REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Yuksek ifadesini içeren 781 kelime bulundu...

a'la / a'lâ / اعلى / اعلي / اَعْلٰي

  • Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan.
  • En yüksek, en yüce. (Arapça)
  • En yüksek.
  • En yüksek, en kıymetli.

a'la-yı illiyyin / a'lâ-yı illiyyîn

  • Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri.
  • Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.

a'raf / a'râf

  • (Tekili: Arf) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer. (Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)
  • Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.

abdiyyet

  • Kulluk makamı. Evliyâlığın en yüksek makâmı, derecesi. İyilikleri Allahü teâlâdan bilip kendinden bilmemek.

abdulhamid ll

  • (mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

acc

  • Yüksek sesle haykırma,
  • Gürültü çıkarma. Deveyi döğme.

acza'

  • Dübürü büyük kadın.
  • Kumdan yığılmış yüksek tepe.

adalet-i aliye / adalet-i âliye

  • Yüksek adalet.

adn cenneti

  • Yedi kat göklerin üzerinde yaratılan sekiz Cennetten derece bakımından en yüksek olanı.

ahil / âhil

  • Erkeği olmayan kadın.
  • Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah.

ahlak-ı aliye / ahlâk-ı âliye

  • Yüksek ahlâk.

ahlak-ı hasene / ahlâk-ı hasene

  • Yüksek ahlâkı en parlak ve ulvi bir şekil ve ruhta gösteren ve bilfiil yaşayan Peygamberimizin (A.S.M.) ve O'nun yolunda gidenlerin ahlâkı.

ahlak-ı samiye / ahlâk-ı sâmiye

  • Yüksek ahlâk.

ahlak-ı ulviye / ahlâk-ı ulviye

  • Yüksek ahlâk.

ahsen-i takvim

  • En güzel kıvama koyma.
  • Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.

ahzel

  • Yüksek olmak, irtifa.

ahzem

  • İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli.
  • Yüksek yer.
  • Göğsü büyük.

akademi

  • yun. Yüksek mekteb.
  • Âlimler, edebiyatçılar heyeti.
  • Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer.
  • Çıplak modelden yapılan insan resmi.
  • Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetl

akar

  • Köşk, yüksek bina.
  • Bâbil vilayetinde bir yer adı.
  • Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak.
  • Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.

aktab / aktâb

  • Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir.

al / âl / عال

  • Yüksek. Âlî. Yüce. Bülend.
  • Yüce, yüksek. (Arapça)

ala

  • Yükseklik. Büyüklük. şeref. şan.

ala-yı illiyin / âlâ-yı illiyîn

  • Yüceler yücesi, en yüksek mertebe.

ala-yı illiyyin / alâ-yı illiyyîn

  • Allah katında en iyilerin derecesi, cennetin en yüksek derecesi, en yüksek mertebe.

ala-yı illiyyin-i insaniyet / âlâ-yı illiyyîn-i insaniyet

  • İnsanlığın en yüksek derecesi.

alaye

  • Yüksek yer, yükseklik.

alem

  • Bayrak.
  • Nişan, işâret.
  • Özel isim.
  • Mc:Yüksek dağ.
  • Büyük âlim.
  • Üst dudakta olan yarık.

ali / âli / âlî / عالى

  • Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan.
  • Yüce, yüksek.
  • Yüksek, yüce.
  • Yüce; yüksek. (Arapça)

ali-cenab / âli-cenab

  • İyilik sahibi, yüksek ahlâklı. Cömerd. Büyük zat. (Farsça)

ali-fıtrat / âli-fıtrat

  • Yüksek fıtratta olan.

ali-himmet / âli-himmet

  • Himmeti yüksek. Gayreti çok.

ali-kadr / âli-kadr

  • Çok takdir edilen. Yüksek değer sahibi. Kadr ü kıymeti yüksek.
  • Meşhur bir çeşit lale.

ali-makam / âli-makam

  • Makamı yüksek, yeri yüksek.

ali-mekan / âlî-mekan

  • Makamı, yeri, derecesi yüksek olan.

ali-şan / âlî-şan

  • Şan ve şerefi yüksek olan.
  • Meşhur bir cins lâle.

alicah / âlicah / âlîcâh / عالى جاه

  • (Ali-câh) Mevkii yüksek. Yüce mevkide bulunan. (Farsça)
  • Yüksek dereceli. (Arapça - Farsça)

alicenab / âlicenab

  • Yüksek ahlâklı.

alicenabane / âlicenâbâne / âlîcenabâne

  • Büyüklere yakışır, yüksek bir tarzda.
  • Yüksek ahlâklı birine yakışır biçimde.

alicenap / âlicenap

  • Yüksek ahlâklı, şerefli.

alihimmet / âlihimmet

  • Himmeti yüksek, gayreti çok olan.

alikadir / âlikadir

  • Kadri yüce, yüksek kişilik sahibi.

alikadr / âlikadr / âlîkadr

  • Yüksek değer sahibi; çok takdir edilen.
  • Kıymeti yüksek.

alimakam / âlîmakâm / عالى مقام

  • Yüksek makamlı. (Arapça)

alinazar / âlînazar / عالى نظر

  • Yüksek görüşlü. (Arapça)

alişan / âlişân

  • Şan ve şerefi yüksek olan.

aliye / âliye / âlîye / عاليه

  • Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan.
  • Necid ve Hicaz ülkesi.
  • (Çoğulu: Avali) Süngü başı.
  • Yüce, yüksek.
  • Yüce, yüksek.
  • Yüce, yüksek. (Arapça)

aliyy

  • Necip, büyük, yüksek, meşhur, namdar, ünlü.

aliyy-ül a'la

  • En üstün, birincilerin birincisi. En yüksek. Pek iyi.

allahü zü'l-kerem teala ve tekaddes hazretleri / allahü zü'l-kerem tealâ ve tekaddes hazretleri

  • Namı ve şerefi yüksek olan, her türlü kusur ve eksikliklerden münezzeh olan, cömertlik ve ikram sahibi Allah.

alya

  • Yüksek yer, yükseklik.
  • Gökyüzü.

amut / amût

  • Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası. (Farsça)

arf

  • Güzel koku.
  • Yüksek yer.
  • Atın yelesi.
  • Horozun ibiği.

arş / عَرْشْ

  • Bağ çardağı.
  • Gölgelik.
  • Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.)
  • Fevkiyyet, ulviyyet.
  • Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk
  • Kâinatı kuşatan en yüksek âlem, bir şeyin en yüksek hududu.

arş-ı a'zam / عَرْشِ اَعْظَمْ

  • Kâinâtı kuşatan en yüksek âlem, bir şeyin en yüksek hududu.

arş-ı berin

  • Arş-ı âlâ. Göğün en yüksek tabakası.

arş-ı marifetullah

  • Allah'ı hakkıyla tanımanın ve bilmenin en yüksek derecesi.

arştan ferşe

  • Göğün en yüksek tabaksından yere.

arz-ı mahzar

  • Bir işin yapılması için, yüksek bir mevkiye halk tarafından topluca verilen dilekçe.

asar-ı aliye / âsâr-ı âliye

  • Yüksek kıymete sahip olan eserler.

asar-ı bergüzide / âsâr-ı bergüzîde

  • Yüksek değerdeki eserler.

asar-ı giran-baha / âsâr-ı giran-bahâ

  • Çok kıymetli, değeri yüksek olan eserler.

ashab-ı kiram

  • Yüksek şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler.

ashab-ı meymene / ashâb-ı meymene

  • Dinen ihtiram mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahibleri. Hayırlı kimseler.

atam

  • (Tekili: Utum) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

avaz / âvâz

  • Sadâ, Yüksek ses. (Farsça)
  • şöhret. (Farsça)
  • Ses, sada
  • Sesleniş.
  • Yüksek ses.

avaz ü niyaz / âvâz ü niyaz

  • Yüksek sesle dua, yalvarış.

avaze

  • Nam, şöhret, ün. Yüksek ses. (Farsça)

avend

  • Sicim, ip. (Farsça)
  • Senet, delil. (Farsça)
  • Kapkacak. (Farsça)
  • Taht, yüksek mertebe. (Farsça)
  • Satranç oyunu. (Farsça)
  • Evvel, önce, ilk. (Farsça)

avil

  • Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd.
  • Meyletme.

ayin-han / âyin-han

  • Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse. (Farsça)

ayine-i iskender

  • Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

ayyuk

  • Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi.
  • Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri.
  • Gökyüzünün pek yüksek yeri.

ba'l

  • (Çoğulu: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer.
  • Hayret.
  • Zaaf, zayıflık.

bab-ı ali / bâb-ı âlî

  • Yüksek kapı.
  • Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina.
  • Mc: Osmanlı Hükümeti.

bade-i ikbal / bâde-i ikbal

  • İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.

bala / bâlâ

  • Yüksek, yüce.
  • Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat. (Farsça)
  • Yüksek, yukarı.

bala kamet / bâlâ kamet

  • Yüksek, yüce şahsiyet.

balahan / bâlâhân

  • Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren. (Farsça)

balahani / bâlâhânî

  • Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. (Farsça)

balakamet / bâlâkamet

  • Yüksek boy. (Farsça)
  • Yüksek şeref. (Farsça)

balapervaz / bâlâpervaz / بالاپرواز

  • Yüksekten uçan.
  • Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.
  • Yükseklerden uçan. (Farsça)

balapervazane / bâlâpervazâne / bâlâpervâzâne

  • Yüksekten uçar gibi.
  • Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.
  • Yüksekten uçarcasına.
  • Yüksekten konuşarak, atıp tutarak.

balarev

  • Yüksekten giden. (Farsça)

balater

  • Pek yüksek, daha yüksek. (Farsça)

bam-ı bülend

  • Yüksek çatı.
  • Gökyüzü, sema.

banka

  • İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu mal

bargah / bârgâh / بارگاه

  • Yüksek huzur, padişah huzuru. (Farsça)
  • Otağ. (Farsça)

barograf

  • yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)

başid dağı / bâşid dağı

  • Van civarında bulunan ve yüksekliği 3750 m. olan bir dağdır, kayıtlarda "Başet Dağı" olarak anılır.

başit

  • Van civarında bulunan ve yüksekliği 3750 m. olan bir dağdır, günümüzde "Başet Dağı" olarak anılır.

basite

  • Yükseklik ölçen yayvan güneş saati.
  • Döşeme minder.
  • Düz yer.

becra'

  • Yüksek yer, yüksek tepe.
  • Göbeği çıkmış kadın.

bedia

  • Yaratma.
  • Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel.

bedih

  • Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.

bel

  • Ökçe. Ayakkabı altının topuğa rastlayan yüksek kısmı. (Farsça)
  • t. Geminin orta kısmı.
  • Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası.
  • Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.

ber-belend

  • Çok yüksek yer veya rütbe. (Farsça)

berin / berîn / برین

  • Pek yüksek, en yüce. (Farsça)
  • Yarık, yırtık, delik. (Farsça)
  • Yüksek, yüce. (Farsça)

berka'

  • (Çoğulu: Berkavât) Yüksek yer.
  • Taşlı balçık.

bermal

  • Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri. (Farsça)

berter

  • Daha yüksek, daha üstte, âlâ. (Farsça)

biş-baha

  • Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli. (Farsça)

bülend / بلند / بُلَنْدْ

  • Yüksek, büyük. (Farsça)
  • Yüksek.
  • Yüksek, yüce.
  • Yüksek. (Farsça)
  • Yüce. (Farsça)
  • Yüksek.

bülend-avaz / bülend-âvâz

  • Haykırma, yüksek ses. (Farsça)

bülend-paye / bülend-pâye

  • Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan. (Farsça)

bülendi / bülendî

  • Yükseklik, yücelik. (Farsça)

bülendpervaz / bülendpervâz / بلندپرواز

  • Yükseklerden uçan. (Farsça)
  • Şerefli. (Farsça)

burc

  • Kale, yüksek bina.
  • Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi.
  • Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep.

burcas

  • Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

buruc-u samiye / buruc-u sâmiye / burûc-u sâmiye

  • Yüksek burçlar.
  • Yüksek burçlar.

büzürgmeniş

  • Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan. (Farsça)

canib

  • Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf. (Farsça)

cebel

  • Dağ, yüksek tepe.
  • Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse.

cefcef

  • Yüce, yüksek yer.
  • Katı yel.

ceharet

  • Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.

cehir

  • (Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
  • Güzel, dikkate değer.

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

cehri / cehrî

  • Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
  • Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.

celil

  • Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.

cem'are

  • Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar.
  • Kabile ismi.
  • Küçük kuş.

cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

  • Manevî âlemlerde en yüksek seviyeler olan kutupluk, gavslık ve ferdiyet özelliklerini üzerinde toplama; bu makamlara sahip olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî hazretleri.

cemi-i ahlak-ı aliye / cemi-i ahlâk-ı âliye

  • Bütün yüksek ve üstün ahlâklar.

cenab-ı peygamber / cenâb-ı peygamber

  • Yüksek şeref sahibi olan Peygamber Efendimiz.

cennetü'l-firdevs

  • Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek yeri.

cerrahhane / cerrahhâne

  • Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.

cevahir-i aliye / cevâhir-i âliye

  • Yüksek ve kıymetli cevherler.

cevher-i ulvi / cevher-i ulvî

  • Ateş, nâr.
  • En yüksek cevher.
  • Ruh.

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

cibal-i şahika / cibal-i şâhika / cibâl-i şâhika

  • Yüksek dağlar.
  • Zirvesi çok yüksek olan dağlar.

cihat-ı selase / cihât-ı selase

  • Üç uzunluk: En, boy, yükseklik.

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

civanmerdane / civanmerdâne

  • Mert ve yüksek cesaret taşıyan bir kişi gibi.

cühera

  • (Tekili: Câhir) Yüksek sesle açık olarak söylenenler.

cümle-i celile / cümle-i celîle

  • Görkemli ve yüksek anlamlı cümle.

cünbuh

  • Kalın, uzun ve yüksek nesne.
  • Büyük bit.

dakaik-aşina

  • İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. (Farsça)

damen-i mualla / dâmen-i muallâ

  • Yüksek şerefli dâmen, muallâ etek.
  • Mc: Yüksek namus sâhibi.
  • Yüksek namus sahibi; yüce, yüksek etek.

dana-i bimüdani / dânâ-i bîmüdânî

  • Eşsiz âlim, ilmi yüksek kişi.

dar-ı şura-yı askeri / dâr-ı şura-yı askerî

  • 1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.

define

  • Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer.
  • Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse.

deha-i kudsi / deha-i kudsî

  • Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.

deha-yı askeri / dehâ-yı askerî

  • Askerî dehâ, yüksek zekâ.

deha-yı felsefi / dehâ-yı felsefî

  • Felsefeden güç alan yüksek akıl.

dehaet

  • Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.

dehaz

  • Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme. (Farsça)

dellal / dellâl

  • İlân edici. Yüksek sesle bildiren.
  • Müşterileri çeken. Davet eden.
  • Hakka davet eden.
  • Yüksek sesle ilan eden, duyuran.

dellal-i alişan / dellâl-i âlişân

  • Şânı yüksek olan duyurucu, tebliğ edici

dem

  • Nefes. Soluk. (Farsça)
  • Ağız. (Farsça)
  • Nazar. (Farsça)
  • An, vakit, saat. (Farsça)
  • Koku. (Farsça)
  • Kibir, gurur. (Farsça)
  • Âli, yüksek. (Farsça)
  • Körük. (Farsça)

demdem

  • Yüce, yüksek yer.

demdeme

  • Gürültü, yüksek ses.

derecat

  • (Tekili: Derece) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.

derece-i aliye / derece-i âliye

  • Yüksek derece.

derece-i kemal / derece-i kemâl

  • En yüksek mükemmellik derecesi.

derece-i melekiye

  • Yüksek olan meleklik mertebesi, derecesi.

derece-i ulviyet

  • Yücelik, yükseklik derecesi.

dergah-ı ali / dergâh-ı âlî

  • Padişah kapısı. Yüksek dergâh.

desatir-i aliye / desatir-i âliye

  • Yüksek ve ulvi düsturlar ve kaideler.

dest ve damen-i mualla / dest ve dâmen-i muallâ

  • Yüce, yüksek el ve etek.

diamet

  • Binaya vurulan destek, direk, payanda.
  • İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef.

divan

  • Şiir kitabı, yüksek idare meclisi, mahkeme, sedir.

divan-ı harp

  • Harp divanı. Yüksek rütbeli askerlerin harp mes'eleleri veya harp suçluları hakkında işler için toplandıkları meclis.

divan-ı muhasebat

  • İnsanların sorgulanıp hesaba çekileceği yüksek makam; mahşerdeki hesap.

dua-yı fazılane / dua-yı fâzılâne

  • Yüksek, faziletli dualarınız.

duka

  • Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.

eali

  • (Tekili: A'lâ) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.

eb'ad-ı selase / eb'âd-ı selâse

  • Üç uzaklık ki bunlar : En, boy, yükseklik (derinlik).

ebced hesabı

  • Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdiseler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk Ebediyatında hâdiselerin tarihleri Ebced hesâbı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek me

ebniye-i mürtefia

  • Yüksek binalar.

ecille

  • (Tekili: Celil) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.

eczahane-i kudsiye-i kur'aniye / eczahane-i kudsiye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce, yüksek ve bütün kusurlardan uzak eczahanesi.

edeb-i illiye-i adile-i kur'aniye / edeb-i illiye-i âdile-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın âdil yüksek edebi.

efkar-ı aliye / efkâr-ı âliye

  • Yüksek düşünceler, fikirler.

efraz

  • Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend. (Farsça)

ehdaf

  • (Tekili: Hedef) Hedefler, nişan alınan yerler.
  • Yüksek yerler.
  • Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.

ehl-i medaris

  • Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği yüksek eğitim kurumlarına mensup olanlar.

eimme-i alişan / eimme-i âlîşan

  • Çok yüksek mertebesi ve büyük kıymeti olan imamlar. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî gibi.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

ekeme

  • Bayır, yüksekte olan taşlık tepe.

ekme

  • (Çoğulu: Ekemât-Üküm) Yüksek yer.

ekmeh

  • Anadan doğma kör.
  • Tepe,bayır, yüksek yer.

el-hakku ya'lu / el-hakku ya'lû

  • Hak gâlib ve yüksektir, meâlindedir. Bu mâna, bir Hadis-i Şerife işaret eder.

emn

  • Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık.

emr-i celil-i nebevi / emr-i celîl-i nebevî

  • Peygamberimizin yüksek emri.

emt

  • Yüksek yer. Küçücük tepecikler.
  • Doldurma.

encad

  • (Tekili: Necd) Yüksek yerler, yüce mekânlar.

enda'

  • Yüksek, yüce, âlâ.
  • (Tekili: Nedâ) Nedâlar, çiğler, şebnemler.

enmuzec-i kemal / enmûzec-i kemâl

  • Yüksek fazilet ve olgunluk örneği.

erfa' / ارفع

  • Daha yüksek, çok ulvi, en yüce.
  • Çok yüce, çok yüksek. (Arapça)

erkan-ı askeriye / erkân-ı askeriye

  • Yüksek rütbeli askerler. Zabitler, subaylar.

ervah-ı aliye / ervâh-ı âliye

  • Yüksek ruhlar.

esasat-ı aliye / esasat-ı âliye

  • Yüksek esaslar, hakikatler.

esbab-ı nakziyye

  • Bir hükmün daha yüksek bir merci tarafından bozulmasını icâb ettiren sebepler. Bozma sebepleri.

eser-i ali / eser-i âlî

  • Yüksek, yüce eser.

eser-i alü'l-ali / eser-i âlü'l-âlî

  • Çok yüksek ve kıymetli eser.

esna'

  • Bülent, yüksek, yüce, ulvi.

eşveş

  • Göz ucuyla bakan kişi.
  • Yüksek bina.

evc

  • Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve.
  • Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları.

evc-i bala / evc-i bâlâ

  • En yüksek nokta.

evc-i rif'at

  • Yüksekliğin son noktası, zirvesi, tepesi.

evc-pervaz

  • Yüksekte uçan. (Farsça)

evliya

  • (Tekili: Veli) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar.

ezan / ezân

  • Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak) için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak.

ezan-ı muhammedi / ezân-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet.

ezan-ı muhammedi (a.s.m.) / ezan-ı muhammedî (a.s.m.)

  • Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet.

ezvak-ı letaif-i ulya / ezvâk-ı letâif-i ulyâ

  • Çok yüce ve yüksek olan güzelliklerin verdiği zevkler.

fahamet

  • (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)

fay

  • Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık. (Fransızca)

fazail-i aliye / fazail-i âliye

  • Yüksek faziletler.

fazilet / fâzilet

  • Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.
  • Yüksek meziyet, erdem.

fedfed

  • (Çoğulu: Fedâfid) Düz yer.
  • Büyük sahrâ.
  • Yaban.
  • Yüksek mekân.
  • Sığır buzağısı.

fer'a

  • (Çoğulu: Furu') Bit.
  • Yüksek yer.

ferasetli

  • Çabuk sezen, yüksek anlama kabiliyetine sahip olan.

ferd-i ferid / ferd-i ferîd

  • Benzeri daha hiç gelmemiş.
  • Hz. Muhammed (A.S.M.)
  • Asrın en yüksek ve en değerli Zâtı. Asırda bir gelen büyük veli.

ferdiyyet

  • Tasavvufta yüksek bir mertebe.

ferşten arşa

  • Yerden göğün en yüksek tabakasına.

feryad / feryâd

  • Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan. (Farsça)
  • Yüksek sesle yardım isteme.

feryad u fizar / feryad u fîzar

  • Yüksek sesle bağırıp haykırmak, yardım istemek.

feryadüfizar / feryâdüfîzar

  • Yüksek sesle yardım isteme ve yalvarma.

fevk

  • Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı.

fevkalade / fevkalâde

  • Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette.

feyz

  • (Çoğulu: Füyuz) Bolluk, bereket.
  • İlim, irfan. Mübareklik.
  • Şan, şöhret.
  • İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak.
  • Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
  • Bir haberi fâş etmek.
  • İçindeki düşüncesini izhar etmek.

feyz ü rif'at

  • İlerleme, bolluk ve yükseklik.

feyz-i ulvi / feyz-i ulvî

  • Yüksek, yüce feyiz.

feza-yı ulvi / feza-yı ulvî / فَضايِ عُلْوِي

  • Yüksek uzay boşluğu.

figan-tiz / figân-tiz

  • Yüksek feryad.

fıkh-ı ekber

  • Yüksek fıkıh. Dinî bilgilerin en mühim olanı. İmana dair ilim.
  • İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur eserinin ismi.

fikr-i ali / fikr-i âlî

  • Yüksek fikir.

firaz

  • Yukarı, yüksek. (Farsça)
  • Çıkış, yokuş. (Farsça)
  • Kaldıran, yükselten, yücelten. (Farsça)

firazi / firazî

  • Yukarılık, yükseklik. (Farsça)

firdevs / فِرْدَوْسْ

  • Güzel bahçe; Cennetin en yüksek yeri.
  • Cennetin yüksek bir katı.

fürut

  • (Çoğulu: Efrât) Haddini tecavüz eden.
  • İsraf.
  • Zayi.
  • Yüksek mevzi.

gabari

  • Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü. (Fransızca)

gaben-i fahiş / gaben-i fâhiş

  • Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte %2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda %5, hayvan için %10, binâ için %20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.

gala

  • Yüksek kıymet, pahalılık.
  • Bir şeyin haddini aşması.

galba

  • Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe.
  • Pek yüksek ve büyük tepe.

gavsiyet

  • Evliyaların başı olma, velilik mertebelerinde yüksek bir makamda olma; en büyük yardım etme makamı.

gavsiyyet

  • Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak.

gayr-ı süfli / gayr-ı süflî

  • Alçak olmayan; yüksek, zengin ve bilginler sınıfı.

giran-saye

  • Yüksek makam ve mevki sahibi. (Farsça)
  • Ordu kumandanı. (Farsça)

gulane

  • Üstün bir gayretle. Yüksek bir himmetle. (Farsça)

gurfe

  • Yüksek, âli bina.
  • Yüksek derece.
  • Cennet köşkleri.

gurfe-i aliye / gurfe-i âliye

  • Yüksek çardak. Yüksek köşk.
  • Balkon, cumba.

gururiyet

  • Böbürlenme, kuruntuya kapılarak kendini yüksek görme.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacer-ül-esved

  • Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.

hacerü'l-esved

  • Kabe'nin doğu köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan semavî, kutsal siyah taş.

hadin

  • Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)

hakaik-i aliye / hakaik-i âliye

  • Yüce, yüksek hakikatler, esaslar.

hakaik-i aliye-i ilahiye / hakaik-i âliye-i ilâhiye

  • Allah'a ait yüksek, yüce hakikatler, gerçekler.

hakaik-i semavat / hakaik-i semâvât

  • Gökler gibi yüksek hakikatler.

hakikat-ı aliye / hakikat-ı âliye

  • Yüksek, yüce gerçek.

hakikat-i aliye / hakikat-i âliye

  • Yüksek, yüce gerçek ve doğru.

hakikat-i şahika / hakikat-i şâhika

  • Çok yüce ve yüksek hakikat.

hakk-ı fazılaneleri / hakk-ı fâzılâneleri

  • Yüksek zâtınız hakkında.

hakkalyakin / hakkalyakîn

  • Kendisi yaşamışcasına en yüksek seviyede bilme.

hanes

  • Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması.
  • Sığır burnu.

harra

  • (Hurur) Yüksekten aşağı düşmek.

harur

  • Yüksekten düşmek.
  • Akla gelmedik cihetten hücum etmek.

harva

  • Büyük kumlu tepe.
  • Yüce, yüksek.
  • Bir dağın adı.

hasail-i gàliye / hasâil-i gàliye

  • Yüksek ve üstün hasletler, özellikler.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

haşhaşa

  • Silah sesi, yüksek ses.
  • Silâh.
  • Kuru ot.
  • Yeni kaftan.

hatt-ı bala / hatt-ı bâlâ

  • Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat. (Farsça)

hatun

  • (Çoğulu: Havâtın) Kadın. Hanım.
  • Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.

havass / havâss

  • Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan zâtlar.

hayalat-ı aliyye / hayalât-ı âliyye

  • Yüksek ve âli hayaller.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

hazm

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Zaptetmek.
  • Kast etmek.
  • Bağlamak.
  • Yumuşak yüksek yer.
  • Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar.
  • Basiretle hareket etmek.

hedef

  • Nişan noktası.
  • Emel. Varılmak istenen gaye.
  • Yüksek, bülend.
  • İri vücudlu adam.
  • Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan.

hey'et-i a'yan / hey'et-i a'yân

  • Senato.
  • Mertebesi yüksek ve itibar edilenlerin heyeti.

heyet-i aliye / heyet-i âliye

  • Yüksek kurul.

heyet-i aliye-i ilmiye / heyet-i âliye-i ilmiye

  • Yüksek ilim heyeti.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hezarfenn

  • Çok bilen, bir çok san'atı birden çok yüksek derecede yapabilen. (Farsça)
  • Minâre ustası. (Farsça)

hezbe

  • (Çoğulu: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur.
  • Otu az olan yüksek tepe.

hikmet-i aliye-i beşeriyet / hikmet-i âliye-i beşeriyet

  • İnsanlığın yüksek hikmeti, gayesi.

hikmet-i aliye-i kainat / hikmet-i âliye-i kâinat

  • Evren ile ilgili yüksek bilgi.

hil'at

  • Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hilafet-i aliye-i osmaniye / hilâfet-i âliye-i osmaniye / hilâfet-i aliye-i osmâniye / خِلَافَتِ عَلِيَۀِ عُثْمَانِيَه

  • Yüksek Osmanlı hilâfeti.
  • Yüksek Osmanlı halifeliği.

hiss-i ulvi / hiss-i ulvî

  • Yüce, yüksek his.

hissiyat-ı ulviye / hissiyât-ı ulviye

  • Yüksek hisler, ulvi duygular.
  • Yüksek hisler, yüce duygular.

hissiyat-ı ulviye-i diniye

  • Dinden gelen yüksek hisler, yüce duygular.

hissiyat-ı ulviye-i insaniye / hissiyât-ı ulviye-i insaniye

  • İnsanın yüksek duyguları.

hissiyat-ı ulviye-i rakika / hissiyat-ı ulviye-i rakîka

  • Yüksek ve ince hisler, duygular.

hubb-u maali / hubb-u maâlî

  • Yüksek, yüce sevgi.

hükümdar

  • Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator. (Farsça)

hulefa-i raşidin / hulefâ-i râşidîn

  • Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

huluk-u azim / huluk-u azîm

  • Çok yüce ve yüksek meziyetlerle yaratılıp donatılmış olma.

hüma-yi ikbal / hümâ-yi ikbal

  • Devlet kuşu.
  • Mc: Yüksek talih, iyi uğur.

hümapaye

  • Çok yüksek dereceli. (Farsça)

hümapervaz

  • Hümâ gibi yükseklerde uçan. (Farsça)
  • Mc: Yüksek himmetli. (Farsça)

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

huşu'

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.

husun-i refia / husun-i refîa

  • Yüksek kaleler.

hutbe

  • Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd, Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.

huzur-u ali / huzur-u âli

  • Yüksek huzur.

huzur-u hazretiniz

  • Yüksek huzurunuz (bir saygı ifadesidir).

huzur-u irfan

  • İrfan ve ilim sahibi olan kişinin yüksek makamı.

huzur-u sami / huzur-u sâmî

  • Yüksek ve yüce huzur.

i'dadiye

  • Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus.
  • Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb.

i'tila / i'tilâ / اعتلا

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak.
  • Yüksek rütbelere çıkmak.
  • Yükselme. (Arapça)
  • Yüksek rütbeye ulaşma. (Arapça)

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

icraat-ı aliye / icraat-ı âliye

  • Yüksek icraatlar, büyük iş ve faaliyetler.

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

idrak-i maali / idrâk-i maâlî

  • Yüksek ve derin fikirleri kavrama.

ıdve

  • (Çoğulu: Udât) Yüksek yer.
  • Dere kenarı.

ifraz

  • Yükseklik. Rif'at. İrtifa'. (Farsça)

igrad

  • Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.

ık'ad

  • Yüksek bir yere çıkarmak.
  • Oturtmak.

illiyye

  • (Ulliyye) En şerefli, yüksek.

illiyyin / illiyyîn

  • Cennetin en yüksek yeri.

illiyyun

  • (Tekili: İlliyyîn) (Aliyyu) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.

ilm-i alet / ilm-i âlet

  • Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi o

ilmin ulüvv-ü kadri

  • İlmin değer ve kıymetinin yüksekliği.

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

iltifat-ı şahane / iltifât-ı şâhâne

  • Yüksek iltifât, padişahın lütufla yaptığı özel muamele.

imad

  • Direk, kolon.
  • Temel, esas.
  • Kuvvet.
  • Bir kavmin reisi ve başta geleni.
  • Yüksek bina.

imam / imâm

  • Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
  • Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
  • Müslümanların devlet reîsi.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Güzel huy, ahlâk ve yüksek fazilet sahibi olan kimse.

insan-ı mükerrem

  • Şeref ve değeri çok yüksek olan, kendisine paha biçilmez ikram ve ihsanlarda bulunulan insan.

insani arş / insanî arş

  • İnsanların ulaşabileceği en yüksek derece.

intizam-ı faik / intizâm-ı fâik / اِنْتِظَامِ فَائِقْ

  • En yüksek (derecede) düzen, düzgünlük.

irade-i seniyye

  • Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır.
  • Çok yüksek ve m

ırak-ı acem / ırâk-ı acem

  • (Acem Irakı) Tar: Irak'ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad.

irşadat-ı aliye / irşâdât-ı âliye

  • Yüksek irşatlar, doğru yolu göstermeler.

irtifa / irtifâ / ارتفاع

  • Yükseklik.
  • Yükseklik.
  • Yükseklik. (Arapça)

irtifa almak

  • Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek.
  • Yükselmek.

irtifa' / irtifâ'

  • Yükseklik.
  • Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki.
  • Yükseklik, yükselme.

irtifaen

  • Yükseklikçe, yükseklik bakımından.

irtihaz

  • Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma.
  • Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.

irtika / irtikâ / ارتقا

  • Yükselme. (Arapça)
  • Yüksek mevkiye gelme. (Arapça)

işa-i evvel / işâ-i evvel

  • Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit.

işa-i sani / işâ-i sânî

  • Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit.

isfirar-ı şems vakti / isfirâr-ı şems vakti

  • Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızr

işkampaviya

  • İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği

iskele

  • Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal.
  • Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer.
  • Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba.
  • Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan lima

ismetlü

  • Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi.

işraf

  • Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama.
  • (Hasta) ölüm döşeğinde olma.

isti'lam

  • (İlm. den) Bilgi edinmek için yüksek bir makamdan alt makama sorulma.
  • Yazı ile bilgi isteme.

iştibak-ün-nücum / iştibâk-ün-nücûm

  • Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi.

istinaf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.

istiva

  • Müsavi oluş. Temasül.
  • İ'tidal, istikamet ve karar.
  • Kemalin sâbit olması.
  • Kaba kuşluk zamanı.
  • Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak.
  • İstila eylemek.

izaa

  • (Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme.
  • Yüksek sesle bildirme, ilân etme.
  • Radyo.

izzet-i iman / izzet-i îmân / عِزَّتِ اِيمَانْ

  • Îmandan gelen yüksek değer, şeref.

jegar

  • Küf, kir, pas. (Farsça)
  • Yüksek ses, nâra. (Farsça)

ka'be-i kemalat / kâ'be-i kemalât

  • Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.

ka'bet-ül ulya / kâ'bet-ül ulyâ

  • Şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe.

kabas

  • Ciğer hastalığı.
  • Yüksek ve kalın.
  • Hafiflik.
  • Neşat, sevinç.

kabiliyet

  • Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü.
  • İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.

kadd-i bala / kadd-i bâlâ

  • Yüksek, uzun boy. (Farsça)

kadd-i bülend

  • Uzun, yüksek boy. (Farsça)

kah / kâh

  • Köşk, kasır. (Farsça)
  • Tek oda. Bir gözlü oda. (Farsça)
  • Yüksek binâ. (Farsça)

kahkaha

  • Yüksek sesle ve çokça gülme.

kahkahazen

  • Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. (Farsça)

kal'a

  • Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı.
  • Çobanın çantası.
  • Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.

kalus

  • (Çoğulu: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve.
  • Yüksek.
  • Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

kamilü't-tarikati'l-aliyye ve'l-müceddidiyye halid-i zülcenaheyn / kâmilü't-tarikati'l-âliyye ve'l-müceddidiyye hâlid-i zülcenâheyn

  • Müceddid ve yüksek tarikat sahibi olan Halid-i Zülcenaheyn.

karaborsa

  • Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.

kare

  • (Çoğulu: Kâr-Kur) Dişi ayı.
  • Meşe.
  • Yüksek yer.
  • Kabile ismi.

kariha-i ulviye / karîha-i ulviye

  • Üstün ve yüksek zekâ, kàbiliyet.

kasara

  • (Çoğulu: Kasr-Kasarât) Boyun kökü.
  • Yoğun ağaç.
  • Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.

kasr

  • Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray.

kasr-ı ali / kasr-ı âlî

  • Yüce, yüksek köşk.

kasr-ı mualla / kasr-ı muallâ

  • Yüce, yüksek saray.

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kazaskerler

  • Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının en yüksek mertebesinde bulunan devlet görevlileri; askerî kadılar.

kelam-ı ali / kelâm-ı âlî

  • Yüce, yüksek söz, ifade.

kelimat ve tabirat-ı aliye / kelimat ve tâbirat-ı âliye

  • Yüksek, yüce ifadeler, tabirler.

kemalat-ı ilmiye / kemâlât-ı ilmiye

  • İlimdeki mükemmellikler, ilmî yüksek gelişmeler.

kemalat-ı nübüvvet / kemâlât-ı nübüvvet

  • Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından biri.

kemalat-ı samiye / kemâlât-ı sâmiye

  • Yüksek ahlâk ve faziletler.

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerevet

  • Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.

kerremallahü vechehü

  • "Allah yüzünü şerefli, şerefini yüksek kılsın" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

kes'e

  • Bitmek.
  • Yüksek olmak.

kezm

  • Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak.
  • Burnun kısa ve yüksek olması.
  • Parmakları kısacık olmak.
  • Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

kibr

  • Büyüklük, büyük olma, büyüklük taslama, yüksekten bakma.

kibrit-i ahmer

  • Kırmızı kibrit.
  • Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir.
  • Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan.

kic

  • Dağın yüksek ve yüce yeri.

kıdem

  • Öncelik ve eskilik.
  • Evveli bulunmamak. Ezeli olmak.
  • Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak.
  • Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.

kirfi / kirfî

  • Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar.
  • Yumurtanın dış kabuğu.

kirzim

  • (Çoğulu: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse.
  • Büyük balta.

kıymet-i aliye / kıymet-i âliye

  • Yüksek, yüce değer.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

kubbe-i ali / kubbe-i âli

  • Yüksek kubbe.

kubbe-i aliye / kubbe-i âliye

  • Yüksek ve yüce kubbe.
  • Yüksek kubbe.

kubbe-i saadet

  • Mutluluk kubbesi; büyük ve manevî derecesi yüksek bir zâtın kabrinin ve türbesinin bulunduğu yer.

kuff

  • Yüksek yer.

kuffe

  • (Çoğulu: Kıfâf) Pamuk sepeti.
  • İçine kumaş konan nesne.
  • Yüksek yer.
  • Kurumuş.
  • Çürük ağaç.

kume

  • Bir yere toplanmış olan şeyler.
  • Yüksek, yüce yer.

künde

  • Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. (Farsça)
  • Kalın ve yüksek ağaç. (Farsça)

küngüre

  • Kubbenin en yüksek yeri, tepesi. (Farsça)

kürsi / kürsî

  • Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer.
  • Taht, serir. Erike. Koltuk.
  • Kaide.
  • Merkez.
  • Vazife.
  • Saltanat, kudret ve mülk.
  • Başkent, hükümet merkezi.
  • Mânevi makam.
  • Arş'ın altına bir semâ tabakas
  • Oturulacak yüksekçe yer, taht, makam.
  • Arş-ı a'lâ'nın altında bulunan, yer ve gökleri kuşatan alan.

kusur-u aliye / kusûr-u âliye

  • Yüksek saraylar, köşkler.

kutb-ı arifin / kutb-ı ârifîn

  • Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.

kutbiyet / قُطْبِيَتْ

  • Velilikte yüksek bir makam.

kutbiyyet

  • Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi.

küvm

  • Bir yere toplanmış olan bir miktar deve.
  • Yükseklik, yücelik.

kuvve-i ulviye

  • Yüksek ve manevî güç.

kuzfe

  • (Çoğulu: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.

layu'la / lâyu'la

  • Üstüne çıkılmaz, çok yüksek.
  • Galip ve üstün gelinemez.

letaif-i ulviyet / letâif-i ulviyet

  • Yüksek duygular.

litat

  • Dağın sivri ve yüksek olan yeri.

lükkam

  • Şam diyârında yüksek bir dağın adı.

lütufname-i fazılane-i mergube / lütûfname-i fâzılane-i mergube

  • Beğeniyi ifade eden üstün, yüksek iltifatlara mazhar olan mektup.

ma'dele-i ulya / ma'dele-i ulyâ

  • Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet.

ma'lat

  • (Çoğulu: Maâli) Derin ve yüksek fikir.
  • Ululuk, şeref, itibar.

maal

  • Yükseklik. İlerilik. Şereflilik.

maali / maalî / maâlî

  • şerefler. Yükseklikler.
  • Yüksek fikirler.
  • şerefli vazifeler.
  • Şerefler, yükseklikler.

maaliyat / maâliyât

  • İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
  • Yüce bilgiler, yüksek mertebeler.
  • İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikirler ve derin bilgiler.

madde-i ulya / madde-i ulyâ

  • Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey.

mahbub-u can

  • Bütün insanların ve derece olarak yüksek makamlarda olan zâtların sevgilisi.

mahfel

  • Kapalı yer, camilerde yüksek yer.

mahfil

  • (Çoğulu: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri.
  • Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.

mahkeme-i ali / mahkeme-i âli

  • Yüce, yüksek mahkeme.

mahkeme-i temyiz

  • Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.

maiyyet

  • Beraberlik. Arkadaşlık.
  • Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et.
  • Yan. Nezd.

makam / makâm

  • Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.

makam-ı mahmud / makam-ı mahmûd

  • Peygamberimizin kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen yüksek makam.
  • (Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam.
  • En yüksek şefaat makamı; Peygamberimizin (a.s.m.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen yüksek makam.

makam-ı nur-u tevhid / makam-ı nur-u tevhîd

  • Her şeyin bir olan Allah'a ait olduğunu gösteren tevhid nurunun aydınlattığı yüksek manevî makam.

makamat-ı aliye / makamat-ı âliye / makamât-ı âliye

  • Yüksek şerefli mevkiler, makamlar. Yüce makamlar.
  • Yüce, yüksek makamlar.

makamımahmud / makâmımahmûd

  • Peygamberimize verilen yüksek makam.

makasir

  • (Tekili: Maksure) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları.
  • Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer.

maksad-ı aliye / maksad-ı âliye

  • Yüce maksat, yüksek gaye.

maksure

  • (Çoğulu: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer.
  • Camilere etrafı parmaklıklı yüksekçe yer.

malum-u ali / malûm-u âli

  • Yüksek zâtınızca bilindiği gibi.

manevra-i ulvi / manevra-i ulvî

  • Yüksek manevra, büyük tatbikat.

manzar-ı ala / manzar-ı âlâ

  • En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası, arş-ı azam.

masad

  • (Çoğulu: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.

mavera-i şevahik-i cibal / mâverâ-i şevâhik-i cibal

  • Yüksek dağların arkasında.

mazhariyet-i ulya / mazhariyet-i ulyâ

  • Yüce mazhariyet, yüksek şeref.

mebde-i teayyün

  • İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.

meclis-i ali / meclis-i âli

  • Yüksek meclis.

meclis-i ali-i islam / meclis-i âli-i islâm

  • Yüksek İslâm Meclisi.

meclis-i aliye / meclis-i âliye

  • Yüksek meclis.

medaris / medâris

  • Medreseler, okullar; Osmanlı döneminde dinî eğitim veren yüksek öğretim kurumları.

mehasin-i ulviye

  • Yüksek güzellikler.

mekatib-i aliye / mekâtib-i âliye / مكاتب عاليه

  • Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler.
  • Yüksekokullar.

mekatib-i aliye-i resmiye / mekâtib-i âliye-i resmiye

  • Resmî yüksek okullar.

mekatib-i i'dadiyye / mekâtib-i i'dâdiyye

  • Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen mektebler. Liseler.

mekin / mekîn

  • Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi.
  • Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem.

meksub

  • Kesbolunmuş. Kazanılmış.
  • Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş.
  • Yüksekten dökülen.
  • Çağlayan.

mekteb-i ali / mekteb-i âli / mekteb-i âlî / مكتب عالى / مَكْتَبِ عَالِي

  • Yüksek okul.
  • Yüksek mekteb, yüksek okul.
  • Yüksekokul.
  • Yüksek okul.

mekteb-i i'dadi / mekteb-i i'dadî

  • Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise.

melaik-i medaris / melâik-i medâris

  • Medreselerin melekleri, yüksek dinî eğitim kurumlarındaki meleklere benzeyen talebeler.

mele-i a'la / mele-i a'lâ

  • En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat, topluluk. Melekler âlemi.
  • Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.

menassa

  • Çeyiz odası.
  • Yüksek yer, çardak.

menba-ı ulum-u aliye / menba-ı ulûm-u âliye

  • Yüksek ilimlerin kaynağı.

menber

  • (Çoğulu: Menâbir) Yüksek olacak yer.

menzil-i ali / menzil-i âli

  • Yüksek, yüce yer.

menzilet

  • Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi.
  • Konak yeri, inecek yer. Hane, ev.

merfu'

  • Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş.
  • Hükümsüz bırakılmış.
  • Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.

merkez

  • (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret.
  • Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı.
  • Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.

merteba'

  • Dağ üstünde olan yüksek yer.

mertebe-i aliye / mertebe-i âliye

  • Yüksek derece, âli mertebe.

mertebe-i ulviye

  • Yüksek, yüce mertebe.

mertebe-i uzma / mertebe-i uzmâ

  • En büyük ve en yüksek mertebe.

mesail-i ilmiye ve aliye / mesâil-i ilmiye ve âliye

  • İlmî ve yüksek meseleler.

mesanid-i aliye / mesanid-i âliye

  • Yüksek rütbeler, âli mevkiler.

meşihat-ı islamiye dairesi / meşihat-ı islâmiye dairesi

  • Osmanlı döneminde din alanında en yüksek makam olan kurum.

meslah

  • (Çoğulu: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer.
  • Bir şey gözetecek yüksek yer.

meta-ı ali / metâ-ı âlî

  • Değeri çok yüce ve yüksek olan şey, şey.

metn

  • Sağlam ve sert yer.
  • Yüksek yer.
  • Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası.
  • "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar.
  • Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.

mevki'

  • Yer.
  • Sınıflandırılmış yerlerden her biri.
  • Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer.
  • Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.

mezaya-yı aliye / mezâya-yı âliye

  • Yüce, yüksek meziyetler, üstünlükler.

mezaya-yı galiye / mezâyâ-yı galiye

  • Çok kıymetli, yüksek meziyetler.
  • Çok kıymetli, yüksek meziyetler.

mi'rac

  • Merdiven, süllem.
  • Yükselecek yer.
  • En yüksek makam.
  • Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.

michar

  • Yüksek sesle konuşan.

mihrab

  • Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
  • Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
  • Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
  • Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
  • Mc: Harb âleti.
  • Orman.
  • Melikin hususi makamı.
  • Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare

minare / minâre

  • Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.

minber

  • Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.

mir'aş

  • Çok yüksekten uçan güvercin.

mirba

  • Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.

mişceb

  • (Çoğulu: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes.
  • Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.

mu'cize

  • İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise.
  • Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.

mu'lat

  • (Çoğulu: Meâli) şeref kazanmak.
  • Yüksek derece.

mu'tedi / mu'tedî

  • Sesini yükselten. Yüksek sesle dua eden.
  • Haddini aşan, tecâvüz eden.
  • Zâlim.

mualla / معلى / muallâ / مُعَلَّا

  • Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
  • Yüce, yüksek. (Arapça)
  • Yüksek.

muallim-i ahlak-ı aliye / muallim-i ahlâk-ı âliye

  • Yüksek ahlâkı öğreten, ders veren.

muarra

  • Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak.

mücahid-i ali-himmet / mücahid-i âlî-himmet

  • Yüksek gayret sahibi mücâhid.

müderrislik

  • Yüksek eğitim kurumlarında ders verme, hocalık.

mufaddılin / mufaddılîn

  • Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.

mugarrid

  • Pek güzel öten kuş.
  • Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.

muhafazakar / muhafazakâr

  • Koruyucu. (Farsça)
  • Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. (Farsça)

mukarreb

  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mümerred

  • Yüksek, mürtefi.
  • Duvarları yalçın kaya gibi olan düz bina.

mümtaziyet

  • Ayrılık, ayrı vasıf sahibi olmak, ayrı ve üstün vasıflılık. Yüksek vasıf sâhibliği.
  • Edb: İfadenin diğer sözlerden daha güzel ve farklı olması.

münbesir

  • Yüksek, mürtefi.

münif

  • Meşhur, âli, yüksek, büyük, ulu, bülend.

murad / murâd

  • İstenilen; arzû edilen şey.
  • Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.

mürteci'

  • (Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden.
  • Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı.
  • İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İ

mürtefi / مرتفع

  • Yüksek. (Arapça)

müsaade-i fazılane / müsaade-i fâzılâne

  • Yüksek müsaade, izin.

musalla taşı

  • Namazı kılınmak için cenazenin konulduğu yüksekçe taş.

müşarefe

  • Şan, şöhret ve şeref gibi hususlarda biriyle övünme.
  • Yükselme, yüksek yere çıkma.

musavvit

  • (Savt. dan) Seslenen, yüksek sesle çağıran.

müsenna

  • Parlak ve yüksek yapı, sed.

müşeyyed

  • Yüksek ve sağlam, metin yapılı, muhkem.

müşeyyid

  • Sağlam, yüksek yapı yapan.

müşide

  • Çağıran. Yüksek sesle şarkı söyleyen.

musile

  • Müderrislikte ikinci yüksek derece.

müşir / müşîr / مُش۪يرْ

  • Mareşal, askeriyede yüksek bir makam.
  • En yüksek rütbeli asker.

müşmehırr

  • Yüce dağ, yüksek dağ.

müşrif

  • Etrafı gören, etrafa bakan.
  • Yüce yer, yüksek yer.
  • Yükselen, çıkan.
  • Bir hal almağa yüz tutmuş olan.

müsteşar

  • (Meşveret. den) Kendine iş danışılan. Hükümetin vekilinden sonra en yüksek idare me'muru.

müteal / müteâl

  • Yüce, yüksek.

müteali

  • (Ulüvv. den) Yüksek olan, yükselen.
  • Fls: Tecrübe ile elde edilen. İlim hududunu aşan.

mütebarek

  • Yüksek yer.

mütecahir

  • Yüksek sesle söyleyen.
  • Gizlemeyen. Aşikâre yapan. Açıktan günah işleyen.

mütekebbir

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.

mütereddiye

  • Dağdan veya yüksek bir yerden düşmüş hayvan.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler.

müteşabihat-ı kur'aniyye / müteşabihat-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler.

muttali'

  • Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na're

  • Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma.
  • Burun içinden çıkan ses.

na're-endaz / na're-endâz

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

na'rezen

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

nabi

  • Yüksek, yüce.

nahb

  • Yüksek sesle ağlama.
  • Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak.
  • Seri seyr.
  • Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt.

nara / nâra

  • Yüksek sesle bağırma, haykırma.

nass-ı celil / nass-ı celîl

  • Yüksek mânâları olan âyet-i kerime.

naus

  • Yüksek yer.

nazad

  • (Çoğulu: Enzâd) şeref.
  • Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer.

nebac

  • Sesi yüksek olan.

nebail

  • (Tekili: Nebile) Yüceler, ulular, yüksekler.

nebha

  • Yüksek, beyaz yer.

nebil

  • (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi.
  • Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu.
  • Bilgili ve faziletli kimse.

nebiyy

  • Yükseklik.
  • Yol.

nebve

  • (Nebâve) Yüksek yer.
  • Yükseklik.

necat

  • Kurtuluş, selâmet.
  • Hırs ve hased.
  • Yüksek mekân.
  • Ağaç budağı.
  • Mantar.

necd

  • Açık ve işlek yol.
  • Yüksek yer.
  • Minder, döşeme gibi oturacak şeyler.
  • Ağaçsız mekân.
  • Hâzık ve mâhir kılavuz.
  • Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa.
  • Hasma galip gelmek.
  • Çok terlemek.
  • Meme.
  • Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası.

necef

  • (Necefe) : (Çoğulu: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt.
  • Irakta bir şehrin adı.

necve

  • Tümsek, yüksek yer.

nedim / ندیم

  • Padişahların ve yüksek rütbeli devlet ricalinin sohbet arkadaşı. (Arapça)
  • Güzel hikaye anlatan. (Arapça)

nehham

  • Yüksek ve gür sesli kimse.
  • Arslan.

nehmet

  • Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet.

neş'

  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.
  • Rüzgâr esmek.
  • İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.

neş'e

  • Gönül açıklığı, sevinç.
  • Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey.
  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.

neş'e-i ulya / neş'e-i ulyâ

  • Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı.

neşame

  • Yüksek beyaz bulut.

neşasa

  • Beyaz yüksek bulut.

neşd

  • Talep etmek, istemek.
  • Yüksek yerde düz yer olmak.
  • Kaybolan şeyi aramak.
  • Bir şeyi gereği gibi bilmek.

neşide

  • Manzume. Şiir.
  • Yüksek sesle okunan şiir.
  • Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.

neşz

  • (Çoğulu: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.

neta

  • (Nütü') Yaranın şişmesi.
  • Yüksek olmak.

nevf

  • (Çoğulu: Envâf) Hörgüç.
  • Uzun ve yüksek olmak.

ney

  • Kamıştan yapılan içi boş bir çalgı âleti.
  • İnsan-ı kâmil, İslâm dîninde yetişen kâmil yüksek insan.

nezd-i ali-i üstadane / nezd-i âlî-i üstadane

  • Siz Üstadın yüksek nazarında, yanında.

nik

  • (Çoğulu: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi.
  • Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse.

nüha

  • Yüksek olmak.
  • Miktar.
  • Bir kimse hakkında olan yasak ve men.

nukuş-u aliye / nukuş-u âliye

  • Yüksek nakışlar.

nüşus

  • Yüksek olmak, yücelmek.
  • Nefret etmek.

nüşuz / nüşûz

  • Yüksek olmak, yücelmek.
  • Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.
  • Kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. Güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.

obüs

  • Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

on iki imam / on iki imâm

  • Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i beytinden (akrabâsından) olup, tasavvufun vilâyet yolunda en yüksek derecelere ulaşmış olan on iki büyük zât. Bunların hepsine birden Eimme-i İsnâ aşere de denir.

padgane / padgâne

  • Yüksek dam. (Farsça)
  • Kapı içinde olan pencere. (Farsça)

papa

  • Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri.

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

perde-i ulviye

  • Yüksek, yüce perde.

peygamber-i zişan / peygamber-i zîşân

  • Yüksek şan ve şeref sahibi olan peygamber, Hz. Muhammed (a.s.m.).

peygamber-i zişan efendimiz hazretleri / peygamber-i zîşan efendimiz hazretleri

  • Yüksek şan ve şeref sahibi olan peygamber; Hz. Muhammed (a.s.m.).

piskopos

  • Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.

rabiye

  • (Çoğulu: Revâbi) Yüce, yüksek yer.

rah-ı uruc / râh-ı urûc

  • Yücelere gitme, yükseklere uçma yolu.

rakım / râkım / راقم

  • Bir yerin deniz seviyesinden yükseklik derecesi. Kod.
  • Rakam yazan. Çizen. Tahrir eden, yazan.
  • Kod, denizden yükseklik.
  • Yazan. (Arapça)
  • Deniz seviyesinden yükseklik. (Arapça)

rebvet

  • (Rubve - Ribve - Rebâvet) Yüce, yüksek yer.

refi' / refî' / رفيع

  • Yüksek, bülend, âli, yüce.
  • Yüksek, yüce. (Arapça)

refi'-üd derecat / refi'-üd derecât

  • Derece ve itibarı yüksek olan.

refik-i a'la / refik-i a'lâ

  • En iyi, en yüksek refik. Cenab-ı Hak (C.C.)

refref

  • Peygamberimizi Mîraçta en yüksek makama götüren binek.

rehv

  • (Çoğulu: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer.
  • Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır)
  • Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark.
  • Üveyik kuşu.
  • Arası açılmış ve ayrılmış.

rekin

  • Yüce, yüksek, âli.
  • Ağırbaşlı, ciddi, vakarlı.

rezen

  • (Çoğulu: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.

ria

  • Yüksek yer.

rif'at

  • Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak.

rifat / rifât

  • Yükseklik.

risale-i şerife

  • Şerefi yüksek olan risale.

riyaziyat-ı aliye / riyaziyat-ı âliye

  • Yüksek matematik.

rıza-yı ilahi / rıza-yı ilâhî

  • Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

rüba

  • (Çoğulu: Ravâbi) Tepe, yüksek yer.

rüchan

  • Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak.

rücu' / rücû'

  • Dönme, yönelme.
  • Tasavvufta en yüksek mertebeye ulaşmış olan bir velînin tekrar geri insanlar arasına dönmesi.

rütbe-i ali / rütbe-i âli

  • Yüksek, yüce bir rütbe.

sada-yı bülend / sadâ-yı bülend

  • Yüksek ses.

sadef

  • Yüksek büyük dağ.
  • Her yüksek nesne.
  • Devenin her dört ayağı.
  • Bir yöne ğilmek.

saf

  • Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar.

safsaf

  • (Çoğulu: Safâsıf) Yüksek düz yer.
  • Serçe kuşu.

şaheser

  • Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. (Farsça)
  • Yüksek değerde olan. (Farsça)

şahık / şâhık

  • Yüce, yüksek yapı.

şahik / şâhik

  • Yüce, büyük dağ.
  • Yüksek yapı veya ağaç.
  • Yüce, yüksek yapı.
  • Yüksek, doruk.

şahika / şâhika

  • Yüksek, doruk, zirve.

sahve

  • En yüksek dağ.
  • Atın sırtı, eğer konulan yeri.
  • Su menbaı.

said

  • Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü.
  • Yol, tarik.
  • Mezar, kabir.
  • Yüksek.
  • Yukarı çıkan.

sakf-ı mualla / sakf-ı muallâ

  • Yüksek çatı, tavan, gökyüzü.
  • Yüksek gökyüzü.

şakul

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.

salah

  • Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)

samd

  • Kasdetmek.
  • Yüksek yer.
  • Galiz, yoğun.

samed

  • Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah)
  • Pek yüksek, dâim.
  • Refi' ve âli ve içi dolu şey.
  • Kavmin ulusu.
  • Allah'ın adlarından biri, pek yüksek, daim.

sami

  • Yüksek, yüce, refi'.

samie

  • Yüksek, yüce.

şamih / şâmih / شامخ

  • Ali şey, yüksek.
  • Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir.
  • Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.
  • Yüksek, yüce. (Arapça)

samiye / sâmiye

  • Yüksek, yüce.

şan / şân

  • Yüksek makam.

san'at-ı aliye / san'at-ı âliye

  • Yüksek san'at.

saray

  • (Seray) Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. (Farsça)

sarh

  • (Çoğulu: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı.

şarlatan

  • Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. (Fransızca)
  • Yalancı, aldatan, yüksekten atan.

sarre

  • Kapı, kalem ve semer cızıldaması.
  • Çağırıp söylemek.
  • Sayha, yüksek ses.

sat'

  • Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek.

savb-ı ali / savb-ı âlî

  • Yüksek taraf.

savm'aa

  • Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.

savt-ı bülend

  • Yüksek ses.

sayasi

  • (Tekili: Sisâ) Dağın uçları.
  • Herhangi bir şeyin asılları.
  • Çulha tarakları.
  • Muhkem ve yüksek kaleler.

sayha

  • Yüksek ses.

secaya-yı aliye / secâyâ-yı âliye

  • Yüksek huy ve karakterler, tabiatlar.

secaya-yı gàliye / secâyâ-yı gàliye

  • Çok kıymetli ve yüksek huylar.

secaya-yı samiye / secaya-yı sâmiye / secâyâ-yı sâmiye

  • Yüksek ve kıymetli seciyeler.
  • Yüksek ve kıymetli karakterler, vasıflar.

şecere-i aliye ve nafize / şecere-i âliye ve nâfize

  • Yüksek ve tesirli ağaç.

seciye-i aliye-i sahabe / seciye-i âliye-i sahabe

  • Sahabelerin yüksek karakteri.

şefaat

  • Şefaat etmek. Af için vesile olmak.
  • Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.

şehamet / şehâmet

  • İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

şekur / şekûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
  • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

selak

  • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
  • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

şelale

  • Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.

şema'

  • Yüce, yüksek, ulu âli.

semiyye

  • Yüce, yüksek, refia.

semlak

  • (Çoğulu: Semâlik) Düz, yüksek yer.

sena

  • Şimşek parıltısı.
  • Ulviyet. Yükseklik.
  • Aydınlık.
  • Bir ot ismi.

seniyye

  • (Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan.

serbülend

  • (Çoğulu: Serbülendân) Yüce. Başı yüksek. (Farsça)

serbülendi / serbülendî

  • Başı yükseklik. Yücelik. (Farsça)

serdümen

  • Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe.

şeref

  • Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
  • İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma.
  • Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma.
  • İftihâr, övünme.
  • Yükseklik, yücelik, büyüklük.
  • Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr.

şeref-i imtiyaz

  • Ayrıcalıklı, yüksek şeref.

şerefe

  • Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.

serir / serîr

  • Tahta karyola.
  • Üzerinde oturulan yüksekçe yer.
  • Taht.
  • Taht. Üzerinde oturulacak yüksek yer. Tahta karyola.

şevahık

  • (Tekili: şahika) Yüksek tepeler, şahikalar.

şevamih

  • (Tekili: Şâmiha) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler.

sevatı'

  • (Tekili: Sâtı) Belli ve yüksek olan şeyler.

şeyh-ül islam

  • Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.

şeyhülislam / şeyhülislâm

  • Osmanlı Devleti zamanında dînî meselelerle şerîat mahkemelerine bakan en yüksek rütbeli din adamı.
  • İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili. Dînî işlerde zamânın en yetkili ve söz sâhibi âlimi.

seyr-i anillah-i billah / seyr-i anillah-i billâh

  • Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.

şiddet-i ihata / şiddet-i ihâta

  • Çok yüksek anlama ve kavrama gücü.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sıddîklik, manen pek yüksek bir makam.

sıfat-ı ulya / sıfât-ı ulyâ

  • Yüce, yüksek sıfatlar.

silsile-i aliyye

  • Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedân

sinad

  • Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve.
  • Yüce.
  • Yüce yer, yüksek yer.

siyer-i nebeviye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap.

siyer-i seniye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hayatı, yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap.

siyer-i seniyye

  • Hz. Peygamber'in (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap.
  • Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

sükat

  • Yüksek yerden düşen nesne.

sümu

  • Yücelik, yükseklik.

şümuh

  • Pek yüksek olmak.
  • Sedid. Sağlam sed.

sümüvv

  • Yücelik. Yükseklik.

sünnet-i seniyye

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.

sunuf-i aliye / sunuf-i âliye

  • Yüksek sınıflar.

sur

  • Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar.

şura-yı aliye-i ilmiye / şûrâ-yı âliye-i ilmiye

  • Yüksek ilmî şûrâ, yüksek ilmî kurul.

suruh

  • (Tekili: Sarh) Köşkler, yüksek binalar.

sütre

  • Perde. Örtü. Perdelenecek şey.
  • Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik)

sütu'

  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Yükselmek, yüksek olmak.

ta'zir-i eşraf

  • Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır.

tabaka-yı ulya / tabaka-yı ulyâ

  • Yüksek tabaka; zengin, aydın ve sosyal statüsü yüksek tabaka; zenginler, yöneticiler ve saire.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tafralık

  • Kendini olduğundan değerli gösterme, yüksekten atma.

taha'

  • Yüksek bulut.
  • Gam, hüzün, keder.

tahaf

  • Yüksek bulut.

tahalluk

  • Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.

tahir

  • Yüksek nefes.

taif

  • Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan.
  • Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Hun

tak-ı mualla / tâk-ı muallâ

  • Yüksek şerefe. Yüksek kubbe.
  • Yüksek haysiyet ve şeref sahibi.
  • Yüce, yüksek Kâbe kemeri.

takdim-i huzur-u fazılane / takdim-i huzur-u fâzılâne

  • Yüksek huzurunuza sunma.

talebe-i ulum / talebe-i ulûm

  • Yüksek dinî ilimleri okuyan talebe.

talebe-i ulum-u diniye / talebe-i ulûm-u diniye

  • Yüksek dinî ilimleri okuyan talebe.

tamar

  • Yüksek mekan, yüce yer.

tamv

  • Yüksek olmak.
  • Dolu olmak.

taraf-ı ali / taraf-ı âlî

  • Yüksek huzur.

tarik-i cehir / tarîk-i cehir

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.

tarik-i cehri / tarîk-i cehrî

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)

tarik-i cehriye

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.

tarikat-ı aliye-i nakşiyye / tarîkat-ı aliye-i nakşiyye

  • Mânevî derecesi yüksek olan Nakşî tarikatı.

tasaddur

  • (Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme.
  • Öğretmek.
  • Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.

tatal

  • Görmek için yüksek bir yere çıkmak.

te'biye

  • Yüksek sesle okumak.

teali-i ahlak / teâli-i ahlâk

  • Ahlâk yüceliği, yüksek ahlâk.

tealli

  • (Çoğulu: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme.

tedrisat-ı aliye / tedrisât-ı âliye

  • Yüksek öğretim.

tefeci

  • El altından yüksek faizle para veren kimse. (Türkçe)

tefkir

  • Muhtaç etmek.
  • Yüksek yeri ağaç dikmek için düzlemek.

tekbir

  • "Allahü ekber" demek. Allah'ın her hususta en yüksek ve en büyük olduğu ifâde etmek.

tell-i refi'

  • Yüksek tepe.

temayüz

  • Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak.

temrid

  • Binayı yüksek yapmak.

terek

  • Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.

teşamuh

  • (şemh. den) Yüce, büyük, yüksek olmak. Yükselmek.

teselluk

  • Yüksek yere, duvar üstüne çıkma.
  • Sırt üstü uyuma.

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

tesennüm

  • Ufak olmak.
  • Yerden iki üç karış yüksek olmak.
  • Hörgüç üstüne binmek.

tesevvür

  • Yüksekten aşağı inmek.

tesnim

  • Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir.

teşrif

  • Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek.
  • Bir yere buyurmak.

teşrik

  • Hz. İbrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan tekbir.

teva'ul

  • Yüksek yere çıkmak.

tevekkün

  • Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.

tıga

  • Yüksek sesle gülme.

tugve

  • Dağ başı.
  • Yüksek mekân.

tugye

  • Dağ başı.
  • Yüksek mekân.

tumuh

  • Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.

ucacet

  • (Çoğulu: İcâc) Dişi deve sürüsü.
  • Toz.
  • Yüce avazlı, yüksek sesli.

ufaze

  • Pamuk kozası.
  • Yüksek yer.

ulema / ulemâ

  • (Tekili: Âlim) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları.
  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

ulliyye

  • (İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli.
  • Çardak.

ulum-i aliyye / ulûm-i âliyye

  • Yüksek din bilgileri.

ulum-u aliye / ulûm-u âliye

  • Yüksek ilimleri anlamaya yarayan mantık, gramer gibi âlet ilimleri.

ulum-u aliye-i ilahiye ve uhreviye / ulûm-u âliye-i ilâhiye ve uhreviye

  • Din ve âhiretle ilgili yüksek ilimler.

ulum-u medaris / ulûm-u medaris

  • Medreselerin ilimleri; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği yüksek eğitim kurumlarında ders verilen ilimler.

ulüvv

  • Büyüklük, yükseklik.
  • Bir şeyin yukarısına çıkma.
  • Şan, şeref ve kadr sahibi olma.

uluvv-i himmet / ulûvv-i himmet

  • Yüksek gayretlilik.

ulüvv-ü ahlak / ulüvv-ü ahlâk

  • Yüksek ahlâk.

uluvv-ü cenab / uluvv-ü cenâb

  • Yüksek makam ve kişilik sahibi.

ulüvv-ü cenab / ulüvv-ü cenâb / عُلُوُّ جَنَابْ

  • Yüksek ahlâklılık.

ulüvv-ü derece

  • Derecenin yüksekliği, üstünlüğü.

uluvv-ü himmet

  • Yüksek gayret ve fedakârlık.

ulüvv-u himmet

  • Yüksek gayret.

ulüvv-ü himmet / عُلُوُّ هِمَّتْ

  • Yüksek himmet ve gayret.
  • Yüksek himmetlilik, gayret ve himmeti çok olmak.
  • Yüksek gayret.

ulüvv-ü mertebe

  • Derecesinin yüksekliği.

ulüvv-ü rütbe

  • Rütbenin, derecenin yüksekliği.

ulüvv-ü şan

  • Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.

ulvi / ulvî

  • (Ulviye) Yüksek, yüce.
  • Manevî ve göğe mensub.
  • Yüksek, yüce.
  • Yüce, yüksek, göğe ve manevî âleme mensup.

ulviyet

  • Yücelik, yükseklik.
  • Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.

ulya

  • (Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan.

ümera

  • (Tekili: Emir) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler.
  • Yüksek rütbeli zabitler.

ünvan-ı ali / ünvan-ı âli

  • Yüksek ünvan.

ünvan-ı celil / ünvan-ı celîl

  • Yüksek, büyük unvan, lâkab.

ur

  • Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç.

üslub-u ali / üslub-u âlî / üslûb-u âlî

  • Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı.
  • Yüksek ifade tarzı.

üslub-u aliye / üslûb-u âliye

  • Yüksek ifade tarzı.

üstad-ı ali / üstad-ı âli

  • Şanı yüce, yüksek Üstad.

vacibü'l-vücud teala ve tekaddes hazretleri / vâcibü'l-vücud tealâ ve tekaddes hazretleri

  • Namı ve şerefi yüksek olan, her türlü kusur ve eksikliklerden münezzeh olan, varlığı zorunlu olup var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah.

vak'

  • Yüksek mekân.
  • Etki, tesir.
  • Düşmek.
  • Ağırbaşlılık. Ağırlık.
  • Yüksek yer.

vala / vâlâ / والا

  • Yüksek, âlî, refi'.
  • Yüksek, yüce. (Farsça)

valacah / vâlâcâh / والاجاه

  • Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan. (Farsça)
  • Yüksek mevki sahibi. (Farsça)

valakadd / vâlâkadd

  • Boyu yüksek, uzun boylu. (Farsça)

valakadr / vâlâkadr

  • Değeri yüksek, kadri yüce. (Farsça)

valayi / vâlâyî

  • Yücelik, yükseklik. (Farsça)

vecd

  • Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali.
  • Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.

velayet-i kübra

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)

velvele-i istihsan / وَلْوَلَۀِ اِسْتِحْسَانْ

  • Beğenmenin yüksek sesle ifadesi.

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vile

  • Yüksek ses. (Farsça)

yasin

  • Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir.

yaver-i ekrem / yâver-i ekrem

  • Çok değerli, yüksek rütbeli memur.

yefa'

  • Yüksek yer.

yüksek tahsil

  • Yüksekokul, üniversite.

zahir

  • Yüksek şeref.
  • Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış bitki.

zahr

  • (Çoğulu: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi.
  • Kuş yeleklerinin kısa tarafı.
  • Kara yolu.
  • Sırt, arka.
  • Yüksek yer.
  • Kur'an'ın lâfz-ı şerifi.
  • Haber.

zat-ı ahmediye / zât-ı ahmediye

  • Yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti.

zat-ı alileri / zât-ı âlileri

  • Yüksek şahsiyetiniz.

zat-ı alişan / zât-ı âlîşân

  • Şanı yüksek zât.

zat-ı aliye-i fazılane / zât-ı âliye-i fâzılâne

  • Sizin pek yüksek zâtınız.

zat-ı fazılane / zât-ı fâzılâne

  • Fazilet ve yüksek meziyet sahibi kişi.

zat-ı fazılaneleri / zât-ı fâzılâneleri

  • Yüksek zâtınız.

zat-ı keremkar / zat-ı keremkâr

  • Yüksek şeref sahibi olan kişi.

zat-ı maal-i sıfat-ı ali / zât-ı maâl-i sıfat-ı âli

  • Yüksek vasıf ve niteliklerin sahibi olan şerefli, yüce zât.

zat-ı şerif / zât-ı şerif

  • Çok yüksek bir şeref sahibi olan Zât; Hz. Muhammed (a.s.m.).

zavahir

  • (Tekili: Zâhir) Görünüş. Dış görünüş.
  • Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.

zeka-i ali / zekâ-i âlî

  • Yüksek zekâ (çok canlı ve keskin zekâ).

zevahir

  • Dolu, taşkın, coşkun denizler.
  • Mc: Yüksek şan ve şerefler.

zevat-ı aliye / zevât-ı âliye

  • Yüksek makama sahip zâtlar, kimseler.

zevk-i selim

  • En kusursuz, en yüksek derecedeki zevk.
  • En temiz, nezih ve en yüksek derecedeki zevk. Selâmette olan zevk. Meşru dairedeki zevk.
  • Sezme kabiliyeti.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın