Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
Yüz
ifadesini içeren
1091
kelime bulundu...
a'şa
Gözleri dumanlı olan adam.
Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı.
Gece vakti gözleri görmeyen kimse.
a'sar / a'sâr / اعصار
(Tekili: Asr) Asırlar. Yüzyıllar.
Yüz yıllar.
(Arapça)
a'sar-ı salife / a'sâr-ı sâlife
Geçmiş yüzyıllar. Geçmiş asırlar.
ab / âb / آب
Su.
(Farsça)
Deniz.
(Farsça)
Irmak
(Farsça)
Tükürük
(Farsça)
Özsuyu
(Farsça)
Ter
(Farsça)
Döl suyu
(Farsça)
Sidik
(Farsça)
Parlaklık
(Farsça)
Yüzsuyu.
(Farsça)
Letafet, hava.
(Farsça)
ab-dest
Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir.
(Farsça)
Azarlama, paylama.
(Farsça)
ab-ı ru-yi habib-i ekrem / âb-ı rû-yi habîb-i ekrem
Allah'ın sevgili kulu olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) yüz suyu.
ab-ı ruy / ab-ı rûy
Yüz suyu, şeref, haysiyet, nâmus.
ab-süvar
Su üstünde yüzen.
(Farsça)
Sudaki kabarcık.
(Farsça)
abadile / abâdile
Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı.
abadile-i seb'a / abâdile-i seb'a
Meşhur olan yedi Abdullah isimli sahabe-i kiram (R.A.) (Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes'ud, Abdullah İbn-i Ravâha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin ebi Evfâ (R.A.) (Asr-ı saadette Abdullah ismiyle anılan ikiyüz yirmi sahabe-i kiram hazerâtı va
abdest
Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.
abed
Hayâ etmek. Arlanmak.
Hışım etmek, kızmak.
Uyuz hastalığı.
abese suresi / abese sûresi
Kur'ân-ı kerîmin sekseninci sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede yüzçevirdi, iltifat etmedi mânâsına olan Abese lafzı sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından bir mev'ize (nasihat, öğüt) olduğu bildirilmekte,
abıru / âbırû / آبرو
Yüzsuyu.
(Farsça)
abis
Asık suratlı, ekşi yüzlü kimse.
Arslan.
abiye
Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın.
abs
(Ubus) Huzursuzluktan yüz ekşitmek, çehreyi çatmak.
abus / abûs
Çatık çehreli. asık yüzlü. Yüzü ekşi.
Asık ve ekşi yüzlü.
Asık yüzlü, somurtkan.
abv
Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş.
adem / âdem
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.
adem-i iltifat
Yüz vermeme, kale almama.
adet-i arziye / âdet-i arziye / عَادَتِ اَرْضِيَه
Yeryüzü âdeti.
adiyat suresi / âdiyât sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüzüncü sûresi.
admer
Arslan.
Şedit, şiddetli.
Belâ.
Çirkin yüzlü şişman kadın.
afitab
Güneş.
(Farsça)
Mc: Pek güzel.
(Farsça)
Çok güzel yüz.
(Farsça)
afitabcemal / âfitâbcemâl / آفتاب جمال
Güzel yüzlü, parlak yüzlü, yüzü güneş gibi parlayan, sevgili, maşuk.
(Farsça - Arapça)
aftab-gerdiş
Yer yüzü.
(Farsça)
Kaya keleri.
(Farsça)
Devamlı güneş gören yer.
(Farsça)
aftab-ru
Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel).
(Farsça)
Sevimli, dilber.
(Farsça)
Güneşe karşı olan (yer).
(Farsça)
aftabru / âftâbrû / آفتاب رو
Parlak yüzlü.
(Farsça)
agşa
Baygın adam.
Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan.
ahmed-i bedevi / ahmed-i bedevî
(Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı t
ahşef
Uyuz adam.
ahsem
Geniş yüzlü kılıç.
Arslan.
Enli, yassı ve yayvan burun.
Enli, yassı ve yayvan burunlu adam.
ahver
Akıllı.
İri gözlü güzel.
Müşteri yıldızı. (Jüpiter)
Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.
akanyıldız
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.
akik
Meşhur ve kıymetli, ekseriya kırmızı renkte olan ve yüzük gibi şeylere takılan taş.
Hicaz vilâyetinde bir vâdi.
Yolunu yaran gür su.
akmer
Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey.
akşer
Kızıl çehreli, kırmızı yüzlü adam.
aktar-ı arz / aktâr-ı arz / اَقْطاَرِ اَرْضْ
Yeryüzünün her tarafı.
aktar-ı zemin / aktâr-ı zemin
Yeryüzünün dört bir tarafı.
alem-i feza / âlem-i feza
Gökyüzü, uzay âlemi.
alem-i melekut / âlem-i melekût
İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen, kâinatın iç yüzü.
alem-i mülk ve melekut / âlem-i mülk ve melekût
Görünen ve görünmeyen âlem, herşeyin dış ve iç yüzü.
alim / âlim
Bilen, ilim sâhibi.
Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),
allame-i asır / allâme-i asır
Yüzyılın en büyük alimi.
alya
Yüksek yer, yükseklik.
Gökyüzü.
amil / âmil
Yapan. İşleyen.
Sebep.
Vergi tahsiline memur kimse.
Mütevelli.
Vâli.
Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).
amme / âmme
Tülbent sargı.
Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum.
Umumi. Herkese ait.
anan / anân
Bulutlar.
Gökyüzü, semâ.
anasır-ı arziye / anâsır-ı arziye / عَنَاصِرِ اَرْضِيَّه
Yeryüzündeki unsurlar.
armatür
Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.
arr
Uyuz hastalığı.
arre
Câriye.
Uyuz hastalığı.
arş u ferş
(Arş u zemin) Arş ve yeryüzü.
arz / ارض / اَرْضْ
(Erz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya.
Aşağı ve alçak.
Memleket, ülke.
Küre.
İklim.
Davarın ayağının altı.
yeryüzü, dünya, genişlik.
Yer, yeryüzü.
Yer.
(Arapça)
Dünya, yeryüzü.
(Arapça)
Yeryüzü.
arzın halifesi
Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.
as'ar
Çok kibirli, mağrur.
Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu.
asab-ı veçhiye / âsâb-ı veçhiye
İnsanın yüzünde bulunan sinirler.
asar-ı tavile / asâr-ı tavîle
Uzun asırlar, yüzyıllar.
asdag
(Tekili: Sudg) Tıb: Şakaklar, yüzdeki şakaklar.
asel
Bal. Şehd.
Tatmak.
Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık.
Cennette bir su.
aşık-ı didar-ı pak / âşık-ı didâr-ı pâk
Temiz yüzün âşıkı.
Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri.
aşina
Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan.
(Farsça)
Yüzücü.
(Farsça)
asır
Yüzyıl.
Yüzyıl, çağ.
asır ba'de asır / عصر بعد عصر
Asırlarca, yüzyıllarca.
(Arapça)
aşku / aşkû
Tavan; kat, tabaka.
(Farsça)
Gökyüzü. Gök.
(Farsça)
asman / âsmân / آسمان
Gökyüzü, sema.
(Farsça)
Gök, gökyüzü.
(Farsça)
asmani / asmanî / âsmânî / آسمانى
(Çoğulu: Asmâniyân) Gökyüzüne, aya, güneşe mensub.
(Farsça)
Açık mavi.
(Farsça)
Gökyüzüne ait.
(Farsça)
Melek.
(Farsça)
Açık mavi.
(Farsça)
aşna
Yüzücü.
(Farsça)
Yüzme.
(Farsça)
Tanıyan, yabancı olmayan.
(Farsça)
aşnab
Yüzen, yüzücü.
(Farsça)
aşnager
Yüzücü. Yüzgeç.
(Farsça)
aşnageri / aşnagerî
Yüzme, yüzücülük.
(Farsça)
asr / عصر
(Asır) Bir devrelik zaman.
İkindi vakti.
Zamanın bir cüz'ü.
Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
Yüz yıl.
Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
Gece ve gündüzden
İkindi namazı.
İkindi vakti.
Yüzyıl, çağ.
Zaman, devir, yüz yıllık zaman.
İkindi vakti.
Asır, yüzyıl.
Yüzyıl.
(Arapça)
İkindi vakti.
(Arapça)
asr suresi / asr sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz üçüncü sûresi.
asr-ı ahir / asr-ı âhir
Son yüzyıl.
asr-ı miladi / asr-ı milâdî
Milâdî yüzyıl.
aşr-i mişar / aşr-i mişâr
Yüzde bir.
asuman / âsuman / âsumân
Gökyüzü. Semâ.
(Farsça)
Felek.
(Farsça)
Gökyüzü, sema.
Gökyüzü, gök kubbe.
asüman / âsümân / âsüman / آسمان
Gökyüzü.
Gökyüzü.
(Farsça)
asuman / âsumân / آسُمَانْ
Gökyüzü.
atıf / âtıf
(Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen.
Bağlaç.
Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik.
Yarış atlarının altıncısı.
Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.
avabis
Müdhiş, çetin günler.
Yüzü abûs kimseler.
avemen
Deve veya at gidişi.
Yüzme.
ayine-i iskender
Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.
ayine-ru / ayine-rû
Yüzü ayna gibi parlıyan.
(Farsça)
ayyuk
Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi.
Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri.
Gökyüzünün pek yüksek yeri.
azrail
Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm
babil kulesi / bâbil kulesi
Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb
babilik / bâbîlik
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de
bahr-i sema
Gökyüzü denizi.
bam-ı bülend
Yüksek çatı.
Gökyüzü, sema.
banbu
(Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.
barbut altını
Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.
basim
(Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse.
basir
Kararmış.
Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse.
basiret / basîret
İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü.
basit
Kıymetsiz.
Geniş
Yaygın olan.
Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan.
Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz.
Edb: Aruz vezinlerinden biri.
basur / bâsûr
(Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.
bath
(Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
Yüz üzeri düşme.
Serilip yatan adamın boyu.
Bırakma.
batın / bâtın
İç, iç yüz, gizli, sır.
Bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratan ve işleten Allah.
İç, içyüz, gizli, sır, derunî.
Allah'ın isimlerinden.
İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir)
batın-ı umur / bâtın-ı umur / bâtın-ı umûr
İşlerin içyüzleri, görünmeyen yönleri.
İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri.
batınen / bâtınen / باطنا
İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
İşin iç yüzünde.
(Arapça)
batını / bâtını
İçyüzü, içi.
bayramiyye
Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır.
bed-lika
Çirkin yüzlü, kötü yüzlü.
(Farsça)
bedr gazvesi
Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.
behacet
Güzellik. Güzel yüzlü olma.
behcet
Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
Güleryüzlülük, şenlik, güzellik.
behçet
Güzellik, güleryüzlülük, sevinç.
behic / behîc / بهيج
Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
Güleryüzlü, şen, güzel.
Güleryüzlü.
(Arapça)
behice
Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.
behnan
Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse.
behs
Neşe ve güleryüzle karşılama.
Kahraman, yiğit, mert adam.
Cür'etkârlık.
behş
Muki otunun yaşı.
Kara yüz.
bellet
(Çoğulu: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.
benefşe-gun / benefşe-gûn
Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü.
(Farsça)
beraş
Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.
bergaşte
Yüz çevirmiş.
(Farsça)
bergeşte
Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs.
(Farsça)
berku'
Yüz örtüsü. Peçe.
berr
(Çoğulu: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr.
Nimetleri herkese, umuma ihsan eden.
Gerçeklik, sıdk.
Susuz, kuru yerler.
Toprak. Yeryüzü, yer.
besamet
Güler yüzlülük. Mütebessimiyet.
beşaş
(Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü.
beşaşet / beşâşet
Güler yüzlülük.
Tazelik.
Güler yüzlülük.
Güleryüzlülük.
beşenc
Yüz güzelliği, parlaklığı.
(Farsça)
beşer
(Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri.
İnsan. Âdem.
besil
Çirkin yüzlü.
besim
(Besm. den) Güleryüzlü kimse.
beşir
Müjdeli haber veren. Müjde getiren.
Güler yüzlü. Hub. Cemil.
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı.
Müjdeci, iyi haber getiren,güleryüzlü.
Hıristiyan Araplar'da İncil yazan veya hıristiyanlık akidelerini telkin eden kimse.
Peygamberimizin bir vasfı.
beşişe
Açık yüzlü olmak.
besit
(Çoğulu: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü.
Yalnız tek.
Geniş yer.
besl
Helâk etmek.
Men'etmek.
Çirkin yüzlü olmak.
Helâl ve haram.
besr
Yüz ekşitmek.
Talep etmek, istemek.
Acele etmek. Hamlık atmak.
beşş
Açık yüzlü olmak.
bessam
Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse.
beşuş / beşûş
Güler yüzlü, şen.
Güleryüzlü.
beşuşane / beşûşâne / بشوشانه
Güler yüzlüce. Hoş olarak.
(Farsça)
Güleryüzle.
(Arapça - Farsça)
besv
Yüz ekşitmek.
betain
Astarlar.
Yatak yüzleri.
bevz
Devamlı oturuş. Daimi oturma.
Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.
beyz
(Çoğulu: Büyuz) Yumurta.
Kuşun yumurtlaması.
Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.
beyza'
(Çoğulu: Biyâz) Kasaba, köy.
Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)
bezre
Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası.
bi-lisan-il-arz
Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle.
bi-ruyi / bî-ruyî
Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık.
(Farsça)
binaenaleyh / binâenaleyh / بناء عليه
Bu yüzden, bundan dolayı.
(Arapça)
binbaşı
Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.
binsar
(Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı.
bişir
Talâkat, güzel yüzlülük.
biyocoğrafya
yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.
boylam
Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri.
(Türkçe)
budizm
Hindistan'da M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış olan Buda'nın kurduğu, Uzakdoğu ülkelerinde yaygın bozuk bir inanış. Bu inanışta olanlara Budist denir.
büharise
Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.
bühlul
Güzel yüzlü.
büraka
Bütün gün yüzünü süsleyen kadın.
Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.
burku'
(Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe.
Kâbe örtüsü.
Yedinci kat gök.
büru'
Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük.
(Hasta) iyiliğe yüz tutma.
cadı
Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.
caka
(Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki
cami / camî
(Molla Camî) Hi: 817-898 Büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı: Abdurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir.
cami' / câmi'
Toplayan.
Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı
çark-ı felek
Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü.
Mc: Tâlih, baht.
Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği.
Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği.
cebbar / cebbâr
İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah.
Zalim, müstebit kişi.
Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.
cebhe / جبهه
Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer.
Alın.
Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı.
Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir.
Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.
Cephe, alın, yön, yüz, savaş bölgesi.
Cephe.
(Arapça)
Alın.
(Arapça)
Yüz.
(Arapça)
cebhe-sa / cebhe-sâ
Yüz süren.
cebub
Sağlam yer. Muhkem.
Yeryüzü.
Katı ve galiz yer.
cehamet
Yüz pörtümek, donuk yüzlü olmak.
çehre / چهره
Vech, yüz, surat.
(Farsça)
Mc: Surat asmak, dargınlık.
(Farsça)
Görünüş, şekil, zahir.
(Farsça)
Yüz.
Yüz.
Yüz.
(Farsça)
çehre-nümud
Yüzünü gösteren, yüz gösterici.
(Farsça)
cehzam
Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi.
Esed, arslan.
celabib
(Tekili: Cilbâb) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler.
celem
Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.
cemal / cemâl / جمال
Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
Hak ile söylenen doğru söz.
Hüsün.
Güzellik.
Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
Zât, yüz.
Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.
Allah'ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi.
Yüz güzelliği.
Yüz güzelliği.
(Arapça)
cemal-i suret / cemâl-i sûret
Yüz güzelliği, dış güzellik.
cemil / جميل
Güzel.
(Arapça)
Yüzü güzel.
(Arapça)
çend
Kaç tâne? Ne kadar?
(Farsça)
Birkaç. Üç-beş gibi adet.
(Farsça)
Herhangi bir şeyin yüzde biri.
(Farsça)
çep şüden
Solak olmak.
(Farsça)
Mc: Doğruluktan yüz çevirmek.
(Farsça)
cephe
Ön yüz.
cephe-i adem / cephe-i âdem
Hz. Âdem'in yüzü, alnı.
çerb
Besili, semiz, yağlı.
(Farsça)
Muvafık, münasib, uygun.
(Farsça)
Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma.
(Farsça)
cerba
Uyuz kadın.
cerban
Uyuz hastalığına tutulmuş olan, uyuz.
cerbiyye
Uyuz böcekleri.
cereb
Uyuz hastalığı, uyuzluk.
cereb-nak
Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi.
(Farsça)
cerec
Yüzüğün, parmağa geniş olması.
Taşlı, sert yer.
Muztarib. Iztırab ve acı çeken.
cerh
Yara.
Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
Kesb u kâ
cerib
Uyuz hastalığına tutulan. Uyuz marazına tutulmuş olan. Uyuz.
çeşm-aviz
Yüz örtüsü, peçe.
(Farsça)
cevv-i asuman / cevv-i âsuman
Gökyüzü, semâ.
cevv-i hava / جَوِّ هَوَا
Gökyüzü.
cevv-i sema / cevv-i semâ / جَوِّ سَمَا
Gökyüzü. Gök boşluğu. Fezâ. (Cevv-i âsuman da denir.)
Gökyüzü, uzay.
Gökyüzü.
cevza
Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.
ceyş
Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a.
Dolup taşmak.
Ses, sadâ.
ceyş-ül azim / ceyş-ül azîm
Büyük ordu. Binikiyüz kişilik askeri kuvvet.
ceza'
Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.
cihet-i melekutiyet / cihet-i melekûtiyet
Birşeyin iç yüzü, aslı, hakikati; varlıklara hükmeden İlâhî fiil, isim, sıfat ve şuûnâta bakan yön.
çihre / چهره
Yüz.
(Farsça)
cilf
Boş küp.
Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
Her nesnenin parçası.
Hoyrat, kaba. Ayak takımından.
coğrafya
Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b
cünu'
Yüzü üstüne düşürmek.
dabure
Yer yüzünde gezen hayvanât.
dad
Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir.
Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir.
dagma'
Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.
dahil / dahîl
Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir.
Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi.
Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan.
Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçe
dahile / dâhile / داخله
(Çoğulu: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü.
İç, iç yüz.
(Arapça)
dahili / dâhilî / داخلى
İç ile ilgili, iç yüze ait.
(Arapça)
dahiliye / dâhiliye / داخليه
İç ile ilgili, iç yüze ait.
(Arapça)
dahis
Müfsid, arayı bozan.
Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan.
Bir meşhur atın adı.
dahs
Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak.
Fesad, ifsâd.
daire-i arz
Yeryüzü dairesi.
daire-i melekut / daire-i melekût
Varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire.
deffe
Yan, yüz.
Kitab cildinin iki tarafından herbiri.
dekaik-ı mahiyat / dekâik-ı mâhiyat
Bir şeyin iç yüzüne ait incelikler.
derahim
(Tekili: Dirhem) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri.
Akçeler, paralar.
derece-i tahkik
Araştırma ve her şeyin gerçek yüzünü ortaya çıkarma derecesi.
derr
İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır.
Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı.
Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.
derun
İçyüz, içyapı.
desem
(Çoğulu: Düsum) Yağ.
Uyuz.
didar / dîdâr / دیدار
Mülâkat, görüş.
(Farsça)
Görünme.
(Farsça)
Yüz. Çehre.
(Farsça)
Görüş kuvveti, göz.
(Farsça)
Açık, meydanda.
(Farsça)
Görüşme, buluşma.
(Farsça)
Yüz.
(Farsça)
didar-ı hürriyet
Hürriyetin güzel yüzü.
didar-ı pak / didar-ı pâk
Temiz yüz.
dim
Yüz, yanak, çehre, surat.
(Farsça)
dimam
Çocukların yüzlerine sürülen ilâç.
Sevap.
dirase
Kitab okumak.
Elbiseyi eskitmek.
Gizli yol.
Harmanda buğday döğmek.
Uyuz olan deveyi katranlamak.
dirhem
Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü.
Gümüş para.
divanhane-i rahman / divanhane-i rahmân
Rahmet ve şefkati sınırsız olan Allah'ın büyük salonu, yeryüzü.
dolunay
t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri.
Bedir.
dü-ru
İki yüzlü.
dü-vist
İki yüz.
(Farsça)
duh
Çorak, otsuz ve çıplak arazi.
(Farsça)
Tüysüz, çıplak yüz ve baş. Köse ve dazlak.
(Farsça)
Yapraksız ve meyvasız ağaç.
(Farsça)
Hasırotu.
(Farsça)
dükkan-ı rabbani / dükkân-ı rabbânî
Herşeyin Rabbi olan Allah'ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü.
düru / dürû / دورو
İkiyüzlü.
(Farsça)
düvist / دویست
İkiyüz.
(Farsça)
ebih
Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın.
ebluk
Münafık, iki yüzlü adam.
(Farsça)
Şarlatan.
(Farsça)
ebruferah
Güler yüzlü.
(Farsça)
ecreb
Uyuz hayvan veya insan.
edeme
Derinin iç yüzü. (Dış yüzüne "beşere" derler.)
edgam
Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at.
edim / edîm / ادیم
Sahtiyan, tabaklanmış deri.
Satıh, yüz, zemin.
Tabaklanmış deri.
(Arapça)
Yüzey, yüz.
(Arapça)
edim-i arz
Yer yüzü.
efkar-ı münafıkane / efkâr-ı münafıkane
İki yüzlü, içten pazarlıklı fikirler, düşünceler.
egamm
Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.
ehl-i ırz
Yüz aklığı ve şan, itibar sahibi olan, namuslu kimse. Şerefli ve temiz olan. Namuslu, iffetli ve ismetli. Irz ehli.
ehl-i nifak / ehl-i nifâk / اَهْلِ نِفَاقْ
Münafıklar, iki yüzlüler.
Münâfıklar, iki yüzlü olanlar.
ehl-i nifak ve dalalet / ehl-i nifak ve dalâlet
Hak yoldan sapan ve iki yüzlülük yapanlar.
eklef
Yüzü çilli olan adam.
Koyu renkli arslan.
ekmel-i vecih
En mükemmel yön, yüz.
el-hafız / el-hâfız
Hadîs ilminde uzman olan ve en az yüz bin hadîs-i şerifi, o hadîsleri aktaranların bilgileriyle beraber ezbere bilen hadîs âlimi.
emihe
Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.
enderun
İç, dâhil.
Kalb, içyüz, gönül.
Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.
engizisyon
16. ve 17. yüzyılda Hıristiyan Katolik mezhebinden ayrılan veya papaya karşı gelen kimselere karşı, arslana parçalatma, ateşte yakma gibi cezalar uygulayan mahkeme.
engizisyon mahkemeleri
Fransa'da 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan Katolik Mezhebine ait kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenleri ağır işkence ve zor ölümlere mahkûm eden mahkemelere verilen isim.
engüşter / انگشتر
Yüzük.
(Farsça)
enlem
(Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş
erazil
(Tekili: Erzel) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.
esale
Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.
esarir
Gizli sırlar.
Yüz ve avuçtaki çizgiler.
esban
Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü.
Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.
eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr
İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.
esil
Parlak, uzun ve dolgun yüz.
Doğru şey.
eşkah
Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at).
esleb
İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta.
Süprüntü, moloz.
eşna
Yüzücü, yüzgeç.
(Farsça)
Kıymeti büyük olan mücevher.
(Farsça)
eşrar-ı arzin / eşrâr-ı arzîn
Yeryüzünün şerlileri, kötüleri.
eşyem
Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.
evrak
(Çoğulu: Vuruk) Sivri ve uzun dişli.
Yüzü renkli güvercin.
Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka)
evre
Elbisenin dış yüzü.
(Farsça)
eyazi
Kadınların yüzlerine örttükleri peçe, örtü.
(Farsça)
eyyam-ı şer'iye / eyyâm-ı şer'iye
Kur'ân'daki ölçülere uyan günler; gökyüzünde her cismin kendi etrafında dönmesiyle gün, bağlı olduğu sistem etrafında dönmesiyle de yine ona ait sene oluşur. Meselâ Sirius yıldızının bir günü ise bin senedir.
ezhar
(Tekili: Zahr) Satıhlar, yüzler.
Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları.
ezher-ül vech
Yüzü nurlu olan.
fahs
Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme.
Ayırtmak.
Bahsetmek.
Seyirtmek.
Sıçramak.
fasete
Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri.
(Fransızca)
fass
Yüzük taşı.
Kemiğin oynak yeri.
Meyve içi. Lüb.
Kitabın bend ve mebhası.
Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak.
Mc: Gözbebeği.
fassas
Yüzük taşı yapan kimse.
fe's
İki yüzlü balta.
Balta ile vurmak.
felak suresi / felak sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz on üçüncü sûresi.
felek / فلك
Gökyüzü, sema.
Âlem, dünya.
Talih, kader.
Gökyüzü.
(Arapça)
Talih.
(Arapça)
Kader.
(Arapça)
fell
(Çoğulu: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne.
Yaralamak.
Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması.
Kılınç yüzündeki açılan gedik.
Susuz kır yer.
Güruh, cemaat.
Muvakkat delilik.
fen ve san'at balonu
Fen ve san'at uçağı (Balon, 20. yüzyılın başlarında hava taşımacılığında ileri teknolojiydi.).
ferah-ebru
Sevimli, güler yüzlü.
(Farsça)
ferş / فَرْشْ
Yer. Yeryüzü.
Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey.
Küçük develer.
Döşeme, yayma.
Yayılan şey.
Seccade, hasır,
Yeryüzü, kır, sahra.
Yeryüzü.
fesh
Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
Zayıf olmak.
Bilmemek. Cehil.
Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
Unutmak.
Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak
fetha
(Çoğulu: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük.
Büyük yüzük.
Tavşancıl kuşu.
fetl
Bükmek.
Yüz döndürmek.
feyz
(Çoğulu: Füyuz) Bolluk, bereket.
İlim, irfan. Mübareklik.
Şan, şöhret.
İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak.
Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
Bir haberi fâş etmek.
İçindeki düşüncesini izhar etmek.
feza
Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü.
Yer geniş olmak.
Açık sahra.
Saha.
Yerde akan su.
feza-yı ıtlak / fezâ-yı ıtlak / fezâ-yı ıtlâk
Uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay.
Hudutsuz gökyüzü. Nihayetsiz feza.
feza-yı ulvi / feza-yı ulvî
Uzay, gökyüzü.
feza-yı vasia / feza-yı vâsia
Geniş gökyüzü, uzay.
fil suresi / fîl sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz beşinci sûresi.
firaset / firâset
Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
Yiğitlik.
Allahü teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.
firkateyn
Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.
firuze-rivak
Gökyüzü, sema.
fürhüd
Arslan eniği.
Yüzü güzel oğlan.
Kaba şiş.
fusus
(Tekili: Fass) Yüzük taşları.
Yüzük taşları.
füus
(Tekili: Fe's) İki yüzlü baltalar.
füyuzat
Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi tecelliler.
gabra
Yeryüzü, toprak, arz.
Nebat envâından bir nev'i.
Kuraklık, kıtlık.
Çok tuzlu.
Toprak rengi.
gaibane / gaibâne
Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden.
(Farsça)
gaibane muamele / gaibâne muamele
Yüz yüze olmadan, üçüncü şahıs olarak anmak.
gaze
Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık.
(Farsça)
gendümnüma
Yüze gülüp aldatan. Hilekâr.
(Farsça)
ger
Uyuz hastalığı.
gerk
Uyuz hayvan.
(Farsça)
gibet / gîbet
Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.
gonce-i ab / gonce-i âb
Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.
gül-nikab
Yüzü gülle örtülü, pembe yüzlü.
(Farsça)
gülçehre / گل چهره
Gül yüzlü.
(Farsça)
gülpuş
Gül örtülü, pembe yüzlü.
(Farsça)
gülru / gülrû / گل رو
Gül yüzlü.
(Farsça)
gülruh / گل رخ
Gül yüzlü.
(Farsça)
gülruy
Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı.
(Farsça)
gumre
Kadınların yüzlerine örttükleri kırmızı bez.
Küçük kadeh.
günbed-i azrak
Gökyüzü.
günbed-i ekvar
Gökyüzü.
günbed-i hadra
Yeşil kubbe.
Mc: Gökyüzü, sema.
gurre
Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar.
Fık: İska
güşade-ebru
Güler yüzlü. Mütebessim. şen.
(Farsça)
güşaderu / güşâderû / گشاده رو
Güleç, güleryüzlü.
(Farsça)
habbül büluğ
(Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.
hacegan / hâcegân
(Tekili: Hâce) Hocalar.
(Farsça)
Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe.
(Farsça)
Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam.
(Farsça)
hacil
Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran.
hadae
İki yüzlü balta.
hadd
Yol.
İnsan cemaatı.
Bir şeye tesir ederek iz bırakmak.
Yanak, yüz, vecih.
Yeri kazmak, yeri yarmak.
hadis imamı / hadîs imâmı
Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.
hadisat-ı cevviye ve semaviye / hâdisât-ı cevviye ve semaviye / حَادِثَاتِ جَوِّيَه وَ سَمَاوِيَه
Gökyüzü ve uzay hâdiseleri.
hadre
Yüz yüze olmak.
hafi
Yalın ayak yürüyen veya koşan.
Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
hafız / hâfız
Hıfz eden, ezberleyen. Râvileriyle (rivâyet edenlerle) birlikte yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen hadîs âlimi.
hakaik-i ahval / hakâik-i ahval
Maddî ve mânevî âlemlerdeki hâllerin gerçek mahiyetleri, içyüzleri.
hakaik-ı eşya
Varlıkların hakikatı, içyüzü.
hakikat ilmi
Eşyanın gerçek ve doğru yüzünü gösteren ilim; Kur'ân ilmi.
hakikat-i alem / hakikat-i âlem
Âlemin gerçek mahiyeti, esası, içyüzü.
hakikat-i mevcudat
Varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü.
hal / hâl
Dayı.
Vücudda hususan yüzde görünen siyah benek, ben.
halaat / halâat
Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık.
Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
hali-ül-izar / halî-ül-izar
Yüzü yırtık.
Mc: Edepsiz, ahlâksız, utanmaz.
haliçe-i zemin
Yeryüzü halısı, kilimi.
halife / halîfe
Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.
Birinin yerine geçen.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
halife-i arz
Yeryüzünün halifesi, yöneticisi.
halife-i ru-yi zemin / halife-i rû-yi zemin
Yeryüzünün halifesi; Hz. Ömer.
halife-i ruy-i zemin
Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.
halife-i zemin / halife-i zemîn
Yeryüzünün halifesi.
halka-i ab-gun / halka-i âb-gûn
Gökyüzü, semâ.
hamr
Yüzmek.
hamra
(Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk.
Şiddet ve meşakkatli geçen yıl.
Şiddetle olan ölüm.
Arap olmayan cinsten.
Yüzü kızarmış kadın.
hamse
Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"
hamt
Misvak ağacı.
Ekşimiş süt.
Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak.
Gadap etmek, kızmak.
Kibirlenmek, tekebbürlenmek.
handan-ruy
Güler yüzlü, güleç, mütebessim.
(Farsça)
handeruy / handerûy / خنده روی
Mütebessim, güler yüzlü.
(Farsça)
Güleryüzlü.
(Farsça)
harab-ı arz
Yeryüzünün yıkılışı.
haramilik
Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da al
harısa
İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.
harisa / harîsa
Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut.
Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.
harita
yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
Dağarcık, kulplu kese.
haslet-i hamra / haslet-i hamrâ
Hamiyet, gayret veya mahcubiyetten gelen ve yüz kızarması suretinde görünen güzel haslet.
Güçlü haslet; hamiyet, gayret ve mahçubiyetten kaynaklanan ve yüz kızarması şeklinde kendini gösteren haslet.
haspuş
Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai.
(Farsça)
hass / hâss
Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.
hassas bölgeler
Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler
(Türkçe)
hatem / hâtem / خاتم
Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük.
Son. En son.
Mühür.
(Arapça)
Yüzük.
(Arapça)
hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret
Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü
hatemkari / hatemkârî
Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.
hatım
(Çoğulu: Havâtim) Yüzük.
hatır-ı şeytani / hatır-ı şeytanî
Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.
hatt-ı ruhsar / hatt-ı ruhsâr
Yüz hattı, çizgileri.
hav
Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy.
Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.
hazanlika
Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü.
(Farsça)
hazef
Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.
hazele
(Tekili: Hâzil) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.
hazil
Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.
hazrevat
(Hadravat, Hadrâ) Yeşillik.
Gökyüzü, felek. Asuman.
hektar
Yüz ar değerinde ölçü birimi.
(Fransızca)
hektometre
Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi.
(Fransızca)
hemşime
Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer.
hendese
Geo: şekil bilgisi.
Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.
herkül burcu
Gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi.
heşaş
Açık yüzlü şen yeynicek kişi.
Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.
heym
(Heyemân) Şaşkınlık.
Âşık olma, tutkun olma.
Yüzü yere koymak.
hezarmih / hezarmîh
Bin yerinden yamalı derviş hırkası.
(Farsça)
Çok süslü.
(Farsça)
Gök yüzlü.
(Farsça)
hıbat
Yüzde olan dağ ve nişân.
Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret.
hibre
(Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek.
hıbve
(Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
Bele takılan şey.
hicab-ı çihre
Yüz örtüsü.
hilafet-i arziye / hilâfet-i arziye
Yeryüzü halifeliği; yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev.
hilafet-i ru-yi zemin / hilâfet-i rû-yi zemin
Yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev.
hilafet-i zemin / hilâfet-i zemin
Yeryüzü halifeliği.
hilkat-ı arz
Yeryüzünün yaratılışı.
hilkat-i arz / خِلْقَتِ اَرْضْ
Yeryüzünün yaratılışı.
hilye / حليه
Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz.
Kılıcın sapındaki veya kınındaki zinet.
Suret. Hey'et. Görünüş.
Süs.
(Arapça)
Güzel yüz.
(Arapça)
Güzel özellikler.
(Arapça)
hırka-i saadet dairesi
İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son
hiss-i zahir / hiss-i zâhir
Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).
hıtab
Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek.
Seninle gayrin arasında olan kelâm.
hitaben
Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.
hokka-i mina
Sema, gök yüzü.
hornito
İsp. Küçük fırın.
Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.
hoşmanzar
Manzarası güzel. Güzel görünen.
(Farsça)
Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan.
(Farsça)
hoşruy
Tatlı yüzlü, sevimli.
(Farsça)
hubb-ısiva / hubb-ısivâ
Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi.Olup nâdim elim çektim hevâdan, Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan. Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapundan etme red, bu pür günâhı.
hubruy / hûbrûy / خوبروی
(Çoğulu: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.
Güzel yüzlü.
(Farsça)
huccet-ül-islam / huccet-ül-islâm
Üç yüz bin hadîs-i şerîfi, senetleri (rivâyet edenleri) ile birlikte ezberden bilen büyük İslâm âlimi.
Dinde söz sâhibi mânâsına İmâm-ı Gazalî hazretlerinin lakabı.
hud suresi / hûd sûresi
Kur'ân-ı kerîmin on birinci sûresi. Mekke-i mükerremede indi. Yüz yirmi üç âyet-i kerîmedir.
huluskarane / huluskârâne
Samimi muhabbet ve sevgi ile.
(Farsça)
İkiyüzlülükle, dalkavuklukla.
(Farsça)
humahin
Yüzük yapılan bir cins siyah taş.
hümeze suresi / hümeze sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz dördüncü sûresi.
humre
(Çoğulu: Humur) Küçük seccade.
Namaz kılacak yer.
Küçük hasır parçası.
Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.
hurlika
Çok güzel, huri yüzlü.
(Farsça)
hurpeyker
Huri yüzlü.
(Farsça)
hurrem
Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü.
(Farsça)
hüsn-i suret / hüsn-i sûret / حسن صورت
yüz güzelliği.
(Arapça - Farsça)
En iyi biçim.
(Arapça - Farsça)
hüsn-ü suret / حُسْنُ صُورَتْ / hüsn-ü sûret
Yüz güzelliği veya dış güzellik.
Yüz güzelliği, dış güzellik.
hüsn-ü ta'lil
Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç
hüve'l-batın / hüve'l-bâtın
O Bâtındır; bütün varlıkların içyüzlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve herşeyin iç âlemine hükmeden Allah'tır.
hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir
O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.
i'raz / i'râz / اعراض / اِعْرَاضْ
Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek.
Yüz çevirme.
Yüz çevirme, başka tarafa dönme.
Yüz çevirme.
(Arapça)
Uzak durma.
(Arapça)
Yüz çevirme.
i'tinan
Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma.
İnsanın önüne durma.
ibrin
Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili.
ibsan
Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.
icaz-ı muhill
Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.
idcan
(İdcican) Gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülme.
Hava çok sisli ve dumanlı olma.
idrab
(Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak.
Bir kimse üzerine kırağı yağmak.
Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak.
Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.)
ifave
Çorbanın iyisi.
Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.
iflilak
Yer yüzünü bulut kaplamak.
iftihar madalyası
Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k
iftihas
Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme.
İmtihan etme, deneme.
igmam
Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek.
Gökyüzünün bulutlu olması.
ihlas suresi / ihlâs sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz on ikinci sûresi. Tevhîd, Tefrîd, Tecrîd, Necâd, Vilâyet ve Mârifet sûresi de denilmiştir.
ıhlivlak
Eskimek.
Bulutun gökyüzünü kaplaması.
ihtifaf
Kuşatma, etrafını çevirme.
Yüzdeki kılları giderme, traş etme.
ihtimal
(Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek.
Kabul eylemek.
Yükselip götürmek.
İhsana mukabil şükretmek.
Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.
ihya-yı arz / ihyâ-yı arz / اِحْيَايِ اَرْضْ
Yeryüzünün diriltilmesi.
Yer yüzüne hayat verme.
ikbab
Yüzüstü düşme, kapanma.
Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı derecede çalışma.
iktinah
(Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.
ilmah
Hemen gösterip çabucak yok etme.
Bir şeyi parlatma.
Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.
iltifat
Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
Dikkat, itina.
Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...
imaret-i arz
Yeryüzünün imar edilmesi, ömür sürülür, yaşanır hâle getirilmesi.
imtiyaz madalyası
2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal
inbisat / inbisât
Genişleme. Yayılma.
Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.
Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli.
inhitat
Aşağılanma, aşağı inme.
İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma.
Kuvvetten düşme.
Bir şişin inmesi.
Düşme, inme.
inkar-ı semavat / inkâr-ı semâvât
Gökyüzündeki tabakaları kabul etmeme.
inkibab
Yüzüstü düşme, yere kapanma.
inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn
Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.
insilah
Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma.
Ayın sonu gelme.
inşinac-ı vech
Yüz buruşması.
ir'ad
Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek.
Kılıç parlatmak.
Kadın yüzünü kendisi açmak.
iraz / îrâz
Yüz çevirme.
iraz etmek
Yüz çevirmek, uzak durmak.
isbah
(Sebh. den) Yüzdürme, suda yüzdürülme.
işgene
İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk.
(Farsça)
işguh
Yere yıkılış, yüz üstü kapanış.
(Farsça)
ısha'
Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması.
ıskat-ı salat / ıskat-ı salât
Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka.
ism-i a'zam
Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.
ism-i batın / ism-i bâtın
Allah'ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismi.
işmi'zaz
Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme.
Titreyip ürperme.
istar
Yüzletme, astar çekme.
(Çoğulu: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü.
Dört tane.
Dört veya dört buçuk miskal.
istibhac
(Behcet. den) Yüzü gülme, sevinme, mesrur olma.
istidbar
(İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek.
Geri geri gitmek.
Bir kimsenin peşinden gitmek.
istinkaf / istinkâf
Kabul etmeme, yüz çevirme, çekimser kalma, reddetme.
istiskal / istiskâl / استثقال
Yüz vermeyerek kovma.
Hoş karşılamama, yüz vermeme.
(Arapça)
iz'an-rüba-i kainat / iz'an-rüba-i kâinat
Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü.
iz'an-rüba-yı kainat / iz'an-rübâ-yı kâinat
Kâinatın herkese iman veren yüzü.
izar
Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı.
jenk
Yüzde hâsıl olan buruşukluk.
jeolog
Yeryüzü ilmi ile uğraşan kimse.
jeoloji
Yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.
ka'b
Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği.
Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük.
Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim.
kaba necaset / kaba necâset
İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük
kabe-i muazzama / kâbe-i muazzama
Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.
kabih-ül vech
Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.
kadiyanilik / kâdiyânîlik
On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.
kaf
Kaf Dağı; yeryüzünü çepeçevre kuşattığı kabul edilen efsanevî dağ.
kaf dağı
Yeryüzünü çepeçevre kuşattığı kabul edilen efsanevî dağ.
kafder
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
kafender
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
kafirun suresi / kâfirûn sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.
kagşar
Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.
kainat seması / kâinat seması
Kâinatın ve bütün varlıkların üzerinde duran gökyüzü; burada bütün varlıklar âlemi dünyaya, onu kuşatan gökyüzü ise yücelerde bulunan manevî âlemlere benzetilmiştir.
kalb gözü
Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.
kalb-i sema / kalb-i semâ
Gökyüzünün kalbi, merkezi.
kantar
Ağırlık ölçüsü âleti.
Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir.
Kırk okka.
kararet
Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun.
Düz yuvarlak yer.
karia suresi / kâria sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.
karn / قرن
Zaman, devre.
Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
Yüz yıllık zaman. Asır.
Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki
Boynuz.
Yüz yıllık zaman.
Vakit, zaman.
Yaşıt, bir yaşta olan.
Boynuz.
(Arapça)
Yüzyıl.
(Arapça)
kasib
(Çoğulu: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.
kaşire
Derisi yarılmış olan baş yarığı.
Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.
kasme
Yüz, çehre, vech.
kaşt
Deri yüzmek.
Açmak.
Koparmak.
kat'
Kesme, ayırma.
Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl
katb
(Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz.
Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek.
Birikmek, biriktirmek, doldurmak.
Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak.
Arslan.
kavm-i mahsur
Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı.
kebb
Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.
kebkebe
Yüz üstüne düşürme.
Çukur bir yere döne döne düşme.
keffaret-i zıhar / keffâret-i zıhâr
Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.
kehr
Yüz pörtürmek.
Men'etmek, engel olmak.
kelef
Yüzdeki benek.
şiddetli sevgi.
kelfa
Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
kelh
Katı yüzlülük.
kemkam / kemkâm
Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse.
Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
kental
Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi.
(Fransızca)
kerremallahu veche
Allah vechini mükerrem kılsın; yüzünü şerefli kılsın.
kerremallahu vechehu
"Allah yüzünü ak etsin" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.
kerremallahü vechehü
"Allah yüzünü şerefli, şerefini yüksek kılsın" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.
kerremallahuveche
Allah yüzünü ak etsin.
keşt
Soymak.
Keşfetmek.
Fazlalığı kesmek. Koparmak.
Açmak. Deriyi yüzmek.
Yüzden perdeyi kaldırmak.
ketibe
Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.
kevser suresi / kevser sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz sekizinci sûresi.
keyfiyyet
Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti.
Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.
keyyefe
(Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.
kıntar
(Çoğulu: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar.
Çok mal.
Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.
kırkıs
Küçük üvez.
Köpeği çağırmak.
Yüzük yapılan özlü balçık.
kişre
Yüzüne gülmek.
kışri / kışrî
Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.
kıtab
Karıştırmak.
Yüzünü pörtürmek.
Kaşlarını bir yere toplayan.
kolağası
Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.
(Türkçe)
komediyen
İki yüzlü, riyakârlık gösteren.
Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.
kubbe
Yarım küre; gökyüzü.
kubbe-i asuman / kubbe-i âsuman
Gökyüzü, gök kubbe.
kubbe-i mina / kubbe-i mîna
Gökyüzü. Gök kubbesi.
Gök kubbesi, gökyüzü.
kubbe-i ulya / kubbe-i ulyâ
Sema, gökyüzü.
kühure
Yüzünü pörtürmek.
külsum
Yuvarlak yüzlü.
Yanağı ve yüzü etli olan.
küluh
Katı yüzlülük.
küre-i hak / küre-i hâk
Yeryüzü.
Zemin yüzü.
küre-i zemin
Yeryüzü, dünya.
kureyş suresi / kureyş sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz altıncı sûresi.
kürr
(Çoğulu: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem.
Ölçek.
kürre-i arz
Yerküre, dünya, yeryüzü.
kurun / kurûn / قرون
Yüzyıllar.
(Arapça)
Çağlar.
(Arapça)
kuşluk vakti
Güneşin doğup bir miktar yükselmesinden başlayıp Günişin gökyüzünün tam ortasına gelmesinden biraz öncesine kadar olan vakit.
kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار
Kut'ül Amare ne demektir?
Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.
İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.
Kut'ül Amare zaferinin önemi
Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.
28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.
Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.
Kût'a tramvayla asker sevkiyatı
İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.
Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.
Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.
Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.
Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.
Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.
Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.
Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.
Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.
latif / latîf
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
Gözle görülmeyen.
latim / latîm
Babası ve annesi olmayan kişi.
Yüzünün bir tarafı beyaz olan at.
Yarış atlarının dokuzuncusu.
leç
Yanak.
(Farsça)
Yüz.
(Farsça)
ledünniyat
Allah'ın sırlarına ait bilgi, mecazen bir şeyin iç yüzü.
left
Yüz döndürmek.
lek
Ahmak, ebleh, sersem.
(Farsça)
Yüzbin.
(Farsça)
Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden.
(Farsça)
lesme
Yüzörtüsü, peçe.
levaim
(Tekili: Lâime) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.
levazımat-ı arziye / levâzımât-ı arziye / لَوَازِمَاتِ اَرْضِيَه
Yeryüzüne lazım olan şeyler.
levh-i mahv ve isbat
Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz
levm
Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.
li
Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.
lika / likâ / لقا
Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek.
Yüz, sima, çehre.
Buluşma.
(Arapça)
Yüz.
(Arapça)
lika-yı afak / lika-yı âfâk
Sema. Gökyüzü.
lisam
Yüz örtüsü, yaşmak. Nikab.
litosfer
yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre.
ma'
Yer yüzüne yayılıp döşenmek.
ma'na
(Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey.
Rüya, düş.
Dilemek, irade.
ma'ref
Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.
ma'rur
Uyuz.
ma'un suresi / mâ'ûn sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.
ma-ul hayat
Mc: Haysiyyet. Şeref, yüz suyu.
Hayat suyu.
mah-ı sipihr / mâh-ı sipihr / ماه سپهر
Ay, gökyüzündeki ay.
mahasin
(Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
Güzel tavırlar.
İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.
mahçehre
Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.)
(Farsça)
mahcir
(Çoğulu: Mehâcir) Göz çukuru.
Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler.
Bahçe.
mahcur / mahcûr
Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse.
mahiyat
Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.
mahiyet / mâhiyet / ماهيت
Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
Bir şeyin aslı, esası, içyüzü, özü.
Esas, nitelik, içyüz.
Asıl, esas, içyüzü.
(Arapça)
mahiyet-i hayat
Hayatın mahiyeti, esası, içyüzü.
mahiyet-i hayatın / mâhiyet-i hayatın
Hayatının mahiyeti, asıl yapısı, içyüzü.
mahiyet-i insaniye / mâhiyet-i insaniye / مَاهِيَتِ اِنْسَانِيَه
İnsanlığın iç yüzü.
mahiyet-i küfür
Küfrün iç yüzü, esası.
mahlukat-ı arziye / mahlûkat-ı arziye
Yeryüzündeki yaratıklar, varlıklar.
mahru / mâhru / ماهرو
(Çoğulu: Mâhruyân) Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel.
(Farsça)
Ay yüzlü, güzel yüzlü.
(Farsça)
mahruyan
Güzeller, ay yüzlüler.
(Farsça)
Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler.
(Farsça)
mail-i inhidam / mâil-i inhidâm
Yıkılmağa yüz tutmuş.
malişgah / malişgâh
Yüz sürülecek yer.
(Farsça)
mana / mânâ
Anlam.
İçyüz.
Akla yakın sebep.
Rüya, düş.
manzar / منظر
Seyir yeri.
(Arapça)
Görünüş.
(Arapça)
Yüz.
(Arapça)
maruz kalmak / mâruz kalmak
Yüzyüze gelmek.
maruz olan
Yüz yüze gelen, karşılaşan.
matta
İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri.
me'cuc / me'cûc
Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.
me'ruş
Yer. Arz. Yeryüzü.
mebşure
Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.
meczur
Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)
meh-ru
(Çoğulu: Mehruyân) Ay yüzlü, güzel.
(Farsça)
meh-ruyan
Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar.
(Farsça)
Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar.
(Farsça)
mehd
Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer.
Yeryüzü.
Yayıp döşemek.
Kâr kazanmak.
Hazırlanmak.
mehdi / mehdî
Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.
Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.
mehlika / mehlikâ / مه لقا
Güzel. Ay yüzlü.
(Farsça)
Ay yüzlü, güzel yüzlü.
(Farsça - Arapça)
mehpare / مه پاره
Ay parçası.
(Farsça)
Güzel yüzlü.
(Farsça)
mehpeyker / مه پيكر
Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan.
Güzel yüzlü, parlak yüzlü.
(Farsça)
mehru / mehrû / مهرو
Ay yüzlü, güzel yüzlü.
(Farsça)
mehveş / مهوش
Ay gibi, ay kadar güzel.
(Farsça)
Güzel yüzlü.
(Farsça)
mekan-ı arz / mekân-ı arz
Yeryüzü.
mektub-u samedani / mektub-u samedanî
Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.
melahat / melâhat / ملاحت
Yüz güzelliği. Cemal.
Tuzluluk. Tuzlu su.
Yüz güzelliği.
Yüz güzelliği.
(Arapça)
melek-sima / melek-simâ
Melek yüzlü.
meleksima / meleksimâ / meleksîmâ / ملك سيما
Melek yüzlü.
Melek yüzlü güzel.
(Arapça)
melekut / melekût
Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
Hükümdarlık. Saltanat.
Ruhlar âlemi.
Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.
Melekler âlemi, varlıkların ilâhî isimlere bakan iç yüzü.
melekut ciheti / melekût ciheti
Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.
melekuten / melekûten
Birşeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati olarak.
melekuti / melekûtî
Birşeyin aslına, içyüzüne ait.
melekutiyet / melekûtiyet
Bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati.
melekutiyet-i eşya / melekûtiyet-i eşya
Varlıkların görünmeyen, içyüzü.
memsude
Devrik yüzlü, münkabız kimse.
mena
İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem)
menhus
Kuyruğunun yanları uyuz olan deve.
menşele
Küçük parmağın yüzük takılan yeri.
menşur
(Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
İşleri dağınık. Perişan.
Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
Bayrak.
Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b
mesaha / mesâha
Yüz ölçümü.
meşcuc
Yüzü gözü yaralanmış olan.
meşguf
(Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.
meşhergah / meşhergâh
San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü.
(Farsça)
Teşhir yeri. Sergi.
(Farsça)
meşhergah-ı arz / meşhergâh-ı arz
Yeryüzü sergisi.
mesih / mesîh
Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
mesluh
Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş.
meşn
Kamçı ile vurmak.
Deri yüzmek.
metn
Sağlam ve sert yer.
Yüksek yer.
Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası.
"Vurmak ve seyr" mânâsına mastar.
Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.
mevcudat-ı arziye
Yeryüzündeki varlıklar.
mevdu hadis / mevdû hadîs
Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.
mevlana halid
(Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd
mevr
Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
Suyun yeryüzüne yayılması.
Hayvanlardan yün almak.
Yol, tarik.
Toz, gubar.
Rücu etmek, döndürmek.
miat
(Tekili: Mie) Yüzler. Yüz sayıları.
mie / مائه
Yüz. Yüz sayısı.
Yüz.
(Arapça)
mieteyn
İki yüz. (200)
mihadde
Baş ve yüz altına koydukları yastık.
Kazma.
Balta.
mihrban
Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü.
(Farsça)
mikram
(Çoğulu: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.
mil
Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.
mimsaha
Adi basacak nesne.
Yüz silecek mendil.
min-el-arş ile-l-ferş
Arştan yeryüzüne kadar.
minser
(Çoğulu: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası.
Taşçı kalemi.
Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker.
Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker.
Otuz ile kırk arasında olan at.
Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.
mıntaka
(Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
misafirhane-i arz
Yeryüzü misafirhanesi.
misbah
Yüzgeç.
misbah-ı sadri / misbah-ı sadrî
Göğüs yüzgeçi.
mısdaga
Yüz yastığı.
mısgar
Sarı yüzlü.
mizan-ı zemin
Zemin ve yeryüzü terazisi.
mizdea
Yüz yastığı.
mu'riz
İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.
mübayenet-i mahiyet / مُبَايَنَتِ مَاهِيَتْ
İçyüzü itibariyle zıtlık, birbirine benzememe.
müberkaa
Yüzünde perde olan kadın.
Başı beyaz olan koyun.
müceddid
Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.
Yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vârisi olan zât.
müceddid-i din
Yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini, asrın ihtiyacına göre ders veren peygamber vârisi olan âlim zât.
müceddit
Yenileyen, yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders veren büyük âlim.
mücessime
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.
müd
Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.
müdacene
Horluk.
İki yüzlülük, riyâkârlık.
müdahene / müdâhene
Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medhetmek. Koltuklamak. Bir kimsenin yüzüne karşı iyi görünmek. Münâfıklık.
Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.
müdahin / müdâhin
Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.
Menfaat için yüze gülen, yağcılık ve dalkavukluk yapan; dalkavuk.
müdamele
İdare etme, yüzü gülme.
müdara / müdârâ
Dost gibi görünme. Yüze gülme.
Başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek.
Sulh ve salâh üzere bulunmak. (Meşru bir surette ve iyi bir netice için yapılan müdârâ memduhtur. Fena bir netice için ise, kötüdür; İslâmlığa yakışmaz, İslâm onu men'eder.)
Yüze gülme, yüze gülücülük.
müdarat
(Dery. den) Dost gibi görünme, yüze gülme.
mufaddel
Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
müfayele
Yüzük saklama oyunu.
müfsitlerin hakikati
Bozguncuların gerçek yüzleri.
muhakkik
Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
muhakkikin / muhakkikîn
Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
muhayya
Yüz, vech.
muhazat
Yüz yüze gelme, karşılaşma.
mukabele
Karşılık, karşılamak.
Mücadele.
Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
Yüz yüze olmak.
Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm
mükafaha / mükâfaha
Karşılaşma. Yüzyüze gelme.
Savaşma.
mukassem
(Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş.
Güzel yüzlü.
mükelsem
Yuvarlak yüzlü.
Büyük, kalın.
mükibb
(Kebb. den) Bir şeyin üzerine çok düşen. Gayretle çalışan.
Çok lüzumlu olan.
Yüzü üstüne sürünen, zelil olan.
mülakat
Kavuşma. Buluşma. Birleşme.
Resmi görüşme. Yüz yüze olma.
mülaki / mülakî
Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan.
mülazım
Bir kimseye bağlı gibi olan.
Maaşsız acemilik hizmeti.
İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.
mülk / مُلْكْ
Mal. Yer. Bina.
Hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu.
İzzet, azamet, şevket.
Bir şeyin dış yüzü.
İnsanın sahip ve malik olduğu şey.
Akıl sahiplerini tasarruf etmek.
Mâlik olmak.
Herşeyin görünen dış yüzü.
Bir şeyin dış yüzü.
Her şeyin sebeblerle perdeli dış yüzü.
mülk ciheti
Dış yüz, madde ile ilgili tarafı.
mülken
Herşeyin görünen dış yüzü olarak.
mültefet
(Left. den) Kendisine iltifat edilmiş olan. Güler yüz gösterilmiş ve hoş davranılmış.
Ehemmiyet verilmiş.
mültefit / ملتفت
İltifat edici, teveccüh edip yüz gösteren. İyi muâmele edip dostluk gösteren.
İltifat eden, güleryüzlü.
(Arapça)
münafaka
(Nifak. dan) İkiyüzlülük, münafıklık.
münafık / münâfık / منافق / مُنَافِقْ
İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.
Nifak sokan, iki yüzlü.
Kâfir olduğu halde kendisini müslüman gösteren.
İki yüzlü, fitneci, görünüşte Müslüman gerçekte kâfir.
İki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse.
İkiyüzlü, nifak sokucu.
(Arapça)
İki yüzlülük eden.
münafıkane / münâfıkane
Münâfıkça, iki yüzlü bir tavırla.
münafıkin / münafıkîn
(Tekili: Münafık) Münafıklar. Fitnekârlar. İkiyüzlüler. Araya nifak sokanlar.
münafıklık
İkiyüzlülük.
münekkib
Yüzüstü düşen, kapanan.
münib
Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
Güzel yağan faydalı yağmur.
Bereketli ve verimli bahar.
münselih
(Selh. den) Soyulmuş, derisi yüzülmüş.
Sıyrılıp çıkan, soyunan.
Son güne yetişmiş.
müntehil
Yüz suyunu döken.
müntekıb
Yüzü perdeli kişi.
murafaa
Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.
mürai / müraî / mürâi / mürâî / مرائى
İki yüzlü kimse, dalkavuk, riyakâr, münafık.
İki yüzlü kimse.
İki yüzlü, riyakâr.
İki yüzlü, olduğunun aksine kendisini iyi gösteren, gösteriş yapan, riyâkâr.
İkiyüzlü.
(Arapça)
mürailik / mürâilik
Gösteriş, ikiyüzlülük.
müraiyane / müraiyâne
İki yüzlülüğe yakışır surette, münafıkçasına.
(Farsça)
mürata
Yüzden veya başka yerden yolunan kıldan düşen.
mürayat
(Rü'yet. den) İkiyüzlülük.
Gösteriş.
musaara
Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.
müşan
Yüzsüz, utanmaz, sövücü kadın.
Bir cins hurma.
müşebbihe
Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.
mushıye
Gökyüzünün bulutsuz, açık olması.
müşrif
Etrafı gören, etrafa bakan.
Yüce yer, yüksek yer.
Yükselen, çıkan.
Bir hal almağa yüz tutmuş olan.
müşrif-ül harab / müşrif-ül harâb
Harab olmağa ve yıkılmağa yüz tutmuş.
müştab
Yüzünde uzun yollar olan kılıç.
müstebtın
Bir şeyin ledününe, içyüzüne âşinâ olan.
müstedbir
(Dübr. den) Yüz çeviren, arkasını döndüren. İstidbâr eden.
müşterek lafız
Sözlük anlamıyla birden fazla anlama gelen kelime. Meselâ: "Yüz" gibi.
müteabbis
Yüzünü ekşiten.
müteabbisane / müteabbisâne
Yüzünü ekşiterek.
(Farsça)
müteabbisin / müteabbisîn
(Tekili: Müteabbis) Yüzünü ekşitenler, taabbüs edenler.
müteberri
Teberri eden, yüz çeviren.
mütebeşbiş
Güler yüz gösteren.
mütebessil
Cesaret veya kızgınlıktan dolayı yüzünü ekşiten.
mütegayyiz
(Gayz. dan) Öfkelenen, kızan, tegayyüz eden, gazaba gelen. Kızgın, kızmış kimse.
mütehassıs
Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan.
Has ve mahsus olan.
İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.
mütehayyiz
Tahayyüz eden, yer tutan.
İtibarlı, mühim.
mütehellil
Sevinçten yüzü gülen.
mütelessim
(Çoğulu: Mütelessimîn) Yüzü peçeli, yaşmaklı.
mütemayiz
Temayüz etmiş, ayrılmış olan.
İyiliğinden dolayı başkalarından ayrı olan.
mütenemmıs
Yüzden kıl yolan kişi.
mütevacih
Yüzleşen, yüz yüze gelen.
mütevacihen
Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek.
müteveccih olma
Yönelme, yüzünü çevirme.
müteveccihen
Yönelmiş olarak, yüz tutarak.
Niyetlenerek.
muvacehat
Yüzleşmeler. Yüzyüze gelmeler.
muvacehe / muvâcehe
Karşı, ön.
Yüzyüze gelme. Yüzleşmek.
Huzurunda olmak.
Karşı, ön, yüz yüze geliş.
Karşı, ön, yüzleşme.
müvacehe
Mânen yüz yüze bulunma, karşısında olma.
muvacehe / مواجهه
Karşı, yüzyüze.
(Arapça)
muvaceheten
Karşı karşıya. Yüz yüze.
muvakkat nikah / muvakkat nikâh
Geçici nikâh. Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra hanımını boşamağı söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm olan nikâh.
müvecceh
Yüzü bir tarafa döndürülmüş.
Uygun. Doğru.
Herkesin teveccüh ettiği, makbul, münasib.
müzdelife
Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.
nafıka
(Çoğulu: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği
nahis
Vuran, vurucu.
Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz.
nakş-ı simavi / nakş-ı simâvî
Yüzdeki nakış, her insanın yüzüne Allah tarafından konulan nakış.
namisa
(Çoğulu: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın.
namus
Irz, iffet, edeb, hayâ.
Şeriat.
Melâike.
İrade-i İlâhiyenin tecellisi.
Nizam.
Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet.
Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali ki
nas suresi / nâs sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz on dördüncü ve son sûresi.
nasiye / nâsiye
Çehrenin gösterişi, alın, yüz.
Alın, yüz.
nasr suresi / nasr sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz onuncu sûresi.
nat'-ı zemin
Yer yüzü. Sath-ı Arz.
nazar-ı sathi / nazar-ı sathî
Yüzeysel bakış.
nazar-ı sathi ve tebei / nazar-ı sathî ve tebei
Derine inmeyen yüzeysel ve dolaylı bakış.
nazar-ı zahiri / nazar-ı zâhirî / نَظَرِ ظَاهِر۪ي
Dışa dönük, yüzeysel bakış.
Yüzeysel bakış.
necv
(Çoğulu: Nicâ) Yüzmek.
İki kişi arasında olan sır.
Karından çıkan necis.
nekad
(Çoğulu: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun.
Büyümesi geç olan çocuk.
Ağızda dişler çürüyüp ufanmak.
Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.
nekahet
Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl.
Fehmetmek, anlamak, bilmek.
Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.
nell
Yüz üstüne bırakmak.
nemat
(Çoğulu: Enmut-Nimât) Usul, tarz.
Yol, tarik.
Örtü, ihram.
Topluluk, insan cemaati.
Döşek yüzü, yatak yüzü.
nemeş
Dağınık, parçalanmış şeyleri toplamak.
Nakış hatları.
Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar.
neşneşe
Koyun derisini yüzmek.
Zırh sesi.
Su kaynarken ötüp ses çıkmak.
neşş
Kaynamak, galeyan.
Her nesnenin yarısı.
Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak.
Yirmi dirhem.
Karıştırmak.
netice-i arziye / نَت۪يجَۀِ اَرْضِيَه
Yeryüzüne âit netice.
netk
Atmak.
Yüzmek.
Kendine çekmek, cezbetmek.
Depretmek, silkmek, harekete geçirmek.
Oğlu ve kızı çok olmak.
nets
Deri yüzmek.
Bir şeyin yerinden ayrılması.
nifak / nifâk / نفاق
Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük.
Bozuşukluk, ara açılmak.
Dinde riyâ etmek.
İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
Münafıklık, ikiyüzlülük.
Münâfıklık; kalbiyle, îmân etmediği hâlde inanmış görünmek; için dışa uymaması, kâfir.
Dışı içine uymayan, iki yüzlü.
İkiyüzlülük.
(Arapça)
nigar / nigâr
Güzel yüzlü sevgili.
(Farsça)
Nakış. Resim.
(Farsça)
Nakşeden.
(Farsça)
Put, sânem.
(Farsça)
Resmi yapılmış, resmedilmiş.
(Farsça)
nigin / nigîn / نگين
Mühür, hâtem.
(Farsça)
Yüzük.
(Farsça)
Yüzük.
(Farsça)
Yüzük kaşı.
(Farsça)
Mühür.
(Farsça)
nigindan / nigindân
Yüzük mahfazası, yüzük kutusu.
(Farsça)
nikab
Yüz örtüsü, peçe, perde.
Yüz örtüsü, peçe, perde.
Peçe, yüz örtüsü.
Perde, örtü.
nili perde / nilî perde
Gökyüzü, sema.
nısf-ı arz
Yeryüzünün yarısı.
nısfıarz
Yeryüzünün yarısı.
nümruk
(Çoğulu: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.
nurtal'at
Nur yüzlü.
okıyye
Okka; eskiden kullanılan 1282 gr.'lık bir ağırlık birimi, dört yüz dirhem.
Eskiden kullanılan bir ağırlık birimi, dörtyüz dirhem.
okiyye
(Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir.
okka
Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye.
(Türkçe)
ömer ibn-i abdülaziz
(Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)
on üç asr-ı beşer
Peygamber Efendimizden sonra insanlığın yaşadığı on üç asır, on üç yüzyıl.
örs
Üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet.
öşr-ı mi'şar
Yüzde bir.
öşr-ü mişar
Yüzde bir.
Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.
öşrümişar
Yüzde bir.
peçe
Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü.
Örtü; kadınların yüzlerine örttükleri örtü.
perde-i nilgün
Gökyüzü, sema.
perde-i türabiye
Toprak perdesi, yer yüzü.
peri peyker
Peri yüzlü güzel.
peri-çihre
Peri yüzlü, güzel yüzlü.
(Farsça)
peri-ru
Peri gibi güzel yüzlü.
(Farsça)
periçihre / perîçihre / پری چهره
Peri kadar güzel yüzlü.
(Farsça)
peripeyker / perîpeyker / پری پيكر
Peri kadar güzel yüzlü.
(Farsça)
peyker / پيكر
Yüz, çehre, surat.
(Farsça)
Yüz.
(Farsça)
pişanidar / pişanîdâr
Yüzsüzlük yaparak işini beceren.
(Farsça)
pişdar
Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler.
(Farsça)
Önde giden. Önayak olan.
(Farsça)
San'at, meslek.
(Farsça)
Kumandan.
(Farsça)
Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren.
(Farsça)
pranga
İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir.
Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır.
Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.
rabıta / râbıta
Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu
rahmaniyyet
Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym
rahmet melekleri
Yeryüzünde dolaşan ve mü'minlerin ölümü ânında hâzır olan melekler. Bunlara Rûhâniyân da denir.
raki'
Ahmak kimse.
Gökyüzü.
rasif
Dayanıklı, sağlam, muhkem.
Taş temel, rıhtım.
Denizin yüzüne çıkmış kayalar.
ratl
(Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir.
re'sa
Başı ve yüzü siyah olan koyun.
rehl
Sülpük olmak. Kendini salıvermek.
Acı çekmek, muztarib olmak.
Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak.
rek'at
(Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak.
Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü.
rende
Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet.
(Farsça)
Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet.
(Farsça)
resif
Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.
revnak-ı cemal
Yüzün güzellik ve parlaklığı.
revnüma
(Ru-nüma) Zuhur eden, kendini gösteren.
(Farsça)
Yüz görümlüğü.
(Farsça)
riba-i fazl
Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.
riya / riyâ / ریا
Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket.
İki yüzlü olma.
Gösteriş, iki yüzlülük. Kendini olduğundan başka gösterme.
İkiyüzlü.
(Arapça)
riyakar / riyakâr / riyâkâr / ریاكار
Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.
İkiyüzlü, gösteriş meraklısı.
İkiyüzlü.
(Arapça - Farsça)
riyakarane / riyakârâne / riyâkârâne / ریاكارانه
İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla.
(Farsça)
İkiyüzlüce.
(Arapça - Farsça)
riyakarlık
İkiyüzlülük.
(Arapça - Farsça - Türkçe)
ru / rû / رو
Yüz, cihet. Sebep. Çehre.
(Farsça)
Yüz.
(Farsça)
ru-i zemin / rû-i zemin
Yeryüzü.
ru-nüma
Yüz gösteren, meydana çıkan.
(Farsça)
Yüz görümlüğü.
(Farsça)
ru-nümun
Meydana çıkan, yüz gösterici.
(Farsça)
ru-puş
Yüz örtüsü, peçe.
(Farsça)
Yüz örten.
(Farsça)
ru-siyah
Kara yüzlü. Ayıbı olan.
(Farsça)
ru-yi arz / rû-yi arz
Yeryüzü.
ru-yi rıza / rû-yi rıza
Rıza yüzü, mennunluk ifadesi.
ru-yi zemin / rû-yi zemin
Yeryüzü.
Yeryüzü.
ru-zerd
Sararmış, sarı yüzlü.
(Farsça)
ruberah
Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru.
(Farsça)
ruberu / rûberû / روبرو
Yüzyüze.
(Farsça)
Yüzyüze.
(Farsça)
rugerdan
Yüz döndüren, yüz çeviren.
(Farsça)
ruh / رخ
Yanak, yüz, çehre.
(Farsça)
Arabçada: Efsânevi bir kuş.
(Farsça)
Yanak, yüz.
(Farsça)
ruhban / ruhbân
Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.
ruhsar / ruhsâr / رخسار
Yanak. Çehre. Yüz.
Yüz.
(Farsça)
runüma / runümâ
Yüzünü gösteren.
ruy / rûy / روی
Yüz.
(Farsça)
ruy-i derya
Denizin yüzü.
ruy-i hub
Güzel yüz.
ruy-i iltifat
Güler yüz.
ruy-i zemin / rûy-i zemin / روی زمين
Yeryüzü.
Yeryüzü.
Yeryüzü.
(Farsça)
Yer.
(Farsça)
ruy-i zişt
Çirkin yüz.
ruyizemin
Yeryüzü.
sabahat / sabâhat
Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.
Yüz güzelliği.
sabahat-ı sima
Yüz güzelliği.
sabih / sâbih
Yüzen, yüzücü.
sabiha / sâbiha
(Çoğulu: Sâbihât) Gemi.
Yüzen.
Yüzen.
sabihalar / sâbihalar
Yüzen gemiler (gemi gibi yüzen bulutlar).
sabihat / sâbihât
Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler.
Ehl-i imânın ruhları.
Yıldızlar.
sad / صد
Yüz sayısı.
(Farsça)
Yüz sayısı.
Yüz.
(Farsça)
sad-berk
Yüz yaprak.
sad-hezar
Yüz bin.
sadbar
Yüz kere.
(Farsça)
sadberk
Yüz yapraklı, katmerli.
sadd
Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek.
Fikir, niyet, kasd.
Yakınlık, civar.
Konuşulan husus.
saderu
(Çoğulu: Sâderuyân) Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.
(Farsça)
sadgune
Çeşitli. Yüz türlü.
(Farsça)
sadhezar / sadhezâr
Yüzbin.
(Farsça)
Yüzbin.
sadhezaran / sadhezarân
Yüzbinlerce.
sadpare / sadpâre / صدپاره
Yüz parça. Parça parça olmuş.
(Farsça)
Yüz parça.
(Farsça)
sadsal / sadsâl / صدسال
Asır, yüzyıl.
(Farsça)
Yüzyıl.
(Farsça)
sadtuy
Çok katlı, yüz katmerli.
safa
Yüzü beyaz olan düz taş.
safh
Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme.
Bir şeyin bir tarafı.
Bir şey içirme.
Yüz çevirme.
safha / صفحه
Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri.
Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri.
Kısım.
Bir şeyin düz yüzü.
El ayası.
Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri.
Yazılmış ve yazılabilir sahife.
Aşama.
(Arapça)
Düz olan yüz.
(Arapça)
Sayfa.
(Arapça)
safih
Gökyüzü, semâ.
Yassı veya düz olan şey.
safiha
(Çoğulu: Safayih) Yüzün derisi.
Kapı tahtası.
Kâğıdın bir tarafı.
Yassı ve düz nesne.
Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)
safve
Hâlis ve seçkin.
Katı yüzlü merhametsiz kimse.
şahet-il vücuh
"Yüzleri, bahtları kara oldu, yüzleri kararsın..." meâlinde.
sahf
Süngü demirinin keskin olması.
Soymak.
Yüzmek.
sahib-i mertebe-i hilafet-i arziye / sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziye
Yeryüzü halifeliğinin mertebesinin sahibi.
sahibcemal / sâhibcemâl / صاحب جمال
Güzel yüzlü, güzel.
(Arapça - Farsça)
sahife-i arz
Yeryüzü sayfası.
sahife-i sema / sahife-i semâ
Gökyüzü sayfası.
sahife-i vech
Yüz sayfası; Cenâb-ı Hakkın isimlerini tecellî edip yazıldığı insan yüzü.
sahire
Yer yüzü, arz.
Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza.
Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl.
Cehennem.
sahur
Gece uyanıklığı, uykusuzluk.
Ayın etrafındaki hâle.
Yer yüzünün gölgesi.
said
Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü.
Yol, tarik.
Mezar, kabir.
Yüksek.
Yukarı çıkan.
şaka
Meşakkatli ve güç.
Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.
sakf
Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü.
sakf-ı mualla / sakf-ı muallâ
Yüksek çatı, tavan, gökyüzü.
Yüksek gökyüzü.
salus / sâlûs / سالوس
İkiyüzlü, riyakâr.
(Farsça)
İki yüzlü.
(Farsça)
salusi / salusî
İkiyüzlülük, riyakârlık.
(Farsça)
şantaj
Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma.
(Fransızca)
sasaniler
İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm
sath / سطح
Yüzey.
Yüzey.
Yüzey, satıh.
(Arapça)
sath-ı arz / سَطْحِ اَرْضْ
Yeryüzü.
Yer yüzü. Ruy-i zemin.
Yer yüzü.
sath-ı derya
Denizin yüzü.
sath-ı zemin
Yeryüzü.
sathen
Dış yüzden, dıştan.
sathi / sathî / سطحى
Sığ, yüzeysel.
Derinliksiz, sığ, yüzeyden.
Yüzeysel, üstünkörü.
(Arapça)
sathi nazar / sathî nazar
Sığ, yüzeysel bakış, görüş.
sathilik / sathîlik
Yüzeysellik.
sathiyet
Yüzeysellik.
sathiyet-i arz ve deveran-ı şems
Yeryüzünün düz oluşu ve güneşin dünya etrafında dönmesi.
sathiyyen
Dıştan, dış yüzden.
Üstten. Derinleştirmeden.
satıh / سَطِحْ
Yüzey.
Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü.
Evin damı.
Yayıp döşemek.
Genişlik.
Yüzey.
Yüzey.
savre
Uyuza benzer bir hastalık.
sebbah
(Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü.
Yüzgeç.
sebbahe
Yüzücü kuşlar sınıfı.
sebh
Atın seğirtmesi.
Sür'atle gitmek.
Maaşında tasarruf etmek.
Suda yüzme.
sebuh
(Sibh. den) Yüzgeç.
şeccat
(Tekili: şecce) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.
şecce
Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.
secde
Namazda yüzünü yere koyma, yere kapanma.
şedh
Baş yarmak.
Kırmak.
Atın yüzünde beyazlığın çok olması.
sefine-i arz
Dünya gemisi; uzayda yüzen yerküre.
sefr
Ev süpürmek.
Yüzünü açmak.
Yazı yazmak.
Islâh etmek, düzeltmek.
şehrayin-i rahman / şehrâyin-i rahmân
Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle bir şenlik haline getirdiği yeryüzü.
sehum
Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.
sekene-i arz / سَكَنَۀِ اٰرْضْ
Yeryüzünde bulunan mahlûkat.
Yeryüzü sâkinleri.
sekene-i zemin
Yeryüzü sakinleri.
selfa'
Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse.
Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın.
Kuvvetli deve.
selh / سلخ
Deri yüzme.
(Arapça)
selh-hane
Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.)
(Farsça)
selhane / selhâne
Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, mezbaha.
selhhane / selhhâne
Hayvanların derilerinin yüzüldüğü yer.
sellah
(Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen.
sema / semâ / سما
Gök yüzü. Asuman. Gök.
Her şeyin sakfı.
Gölgelik.
Bulut ve emsali örtü.
Gökyüzü, asuman, gök.
Gökyüzü.
Gökyüzü.
(Arapça)
sema-i dünya / semâ-i dünya
Dünya semâsı, gökyüzü.
semai / semâî
Gökle ilgili, gökyüzüne ait.
semavi ayetler / semavî ayetler
Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine işaret eden gökyüzündeki deliller.
semavi kitab / semâvî kitab
Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'
şerar
"Şerir" den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir.
İnsanın yüzüne çarpan ses.
şetame
Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak.
sevabit-i kevkebiye
Gökyüzünde sabit olarak görülen ve gece karanlığında insanlara yön gösteren yıldızlar.
şevha
Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın.
şeyh-ül hadis
İkiyüz bin Hadis-i Şerifi, rivayet edenleriyle birlikte ezbere bilen büyük hadis âlimi.
şeyyad
(Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen.
Sıvacı.
şezre
Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme.
İpi soluna bükme.
Tersine bükülmüş ip, urgan.
El değirmenini sola doğru çevirme.
Şiddet, suubet, zorluk.
sibahat
Suda yüzmek.
sıfat
Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti.
Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet.
Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.
sima / sîma / sîmâ / سيما
Yüz, çehre. Beniz.
Eser, alâmet.
Yüz, çehre.
Yüz, çehre.
Yüz.
(Farsça)
Kişi.
(Farsça)
sima-yı istidadi / sima-yı istidadî
Yetenek ve kabiliyet yüzü.
sima-yı istidadiye-i hususiye
Bir insanda özel yeteneklerin oluşturduğu yüz.
sima-yı maddi ve manevi / sima-yı maddî ve mânevî
Görünen ve görünmeyen yüz.
sima-yı manevi / sima-yı mânevî
Mânevî yüz, çehre.
sima-yı veçhi / sima-yı veçhî
Yüzün görünüşü, yüz hatları.
sima-yı veçhiye
Yüzün görünüşü, yüz hatları.
sima-yı veçhiye-i şahsiye
Her bir insanın kendisine has yüzü, çehresi.
simavi / simavî
Çehreye ait, yüz şekline dair.
Simavlı.
şinah
Suda yüzme.
(Farsça)
şinar
Suda yüzme.
(Farsça)
şinaver
Suda yüzen. Yüzgeç.
(Farsça)
sipihr / سپهر
Gökyüzü.
(Farsça)
şirin-cemal
Sevimli yüzlü.
(Farsça)
şirk-i asgar
Riyâ; iki yüzlülük, gösteriş.
sirke-furuş
Sirkeci, sirke satan kimse.
(Farsça)
Mc: Ekşimiş yüzlü kişi.
(Farsça)
sırr-ı hakikat
Gerçeğin sırrı, içyüzü.
siyahat
(Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)
siyahlika
Kara yüzlü.
(Farsça)
su'-i fehm / sû'-i fehm
Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.
şübani / şübanî
Kırmızı yüzlü.
subbah
(Tekili: Sâbih) Yüzenler, yüzücüler (suda).
suhuf
Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek ola
sultan-ı levlake levlak / sultan-ı levlâke levlâk
Hayatın ve herşeyin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı; Hz. Muhammed.
sure / sûre
Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ
suret / sûret / صورت
Yüz.
(Arapça)
Çare.
(Arapça)
Biçim.
(Arapça)
Tarz.
(Arapça)
suret-ül asr
Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.
sureti
Görünen yüzü, şekli.
sürü
Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi.
şutbe
(Çoğulu: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.
sutuh / sutûh / سطوح
Yüzeyler, satıhlar.
(Arapça)
suver / صور
Yüzler.
(Arapça)
Çareler.
(Arapça)
Biçimler.
(Arapça)
Tarzlar.
(Arapça)
ta'yir
(Çoğulu: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.
taabbüs
(Çoğulu: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.
taammuk
(Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.
tabaka-i semavat / tabaka-i semâvat
Gökyüzü tabakaları.
tabakat-ı arz
Yeryüzünü oluşturan tabakalar.
tagmiye
Evin üstüne direk yapmak.
Yüzü bir şeyle örtmek.
tahammüd
Ateşin sönmeğe yüz tutması.
tahattüm
(Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak.
Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret.
tahkik
Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He
tahmim
Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.
taif
Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan.
Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Hun
takattuf
Yüz ekşitmek.
takıyye
İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması.
taktib
Kaş çatıp yüz ekşitme.
tal'at / طلعت
Vecih, yüz. Çehre.
Görünüş. Görüşmek.
Güzellik.
Görmek.
Bir şeye çok rağbet etmek.
Yüz.
(Arapça)
Güzellik.
(Arapça)
talakat
Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük.
Güler yüzlülük.
talha bin ubeydullah
(R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)
talik
Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse.
Düzgün söz söyleyen kimse.
tarassudat-ı semaviye / tarassudât-ı semâviye
Gökyüzünü gözetlemeler.
tas'ir
Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.
tasaddi
Bir işe başlamak.
Taarruz etmek.
Yüz döndürmek.
Tesadüf etmek.
Vuku bulmak.
tatlim
Yüzüne eliyle vurmak.
tavsif
Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak.
Bilgi, ilim.
tays
Çok adet.
Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü.
Nesli çok olan karınca ve sinek.
taytava
Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.)
tayyare-i cevviye
Gökyüzünün, havanın uçakları.
tayyib
İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.
tayyibat / tayyibât
(Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.
te'bin
Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme.
Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.
teabbüs
Abes yüzlü olmak.
teas
Sürçüp yüzü üstüne düşmek.
tebbet suresi / tebbet sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.
teberku'
Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma.
teberra
Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme.
teberri
Alâkasız olma. Sevmeyip yüz çevirme.
Temiz olma.
tebeşbüş
Küçükten büyüğe güler yüz gösterme.
tebessül
Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme.
tecahüm
Yüz pörtürmek.
tecessüs
İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.
Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak.
İç yüzünü araştırmak.
İç yüzünü araştırma merakı.
teclid
Ciltleme.
(Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.
tedcic
Gökyüzünün bulutlu olması.
Silâh kuşandırmak.
tedsim
Yağlı ve uyuz etmek.
tefahhus
Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma.
tegayüz
(Çoğulu: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.
tegayyüz
(Çoğulu: Tegayyüzât) (Gayz. dan) Hiddetlenme, kızma.
tehayyüz
(Bak: Tahayyüz)
tehdin
Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme.
Teskin etmek.
tehellül
Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri.
tekabül
Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama.
Tezat.
Karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.
tekasür suresi / tekâsür sûresi
Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.
teklic
Yüzünü ekşitmek.
tekvis
Yüz üstüne düşürmek.
<