REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Ulup ifadesini içeren 163 kelime bulundu...

"icl" meselesi

  • Buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun'dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı.

aremet

  • Savurmak için dövülüp toplanmış harman.

ashab-ı kalib / ashâb-ı kalib

  • Bedirde öldürülüp kuyuya atılmış olan müşrikler.

asin / âsin

  • Pis kokulu. Bozulup kokan su.

berzah-ı kübra / berzâh-ı kübrâ

  • Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye kadar geçen zaman.

betkiş

  • Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk. (Farsça)

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

cahh

  • Ayakları uzun, yeşil çekirge.
  • Adamın beli bükülüp eğilmek.

celed

  • Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve.
  • Muhkem yer.
  • Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.

cephane

  • (Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer.
  • Yanıcı maddeler levazımı.

cerhetmek

  • Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

dahdaha

  • Suyun dökülüp saçılması.
  • Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.

daliye

  • (Çoğulu: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)

denen

  • Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması.
  • Kolları çok kısa olmak.
  • Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.

derem

  • Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi.
  • Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması.
  • Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.

desse

  • Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan.

ebü'l-vakt

  • Tasavvufta kalb makâmından yukarı çıkıp, kalbin sâhibine varan, hallerden kurtulup, halleri verene ulaşan. Bunlara Erbâb-üt-temkîn de denir.

eklektizm

  • yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme.

evliya / evliyâ

  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

fekk

  • Açmak. Ayırmak.
  • Kırmak.
  • Kaldırmak.
  • Kesmek.
  • El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak.
  • Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak.
  • Köle azadetmek.
  • Pir-i fâni olmak.

fesad-ı ümmet / fesâd-ı ümmet

  • Ümmetin fesada girmesi, bozulup iyi özelliklerini kaybetmesi.

fütüvvet / فتوت

  • Gençlik. (Arapça)
  • Yiğitlik. (Arapça)
  • Eskiden Anadolu'da kurulup gelişen esnaf teşkilatı. (Arapça)

gaben-i fahiş / gaben-i fâhiş

  • Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte %2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda %5, hayvan için %10, binâ için %20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.

gendümnüma

  • Yüze gülüp aldatan. Hilekâr. (Farsça)

gufr

  • (Çoğulu: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı.
  • Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.

gülabdan / گلابدان

  • Gülüptan. (Farsça)

handeriz

  • Gülüp duran, devamlı gülen. (Farsça)

hanut

  • Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama.

hasi / hasî

  • (Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

hasr

  • Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma.
  • Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak.
  • Sıkıştırma. Kısaltma.
  • Okurken tutulup kalmak.
  • Vakfetmek.
  • Zaman ayırmak.

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hımre

  • Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.

hişmet

  • Hürmet. Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak.
  • Gadap ve şiddet. Hiddet.

ifakat

  • (Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman.
  • Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma.

iflat

  • Kement veya bağdan kurtulup kaçma.

ihbal

  • Gebe koyma, hâmile yapma.
  • Çiçekler dökülüp meyve tutma.

iktizaz

  • Bozulup buruşma.

incilab

  • Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme.

indimac

  • Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme.

inhilal

  • Çözülüp ayrılma. Dağılma.
  • Erime.
  • Münhal olma.

inhizam

  • Basılıp ezilme.
  • Bozulma. Askerin bozulup dağılması.

inkıbaz / inkıbâz

  • Büzülüp toplanma, çekilme.
  • Kasvet, keder, sıkıntı.
  • Kabızlık, peklik.

inkıdad

  • Yıkılma.
  • Perakende olup dağılma.
  • Kuş havadan süzülüp inme.

insicam

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.

insihak

  • Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak.

insiyab

  • Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme.

insiyag

  • Kalıba dökülüp düzelme.

intiaş

  • Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık.
  • Hastalıktan sonra iyileşip kalkma.
  • Geçinme.
  • (Yıkılan adam) doğrulup kalkma.

intibak

  • Uyma, uygun hale gelme. Edebiyatta iki zıd şeyin ortak özelliğini bulup birleştirme.

intişab

  • Odun veya mal biriktirme.
  • Tutulup kalma.

istifaka

  • Hastalıktan kurtulup iyileşme.
  • Sarhoşluktan ayılma.

istihbarat

  • Duyulup öğrenilenler. Alınan haberler.
  • Haber toplama merkezi.

istihsankarane / istihsankârâne

  • Güzel bulup beğenerek.

istikfaf

  • (Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma.
  • Yetişme.
  • Dilenci gibi el uzatma.

istişfa

  • Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak.

istiskal

  • Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.

istiskal etme

  • Ağır bulup hoşlanmama, değer vermeme.

istiskal etmek

  • Ağır bulup hoşlanmamak.

izmihlal

  • Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.

kalb gözü

  • Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.

kalb selameti / kalb selâmeti

  • Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.

karamil

  • Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.

kasta'

  • Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kenn

  • Örtülüp gizlenme.

keşfiyat

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de

keşşaf

  • Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran.
  • Meşhur bir tefsir ismi.
  • İzci.

kıyamet / kıyâmet

  • Dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması.

kıyamet-i kübra / kıyamet-i kübrâ

  • Büyük kıyâmet, bütün varlığın bozulup dağılması, ölümü.

kubu'

  • Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi.
  • Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.

lağım

  • Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır.
  • Kazurat ve çirkef sularının akmasın

lahan

  • Bozulup kokmak.

lokal

  • Kulüp, dernek.

maad

  • (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer.
  • Dönüş.
  • Ahiret işleri. Uhrevi işler.

maddiyat

  • (Tekili: Maddiyet) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.

maddiyet

  • (Çoğulu: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.

mahafil

  • (Tekili: Mahfil) Mahfiller.
  • Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler.
  • Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler.

mahkeme

  • (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
  • Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
  • Davaların görülüp karara bağlandığı yer.
  • Davaların görülüp hükme bağlandığı yer.

mechure

  • Nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.

mefaz

  • Feyz, halâs, zafer.
  • Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.

memhure

  • Sürülüp nadas olmuş yer.

merhum

  • (Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş.
  • Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.)

mersud

  • Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş.

meşahir-i mu'cizat / meşâhir-i mu'cizat

  • Meşhur mu'cizeler; Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü hallerin, mucizelerin meşhurları.

mesele

  • Sorulup karşılığı istenen problem.
  • Önemli iş.

mesfuh

  • Dökülüp akıtılmış olan.
  • Dağ eteği.

mesfuk

  • (Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan.

mesh

  • Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
  • Bir uzva veya sargıya ıs

meştum

  • Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış.

mev'ude

  • Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.

mevkuf

  • Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan.
  • Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen.
  • Ait, bağlı.

mevkufat

  • (Tekili: Mevkufe) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para.
  • Vakfedilmiş mal, emlâk.
  • Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.

mezari'

  • (Tekili: Mezru) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar.

mi'rac / mi'râc

  • Merdiven.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.

midaka

  • Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.

miskin-i zelil

  • Zillete düşmüş sefil, hor görülüp aşağılanan sefil.

mu'cizat / mu'cizât

  • Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü işler.

muafname

  • Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt. (Farsça)

mücevvez

  • (Cevaz. dan) Câiz görülüp izin verilmiş.

muhab

  • Kendisinden ürkülüp korkulan.

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

mülevves

  • Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
  • Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
  • Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
  • Karışık, intizamsız.

mundak

  • Dövülüp ufalanmış.

mündemic

  • İndimac eden, dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan. İçine alınmış olan.

munsami / munsamî

  • Dökülüp akıtılmış.

münsekib

  • Dökülüp akan.

muntavi / muntavî

  • (Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.

musannef

  • (Çoğulu: Musannefât) (Sınf. dan) Sıraya konulup tasnif edilmiş.
  • Te'lif edilmiş, yazılmış.

musannefat

  • (Tekili: Musannef) Sıraya konulup tasnif edilmiş kitaplar.

muska

  • Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye.

müstahsir

  • Yorulup halsiz düşen.

mütebekkim

  • (Bekem. den) Konuşurken kekeleyen, tutulup kalan.

mütesakıt

  • Birbiri ardınca dökülüp düşen.

nafize

  • Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

nef'i / nef'î

  • Menfaat ile alâkalı, faydacı.
  • Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.

nefret

  • Ürküp kaçma.
  • İğrenç bulup tiksinme.

nekad

  • (Çoğulu: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun.
  • Büyümesi geç olan çocuk.
  • Ağızda dişler çürüyüp ufanmak.
  • Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.

rahat

  • Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih.
  • Dinlenmek.
  • El ayası.

reşad

  • Hak yolda yürümek. Doğru yolda olmak. Doğru yolu bulup ondan sapmamak.
  • Aklın kuvvetli olması.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

rüzam

  • Davarın çok yorulup zayıflaması.

sahv

  • Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ hâli.

sala'

  • Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.

salaa

  • Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.

salih

  • Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden

samer

  • Bozulup fena kokmak.

secc

  • (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.

şicar

  • Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç.
  • Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç.
  • Kapı ağacı.
  • Deve alâmetlerinden bir alâmet.

sidret-ül münteha

  • Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

şöhret

  • Meşhûr olma, ün, şân, adı duyulup yayılma.

sübur

  • Helâk, helâket. Mahvolmak.
  • Men olmak, kovulup sürülmek.

sulul

  • Bozulup fena kokmak.

sütude

  • (Çoğulu: Sütudegân) Övülmüş, medhedilmiş. (Farsça)
  • Övülüp medhedilmeğe değer. (Farsça)

tahammus

  • Büzülme. Büzülüp buruşma.

tahassür

  • Dili tutulup konuşamamak.

tahmis-hane / tahmis-hâne

  • Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer. (Farsça)

tahric / tahrîc

  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

takallüs

  • Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.

takazic

  • Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat.

tatarruk

  • Yol bulma. Yol bulup girme.

te'sisat

  • (Tekili: Te'sis) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler.

tebekküm

  • (Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma.

tebeyyün

  • Belli olmak, açığa çıkmak, görülüp anlaşılmak.

teekkül

  • (Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması.
  • Yenme, eklolunma.

teessi

  • Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma.

tehdin

  • Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme.
  • Teskin etmek.

tekehhüf

  • (Kehf. den) Mağara biçiminde oyulup kazılma.

temkin / temkîn

  • Ağır başlılık, usluluk.
  • Ölçülü hareket sâhibi.
  • Vakar, izzet. İktidar, kudret.
  • Birini bir şeye muktedir kılmak.
  • Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak.
  • Tedbir, ihtiyat.
  • Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna kavuşma.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenşim

  • Bir işe başlama.
  • (Et) bozulup kokma.

tesviye-i umur / tesviye-i umûr

  • İşlerin görülüp neticelendirilmesi.

tumar

  • (Çoğulu: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.

ulema-i muhakikin / ulema-i muhakikîn

  • Gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler.

ulema-i muhakkikin

  • Gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler.

vücud-u hissi olmayan / vücud-u hissî olmayan

  • Beş duyuyla hissedilemeyen; görülüp işitilemeyen.

zahir

  • Yüksek şeref.
  • Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış bitki.

zahk

  • Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.

zenbil

  • İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın