği. Güzel ahlâk.
  • Güzel ahlak.

hüsn-ü siret / hüsn-ü sîret / حُسْنِ س۪يرَتْ

  • Ahlâktaki güzellik.
  • Ahlâk güzelliği.

huy

  • Mizac, tabiat, ahlâk, âdet. (Farsça)
  • Ter. (Farsça)
  • Mîzâc, tabiat, ahlâk.

i'tisam

  • Günahlardan sakınmak.
  • Pâk olmak.
  • Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.

ibaha mezhebi / ibâha mezhebi

  • Dinî kuralları, ahlâk ve namus prensiplerini, şahsî mülkiyet kavramını tanımayan sözde özgürlükçü batıl bir akım.

ibahat

  • (Tekili: İbâhe) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler.

içtinab-ı kebair / içtinab-ı kebâir

  • Büyük günahlardan kaçınmak, sakınmak.

iflas

  • Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak.
  • Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi.

ifrah

  • Ferahlandırmak. Memnun etmek.

ihtitab

  • Nikâhla kadın veya kız istemek.

ihtizaz / ihtizâz

  • Haz duymak. Ferahlamak.
  • Haz duymak, ferahlanmak.
  • Titreşim.

ilbas-ı hil'at

  • Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.)

ilkahat

  • (Tekili: İlkah) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar.

ilm-i ahlak / ilm-i ahlâk

  • Ahlâk bilgisi.

ilm-i hal / ilm-i hâl

  • Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.

imza-yi padişahi / imza-yi padişahî

  • Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara imza-yı padişahî denilirdi.

inabe / inâbe

  • Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.
  • Günahlardan vazgeçip Hak yola dönmek.
  • Bir mürşidden el alıp yerine geçme.

infirah

  • Ferahlanma. Ferahlık duyma.

inhişaş-ı esliha

  • Silâhların şakırtısı.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
  • Güzel huy, ahlâk ve yüksek fazilet sahibi olan kimse.

inşat / inşât

  • Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma.
  • Ferahlandırma.

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.

insilah

  • Silâhlanma. Silâh ile techiz olma.

inşirah / inşirâh / انشراح

  • Ferahlanmak, mesrur olmak.
  • Ferahlanma, sevinme.
  • Ferahlamak, sevinç duymak.
  • Ferahlanma, açılma.
  • Açılma, ferahlama. (Arapça)

inşirah-ı derun

  • İç açılması, ferahlama.

inziva / inzivâ

  • Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.

irtiyah

  • (Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme.
  • Rüzgârlanıp rahatlama.

isar / îsâr

  • Kendisi muhtaç olduğu hâlde başkasına verme ahlâkı.

ismet

  • Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
  • Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.
  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

istibda

  • (İstibra') Ayırmak. Uzak etmek.
  • Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek.
  • Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek.

istibra / istibrâ

  • Temizlenme.
  • Erkeklerin küçük abdesti yaptıktan sonra yürüyerek, öksürerek veya sol tarafa yatarak, idrar yolunda damlalar bırakmaması. Kadınlar istibrâ yapmaz.
  • Nikâhla alınacak dul bir câriyenin hâmile olup olmadığını bilmek ve şüpheye yer vermemek için bir temizlik müddeti geçip tekr

istiğfar / istiğfâr

  • (Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. " Estağfirullâh" demek.
  • Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının affedilmesini bağışlanmasını dilemek. Tövbe etmek.

ıstılahat / ıstılâhât

  • Istılahlar. İlmî tabirler.
  • Istılahlar, terimler.

istimrar-ı ahlak / istimrar-ı ahlâk

  • Ahlakî özelliklerin aksamadan varlığını sürdürmesi.

istinkah / istinkâh

  • (Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme.

isvidad

  • Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma.

ittika / ittikâ

  • Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek.
  • Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma.

izahat

  • (Tekili: İzah) İzahlar, açıklamalar.
  • İzahlar, açıklamalar.

izdivac

  • Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru nikâhla evlenmek.

izhar-ı fazilet

  • Güzel ahlâkın, erdemin gösterilmesi.

ka'beri / ka'berî

  • Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.

ka'kaa

  • Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.

kab

  • Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kalanis / kalânis

  • Takkeler, külâhlar.

kalb selameti / kalb selâmeti

  • Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.

kalb tasfiyesi

  • Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.

kebair / kebâir / كبائر

  • (Tekili: Kebire) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir gün
  • Büyük günahlar.
  • Büyük günahlar.
  • Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.
  • Büyük günahlar.
  • Büyük günahlar.

kebair-i azim / kebair-i azîm

  • Büyük günahlar.

kebair-i azime / kebair-i azîme

  • Büyük günahlar.

kebire / kebîre

  • (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar.
  • Büyük günahlar.

keffaret / keffâret

  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş

keffaret-üz zünub

  • Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)

keffaretü'z-zünub / keffaretü'z-zünûb

  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffáretü'z-zünub / keffáretü'z-zünûb

  • Günahların bağışlanmasına vesile.

keffaretü'z-zünub / keffâretü'z-zünub / keffâretü'z-zünûb

  • Günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahlara kefaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffaretüzzünub / keffâretüzzünub / keffâretüzzünûb

  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahların kefareti.

kemal-i zühd / kemâl-i zühd

  • Allah korkusuyla tam olarak günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme.

kemalat / kemalât / kemâlât

  • Faziletler, olgunluklar, insanın bilgi ve güzel ahlâkça tam ve olgun olması.
  • (Tekili: Kemal) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.
  • Faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri.
  • Olgunluklar, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri.

kemalat-ı ahlakiye / kemâlât-ı ahlâkiye

  • Ahlâkî mükemmellikler, üstün özellikler.

kemalat-ı samiye / kemâlât-ı sâmiye

  • Yüksek ahlâk ve faziletler.

kesir-i hakiki / kesîr-i hakikî

  • Gerçek çokluk; her şey bir olan Allah'a verilmezse çok ilâhlar olacaktır.

kessaretü'z-zünub / kessâretü'z-zünub

  • Günahları çoğaltan.

key

  • Eski Acem pâdişahlarının nâmıdır.

keyan

  • (Tekili: Key) şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar. (Farsça)

kiramen katibin / kiramen kâtibîn / kirâmen kâtibîn

  • İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
  • İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını yazan iki melek. Hafaza melekleridir diyen âlimler de olmuştur.

kiramenkatibin / kirâmenkâtibîn

  • Günahları ve sevapları yazan melekler.

kırşib

  • Yaşlı davar.
  • Arslan. Çok yiyen, obur.
  • Uzun boylu kimse.
  • Kötü ahlâklı.

kisra

  • Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.

kötü arkadaş

  • İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve âhiret seâdetini kaybettiren arkadaş.

küçük günah

  • Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar.

küfürbaz

  • Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan. (Farsça)

la'v

  • Ahlâkı yaramaz kişi.
  • Haris adam.

laahlaki / laahlâkî

  • Ahlâk dışı. Terbiye hârici.

lahz

  • Ahlâkı yaramaz kimse.

lemem

  • Günaha yakın olmak.
  • Küçük günahlar.
  • Delilik, cünun.
  • Musibete yakın olmak.

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

lokman hekim / lokman hekîm

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu hususunda ihtilaf vardır.

ma'siyyet

  • İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.

maali-i ahlak / maâlî-i ahlâk

  • Ahlâkî yücelik, yüce ahlâklar.

maasi / maasî / maâsi / maâsî

  • (Tekili: Ma'siyyet) Günahlar.
  • İsyanlar.
  • Âsilikler, isyanlar, günahlar.
  • Günahlar, isyanlar.
  • İsyanlar, günahlar.

maden-i ahlak-ı aliye / maden-i ahlâk-ı âliye

  • Yüce ahlâkın kaynağı.

maden-i meziyet / mâden-i meziyet

  • Meziyet, ahlâk, huy mâdeni, kaynağı.

magfiret

  • (Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.

mağfiret

  • Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.

magfur

  • (Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse.

mağfur

  • Günahları bağışlanmış, ölmüş kimse, rahmetli olmuş.

mah-ı gufran / mâh-ı gufrân

  • Günahların bağışlandığı ay.

mahasin

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.

mahasin-i ahlak / mahasin-i ahlâk

  • Ahlâk ve huy güzelliği.

mahfil

  • (Çoğulu: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri.
  • Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.

mahlas

  • Kurtulacak yer.
  • Bir kimsenin takma adı, mahlası.

mahlasname

  • Şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume.

mahmud-ül hisal / mahmud-ül hisâl

  • İyi ahlâk sahibi.

mahz-ı edep

  • Saf edep ve ahlâk.

maneviyat adamı / mâneviyat adamı

  • Fazilet ve ahlâk gibi mânevî değerlerin korunması için gayret gösteren ve yaşayan kişi.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

measi / meâsi / meâsî / معاصى

  • İsyanlar, günahlar.
  • Günahlar, isyanlar.
  • İsyanlar. (Arapça)
  • Günahlar. (Arapça)

measim

  • Günahlar.
  • Günah işlenecek yerler.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

mecami-i ahlak-ı mütezahime / mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime

  • Hepsi de birbiriyle üstünlük yarışında olan ahlâkî vasıf mecmuaları, toplulukları.

medaris

  • Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.

mefasid / mefâsid

  • Ahlâkı bozan şeyler.

meh-ruyan

  • Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. (Farsça)
  • Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar. (Farsça)

mehasin-i ahlak / mehâsin-i ahlâk

  • Ahlâk güzellikleri.

mehasin-i ahlakiye / mehâsin-i ahlâkiye

  • Ahlâk güzellikleri.

mekarim / mekârim

  • (Tekili: Kerem) Keremler. İyilikler.
  • Güzel ahlâk sahibi olmak.
  • Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.

mekarim-i ahlak / mekârim-i ahlâk

  • İyi huy, güzel ahlâk. Peygamberimizin ahlâ-kı.
  • Güzel ve üstün ahlâk.
  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.

mela'a / mela'â

  • Meşveret.
  • Cemaat. Güruh.
  • Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları.
  • Huy, ahlâk.
  • Doldurmak.

meleke-i tadil-i ahlak / meleke-i tâdil-i ahlâk

  • Ahlâken ölçü ve kurallara uyma melekesi, pratiği.

menduha

  • Genişlik.
  • Kifâyet, kâfi gelmek.
  • Mahlas.

menkuha

  • Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın.

merakiz

  • Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri.

merin

  • Hal, durum.
  • Ahlâk.

mermi

  • (Remiy. den) Atılmış.
  • Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek.

mermiyat

  • (Tekili: Mermi) Atılmış şeyler.
  • Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler.

mertebe-i iman ve ahlak ve fazilet / mertebe-i iman ve ahlâk ve fazilet

  • İman, ahlâk ve fazilet mertebesi.

mesacid

  • Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri.

mesaid

  • (Tekili: Mesâdet) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar.

meşarib

  • Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar.
  • Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar.
  • Su içecek şeyler. Maşrabalar.
  • Köşkler.

meşreb

  • Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk.
  • Gidiş.
  • İçmek. İçilecek yer.
  • Fehmetmek.
  • Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.
  • Mizaç, huy, ahlâk.
  • İçecek yer.

meşruhat / meşruhât

  • Açıklamalar, izahlar.
  • Açıklama ve izahlar.

metanet-i ahlakiye / metanet-i ahlâkiye

  • Ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık.

mevsim

  • (Çoğulu: Mevâsim) Pazar yeri.
  • Arap pazargâhları.
  • Yılın dört kısmından biri.
  • Zaman. Vakit. Alâmet.

meyasir

  • (Tekili: Meysere) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar.
  • Zenginlikler, servetler.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

mihenk

  • Mihenk taşı, denek taşı; birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
  • (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti.
  • Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.

mim'siz medeniyet

  • Deniyet, ahlâksızlık, alçaklık; Arapça'da medeniyet kelimesinden "mim" harfi atılınca geriye alçaklık anlamında "deniyet" kelimesi kalır.

misal

  • Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek.
  • Düş. Rüya.
  • Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye.
  • Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas.
  • Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.

mısbah-ül meshur

  • Sabahlayan, sabahlamış.

mu'cize-i ahlak-ı hamide / mu'cize-i ahlâk-ı hamîde

  • Güzel ve övülmüş ahlâkın mu'cizesi.

muallim-i ahlak-ı aliye / muallim-i ahlâk-ı âliye

  • Yüksek ahlâkı öğreten, ders veren.

muaraza-i bis-süyuf

  • Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.

mubahat

  • (Tekili: Mubah) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.

müdamere

  • Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama.

müeyyide

  • Te'yid eden. Te'yid edici. Kuvvetlendirici.
  • Kanun ve ahlâk emirlerinin yerine getirilmesini te'min eden kuvvet.

müferrah / مُفَرَّحْ

  • Ferahlanmış. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtulmuş.
  • Ferahlanmış.
  • Ferahlanan.

müferrah olmak

  • Ferahlamak, rahatlamak.

müferric

  • Ferahlandıran. Ferah veren. İç açıcı.
  • Kurtarıcı. Ferec veren.

müferrih

  • Ferahlık veren. Ferahlandıran. Ferahlandırıcı, iç açıcı.

müfettih-ül ebvab

  • (Hayır) kapıları(nı) açan. Bütün müşkilleri giderip ferahlatan. (Cenab-ı Hak)

müflis

  • İflâs eden.
  • Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.

muharremat / muharremât

  • Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
  • Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.

muhibbi / muhibbî

  • Muhibb ile alâkalı.
  • Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.

muhtatib

  • Nikâhla isteyen.

muhtesib

  • Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse.

mukaddesat-ı ahlakiye / mukaddesat-ı ahlâkiye

  • Ahlâka dayanan mukaddes şeyler.

mukzı'

  • Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan.

mülukane / mülûkâne

  • Padişahlara yakışır bir surette. (Farsça)

münadebe

  • İyilikleri sayılıp ağlanılan ölü.
  • Ölmüş bir kimsenin ahlâkını ve evsafını anıp ağlaşmak.

münakeha

  • (Çoğulu: Münâkehât) (Nikâh. dan) Nikâhlanma. Nikâh kıyışma.

münakehat

  • Nikâhlanmalar.
  • Fık: Nikâhla alâkalı olan bahisler.

münib

  • Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
  • Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
  • Güzel yağan faydalı yağmur.
  • Bereketli ve verimli bahar.

münkerat

  • Haramlar, günahlar.

mürteci'

  • (Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden.
  • Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı.
  • İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İ

müsellah

  • (Silâh. dan) Silâhlı, silâhlanmış.

müstagfir

  • (Gufran. dan) İstiğfar eden. Günahlarının örtülmesini, bağışlanmasını Allah'tan (C.C.) isteyen.

müstağfir / müstağfîr

  • Günahları için af dileyen.
  • İstiğfâr eden, Allahü teâlâdan günâhlarının bağışlanmasını isteyen.

mütecasirin / mütecasirîn

  • (Tekili: Mütecasir) Cür'et edenler, cesaretlenenler, küstahlar.

müteferrih

  • (Ferah. dan) İçi açılan, ferahlanan.

mütehallik

  • Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o ahlâka alışan.

mütehallis

  • (Hulus. dan) Kurtulan, halâs bulan.
  • İkinci olarak başka bir ad takınan. Mahlâs alan.

mütenakih

  • Nikâhlanan.

mütesavvıf

  • Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

müteşehhi

  • İştahlanan.
  • Sevip meyletmiş olan.

mütesehhir

  • (Çoğulu: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.

mütesehhirane / mütesehhirâne

  • Sabahlayarak, gece uyumayarak. (Farsça)

mütesehhirin / mütesehhirîn

  • (Tekili: Mütesehhir) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar.

mütesellih

  • (Çoğulu: Mütesellihîn) Silâhlanan, silâh kuşanan.

mütesellihin / mütesellihîn

  • (Tekili: Mütesellih) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler.

nafis

  • (Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse.
  • Açan ve ferahlandıran.

name-i hümayun

  • Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.

namus / nâmus

  • Irz, ahlâklılık, kanun, melek.

nebat

  • Acem fellahlarından bir kabile.

necib

  • Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı.

nedim / ندیم

  • Padişahların ve yüksek rütbeli devlet ricalinin sohbet arkadaşı. (Arapça)
  • Güzel hikaye anlatan. (Arapça)

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nefs-i mutmainne

  • İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirler

nehengan / nehengân

  • (Tekili: Neheng) Timsahlar. (Farsça)

nezahet / nezâhet

  • Ahlâk temizliği, temizlik.
  • İncelik, rikkat.
  • Ahlâk temizliği, temizlik.
  • İncelik, rikkat.

nezia

  • (Çoğulu: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.

nijm

  • Bazı kış sabahları inen koyu sis. (Farsça)

nikhaslet

  • (Nîk-haslet) Ahlâkı ve huyu iyi olan. (Farsça)

nisvan-ı zelil

  • Ahlâken ve dinen düşmüş, zelil olmuş kadınlar.

otağ

  • Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.

padişahi / padişahî

  • Padişahla ilgili, padişaha ait. (Farsça)

perhizkar / perhizkâr

  • Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.

pür-zünub / pür-zünûb

  • Günahlarla dolu.

rafih

  • Rahat içinde ve refahla yaşıyan.

ramazan

  • Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başladığı oruç ayı. Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı, mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir.
  • Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.

reden

  • Hazz denilen kumaş.
  • Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses.
  • İplik eğirmek.

rehber

  • Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât.

rezail / rezâil

  • Rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler.

rezalet / rezâlet

  • Rezillik, kötü ahlâk, fazîletin zıddı.

ric'at

  • Geri dönme, vazgeçme.
  • Erkeğin, boşadığı kadını, iddet süresi bitmeden tekrar nikahlaması.

rikabdar / rikâbdar

  • Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.

sa'di-i şirazi / sa'di-i şirazî

  • (Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır.

saadet-bahş / saâdet-bahş

  • Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran. (Farsça)

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

safil

  • Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz.

sagair / sagâir

  • (Tekili: Sagire) Küçük günahlar.
  • Küçük günahlar.
  • Küçük günâhlar. Küçük sayılan günahlar.

şahan / şâhân / شاهان

  • (Tekili: şâh) şahlar, pâdişahlar. (Farsça)
  • Şahlar. (Farsça)

şahane / şâhâne / شاهانه

  • Şahlara yakışır. (Farsça)
  • Şahlarla ilgili. (Farsça)

şahenşah / şâhenşâh / شاهنشاه

  • Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah. (Farsça)
  • Şahlar şahı, en büyük padişah.
  • Şahların şahı.
  • Şahlar şahı. (Farsça)

şahi / şahî

  • şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. (Farsça)
  • Hükümdarlık, şahlık. (Farsça)
  • Eski topların bir çeşiti. (Farsça)
  • Nişastalı, yumurtalı bir helva. (Farsça)
  • Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından (Farsça)

şahnişin

  • Şahların oturmalarına lâyık yer. (Farsça)
  • Evin sokak üzerine olan çıkmaları. (Farsça)

salavatullah

  • Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.

sanadid

  • Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.

saray

  • (Seray) Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. (Farsça)

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

satir

  • Setreden, örten, kapatan.
  • Günahları, kusurları örten.

secaya

  • (Tekili: Seciye) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar.

secaya-yı hasene / secâyâ-yı hasene

  • Güzel karakterler, ahlâk ve huylar.

secaya-yı seyyie / secâya-yı seyyie

  • Kötü ahlâklar, karakter ve huylar.

seciye

  • Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu.

seciye-i diniye

  • Dine ait karakter, ahlâk.

seciye-i milliye

  • Millî karakter ve ahlâk.

seciyye

  • Ahlâk, tabiat, huy.

şefa'at / şefâ'at

  • Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Ceh

şefaat / şefâat

  • Günahların bağışlanması için, peygamberlerin ve Allah katında makbul kişilerin, Allah'ın izniyle aracılık yapması.

şefaat-i kübra

  • Büyük şefaat; günahlarımızın bağışlanması için Peygamber Efendimizin aracılık etmesi.

sefahet / sefâhet

  • Kıt akıllılık, düşüncesizlik, günahlara düşkünlük.

sefahet-perest

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olan, ahlâksızca davranan.

sefer der vatan

  • Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.

şehametlu / şehametlû

  • Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.

şehenşah / şehenşâh / شهنشاه

  • Büyük şah, şahlar şahı. (Farsça)

seherhiz / seherhîz

  • Sabahları erken kalkan. Erkenci. (Farsça)
  • Sabahleyin esen. (Farsça)

şehiy

  • (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.

şehname / şehnâme

  • Padişahların maceralarını anlatan eser.

şeks

  • Ahlâksız, yaramaz kimse.

sema' / semâ'

  • Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek.

şemail

  • (Tekili: Şimal) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.

şemail-i şerife / şemâil-i şerîfe

  • Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek ahlâk ve âdetleri.

şemal

  • (Çoğulu: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel.
  • Ahlâk.
  • Kılıç.

şemayil

  • Ahlâk.

setr-i uyub / setr-i uyûb

  • Ayıpları, günahları örmek.

settar / settâr / ستار

  • Günahları örten, Allah.
  • Örten. (Arapça)
  • Günahları örten Tanrı. (Arapça)

settar-ül uyub

  • Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)

settarü'l-uyub / settârü'l-uyûb

  • Ayıpları, günahları örten, bağışlayan Allah.

şevketlu / şevketlû

  • Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.

seyf ibn-i ziyezen / seyf ibn-i zîyezen

  • Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.

seyran

  • (Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme.
  • Hareket etme.
  • Açılma, ferahlanma, teferrüc.

seyyahin / seyyahîn

  • (Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler.

seyyiat / seyyiât / سيآت / سيئات / سَيِّاٰتْ

  • (Tekili: Seyyie) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.
  • Günahlar, kötülükler.
  • Günahlar.
  • Günahlar. (Arapça)
  • Kötülükler. (Arapça)
  • Olumsuzluklar. (Arapça)
  • Günahlar, kötülükler.

seyyiat-ı sabıka

  • Geçmiş dönemlerde işlenen kötülük ve günahlar.

sibar

  • Cerrahların yara yokladıkları mil.

sıbgatullah

  • Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi.
  • Allah'ın dini.

şiddet-i takva / şiddet-i takvâ / شِدَّتِ تَقْوَا

  • Şiddetle günahlardan sakınma.

sikke

  • Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga.
  • Dirhem.
  • Para üstüne vurulan damga.
  • Düz, doğru yol.
  • Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi.
  • Basılmış madeni para.

şikke

  • (Çoğulu: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı.
  • Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.

silahhane

  • Askerî depo. Silahların saklandığı yer. (Farsça)

silahşör

  • Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı.
  • Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bi

silk

  • Çöğenler adı verilen havuç.
  • Pancar.
  • Kurt, zi'b.
  • Şerli, ahlâksız kadın.

sima' / simâ'

  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

siret / sîret

  • Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı.
  • İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
  • Bir kimsenin iç hâli, hareketi, ahlâkı.
  • İnsanın tutmuş olduğu manevî yol.
  • Ahlâk, karakter.
  • Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.
  • İnsanın mânevî hâli, ahlâkı.

siret-i hasene

  • Güzel ve iyi ahlâk.

siret-i nebevi / sîret-i nebevî

  • Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.

sireten / sîreten

  • İç yapısı, ahlâk ve sıfat itibarıyla.

siyahi / siyahî

  • Siyahla alâkalı. (Farsça)
  • Zenci. (Farsça)
  • Siyahlık, karalık. (Farsça)

siyahpuş

  • Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. (Farsça)
  • Mâtemli, yaslı. (Farsça)

siyer

  • Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.

siyer-i enbiya

  • Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hayatlarından ve onların ahlâkından bahseden kitap.

siyer-i nebeviye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap.

siyer-i nebi

  • Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.

siyer-i seniye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hayatı, yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap.

siyer-i seniyye

  • Hz. Peygamber'in (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap.
  • Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab.

su-i ahlak / su-i ahlâk / sû-i ahlâk

  • Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.
  • Kötü ahlâk.
  • Kötü ahlâk.

su-i hulk / sû-i hulk

  • Kötü ahlâk. Dine, ahlâka yakışmayan fena ahlâklılık.
  • Kötü ahlâk.

subha

  • Nur ve azamet.
  • Sabahla öğle arası, kuşluk vakti.

sukut

  • Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme.
  • Değerini kaybetme. Bozulma.
  • Devrilme.
  • Mahvolma.
  • Ahlâk bakımından alçalma.
  • Büyük bir vazifeden ayrılma.
  • Sarkma.
  • Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması.

sukut-u ahlak / sukut-u ahlâk

  • Ahlâkî alçalış, çöküntü.

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

sünen-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünneti, ahlâkı ve yaşayış tarzı.

sünen-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünnetleri, ahlâk ve yaşayışı.

surre

  • Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve d

ta'sene

  • Ahlâkı yaramaz kadın.
  • Çok, kesir.

taaffüf

  • İffetli olma. İffetli görünme.
  • Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma.
  • İstemekten uzak durma.

tabiat-ı ma'siyet

  • İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak. (Farsça)

tafsilat / tafsilât

  • (Tekili: Tafsil) Açıklamalar, izahlar.

tahalluk / tahallûk

  • Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
  • Ahlâklanma.
  • Ahlâklanma.

tahallüs / تخلص

  • Halâs olmak. Kurtulmak.
  • Edb: şiirde mahlâs kullanmak.
  • Kurtulma. (Arapça)
  • Şiirde mahlas kullanma. (Arapça)

tahaşhuş

  • Kâğıt hışırtısı.
  • Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.

tahmel

  • (Çoğulu: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse.

taht-ı belkıs

  • Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)

taht-ı hümayun / taht-ı hümâyun

  • Padişahların merasim sırasında oturdukları sedir.

taib / tâib

  • Tövbe eden. Günahlarına pişman olan.
  • Günahlarına tevbe etmiş.
  • Tövbe eden, günahlarına pişmân olan.

taksirat / taksîrât

  • Kusurlar, günahlar.
  • (Tekili: Taksir) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
  • Kusurlar, günahlar.
  • Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar.

takva / takvâ / تَقْوٰي

  • Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.
  • Günahlardan sakınma.
  • Günahlardan sakınma.

takvadarane / takvâdârâne

  • Günahlardan sakınırcasına.

talim-i ahlak / tâlim-i ahlâk

  • Ahlâk dersi, eğitimi.

tamam-ı ismet

  • Hata ve günahlardan tamamıyla uzak.

tasavvuf

  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ

te'vil / te'vîl

  • Yorumlamak, açıklamak.
  • Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.

teali-i ahlak / teâli-i ahlâk

  • Ahlâk yüceliği, yüksek ahlâk.

tebeddü'

  • Ehl-i Sünnetten iken başka mezhebe girme.
  • Dinini değiştirme. İrtidad.
  • İyi olan ahlâkını bozup değiştirme.

tedeccüc

  • Silâhlanmak.

tefahhuş / تَفَحُّشْ

  • Fuhşa düşmek, fâhişe olmak. Ahlâksız olmak.
  • Çirkin sözler söylemek.
  • Fuhşa girme, ahlâksızlık.
  • Ahlâksızlaşma.

tefani

  • Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.

teferruc

  • (Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak.
  • Gezintiye çıkmak. Seyr.

teferruh

  • (Ferah. dan) İçi açılma, ferahlanma.

teferrüh

  • Ferahlanma.

tefrih / tefrîh

  • Ferahlandırma, gönül açma.
  • Ferahlandırma.

tehallüs / تخلص

  • Mahlas kullanma. (Arapça)

tehzib-i ahlak / tehzib-i ahlâk

  • Ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme.
  • Temiz ahlâk sâhibi olmağa çalışmak. Ahlâkını düzeltmek.

tekfir-i zünub

  • Günahları örtme, affetme.

tekke

  • Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.

temasih

  • (Tekili: Timsah) Timsahlar.

tenaküh

  • Nikâhlanmak.

teneşşut

  • (Neşat. dan) Ferahlanma, keyiflenme.

tenfis

  • (Çoğulu: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.

tenkih / tenkîh / تنقيح

  • Nikâh etmek, nikâhlanmak.
  • Nikahlama. (Arapça)

terbiye-i ahlakiye / terbiye-i ahlâkiye

  • Ahlâk terbiyesi.

terbiye-i diniye

  • Dinî eğitim, ahlâkî terbiye.

terfih

  • Ferahlandırma. Refaha erdirme. Rahat ve bollukla yaşamasına sebeb olma.

terk-i dünya / terk-i dünyâ

  • Dünyâyı terk etmek.
  • Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
  • Haram

terk-i kebair / terk-i kebâir

  • Büyük günahları terketmek.

tesciye

  • (Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma.
  • Bir nesneyi örtmek.

teşehhi / teşehhî

  • Hırsla istemek. İştahlanmak.
  • İştahla isteme.
  • Hırsla istemek, iştahlanmak.

teselli

  • Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.

teselluh

  • (Silâh. dan) Silâhlanma, silâh kuşanma.

teslih / teslîh / تسليح

  • Silâhlandırma. Silâh ile donatma.
  • Silahlandırma.
  • Silahlandırma. (Arapça)
  • Silahlandırılma. (Arapça)
  • Teslîh edilmek: Silahlandırılmak. (Arapça)
  • Teslîh etmek: Silahlandırmak. (Arapça)

teslih etme

  • Silahlandırma.

teslihat-ı askeriye / teslihât-ı askeriye

  • Askerin silâhlandırılması.

tevbe-i istigfar / tevbe-i istigfâr

  • Kendini kusurlu görerek, günâhlara tövbe etmek, Allahü teâlâdan af dilemek.

tezekki

  • Mânevi temizlenme. Ahlâken yükselme.
  • Zekât verme.

tezvic

  • Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek.

tübba'

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki.
  • Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı.
  • Bir kuş cinsi.

tufan-ı maasi / tufan-ı maâsi

  • İsyanlar, günahlar tufanı.

tuhtuh

  • Kötü ahlâk.

ulum-u aliye / ulum-u âliye

  • Dinden bahseden ilimler. (Tefsir, kıraat, hadis, marifetullah, fıkıh, kelâm, ahlâk bilgileri gibi.)

ulüvv-ü ahlak / ulüvv-ü ahlâk

  • Yüksek ahlâk.

ulüvv-ü cenab / ulüvv-ü cenâb / عُلُوُّ جَنَابْ

  • Yüksek ahlâklılık.

uram

  • Eti soyulmuş kemik.
  • Çokluk.
  • Kötü ahlâk.
  • Şiddetli muhâlefet.
  • Çocuğun edepsizlik yapması.

urame

  • Hiddet.
  • şiddetli muhalefet.
  • Kötü ahlâk.
  • Edepsizlik etmek.

vahasreta / vâhasretâ / واحسرتا

  • Eyvahlar olsun. (Arapça)

vahayfa / vâhayfâ / واحيفا

  • Yazıklar olsun, eyvahlar olsun, vah vah. (Arapça)

vahdeddin

  • (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan

vasiyle / vasîyle

  • Cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. Buna vasîyle denirdi.

vaveyla / vâveylâ / واویلا

  • Yazık, eyvahlar olsun. (Arapça)
  • Çığlık. (Arapça)
  • Vâveylâ düşmek: Çığlıklar atılmak. (Arapça)

vecibe

  • Borç hükmünde olan vazife.
  • Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.

vera'

  • Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.

veyl / ویل

  • Yazık, yazıklar olsun, eyvahlar olsun. (Arapça)

yağfirullah

  • Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).

yasin

  • Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir.

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

zaarre

  • Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.

zabıta-i ahlakıye / zâbıta-i ahlâkıye

  • Ahlâk zâbıtası.

zabıta-i ahlakiye / zâbıta-i ahlâkiye

  • Ahlâk zabıtası, ahlâk polisi.

zahid / zâhid

  • Dünyâya düşkün olmayan kimse.
  • Şüpheli olur korkusu ile mübâhların (dînen izin verilenlerin) çoğunu terk eden.

zampara

  • (Aslı "zenpare"dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek.

zaviye / zâviye

  • Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
  • Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.

zelahlah

  • (Çoğulu: Zelahlahât) Büyük çanak.
  • Aceleci ve uzun boylu adam.
  • Derin olmayan ırmak.

zenperest

  • (Çoğulu: Zenperestegân) Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse. (Farsça)

zeybek

  • Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın