REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Yün ifadesini içeren 1193 kelime bulundu...

la'b

  • Oyun, boş şey. Oyun ile boş yere vakit geçirme.

mescid-i kuba / mescid-i kubâ

  • Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları mescid.

a'nak / a'nâk

  • (Tekili: Unk) Boyunlar, gerdanlar.

a'sam

  • (Tekili: Usme) Ön ayakları beyaz olan at, geyik veya koyun.

a'sam-ül yümna / a'sâm-ül yümnâ

  • Sağ ayağı beyaz olan at, geyik veya koyun.

a'taf

  • (Atf. dan ) En âtifetli. Pek müşfik, çok merhametli adam.
  • Boynuzları birbirine eğilmiş koyun. (Müe: Atfâ')

ab'ab

  • Taze civanlık.
  • İbrişim halı.
  • Dağ tekesi.
  • Yumuşak yünden yapılan kisve.

ab-berin

  • Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk. (Farsça)

ab-gir

  • Suyun biriktiği yer, havuz. (Farsça)
  • Dokumacılıkta kullanılan fırça. (Farsça)

aba / abâ / عبا

  • Yünden yapılmış kaba kumaş.
  • Ekseriyetle yünden yapılmış, bol giyimli bir libas, elbise.
  • Yünlü kumaştan yapılmış hırka.
  • Bazı dervişlerin ve ilmiye mensuplarının giydikleri yünden yapılmış bir giysi.
  • Kaba yün kumaş. (Arapça)
  • Aba. (Arapça)

abes

  • Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi.

abil

  • Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan.
  • Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan.

abt

  • Deveyi ve koyunu hastalanmadan sağ iken boğazlamak.
  • Kazılmamış yeri kazmak.
  • Yarmak.

acaib-i dekaik / acâib-i dekâik

  • Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.

açalya

  • yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği.

aded-i enfas / aded-i enfâs

  • Canlıların hayatları boyunca aldıkları nefeslerin sayısı.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz

adet-i agnam / âdet-i agnâm

  • Keçi ve koyunlar için alınan vergi.

adya'

  • Boynuzu ufak koyun.
  • Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.

afite

  • Dişi koyun. Koyun güdücü kız.

afsa

  • Boynuzu ardına kayık koyun.

afur

  • Boz tüylü ve kısa boyunlu olan geyik.
  • Zaman.

ağıl

  • Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.

ağlal / ağlâl / اغلال

  • Boyunduruklar. (Arapça)
  • Zincirler. (Arapça)

agnam

  • (Tekili: Ganem) Koyunlar, keçiler.
  • Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.

ağnam / ağnâm / اغنام

  • "Ganem"in çoğulu. Davarlar, koyunlar, keçiler.
  • Koyunlar. (Arapça)

agrafi

  • yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi.

ahda'

  • Boyun damarlarından bir damar.
  • Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı.

ahin

  • (Çoğulu: Uhun) Boyalı yün.

ahseb

  • Çok iyi hesab edilmiş, münâsib.
  • Çok fazla cimri, hasis.
  • Miskin.
  • Saçının rengi kırmızıya yakın.
  • Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve.

akademi

  • yun. Yüksek mekteb.
  • Âlimler, edebiyatçılar heyeti.
  • Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer.
  • Çıplak modelden yapılan insan resmi.
  • Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetl

akid / âkid

  • Kuyunun çevresi, etrafı.

akıntı

  • Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış.
  • Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı.
  • Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.

akk

  • (Çoğulu: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik.
  • Yarmak.
  • (Koyun) kuzularken ölmek.

akkam / akkâm

  • Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam.
  • Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe.
  • Çadır mehteri.

akropol

  • yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe.

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

aksa'

  • Boynuzu arka tarafına kaymış olan koyun.

akson

  • yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.

aktör

  • Tiyatroda erkek oyuncu. (Fransızca)

aktris

  • Tiyatroda kadın oyuncu.

aktrist

  • Kadın oyuncu.

akva'

  • Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun.

akved

  • Uzun boyunlu.

aky

  • Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü.

al-i beyt-i nebevi / âl-i beyt-i nebevî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler.

al-i imran / âl-i imrân

  • İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yak

ald

  • Boyun siniri.

aleksi

  • yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi.

alet-i lehv / âlet-i lehv

  • Oyun âleti. Oyuncak. Çalgı âleti.

aleyhissalatü vesselam

  • Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.

alpaka

  • Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan.
  • Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş.

altın kozak

  • Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.

amit

  • Yünü, üstüne yumak edip sarmak.

analjezi

  • yun.Tıb: Acı hissinin kaybı.

anarşi

  • yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.

anestezi

  • yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı.

anet

  • (Çoğulu:Anât) Fâsık.
  • Diz kılı.
  • Yaban eşeği sürüsü.
  • Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı.

angarya

  • yun. Ücretsiz olan iş. Meccanen görülen iş. Baştan savma görülen iş.

anka

  • İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır.
  • Uzun boyunlu kadın.
  • Arabdan bir kimsenin lakabı.
  • Zahmet, meşakkat.

anofel

  • yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek.

anonim

  • yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser.
  • Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.

anot

  • yun. Pozitif elektrot. Bir elektrolitte, elektrik akımının içeri girdiği iletken uç.

ansiklopedi

  • yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya alfabetik bir şekilde sıralayan eser.

antika

  • yun. Kıymetli san'at eseri. Eski zamandan kalma eser.

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

apulet

  • Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak. (Fransızca)

ar'ar

  • Arap diyârında bir yerin adı.
  • Bir oyun çeşidi.

ar'are

  • Dağ başı. İki burun deliğinin arası.
  • Servi ağacı. Çocuk oyunundan bir oyun.

arab / ârâb

  • Güzel. Nûh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlunun soyundan gelenler.
  • (Tekili: İrb ve İrbe) Hacetler.
  • Uzuvlar.
  • Akıllar, zekâlar.
  • Hileler, oyunlar.

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arakiyye

  • Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.

areometre

  • yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.

argon

  • yun. Kim: A sembolü ile gösterilen renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz. Havada % 1 nisbetinde bulunur.

aristatalis

  • Yunan feylesofu Aristo.

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

aristokrasi

  • yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.

aristokrat

  • yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde sınıfından olan.

ariz ve amik

  • Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde.

arziyat

  • Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim.

as'ar

  • Çok kibirli, mağrur.
  • Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu.

asabiyyeten

  • Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.

asbest

  • yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.

asfalt

  • yun. Siyah renkte şekilsiz bir bitüm.

asheb

  • Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve.

aşkbazi / aşkbazî

  • Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib. (Farsça)

asma / asmâ

  • Ön ayağı beyaz olan dişi koyun.

asr-ı sani / asr-ı sâni

  • İkinci asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

astronom

  • yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.

astronomi

  • yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

asur / asûr

  • Eğri boyunlu.

ata

  • t. Baba veya ecdaddan olan büyük. Önceden gelen.
  • Aynı soyun büyüğü.

atal

  • (C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense.
  • Bir kişinin güzelliği.
  • Vücudun tamamı.
  • Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek.

atan

  • (Çoğulu: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu.
  • Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer.
  • Su kenarı.
  • Kokmak.
  • Dibâgat etmek.

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

ater

  • Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.

atik

  • (Çoğulu: Avâtik) Sırtın üst kısmı. Omuz ile boyun arası.
  • Eski şarap.

atire

  • Receb ayında keferenin putları için boğazladıkları koyun ki, o puta "itrâ" derler.

atletizm

  • yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

atrab

  • Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar.

atvak

  • (Tekili: Tavk) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler.
  • Tâkatler, kuvvetler.
  • Boyundaki halka çizgiler.

avend

  • Sicim, ip. (Farsça)
  • Senet, delil. (Farsça)
  • Kapkacak. (Farsça)
  • Taht, yüksek mertebe. (Farsça)
  • Satranç oyunu. (Farsça)
  • Evvel, önce, ilk. (Farsça)

avhec

  • Yılan.
  • Uzun boyunlu.
  • Dişi deve.

avlak

  • yun. Dere. Vadi, su cedveli.

ayn

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.

ayt

  • Uzun boyunlu.

ayta'

  • Uzun boyunlu kadın.
  • Uzun boyunlu dişi deve.

aytel

  • Uzun boyunlu.

aziz-i cebbar / azîz-i cebbâr

  • Dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, izzet ve yücelik sahibi Allah.

azka

  • İri yünlü koyun.

azuz / azûz

  • Memelerinin delikleri dar olan deve ve koyun.

bagsa'

  • Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun.

baha / bâhâ

  • Suyun derin yeri.
  • Açık meydanlık. Alan.
  • Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.

bahte

  • Semiz, besili koyun.
  • Burulmuş üç yaşında koç.

bak'a / bak'â

  • Siyah beyaz alacalı koyun.
  • Belde ismi.
  • Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.

bakteriyoloji

  • yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.

baliga / bâliga

  • Koyun ve keçi ayağı.

balistik

  • yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.

balkanlar

  • (Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

ban

  • Dam, çatı.
  • Sorgun ağacı. Bey söğüdü.
  • yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.

bankiz

  • Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.

baraj

  • Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. (Fransızca)

barbar

  • Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes.
  • Vahşi, ilkel.

barograf

  • yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)

barut

  • yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır.
  • Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.

baryum

  • yun. Kim: "Ba" sembolü ile gösterilen bir element.

batalese

  • Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar.

bayındır

  • Mamur, şenlikli.
  • Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.

bazi / bâzi / bâzî / بازی

  • Oyun. Eğlence. (Farsça)
  • Oyun. (Farsça)

baziçe / bâziçe / bâzîçe / بازیچه

  • Oyuncak, eğlence. Mel'abe. (Farsça)
  • Oyuncak, eğlence.
  • Oyuncak. (Farsça)

bazigah / bazigâh

  • Eğlence yeri, oyun yeri. (Farsça)

bazigede

  • Oyun yeri, eğlence yeri. (Farsça)

bazihane

  • Oyun yeri, eğlence yeri. (Farsça)

becer

  • Göbeğin çıkıp şişmesi.
  • Suyu içip kanmayan koyun.

behime-i en'am

  • Deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvanlar.

bend-rug / bend-rûg

  • Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur. (Farsça)

beni haşim / benî hâşim

  • Hâşimoğulları. Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelenler.

beni israil / benî isrâil

  • İsrâiloğulları. Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle anılmışlardır.

berdiyy

  • Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.

bere

  • Kuzu. Koyun yavrusu. (Farsça)

berem

  • (Çoğulu: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.

bergab

  • Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj. (Farsça)

berilyum

  • yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.

betatron

  • yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.

bevarid

  • (Tekili: Bârid) Soğutulmuş yemekler.
  • Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler.
  • Sakat şeyler.

beyadıka

  • (Tekili: Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar.
  • Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.

beyhaki / beyhakî

  • (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-

bezec

  • (Çoğulu: Bezecât) Boyun çekmek.
  • Laf vurmak.
  • Kuzu, hamel.

bi'r-i zemzeme

  • Zemzem suyunun kaynadığı zemzem kuyusu.

bibliyograf

  • yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.

bibliyografya

  • yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı.

birr

  • Temizlik.
  • Günahtan çekinmek.
  • Takvâ.
  • İn'âm ve ihsan etme.
  • Amel-i sâlih, iyi amel.
  • Koyunu sevketmek.
  • Gönül, kalb.
  • Tilki yavrusu.
  • Fâre.

bisinoz

  • yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir akciğer hastalığı.

biyocoğrafya

  • yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

bora

  • yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr.

bronş

  • yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.

bügeyg

  • Koyun.
  • Besili erkek geyik.
  • Semiz keçi.
  • Bir yerin adı.

buhar

  • Suyun buğu haline gelmiş şekli.
  • Seyyal, lâtif cisim.

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

bumehen

  • (Bumehin) Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. (Farsça)
  • Koyun bağırsağı. (Farsça)

bun

  • Nihâyet, dip. (Farsça)
  • Kolay, suhûletli. (Farsça)
  • Rahim. (Farsça)
  • Temizlenmiş olan koyun bağırsağı. (Farsça)

bürzea

  • (Çoğulu: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler.

ca'v

  • Deve ve koyun tersini toplamak.

cahar

  • Kuyunun içinin geniş olması.

çalik / çâlik

  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)

calinos

  • (Kalinos) yun. İlk devirlerde yaşamış olan bir Yunan Filozofunun adı.

camekan / camekân / câmekan / جامكان

  • Elbise soyunulacak yer. (Farsça)
  • Camlık. (Farsça)
  • Hamamda soyunma odası. (Farsça)

çarpa

  • Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar. (Farsça)

casim

  • Şam diyarında bir köyün adı.

cebbar / cebbâr

  • Dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, kudret ve azamet sahibi Allah.

ceber

  • (Ceberiyyun) Cüz'i iradeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. Hak yolundan çıkmış, dalâlete düşmüş bir fırka. Bunların zıdları da Mu'tezile'dir.

cedeme

  • (Çoğulu: Cüdem) Yaramaz dişi koyun.
  • Kısa boylu erkek.

cedud / cedûd

  • (Çoğulu: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celca'

  • Boynuzsuz koyun.

celeb

  • Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
  • Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.

çelebi

  • Efendi, kibar kimse.
  • Mevlâna postnişinine verilen ünvan.
  • Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi.
  • Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.

celem

  • Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.

celle

  • Deve ve koyun tersi.
  • Az olarak insan pisliğinden kinâye olur.

celse-i muhakeme

  • Mahkeme heyetinin görüşme boyunca yaptığı oturum, yargılama duruşması.

cemma

  • Boynuzsuz koyun.

cendere

  • yun. Tazyik. Baskı, basınç.
  • Dar dere, boğaz.
  • Kalın oklava.
  • Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet.
  • Mc: Sıkı ve dar yer.

cengiziyan

  • Cengiz soyundan gelenler, bunlara tâbi olan kimseler. (Farsça)

cerm

  • (Çoğulu: Cürüm) Bir cins Arap sandalı.
  • Kat'. Kesme.
  • Günahkâr olma, günah işleme.
  • Koyun kırkma.
  • Sıcak, sıcaklık.

cery

  • Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan.

çevgan

  • Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. (Farsça)
  • Baston, ucu eğri değnek. (Farsça)

ceza'

  • (Çoğulu: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir).
  • İki yaşına girmiş koyun.
  • Arslan, esed.
  • Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek.

cezaze

  • Ekin biçmek.
  • Hurma kesmek.
  • Kıl ve yün kırkmak.

cezea

  • (Çoğulu: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve.
  • İki yaşına girmiş koyun.
  • Üç yaşına girmiş sığır ve at.

cezia

  • (Çoğulu: Cezâyi) Koyun sürüsü.

cezma

  • Kulağı kesik koyun.
  • Kulağı delik koyun.

cezre

  • Kasaplık koyun, keçi gibi davar.
  • Semiz koyun.

cid / cîd

  • Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.
  • Boyun.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

cimam

  • Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması.

cimnastik

  • yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

cıranta

  • yun. Poliçeyi, senedi devir ve havale eden şahıs.

ciranta

  • yun. Bir senedi ciro eden kimse.

ciraye

  • Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

cirre

  • Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş.
  • Yapağı denilen yün.

cirye

  • Suyun akması ve şırıldaması.
  • Cereyan.

cizme

  • Deve sürüsü.
  • Koyun sürüsü.

cüfal

  • Selin kenara attığı çör çöp.
  • Davarın yünü ve kılı çok olmak.
  • Kıllı kimse.
  • Bol.

cug

  • Öküz boyunduruğu. (Farsça)

çug

  • Su arkı. (Farsça)
  • Boyunduruk. (Farsça)

çuha

  • Tüysüz ince, sık dokunmuş yün kumaş.
  • Sık dokunmuş yün kumaş.

cul

  • (Çoğulu: Ecvâl) Akıl.
  • Rey.
  • Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı.

cümmet

  • Suyun biriktiği yer.
  • Başta toplanan saç.
  • Omuzlara inen saç.

cüyud

  • (Tekili: Cid) Gerdanlar, boyunlar.

da'daa

  • Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek.
  • Sallamak.
  • Bir kimseye "güzel dur" demek.
  • Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak.

da'kese

  • Mecusiler oyunundan bir oyun. ("destibend" de derler.)

da'ussıla / dâ'ussıla / داء الصله

  • Yurdunu özleme, köyünü özleme. (Arapça)

dad

  • Oyun, lehv.

dafate

  • Ayağa giydikleri bir cins pabuç.
  • Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak.
  • Bir oyun çeşidi.

dagma'

  • Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.

dahdaha

  • Suyun dökülüp saçılması.
  • Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.

dahis

  • Müfsid, arayı bozan.
  • Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan.
  • Bir meşhur atın adı.

dahs

  • Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak.
  • Fesad, ifsâd.

dahye

  • Kuşluk vaktinde kesilen koyun.

dain

  • (Çoğulu: Daân) Yünlü olan koyun.

daliye

  • (Çoğulu: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)

dane

  • (Diyn. den) "İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu" mânasında fiil.

dara'

  • Zayıf. Zelil, hakir.
  • Muti, itâat eden, boyun eğen.

darb-ı unk

  • Boyun vurma.

daribe

  • Tabiat.
  • Kılıçla vurulmuş.
  • Eğrilmiş yün.

dayine

  • (Çoğulu: Davâyin) Dişi koyun.

defter

  • (Çoğulu: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula.
  • Liste.

defva

  • Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.
  • Boynu uzun olan kadın.

dehma

  • Belâ. Zahmet
  • Çömlek.
  • Çok adet, kesret, sayı çokluğu.
  • Kadim, eski.
  • Halis kırmızı koyun.
  • Koyu kızıl.

dek

  • Hile, oyun.

dek-baz

  • Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı. (Farsça)

dekametre

  • yun. On metrelik uzunluk birimi.

delta

  • yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

demagog

  • yun. Demagoji yapan kimse.

demagoji

  • yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

derece-i inkıyad

  • Boyun eğme derecesi.

derece-i inkıyad ve itaat

  • Boyun eğme ve itaat derecesi.

derece-i itaat ve musahhariyet

  • İtaat ve boyun eğmişlik derecesi.

derrar

  • Yün eğerdikleri iğ.

desais / desâis / دسائس

  • Desiseler, hileler, oyunlar.
  • Hileler, oyunlar. (Arapça)

desi'

  • İki omuz arasında boyun battığı yer.

desise / desîse / دسيسه

  • Gizli hile, oyun.
  • Hile, oyun.
  • Hile, oyun. (Arapça)

despot

  • yun. Rum piskoposu.
  • Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi.

dessas

  • Hileci, oyuncu, aldatıcı.

dest-huş

  • Oyuncak. (Farsça)

destedad-ı teslim / destedâd-ı teslim

  • Teslim olma, boyun eğme.

destek

  • Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. (Farsça)
  • Küçük el. (Farsça)
  • Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. (Farsça)

devdat

  • Çocukların oyun oynadığı yer.

deydenun

  • Toplamak.
  • Haslet, huy, âdet.
  • Oyun.

didaktik

  • yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici.

dimmet

  • Deve ve koyun tersi.

dimn

  • Deve ve koyun tersi.
  • Selin getirdiği çörçöp.

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

dinamo

  • yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet.

diplomat

  • yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı.
  • Becerikli, söz söyliyebilen.

dirkite

  • Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.)

doğma

  • yun. Fikir, rey.
  • Fls: Kat'i olarak ileri sürülen fikir.

doktrin

  • yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y.
  • Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.

dram

  • yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
  • Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.

dramatik

  • yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı.
  • Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.

düabe

  • Lâtife etme, şaka yapmak.
  • Oyun.

dümme

  • Arap oyunlarından bir oyun ismi.
  • Yol, tarik.

dümye

  • (Çoğulu: Dümâ) Oyun.
  • Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem.

dürdakıs

  • Başla boyun arasında olan kemik.

düsse

  • Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun.

düyunat

  • (Tekili: Düyun) Borçlar.

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

ecemm

  • Mızraksız adam.
  • Boynuzsuz koyun.
  • Etli kemik.
  • Bacasız ev.

ecen

  • Suyun tadı ve rengi değişik olmak.

ecim

  • Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme.
  • Suyun necis olup bozulması.
  • Birini istemediği hâle koymak.

ecuc

  • Işık veren, parlayan. Parlak nesne.
  • Suyun tuzlu ve acı olması.

ecyad

  • (Tekili: Cîd) Uzun boyunlar.

ecyed

  • Uzun boyunlu (adam.)

eflatun

  • Plâton. (M.Ö. 429 - 347) Aristo'nun üstadı, Sokrat'ın talebesi, eski Yunan filozofudur.

eglal

  • (Tekili: Gull) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler.
  • (Galel) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.

eğlence-perest

  • Eğlence ve oyuna düşkün.

egnam

  • Koyunlar.

ekati

  • (Tekili: Kati) Sürüler, koyun sürüleri.

eklektizm

  • yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme.

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

ekoloji

  • yun. Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki münasebetleri araştıran biyoloji kolu.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

elektron

  • yun. Atomda negatif yüklü zerrecik.

elule

  • Semiz, besili koyun.

elyasa

  • Benî İsrail Peygamberlerindendir. Benî İsrail ise; günden güne Kitabullah'ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye Devleti'ni onlara musallat eyledi. Sonra Yunus (A.S.) Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu.

elye

  • (Çoğulu: Eleyât) Koyun kuyruğu.
  • Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emgaz

  • Kırmızı, kızıl nesne, ahmer.
  • Aşkar at.
  • Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa "emgazeti'ş şât" derler.

emihe

  • Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.

emir

  • Emredici olan. Seyyid. Şerif. Bir memleketin, bir aşiretin veya kabilenin reisi.
  • Büyük ve meşhur bir soydan gelen.
  • Hz.Peygamber'in (A.S.M.) soyundan gelen.
  • Zengin.

en'am / en'âm

  • Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar.
  • Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
  • Davar, koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar.

enderi / enderî

  • Kalın ip, halat.
  • Şam yakınında bir köyün adı.
  • Bir dağ adı.

engame

  • Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. (Farsça)
  • Muharebe yeri, ceng meydanı. (Farsça)
  • Oyuncular derneği. (Farsça)

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

erkaban

  • Uzun boyunlu.

ermel

  • (Çoğulu: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun.
  • Kadını olmayan erkek.

es

  • Koyuna iys iys demek.

esaret

  • Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.

eşkel

  • Gözlerinin akı kırmızılı olan adam.
  • Beyaz koyun.

esta'

  • (Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan.

estan

  • İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer. (Farsça)

esuk

  • Deli koyun.

esvaf

  • (Tekili: Suf) Suflar, koyun yünleri.

etan

  • Dişi eşek. (Farsça)
  • Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. (Farsça)
  • Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş. (Farsça)

etnik

  • yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

etnoloji

  • yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapı

evind

  • Hud'a, hile, aldatma, oyun. (Farsça)

evrend

  • Hile, aldatma, hud'a, oyun. (Farsça)
  • Nam, şan, şeref. (Farsça)
  • Serir, erike, taht. (Farsça)

evreng

  • Taht, evrend. (Farsça)
  • Şan, şeref, nâm. (Farsça)
  • Zinet, süs. (Farsça)
  • Akıl, irfan. (Farsça)
  • Ağaç kurdu. (Farsça)
  • Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. (Farsça)
  • Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. (Farsça)
  • Yakışıklılık. (Farsça)

fa'faa

  • Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp "fâfâ" demek.

fa'fai / fa'faî

  • Koyun çobanı.

fagosit

  • yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre.

faik / fâik

  • Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli.
  • Başın boyun ile bitiştiği yer.

fal

  • Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle gaybdan, gelecekten haber verme işi.

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

fantaziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.

fantezi

  • yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.

fanus

  • yun. Fener. Sâbit ve süslü fener.
  • Kim: Bazı şeylerin üstüne kapatmak için camdan yapılmış kapak.

fariza / farîza

  • Kaçınılmaz ödev, boyun borcu.

faruki / farukî

  • Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.

faşiye

  • (Çoğulu: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.

felasife-i yunan

  • Yunan feylesofları.

felsefe

  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

felsefe-i yunaniye

  • Yunan felsefesi.

ferika / ferîka

  • Koyun sürüsü.
  • Böy dedikleri ot.

fermanber

  • Boyun eğen, itaat eden.

fers

  • Yırtmak.
  • Parçalamak.
  • Katletmek, öldürmek.
  • Boyunlamak.

fesad-amiz

  • Oyunbozanlık eden, fesat karıştıran. (Farsça)

fesaki / fesakî

  • (Tekili: Fıskıyye) Fıskiyeler.
  • Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar.

feşar

  • Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran. (Farsça)

feth ve teshir ederek

  • Fethederek ve emre hazır hâle getirerek, boyun eğdirerek.

fevak

  • İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi.
  • Rahat.
  • Rücu.
  • Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.

feveran-ı ab / feverân-ı âb

  • Suyun fışkırması.

fevr

  • Hemen. Birdenbire. Acele. Sür'at.
  • Bir adamın geldiği semt ve cihet.
  • Suyun kaynayıp fışkırması.

feyezan

  • Suyun çok olup taşması, çoşması. (Farsça)
  • Bolluk, fazlalık, feyiz. (Farsça)

feyz

  • (Çoğulu: Füyuz) Bolluk, bereket.
  • İlim, irfan. Mübareklik.
  • Şan, şöhret.
  • İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak.
  • Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
  • Bir haberi fâş etmek.
  • İçindeki düşüncesini izhar etmek.
  • Suyun taşıp akması.
  • Bolluk, fazlalık, gürlük.
  • İlim, irfan.

fial

  • Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip "hangimizin hissesinde çıkar" diye ararlar.)

figür

  • Oyuncunun hareketi. (Fransızca)
  • Resim, şekil, canlı resim. (Fransızca)
  • Mecaz. (Fransızca)

fıkarat-ı rakabiye / fıkarât-ı rakabiye

  • Tıb: Boyun omurları.

firk

  • Koyun sürüsü.
  • Parça.

fizr

  • Koyun sürüsü.
  • Yaşlı, ihtiyar kimse.

foya

  • İtl. Gizli oyun, hile. Göz boyacılığı, sahtekârlık.
  • Elmasların yuvalarında yatağına konulan ince madeni yaprak.

fücre

  • Suyun çıkıp aktığı yer.

fukka'

  • Ekseriya şerbet içilen kap.
  • Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.

füyak

  • Su kuşlarından uzun boyunlu bir kuş.

füyuz

  • (Tekili: Feyz) Feyizler. İnâyetler. Keremler.
  • Suyun çoğalıp taşması.
  • İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi.
  • Bir haberin fâş ve şayi' olması.

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gabt

  • "Koyun semiz mi" diye el ile yoklamak.

gafir / gafîr

  • Çok fazla, sayısız, kalabalık.
  • Örten, etrafını çeviren.
  • Umumi.
  • Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.

galeyan-ı ma' / galeyan-ı mâ'

  • Suyun kaynaması.

gaml

  • Tüyünü yolmak için deriyi dürüp gömmek.

gamr

  • Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz.
  • Uzun, geniş libas.
  • Cehalet, gaflet.
  • Şiddet.

ganem / غنم

  • Koyun.
  • Koyun. (Arapça)

gareb

  • Gümüş kadeh.
  • Kavak ağacı.
  • Havuzla kuyu arasına dökülen su.
  • Bir nevi koyun hastalığı.

gargara

  • Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama.
  • Tavuk ve güvercinin ötmesi.
  • Can boğaza gelip tereddüt etmek.
  • Çömleğin kaynayıp fıkırdaması.
  • Çoban koyuna haykırıp çağırması.

gavta

  • Suyun içindeki derinlik. (Farsça)

gayya

  • Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.

gayz

  • Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey.
  • Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi.

gebeş

  • Koyunun erkeği. Koç.
  • Mc: Akılsız, ahmak adam.

gecbaz

  • Oyunda hile yapan, hileci.

gele

  • Sığır, koyun ve keçi sürüsü. (Farsça)
  • Sürü. (Farsça)

gerdan / gerdân

  • Boyunla göğüs arası.

gerden / گردن

  • Dönen. Dönücü. (Farsça)
  • Boyun. (Farsça)
  • Şeci'. Bahadır. Pehlivan. (Farsça)
  • Boyun. (Farsça)

gerden-bend

  • Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. (Farsça)
  • Gerdanlık. (Farsça)

gerden-beste

  • Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş. (Farsça)

gerden-dade-i inkıyad ve teslim / gerden-dâde-i inkıyâd ve teslim

  • İtaatle boyun eğen, itaat ederek teslim olan.

gerden-efraz

  • (Gerden-firâz) Kibirli, gururlu. Boyun kaldıran, başı yukarda. (Farsça)

gerdenbeste-i inkıyad / gerdenbeste-i inkıyâd

  • İtaatle boyun eğen.

gerdendade / gerdendâde

  • Boyun eğme.

gerdendade-i teslim / gerdendâde-i teslim

  • Boyun eğerek teslim olma.

gerdendade-i tevfik / gerdendâde-i tevfik

  • Gerekli çalışma ve vazifeleri yerine getirdikten sonra neticeye boyun eğme ve sonucu Allah'tan bekleme.

geven

  • Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır. (Türkçe)

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

giris

  • Oyun, hile, dalavere. (Farsça)

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

grafik

  • yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.

gudde

  • Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş.

gulgul

  • Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele.
  • Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.

gülhane

  • İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

gusfend / gûsfend / گوسفند

  • Koyun. (Farsça)
  • Koyun. (Farsça)

guspend

  • Koyun, ganem. (Farsça)

guy

  • Söyleyen, konuşan, söyleyici. (Farsça)
  • Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu. (Farsça)
  • Baykuş. (Farsça)

habellak

  • Küçük olup büyümeyen koyun.

habgah

  • Yatak odası. (Farsça)
  • Uyunacak yer. (Farsça)

haccac

  • Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.

hacıyatmaz

  • Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak.
  • Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.

hacla'

  • Ayakları beyaz olan koyun.

hadia / hadîa

  • (Çoğulu: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma.

hadma'

  • Beyaz koyun.

hadun

  • Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.

halık

  • (Çoğulu: Huluk-Havâlık) Büyük dağ.
  • Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu.
  • Süt ile dolu olan koyun memesi.
  • Tıraş eden. Berber.

halta

  • Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.

hamt

  • Misvak ağacı.
  • Ekşimiş süt.
  • Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak.
  • Gadap etmek, kızmak.
  • Kibirlenmek, tekebbürlenmek.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

harba'

  • Kulağı delik koyun.

harca'

  • Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.

harem-seray

  • Sarayların kadınlara mahsus olan kısımları. Buna "Harem-i Hümayun" da denilir.
  • Câmi içi.

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

harka'

  • Kulağı delik koyun.
  • Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.

harkahe

  • Koyuncuların kara evi.

haşimi / hâşimî

  • Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen.

hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret

  • Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

havarık-ı hissiye / havârık-ı hissiye

  • Duyularla, hislerle idrak olunan veya duyulara hitap eden mu'cizeler, olağanüstü şeyler; ağacın konuşması, parmaklardan suyun akması gibi.

havariyyun

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya

haver

  • Zayıf olmak.
  • Yumuşak, çukur yer.
  • Denize suyun akıp döküldüğü yer.

havsa'

  • Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun.

havsal

  • Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.

havz-ı ab-ı hayat / havz-ı âb-ı hayat

  • Hayat suyunun havuzu.

hayta'

  • Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.

hazefe

  • (Çoğulu: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

hazret-i yunus / hazret-i yûnus

  • Yunus (a.s.).
  • Yûnus (a.s.).

hazz

  • (Çoğulu: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur)
  • "Vurmak" mânâsına masdar.
  • Duvar üstüne direk koymak.
  • Yün.

hedi / hedî

  • (Çoğulu: Hevâdî) Mürşid.
  • Boyun.

hegemonya

  • yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük.
  • Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.

hemece

  • Zayıf koyun.

hengame-gir / hengâme-gir

  • Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. (Farsça)
  • Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. (Farsça)
  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

herhere

  • Su çağıltısı.
  • Koyunu çağırmak.
  • Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.

herkül

  • yun. Cesaretiyle meşhur olup, efsaneleşmiş bir Yunanlının adı. (Onlarda kuvvet sembolüdür)
  • Cesaret ve kuvvetiyle efsaneleşmiş Yunan mitolojisi kahramanı.
  • Kuvvetiyle meşhur bir Yunanlı.

herşefe

  • Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.)
  • Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın.
  • Çok eski olan kova.

heşaş

  • Açık yüzlü şen yeynicek kişi.
  • Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.

heterojen

  • yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.

hevai / hevâî

  • Nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları doğrultusunda hareket eden.

hevr

  • Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek.
  • Binayı yıkmak, yıkılmak.
  • Sulu, ağaçlı yer.
  • Koyun sürüsü.

hezhaz

  • Aygırları boyunlarından sıkıp zebun eden yavuz aygır.

hibs

  • Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.

hichic

  • Tatlı su.
  • Erkek koyun.

hicri şemsi takvim / hicrî şemsî takvim

  • Resûlullah efendimizin Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ köyüne ayak bastığı Rebî'ul-evvel ayının sekizinci Pazartesi gününe rastlayan mîlâdî Eylül ayının yirminci gününü başlangıç ve güneş yılını esas alan takvim.

hid'

  • Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir.

hida'

  • Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun.

hikmet-i yunaniye

  • Yunan felsefesi.

hile / hîle / حيله

  • Düzen, oyun, hile. (Arapça)

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hilebaz

  • Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu. (Farsça)

hilesaz

  • Oyuncu, düzenbaz, hileci. (Farsça)

hıls

  • (Çoğulu: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek.
  • Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.

hirek

  • Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.

hırran

  • Boyun eğen, itaat eden, muti.

hırsiye

  • Geceleyin çalınan koyun.

hirta

  • (Çoğulu: Hırâ) Zayıf dişi koyun.

hısve

  • (Çoğulu: Haseyât) İki avuç dolusu.
  • Azeryun otu.

hitabet-i umumiye

  • Bütün toplumu muhatap alarak seslenme; kamuoyuna hitap etme.

hıyanet

  • Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.

hiza / hizâ / حذا

  • Sıra. (Arapça)
  • Hizâya gelmek: (Arapça)
  • Boyun eğmek, itaat etmek, kabullenmek. (Arapça)
  • Sırayı bozmadan durmak. (Arapça)
  • Hizâya girmek: Sıra olmak. (Arapça)

hizab

  • Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. (Farsça)

hokkabaz

  • Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
  • Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.

hormon

  • yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.

huble

  • Boyuna takılan süs eşyası.

hud'a

  • Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
  • Bir kere aldanmak.
  • Herkese aldanan. Safdil.
  • Aldatma, oyun hile.

hud'akar / hud'akâr

  • Oyuncu, düzenbaz, hilekâr. (Farsça)

hud'akari / hud'akârî

  • Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk. (Farsça)

hudu' / hudû'

  • Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü teâlâya itâat etmek.

hüffel

  • Memesi süt ile dolu olan koyun.

hükema-i meşaiyyun / hükemâ-i meşaiyyun

  • Aristo felsefesi yolunda olan ve derslerini gezerek veren meşaiyyun filozofları.

hükmberdar

  • Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen. (Farsça)

hükmkeş

  • Emre itaat eden, hükme boyun eğen.

hükumet-i gayr-i müstakille / hükûmet-i gayr-i müstakille

  • İstiklâliyet ve hâkimiyet haklarını tamamen haiz olmayıp, diğer bir devletin boyunduruğu altında bulunan hükûmet.

hüma kuşu / hümâ kuşu

  • Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl

humayun

  • (Bak: Hümâyun)

huni

  • yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hurşun

  • (Çoğulu: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)

huşu' / huşû'

  • Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.

hütu'

  • Boyun uzatmak.
  • Çok nazar etmek, çok bakmak.

huzu / huzû

  • Allah'ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme.

hüzzet

  • Boyun.

i'mak-ı bi'r

  • Kuyunun derinleştirilmesi.

i'tikal

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma.
  • Devenin dizini büküp bağlama.
  • Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma.

i'tinak

  • (Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma.
  • Kucaklama.
  • Sıkıca kavrayıp alma.

i'tisar

  • Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma.

ia'

  • Koyun sürmek, koyun gütmek.

ibiş

  • Hımbıl, salak.
  • Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri.

ibrak

  • Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak.
  • Koyun kurban etmek.
  • Şimşek çakmak.

ibsan

  • Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.

ican

  • Boyun, unk.

icl

  • (Çoğulu: İcâl) Boyun ağrısı.
  • Sığır sürüsü.

icmad-ı ma / icmad-ı mâ

  • Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi.

icra-yı lu'biyyat

  • Oyun icra etme, sahnede oyun oynama.

ictizaz

  • Yün kırkma.
  • Çayır ve ot biçme.

ictizaz-ı agnam

  • Koyun kırkma.

iddifa-yı ma' / iddifa-yı mâ'

  • Suyun ısınması.

  • Yün, pamuk vs. kıvırmağa mahsus iğne.

igtilal

  • Hayvanın çok susaması.
  • Elbiseleri üst üste giyme.
  • İçme.
  • İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma.

ihbak

  • Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme.

ihbat

  • Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak.
  • Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek.
  • İşin karşılığını vermek.
  • Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek.

ıhn

  • Boyalı sof kumaş.
  • Renkli yün.

ihn

  • Yün. Renkli yün, renkli kumaş.

ıhn-i menfuş

  • Didilmiş kumaş. Hallac edilip atılmış renkli yün.

ihram

  • Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise.
  • Yün yaygı. Büyük yün çarşaf.
  • Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak.
  • Hac ve umre için giyilen, yün, pamuk ve ketenden yapılan dikişsiz elbise.

ihsasiyye

  • Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik.

ihtida'

  • Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek.

ihtiyal

  • (Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme.

ihtiyalat

  • (Tekili: İhtiyal) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ıkd

  • İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey.
  • İnci dizecek iplik.
  • Hurma salkımı.

ikdirar-ı ma' / ikdirar-ı mâ'

  • Suyun bulanması.

ikindi divanı

  • Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işl (Türkçe)

iktiyad

  • Hile yapma, dalavere ve oyun etme.

ılab

  • Boyunda olan uzun nişan.

ılba'

  • (Çoğulu: Alâbâ) Boyun siniri.

iltiab

  • Oynama. Oyun oynama.

imam / imâm / امام

  • Namaz kıldıran. (Arapça)
  • Önder, lider. (Arapça)
  • Hz. Ali'nin soyundan gelen. (Arapça)

imam-ı ca'fer-i sadık / imam-ı ca'fer-i sâdık

  • (Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır. Mânevi nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: "Kim nefsi için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile müc

imece

  • Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.

imlas

  • Karanlık.
  • Karışma.
  • Koyunun tüyü dökülme.

imtikar / imtikâr

  • (Mekr. den) Oyuna kanma, aldanma.

imtisal / imtisâl / امتثال

  • Emre uyma, boyun eğme.
  • Boyun eğme. (Arapça)
  • Verilen işi yapma. (Arapça)

imtisal edilen

  • Uyulan, boyun eğilen.

imtisal etme

  • Emre uyma, boyun eğme.

imtisal ettirmek

  • Boyun eğdirmek.

imza-yi padişahi / imza-yi padişahî

  • Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara imza-yı padişahî denilirdi.

in'isar

  • Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma.

inbisat

  • Genişleme. Yayılma.
  • Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
  • Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
  • Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.

incirad

  • Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma.

indira-iı ma' / indira-iı mâ'

  • Suyun dağılıp yayılması.

infad

  • Bitirme, tüketme.
  • Kuyunun suyu tükenme.

inficar

  • Tan yeri ağarma. Fecir sökme.
  • Tohumun yerde çatlaması.
  • Suyun, yerden kaynayıp çıkması.

inkıyad / inkıyâd

  • Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.
  • Boyun eğme, mutî olma, itaat etme.
  • Boyun eğme, itaat etme.
  • Boyun eğme, itâat etme.
  • Boyun eğme, bağlanma.

inkiyad

  • Boyun eğmek, itaat etmek.

inkıyad / انقياد / inkıyâd

  • Boyun eyme.
  • Bağlanma, boyun eğme. (Arapça)

inkıyad eden

  • Boyun eğen.

inkıyad etmek

  • Boyun eğmek, itaat etmek.

inkıyad-ı eşya / inkıyâd-ı eşya

  • Varlıkların boyun eğmesi, itaat etmesi.

inkıyaden

  • İnkıyad suretiyle. Teslim olarak. İtaat ederek, boyun eğerek.

inkıyat

  • Boyun eğme, itaat etme.

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

insicam

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.

inza'

  • Çekip çıkarmak.
  • Soyunmak.
  • Zorla çekip çıkarmak.
  • Feragat.

inzılam

  • Zâlimin zulmüne boyun eğme.

ir'a-yi agnam / ir'â-yi agnam

  • Koyunları otlatma.

irbe

  • Akıllılık, zekâ.
  • Hile, oyun.

ırem

  • Irmak kenarı. "
  • Su bendi.
  • Dere, vâdi.
  • Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur.
  • Gözsüz köstebek.
  • Kemikten etin suyunu almak.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

irtişaf

  • Emerek ve azar azar içme.
  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.

ishar

  • Uyundırma.
  • Gece uyutmayıp, uyanık durdurma.

islam / islâm

  • Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.

israiloğulları / isrâîloğulları

  • Bir ismi de İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlunun soyundan gelenler.

işraki / işrakî

  • Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri.

işrakiyye

  • İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği.

istimzac

  • Uyuşmak. Beraber karışmak.
  • Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak.
  • Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.

istirca' / istircâ'

  • Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.

ita'at / itâ'at

  • Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

itaat / itâat / اطاعت

  • Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek.
  • Uyma, boyun eğme. (Arapça)
  • İtâat etmek: Uymak, boyun eğmek. (Arapça)

itaat ettirme

  • Emre uydurma, boyun eğdirme.

itaatkarane / itaatkârâne

  • İtaat ederek, boyun eğerek.

izar

  • Suyun dibi. (Farsça)

jeoloğ

  • yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan.

jeoloji

  • yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.

jerf

  • Derin. Suyun derin yeri. (Farsça)

ka'f

  • (Çoğulu: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak.
  • Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek.
  • Kap içindeki suyun tamamını içmek.
  • Koparmak.

kaat

  • Gadap, hiddet, öfke.
  • Darlık.
  • Yaşlı koyun.
  • Davar memesi.
  • Bağırma ve çığlık şiddeti.

kabil-i teshir olmayan

  • Boyun eğdirilmesi mümkün olmayan.

kabtari / kabtarî

  • Yünden dokunan bir elbise.

kadere rıza / kadere rızâ

  • İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.

kadum

  • (Çoğulu: Kudm) Keser.
  • Şam yakınında bir köyün adı.

kafine / kafîne

  • Kafasından kesilen koyun.

kahal

  • Koyunların derisini kurutan bir hastalık.

kahd

  • Koyunun beyaz kuzusu.
  • Açılmamış nergis.

kahf

  • Kap içindeki suyun tamamını içme.

kahhar / kahhâr

  • Herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah.

kaid

  • (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden.
  • Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun.
  • Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan.
  • Sıradağ.
  • Geniş ark.

kail

  • Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış.
  • Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
  • Söyleyen, diyen.
  • Razı olmuş, boyun eğmiş.

kam / kâm

  • İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. (Farsça)
  • Ağzın üstü. Damak. (Farsça)
  • Koyun, sığır ağılı. (Farsça)
  • Ağaç kilit. (Farsça)

kangren

  • Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.

karabin

  • (Tekili: Kurban) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.

karakter

  • yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.

kararet

  • Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun.
  • Düz yuvarlak yer.

kare

  • Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen.
  • Koyun sürüsü.

karkisya

  • (Bak: KARKİSYUN)

kasara

  • (Çoğulu: Kasr-Kasarât) Boyun kökü.
  • Yoğun ağaç.
  • Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.

kasf

  • Kırmak.
  • Oyun, eğlence.
  • Devenin diş gıcırdatması.

kasma

  • Ufak boynuzlu dişi koyun.

kass

  • Göğüs.
  • Saç kesmek.
  • Kırkmak.
  • Koyundan kırkılmış yün.

kasva

  • Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.

kati'

  • (Çoğulu: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı.
  • Deve ve koyun sürüleri.

katred

  • Koyunu ve kuzusu çok olan kişi.

kavda

  • (Çoğulu: Kud) Uzun boyunlu kadın.
  • Alt dişlerin uzun başlısı.

kavt

  • (Çoğulu: Akvât) Koyun sürüsü.

kayd-ı hayat

  • Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe.

kayıd

  • (Çoğulu: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken.
  • Çavuş.
  • Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun.

kayn

  • (Çoğulu: Kuyun) Demirci, haddad,
  • Kul, köle.

kebe

  • Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.

kebş

  • (Çoğulu: Kibâş) Erkek koyun. Koç.

kecbaz

  • Oyunda hile yapan. (Farsça)

kefn

  • Yün eğirmek.

kelbiyyun

  • Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.

kemal-i imtisal / kemâl-i imtisâl

  • Eksiksiz bir şekilde bağlanma, boyun eğme.

kemal-i inkıyad / kemâl-i inkıyad

  • Tam ve mükemmel boyun eğme.

kemal-i itaat / kemâl-i itâat

  • Tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme.

kemal-i musahhariyet / kemâl-i musahhariyet

  • Tam bir boyun eğmişlik.

kemane

  • Keman veya kemençe yayı. (Farsça)
  • Güreşte bir çeşit oyun. (Farsça)

kemiş

  • Tez yürüyüşlü at.
  • Zekeri küçük at.
  • Memesi küçük koyun.

kerd

  • Sürmek.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Boyun.

kerebe

  • (Çoğulu: Kirâb) Suyun aktığı yer.

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerrubiyyun

  • (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur.

kerubiyan / kerûbiyân

  • Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir. Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.

kerubiyyun

  • (Bak: Kerrubiyyun)

keymus

  • yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

kibaş

  • (Tekili: Kebş) Erkek koyunlar, koçlar.

kıbti / kıbtî

  • (Çoğulu: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene.
  • Çingene ile alâkalı.

kılv

  • Yeyni eşek.
  • Çelik oyunu oynamak.

kimam

  • (Tekili: Kimm) Tomurcuklar.
  • Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kınkın

  • Yol gösterici, kılavuz.
  • Bir cins çekirge.
  • Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.

kınve

  • Koyunu döl için saklamak.

kirab

  • (Tekili: Kerübe) Yeri sürüp aktarmak.
  • Yeri süpürmek.
  • Suyun aktığı yerler.

kırd

  • Atılmış yünü andıran bulut.
  • Maymun.

kırtıbiyy

  • Bir nevi oyun.

kisa

  • Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.

kışlak

  • Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.

klinik

  • yun. Hastaya bakılan yer.
  • Ders gösterilen hastahane koğuşu.

komedi

  • yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri.
  • Uydurma, yapmacık hareket veya söz.
  • Gülünecek hareketler.

komediyen

  • İki yüzlü, riyakârlık gösteren.
  • Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

kozmoğrafya

  • yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et.

kozmoz

  • (Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.

kritik

  • yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı.
  • Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.

kuas

  • Koyunun burnunda olan bir hastalık.

küfae

  • Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.

küfiyyun

  • Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi.

kuhaz

  • Koyunlara ârız olan bir hastalık.

kül'a

  • Devenin arkasında olur bir hastalık.
  • Koyun sürüsü.

kule

  • (Çoğulu: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


kumar

  • Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır.
  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

küra'

  • (Çoğulu: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı.
  • Koyun ve sığır baldırı.

kurban

  • Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey.
  • Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan.
  • Bir maksad uğrunda feda olma.
  • Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.

kürre

  • Deve ve koyun terslerinin parçası.

kurtat

  • Eyer altına konan bir nesne.
  • Boyun.

kusfend

  • Koyun. (Farsça)

küştar

  • Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. (Farsça)
  • Et. (Farsça)

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutbiye

  • Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.

kuvam

  • Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık.

küvbe

  • Tavla oyunu.
  • Dümbelek.

laç

  • Oyun etme, aldatma, hile yapma. (Farsça)

lafz-ı müşterek

  • Huk: Birçok müsemması bulunan lafızdır ki, hangi mânâ kasdolunduğu taayyün etmediği surette mânasız addolunur, onunla amel olunmaz.

lag

  • Lâtife, şaka. (Farsça)
  • Oyun. (Farsça)

lahd

  • Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.

lahi / lahî

  • Oyuncu.
  • Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.

lahiyane ta'zib

  • Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek. (Farsça)

lav

  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde. (Fransızca)

lebed

  • Yünden yapılan keçe.
  • Bir yerde mukim olmak.
  • Bir şeye yapışmak.

leben

  • Süt.
  • Boyun ağrısı.

leclac

  • Sözü tutuk söyliyen.
  • Satranç oyununun icatçısı.
  • Bir harfi iki kere söyliyen.

lehiv

  • (Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması.
  • Eğlence, oyun.

lehv / لهو

  • Oyun. (Arapça)
  • Yararı olmayan işler. (Arapça)

lehvel-hadis / lehvel-hadîs

  • Müzik, her türlü boş oyun, eğlence.

lehviyat / lehviyât

  • Dinen yasak olan oyun ve eğlenceler.

lehviyat-ı medeniye

  • Medeniyetin haram eğlenceleri, oyunları.

lehviyyat

  • (Tekili: Lehv) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler. (Farsça)

lev

  • Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) "İnne" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm.

libd

  • (Çoğulu: Lübud) Yün.
  • Keçe.

lit / lît

  • Boyunun bir tarafı.
  • Boyun.
  • Baş.

litosfer

  • yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre.

lu'b

  • Oyun. Eğlence.

lu'bbazan / lu'bbazân

  • Oyuncular. (Farsça)

lu'be

  • Oyuncu.

lu'bet / لعبت

  • Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak.
  • Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.
  • Oyuncak. (Arapça)

lu'betbaz / lu'betbâz

  • Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu. (Farsça)

lu'betgah / lu'betgâh

  • Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri. (Farsça)

lu'bi / lu'bî

  • Oyun ile ilgili olan.

lu'biyyat / lu'biyyât

  • Oyunlar, eğlenceler.

lu'ta

  • Koyunun boynunda olan karalık.
  • Siyah hat.

lub / lûb

  • Oyun eğlence.

lügd

  • Çene ile boyun arasında olan et.

lügnun

  • (Çoğulu: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et.

ma'leb

  • (Çoğulu: Meâlib) Oyun yeri.

madalyon

  • Boyuna takılan süs eşyası.

maddiyunluk

  • Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.

maddiyyun

  • (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.

magle

  • Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi.

magma

  • yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.

magnetik

  • yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan.

mahasal-ı ömr / mâhasal-ı ömr

  • Evlât. Çocuk.
  • Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.

mahdu'

  • Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse.
  • Boyun damarı kesilmiş kişi.

mahlece

  • (Çoğulu: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer.

mahrek-i senevi / mahrek-i senevî

  • Bir gezegenin bir sene boyunca döndüğü daire, hareket yolu, yıllık yörüngesi.

mahzu'

  • Boyun eğmiş.

maksim

  • (Çoğulu: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer.
  • Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.

maksuv

  • Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.

mal-i natık / mal-i nâtık

  • Canlı mal. (At, deve, koyun gibi)

malikane

  • Büyük ve gösterişli köşk. (Farsça)
  • Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi. (Farsça)

mandıra

  • yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.

manevra

  • Hareket kabiliyeti, harp oyunu.

maraton

  • yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.

masir / masîr

  • (Çoğulu: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden.
  • Karargâh.
  • Suyun aktığı yer.
  • Rücu etmek, dönüp gitmek.
  • Dönüp varılacak yer.

maşiye

  • (Çoğulu: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan.
  • Oğlu ve kızı çok olan kadın.

materyalizm

  • Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği. (Fransızca)

matneb

  • (Çoğulu: Metânib) Omuz.
  • Omuzla boyun arası.

maturidi / maturidî

  • Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile redd

mazgal

  • yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

mecer

  • Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması.
  • Büyük asker.
  • Susuzluk.

mecra / mecrâ

  • Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal.
  • Cereyan eden yer.
  • Bir haberin yayılma yolu.
  • Bir şeyin dolaştığı yer.
  • Suyun akış yeri, su yolu.

mehak

  • Durgun suyun yeşilliği.

mehk

  • Suyun rengi yeşil olmak.

mekir

  • (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)

mekr

  • Hile, oyun, düzen.
  • Hile ile aldatma, maksadından vazgeçirme.

mel'ab

  • (La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri.

mel'abe

  • (La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.

mel'abe-i hevesat / mel'abe-i hevesât

  • Heveslerin oyun yeri.

mel'abe-i sıbyan / mel'abe-i sıbyân

  • Çocuk oyuncağı.

mel'abegah / mel'abegâh

  • Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri. (Farsça)
  • Oyun yeri.

melab / melâb

  • Oyun yeri.

melabe / melâbe / ملعبه

  • Oyun yeri.
  • Oyuncak. (Arapça)

melabegah / melâbegâh

  • Oyun oynanan yer.

melahi

  • Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.

melaib / melâib

  • (Tekili: Mel'ab-Mel'abe) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.
  • Oyunlar, oyun yerleri.

melami / melamî

  • Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan.
  • Hükema-i Kelbiyyun.
  • Melami adındaki tarikata mensub olan.

mele-i a'la / mele-i a'lâ

  • Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.

menam / menâm

  • Uyku. Uyku zamanı.
  • Rüya. Düş.
  • Uyunacak yer, yatak odası.
  • Uyunacak yer, yatak odası.
  • Uyku, düş, rüya.

menba'

  • Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.

menbat

  • Suyun çıktığı yer. Menba'.

menfuş

  • (Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş.

mensic

  • (Çoğulu: Menâsic) Bez dokuyacak yer.
  • Boyun ile kürek arası.

merk

  • Kokmuş deri.
  • Derinin yününü yolmak.
  • Kazımak.
  • Nüfuz etmek, içine işlemek.

merş

  • (Çoğulu: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak.
  • Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer.
  • İncitici söz.

mesab

  • Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer.
  • Havuz ortası.
  • Suyun biriktiği yer.

meşai / meşaî

  • Meşşaiyyundan olan kimse.

meşaiyyun

  • (Bak: Meşşâiyyun)

mesed

  • Hurma lifi.
  • Liften yapılan ip.
  • Deve kılından ve yününden yapılan urgan.
  • Yemen diyarında biten bir ağacın adı.
  • Bağ.

mesel

  • Suyun aktığı yer.

mesh

  • Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
  • Bir uzva veya sargıya ıs

mesil

  • Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru.

mesrebe

  • (Çoğulu: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları.
  • Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.

meşref

  • İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır.

metta / mettâ

  • Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
  • Yunus aleyhisselâmın annesi.
  • Hz. Yunus'un (a.s.) babasının adı.

mev'il

  • Sığınacak yer.
  • Sel suyunun karar kıldığı yer.

mevaşi / mevâşi

  • Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar.
  • Davar ve mal gibi hayvanlar (koyun, keçi, öküz, inek...)

mevh

  • Kuyunun suyu çok olmak.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

mevludün leh

  • Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.

mevr

  • Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
  • Suyun yeryüzüne yayılması.
  • Hayvanlardan yün almak.
  • Yol, tarik.
  • Toz, gubar.
  • Rücu etmek, döndürmek.

meyh

  • Kuyunun suyunun çok olması.

meyn

  • (Çoğulu: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.

meyş

  • Halt etmek, karıştırmak.
  • Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak.
  • Yünü kıla karıştırmak.
  • Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.

mez'ub

  • Koyununa kurt gelen.

mezneb

  • (Çoğulu: Mezânib) Kepçe.
  • Suyun akacak olduğu yer.

miftele

  • Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.

mihanikiyyet

  • yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler.
  • Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.

mihatt

  • Deriden kıl ve yün yolacak demir.

mıhlac

  • Yufka oklavası.
  • Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.

mikat

  • Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.)
  • Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

milha

  • (Milhât) (Çoğulu: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş.

mirt

  • (Çoğulu: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise.
  • Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.

miş

  • Koyun, ganem. (Farsça)

miş'at

  • (Çoğulu: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.

miskin / miskîn

  • Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
  • Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..

misl-i yunus / misl-i yûnus

  • Hz. Yunus (a.s.) gibi.

mıtrede

  • Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.

mu'tekil

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına çekip alan.
  • Devenin dizini büküp bağlıyan.
  • Güreşte rakibini sarmaya getirip yıkan.

müberkaa

  • Yüzünde perde olan kadın.
  • Başı beyaz olan koyun.

müdfee

  • Yünü ve yağı çok olan deve.

müerneb

  • İpliği tavşan yünüyle karışık nesne.

müfayele

  • Yüzük saklama oyunu.

muhabbet-i ehl-i beyt

  • Peygamberimizin ailesine mensup ve soyundan olanlara duyulan sevgi.

muhadaat

  • (Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.

muhadea

  • Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.

muhadi'

  • (Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.

muhammed-i haşimi / muhammed-i hâşimî

  • Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

muhammedü'l-haşimi / muhammedü'l-hâşimî

  • Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed.

muhammere

  • Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun.
  • Örtülmüş nesne.

muhtazı'

  • Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.

muhtazıane / muhtazıâne

  • Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek. (Farsça)

mukallidin / mukallidîn

  • (Tekili: Mukallid) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar.
  • Takınanlar. Boyuna takanlar.

mukannit

  • Yer altından kanalla su akıtan kişi.
  • Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.

mukmehun

  • Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler.
  • Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.

muktezi / muktezî

  • (Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış.
  • İktiza eden. Gerekli. Lâzım.

mükur

  • (Tekili: Mekr) Hileler, oyunlar, dalavereler.

mumahele

  • Hile etmek.
  • Oyunla aldatmak. Hilekârlık.

mümaşat / mümâşat / مماشات

  • Uysallık, suyuna gitme, alttan alma. (Arapça)

münkad

  • Boyun eğen.
  • (Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden.
  • İnkıyad eden, uyan, boyun eğen.

münkur

  • (Çoğulu: Menâkır) Dar açılmış kuyunun ağzı.

münselih

  • (Selh. den) Soyulmuş, derisi yüzülmüş.
  • Sıyrılıp çıkan, soyunan.
  • Son güne yetişmiş.

müntehil

  • Yüz suyunu döken.

munzalim

  • Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen.

müraka

  • Deriden yolunan yün. Yolup davara verilen ot.

mürkab

  • Baş ve boyun derisi. Baş ve boyundan soyulan deri.

musa

  • Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır

musa aleyhisselam / mûsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Ülü'l-azm adı verilen altı büyük peygamberden biridir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında bir zâtın oğlu, Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir.

musahhar

  • Boyun eğdirme.

musahhar eden

  • Boyun eğdiren.

musahhar etmek

  • Boyun eğdirmek, emri altına almak.

musahhar kılmak

  • Boyun eğdirmek.

musahhar olma

  • Boyun eğme, itaat etme.

musahhar olmak

  • Boyun eğmek.

musahharane / musahharâne

  • Emre uyarak, boyun eğerek.

musahhariyet

  • Boyun eğmişlik.

musahhariyet-i mevcudat

  • Varlıkların boyun eğmesi.

müsahhirü'ş-şemsi ve'l-kamer

  • Ayı ve Güneşi itaat ettiren, boyun eğdiren, Allah.

müsamid

  • Oyun âleti yapan kimse.
  • Bahçesine ters ve pislik döken kişi.

müşeyyea

  • Bir şeyin ardından bağırıp çağıran kadın.
  • Koyun sürüsünün ardına uyan koyun.

müstakriz

  • (Çoğulu: Müstakrizin) (Karz. dan) Borç eden, medyun.

müstehziyane

  • İstihza ederek, alay ederek ve eğlenerek. Oyuncak haline koyarak. (Farsça)

müsteka

  • (Çoğulu: Mesâtık) Uzun yünlü kürk.

müsteslim

  • (Çoğulu: Müsteslimîn) Müslüman olan. İslâm dinini kabul eden.
  • Teslim olan, boyun eğen.

müsteslimin / müsteslimîn

  • (Tekili: Müsteslim) Müslüman olanlar. İslâm dinini kabul edenler.
  • Boyun eğenler, teslim olanlar.

mutava'at / mutâva'at / مطاوعت

  • Baş eğme, boyun eğme, itaat. (Arapça)

mutavaat / mutâvaat

  • İstekli olma, boyun eğme.

mütearri

  • (Uryet. den) Bir şeyden alâkasını kesen.
  • Soyunan, taarri eden, çıplak.

müteayyin

  • (Ayn. dan) Karar verilmiş.
  • İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi.
  • Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.
  • Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan.

müteayyinan / müteayyinân

  • (Tekili: Müteayyin) (Ayn. dan) Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. (Farsça)
  • Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. (Farsça)
  • Karar verilmişler. (Farsça)

mütebeyyin

  • Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden.

mütecerrid

  • (Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan.
  • Soyunan, tecerrüd eden, çıplak olan.
  • Bekâr. Evli olmıyan.
  • Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a bağlanan.

mütegannim

  • Bir şeyi ganimet bilen.
  • Koyun şeklinde görünme.
  • Koyun şeklinde görünen, ganimetçi.

mütelahi

  • (Lehv. den) Oynıyan. Oyun veya sazla uğraşan.

mütelahiyane

  • Oyunla uğraşarak, oynayarak. (Farsça)

mütelaib

  • (La'b. dan) Oyun ile meşgul olan, oynayan.

mütelehhi

  • (Lehv. den) Oyunla, sazla vakit geçiren.

muti / mutî / مطيع

  • İtaat eden, boyun eğen. (Arapça)
  • Mutî olmak: İtaat etmek, boyun eğmek. (Arapça)

müvatat

  • Muvafakat, uygunluk.
  • Boyun eğmek, itaat etmek.

müvesseb

  • Yünlü ve kıllı davar.

müzehhep

  • Yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış.

na'c

  • (Çoğulu: Niâc-Neacât) Koyun.

na'cat

  • (Tekili: Na'ce) Dişi koyunlar.

na'ce

  • (Çoğulu: Niâc-Na'cât) Dişi koyun.
  • Dişi sülün.
  • Kadına da istiare ile söylenir.

na'k

  • Karga avazı.
  • Çobanın koyuna haykırıp çağırması.

nadh

  • Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak.
  • Musallat olanı defetmek.
  • Suyun feveran etmesi, püskürmesi.

nafir

  • Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen.
  • Galip olan.
  • Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun.

nafiz-ül emr

  • Emri geçip sözü dinlenilen.
  • Kendisine itaat edip boyun eğilen.

naha'

  • Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek.
  • Yemen taifesinden bir kavim.
  • Hâlis etmek.
  • Uzaklık, ıraklık.

nahise

  • Koyun sütüyle karışık keçi sütü.

nahr

  • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
  • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
  • Boyun. Boğaz çukuru.
  • Sadır.
  • Gündüzün evveli.
  • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.

naik

  • Karga ötüşü veya horoz sesi.
  • Çobanın koyuna bağırması.

nakia

  • (Çoğulu: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek.
  • Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun.
  • Damat için hazırlanan yemek.
  • Ziyafet.

nardeşir

  • Tavla oyunu.

narkotik

  • yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.

nasba

  • Doğru boynuzlu koyun ve keçi.

nasil

  • Çenelerin altından boyun ile başın kavuştuğu yerde olan mafsal.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

natafan

  • Suyun seyelân etmesi, akması.

nazar-ı dikkat-i ammeyi celb etme / nazar-ı dikkat-i âmmeyi celb etme

  • Bütün kamuoyunun dikkatini çekme.

nazh

  • Su serpmek, su saçmak.
  • Suyun çok olması.
  • Suyun, pınarından çıkıp akması.
  • Defetmek, kovmak.

neam

  • "Evet, olur" mânâsında cevap edâtıdır.
  • Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir.
  • At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir.

neb'

  • Suyun çıkıp akması.
  • Bir ağaç cinsidir ve yay yaparlar, budaklarından da ok yapılır.

nebean

  • Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.

nebiyy-i haşimi / nebiyy-i hâşimî

  • Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiz

  • Hurma veya kuru üzümü soğuk suda bırakıp, şekeri suya geçince, kaynayıncaya kadar ısıtıldıktan sonra soğuyunca süzülerek elde edilen sıvı.

nebt

  • Suyun yerden çıkıp akması.

nebta

  • Yanları beyaz olan dişi koyun.

necer

  • Koyun ve devenin suyu içip kanmaması.

nedif

  • Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün.

nefş

  • Açmak.
  • Yapmak.
  • Yün ve pamuk atmak.
  • Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması.

nekad

  • (Çoğulu: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun.
  • Büyümesi geç olan çocuk.
  • Ağızda dişler çürüyüp ufanmak.
  • Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.

nekş

  • Kuyunun çamurunu temizlemek.
  • Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak.
  • Bir şey üzerine gelip toplanmak.

nekz

  • Vurmak.
  • Kovmak, def'etmek.
  • Yılan sokmak.
  • Azalmak.
  • Suyun, yer tarafından emilmesi.

nemire

  • Dişi kaplan.
  • Yün kaftan.

nemş

  • Hile, oyun, dalavere, desise. (Farsça)

neşneşe

  • Koyun derisini yüzmek.
  • Zırh sesi.
  • Su kaynarken ötüp ses çıkmak.

nezf

  • Kuyunun suyunu tamamen boşaltma.
  • Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme.

nezr kurbanı

  • Allah rızâsı için, bir koyun veya şu koyunu kurban etmek adağım olsun diyen zengin veya fakir kimsenin Kurban bayramında kesmesi gereken kurban.

niac

  • (Tekili: Na'ce) Dişi koyunlar.

nir

  • (Çoğulu: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu.
  • Bez damgası.
  • Irgaç.

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nıtab

  • Baş.
  • Boyun damarı.

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

nokta-i galeyan / nokta-i galeyân

  • Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi.

nu'nua

  • Devenin boyun eti.
  • Horozun boyun tüyü.

nuak

  • Çobanın koyuna haykırıp çağırması.

nübu'

  • Suyun, yerden çıkıp akması.

nübut

  • Suyun, yerden çıkıp akması.

nüffaha

  • (Çoğulu: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.

nügak

  • Çobanın koyuna çağırıp haykırması.

nuha'

  • Boyun kemiği içindeki murdar ilik.

nüza

  • Koyunda olan öldürücü bir hastalık.

nuzub

  • Sinmek.
  • Iraklık, uzaklık.
  • Suyun, toprak tarafından emilmesi.

oligarşi

  • Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.

ömri hibe / ömrî hibe

  • Bir kimseye; "Ömrün boyunca evim senin olsun" diyerek yapılan hibe.

ortodoks

  • Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.

otağ

  • Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.

pa-çe

  • Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. (Farsça)
  • Koyun, keçi ve sığır ayağı. (Farsça)
  • Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek. (Farsça)

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.

panayır

  • Yun. Yılda bir - iki defa muayyen bir yerde kurulan ve bir müddet devam eden büyük pazar.

pandomima

  • Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi.
  • Sessiz tiyatro oyunu.

paragraf

  • Yun. Düz yazıda bölümlerden herbiri.

paralel

  • Yun. Müvazi.
  • Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.

parantez

  • Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.

parazit

  • Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması.
  • Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.

pastoral

  • Yun. Kır hayatına, köy âlemine dair yazılan manzume.

patrik

  • Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.

pedagog

  • Yun. Çocuk terbiyecisi, mürebbi.

peşm / پشم

  • Yapağı, yün. (Farsça)
  • Keten helvası. (Farsça)
  • Yün. (Farsça)

peşmin

  • (Peşmine) Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. (Farsça)
  • Sâde ve süssüz elbise. (Farsça)

peşrev

  • (Aslı: Pişrev) Önde giden. (Farsça)
  • Türk müziğinde bir saz eseri. (Farsça)
  • Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. (Farsça)
  • Bir çeşit ok. (Farsça)

pil

  • Topuk, ökçe. (Farsça)
  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)
  • Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. (Farsça)

pişekar / pişekâr / pîşekâr / پيشه كار

  • Sanatkâr, oyuncu. (Farsça)
  • Sanatçı. (Farsça)
  • Meslek sahibi. (Farsça)
  • Ortaoyununda oyunu başlatan sanatçı. (Farsça)

posteki

  • Koyun veya keçi postu.

proton

  • yun. Atom çekirdeğinde pozitif yüklü zerrecik.

ra'l

  • Koyunun kulağından kesilen parça.

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'raa

  • Suyun şiddetle akması.
  • Depretmek. (Çocuk) büyümek.
  • Bitirmek.

ra's

  • Boyanmış renkli yün.
  • Süt vermek.
  • Süt içmek.

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

rabız

  • Koyun ağılı.

radua

  • Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun.

rahil

  • (Çoğulu: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine "hamel" derler.)

rahla' / rahlâ'

  • Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun.
  • Yalnız arkası kara olan deve.

rahma'

  • Başı beyaz olan dişi koyun.

rakabat

  • (Tekili: Rakabe) Boyunlar. Ense kökleri.
  • Köleler, câriyeler. Kullar.

rakabe

  • Ense kökü, boyun.
  • Kul, köle, câriye.

rakraka

  • Su dökmek.
  • Su gelip gitmek.
  • Parlamak.
  • Suyun akması.
  • Suyun akması.

raks

  • Dans, oyun.
  • Dans, oyun.

ram / râm / رام

  • Boyun eğme.
  • Boyun eğme.
  • İtaat eden, boyun eğen. (Farsça)
  • Râm etmek: Boyun eğdirmek, itaat ettirmek. (Farsça)
  • Râm olmak: Boyun eğmek, itaat etmek. (Farsça)

ram olmak / ram

  • İtaat etmek, boyun eğmek.
    Ram: İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad.
    Teslim olmak, hükmü altına girmek (Farsça)

rametmek

  • Boyun eğdirmek, itaate getirmek.

raufe

  • Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş.
  • Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.

raum

  • Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun.

razı

  • Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden.
  • Boyun eğen, itaat eden.

re'ree

  • Gözü tez tez döndürmek.
  • Koyun çağırmak.

re'sa

  • Başı ve yüzü siyah olan koyun.

rebaz

  • Şehrin yarısı ve etrafı.
  • Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri.
  • Koyun ağılı.
  • "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.

rebeze

  • (Çoğulu: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü.

rebib

  • (Çoğulu: Rebâib) Üvey oğul.
  • Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe)

rebil

  • (Çoğulu: Rubul) Yoğun, semiz, besili.
  • Yer kuruyunca biten bir ot.
  • Uyluğun iç yanı.

rebiz

  • Koyun sürüsü.

recla'

  • Katı, sağlam, sert.
  • Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)

remak

  • Bedende ruhun bakiyyesi.
  • Koyun sürüsü.

reml

  • (Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu.
  • Filistin'de bir kasaba.

remla'

  • Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun.

renak

  • Mastar.
  • Suyun bulanık olması.
  • Kederli olmak, mükedder olmak.

reng

  • Renk, levn. (Farsça)
  • Suret, şekil. (Farsça)
  • Oyun, hile, dalavere. (Farsça)

resel

  • (Çoğulu: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat.

ress

  • Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu.
  • Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı.
  • Maden.
  • Dere.
  • İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.

reum

  • Yavrusunu seven deve.
  • Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.

ribbi / ribbî

  • (Çoğulu: Ribbiyyun) Büyük kalabalık.

ribze

  • Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.

rikab

  • (Tekili: Rakabe) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler.
  • Boyun, ense kökü.

riyazet / riyâzet / ریاضت

  • Nefsinin isteklerine boyun eğmeden yaşama. (Arapça)

rıza

  • Hoşnutluk, memnunluk, razı olma, peki deme.
  • İstek, kendi isteği.
  • Allah'ın yazdığına boyun eğme.

rol

  • Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım. (Fransızca)

rübba

  • (Çoğulu: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun.

rubu'

  • (Tekili: Rub') Dörtte birler.
  • Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.

rubuz

  • Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere "merbaz" derler)

rumi

  • Rumelinden olan, Anadolulu olan.
  • Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı.

rüsub

  • Kab içinde kalan su.
  • Suyun dibine batmak.
  • Tortu, dibe çöken, çöküntü.

sa'ran

  • Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.

sabga'

  • Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.

sabiin / sabiîn

  • (Tekili: Sâbiî) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.

sadak

  • Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.

sadat / sâdat / sâdât

  • (Tekili: Seyyid) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir.
  • Seyyidler, Hz. Peygamber'in soyundan gelenler.
  • Seyitler, efendiler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) soyundan gelenler.
  • Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler.
  • Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar.

sadat-ı ehl-i beyt / sâdât-ı ehl-i beyt

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) soyundan gelen seyyidler.

sadi'

  • Sabah vakti.
  • Koyun ve deve bölüğü.
  • Yedi günlük oğlan.

saet

  • Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.

saf

  • Tüylü ve yünlü hayvan.

saff suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.

safsata

  • Uydurma, aldatıcı mantık oyunu.

sagıye

  • Koyun.
  • Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.

şaha

  • Boyunduruk. (Farsça)

sahib-i nun / sâhib-i nun

  • (Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı.

sahib-ül hut / sâhib-ül hut

  • Peygamber Hazret-i Yunus'un (A.S.) bir nâmı.

sahle

  • (Çoğulu: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)

sahne

  • Manzara.
  • Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri.
  • Oyun yeri.

saime / sâime

  • Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.

sakka'

  • Kulağı çok küçük olan koyun.

santrifüj

  • yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet.

sarari / sararî

  • (Çoğulu: Sarariyyûn) Gemici.

sarat

  • Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.

şat

  • (Çoğulu: Şiyâh-Şiyât) Koyun.
  • Vahşi sığır.

satranç

  • 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.

şatrenc

  • Satranç oyunu.

saver

  • Eğri boyunlu olmak.

say'

  • Suyun akması.

say'ariyye

  • Boyunda olan işaret.

saye

  • (Çoğulu: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.

sayis

  • (Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü.

sebih

  • Kuş yeleğinin kopup düşeni.
  • Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.

sebt

  • (Çoğulu: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek.
  • Boyun vurmak.
  • Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü.
  • Cumartesi günü.
  • Şaşırmak, hayrette kalmak.
  • Çok zeki, dâhiye.
  • Başı tıraş etmek.

şecer

  • Ağaç. Kütük.
  • Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.

şecere

  • Tek ağaç, kütük.
  • Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel, soy kütüğü.

şedid-üş şekime

  • Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen.

şedidü'ş-şekime / şedîdü'ş-şekîme

  • Başkasına kolay kolay boyun eğmeyen, inatçı.

şeff

  • Yünden yapılan çok ince elbise.

sega'

  • Koyun ve keçi sesi.

şehl

  • Gözün siyahının maviye yakın olması.
  • Koyun gözü.

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

sekene-i karye

  • Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri.

şekla'

  • Beyaz dişi koyun.
  • Hâcet, ihtiyaç.

şelale

  • Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.

selis

  • Kolay, yumuşak.
  • Boyun eğmiş, bağlı.

selle

  • Koyun ve keçi sürüsü.
  • Yıkmak, hedm.
  • Kuyu içinden çıkartılan toprak.

şema'

  • (Çoğulu: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum.
  • Oyun.
  • Mizaç, huy.

şemerdel

  • Uzun boyunlu, seri davar.

sempati

  • Cana yakınlık, sıcak kanlılık. (Fransızca)
  • Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. (Fransızca)

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

seramac

  • Boyunduruk. (Farsça)

sere

  • Suyun çok olması.
  • Devenin meme deliğinin geniş olması.

serfüru

  • Boyun eğme.

serfüru bürde-i itaat ve ihtiram

  • İtaat ve saygıyla boyun eğme.

serfuru etme / serfurû etme

  • Boyun eğme, itaat etme.

şerif / şerîf / شریف

  • Şerefli, mübarek.
  • Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse.
  • Şerefli. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler.
  • Şerefli. (Arapça)
  • Hz. Hüseyin soyundan gelen. (Arapça)

şerka'

  • Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun.

şerşere

  • Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Meta, mal mülk.
  • Ağırlık. (Bu mânâya Çoğulu: Şerâşir)

serv

  • Mal artırmak.
  • Suyun çok olması.

seta'

  • Boyunun uzun olması.

sevaim

  • (Tekili: Sâime) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar.
  • Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar.

sevel

  • Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur.

sevg

  • Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi.
  • Kolay, âsan ve yumuşak olmak.

seviyye

  • (Çoğulu: Sevâyât) Koyun yatağı.

sevla'

  • Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel)

seyyid / سيد

  • Efendi, Peygamberimizin soyundan olan.
  • Efendi.
  • Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden.
  • Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât.
  • Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir.
  • Efendi.
  • Hazret-i Hüseyin'in neslinden (soyundan) gelenler.
  • Hz. Hasan'yn soyundan gelen. (Arapça)
  • Efendi. (Arapça)
  • Ağa. (Arapça)
  • Başkan. (Arapça)

şı'şa'

  • Uzun, yeynicek kimse.
  • Uzun boyunlu deve.

sib

  • Suyun aktığı yer.

sıbtır

  • (Çoğulu: Sibetrât) Uzun, tavil.
  • Uzun boyunlu bir kuş.

sidder

  • Bir oyun adı.

şifa ayet-i kerimeleri / şifâ âyet-i kerîmeleri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.

sıfır

  • Hiç. Olmayan bir şeyin ismi.
  • Hiç bir sayı olmamak.
  • Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası.
  • Fiz: Suyun donma derecesi.

sikaye

  • Su içilen kap. Maşraba.
  • İçme suyunun toplanması için yapılan yer.

silsile-i şerafet ve siyadet / silsile-i şerâfet ve siyadet

  • Soyunun bir taraftan Hz. Hasan—şeriflik—, diğer taraftan da Hz. Hüseyin—seyyidlik—vasıtasıyla Hz. Muhammed'in (a.s.m.) soyundan gelme silsilesi.

silsile-name

  • Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel. (Farsça)

silsilename

  • Meşhur ve mühim kimselerin silsilesini, soyunu gösteren liste.

sin / sîn

  • Çin.
  • Kirli olan ve kokan deve yünü.

sinaye

  • Yünden ve kıldan yapılan ip.

sir'et

  • Nefis.
  • Koyun.
  • Geyik.
  • Kadınlar.

sirac-ı musahhar / sirâc-ı musahhar

  • Emre boyun eğen lamba.

sire

  • (Çoğulu: Sıyer) Koyun ağılı.

sırme

  • (Çoğulu: Sırm) Bulut parçası.
  • Deve ve koyun sürüsü.

şirpençe / şîrpençe / شيرپنچه

  • Arslan pençesi. (Farsça)
  • Sırtta ve boyunda çıkan bir tür kan çıbanı. (Farsça)

sırr-ı teslimiyet

  • Allah'ın kanunlarına teslim olma ve boyun eğmenin içindeki gizli sır.

siyaha

  • Suyun akması.
  • Oruç tutmak.

şiyat

  • Yanmış yün ve pamuk kokusu.

siye

  • Koyun yatağı.

sofestaicesine

  • Sofistler gibi, safsata ve kelime oyunlarıyla kabul ettirmeye çalışırcasına.

sôfistaiyye / sôfistâiyye

  • Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.

sokrat

  • Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunu

strateji

  • yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş.

su'l

  • (Çoğulu: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme.
  • Koyunda küçük meme.
  • Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.

süac

  • Koyun avazı, koyun sesi.

sücre

  • (Çoğulu: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.

sud'a

  • Deve ve koyun bölüğü.

suf / sûf / صوف

  • (Çoğulu: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma.
  • Yün, yapağı, ibrişim.
  • Yün. (Arapça)

sufi

  • (Çoğulu: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.

şükara

  • Sütlü deve.
  • Sütlü koyun.

sükub

  • (Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi.

sume

  • Koyuna yapılan işaret ve nişan.

şürabiye

  • Bir şeye bakmak için boyun uzatmak. (Farsça)

şürefa / şürefâ / شرفا

  • (Tekili: Şerif) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler.
  • Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar.
  • Şerifler, Hz. Muhammed soyundan gelenler. (Arapça)

şürşur

  • Yund kuşu dedikleri kuş.

şutur

  • Irak, uzak, baid.
  • Bir memesi birisinden uzun olan koyun.
  • İki emziği kurumuş olan deve.

süyu'

  • Suyun akması.

ta'diye

  • Dağılmak.
  • Koyunun yününü kırkmak.

ta'sir

  • (Çoğulu: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma.

taayyünat-ı itibariye / taayyünât-ı itibariye

  • Farazî taayyünler; muhtemel şekil ve keyfiyetler.

tabi / tâbi / تابع

  • Boyun eğen, uyan.
  • Birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.
  • Uyan, tabi olan. (Arapça)
  • Boyun eğen. (Arapça)

tabi'

  • Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden.
  • Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.

tabiat-ı ma'siyet

  • İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak. (Farsça)

tahazhuz

  • Suyun deprenmesi, hareket etmesi.

tahfil

  • Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.

tahsir

  • Hasret bırakma. Hasret etme.
  • Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi.

tahyis

  • Zelil etmek, kepaze etmek.
  • Boyun eğdirmek. Muti etmek.

taka'ur

  • (Ka'r. dan) Çukurlaşma.
  • Kuyunun derin ve çukur olması.

takallüd

  • (Çoğulu: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak.
  • Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme.
  • (Kılıç) kuşanma.

taktil

  • (Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek.
  • Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.

takut

  • Feryun adı verilen darı cinsi.

takvid

  • Çok uzun boyunlu olmak.

tanzimat-ı hayriye

  • Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kuru

taride

  • Arap çocuklarına mahsus bir oyun.
  • Okları cilâ edip parlattıkları ağaç.

tark

  • Vurmak.
  • Dövmek.
  • Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak.
  • Bulanık su.
  • İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu.
  • Vücuttaki gevşeklik.

tasafün

  • Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.

tasriye

  • Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.

tass

  • (Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun.

tatfil

  • Uyuntuluk etmek.
  • Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi.

tatvi'

  • Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.

tav' / طوع

  • Boyun eğme, itaat. (Arapça)

tavk

  • Tâkat. Güç.
  • Boyuna takılan zinet. Gerdanlık.
  • Tasma.

tayi'

  • İtaat eden, boyun eğen kimse.
  • Bir işi kendi isteğiyle yapan.

tearri

  • (Uryet. den) Soyunma. Çıplaklaşma.

teayyün-i evvel

  • İlm-i ilâhîde ilk teayyün, zuhûr, ortaya çıkış.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

tebarek

  • Mübarek etsin (mealinde dua.) Teâlâ gibi mâzi fiiliyle mübalâğa ile bereketin Allah'tan zuhurunu ifade eder. (Suyun havuzda yükselmesi halinden alınmıştır.)

tebayünat / tebayünât

  • (Tekili: Tebayün) Tebayünler, iki şey arasındaki farklılıklar.

tebeccüs

  • Suyun açıktan akması.

tebeyyün / تبين

  • Ortaya çıkma, anlaşılma. (Arapça)
  • Tebeyyün etmek: Ortaya çıkmak, anlaşılmak. (Arapça)

tecerrüd

  • Soyunma, çıplak olma.
  • Evli olmama.
  • Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma.
  • İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme.
  • Herşeyden boş olma.

tedbih

  • Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.

tedeffuk

  • Suyun fışkırması. Atılmak.
  • Dökülmek.

teftik

  • (Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak.

teftiye

  • Lâğımcılık yapmak.
  • Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak..

tegannüm

  • Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme.

teh-i çah / teh-i çâh

  • Kuyunun dibi.

telahi

  • Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme.

telbib

  • (Çoğulu: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek.
  • Boyun.

telbis

  • (Lebs. den) Ayıbını, kusurunu örtüp iyi göstermek.
  • Suret-i haktan görünerek hile edip aldatmak.
  • Hile. Oyun.
  • Hile, oyun.

telbisat / telbisât

  • Telbisler. Hileler, oyunlar.

telehhi

  • Oynama. Oyun ile vakit geçirme.

telepati

  • yun. Gelecekte veya uzakta olan bir hâdiseyi o anda duyma hâli.

temsil / temsîl / تمثيل

  • Tiyatro oyunu. (Arapça)
  • Sözgelişi. (Arapça)
  • Özümseme. (Arapça)

temsilat / temsîlât / تمثيلات

  • Tiyatro oyunları. (Arapça)

tendif

  • Yün ve pamuk atmak.

tenedduh

  • Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması.

teneffüs

  • (Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme.
  • Tan yeri ağarma.
  • Deniz suyunun sahile vurması.
  • Üfürmek.
  • Okullarda ders araları verilen dinlenme.

tenfiş

  • (Çoğulu: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme.

tensil

  • (Kuş ve diğer hayvan) tüylerini yeleklerini, yününü ve kılını döküp kavlamak.

tenvih

  • Sulandırma.
  • Yaldızlama.
  • Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme.
  • Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma.
  • Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.

termos

  • yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap.

tesayül

  • Suyun revân olup akması.

tesellüb

  • Soyunma.
  • Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

teşetti

  • (Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme.

teshir eden

  • Boyun eğdiren.

teshir etmek

  • Boyun eğdirmek.

teshir-i ilahi / teshir-i ilâhî

  • Allah'ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi.

teshir-i rabbani / teshir-i rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın herşeye boyun eğdirmesi.

teshir-i sehab

  • Bulutların emre boyun eğdirilmesi.

teshir-i şems ve kamer ve nücum

  • Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdirme.

teslib

  • Soyunmak.
  • Gammazlık.
  • Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi.

teslim / تسليم

  • Kendini, başkasının irâdesine terketme (bırakma), onun emrine uyma, boyun eğme, itâat etme.
  • Boyun eğme.

teslimiyet

  • Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.

testih

  • Yün ve pamuk tepmek.

tetavvuk

  • Boyuna gerdanlık gibi şeyler takma.

teveccüh-ü amme / teveccüh-ü âmme

  • Kamuoyunun teveccühü, halkın ilgisi.

tevhid-i ceberut

  • Bütün varlıklara boyun eğdiren kudret ve otoritenin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve kudret ve otorite hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.

tezeyyün-ül ezhar / tezeyyün-ül ezhâr

  • Çiçeklerin tezeyyünü, ziynetlenmeleri.

tezeyyünat / tezeyyünât

  • (Tekili: Tezeyyün) Süslenmeler, ziynetlenmeler.

tezriye

  • Savurmak.
  • Koyunun yününü kırkıp arkasında bir miktarını bırakmak.
  • Zelil etmek, kepâze yapmak.

ti' / tî'

  • Kırk baş koyun.

tıksar

  • Halka biçiminde taç.
  • Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ.

tıla'

  • Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç.
  • Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız.
  • Cilâ verecek boya.
  • Diş sarılığı.
  • Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.
  • Büyük yılan; astronomide yedi burç boyunca uzanan hafif beyazlık.

tiyatro

  • yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer.
  • Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.

trajedi

  • yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.

tubale

  • (Çoğulu: Tubâlât) Dişi koyun.

tuhare

  • Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.

tuhm

  • (Çoğulu: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.

tulan

  • (Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.

tulye

  • (Çoğulu: Tulâ) Boyun önü.
  • Göğüs önü.

tür'a

  • (Çoğulu: Türa' - Türüât) Kanal.
  • Suyun taştığı yer.
  • (Çoğulu: Türa') Kapı. Derece.
  • Bağ ve bostan.
  • Kanal.
  • Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.

tura

  • (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak.
  • Kamçı, örme kırbaç.
  • Demet, bağ, paket.

türa'

  • (Tekili: Tür'a) Kanallar.
  • Suyun taştığı yerler.

türüat

  • (Tekili: Tür'a) Kanallar.
  • Suyun taştığı yerler.

ubudiyyet / ubûdiyyet

  • Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak. Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.

ubur

  • Geçmek. Atlamak.
  • Zorlamak.
  • Suyun öte kıyısına geçmek.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ücun

  • Suyun renginin ve tadının bozulması.

ukabeyn

  • İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı.
  • Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş.
  • Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası.
  • Havuz içinde akan suyun yolu.
  • Büyük ilim.

ukad

  • (Tekili: Ukde) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.

ükule

  • Sürüden ayırıp beslenilen koyun.

ül'üban

  • Oyuncu, aktör.

ül'ube

  • Piyes, oyun.

ulebit

  • Yoğun ve büyük nesne.
  • Koyun sürüsü.

ülhiyye

  • Çocuk oyuncağı, oyuncak.

ülhüvve

  • Oyuncak, çocuk oyuncağı.

ünbuse

  • Çocukların oyunu.

unk

  • Boyun, gerdanlık, gerdan.

unsuriyet

  • Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.

üstümm

  • (Çoğulu: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.

üsun

  • Suyun tad ve renginin değişmesi.
  • Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.

vasiyle / vasîyle

  • Cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. Buna vasîyle denirdi.

vati

  • Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)

veber

  • Bedevi, göçer.
  • Deve yünü.
  • Davar tırnağı.

vecar

  • (Çoğulu: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

veled-i sulbi / veled-i sulbî

  • Öz oğul, evlenmekle hâsıl olan kendi soyundan gelen çocuk.

velsan

  • Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.

verid

  • Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı.
  • Kırmızı gül.

veşelan

  • Suyun akışı.

vicar

  • (Çoğulu: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

virat

  • Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.

yal / yâl / یال

  • Kuvvet, güç. Boyun, gerdan. (Farsça)
  • Yele. (Farsça)
  • Boyun. (Farsça)

yenme

  • (Çoğulu: Yünem) Bir nevi ot.

yeser

  • Kolaylık, sühulet.
  • Birinin sağ tarafından gelme.
  • Yün, ip gibi şeyleri bükme.

yug

  • Boyunduruk. (Farsça)

yuğ / yûğ / یوغ

  • Boyunduruk. (Farsça)

yunani / yunanî

  • Eski Yunanlılar döneminde çeşitli varlıklara ve tabiat olaylarına ilâhlık veren bâtıl dinlere mensup olan.

yunus / yûnus

  • Yûnus (a.s.).

yunus aleyhisselam / yûnus aleyhisselâm

  • Musul yakınındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babasının ismi Metâ'dır. Yûnus aleyhisselâm Âsûr Devleti'nin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

yunusvari / yunusvâri

  • Yunus gibi.

zaarre

  • Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zarr

  • Soğuktan dolayı suyun donması.

ze've

  • (Çoğulu: Ze'vât) Zayıf koyun.

zemahşeri / zemahşerî

  • (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.

zemim

  • Burun suyu, sümük.
  • Koç ve teke zekerinden akan bevl.
  • Koyun emziğinden akan süt.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zenne

  • Kadın kısmı.
  • Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.

zereb

  • (Çoğulu: Zerâib) Koyun ağılı.

zeum

  • Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun.

zevd

  • Koyunu su yerinden sürmek.
  • Sevk.

zıhrıt

  • Koyun ve deve burunlarından akan sümük.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın