REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Zahir ifadesini içeren 149 kelime bulundu...

alem-i gayb / âlem-i gayb

  • Zâhir duygularımızla bilinemeyen ve ervah ve meleklere, cinlere mahsus olan âlem. Mâzi ve müstakbeldeki mahlukatın mânevi hayatlarının âlemi.

ambar

  • Zahire ve kuru gıdaları koymaya yarayan büyük depo.

amürg

  • Fayda, menfaat, kâr. (Farsça)
  • Kader, kıymet. (Farsça)
  • Zahire, meyve. (Farsça)
  • Esas, hülâsa, özet. (Farsça)
  • Bir mikdar. (Farsça)

avn

  • Yardım. İmdâd.
  • Mededkâr. Yardım eden. Yardımcı. Zahir.

azhar

  • En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen.
  • Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.
  • Çok zahir ve açık.
  • Pek zahir, en açık.

azher

  • En zâhir, en açık.

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

badi

  • Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile.
  • Zâhir ve âşikâr olan.
  • Halkeden. Hâlık. Yaratan.

bariz / bâriz

  • Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
  • Açık, belli, âşikâr, zâhir.

batın / bâtın

  • İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir)

batıni / batınî

  • İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit.
  • Tas: Bâtiniyyeden olan.

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

bedad / bedâd

  • Gözükme, zahir olmak.
  • Sayış, sayma.
  • Fırka.
  • Savaşacak akran.
  • Nasib, hisse, pay.

bedahet

  • Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr.
  • Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme.
  • Atın yürümesi.
  • Her şeyin evveli, öncesi.

bedaheten

  • Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.

bedr

  • (Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli.
  • Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi.
  • Bir şeyin tamam olması.
  • Sibâk ve sür'ât etmek.
  • Bir işin ansızın zâhir olması.
  • Tam ve münasib olan âzâ.
  • Dolu şey.
  • İyi hizmet ede

bedv

  • Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma.
  • Başlama.
  • Sahraya çıkma.

belec

  • Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.

berrani / berranî

  • (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani.
  • Hâricî, zâhirî.
  • Şer'î hükümlere uymayan.

beruz / berûz

  • Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek.

bet'

  • Boynu uzun olmak.
  • Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.

büdüv

  • Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme.

büluc

  • Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büruz / bürûz

  • Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
  • Zâhir olmak. Görünmek, ortaya çıkmak. Olgun bir velînin sevenlerinde bâzı sıfatlarının zâhir olması, görünmesi.

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

çehre

  • Vech, yüz, surat. (Farsça)
  • Mc: Surat asmak, dargınlık. (Farsça)
  • Görünüş, şekil, zahir. (Farsça)

cehret

  • Görünmek, zahir olmak.

cehvere

  • Zâhir olmak, görünmek.

cela / celâ

  • Parlak, ruşen. Zâhir, açık.

cihet-i zahiri / cihet-i zahirî

  • İşin zahirî yönü, görünen kısım.

dahv

  • Zâhir olmak, görünmek.

delail-i zahiriye / delail-i zâhiriye

  • Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.

dest-gir

  • Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir. (Farsça)

ebher

  • En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir.
  • Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.

ehl-i keşf

  • Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler. (Farsça)

ekliptik

  • Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol.

eshab-ı temyiz / eshâb-ı temyîz

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî mezhebinin temeli olan meşhûr altı kitâbında bildirdiği haberleri), nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İmâm-ı a'zâm ve talebelerinin diğer kitâblarda bild

ez-zahir / ez-zâhir

  • (Bak. ZÂHİR)

fantaziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.

füşv

  • Aşikâre ve zâhir olmak. Görünmek.

fuzuh

  • Gizli işlerin zahir olup açığa çıkması.

galal

  • (Tekili: Gılâl) (Galle) Zahireler. Mahsuller.
  • Akarât kiraları.

gallat

  • (Tekili: Galle) Mahsuller, zahireler.
  • El emekleri, çalışmanın semereleri.
  • Ev kirası gelirleri.

galle

  • Gelir, varidat, küçük kasa.
  • Zahire, mahsul, ekin.

galle-dan

  • Tahıl anbarı, zahire deposu. (Farsça)

galle-füruş

  • Zahireci, zahire ve hububat satan. (Farsça)

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hallac-ı mansur

  • Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.

hashas

  • Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme.

havass-ı (hamse-i) zahire / havass-ı (hamse-i) zâhire

  • Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.

havass-ı hamse-i zahiri / havass-ı hamse-i zâhirî

  • Zahirî beş duyu; tatma, görme, işitme, koklama, dokunma.

havass-ı zahiriye / havâss-ı zâhiriye

  • Zahirî duyular, beş duyu organı.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hükema ve ulema-yı zahiri / hükemâ ve ulemâ-yı zâhirî

  • Zahire ve dış görünüşe göre hüküm veren alimler ve filozoflar.

hunnes-künnes

  • Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Züh

hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir

  • O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.

hüveyda

  • Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. (Farsça)

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

iktiran-ı kevakib

  • Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.

imam-ı mübin

  • İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.

in'ikad

  • Akdetme. Bağlanma.
  • Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık.
  • Kurulma. Toplanma.

inhac

  • Meydanda, zâhir, açık. Belli etme.
  • Hayvanı yorarak solutma.
  • Esvabı eskitme.

insırah

  • (Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma.

ismail

  • Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e (A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim, İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.

iştibak

  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

istizhar

  • Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek.
  • Yardım istemek. Zahîr istemek.
  • Ezberlemek.
  • Aşikâr etmek.

izhar

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.

kenaz

  • Zahire vakti.

kıyafet

  • Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri.
  • Bir kimsenin giydiklerinin bütünü.
  • Heyet, şekil, suret.
  • Feraset.
  • Bir kimsenin ardınca olmak.

kıyas-ı hafiyye

  • Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas.
  • Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.

kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

levh

  • Görünen ibretli manzara.
  • Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük.
  • Seyredilen yerin çizili sureti.
  • Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey.
  • Şimşek çakmak.
  • Susamak.
  • Zâhir olmak.
  • Çalıp almak.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

maarif

  • Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi.
  • Meharet. Üstadlık. Hüner.
  • Marifetler. Mâruflar. Kültürler.
  • Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri.
  • Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.

mabsara

  • Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya

mahsus

  • Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan.
  • Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.

main

  • Saf, akar su.
  • Göz önünde akan su.
  • Cennet şerbeti.
  • Zâhir, görünen.
  • Göz değmiş, nazar değmiş.

mana mertebeleri

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

menabi'

  • (Tekili: Menba') Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler.
  • Her şeyin zâhir olduğu yerler.
  • Servetlerin çıktığı yerler.

mezahir

  • Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.

mezhar

  • (Çoğulu: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi.
  • Damar.

mu'cize-i azhar

  • Çok zahir ve açık mu'cize.

muayene

  • Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak.
  • Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.

mübin / mübîn

  • Açık, vâzıh, âşikâr. Ayân kılan, beyan ve izah eden.
  • Dilediğine doğru yolu gösteren.
  • Hak ile bâtılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden. (Mübin, bâne mânasına "ebâne" den beyyin, gayet açık, parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin i'cazı zâhir olan

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mücic

  • Gebe kadın. (Hamli zâhir olan)

müevvel

  • Te'vil edilmiş. Zâhirî mânâdan başka mânâ verilmiş. Tefsir edilmiş olan. Tabir edilmiş.

mugayyebat

  • (Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.

münceli / müncelî

  • Ortaya çıkan, zâhir olan, parlayan.

munsarih

  • (Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.

müstebin

  • Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr.

müteşabih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.

müzahir

  • (Zahr. dan) Zahir olan, taraftar çıkan, geriden yardım eden, koruyan.

naşi

  • Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş.
  • Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle.
  • Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey.
  • Yetişmiş oğlan veya kız.

nat'

  • (Çoğulu: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek.
  • Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek.

nebg

  • Un öğütülürken tozan un.
  • Görünmek, zâhir olmak.

neva

  • Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. (Farsça)
  • Musikide bir makam ismi. (Farsça)
  • İntizamlı hâl. (Farsça)
  • Azık, zahire, rızık. (Farsça)

nur / nûr

  • Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Îmân.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıld

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)

şa'şaa

  • Parlama. Zahirî parlak görünüş.
  • Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.

safsata

  • Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas.

sai / sâî

  • Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.

sarahat

  • Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık.
  • Kaymağı alınmış süt.

sebike-i hak

  • Hak külçesi.
  • Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi.

şer'

  • Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek.
  • Bir işe başlamak.
  • Dalmak.
  • Girmek.
  • Zâhir etmek, göstermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile sâbit olan dinin temelleri, şeriat.

şerefzahir / şerefzâhir

  • Şerefzâhir olmak: Şerefle çıkmak.

şiya'

  • Zahir olmak, görünmek.
  • Çobanın kavalından çıkan ses.
  • Odun takıltısı.

şühre

  • Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak.

sureta / suretâ

  • Görünüşte. Zâhiren.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.

sütu'

  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Yükselmek, yüksek olmak.

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

tahakküm-ü zahiri / tahakküm-ü zâhirî

  • Zahirî olan egemenlik; akıl ve gönlü dışlayarak insanlara hükmetme.

tahir

  • Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.
  • Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.
  • Müzikte: Makam ismi.

tasrih

  • Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak.

te'vilat / te'vilât

  • (Tekili: Te'vil) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.

teayyün

  • Bellibaşlı olmak.
  • Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek.
  • Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma.

tebarük

  • Çoğalmak, ziyâde olmak.
  • Uzamak.
  • Büyüklük.
  • Genişlemek.
  • Zâhir olmak, görünmek.

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.

terettül

  • Zâhir olmak, görünmek.

tesakkub

  • (Çoğulu: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme.
  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Parlamak, ruşen olmak.

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

uhud muharebesi

  • Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşlile

ulema-i batın / ulema-i bâtın

  • Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.

ulema-i rüsum

  • Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)

ulema-i zahir / ulema-i zâhir / ulemâ-i zâhir

  • Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
  • Kur'ân-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hüküm veren ve hakikatlerini değerlendiren âlimler.

ulema-yı batın / ulema-yı bâtın

  • Şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler.

ulema-yı ehl-i zahir / ulemâ-yı ehl-i zâhir / عُلَمَايِ اَهْلِ ظَاهِرْ

  • Kur'an ve hadislerin sadece zahirî manalarıyla hükmeden âlimler.

uruz

  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Gelme, ârız olma.
  • (Tekili: Arz) Bildirmeler, keyfiyetler.

velayet-i kübra / velâyet-i kübrâ

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)
  • En büyük velîlik; tarikat berzahına uğramadan, zahirden hakikate geçen ve peygamber varisliğinden gelen velîlik.

vücud-u harici / vücud-u hâricî

  • Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.

yahni

  • Et yemeği, yahni. (Farsça)
  • Azık, zahire. (Farsça)
  • Pişmiş şey. (Farsça)

zahair / zahâir / ذخائر

  • (Tekili: Zahire) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
  • Zahireler. (Arapça)

zahir / zâhir / ظاهر

  • Ortaya çıkan, görünen, zuhur eden. (Arapça)
  • Belli, açık, aşikâr. (Arapça)
  • Sanırım (Arapça)
  • Görünüş, dış yüz. (Arapça)
  • Zâhir olmak: Ortaya çıkmak, görünmek, zuhur etmek. (Arapça)

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zahiri mezheb / zâhirî mezheb

  • Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değ

zahiriyye / zâhiriyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin zâhir, görünen mânâlarından başka hiçbir delîl ve kıyâsı kabûl etmeyen Dâvûd-i Zâhirî'nin kurduğu mezheb.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.
  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zavahir

  • (Tekili: Zâhir) Görünüş. Dış görünüş.
  • Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.

zeher

  • (Çoğulu: Ezhâr - Ezâhir) Çiçek.

zenadık

  • (Tekili: Zındık) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.

zevahir-i ehadis / zevâhir-i ehâdis

  • Hadislerin görünen zahirî, açık mânâları.

zevi-l ukul

  • Akıl sahipleri. Aklı olanlar.
  • Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler.

zılliyet

  • Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma.
  • Gölgelik.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın