REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te YAlan ifadesini içeren 277 kelime bulundu...

abt

  • Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.

adihe

  • Bühtan, yalan.

adye

  • Koğuculuk, dedikoduculuk.
  • Yalan söylemek.
  • Sövmek.

afik

  • Yalancı, iftiracı.

ahnas

  • (Tekili: Hıns) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler.

alkol / mey

  • Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. (Fransızca)

arkub

  • Ökçe siniri.
  • Yalan ve kötü söz.

avunmak

  • t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek.
  • İnek vs. nin gebe kalması.

azihe

  • Yalan, iftira.

azviyat

  • (Tekili: Azv) Yalanlar, iftiralar.

bahane

  • Vesile. Sebeb. (Farsça)
  • Yalandan özür. (Farsça)
  • Kusur. Noksan. (Farsça)
  • Garaz. (Farsça)

bahir / bâhir

  • Yalancı. Ahmak, serseri adam.
  • Kırmızı kan.
  • Yalancı, ahmak.
  • Ekin sulayıcı, sulayan.
  • Belli, açık.
  • Işıklı, parlak, güzel.

batıl / bâtıl

  • Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.
  • Hakikat dışı, hurafe; hak ve doğru olmayan, yalan. (hakk'ın zıddı).
  • Boş, yalan, çürük.

becel

  • Şaşma, tuhafına gitme.
  • Yalan, iftira.

beht

  • Yalan söylemek.
  • Ansızın bir şeyi almak.
  • Tenbellik galebe etmek.
  • Şaşkınlık. Hayranlık.

behtere

  • Yalan söyleme.

behut

  • (Çoğulu: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.

bel'am

  • Terbiyesiz, açgözlü, obur.
  • Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.

belka'

  • Tenha çöl. Harap ve boş yer.
  • Yazı.
  • Yalan yere yemin etmek.
  • Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler.
  • Bir hurma cinsi.

belus / belûs

  • Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan. (Farsça)

beşk

  • Yalan söylemek.
  • İşleri yaramaz olmak.
  • Deve, sür'atle gitmek.
  • Elbise dikmek.

beşşak

  • Yalancı, kezzab.

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bi-direng / bî-direng

  • Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk. (Farsça)

büht

  • İftira, isnad edilen yalan.
  • Bir seyyarenin bir günlük hareketi.

bühtan

  • İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
  • Dalgınlık.
  • Medhûş ve mütehayyir olma.
  • Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.

bühüt

  • (Tekili: Behût) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.

bülkut

  • (Çoğulu: Belâki) Bir hurma cinsi.
  • Ot ve su olmayan harap ve boş yer.
  • Yalan yere yemin etmek.

butlan / butlân / بطلان

  • Boşluk, anlamsızlık. (Arapça)
  • Yalan. (Arapça)

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

cerhetmek

  • Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.

deccal / deccâl / دَجَّالْ

  • Kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse.
  • Kıyâmete yakın çıkacak, yalancı, dini tahrîb edecek şahıs.

deccaliyet / deccâliyet

  • Yalancılık, sahtekârlık, aldatıcılık.

decl

  • Örtmek.
  • Devenin katranlanması.
  • Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
  • Bâtılı hak gösteren.
  • Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.

dı've

  • Nesep dâvâsı etmek.
  • Yalan dâvâ etmek.

dıkrar

  • (Çoğulu: Dekârir) Koğucu, dedikoducu.
  • Belâ. Zahmet.
  • Yalan söz.
  • Fuhşiyât.

dürug

  • Yalan, Doğru olmayan söz. (Farsça)

düruğ / dürûğ / دروغ

  • Yalan. (Farsça)

dürug-zen

  • Yalancı. (Farsça)

düruğzen / dürûğzen / دروغ زن

  • Yalancı. (Farsça)

efaik

  • (Tekili: Efike) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar.

efayik

  • (Tekili: Efike) Uydurma, düzme, asılsız, yalan sözler. İftiralar.

effak

  • (İfk. den) Çok iftira eden, çok yalan isnad eden kişi.

efike

  • (Çoğulu: Efâik) Yalan, dolan, iftira.

efk

  • (Ufuk) Yalan söyleme.
  • Kaçmak. Bir işten sapmak.

efruhte

  • Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. (Farsça)
  • Yanmış, tutuşmuş. (Farsça)

efruz

  • (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı. (Farsça)

efsane

  • Masal. Uydurulmuş yalan hikâye.

efvek

  • Yalancı, yalan söyleyen.

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ekavil-i kazibe / ekavil-i kâzibe

  • Uydurma ve yalan sözler.

ekazib

  • Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar.

ekzeb / اكذب

  • Büyük iftira, büyük yalan, uydurma.
  • Kuyruklu yalan. (Arapça)

ekzef

  • (Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.

enisan

  • Boş ve mânasız yalan söz. (Farsça)

eracif

  • Uydurma, yalan sözler.

eracif ve ekazib / eracif ve ekâzib

  • Yalan ve uydurma sözler.

ercaf

  • (Çoğulu: Eracif) Yalan haber.

errac

  • Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.

eşdak

  • Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık.
  • Büyük ağızlı.

esim

  • (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.

esum

  • Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.

fantaziye / fantâziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.
  • Aşırı süs ve lüks, yalandan gösteriş.
  • Yalandan gösteriş, boş debdebe.

farz-ı ayn

  • Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.

fatir / fatîr

  • Tâze şey.
  • Mayalanmış hamur.

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fecr-i kazip / fecr-i kâzip

  • Yalancı fecir, tan yeri ağarmadan önce kısa bir müddet beliren geçici aydınlık.

fecrikazib / fecrikâzib

  • Yalancı fecir.

fend

  • Mekir, hile, desise, yalan, dolan. (Farsça)

fened

  • Yalan söz.
  • İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması.

firye

  • Yalan, kizb.

füsuk

  • (Fısk. dan) Yalancılık. Doğruluk ve itatten ayrılmak. Sıdk u taatten huruc.

galat-gu / galat-gû

  • Yalan yanlış söyleyen. (Farsça)

galat-nüvis

  • Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden. (Farsça)

galc

  • Azgınlık.
  • Su içtikten sonra dil ile yalanmak.
  • Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.

gamus yemini / gamûs yemîni

  • Geçmişteki bir hâdise için, bile bile yalan söyleyerek, yemîn etmek.

hab-ı harguş / hâb-ı harguş

  • Tavşan uykusu. Şüpheli ve hafif uyku.
  • Yalan, hile.

haber-i kazib / haber-i kâzib

  • Yalan haber.

haber-i meşhur

  • Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

hadai'

  • (Tekili: Hadîa) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.

hadb

  • Vurmak, darb etmek.
  • Deriyi etiyle ayırmak.
  • Isırmak.
  • Yalan söylemek.
  • Uzunluk.

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

harras

  • Yalancı.

hars

  • Tahmin etmek.
  • Yalan söylemek.
  • Acıkmak.

hava-i gıll ü gış / havâ-i gıll ü gış

  • Hile, yalan ve dolanın hâkim olduğu ortam, hava.

havva

  • Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi.
  • Rengi esmere mâil kadın.
  • Yalancı, kezzab.

henberit / henberît

  • Sırf yalan.

hevesat-ı sihirbaz / hevesât-ı sihirbaz

  • Yalancı ve aldatıcı istek ve arzular.

hezl

  • Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak.
  • Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.

hilaf

  • Karşı, zıt.
  • Yalan.

hile

  • Sed. Hâil.
  • Çare.
  • Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak.
  • Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara.
  • Zeval ve intikal.
  • Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.

hilebaz

  • Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu. (Farsça)

hillevf

  • Kocamış, ihtiyarlamış.
  • Yalancı, hilekâr.

hırman

  • Yalan, kizb.

hitr

  • Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan.

hokkabaz

  • Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
  • Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.

hurafe

  • Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.

ibtişak

  • Haysiyet ve nâmusa dokunma.
  • Yalan söyleme.

idd

  • Büyük, acib şey.
  • Belâ, dâhiye.
  • Yalan.

iftial

  • Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak.
  • Arabçada beş harfli fiilin birinci babı.
  • Yalan düzmek, iftira etmek.

iftira / iftirâ

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
  • Yalan yere birisini suçlama, suç atma.
  • Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.

ihlaf / ihlâf

  • Sözden dönme, yalan söyleme.

ıhtilak

  • Yalan olmak.
  • Muhtaç olmak.

ihtilak

  • Huy ve tabiat edinme.
  • Yalan uydurma.

ihtilaken

  • İhtilak suretiyle, yalan uydurarak.

ihtilakıyyat

  • Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler.

ihtimar

  • (Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma.

iltiyah

  • Mayalanmak.
  • Karışmak.

insibag

  • Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma.
  • Temizlenme.

işaat-ı kazibane / işaat-ı kâzibane

  • Kötü niyetlerle yalan haberler yayma.

isnad-ı efike

  • Yalan isnad etme. İftira atma.

iştiha-i kazib / iştiha-i kâzib

  • Yalancı istek, arzu; gerçekte istenmeyen, arzu edimeyen.

iştiha-yı kazibe / iştihâ-yı kâzibe

  • Yalancı iştah.

iştiha-yı kazip / iştiha-yı kâzip

  • Yalancı iştah.

istiname

  • Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma.

istizae

  • (Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.

ızahet

  • (Çoğulu: Izât) Dikenli büyük ağaç.
  • Yalan, sihir, bühtan.

ızat

  • Yalan. Sihir. Bühtan.
  • Dikenli büyük ağaç.

izhaf

  • Yalan söyleme.
  • Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama.
  • Hayrette bırakma, şaşırtma.

izhar

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.

izhar-ı tecellüd

  • İnad edip kafa tutma, yalandan cesaretlilik gösterme.

kalbzen

  • Kalpazan. Sahte para basan. (Farsça)
  • Yalancı. (Farsça)

kalla'

  • Beylere koğuculuk yapan yalancı.
  • Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.

kalp

  • t. Hileli. Sahte. Taklit.
  • Yalandan cesaret satan korkak adam.
  • Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.

karh

  • Yaralama.
  • Hasta olmak.
  • Bedende çıkan yara.
  • Su olmayan yerde kuyu kazmak.
  • Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.

kastar / kâstar

  • Yalancı, hilekâr. (Farsça)

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

katt

  • Kuru yonca.
  • Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak.
  • Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak.

kazib / kâzib / كاذب

  • Yalancı. Yalan söyleyen.
  • Yalancı.
  • Yalancı. (Arapça)

kazip / kâzip

  • Yalan.

kefir

  • İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.

kenbur

  • (Kenbure) Yalan, hile. (Farsça)

kezeb

  • (Tekili: Kezub) Yalancılar.

kezub

  • Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.

kezzab / kezzâb / كذاب

  • Yalancı. Çok yalan söyleyen.
  • Çok yalancı, çok yalan söyleyen.
  • Yalancı.
  • Çok yalancı. (Arapça)

kezzab-ı bi-hicab / kezzab-ı bî-hicab

  • Utanmaz ve hayâ etmez yalancı.

kizb / كذب / كِذْبْ

  • Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)
  • Yalan.
  • Yalan.
  • Yalan.
  • Yalan. (Arapça)
  • Yalan.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

küzebzib

  • Çok yalancı.

lauk

  • Yalanmış nesne.
  • Az, kalil.

ma'nevi tevatür / ma'nevî tevâtür / مَعْنَو۪ي تَوَاتُرْ

  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi farklı tarzlarda haber vermesi.

mahsus

  • Ayrılmış, tâyin edilmiş.
  • Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil.
  • Bile bile, istiyerek.
  • Yalandan, şakadan, lâtife olarak.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

maye

  • Damızlık.
  • Esas. Temel.
  • Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
  • Para, mal. İktidar. Güç.
  • İlim.
  • Dişi deve.

medar-ı sıdk ve kizb

  • Doğruluk ve yalana zemin oluşturacak şey.

mekur

  • Hileci, yalancı, dolandırıcı.

mekzebe

  • Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.

mekzube

  • Palavra, yalan söz.

melazz

  • (Tekili: Melzuz) Yalancı, kezzab. Leziz nesneler, lezzetli şeyler.

mels

  • Yalan vâde, yalan söz.
  • Güzellik, hüsün.

melsun

  • (Çoğulu: Melâsin) Yalancı, kezzâb.

merdud-üş şehadet / merdud-üş şehâdet

  • Şahitlikleri kabul edilmiyenler.
  • Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.

meşhur hadis

  • İlk asırda âhâdî (bir Sahabî tarafından rivayet edilmiş) iken, ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadis.

mevzu ehadis / mevzu ehâdis

  • Uydurma hadisler; yalan olduğu halde Peygamber Efendimize (a.s.m.) dayandırılan uydurma söz.

mevzuat

  • (Uydurma hadisler) Yalan olduğu halde Hz Peygambere dayandırılan uydurma sözler.

meyn

  • (Çoğulu: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.

meyyan

  • Yalancı.

mezza'

  • (Çoğulu: Mezâyi) Koğucu.
  • Yalan.
  • Sırrını gizlemeyen kişi.

mimsah

  • Yalancı.

mu'cize-i mütevatire

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan mu'cize.

muavvık

  • Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.

mübahe

  • Yalan söylemek.

mubikat-ı seb'a

  • İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık.

müdahin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.

muhammer

  • (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış.
  • Yoğurulmuş.

muhannet

  • Mumyalanmış, tahnit edilmiş.

muhtelik

  • Yalancı. Yalan uyduran.

muhtemer

  • Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.

muhtemir

  • (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran.
  • Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.

mükabir / mükâbir

  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan.

mükazebe / mükâzebe

  • (Kizb. den) Karşılıklı olarak yalan söyleme.

mükezzib

  • Tekzib eden. Yalanlayan, yalan çıkaran.
  • Tekzib eden, yalanlayan.
  • Yalanlayan.

müleffak

  • (Telfik. den) Düzme, uydurma, yalandan, sahte.
  • Yaldızlama.

mün'akide yemini / mün'akide yemîni

  • İleride yapacağım veya yapmıyacağım diyerek yalan yere yemîn.

münafık

  • İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
  • Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
  • Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.

mürcif

  • Fitneci, yalancı.
  • (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı.
  • Mutlak bir şey ile meşgul olan.
  • Yer sarsıntısı. Zelzele.

müseyleme

  • (Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür.

müseylime

  • Peygamberlik dâvâ eden yalancının adı.

mutatabbib

  • (Tıbb. dan) Yalandan hekim. Doktorluk taslıyan.

müteavvik

  • Geciken, eğlenen, oyalanan.

mütehammir

  • Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan.
  • Ekşiyen, mayalanan.

mütehatir

  • Birbirini yalanlayan, tekzib eden.

mütekavvil

  • (Çoğulu: Mütekavvilîn) (Kavl. den) Yalan uydurup söyleyen.

mütekavvilin / mütekavvilîn

  • (Tekili: Mütekavvil) (Kavl. den) Mecbur olmadığı halde kendiliğinden yalan söyleyenler.

mütemarız / mütemârız

  • Kendini hasta gösteren, yalandan hasta olan.

mütemarızane / mütemârızâne

  • Yalandan hastalanarak. (Farsça)

mütemarızin / mütemârızîn

  • (Tekili: Mütemârız) Hasta gibi görünenler, yalandan hasta olanlar.

mütenavim

  • (Çoğulu: Mütenavimîn) (Nevm. den) Uyur gibi görünen. Yalandan uyuyan.

mütenavimin / mütenavimîn

  • (Tekili: Mütenavim) Uyur gibi görünenler. Yalandan uyuyanlar.

mütesakıl

  • Üşenip ağırlaşan.
  • Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp kalan.

mütevatir / mütevâtir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden aktardığı haber veya hadis.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir hadis / mütevatir hadîs

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı hadîs.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

müyun

  • Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler.

muzahraf

  • Sahte yaldızlı, yalancı süslü olan.

müzahref

  • Boya. Yaldız gibi, sahte yalancı. Yaldız.
  • Süprüntü, pislik, çöp.

müzevvir

  • Yalancı, dolandırıcı, arabozucu.
  • Yalancı, arabozucu.

neşriyat-ı kazibe / neşriyât-ı kâzibe

  • Yalandan, uydurma sözler.

nümayiş / nümâyiş

  • Gösteriş, görünüş, miting.
  • Yalandan gösteriş, göz boyama.

palavra

  • (İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz.

recefe

  • Zelzele.
  • Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir.

resul-i sadık

  • Her haliyle doğru olan, sözleri ve hareketlerinde en küçük yalan olmayan Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

riyakar / riyakâr

  • Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

safsata

  • Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas.
  • Yalan yanlış, uydurma.
  • Yalan, uydurma, görünüşte doğru gerçekte yalan ve yanlış olan kıyas.

safsata-i nefis

  • Nefsin safsatası, nefsin yalan ve uydurmaları.

safsatacı

  • Yalan ve uydurma şey konuşan kimse.

safsatiyat / safsatiyât

  • Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
  • Safsatalar; yalan ve uydurma şeyler.

şahid-zor

  • Yalancı şâhit. (Farsça)

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

şahşah

  • Sözü doğru olan, yalan söylemeyen.
  • Gayretli, bahadır kimse.

sahte

  • Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. (Farsça)
  • Kalp, karışık. (Farsça)

sahtegi / sahtegî

  • Sahtelik, yalan, düzme. (Farsça)

sarih tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadîs-i şerifi, bizzat aynen aktarması.

şarlatan

  • Yalancı, aldatıcı kimse.
  • Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. (Fransızca)
  • Yalancı, aldatan, yüksekten atan.

şarlatanlık

  • Yalancılık, aldatıcılık.

sedc

  • Yalan.

sedid

  • Doğru. Yanlış ve yalan olmayan.
  • Müstakil.
  • Muhkem. Metin.

selale

  • Çanak içinde yalanan nesne.

semi' / semî'

  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

şetat

  • Hadden aşırı olmak.
  • Hakdan uzak.
  • Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma.

sıddik / sıddîk

  • Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
  • Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
  • Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
  • Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.

şimrac

  • (Çoğulu: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek.
  • Yalan karışık söz.

şöhret-i kazibe / şöhret-i kâzibe

  • Yalancı şöhret.
  • Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm.

süfyan / süfyân / سُفْيَانْ

  • Müslümanlar içinde çıkacak yalancı dinsiz şahıs.

sümmeha

  • Yalan ve bâtıl nesne.
  • Yer ile gök arası.
  • Her tarafa dağılıp gitmek.

taavvuk / تعوق

  • (Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
  • Gecikme, oyalanma. (Arapça)

tağrir / tağrîr

  • Yalan söyleyerek aldatma.

tahammur

  • Tahammur etmek: Mayalanmak.

tahammür

  • Mayalanmak. Ekşimek.
  • Sarhoşluk verecek hâle gelmek.

tahammürat / tahammürât

  • (Tekili: Tahammür) Ekşimeler, mayalanmalar.

tahammuz

  • Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek.

tahmir / tahmîr / تخمير

  • (Hamr. dan) Mayalandırma.
  • Yoğurma, yoğurtma.
  • Mayalandırma. (Arapça)
  • Yoğurma. (Arapça)

takavvül

  • Haber vermek.
  • Yalan söylemek.

takvil

  • (Çoğulu: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek.
  • Haber vermek.

te'fik

  • (Çoğulu: Te'fikât) Yalan söyleme.
  • Yalan ve iftirâ etme.

te'ye

  • Eğlenmek, durmak, oyalanmak.

teami

  • Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme.

tebaki

  • (Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama.

teessür

  • İşten alıkoyma. Oyalandırma.

tefnid

  • Tekzib etmek, yalanlamak.
  • Zayıflatmak.
  • Aciz etmek.
  • Korkutmak.

tehdin

  • Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme.
  • Teskin etmek.

tekavvül

  • Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.

tekavvülat

  • (Tekili: Tekavvül) Yalan sözler.

tekazüb / tekâzüb

  • (Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme.

tekzib / tekzîb / تكذيب / تكذیب

  • Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama.
  • Yalan isnad etme, yalancı çıkarma, yalan olduğunu belirtme.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama. (Arapça)
  • Tekzîb edilmek: Yalanlanmak. (Arapça)
  • Tekzîb etmek: Yalanlamak. (Arapça)

tekzip

  • Yalanlama.

tekzip etme

  • Yalanlama.

tekzip etmek

  • Yalanlamak.

temaruz

  • Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek.

temayün

  • Yalan olmak.

tenavüm

  • Yalandan uyur gibi görünme.

terkend

  • Yalan, hile, kizb. (Farsça)

tesakul

  • Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme.

tesebbüt

  • Eğlenmek, oyalanmak. Geç gelmek.

tevatür / tevâtür / تَوَاتُرْ

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.
  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması.
  • Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
  • Yalan söylemez kimselerin ittifakla verdikleri kuvvetli haber.
  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi haber vermesi.

teza'um

  • Yalan olmak.

tezvir

  • Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme.
  • Şahidin şehadetini iptal etme.
  • Kendini ziyaret edene ikram etme.
  • Yalan ve iftira karıştırarak sözü süsleme, sahtekârlık.
  • Söze yalan karıştırma.

tezvirat / tezvirât

  • Süslü yalan söylemeler, sahtekârlıklar.
  • Söze yalan karıştırmalar.

tımres

  • (Tımrus) Yalancı, kezzab.
  • Leim, alçak kimse.

üfuk

  • (Efk) Yalan söylemek.
  • Kaçmak.
  • Bir işten sapmak.

ükzube

  • Yalan. Uydurma, söz.

ürcufe / ürcûfe / ارجوفه

  • (Çoğulu: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.
  • Yalan dolan, uydurma söz, martaval. (Arapça)

usr

  • Tavşancıl kuşu.
  • Yalan söz.

vaşi

  • (Çoğulu: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.

vel'

  • Yalan.
  • Haps.

velk

  • Yalan yakıştırmak.
  • Sür'at etmek, hız yapmak.

yave / yâve

  • Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. (Farsça)
  • Sahipsiz hayvan. (Farsça)

yelma'

  • Yalancı.
  • Serap.

yemin-i gamus / yemîn-i gamûs / yemîn-i gâmûs

  • Yalan yere bile bile yapılan yemin.
  • Günâha ve Cehennem'e sokan yemin. Geçmişteki bir şey için, bile bile yalan söyleyerek, yemin etmek.

zeharif

  • (Tekili: Zuhruf) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler.
  • Sahte süsler.

zehv

  • Bâtıl.
  • Yalan.
  • Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek.
  • Güzel manzara.
  • Taze ot.
  • Otun çiçeği.
  • Titremek.
  • Yürümek.
  • Yel esmek.
  • Alacalanmış hurma koruğu.

zevk-i mecazi / zevk-i mecazî

  • Gerçek olmayan, yalan ve aldatıcı zevk.

zevr

  • Yalan, kizb.
  • Bâtıl mâbud.
  • Ziyaret etmek.
  • Göğüs üstü.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın