REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Zây ifadesini içeren 539 kelime bulundu...

a'cef

  • İnce, zayıf.

abd-i aciz / abd-i âciz

  • Allah'ın âciz ve zayıf kulu.

acafet

  • Zayıflık. Çelimsizlik.

aceze

  • (Tekili: Âciz) Âcizler.
  • Düşkünler, zayıflar.

aciz / âciz

  • Gücü yetmeyen, güçsüz, zayıf.

acizan / âcizân

  • (Tekili: Âciz) Âcizler, beceriksizler, zayıflar, güçsüzler.

agtaş

  • Karanlık.
  • Zayıf gözlü.

ahfeş

  • Küçük gözlü, zayıf bakışlı.
  • Yalnız gece gören kimse.
  • Üç büyük Arab âliminin lâkabı.
  • Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.

akar

  • Zayi etme, kaybetme.
  • Kumlu yer.
  • Para getiren mülk. (Ev, dükkân gibi.)

akzem

  • Zayıf.

alem-i feza / âlem-i feza

  • Gökyüzü, uzay âlemi.

aliz / alîz / âlîz

  • Cılız, zayıf.
  • Alihten veya Aliziden fiilinden emirdir. İsm-i fâili Alizende Türkçedeki mânası: Zayıf, cılız. (Farsça)
  • Farsçada: Hayvanın ürküp sıçraması, çifte atması, huysuzluk edip sıçramasına denir. (Farsça)

ameş

  • Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan.

aşebe

  • Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse.
  • Büyük azı dişi.
  • Küçük adam.

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

aşş

  • Zayıf adam.
  • Az, kalil.
  • Kuş yuvası.

aşşe

  • Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı.
  • Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.

avca

  • (Müe.) Eğri. Şaşı.
  • Yay. Kavs.
  • Arık, zayıf deve.

azaye

  • (Çoğulu: Izâ-Izâyâ) Kertenkele.

ba'l

  • (Çoğulu: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer.
  • Hayret.
  • Zaaf, zayıflık.

bac / bâc

  • Vergi. (Farsça)
  • Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. (Farsça)
  • Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. (Farsça)
  • Renk. (Farsça)
  • Çeşit. (Farsça)

baliye

  • Zayıf ve çürümüş olan şey.

batş

  • Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet.
  • Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.

becbac

  • Semiz, besili.
  • Zayıf kimse.

bel'ak

  • Yaşlı, zayıf.
  • Bir hurma cinsi.

berd

  • Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet.
  • Ölmek.
  • Soğuk su ile gusletmek.
  • Uyumak.
  • Sabit olmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bir şeyi eğelemek.
  • Sürme çekmek.
  • Söğmek.
  • Tutya, çinko.

bi-mecal / bî-mecal

  • Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf. (Farsça)

bistuh

  • Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse. (Farsça)

bıtr

  • Bir şeyin boş yere zâyi olması.
  • İnkâr etmek.

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

cef'

  • Kenara çerçöp atmak.
  • Zâyi ve bâtıl olmak.
  • Koparmak.
  • Bir kabı eğip içindekini dökmek.

cevv-i feza

  • Uzay boşluğu.

cevv-i sema / cevv-i semâ

  • Gökyüzü, uzay.

cevvifeza / cevvifezâ

  • Uzay.

cezai / cezaî

  • Cezaya âit, ceza ile ilgili.

cezair

  • (Tekili: Cezâyir) (Cezire) Cezireler, adalar.
  • Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.

cezia

  • (Çoğulu: Cezâyi) Koyun sürüsü.

cihet-i zaaf

  • Zayıflık yönü.

cirşab

  • Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.

cisim

  • Uzayda yer dolduran varlık.

cism-i nizar / cism-i nizâr

  • Zayıf vücud.

cüfur

  • Zayıf olmak.

cuham

  • İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.

da'da

  • Aklı ve fikri olmayan kişi.
  • Her nesnenin zayıfı.

da's

  • Titremek.
  • Zayıf olmak, zayıflamak.

daele

  • Zayıf ve ince olmak.
  • Hor ve zayıf olmak.

dafate

  • Ayağa giydikleri bir cins pabuç.
  • Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak.
  • Bir oyun çeşidi.

dail

  • Arık, zayıf, küçük hacimli.

damir

  • Zayıf, ince.

danık

  • (Çoğulu: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.)
  • Zayıf düşkün davar.

dara'

  • Zayıf. Zelil, hakir.
  • Muti, itâat eden, boyun eğen.

daraa

  • Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak.
  • Emre uymak, muti olmak.
  • Zayıf ve zelil olmak.

davy

  • Arıklık.
  • Zayıflık.

dayf

  • (Çoğulu: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir.
  • Meyletmek, yönelmek.

dayı

  • Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan.
  • Annenin erkek kardeşi.

du'

  • (Çoğulu: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş.

dü'bub

  • Zayıf nesne.
  • Çirkin huylu, kısa boylu kimse.
  • Kolay yol.
  • Uzun at.
  • Karınca nevinden bir nev.
  • Hububattan bir cins.

du'k

  • Zayıf adam.

dumr

  • Zayıflık.
  • Hafiflik.

dumur

  • Büyüyüp gelişememek. Zayıflıktan, hayvanların karnının içeri çökmesi.

dun / dûn

  • Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda.

durr

  • Zayıflık. Hâli yaramaz olmak.

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel.

efekk

  • Zayıflıktan dolayı omuzu mafsaldan ayrılmış olan kimse.

efin

  • Çürük ceviz.
  • Zayıf fikirli ahmak kimse.

efzayiş

  • Artma, çoğalma, tezayüd, tekessür. (Farsça)

efzud / efzûd

  • Çoğalan, artan, tekessür eden, tezayüd eden. (Farsça)

eglal

  • (Tekili: Gull) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler.
  • (Galel) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.

ehadis-i sahiha / ehâdis-i sahiha

  • Sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler.

ehl-i tertib / ehl-i tertîb

  • Vitirle berâber en çok beş vakit namazı kazâya kalmış kimse.

elastik

  • Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan. (Fransızca)

elves

  • Zayıf kimse.
  • Ahmak kimse.

engiştal

  • Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi. (Farsça)

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)

enkaz-ı remime

  • Kazaya uğramış ve esaslı tarafları tahrib olmuş gemi veya tekne enkazı.

er'as

  • Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.

ersah

  • Uylukları etsiz, zayıf (adam).
  • Kurt.

esbab-ı müşeddide

  • Kuvvetlendiren, artıran sebepler. Cezâ hukukunda; cezâyı ağırlaştıran kanuni veya takdiri sebepler. (Esbâb-ı muhaffifenin zıddıdır.)

eshab-ı temyiz / eshâb-ı temyîz

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî mezhebinin temeli olan meşhûr altı kitâbında bildirdiği haberleri), nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İmâm-ı a'zâm ve talebelerinin diğer kitâblarda bild

esir / esîr

  • Atomların öz maddesi; uzayı dolduran ince madde.

esrik

  • Sarhoş, mest.
  • Azgın, kızgın.
  • Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz.

etnoloji

  • yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapı

etraf-ı feza

  • Uzay boşluğu.

evhen

  • En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış.

ez'af

  • Çok zayıf, en zayıf.

ez'af-ı nas / ez'af-ı nâs

  • İnsanların en zayıf olanı.

ez'af-ül ibad

  • Kulların en zayıf olanı.

ez'afü'l-ibad / ez'afü'l-ibâd

  • Kulların en zayıfı.

fadır

  • (Çoğulu: Füdr) Zayıf.
  • Âciz, güçsüz.
  • Yaşlı dağ keçisi.

fazahat

  • (Çoğulu: Fazâyih) Alçaklık, edepsizlik, hayâsızlık.

faziha / fazîha

  • (Çoğulu: Fazayıh) Alçaklığı, edebsizliği gerektiren iş veya şey.

fedir

  • Akılsız, ahmak kimse.
  • Zayıf ve âciz kimse.

felces

  • Haris kimse.
  • Baldırı ve mak'adı zayıf olan kadın.

fened

  • Yalan söz.
  • İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

fetret

  • Uyuşukluk, zayıflık.
  • Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman.
  • Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi.
  • İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz,

feyyil

  • Zayıf hüküm.

feza / fezâ / فضا / فَضَا

  • Uzay.
  • Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği.
  • Uzay.
  • Uzay.
  • Uzay. (Arapça)
  • Geniş düzlük. (Arapça)
  • Uzay.

feza-i ekber

  • Uzay.

feza-yı alem / feza-yı âlem / fezâ-yı âlem / فَضَايِ عَالَمْ

  • Uzay.
  • Uzay.

feza-yı gayr-ı mahdude

  • Sınırsız uzay boşluğu.

feza-yı gayr-ı mütenahi / fezâ-yı gayr-ı mütenâhî

  • Sonsuz uzay boşluğu, uçsuz bucaksız gök.

feza-yı ıtlak / fezâ-yı ıtlak

  • Uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay.

feza-yı kainat / feza-yı kâinat / feza-yı kâinât / فَضايِ كَائِنَاتْ

  • Uzay.
  • Kâinattaki uzay boşluğu.

feza-yı latif / fezâ-yı lâtif

  • Güzel, hoş uzay.

feza-yı namütenahi / feza-yı nâmütenâhi

  • Sonsuz uzay boşluğu.

feza-yı ulvi / feza-yı ulvî / فَضايِ عُلْوِي

  • Uzay, gökyüzü.
  • Yüksek uzay boşluğu.

feza-yı vasia / feza-yı vâsia

  • Geniş gökyüzü, uzay.

fezai / fezaî

  • Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.

fürut

  • (Çoğulu: Efrât) Haddini tecavüz eden.
  • İsraf.
  • Zayi.
  • Yüksek mevzi.

fütur / fütûr

  • Zayıflık, gevşeklik, bezginlik, endişe.

gabane

  • Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması.

gabavet / gabâvet

  • Anlayıştaki kıtlık, zayıflık.

gaben

  • Rey ve tedbirin zayıf ve eksik olması.

gamız

  • Anlaşılmaz, anlaşılması güç.
  • Kapalı ve karışık söz.
  • Çukur yer.
  • Zayıf kişi.

gamize / gamîze

  • Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.

gamtaş

  • Gözü zayıf gören.

garan

  • Tavşancıl kuşunun erkeği.
  • Açlık.
  • Zayıflık.

gasase

  • (Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması.
  • Sözün boş ve faydasız olması.
  • Yaradan irinin akması.

gass ü semin

  • Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz.

gataş

  • (Çoğulu: Agtaş) Karanlık.
  • Devamlı su akan gözdeki zayıflık.

gazr

  • (Gazâre) (Çoğulu: Gazâyir) Men etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Geçim kolaylığı, maişet genişliği.
  • Büyük çanak.

gücük

  • Kuvvetsiz, zayıf, gevşek.

güm

  • Yitik, kayıp, zâyi. (Farsça)

gümşüde

  • Telef olmuş, zâyi olmuş, kaybolmuş. (Farsça)

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

günah

  • Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Farsça)

guss

  • Leîm, zayıf adam.
  • Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak.

hacim

  • Oylum, bir cismin uzayda doldurduğu boşluk.

hadba'

  • (Çoğulu: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve.

hadisat-ı cevviye ve semaviye / hâdisât-ı cevviye ve semaviye / حَادِثَاتِ جَوِّيَه وَ سَمَاوِيَه

  • Gökyüzü ve uzay hâdiseleri.

hadisin meratibi / hadîsin merâtibi

  • Hadîsin mütevatir, sahih, hasen zayıf gibi dereceleri.

hafeş

  • Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

hafız / hâfız

  • Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan.
  • Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan.
  • Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden.

hafıza-pira / hâfıza-pirâ

  • Hafızayı süsleyen. (Farsça)
  • Uğur sayılarak ezberlenen şey. (Farsça)

halid bin sinan

  • Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiştir.

hamec

  • Zayıflık.

hanis / hanîs

  • Zayıflık, gevşeklik.

hara'

  • Süstlük, zayıflık.

haraz

  • Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.

hariset / harîset

  • (Çoğulu: Harâyis) Zayıf deve.

haser

  • Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.

hasıf

  • Zayıf.

hasir / hasîr

  • Feri gitmiş, donuklaşmış göz.
  • Hasret çeken. Meramına nail olamayan.
  • Yorulmuş.
  • Açılmış.
  • Zayıf.

hasl

  • Zayıflık.

hasr

  • Noksan olmak.
  • Sermayesini zayi edip ziyân etmek.

hatem

  • Kırılmış olan şey.
  • Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.

havebe

  • Zayıf adam.

haver

  • Zayıf olmak.
  • Yumuşak, çukur yer.
  • Denize suyun akıp döküldüğü yer.

havkale

  • (Çoğulu: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam.
  • Hızlı yürüme.

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayat-ı zaif

  • Zayıf hayat.

hayvan-ı zayıf ve aciz / hayvan-ı zayıf ve âciz

  • Güçsüz ve zayıf hayvan.

hayvanat-ı zalime / hayvanat-ı zâlime

  • Güçsüz ve zayıflara zulmeden hayvanlar, zâlim hayvanlar.

hazinedar

  • Malı muhafazaya me'mur olan. (Farsça)

hebit

  • Zayıf, ince deve.

hebt

  • (Hübut) İniş. Aşağı inme.
  • Aşağı indirme. Bir yere inip konmak.
  • Nüzul, illet, maraz.
  • Zayıflama.
  • Bir memlekete birisini dâhil ettirmek.
  • Eksiltmek.
  • Kötü bir hale uğratmak.

hedd

  • Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek.
  • Zayıf ve korkak.

heman

  • İnce zayıf süngü.
  • Huysuz ve kötü insan.

hemece

  • Zayıf koyun.

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

heri'

  • Acele, sür'at.
  • Akıcı kan.
  • Korkak kimse.
  • Zayıf kimse.

hevaya

  • Zayıflık.

hezil / hezîl

  • Zayıf, arık. Bitkin.

hidbar

  • (Çoğulu: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve.

hıff

  • Hafif, zayıf nesne.

hıffe

  • Yeynilik.Hafiflik, zayıflık.

hikal

  • Zayıflık, süstlük.

hıra

  • Zayıf, cılız.
  • Küçük, ufak.

hirta

  • (Çoğulu: Hırâ) Zayıf dişi koyun.

hıvkal

  • Zayıf olmak, zayıflamak.

hiza / hizâ / حذا

  • Sıra. (Arapça)
  • Hizâya gelmek: (Arapça)
  • Boyun eğmek, itaat etmek, kabullenmek. (Arapça)
  • Sırayı bozmadan durmak. (Arapça)
  • Hizâya girmek: Sıra olmak. (Arapça)

hizame

  • (Çoğulu: Hazâyim) Yular burunluğu.

hüdüd

  • Çok yaşlı ihtiyar. İhtiyar ve zayıf olmak.
  • Bir binayı gürültüyle yıkıp göçürmek.

hükumet-i zaife / hükûmet-i zaife

  • Zayıf hükûmet.

hülas

  • Zayıf davar.

hulf-ül vaid / hulf-ül vaîd

  • Va'dedilmiş azabı yapmamak, cezâyı yerine getirmemek. (Cenâb-ı Hak kendine isyan edenlerin, günahta devam edenlerin cehenneme gideceklerini beyan ediyor, tehdid ediyor, vaid ile beyanda bulunuyor. Affetmediği takdirde bu vaidinden dönmesi, aslâ adâletine yakışmaz, muhâldir.)

hulfü'l-vaid / hulfü'l-vaîd

  • Söz verdiği halde azap ve cezayı yerine getirmeme.

humud

  • Düşme. Zayıflama.
  • Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak.
  • Bayılmak ve kendini kaybetmek.
  • Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.

hurkuf

  • Zayıf davar.

hüzal

  • Zayıflık, bitkinlik.

hüzul

  • Arıklık, bitkinlik, zayıflık.

huzye

  • (Çoğulu: Huzâyât) Küçük ok.

i'caf

  • Devamlı olarak hastaya bakma.
  • Zayıflatmak.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

ibb

  • Zâyi ve telef etmek.

ıd'af

  • Zayıf etmek, zayıflamak.
  • Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak.

idaa / idâa

  • Zâyi etmek. Boşuna harcamak.

idaa-i vakt / idâa-i vakt

  • Vaktini boşa geçirmek. Vaktini zâyi etmek.

ıdna'

  • Hastalığın hastayı zayıflatması.

idrihmam

  • İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak.

igta'

  • Ağacın dalları uzayarak yerlere sürünme.
  • (Asma) yeşerme.

ihale

  • Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
  • Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
  • Zayıf addetmek.
  • Muhal söz söylemek.

ihan

  • (Vehn. den) Bir kimseyi zayıf, kuvvetsiz tutma. Güçsüzlendirme.
  • Hor görme, tahkir etme.

ihfa

  • Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek.
  • Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.

ihtiyar-ı cüz'i / ihtiyar-ı cüz'î

  • (İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf ihtiyar.

ilel-i müterettibe-i müteselsile

  • Zincirleme uzayıp giden düzenleyici sebepler.

illiyyun

  • (Tekili: İlliyyîn) (Aliyyu) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.

imtidad

  • Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak.
  • Boy. Tul. Uzunluk.
  • Feza, uzay.

ina

  • Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme.

inhaf

  • İnceltme, zayıflatma.

inhirat

  • Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
  • Zarar verme, ziyana sokma.
  • İpliğe boncuk dizme.
  • Beden çelimsizlenip zayıflama.
  • Bir yola süluk etme, girme.

inkıhal

  • Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme.

intihak

  • Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme.
  • İşe yaramaz bir hale sokma.

intikah

  • İyi bir haber veya söz işitip sevinme.
  • Zayıflama, kuvvetsizleşme.

irade-i cüz'iyye

  • Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu. İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade.

irtibak

  • Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
  • Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
  • Bir kazâya uğrama.

ism-i nur

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamına gelen Allah'ın Nur ismi.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

istiz'af / istiz'âf / استضعاف

  • (Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme.
  • Zayıf düşürme, zayıf görme. (Arapça)

ız'af

  • Bir şeyin üstüne bir misli koyma.
  • Zayıflama.

iz'af

  • Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek.
  • İki kat etmek. İki misline çıkarmak.

ız'af / ız'âf / اضعاف

  • Zayıf düşürme, zayıflatma. (Arapça)

iz'af / iz'âf / اضعاف

  • Zayıflatma. (Arapça)

ızaa

  • Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek.

izzet-i nefis

  • Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak. Vakar.

ka'ka'

  • Korkak, zayıf kişi.

kaba'ser

  • (Çoğulu: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu.
  • Deniz canavarlarından bir canavar.

kabba

  • İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)

kadid / kadîd

  • Kurutulmuş et.
  • Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan.
  • Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.

kafer

  • Zayıf ve etsiz olmak.

kaim-makam

  • Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.

kapris

  • Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.

kaş'

  • (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam.
  • Açmak.
  • Gidermek. Dağıtmak.
  • Kuru deri. Deriden olan çadır.
  • Hamam pisliği.
  • Deriden yapılmış döşek.
  • Balgam.

kaşvan

  • Zayıf erkek.

kaza-zede

  • Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş.

kazazede / kazâzede

  • Kazaya uğramış

kazf

  • (Çoğulu: Kızâf) İncelik, zayıflık.

kazıme / kâzıme

  • (Çoğulu: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu.
  • Büyük şehir.

keffaret-i salat / keffâret-i salât

  • Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.

kehkah

  • Zayıf erkek.

kehkeşan

  • Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) (Farsça)

kelal / kelâl

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç.
  • Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.

kelul

  • Kütelip kesmez olmak.
  • Göz nuru zayıf olmak.
  • Çocuğu ve anası olmayan şahıs.

kem-bidaa

  • Sermayesi az. (Farsça)
  • Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. (Farsça)

kemal-i acz ve zaaf

  • Tam bir acizlik ve zayıflık hâli.

kemal-i zaaf / kemâl-i zaaf / كَمَالِ ضَعَفْ

  • Tam bir zayıflık.

kemal-ı zaaf ve acz / kemâl-ı zaaf ve acz

  • Tam bir zayıflık ve güçsüzlük.

kett

  • Zayıf vücutlu kimse.
  • Mal kazanıp yığan.

kezame

  • (Çoğulu: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar).
  • Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.

kimad

  • Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.

kısas

  • Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.

kısl

  • Zayıf kişi.

kiyae

  • Zayıflık.
  • Korkaklık.

kozmoğrafya

  • Uzay ilmi.

kusa

  • Zayıflık.
  • Nâhiye.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

la'net

  • Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek.

lagar / lâgar / لاغر

  • Cılız ve zayıf hayvan. (Farsça)
  • Zayıf, cılız. (Farsça)

lagari / lagarî

  • Cılızlık, zayıflık. (Farsça)

lagb

  • Zahmet, meşakkat.
  • Güve yemiş kuş kanadı.
  • Zayıf adam.

laşe

  • Cife. Kokmuş et parçası.
  • Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri.
  • Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan.
  • Zayıf ve cılız hayvan.
  • Mc: Kıyıda

lasg

  • Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması.

legabe

  • Hamâkat, ahmaklık.
  • Zayıflık, zaaf.

legub

  • Fikri, re'yi zayıf olan. Ahmak.

lehaa

  • Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması.

lehib / lehîb

  • Eti az deve, zayıf deve.

lehle

  • Süst ve zayıf nesne.
  • Seyrek dokunmuş bez.
  • Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz.

lekik / lekîk

  • (Çoğulu: Likâk) Zayıf ağaç.
  • Kemik aralarında olan et.

levs

  • Pislik, murdarlık. Kir.
  • Zor. Kuvvet.
  • Tam olmayan, zayıf beyyine.
  • Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek.
  • Deprenmek.
  • Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık.
  • Cerâhet, yara.

lüvse

  • Zayıflık.
  • Eğlenmek.
  • İsabet etmek.

lüzucet

  • Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali.

lüzuci / lüzucî

  • Yapışkan.
  • Kopmadan uzayan.

lüzuciyyet

  • Çekilip uzayış.

ma'şuş

  • Zayıf ve cılız adam.

madde

  • Uzayda yer dolduran varlık.

magrib

  • (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.

magza

  • Maksad, gaye, meram, istek, arzu.
  • (Çoğulu: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler.
  • Savaş, muharebe, gaza, harb.

mahfuz

  • (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış.
  • Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
  • Korunup gözetilmiş.
  • Gizlenmiş, saklanmış.

mahkum etme / mahkûm etme

  • Cezaya çarptırma.

mahmasa

  • Azlık.
  • Açlıktan zayıf düşme.

main mehin

  • Zayıf, hakir su.
  • Meni.

maz'uf

  • Zayıf ve cılız. Zayıflamış.

medl

  • Zayıf, yeyni kimse.

medş

  • Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.

mefafun

  • Aklı ve fikri zayıf olan.

mehanet

  • Küçültme. Küçük görülme.
  • Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak.
  • Tedbiri azca olmak.

mehbut

  • Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan.

mehin / mehîn

  • Hor ve hakir. Zayıf. Zebun.
  • Az şey.
  • Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak.

mehzul

  • Düşkün. Zayıf. Arık.

mekan-ı baid / mekân-ı baîd

  • Uzak mekân, uzay yer.

memşuk

  • Yazılmış olan, meşkolunmuş.
  • Uzun boylu zayıf at.

menhus

  • Zayıf, etsiz.

menin

  • Toz.
  • Zayıf kişi.
  • Zayıf ip.

menn

  • Nimet vermek. İyilik etmek.
  • Minnet.
  • Rıza.
  • Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek.
  • Kesmek.
  • Zayıf etmek.
  • Ettiği iyiliği başa kakmak.
  • İki batman ağırlık.
  • Kudret helvası.

merehan

  • Sevinç, ferah, sürur.
  • Zayıf olma.
  • Fâsid olmak.
  • Kurumak.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

meslut

  • Mağlub. Yenilmiş.
  • Zayıf, cılız, arık.

metruk

  • Terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş, metruk hadis; amel edilmeyecek derecede zayıf.

mevahıf

  • Zayıf deve.

mevhun

  • Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse.

meydan-ı feza

  • Uzay boşluğu.

mezbul

  • Solmuş çiçek.
  • Zayıf, arık ve zebun olmuş olan.

mezheb-i zaif

  • Zayıf mezhep, yol.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mezza'

  • (Çoğulu: Mezâyi) Koğucu.
  • Yalan.
  • Sırrını gizlemeyen kişi.

mi'zal

  • (Çoğulu: Meâzil) Zayıf ahmak adam.
  • Silâhsız kimse.
  • Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.

mincab

  • Zayıf kimse.
  • Yeleği ve temreni olmayan ok.

mıntıkatü'l-buruc / mıntıkatü'l-burûc

  • Uzayda on iki burcun bulunduğu alan.

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

mısva

  • Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın.

mızya'

  • Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.

muakabe

  • Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.

mubattın

  • Kin tutan, hased eden.
  • Karnı zayıf ve içine çökük olan.

mübattın

  • Zayıf karınlı kimse.

mücessele

  • Zayıf kadın.

mucib-i ceza / mûcib-i cezâ / مُوجِبِ جَزَا

  • Cezâyı gerektiren.

müddei / müddeî

  • İddia eden. İddiacı. Davacı.
  • Bir hükümde ayak direyen. Hak olduğunu veya herhangi hakkın zayi olduğunu dâvâ eden.
  • İnatçı, muannid.

müddet

  • Zaman, vakit, bir şeyin uzayıp sürdüğü zaman.

müdnef

  • Hastalıktan dolayı zayıflamış olan.

müeddi-i niza

  • Kavgaya sebebiyet veren. Nizaya sebep olan.

mühacene

  • Kabahat, noksanlık, nâkıslık.
  • Asılsızlık.
  • Ayıplı söz söylemek.
  • İlmi zâyi olmak.

muhin

  • Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden.

muhnak

  • (Çoğulu: Mehânik) Zayıflamış davar.

muhrenşim

  • Azametli, kibirli kimse.
  • Zayıf ve rengi değişmiş kişi.

mühtelis

  • Zayıflamış, düşkünleşmiş.

mukavere

  • Zayıflamak.

mukit / mukît

  • Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren.

mukvere

  • İnce, zayıf kadın.

mümted

  • Uzayan.
  • Uzayan. Sürekli, devamlı. Uzanmış, çekilmiş, imtidâd etmiş.

mumya

  • Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. (Farsça)
  • Çok zayıf (kimse). (Farsça)

münşid

  • (Neşide. den) İnşad eden, iyi şiir okuyan.
  • Bir şeyi zâyi edip " Varmı" diye bağıran.

mustatil

  • (Tul. den) Uzayan, İstitâle eden.
  • Geo: Dikdörtgen.
  • Uzayan, diktörtgen.

müteselsil

  • Birbirini takib eden. Zincirleme, arasız, uzayıp giden.

mütetahtıh

  • Görmesi zayıf olan.

mütezayyık

  • Darlaşan, sıkışan, tazayyuk eden.

müvahene

  • Süstlük, zayıflık.

muvazi / muvazî

  • Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi. Paralel.

muzaf

  • (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.
  • Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.
  • "Evin kapısı" dediğimiz zaman; "kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır.

muzafat

  • (Tekili: Muzâf) (Zayf. dan) Bir şeyin ekleri, ilâveleri. Bir merkezin şubeleri, kolları.

muzayaka

  • (Bak: Müzayaka)

müzayede

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.

muzi' / muzî'

  • Zâyi eden, kaybeden.

müzlec

  • Zayıf ve kaypak nesne.

müzmen

  • Müzmin hale gelmiş.
  • Mc: Halsiz düşmüş, dermansız kalmış, zayıflamış.

müztaz'if

  • (Za'f. dan) Zayıf gören.

müzzemmil

  • Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan.
  • Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır.
  • Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek.
  • Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek.
  • Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Ce

na-tuvan

  • (Nâtüvân) İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz. (Farsça)

na-tuvani / na-tuvanî

  • Güçsüzlük, zayıflık, kuvvetsizlik. (Farsça)

nabız-aşna / nabız-âşnâ

  • Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. (Farsça)

nahafet

  • Zayıflık, arıklık, cılızlık.

nahif / nahîf / نَح۪يفْ

  • Çelimsiz, zayıf, ince. Arık.
  • Çelimsiz, zayıf.
  • Çelimsiz, zayıf.

nahife / nahîfe / نَح۪يفَه

  • Zayıf, nazik, ince.
  • Çelimsiz, zayıf (hanım).

nahil

  • (Nâhile) Zayıf, arık, ince.

nahş

  • Zayıflamak.

naif

  • Zayıf, cılız.

nakih

  • (Nekahet. den) Hastalıktan yeni kurtulmuş olup henüz zayıf olan kimse.

narin

  • İnce, zayıf, nazik. (Farsça)
  • İç oda. (Farsça)

natüvan / nâtüvan / nâtüvân / ناتوان

  • Güçsüz, zayıf.
  • Güçsüz, zayıf. (Farsça)

nazenin

  • İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı (Farsça)

naziz

  • (Çoğulu: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su.
  • Az yağmur.
  • Az az akmak.

ne'nee

  • Zayıflık.

necnece

  • Geriye döndürmek.
  • Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek.
  • Zayıf etmek, zayıflatmak.

nehafe

  • Zayıflık.

nehif

  • Zayıf.

nehk

  • Zayıf etmek, zayıflatmak.
  • Eskitmek.
  • Mübâlağa etmek.

nekahet

  • Hastalıktan sonraki zayıflık.

netr

  • Cezbetmek, kendine çekmek.
  • Taan etmek, çekiştirmek.
  • Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak.

nevahi-i kaza

  • bir kazâya bağlı olan nahiyeler.

nezia

  • (Çoğulu: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.

nezir / nezîr

  • Korkutan, cezayı haber veren.

nihaf

  • (Tekili: Nahif) Cılız, zayıf kimseler.

niks

  • Ters doğan çocuk.
  • Zayıf ve cılız adam.

nizar

  • Zayıf, arık, düşkün, bitkin.

nizaret

  • Zayıflık, arıklık. (Farsça)

nızv

  • (Çoğulu: Nuzuv, Enzâ') Gitmek.
  • Sebkat etmek.
  • Kesmek, kat'etmek.
  • Çekip çıkarmak.
  • Bırakmak.
  • Zayıf deve.
  • Eski elbise.

nuhul

  • Zayıflık, arıklık.

nühul

  • Arık, zayıf olmak.
  • Arılar. Bal arıları.

nükke

  • Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.

nur ism-i azimi / nur ism-i azîmi

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın büyük ismi.

nur ism-i celili / nur ism-i celîli

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın yüce ismi.

nuru'l-envar / nuru'l-envâr

  • Bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah.

pir-i fani / pir-i fanî / pîr-i fânî

  • Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar.
  • Pek yaşlı ve zayıf adam, dünyayı terk etmiş ihtiyar.
  • Ölünceye kadar Ramazân orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamıyacak kadar çok yaşlı olan.

radib

  • Zayıf yağan yağmur.
  • Sidre ağacından bir cins.

rahin

  • Rehin veren, malını rehine koyan.
  • Sâbit, dâim, devamlı.
  • Devenin ve adamın zayıfı.

rakik ü nizar / rakik ü nizâr

  • İnce ve zayıf.

rauf / raûf

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

raum

  • Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun.

recac

  • Her şeyin zayıfı.

rehket

  • Güçsüzlük, kuvvetsizlik, zayıflık.

rehyat

  • Acizlik.
  • Zayıflık, süstlük.
  • Bir dengi birinden ağır etmek.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

rekik

  • Dili tutuk, kusurlu, peltek.
  • Rey ve idraki zayıf olan.
  • Gayret ve namusu olmayan.
  • Zayıf, kuvvetsiz.

renf

  • (Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak.

resh

  • Âcizlik, zayıflık.
  • Uyluk etleri az olmak.

rezaz

  • Zayıf yağan yağmur.

rezie

  • (Çoğulu: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ.

rihve-i mehmuse harfleri

  • "Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin" Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.

ru'bub

  • Zayıf, korkak kişi.

rüyuh

  • Zelillik, horluk, hakirlik.
  • Zayıflık.

rüzah

  • Davarın çok zayıf olması.

rüzam

  • Davarın çok yorulup zayıflaması.

sa'v

  • Duymak. İşitmek.
  • Zayıf adam.
  • Serçeden küçük bir kuş.

sadaga

  • Zayıflık.

sadig

  • Zayıf.

sahafet

  • Zayıflık, bozukluk.
  • Hafiflik.

sahe

  • İnce ve zayıf deve.

sahfe

  • Zayıf akıllılık ve az fikirlilik.

sahib-i tertib / sâhib-i tertîb

  • Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

sahif

  • (Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse.
  • Gevşek dokunmuş. Boş.

sahime

  • Zayıf dişi deve.

sahra-yı kebir

  • Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.

şasif

  • Kuru ve zayıf.

şazib

  • (Çoğulu: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar.
  • Katı yer, sert arazi.

şaziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Kavis, yay.
  • Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça.
  • Kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
  • İncik kemiği.

se'd

  • Zayıf yağan yağmur.
  • Yaz gecelerinde olan rutubet.
  • Boğaz ıslatan her cins nesne.

şecze

  • Zayıf yağan yağmur.

sefine-i arz

  • Dünya gemisi; uzayda yüzen yerküre.

sefine-i sübhaniye / sefine-i sübhâniye

  • Her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah'ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünya.

şefşefe

  • Zayıflatmak.
  • Hareket ettirmek, depretmek.
  • Karışmak.

şekva

  • Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek.
  • Su kabının ağzını açmak.

semadir

  • Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.

şenun

  • Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve.

seres

  • Zayıf endamlı.

sertiye

  • Zayıf vücutlu, ahmak adam.

seva

  • Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak.
  • Zayıf olmak.

şeziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Bir parça nesne.

şiddet-i zaaf

  • Zayıflığın şiddeti.

sidretülmünteha / sidretülmüntehâ / سدرة المنتها

  • Uzayda bulunduğu varsanılan ve ötesine geçilemeyen bir ağaç. (Arapça)

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

sill

  • Bir çıban.
  • Sırtmadan zayıflamak. Erime.
  • Verem.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

şüfuf

  • Zayıf olmak.

sühal

  • Çocuk doğunca beraber çıkan su.
  • Zayıf adamlar.

suhf

  • Akıl ve fikrin zayıf olması.

sultanü'd-deyyan / sultanü'd-deyyân

  • Mükâfat ve cezayı hakkıyla veren sultan; Allah.

sümame

  • (Çoğulu: Sümâm) Bir zayıf ot.
  • Cem etmek, toplamak, biriktirmek.

sünusi / sünusî

  • (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviy

suret-i zaife-i vahiye / suret-i zaife-i vâhiye / sûret-i zaife-i vâhiye

  • Zayıf ve esassız görüntü.
  • Hakikatsız, saçma sapan zayıf suret ve vesvese.
  • Zayıf ve yıkılmaya mahkum görüntü, şekil.

şüsub

  • Atın ince ve zayıf olması.
  • Şiddet.

ta'kib

  • Gözlemek.
  • Yolunda gitmek.
  • Peşinden yürümek.
  • Suçlunun suçunu araştırmak.
  • Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi.
  • Bir şeyi ciddiyetle istemek.

ta'rik

  • Şaraba biraz su katmak.
  • Kovayı doldurmak.
  • Terletmek.
  • Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak.

tad'if

  • İki kat yapmak.
  • Çoğaltmak.
  • Zayıflatmak.

tadci'

  • Süstlük etmek, zayıflamak.

tadyi'

  • Zâyi etmek, kaybetmek.

tahmin

  • (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.

tahric / tahrîc

  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

tahtaha

  • Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi.

tahtit

  • Zayıflık.
  • Kurmak.
  • Pare pare etmek, parçalamak.

tail

  • Uzayan.
  • Kudret ve gına.
  • Fayda. Menfaat.

taksir

  • (Kasr. dan) Kısaltma, kısma.
  • Kusur, hata, kabahat, suç. Günah.
  • Bir işi eksik yapma.
  • Bir şeyi yapabilir iken yapmama.
  • Zayıflatmak, süstlük etmek.
  • Geri kalmak.

talah

  • Yorulmak, zayıflamak.

talha bin ubeydullah

  • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

tarayyuh

  • Zayıflık, süstlük.

taşr

  • Zayıf yağan yağmur.

tasy

  • Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması.
  • Süst olmak, zayıflamak.

tayyare-i arz

  • Uzayda uçak gibi uçan dünya.

taz'if / taz'îf / تضعيف

  • İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak.
  • Zayıf addetmek.
  • Zayıf düşürme. (Arapça)
  • İki kat yapma. (Arapça)

tedaül

  • Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma.
  • Küçülme. Büzülme.

tednih

  • Zayıf görüş.
  • Oturmak, ikamet etmek, mukim olmak.

tefnid

  • Tekzib etmek, yalanlamak.
  • Zayıflatmak.
  • Aciz etmek.
  • Korkutmak.

teftir

  • (C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma.
  • Zayıf etmek, zayıflatmak.
  • Naksetmek, eksiltmek.

tefyil

  • Bir kimsenin bir kimseye "fikrin zayıf" demesi.

tehellüs

  • Zayıflamak.

tehzil

  • (Çoğulu: Tehzilât) Zayıflatma.
  • Alaya alma. Alay şekline sokma.

tela'lu'

  • Açlıktan zayıflamak.
  • Küçük olmak.

telef

  • Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak.
  • Boş yere harcamak.
  • Zayi etme, harcama.
  • Zayi olma, ölüm.

telef ettirmek

  • Zayi ettirmek, yok ettirmek.

telef olma

  • Yok olma, zâyi olma.

telef olmak

  • Zayi olmak, yok olmak.

temriz

  • (Maraz. dan) Zayıf gösterme.

teneccüc

  • Çok olmak.
  • Zayıflamak, süst olmak.
  • Aşağı gelmek.
  • Geniş yer tutmak.

tenük

  • Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. (Farsça)
  • İnce, rakik, nârin. (Farsça)
  • Az, hafif. (Farsça)
  • Yumuşak. (Farsça)

tenvik

  • (Deve) Zayıflamak.

tera'buz

  • Noksan etmek.
  • Zayıflatmak.

terakkiyat-ı havaiye

  • Hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler.

terkik

  • Zayıflatma. Lisanı veya ibareyi kusurlu ve bozuk kullanma.

ternik

  • Bir nesneye bakıp durmak.
  • Gözün zayıflaması.

tertib sahibi / tertîb sâhibi

  • Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

tesavük

  • Yürek zayıflığından eğilip sendelemek.

teskir

  • (Sekr. den) Sarhoş etme.
  • Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.

tevali / tevâli

  • Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek.
  • Uzayıp gitme, birbirinin ardından gelme.

tevali eden / tevâli eden

  • Uzayıp giden, devam eden.

tevhin

  • (Vehn. den) Zayıf kılmak, zâfiyete duçâr eylemek veya edilmek.
  • Zayıfa nisbet etmek veya edilmek.

tevil-i zayıf

  • Zayıf yorum.

tezayüd / tezâyüd / تزاید

  • Artma, çoğalma. (Arapça)
  • Tezâyüd etmek: Artmak, çoğalmak. (Arapça)

tezayüdat / tezayüdât

  • (Tekili: Tezayüd) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.

tılh

  • (Çoğulu: Tılâh-Talâyıh) Zayıf.
  • Yorulmuş.
  • Geç gelmek.

tımle

  • Zayıf kadın.

tuhr

  • Pâklık, temizlik, taharet.
  • Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına "Mümtedet-üt tuhur" denir).

turmus

  • Zayıf.
  • Kül içinde pişen ekmek.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ünah

  • Süstlük, zayıflık.

vahin

  • Zayıf kimse.

vaid / vaîd

  • Korkutma, tehdit etme.
  • Allah'ın azap ve cezayla korkutması
  • felâket, cehennem.

vakar

  • Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.

vasi / vasî

  • (Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.
  • Çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli.

vegf

  • Görme zayıflığı.

vehm

  • İnsanın kalbinde bir şey hakkında iki ihtimâlden az, zayıf olanı.

vehn

  • Gevşeklik, kuvvetsizlik.
  • Zayıf.
  • Gövdesi kalın ve kısa adam.
  • Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.

vehnane

  • Zayıf kadın.

vekel

  • Zayıf adam.

vena

  • Gevşek.
  • Zayıf.
  • Hâlsiz olmak.

venn

  • Zebunluk, zayıflık, zaaf.
  • Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara.

vesn

  • Hafif.
  • Uyku.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.

vüşul

  • Mal azlığı.
  • Zayıflık.

za

  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

za'f / ضعف

  • Zayıflık, güçsüzlük.
  • Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık.
  • Zayıflık, zaaf. (Arapça)
  • Za'f gelmek: Zayıflamak. (Arapça)

za'f-ı fakr

  • Fakirliğin verdiği zayıflık.

za'f-ı iman

  • İman zayıflığı.

za'fi / za'fî / ضعفى

  • Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair.
  • Zayıflıkla ilgili, zaaf ile ilgili. (Arapça)

za'fiyet

  • Zayıflık.

za'fiyyet / ضعفيت

  • Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük.
  • Zayıflık, zafiyet. (Arapça)

zaaf / ضعف / ضَعَفْ

  • Zayıflık, güçsüzlük.
  • Zayıflık.
  • Zayıflık.
  • Zayıflık.

zaaf-ı akide

  • İnanç zayıflığı.

zaaf-ı asab / zaaf-ı âsâb

  • Sinirlerin zayıflığı, hastalığı.

zaaf-ı din

  • Dini yaşamada zayıflık, gevşeklik.

zaaf-ı dine

  • Dini yaşamada zayıflık, gevşeklik.

zaaf-ı diyanet

  • Dinde zayıflık, gevşeklik gösterme.

zaaf-ı iman

  • İman zayıflığı.

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zaaf-ı kalb

  • Kalb zayıflığı.

zaaf-ı milliyet

  • Milliyetin zayıflığı, güçsüzlüğü.

zaaf-ı mutlak

  • Son derece zayıflık.

zaafiyet

  • Zayıflık, güçsüzlük.
  • Zayıflık.

zaf / zâf

  • Zayıflık, kuvvetsizlik.

zafiyet / zâfiyet

  • Zayıflık.

zagzag

  • Zayıf nesne.

zaif / zaîf / zâif / ضعيف

  • Zayıf, güçsüz.
  • Güçsüz, zayıf.
  • Zayıf olan.
  • Zayıf, güçsüz. (Arapça)

zaif-i kavi / zaif-i kavî

  • Zayıflığında kuvvet bulunan.

zaif-i mutlak

  • Son derece zayıf.

zaife / zâife

  • Zayıf.
  • Zayıf, güçsüz.

zaifem / zaîfem / zâifem

  • Zayıfım.
  • Zayıfım, güçsüzüm.

zaifü'l-akide

  • İmanı zayıf.

zaifü'l-itikad

  • Zayıf inançlı.

zar

  • İnleyen, sesle ağlayan. (Farsça)
  • Zayıf, dermansız. (Farsça)

zat-ı nuru'l-envar / zât-ı nuru'l-envâr

  • Bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah.

zayi' / zâyi' / ضایع

  • Kaybolan. (Arapça)
  • Zâyi' etmek: Kaybetmek, yitirmek. (Arapça)
  • Zâyi' olmak: Kaybolmak, yitmek. (Arapça)

zayil

  • Uzun etekli gömlek.
  • Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)

zayven

  • (Çoğulu: Zayâvin) Yaban kedisi.
  • Erkek kedi.
  • Hırçın ve vahşi adam.

ze've

  • (Çoğulu: Ze'vât) Zayıf koyun.

zebun

  • Zayıf, güçsüz, âciz. (Farsça)
  • Alışverişte aldanan. (Farsça)

zebuni / zebunî

  • Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik. (Farsça)

zekk

  • Zayıf.
  • Yürürken adımların birbirine yakın olması.

zelilane / zelîlâne

  • Zayıflık içinde, horlanarak.

zeybek

  • Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.

zıll-i zaif / zıll-i zâif

  • Zayıf gölge.

zıll-i zalil / zıll-i zalîl

  • Gölgenin gölgesi, zayıf gölge (güneşin aynadaki görüntüsüne "güneşin gölgesi" denir).

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın