Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
ZİYâ
ifadesini içeren
385
kelime bulundu...
a'la
Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan.
abab
(Abb) Suyu nefes almadan içmek.
Işık, nur, ziyâ.
abb
Işık, nur, ziya.
Güzelleşme.
ahseb
Çok iyi hesab edilmiş, münâsib.
Çok fazla cimri, hasis.
Miskin.
Saçının rengi kırmızıya yakın.
Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve.
aid
Geri gelen, dönen. Râci. Dâir.
Bir kimse veya bir şeyle ilgili olan.
Hastayı ziyaret eden.
akanyıldız
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.
akreb
En yakın. Daha yakın. Ziyade yakın.
aktivizm
Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.
amik
Dibi çok aşağıda, derin.
Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele.
arakk
Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan.
aristo
(Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.
ashab-ı yemin / ashâb-ı yemin
Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanl
asit
Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız.
(Fransızca)
aşk
(Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme.
İttibâ'. Alâka.
asl
Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
asr-ı dalalet ve hüsran / asr-ı dalâlet ve hüsran
Hak yoldan sapkınlık ve zarar ve ziyan asrı.
aşti-hure / aştî-hûre
Barış ziyafeti.
(Farsça)
atebat / atebât / عتبات
(Tekili: Atebe) Eşikler, basamaklar.
İranlıların mukaddes ziyaret yeri.
Eşikler.
(Arapça)
Şiîlerin ziyaret yerleri Necef, Kerbela, Kâzımiye.
(Arapça)
atikıyyat
Eski eserler. Eski devirlerden kalma eserleri, - daha ziyade tarih ve san'at bakımından- tetkik eden ilim. Arkeoloji.
ayn-ı mün'akis
Aynaya vurup oradan ziyası, resmi, şekli gelen veya görünen şeyin kendisi.
azrar
(Tekili: Zarar) Zararlar, ziyanlar, kayıplar.
bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip
badih
(Bâdihe) Beklenmedik ziyaret.
Erkek ziyaretçi.
Birden bire gelen ilham.
Ansızın, âniden.
be's
Zarar, ziyan, azap, şiddet, fenalık.
Azab, şiddet. Korku.
Zarar, ziyan.
Zorluk, meşakkat, zahmet.
Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)
be-ziyaret
(Berâ-yı ziyâret) Ziyaret için. Ziyaret maksadı ile.
begayet
Son derece. Pek ziyâde.
(Farsça)
behmar
Çok, ziyade, fazla.
(Farsça)
beis-be's
Zarar, ziyan.
Korku, azap, sıkıntı, fenalık.
Kuvvet, kudret.
bera-yı ziyaret / berâ-yı ziyaret
Ziyaret için.
berahihte
Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir.
(Farsça)
bered
Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu.
berik
Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak)
Parıltı, ışık, ziya.
besi / besî
Çokluk, fazlalık, ziyadelik.
(Farsça)
Birçok.
(Farsça)
besir
Ziyade, çok, birçok.
biş
Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot.
(Farsça)
bisyar
Ziyade, çok , fazla.
(Farsça)
bıtna
Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç.
Mide dolgunluğu.
camiiyyet
Câmi'lik, toplayıcılık.
Çok şeylerle alâkalılık.
Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.
cefla
Umumi ziyafet.
cem'iyyet
(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et.
Bir yere cem' olma.
Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müstenid
cenah
Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)
ceşn
Ziyafet, şölen.
(Farsça)
Îd, bayram.
(Farsça)
çeşn
(Çeşen) Bayram, îd.
(Farsça)
Düğün.
(Farsça)
Ziyafet, şölen.
(Farsça)
çihil
Kırk (sayı).
(Farsça)
Mc: Çok, ziyade, fazla.
(Farsça)
cinas-ı nakıs / cinas-ı nâkıs
Edb: Cinaslı kelimelerin birinde veya birkaç harfin ziyade olması suretiyle yapılan cinas. (dem, âdem gibi.)
cinas-ı tamm
Edb: Lâfızda, harekelerde ve harflerde eksiklik ve ziyâdelik bulunmayan cinâs. Kır (kırmaktan emir), kır (çöl); yaz (yazmaktan emir), yaz (mevsim).
cübar
Ziyan olmak. Heder olmak.
Üçüncü gün.
cuhaf
Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır.
Çok yemekten şişip ishal olmak.
Ölmek, mevt.
da'vet
Çağırma. Ziyafet. Duâ.
Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.
daa
Telef etmek, ziyan etmek.
dar-ı ziyafet / dâr-ı ziyafet
Ziyafet yurdu.
darr
Zarar, ziyan.
darra
Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.
dav'
Şule, ziya, ışık.
davr
Ziyan etmek, zarara girmek.
dirahş
Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık.
(Farsça)
dırahşan
Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar.
(Farsça)
dırar
Ziyân yetiştirmek.
disar
(Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
Yatak çarşafı.
Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.
dücce
Fazla karanlık, ziyade zulmet.
ebda'
(Bedi'. den) En bedi. Ziyade bedi' ve güzel. Daha çok dikkati çeken.
ebdal
(Tekili: Bedil veya Bedel) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir.
ecla
Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel.
Başında kıl bitmeyen kel.
ecma'
En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş.
edb
Ziyafet verip, halka yemek yedirmek.
efdal
(Tekili: Fazl) Ziyadeler, fazlalar, çoklar.
İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler.
efdaliyet
Faziletçe üstünlük. Fazileti, iyiliği ziyâde olmak.
efrug
Şu'le, nur, ziya, ışık.
(Farsça)
efruhte
Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış.
(Farsça)
Yanmış, tutuşmuş.
(Farsça)
efruz
(Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı.
(Farsça)
efzun
Fazla, çok ziyade.
(Farsça)
efzuni / efzunî
Kesret, çokluk, fazlalık, ziyadelik.
(Farsça)
ehass
Daha hususi, daha yakın, daha hâlis. Hususi. Ziyade hâs. (Eamm'ın zıddıdır.)
ehl-i beyt
Ev ehli, evdeki çoluk çocuk. Daha ziyade Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) evine mensub olanlar bu isimle anılırlar.
ehl-i dil
(Ehl-i kalb) Kalbi uyanık, basireti ziyade olan. Gönül ehli. Mâneviyata çok kıymet veren, kalben Cenab-ı Hakk'a çok yakınlık hissedip çok hikmetlerden anlayan zât.
ehl-i dünya / ehl-i dünyâ
Dünyaya haddinden ziyade kıymet veren, maddeci kimse.
ekseriya
(Ekseriyya) Pek çok zaman, en ziyade, sık sık, ekseriyet üzere, alel-ekser.
elzem
Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib.
Küçük parmaklı.
enbuh
Ziyade, çok, kalabalık.
(Farsça)
Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham.
(Farsça)
Meclis, kurultay.
(Farsça)
Kalın, yoğun.
(Farsça)
Duvarın yıkılıp dökülmesi.
(Farsça)
enma
(Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak.
erakk
Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.
erfak
En ziyade yumuşak.
Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.
erka
Ziyade yükselen. Çok yükselen.
esbabperest
Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.
eşhuru'l-hac
Hac ayları. Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on gününden ibaret olan cem'an 70 gün İslâm'dan önce de Araplar bu günlerde Kâbe'yi ziyaret ederlerdi.
esvar
(Tekili: Sur) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar.
Ziyafetler, şölenler.
evsak
En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi.
eys
Varlık. Vücud. Mevcud.
Kahir. Zulüm.
Zarar, ziyan.
Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek.
eyyühe'n-nazır / eyyühe'n-nâzır
Ey (bu yazıya) bakan, nazar eden.
ezka
En temiz. En pâk. Ziyade dindar. Pâkize.
ezyed
Çok ziyade. Daha fazla. En ziyade.
fazl
Fazla, ziyade, artık, bâki.
Fazlalık, üstünlük.
fazla
Çok ziyâde, artık, artan.
İleri.
Gereksiz, lüzumsuz.
(Çoğulu: Fazalât) Kazurat, pislik.
ferah
Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık.
(Farsça)
fevkalme'mul
(Fevk-al me'mul) Ümidin fevkinde, Umulandan ziyade. Ümid edilmedik şekilde. Beklenmedik bir anda.
feza
(Efzâ) Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan (mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır.) Meselâ: Can-feza : Can verici. Hayret-feza : Çok hayret verici. Ruh-feza : Ruh verici.
(Farsça)
fil
(Çoğulu: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.
firavan
Bol, çok, ziyade, aşırı, fazla.
(Farsça)
furag
Işık, ziya, parıltı.
(Farsça)
fürug
Işık. Ziya. Aydınlık. Nur.
füzud
Çoğaltan, ziyadeleştiren, artıran. Muhabbet-füzud : Muhabbet artıran, sevgi artıran.
(Farsça)
fuzulat
Ziyade olup işe yaramayan şeyler. Fazlalıklar.
füzuni / füzunî
Fazlalık, aşırılık, ziyadelik, çokluk.
(Farsça)
gafur-ur rahim
Kusurları örten, adâletle en ziyade merhamet eden Cenab-ı Hak (C.C.). Mü'minlerin kusurlarını affederek muhafaza eden.
gaşiye
Perde. Örtü.
Kıyamet.
Dilenci ve cerrar.
Ziyârete gelen dostlar gurubu.
gazir / gazîr
Bol, çok, kesretli, ziyade, fazla.
gezend
Musibet, belâ, felâket, âfet.
(Farsça)
Elem, keder, hüzün.
(Farsça)
Zarar, ziyan.
(Farsça)
habe
Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).
hac
İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.
hacc
Kâbeyi ziyaret ibadeti.
hacc-ül haremeyn / hâcc-ül haremeyn
Usulüne uygun surette, Mekke-i Mükerreme'yi ve Medine-i Münevvere'yi ziyaret eden.
hacce / hâcce
(Çoğulu: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız.
(Çoğulu: Hâcc) Bir cins diken.
haccü'l-haremeyn / hâccü'l-haremeyn
Hac farîzasını yaptıktan sonra Medîne'ye gelip kabr-i saâdeti de ziyâret eden hacı.
hadis-i munfasıl / hadîs-i munfasıl
Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.
haibin / haibîn
(Tekili: Hâib) Zarar ve ziyâna uğrayanlar.
Mahrum olanlar.
Me'yus olanlar, üzülenler.
hakkak / hakkâk
Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.
hakketmek
Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak.
harabat / hârâbat
Harabeler, viraneler, meyhaneler. (Ziya Paşa'nın meşhur antolojisi).
hark-ı kebir
Büyük yangın.
Cihan Harbi. (daha ziyade ihrak olarak kullanılır)
hasar
(Çoğulu: Hasâret) Ziyan, zarar.
hasarat
(Tekili: Hasâret) Ziyan ve zararlar. Hasaretler.
hasaret / hasâret
Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek.
Zarar, ziyan.
Zarar, ziyan.
hasaret-i azime / hasâret-i azîme
Çok büyük zarar ve ziyan.
hasir / hâsir
Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.
hasiren / hâsiren
Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.
hasirin / hâsirîn
(Tekili: Hâsir) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.
hasirun / hâsirun
Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.
hasr
Noksan olmak.
Sermayesini zayi edip ziyân etmek.
hatemi
Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.
havaze
(Çoğulu: Havâzât) Ziyafet.
heba
İnce toz.
Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan.
Aklı az olan.
heder olma
Boşa gitme, ziyan olup gitme.
helva sohbetleri
Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana
heyhat
Teneffür ve tehassür ifâde eder; "sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol" mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir.
hıraş
"Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı.
(Farsça)
hişt
Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.
hostes
ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın.
hüsr
Ziyan, kayıp, zarar.
husran
Mahrumiyet. Kayıp. Çok büyük ziyan.
hüsran
Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı.
Zarar, ziyan, kayıp.
Zarar, ziyan, kayıp.
Zarar, ziyan.
Beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı, mahrumiyet acısı.
i'cam
Harflere, yazıya nokta koymak.
İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.
iade-i ziyaret / iâde-i ziyâret
Karşı ziyarette bulunma.
Ziyarete gelenin ziyaretine gitmek.
İâde-i ziyâret etmek:
Ziyarete karşılık vermek.
idab
Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma.
Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme.
ifrat
Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek.
Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit'in zıddı)
ihsar
(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
Kısaltma, kısalma.
Sıkıştırma.
ıkal
İkl, bağ, bend.
Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel.
ikra'
Okutmak. "Oku" diye emretmek.
Selâm göndermek. Yakın gelmek. Ziyafet istemek.
iltimam
Bir kimseyi ziyaret etme.
Konma, konup durma.
imam-ı ali rıza
(Hi: 153 de Medine-i Münevvere'de doğmuştur.) Eimme-i İsnâ Aşer'in yedincisidir. İmam-ı Musa Kâzım'ın oğludur. Tus; yani Meşhed'de medfun olup kabri ziyaretgâhtır. (R.A.)
imam-ı mübin / imâm-ı mübîn / اِمَامِ مُب۪ينْ
İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.
Her şeyin vukūundan evvel ve sonra yazılı olduğu kader defteri; Allahın şimdiki zamandan ziyâde, geçmiş ve geleceğe bakan ilmi.
inhirat
Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
Zarar verme, ziyana sokma.
İpliğe boncuk dizme.
Beden çelimsizlenip zayıflama.
Bir yola süluk etme, girme.
irtiza'
Bir şey eksilme, ziyân görme.
istiare-i temsiliye
Temsilî istiare; istiarenin, teşbih unsurlarından "benzetilen" ögesi ile yapılan, benzeyenin teferruatlı olarak tasvir edildiği istiare çeşididir. Temsilî istiarede anlatılan kavram bütün manzumeye veya yazıya işlenmiştir.
iştidad
(Şiddet. den) Şiddetlenme.
Sertleşme, katılaşma.
Büyüme. Artma, çoğalma, ziyâdeleşme.
istifzal
Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme.
istihkamat-ı muttasıla / istihkâmât-ı muttasıla
Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır.
istima
Birisinin ziyaretine gitmek.
istizade
(Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme.
istizae
(Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.
istizare
Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme.
itlaf / itlâf
Ziyan etmek. Telef etmek. Bozmak.
Öldürmek.
Telef etmek, ziyan etmek.
ıyadet / ıyâdet / عيادت
Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek.
Hastayı ziyaret edip hatırını sormak.
Hasta ziyareti.
(Arapça)
iyadet-i mariz / iyâdet-i mariz
Hasta ziyâreti.
iyadetü'l-mariz / iyâdetü'l-marîz
Hasta ziyâreti.
izae
(İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme.
izare
Ziyaret ettirme.
izdiyad
Ziyadeleşmek. Çoğalmak. Artmak.
izdiyar
Ziyâret etme, gidip görme.
izzet
Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük.
Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak.
Bulunmaz derecede az olan şey.
kabakulak
Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
kahhar / kahhâr
Ziyadesiyle kahreden, kahredici, yok edici, batırıcı.
Allah'ın isimlerinden biri.
kamuflaj
Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri.
(Fransızca)
karaca ahmed sultan
Barla ile Barla Gölü arasında "Karadut" mevkiinde, bir ziyaretgâhtır. Barla'ya yaya yirmi dakikalık bir mesafededir.
kaşer
Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.
kaytun
(Çoğulu: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.
kaziye-i salibe / kaziye-i sâlibe
Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi.
kesret
Çokluk, bolluk, ziyadelik.
Kalabalık.
kevr
Devretmek, dönmek.
Sarık sarmak. Tülbend sarmak.
Bir yerde toplanmış olan develer.
Çokluk, bolluk, ziyadelik.
Mukül dedikleri darı cinsi.
kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُب۪ينْ
Kaderde olan her şeyin gerçekleşmesinde esas tutulan kānunların bütünü; Allahın geçmiş ve gelecekten ziyâde, şimdiki hâle bakan ilmi.
kruvazör
Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi.
(Fransızca)
külli / küllî
Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
Çok, ziyade, fazla.
Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı
külliye
(Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
Bolluk, çokluk, ziyadelik.
Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.
lafz-ı muhtemel
Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.
lasiyyema
Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok.
lazım-ı gayr-ı müfarık / lâzım-ı gayr-ı müfarık
Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu.
lev
Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) "İnne" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm.
lü'lü'
İnci.
Parlak. Ziyalı. Kıymetli.
maaziyadetin
Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol.
magrem
Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık.
Borçlu.
Zarar, ziyan.
Cürüm, cinayet.
mahall-i ziyafet
Ziyafet yeri.
mahtumane / mahtumâne / mahtûmâne
Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet.
(Farsça)
Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyâfet.
Bitirircesine, bir kitabı bitirince verilen ziyafet gibi.
mahz-ı hasaret / mahz-ı hasâret
Sırf zarar, tamamen zarar ve ziyan.
maide
Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet.
Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Yemek yenilen sofra, yemek, ziyafet.
Kur'ân-ı Kerim'in
sûresi.
maide-i seniyye
Pâdişah ziyâfeti.
mataf
(Çoğulu: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.
mataif
(Tekili: Matâf) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler.
matemfeza / mâtemfezâ
Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran.
(Farsça)
mazarr
Zararlar, ziyanlar. Mazarrât.
mazarra
Meşakkat, zahmet.
Ziyân.
mazarrat
Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
mazarrat-ı azime / mazarrat-ı azîme
Büyük zararlar, ziyanlar.
mazbut-u ümmet
Aynen yazıya geçirdiği.
mazrur
Zarar etmiş. Ziyan görmüş.
me'dübe
Ziyafet. Düğün.
meadib
(Tekili: Me'debe) Ziyâfetler.
mecmuat-ül ahzab
Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası.
mecmuatü'l-ahzab
Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevi'nin derlediği üç ciltlik dua kitabı.
meftihane / meftihâne
Yeni bir kitaba veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.
meftuhane
Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.
(Farsça)
mehdur
(Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş.
meksuf
Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış.
menasik-i hacc / menâsik-i hacc
Hac ibadeti için ziyaret edilecek yerler, görevler.
menasik-ül hac
Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri.
meş'ar
(Çoğulu: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu.
Hacıların ziyaret ettikleri yerler.
meş'ar-ül haram
Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi.
mesakin / mesakîn
(Tekili: Miskin) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler.
Oturanlar.
mesfur
Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)
metn / متن
Yazıya dökülmüş bilgi.
(Arapça)
mey-gun
Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan.
(Farsça)
meyd
Deprenmek. Sallanmak.
Ziyaret etmek.
Hareket etmek.
Kırağı çalmak.
Meyletmek.
Neşv ü nemâ bulmak.
Başı dönüp midesi bulanmak.
meyelan
Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.
mezar / mezâr
Ziyaret yeri. Ziyaretgâh.
Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber.
Kabir, ziyaret yeri.
mezid / mezîd
Çoğalma. Ziyade etme.
mihyac
Şiddetli.
Çok, ziyâde, fazla.
mu'temed
Kendine güvenilen. İtimad edilen kimse. Kendinden emin olunan. Ziyadesiyle doğru ve müstakim olan.
mu'temir
Kasdedici, kasdeden.
Ziyaret eden.
Umre yapan.
muaşaka
Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
muaviye
(Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denm
mücerred
(Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
Çıplak, soyulmuş.
Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.
müfsir
Nur ve ziya veren. Işıklandıran.
müftehan
Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti.
(Farsça)
Hazineler.
(Farsça)
müftihane / müftihâne
Bir kitabı okumaya başlarken verilen ziyâfet.
muhafaza
Zarar ve ziyandan sakınıp korumak.
Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek.
Bir şeye devamlı olmak.
muhassir
(Çoğulu: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.
muhassirin / muhassirîn
(Tekili: Muhassir) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.
muhatara / مخاطره
Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak.
Zarar. Ziyan. Korku.
Tehlike ve zarar ihtimali olan.
Tehlike.
(Arapça)
Zarar, ziyan.
(Arapça)
muhatarat
(Tekili: Muhatara) Zararlar, ziyanlar, hasarlar.
Korkular. Tehlikeler.
muhtassan
Ençok, bilhassa. Daha ziyâde.
muhtesib
(Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur.
Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası.
münir
Nurlandıran, nur veren, ziya veren, ışık veren, parlak.
müşdeb
Çok miktar. Ziyade.
müsfir
Ziyâ verici. Işıklandıran, nurlandıran.
mustani'
Birini yetiştirip adam eden kimse.
Yedirip içiren, ikram eden, ziyâfet veren.
mustazi
(Ziya. dan) Ziya alan, ışıklanan.
müstazi / müstazî
(Ziya. dan) Işık ve ziya alan. Işıklanan.
Alâ, makbul, iyi.
müstezad
(Ziyade. den) Artmış, çoğalmış.
Edb: Aruz kalıplarından " Bahr-i recez" denilen vezin ile yazılmış manzume. (Mef'ulü mefâîlü mefâîlü faûlün) gibi. Veya (Mef'ûlü faûlün) veznine denk parça ilâvesi ile yapılır. Ziyadeli mısralı manzumelerdir.
mutatavvif
Ziyâret gayesiyle bir şeyin etrâfını dolaşan. Tavâf eden.
mutazarrır
Zarar ve ziyana uğrayan, zarar görmüş olan.
mütesaid
Yükselen, yukarı çıkan.
Ziyade olan.
Zahmet veren.
mütezavir
(Çoğulu: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören.
mütezavirin
(Tekili: Mütezavir) Birbirlerini gidip görenler, birbirleriyle gidip görüşenler, ziyaret edenler.
muvacehe-i seadet / muvâcehe-i seâdet
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında önünde durulan duvar.
muzaaf
İki kat. Bir şeyin iki misli.
Daha ziyade. Daha fazla.
müzad
Arttırılmış, çoğaltılmış, ziyade edilmiş.
müzayede
Artırma, ziyadeleştirme.
Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.
muzayefe
Ziyâfet vermek.
Birbirine konaklamak.
müzdad
Çoğaltılmış. Ziyâdeleştirilmiş.
muzır
(Muzırra) Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
nafile
Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş.
Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan.
Torun.
Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.
nakia
(Çoğulu: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek.
Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun.
Damat için hazırlanan yemek.
Ziyafet.
nakş-bendi / nakş-bendî
Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan. (Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Ha
(Farsça)
nekayi'
(Tekili: Nakia) Ziyâfetler.
nema / nemâ
Malın artması, çoğalması. Ziyâdeleşen mala nâmî denir.
nemadar / nemadâr
Çoğalan, ziyadeleşen. Artan, büyüyen.
(Farsça)
neşur
Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan.
nevad
Zarar, ziyan, hasar.
(Farsça)
Mahzen.
(Farsça)
Dil.
(Farsça)
neyyif
Küsur. Ziyade. Artık. Fazla.
İhsan.
Yakın.
niran
(Tekili: Nur ve Nâr) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.
palide
Süzülmüş, durulmuş.
(Farsça)
Ziyade olmuş, büyümüş.
(Farsça)
paravan
İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler.
Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde.
Gizleme vasıtası.
pertev
(Pertav) Ziya, ışık.
(Farsça)
Atılma, sıçrama, hız.
(Farsça)
pertev-endaz / pertev-endâz
Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.
pertev-feşan
Işık saçan, ziya saçan.
rahmaniyyet
Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym
rakrak
Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu.
raşin
Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse.
rema
Bir yerde ikamet eylemek.
Ziyade olmak.
Riba, faiz.
Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.
resmi / resmî
Devlet adına veya devlet tarafından.
Ciddi. Çok sert.
Resme, yazıya, çizgiye ait. Resme dair.
rey'
Arpa, buğday, tahıl.
Rücu', geri dönme, avdet.
Ziyade, çok.
reyean
Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme.
Her şeyin evveli, tazelik zamanı.
reym
Alçak yer.
Kabir.
Derece.
Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik.
Ziyâde çok, fazla.
rifade
Yara üstüne sarılan bez.
Ziyâfet.
rububiyet
Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti.
Artırmak. Ziyade kılmak.
rübye
(Çoğulu: Rubâ) Arz haşeratından bir cins.
Çok, ziyâde.
sa'y
Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
Hızlı yürüme.
Cür'et etme.
Ziyaret etme.
Gammazlık yapma.
Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.
sabir
Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
şadırvan
Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.
sahbet
Şarabın kırmızı olması.
Saç kılının kırmızıya yakın olması.
sakamet
Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik.
Keyifsizlik.
Dert.
şarıka
(Çoğulu: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.
sasaniler
İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm
senan
Parlak, ziyâdar, ışıklı.
şer'-i enver
En nurlu kanun ve nizam. En ziyade saadete, selâmete, emniyete vesile olan şeriat.
şerhan
Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.
şid
Nur, ziya, aydınlık.
(Farsça)
Güneş.
(Farsça)
şiddet
Sertlik, katılık.
Ziyadelik.
Sıkılık.
Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri.<
sıfat-ı cemaliye / sıfât-ı cemaliye
Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar.
şiff
Ziyade, çok, fazla.
Eksik, noksan. (Ezdattandır)
sıla / صله
Yakınlarını ziyarete gitme özlemi.
(Arapça)
sıla-i rahim
Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme.
Akrabanın kusurlarını affetme.
Akrabaları ziyaret.
sıla-i rahm / صلهء رحم
Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.
Yakınlarını ziyaret edip özlem gidermek.
simat / simât / سماط
(Çoğulu: Sümut) Sofra. Yemek masası.
Yemek.
Ziyâfet.
Sofra.
(Arapça)
Ziyafet.
(Arapça)
şirpençe
(Şir-pençe) (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban.
(Farsça)
subaşı
Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.
süham
Yabanda biten ot.
Yaz ısısı.
Sıcak yel.
Tegayyür, değişme.
Ziyan, zarar.
suhre
(Çoğulu: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı.
Kırmızıya benzer renk.
sünusi / sünusî
(Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviy
sur
Şenlik. Düğün. Ziyafet.
(Farsça)
sur-name
(Suriye) Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar.
(Farsça)
tabnak
Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
(Farsça)
tagazzi
(Çoğulu: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.
tahavvün
Eksilmek.
Ziyafet vermek.
Söz vermek, ahdetmek.
tahkik
Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He
tahsir
(Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma.
taif
Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan.
Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Hun
talha bin ubeydullah
(R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)
tatavvüf
Ziyaret etmek.
Dönmek.
tavaf
Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak.
Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
Etrafını dolaşmak, ziyaret.
Ziyaret etmek, ziyaret maksadıyla etrafını dolaşmak, hacıların Kâbe etrafında yedi kez dolaşmaları.
tavaf-ı ifada / tavâf-ı ifâda
Hacıların Arafât'tan indikten sonra yaptıkları farz tavâf. Tavâf-ı Ziyâret.
tavvaf
Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden.
Resmî dairelerde gece bekçisi.
Çok tavaf eden.
taz'if
İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak.
Zayıf addetmek.
tazarrur
(Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama.
tazi
(Çoğulu: Tâziyân) Araplar.
tazmin / tazmîn
Kefil olmak.
Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek.
Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı.
Bir şeyi bir şeye dâhil etmek.
Zararı ödetmek.
Sebeb olunan zarar ve ziyânı ödeme.
tazminat / tazminât
(Tekili: Tazmin) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller.
Zararların bedellerini ödetme.
tazyi'
(Çoğulu: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama.
tebab
Ziyan, zarar, kayıp, hasar.
tebarük
Çoğalmak, ziyâde olmak.
Uzamak.
Büyüklük.
Genişlemek.
Zâhir olmak, görünmek.
tebb
Zarar, ziyan, hasar, kayıp.
tefekkühat
Meyve ziyafetleri.
tefekkühat-ı ilmiye
Meyve ziyafetleri hükmünde olan ilmin detayları, ayrıntıları.
telafi
Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak.
Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
tenfil
Ziyade etmek, çoğaltmak.
Kandırmak.
tenviş
Ziyafete davet etmek.
teşrifat
(Tekili: Teşrif) Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol.
tetavvuf
Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma.
tetbit
Zarar ve ziyan yapma.
tevkir
Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek.
tezavür
(Çoğulu: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme.
Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek.
Eğilip meyletme.
tezayüd / tezâyüd
(Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma.
Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma.
Ziyadeleşme, artma, çoğalma.
Ziyadeleşme, artma.
tezayüdat / tezayüdât
(Tekili: Tezayüd) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.
tezayüt
Ziyadeleşme, artma.
tezeyyüd
Ziyadeleşme, çoğalma, artma.
Tekellüfle sözü uzatma.
tezvir
Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme.
Şahidin şehadetini iptal etme.
Kendini ziyaret edene ikram etme.
tezyid / tezyîd
Ziyadeleşme, artma.
tezyid-i hüsün
Güzelliğin ziyadeleşmesi, artması.
tezyidat / tezyidât
(Tekili: Tezyid) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler.
tezyinat-ı lafziye / tezyinat-ı lâfziye
Sözle ilgili süslemeler, cinas, seci' gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san'atları.
tiyaka
Cimaa pek ziyade düşkün olmak.
Şehvetin galip olması.
tufeyli / tufeylî
(Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte.
Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
uluf
(Tekili: Elf) Binler, bin sayıları.
Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.
umre
Hac günleri dışında yapılan Kâbe ve diğer mukaddes yerlerin ziyareti.
Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk
Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.
umurat
(Tekili: Umre) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.
usul bilgileri / usûl bilgileri
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muha
vasf-ı tahsini / vasf-ı tahsinî
Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir.
vebal
Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti.
Günah, zarar, ziyan, şiddet, ağırlık, azap, doğru olmayan bir hareketin manevî sorumluluğu.
vehecan
Ateşin alevlenmesi.
Işıklandırmak, ziya vermek.
vekire
Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.
velaim
(Tekili: Velime) Düğünler, evlenmeler.
Düğün ziyafetleri.
velime / velîme / وليمه
Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti.
Düğün, evlenme.
Düğün ziyafeti.
Ziyafet.
(Arapça)
Düğün.
(Arapça)
vizite
ing. Ziyaret.
Doktorun bir hastayı ziyareti.
Hekim ücreti.
vüruş
Yemek yemek.
Ziyafet vermek.
yarı ümmi
Yazıyı tam yazamayan.
İlmi daha ziyade ilhama istinad eden.
yed-i beyda / yed-i beydâ
Parlak el. Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği ve koynundan çıkardığında gözleri kamaştıran ve güneş ziyâsı saçan eli.
zad
(Ziyadet. den) Artsın, çoğalsın.
zade
(Ziyâdet. den fiil) Çoğaldı, ziyade oldu veya çok olsun, çoğalsın (meâlinde).
zadellah
Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).
zahiri mezheb / zâhirî mezheb
Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değ
zair / zâir / زائر
Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden.
Seyirci.
Ziyaretçi.
(Arapça)
zarar / ضرر
Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.
Ziyan, eksiklik, kayıp.
Ziyan.
(Arapça)
zarar-dide
Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan.
(Farsça)
zarar-ı ma'nevi / zarar-ı ma'nevî
Huk: Tazminat. Manevî zarar ve ziyan.
zay'a
(Çoğulu: Zıyâ') Geliri olan bina.
Tarla. Çiftlik.
Binasız arsa.
zayi olma
Kaybolma, ziyan olma.
zayi'
(Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
zayiat / zayiât
Zarar ve ziyanlar. Yitikler.
zayiat-ı maliye
Mâli zararlar ve ziyanlar.
zayr
Mazarrat, ziyan.
zekat / zekât
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
Temizlik. Taharet.
zevade
Ziyadelik, çokluk.
zevaid / zevâid
Fazla, ziyâde olan şeyler.
zevr
Yalan, kizb.
Bâtıl mâbud.
Ziyaret etmek.
Göğüs üstü.
zevre
Uzaklık.
Ziyaret etmek.
zeyf
(Çoğulu: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.
zıman
Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
ram olmak
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
i'ta
karine-i mania
توسط
rüstem
GÜSTER
sıbga-i Rahmânî
ehl
Kasr
müessif
Cenûb
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
ZİYâ
herşey
Parlak yildiz
kullanışlı
yol
Vat
polis
durmak
yolu
biliyorum