REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te TA kelimesini içeren 1555 kelime bulundu...

a'yan-ı sabite / a'yan-ı sâbite

  • Tas: İlm-i İlâhide eşyanın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye.

abide / âbide

  • Tapınak, ibadet edilecek yer.

ablise

  • Tarlaya tohum atan, ekinci. (Farsça)

acz-ı külli / acz-ı küllî

  • Tam güçsüzlük.

acz-i tam

  • Tam bir acziyet, güçsüzlük.

acz-i tamm

  • Tam bir âcizlik, güçsüzlük.

adab-ı tarikat / âdâb-ı tarikat

  • Tarikat kaideleri, âdâbları.

adab-ı tasavvuf / âdâb-ı tasavvuf

  • Tasavvuf kaideleri, davranış edep ve kuralları.

adalet-i mahz

  • Tam ve mükemmel adalet; "ferdin hukuku asla fedâ edilemez" görüşündeki adalet.

adalet-i mahza / adâlet-i mahzâ

  • Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.

adalet-i tamme / adalet-i tâmme

  • Tam ve eksiksiz adalet.

adem-abad hiçahiç / adem-âbâd hiçâhiç

  • Tamamen hiçlik ve yokluk.

adem-i in'ikad ve tekemmül

  • Tam oluşmama ve mükemmele ulaşmamamış olma.

adem-i külli / adem-i küllî

  • Tam yokluk.

adem-i sırf

  • Tam yokluk.

adem-i tasdik

  • Tasdik etmeye yanaşmama; tasdiksizlik.

agüs

  • Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem. (Farsça)

ahcar / ahcâr / احجار

  • Taşlar.
  • Taşlar.
  • Taşlar. (Arapça)

ahkam-ı ameliyye / ahkâm-ı ameliyye

  • Tatbikata ait hükümler, uygulanan kurallar.

ahond

  • Tahsil yapmış, hoca. Ulu, büyük. (Farsça)

akıbetü'l-müttakin / âkıbetü'l-müttakîn

  • Takva sahiplerinin sonu.

akl-ı evvel / عقل اول

  • Tanrı.

aksiyle

  • Tam ters yönde.

aktar / aktâr / اقطار

  • Taraflar, yöreler. (Arapça)

akvam-ı tatariye / akvâm-ı tatariye

  • Tatar kavimleri.

ala kadri't-taka / alâ kadri't-tâka

  • Takatin yettiği kadar, güç yettiği kadar.

alaca bayrak

  • Tar:Ondördüncü Yeniçeri Bölüğüne verilen ad.

alettahmin

  • Tahmini olarak.

ali baht / âli baht

  • Talihli, şanslı, bahtlı. (Farsça)

alkış

  • Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.

allah / allâh / اﷲ

  • Tanrı, Allah. (Arapça)

amya / amyâ

  • Tam kör.

an mim amed

  • Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret. (Farsça)

anasır-ı tabayi / anâsır-ı tabâyi

  • Tabiattaki unsurlar; dağ, taş, deniz vs. gibi.

arakçin / arakçîn / عرقچين

  • Takke kavuk altı takkesi. (Arapça - Farsça)

ark

  • Tarla ve bostana su akıtmak için açılan yol, cedvel, hark.

arş

  • Taht, yüce makam; Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer.

arusan-ı bağ / arusân-ı bâğ

  • Tarla çiçekleri.

arzu-mendi / arzu-mendî

  • Taleb, istek, arzu, heves. (Farsça)

asar-ı matbua / âsâr-ı matbua

  • Tabedilmiş basılmış olan eserler.

asar-ı tahripkarane / âsâr-ı tahripkârâne

  • Tahrip edici davranış ve hareketler.

aşinalık / âşinâlık

  • Tanıma, yakınlık.

aşk-ı tabiat

  • Tabiat aşkı.

aşna / âşnâ / آشنا

  • Tanıdık, dost, aşina. (Farsça)

aşnayan / âşnâyân / آشنایان

  • Tanıdıklar, dostlar. (Farsça)

at'ime / اطعمه

  • Taamlar, yiyecekler. (Arapça)

avadancı

  • Tar: Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı.

avan-ı tekemmül / âvân-ı tekemmül

  • Tamamlanma vakti.

avarız-ı divaniye

  • Tanzimat-ı Hayriye'den önce geçerli olan kanunlara göre alınan vergiler.

ayn-ı dehşet

  • Tam bir dehşet.

ayn-ı dert

  • Tam bir dert.

ayn-ı isabet

  • Tam isabet, tam yerinde.

ayn-ı münasebet

  • Tam bir bağlantı, ilişki.

ayn-ı sıdk

  • Tamamen doğru, doğruluğun ta kendisi.

ayn-ı şükür

  • Tamamıyla şükür.

ayn-ı zulmet

  • Tam bir karanlık.

azb

  • Tatlılık.

azimet / azîmet

  • Takvâ ile günahlardan şiddetle kaçınma.

bab-ı asafi / bâb-ı âsafî

  • Tar: Sadrazam konağı.

baht / بخت

  • Talih, kader.
  • Tâlih, nasîb, kısmet.
  • Talih, kısmet.
  • Talih. (Farsça)

baht-aver

  • Talihli, şanslı, bahtlı. (Farsça)

bahtiyar / bahtiyâr / بَخْتِيَارْ

  • Talihli, mutlu.
  • Tâlihli, mes'ûd, mutlu.
  • Talihli, kutlu, mutlu.
  • Tâlihli.

balahane / bâlâhâne / بالاخانه

  • Tavan arası, çatı. (Farsça)

barbut altını

  • Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.

bari'

  • Tam üstün. Mükemmel.

bast

  • Tasavvufta gönül ferahlığı, rûhen rahatlama. Sıkıntı ve gönül darlığının zıddı.

beban

  • Tarz, yol, üslup, metod.

bedbaht / بدبخت

  • Talihsiz.
  • Tâlihsiz. Bahtıkara.
  • Talihi kötü olan, talihsiz.
  • Talihsiz.
  • Tahilsiz. (Farsça)
  • Bedbaht etmek: Mutsuz etmek. (Farsça)

bedbahtlık

  • Talihsizlik, bahtsızlık.

bedel-i nüzul / bedel-i nüzûl

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında yapılacak olan masraflar için alınan vergi.

bedr-i tam

  • Tam ay, dolunay.

begaye

  • Talep etmek, istemek.

belagat ü fesahat

  • Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme.

belbel

  • Tasa, kaygı. Yürek yanması.

bend-rug / bend-rûg

  • Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur. (Farsça)

bera-yı tashih / berâ-yı tashih

  • Tashih için, düzeltmek için.

berzah tariki

  • Tarikat berzahı; tarikat geçidi, aralığı.

berze-gav

  • Tarla sürecek öküz, çift öküzü. (Farsça)

beşi'

  • Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi.

bevadih / bevâdih

  • Tasavvufta, insan kalbine gayb âleminden âniden gelen şeyler.

beviş

  • Tahmin, farzetme. (Farsça)

beylerbeyi

  • Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.

bi-hakkınì

  • Tamamıyla, hakkıyla.

bi-t-tafsil

  • Tafsilâtiyle, etrafiyle, uzun uzadıya.

bi-taraf / bî-taraf

  • Tarafsız. Hiç bir tarafı tutmayan.

bidarbaht / bîdârbaht / بيداربخت

  • Talihli. (Farsça)

bilcümle

  • Tamamen.

bililtizam

  • Taraftar olmakla.

bilkülliye

  • Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen.

bilmutabakat

  • Tam bir uygunlukla birebir.

bimecal / bîmecâl / بى مجال

  • Takatsiz, dermansız. (Farsça - Arapça)

bişir

  • Talâkat, güzel yüzlülük.

bitamam

  • Tam olarak.

bitamamiha / bitamâmiha / bitamâmihâ

  • Tamamıyle.
  • Tamamen, bütünüyle, hepsi.

bitamamihi / bitamamihî

  • Tamamıyla, bütünüyle, hepsi birden.

bitaraf / bîtaraf / بى طرف / ب۪ي طَرَفْ

  • Tarafsız.
  • Tarafsız.
  • Tarafsız. (Farsça - Arapça)
  • Tarafsız.

bitarafane / bîtarafâne / بى طرفانه

  • Tarafsız.
  • Tarafsızca.
  • Tarafsızca, yan tutmadan. (Farsça - Arapça)

bitarafane muhakeme / bîtarafâne muhakeme

  • Tarafsız bir şekilde değerlendirme.

bitaraflık / bîtaraflık

  • Tarafsızlık.

bittab / bittâb

  • Tabiatıyla.

bittabi / bittabî

  • Tabiî ki, elbette.
  • Tabiatıyle.

bittakdir

  • Takdir ederek.
  • Takdirle.

bittasavvur

  • Tasavvur ederek, zihinde şekillendirerek.
  • Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek.

bizişk

  • Tabib, hekim, doktor. (Farsça)

bölük

  • Takımlardan oluşan, üçü veya dördü bir tabur meydana getiren askerî birlik.

buhul

  • Tamahkârlık, cimrilik.

ca'am

  • Tama' etmek.

came-i hassa

  • Tar: Osmanlı padişahlarının verdikleri elbiselik kumaşlar.

canib / cânib / جانب

  • Taraf, yön.
  • Taraf. (Arapça)

canip / cânip

  • Taraf, yön.

çaş

  • Tahıl yığını, hububat. (Farsça)

cebr-i kat'i / cebr-i kat'î

  • Tam bir zorlama.

cebr-i mutlak

  • Tam, kesin baskı, tam diktatörlük.

cedel

  • Tartışma, münakaşa.

cedeli / cedelî / جدلى

  • Tartışmaya, münakaşaya ait. Münakaşacı. Tartışmacı.
  • Tartışmaya dayalı, münakaşa üstüne oturmuş. (Arapça)

cehl-i mutlak

  • Tam bir cahillik.

çekimser

  • Taraf tutmayan. (Türkçe)

cem'ü'l-cevami' / cem'ü'l-cevâmi'

  • Tacüddin es-Subkî'nin (ö.1370) yazdığı fıkhın esaslarına dair bir eserdir.

cem'ul-cem'

  • Tasavvufta bir makâmın adı. Sahv (uyanıklık) makâmı. Bekâ makâmı da denir.

cemaat-i çilingiran-ı hassa / cemaat-i çilingirân-ı hâssa

  • Tar: Saraydaki çilingirlik işlerini yapmakla muvazzaf sanatkârlar zümresi.

cemaat-i hademe-i ehl-i hiref

  • Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar zümresi.

cemaat-ı mücellidan-ı hassa / cemaat-ı mücellidân-ı hâssa

  • Tar: Saraydaki kitabları ciltlemekle vazifeli sanatkârlar.

cemü'l-cevami / cemü'l-cevâmi

  • Tacüddin es-Subkî'nin (ö.1370) yazdığı fıkhın esaslarına dair bir eserdir.

cenah / cenâh

  • Taraf, yön.

cenb / جنب

  • Taraf. (Arapça)

cerahor

  • Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.

çerbi / çerbî

  • Tatlılık, yumuşaklık. (Farsça)

ceriz

  • Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.

cervel

  • Taş.

çeşende

  • Tadıcı, tadan, tadına bakan. (Farsça)

çeşide

  • Tadmış. Tadılmış olan. (Farsça)

cevl

  • Tavaf etme.

cezbe

  • Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.

cihet

  • Taraf, yön.

cilve-i etem

  • Tam yansıma ve görüntü.

cilve-i etemm

  • Tam yansıma ve görüntü.

cinaze / cinâze / جنازه

  • Tabut. İçine cenaze konulan sandık.
  • Tabut. (Arapça)

civanbaht / جوان بخت

  • Talihli. (Farsça)

çiznök

  • Tane, tohum.

cülus / cülûs

  • Tahta çıkma.

cümd

  • Taş.

cumud-u mutlak / cumûd-u mutlak

  • Tam anlamıyla cansızlık.

cüsal

  • Tarla kuşu.

cüsu'

  • Tamahkârlık, pintilik, harislik, cimrilik.

dagib

  • Tavşan sesi.

daire-i takva / daire-i takvâ

  • Takvâ dairesi; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma dünyası.

daire-i tasarrufat / daire-i tasarrufât

  • Tasarruf etme dairesi, hareket alanı.

daldal

  • Taşlı sert yer.

dam

  • Tavan, hedef.

dan

  • Tane. (Farsça)

dane / dâne

  • Tane, tohum.

darçin / dârçîn / دارچين

  • Tarçın. (Farsça)

decc

  • Tavuğu çağırmak.

decdece

  • Tavuğa "bilibili" diye seslenmek.

dekik

  • Tam bir yıl.

derdmend

  • Tasalı, kaygılı, dertli. (Farsça)

derecat-ı takdir / derecât-ı takdir

  • Takdir, övgü dereceleri.

desatir-i tarikat / desâtir-i tarikat

  • Tarikat düsturları, prensipleri.

deşne-i subh

  • Tan yeri. (Bu tabir, tan yerinin ilkönce hançer şeklinde göründüğünden kinaye olarak denmiştir.)

dibagat

  • Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.

dicace / dicâce / دجاجه

  • Tavuk. (Arapça)

dihim

  • Taç. (Farsça)

dirak

  • Tâbi olmaklık, itaat etmeklik.

diyet

  • Tar: Almanya'yı meydana getiren devletlerin özel parlamentolarına verilen isim.

dogma

  • Tartışılmayan kesin fikir.

dücace / dücâce / دجاجه

  • Tavuk. (Arapça)

dugab

  • Tavşan sesi.

dünyaperest / dünyâperest

  • Taparcasına dünyaya yönelen.

düval

  • Tasma, kayış. (Farsça)

ebü'l-vakt

  • Tasavvufta kalb makâmından yukarı çıkıp, kalbin sâhibine varan, hallerden kurtulup, halleri verene ulaşan. Bunlara Erbâb-üt-temkîn de denir.

ecamire

  • Taifeler, kabileler, kavimler.

efser / افسر

  • Tâc. Padişah tâcı. (Farsça)
  • Taç. (Farsça)

ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak

  • Tarikat ve tasavvuf ehlinden olup zikir ve ibadetle kendinden geçip dünyayı unutanlar.

ehl-i sekir

  • Tasavvuf yoluyla mânevî âlemleri temaşa edip aldıkları ruhî lezzetle kendinden geçenler.

ehl-i süluk / ehl-i sülûk

  • Tarikat yolunda yürüyenler.

ehl-i takib

  • Takip edenler, peşinden gidenler.

ehl-i takva / ehl-i takvâ

  • Takvâ sahipleri; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i tarih

  • Tarih ilmiyle uğraşanlar, tarihçiler.

ehl-i tarik / ehl-i tarîk

  • Tarikata mensup olanlar.
  • Tasavvuf yollarından birine girmiş olan.

ehl-i tarikat / ehl-i tarîkat

  • Tarikata mensup olanlar.

ehl-i tarikat ve hakikat

  • Tarikata mensup olanlar ve hakikat mesleğinde olanlar.

ehl-i tarikat ve velayet / ehl-i tarîkat ve velâyet

  • Tarikata mensup olanlar, tasavvufla ilgilenenler ve Allah dostları, velîler.

ehl-i tasavvuf / اَهْلِ تَصَوُّفْ

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.
  • Tasavvufla meşgul olanlar.

ehl-i turuk

  • Tarikatlere mensup olanlar.

ehlitarik

  • Tarikat adamı.

ehlitarikat

  • Tarikata bağlı olan.

el-esirre

  • Taht. Bilinen bir makam sandalyesi. Kürsü.

el-i istiğrak

  • Tanımlama edatı olup başına geldiği isim, kendisiyle ilgili bütün mânâları içerir, örneğin el- insan = bütün insanlık.

emlak / emlâk

  • Taşınmaz mallar.

emniyet-i tamme / emniyet-i tâmme

  • Tam bir güven.
  • Tam bir emniyet ve korkusuzluk.

emniyyet-i kamile / emniyyet-i kâmile

  • Tam güven, tam itimat.

emval-ı gayr-i menkule / emvâl-ı gayr-i menkûle / اموال غير منقوله

  • Taşınmaz mallar.

enaniyet-i nev'iye

  • Taraftarlarının enaniyet ve gururu.

erbab-ı siyer

  • Tarihçiler. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hayatını bilenler.

erbain / erbaîn / اَرْبَع۪ينْ

  • Tasavvufta kırk günlük çile.

erike / erîke / اریكه

  • Taht. (Arapça)

erike-ara / erike-ârâ

  • Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.) (Farsça)

erike-nişin

  • Tahtta oturan. (Farsça)

erike-pira / erike-pirâ

  • Tahtı süsleyen, pâdişah. (Farsça)

erneb / ارنب

  • Tavşan. (Arapça)

erre

  • Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.) (Farsça)

esal

  • Tâzim etmek, övüp medhetmek.

esas-ı takva / esas-ı takvâ

  • Takvânın esası, temeli.

esas-ı tarikat

  • Tarikatın temeli, kökü.

esbab-ı basita-i camide-i tabiiye / esbab-ı basîta-i câmide-i tabiiye

  • Tabiata ait câmit, basit sebepler.

esbab-ı tabii / esbab-ı tabiî

  • Tabiî, doğal sebepler.

esbab-ı tabiiye / esbab-ı tabîiye / esbâb-ı tabîiye / اَسْبَابِ طَب۪يعِيَه

  • Tabiattaki sebepler.
  • Tabiattaki sebebler.

esef

  • Tasa, üzüntü, gam.

esham-ı umumiye

  • Tanzimat devrinde devletin, halka borç karşılığı olarak verdiği hisse bedelleri.

eşhas-ı ma'rufe

  • Tanınmış kişiler, bilinen şahıslar.

esy

  • Tasa, keder, hüzün.

etba / etbâ / اتباع

  • Tabi olanlar, uyanlar.
  • Tâbî olanlar, bağlılar.
  • Tabi olanlar.

etba'

  • Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar.

etem

  • Tam, kusursuz.

etemm / اتم

  • Tastamam, eksiksiz.
  • Tam, en mükemmel, hiç noksansız.
  • Tam, mükemmel, eksiksiz. (Arapça)

etıbba / etıbbâ

  • Tabipler, doktorlar.
  • Tabipler, doktorlar.

etibba / etibbâ

  • Tabibler, tıb ilmini bilenler, doktorlar.
  • Tabibler, doktorlar.

etraf

  • Taraflar.

etvar / etvâr / اطوار

  • Tavırlar, hâller.
  • Tavırlar, davranışlar.
  • Tavırlar.
  • Tavırlar. (Arapça)

evkaf-ı hümayun

  • Tar: Padişahların ve onlara mensub olan kişilerin bıraktıkları vakıflar.

evrad-ı tarikat / evrâd-ı tarikat

  • Tarikatların virdleri, zikirleri.

evrad-ı tasavvuf / evrâd-ı tasavvuf

  • Tasavvuftaki virdler, zikirler.

evreng / اورنگ

  • Taht. (Farsça)

evreng-nişin

  • Tahtta oturan, hükümdar. (Farsça)

evreng-zib

  • Tahtı süsleyen. Hükümdar, padişah. (Farsça)

eyyam-ı adiyye / eyyam-ı âdiyye

  • Tâtil günlerinin haricindeki günler.

ezmayiş

  • Tahtadan yapılmış demir temrenli bir cins ok.

fakrımutlak

  • Tam ve sınırsız fakirlik.

fark

  • Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir.

fark-ı tamm / fark-ı tâmm

  • Tas: Dünya ile olan alâkaları tamamen terkederek, ehadiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti.

faziz

  • Tatlı su.

fecir / فجر

  • Tan yerinin ağarması, sabah.
  • Tan ağartısı. (Arapça)

fecr / فجر

  • Tan ağartısı. (Arapça)

fecr-i sadık / fecr-i sâdık / فجر صادق

  • Tan ağartısı, şafak sökmesi.

felah / felâh

  • Tam kurtuluş.

felahat / felâhat

  • Tarımcılık.

feleği müsait

  • Talihi, bahtı ve şansı müsait; hedefe ulaşmada büyük kolaylıklara mazhar.

felsefe-i tabiiye / felsefe-i tabîiye / فَلْسَفَۀِ طَب۪يعِيَه

  • Tabiatı yaratıcı zanneden felsefe.

felsefe-i tarihiyye

  • Târih felsefesi.

fena / fenâ

  • Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.

fena fiş-şeyh / fenâ fiş-şeyh

  • Tasavvuf ilminde talebenin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.

fena-i etemm / fenâ-i etemm

  • Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.

fenafişşeyh / fenâfişşeyh

  • Tarikatlerde müridin şeyhine, onda fâni olacak şekilde bağlanması.

fenn-i hikmet-ül eşya

  • Tabiat bilgisi. Eşyadaki intizam, mükemmellik ve insanlara olan faydaları ve onlardan faydalanmak hakkında bilgi veren ilim kolu.

fenn-i tıb

  • Tabiblik, doktorluk. Maddi hastalıklara ilâç ve şifa bulmağa çalışan ilim.

fenn-i ziraat

  • Tarım bilimi.

ferdiyyet

  • Tasavvufta yüksek bir mertebe.

ferec

  • Tasa ve sıkıntıdan kurtulma, ferahlık.

fevka't-tabia

  • Tabiatüstü.

feyezan / feyezân / فيضان / فَيَضَانْ

  • Taşkın. (Arapça)
  • Taşma.

fikr-i tabiat

  • Tabiat fikri.

filo

  • Takım, grup.

fisebilillah / fîsebîlillah / فى سبيل اﷲ

  • Tanrı rızası için, Tanrı yolunda. (Arapça)

fünun-ı tabiiyye / fünûn-ı tabiiyye

  • Tabiat ilminin çeşitleri.

fünun-u tabiiye

  • Tabiatın dış görünüşüyle ilgilenen ilim dalları.

gadr-ı mutlak

  • Tam zulüm ve merhametsizlik.

gaflet-i mutlaka

  • Tam anlamıyla âhiretten, Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hâli.

galebe-i tamme / galebe-i tâmme

  • Tam ve eksiksiz yeniş, zafer.

galib-i mutlak

  • Tam olarak galip. Kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi.

galiba

  • Tahminen. Çok zaman. Her halde. Galiben, ekseriyetle.

galle / غله

  • Tahıl. (Arapça)

galle-dan

  • Tahıl anbarı, zahire deposu. (Farsça)

gam

  • Tasa, kaygı.

gamin / gamîn

  • Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı. (Farsça)

gamm-penah

  • Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer. (Farsça)

gariz

  • Taze nesne.

gaybet

  • Tasavvufta, kalbin kendisine gelen mânâlarla meşgul ve onlara dalmış olarak, kendisinden ve halkın işlerinden, etrâfında olan şeylerden habersiz olması.

gayr-ı kabil-i tahammül

  • Tahammül etmesi mümkün olmayan.

gerdide / gerdîde

  • Tavır ve hâlleri değişmiş. (Farsça)

gıbb-et tahkik

  • Tahkik ettikten sonra.

gılbıt

  • Taşsız yer.

gılman-ı enderun

  • Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

gön

  • Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire.

götürü

  • Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan.

gubbe

  • Tavşancıl kuşunun yavrusu.

gulamiye

  • Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil âidatı.

gulan

  • Tadı ekşi olan ilâçlar.

gulat / gulât

  • Taşkınlık gösteren, azgın. Sapık fırkalardan küfre varanlar.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

güllabici

  • Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.

guluv / gulûv

  • Taşkınlık.

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

guna / gûnâ

  • Tarz, çeşit.

gune

  • Tarz, gidiş, yol, tarz. Sıfat. (Farsça)

güvah / güvâh / گواه

  • Tanık, şahıt. (Farsça)

güvarai / güvaraî

  • Tatlılık, hoşa gitme.

guzuza

  • Taze olmak.

hab-ı nuşin / hâb-ı nuşin

  • Tatlı uyku.

habbe / حبه

  • Taneler. (Arapça)

habir

  • Taze ve yeni şey.

haccar / حجار

  • Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
  • Taş işçisi, taşçı. (Arapça)

hacer / حجر

  • Taş.
  • Taş, kaya.
  • Taş. (Arapça)

hacra'

  • Taş gibi katı ve sert olan şey.

hadd-i tam

  • Tam sınırında, derecesinde, kıvamında.

hadisat-ı tarihiye / hâdisât-ı tarihiye

  • Tarihî hadiseler.

hadise-i muharrib / hâdise-i muharrib

  • Tahrip edici, yıkıcı olay.

hadise-i taarruziye / hâdise-i taarruziye

  • Taarruz, saldırı hâdisesi.

hadise-i tarihiye

  • Tarihî olay, hâdise.

hads-i sadık / hads-i sâdık

  • Tam ve şüphesiz idrak etme ve bilme.
  • Tam, doğru ve şüphesiz idrâk etme ve bilme.

hafcag

  • Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)

hakaik-i latife / hakaik-i lâtife

  • Tatlı, şirin hakikatlar, ince mânâlı gerçekler.

hakaik-i tarihiye / hakâik-i tarihiye

  • Tarihî hakikatler, gerçekler.

hakikat-i meslek

  • Takip edilen bir yöntemin gerçek yönü.

hakikat-i tarikat

  • Tarikatin özü, tarikatle ulaşılan hakikat ve eşyanın gerçeği.

hakikattar

  • Tamamen gerçek olan.

hakim-i mutlak / hakîm-i mutlak / hâkim-i mutlak

  • Tam hikmet sahibi olan. Cenab-ı Hak (C.C.)
  • Tam ve gerçek hükmedici olan Allahü teâlâ.

hakkıyla

  • Tam anlamıyla.

hal' / خلع

  • Tahttan indirme. (Arapça)
  • Hal'edilmek: Tahttan indirilmek. (Arapça)
  • Hal'etmek: Tahttan indirmek. (Arapça)

halavet / halâvet / حلاوت / حَلَاوَتْ

  • Tatlılık. Şirin olmak.
  • Tatlılık, şirinlik.
  • Tatlılık. (Arapça)
  • Tatlılık.

halavetle / halâvetle

  • Tatlı bir şekilde.

halib / halîb

  • Taze süt.

halka-i zikir

  • Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklinde oturmak.

hamele / حَمَلَه

  • Taşıyanlar, yüklenenler.
  • Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
  • Taşıyıcı.
  • Taşıyıcılar.

hamil / hâmil / حَامِلْ

  • Taşıyıcı.

hamulane

  • Tahammüllü kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

hamuli / hamulî

  • Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.

hanım sultan

  • Tar: Osmanlı hanedanında "sultan" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.

harac-ı muvazzaf

  • Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sah

haramilik

  • Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da al

harap / harâp

  • Tahrip edilmiş, yıkılmış.

haraz

  • Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.

harbe

  • Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi.

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

harfiyen

  • Tam olarak, harfi harfine.

harguş / hargûş / خرگوش

  • Tavşan.
  • Tavşan. (Farsça)

hariz / harîz

  • Tâkatsiz kimse, güçsüz ve kuvvetsiz insan.

hartavi / hartavî

  • Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.

has ahur

  • Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.

hasaset

  • Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.

haşeb-pare

  • Tahta parçası. Yonga. (Farsça)

haseki

  • Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.

haşem

  • Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.

haşibe

  • Tabiat, mizaç, huy.

haslet / خصلت

  • Tabiat, huy, yaratılış.
  • Tabiat, yaratılıştan gelen huy. (Arapça)

hasr / حصر

  • Tahsis etme, ayırma, vakfetme, adama. (Arapça)
  • Hasretmek: Adamak, ayırmak, tahsis etmek. (Arapça)

hast-gari / hâst-gârî

  • Tâliplik, isteyicilik. (Farsça)

hatem-i tasdik / hâtem-i tasdik

  • Tasdik ve onay mührü.

hatıl

  • Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası.

hatır-ı na-şad / hatır-ı nâ-şâd

  • Tasalı ve kederli gönül.

hatır-ı nefsani / hatır-ı nefsanî

  • Tas: Dünya ve nefis muhabbetinin cismanî kuvvete galebesi.

hatır-ı rahmani / hatır-ı rahmanî

  • Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.

hatır-ı şeytani / hatır-ı şeytanî

  • Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

hava-yı nesimi / havâ-yı nesîmî

  • Tatlı ve hoş bir şekilde esen rüzgar.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havass-ı hümayun / havâss-ı hümayun

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır,

havass-ı refia / havâss-ı refia

  • Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî

havfezan

  • Tarhun otu.

havme

  • Tasarruf dâiresi.

havsala-suz

  • Takati kaldıran, tahammülü mahveden. (Farsça)

hayr-ı mahz / خَيْرِ مَحْضْ

  • Tam bir hayır.

hayran

  • Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.

hayret

  • Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.

hayret-i sırfe

  • Tam bir şaşkınlık.

hayyealelfelah / hayyealelfelâh

  • Tam bir kurtuluşa gelin!

hazar

  • Tahta ve kereste kesmeğe mahsus su ile işler büyük bıçkı.

hazine kethudası

  • Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazm-ı nefs

  • Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek. (Farsça)

hekim

  • Tabib, doktor.

hekir

  • Taaccüp eden, şaşıran.

hekr

  • Taaccüp etmek, şaşırmak.

heyet-i etvar

  • Tavırların, davranışların durumu, yapısı.

hicviyye / هجویه

  • Taşlama, hicivle ilgili şiir veya düzyazı. (Arapça)

hidemat-ı şakka

  • Taş taşımak, toprak kazmak gibi, mahkûmlara yaptırılan ağır hizmetler.

hikaye-i tarihiye / hikâye-i tarihiye

  • Tarihî hikâye.

hikmet-i tabiiye

  • Tabiatı konu alan fen ilmi.

hikmet-i tamme / hikmet-i tâmme

  • Tam ve mükemmel hikmet; eksiksiz ve yerli yerinde iş.

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ

  • Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.

hilafet-i mutlaka / hilâfet-i mutlaka

  • Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hırvani / hırvanî

  • Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.

hırvati / hırvatî

  • Tar: Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık.

hiss-i taklidi / hiss-i taklidî

  • Taklit hissi, duygusu.

hiss-i taraftarlık

  • Taraftarlık duygusu.

hiyamiyye nezareti

  • Tar: 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üzerine kaldırılan Çadır Mehterleri yerine kurulan daire.

horos

  • Tar: Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır.

hoşavaz / hoşâvâz / خوش آواز

  • Tatlıses, güzelses. (Farsça)

hoşruy

  • Tatlı yüzlü, sevimli. (Farsça)

hoşsohbet / خوش صحبت

  • Tatlı sözü, sohbeti tatlı. (Farsça - Arapça)

hu / hû / هو

  • Tanrı. (Arapça)

hubar

  • Taşlı, yumuşak yer.

hubeb / حبب

  • Taneler. (Arapça)

hububat / حبوبات

  • Tahıl. (Arapça)

hüccet-i müteaddiye

  • Taraflara münhasır olmayıp başkalarını da alâkalandıran delil.

huda / hudâ / خدا

  • Tanrı. (Farsça)

hudaşinas / hudâşinas / خداشناس

  • Tanrıtanır. (Farsça)

hudaya / hudâyâ / خدایا

  • Tanrım. (Farsça)

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hukuk-u kemalat / hukuk-u kemâlât

  • Tam olarak işleyen kanunlar.

hülasa-i mezhep / hülâsa-i mezhep

  • Takip edilen metodun özeti.

hulviyyat

  • Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler.

humme

  • Tamam oldu (meâlinde fiil).

hümum

  • Tasalar, kaygılar, kederler, gamlar, gussalar.

huriliyn / hûrilîyn

  • Tarifsiz güzellikte cennet kızı.

hürriyet-i tamme / hürriyet-i tâmme

  • Tam bir hürriyet, serbestlik.

huruf-u aliyat / huruf-u âliyat

  • Tas: Gayb ve gaybîlikte olan Cenab-ı Hakka mahsus şuunat.

hüsnü efendi

  • Tahirî Mutlu'nun babasıdır.

huşunet-i tab'

  • Tabiat ve huy kabalığı.

hutbe-i şirin / hutbe-i şîrîn / خُطْبَۀِ شِيرِينْ

  • Tatlı hutbe.

iane-i askeriye

  • Tanzimattan sonra cizye yerine Hristiyan tebeadan alınan vergi. Bu vergi sonradan "bedel-i askerî" adını almış ve 1908 Temmuz inkılâbına kadar devam etmiştir.

ibadet-i kamile / ibadet-i kâmile

  • Tam ve mükemmel ibadet.

ibka fermanı

  • Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam edeceklerine dâir gönderilen ferman.

ibtida-i dahil / ibtida-i dâhil

  • Tar: Medreselerden orta tahsili verenler.

ibtitar

  • Tâbi olma, uyma, ittiba etme.

icaz-ı makbul

  • Tazammun ve hazf ile olan icaz.

idbar / idbâr / ادبار

  • Talihsizlik. (Arapça)

idrak-i basit / idrâk-i basît

  • Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

iftilak

  • Taaccüb etmek, şaşırmak.

igtimam

  • Tasalanmak. Kederli olmak.

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm / اِخْلَاصِ تَامْ

  • Tam ihlâs, yaptığı her işinde Allah'ın emrini ve rızasını gözetme, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık beklememe.
  • Tam olarak Allah rızâsını esas tutma, samîmî olma.

ihlas-ı tamm / ihlâs-ı tâmm

  • Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı tamme / ihlâs-ı tâmme

  • Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihtilafi / ihtilâfî

  • Tartışmalı.

ihtilat-ı mutlak / ihtilât-ı mutlak

  • Tam bir karışıklık.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ikindi divanı

  • Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işl (Türkçe)

ikmal / ikmâl / اِكْمَالْ

  • Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek.
  • Tamamlama.
  • Tamamlama.
  • Tamamlama.

ikmal eden

  • Tamamlayan.

ikmal etme

  • Tamamlama.

ikmal etmek

  • Tamamlamak.

ıktıda

  • Tâbi olma. Uyma.

iktida / iktidâ

  • Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek.

iktirab

  • Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma.

ilah / ilâh / اله

  • Tanrı.
  • Tanrı, ilah. (Arapça)

ilahe / ilâhe / الهه

  • Tanrıça.
  • Tanrıça. (Arapça)

ilahi / ilâhî / الهى

  • Tanrım. (Arapça)

ilahiyyat / ilâhiyyât / الهيات

  • Tanrıbilim, teoloji. (Arapça)

ilhan

  • Tar: Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına verilen ünvan.

ilm-i ekmel

  • Tam, eksiksiz ve mükemmel ilim.

ilm-i mevalid

  • Tabiat, eşya ilmi. Hayvanat, nebatât ve maddelerine ait ilim.

ilm-i münazara / ilm-i münâzara / عِلْمِ مُنَاظَرَه

  • Tartışma ilmi.

ilm-i tarikat

  • Tarikat, tasavvuf ilmi.

iltimas

  • Tavsiye, rica, istirham.

iltizam

  • Taraftarlık.

iltizamen

  • Taraftar olarak.

iltizamkarane / iltizamkârâne

  • Taraf tutarcasına.

iltizamperverane / iltizamperverâne

  • Taraf tutmayı severcesine.

iman-ı tam

  • Tam, eksiksiz iman.

imar / îmar

  • Tamir etme, yapıcı olma.

imtar-ı ahcar / imtar-ı ahcâr

  • Taş yağdırma.

imtişat

  • Tarama. Saç veya sakal tarama.

imtiyaz-ı etemm

  • Tamamıyla birbirinden farklı olma.

in'ikas

  • Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin talebenin kalbine yansıması.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

inficar / inficâr

  • Tan yerinin ağarması, tohumun çatlaması.

inhidam-ı mutlak / inhidâm-ı mutlak

  • Tam bir çöküş.

inkar / inkâr

  • Tanımama.

intizam-ı tam

  • Tam bir düzenlilik.

irade-i aliye

  • Tar: Sadrazam tarafından verilen emir. Bu emir yazılı olduğu gibi, şifâhi de olurdu. Yazılı olana "iş'arat-ı âliye" de denilirdi.

irade-i tamme / irade-i tâmme

  • Tam ve eksiksiz irade, Allah'ın iradesi.

irha

  • Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele etme.

ırk-ı taklit

  • Taklit damarı; taklitçilik.

irtidad-ı mutlak

  • Tam dinsizlik, dinin bütün değerlerini red ve terk etme.

işhad / işhâd / اشهاد

  • Tanık getirme. (Arapça)

isimlik

  • Tar: Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası.

ismetlü

  • Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi.

ispanyol hastalığı

  • Tavuk vebası da denir. Tıp ilmindeki adı.

isr

  • Tarz, yol, yöntem.

istibdad-ı mutlaka

  • Tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük.

istiğrak / istiğrâk

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

istiğrak-ı ruhani / istiğrak-ı ruhanî

  • Tasavvufta Allah aşkından dolayı ruhen kendinden geçme hali.

istikmal / istikmâl / استكمال

  • Tamamlama.
  • Tamamlama. (Arapça)

istikra-i tamm / istikrâ-i tâmm

  • Tam bir tümevarım, endüksiyon; parçalardan bütüne, fertlerden türlere, olaylardan kanunlara, ilimlerden kâinatın mükemmel olan düzen ve düzenliğine varma yöntemi.

istirahat-ı tamme

  • Tam rahat ve huzur.

istitba'

  • Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek.

itba / itbâ / اتباع

  • Tabi kılma. (Arapça)

itmam / itmâm / اتمام / اِتْمَامْ

  • Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek
  • Tamamlama, ikmâl etme.
  • Tamamlama.
  • Tamamlama.
  • Tamamlama.
  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • İtmâm edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İtmâm etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)
  • Tamamlama.
  • Tamamlama.

itmam etme

  • Tamamlama.

itmi'nan / itmi'nân / اِطْمِئْنَانْ

  • Tatmîn olma.

itminan / itminân

  • Tatmin olma.

itminanbahş / itminânbahş

  • Tatmin eden.

itminankarane / itminankârâne / itminânkârâne

  • Tam inanarak.
  • Tatmin olurcasına.

ittiba / ittibâ / اتباع

  • Tâbi olma, uyma, ardısıra gitme.
  • Tabi olma, uyma.
  • Tâbi olma, bağlanma, uyma.
  • Tabi olma, uyma.
  • Tâbi olma.

ittiba eden / ittibâ eden

  • Tabi olan, uyan.

ittiba etme / ittibâ etme

  • Tâbi olma, bağlanma.

ittiba etmek / ittibâ etmek

  • Tabi olmak, uymak.

ittiba eyleme / ittibâ eyleme

  • Tâbi olma, bağlanma.

ittiba'

  • Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.

ittibaan

  • Tabi olarak, uyarak, yolundan giderek.

ittibaen / ittibâen

  • Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak.
  • Tabi olarak, uyarak.

ittifak-ı mutlak

  • Tam birliktelik.

ıttıla-ı tam

  • Tam olarak görme ve farkında olma.

izac / izâc

  • Taciz etme, rahatsız etme.

izacat / izâcât

  • Taciz etmeler.

izdira'

  • Tahkir etme, hakir ve âdi görme.

ized / îzed / ایزد

  • Tanrı. (Farsça)

izzi / izzî

  • Tahammüllü, sabırlı kimse.

izzü-d-devle

  • Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan.

kabil-i taklit

  • Taklidi mümkün.

kabil-i tarif / kabil-i târif

  • Tarifi mümkün, tarif edilebilir.

kabız-ı mal / kabız-ı mâl

  • Tahsildar.

kablettarih / kablettârih / قبل التاریخ

  • Tarih öncesi. (Arapça)

kablettarihi / kablettarihî / صبل التاریخى

  • Tarih öncesi. (Arapça)

kabz ve bast

  • Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.

kabza-i tasarruf

  • Tasarrufu altında bulundurma.

kabza-i tasarrufunda

  • Tasarrufu altında.

kaddese

  • Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)

kadı

  • Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kadiri / kâdirî

  • Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse.

kahkar

  • Taş.

kāide / قَاعِدَه

  • Taban.

kaide-i tabiiye / kaide-i tabiîye

  • Tabiî kural, prensip.

kain ve bain / kâin ve bâin

  • Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.

kalanis / kalânis

  • Takkeler, külâhlar.

kalanisi / kalânisî

  • Takkeci.

kalensüve

  • Takke ve her çeşit başlık.

kallas

  • Takke dikici, takke diken.

kamil / kâmil

  • Tam ve noksansız.
  • Tam, eksiksiz, olgun.

kamilen / kâmilen / كاملا

  • Tamamen.
  • Tamamen, büsbütün, tümüyle. (Arapça)

kanaat-ı kamile / kanâat-ı kâmile

  • Tam ve yerinde bir kanaat.

kanaat-i kamile / kanaat-i kâmile

  • Tam, eksiksiz kanaat.

kanaat-i tamme

  • Tam, kesin kanaat.

kantar

  • Tartı aleti.

kantara

  • Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.

kanun

  • Tabiat olaylarının bağlı olduğu değişmez kaide.

kanun-u tabii / kanun-u tabiî

  • Tabiat kanunu.

kanun-u tabiiye

  • Tabiî kanun; kâinatta ve sosyal hayatta doğal olarak yürürlükte olan kanun.

kapçak

  • Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.

kargir / kârgir

  • Taş ve harçla yapılmış olan.
  • Taş yapı.

kark

  • Tavuk gıdaklaması.

kase / kâse

  • Tas, çanak.

kasr-ı müşeyyed

  • Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman.

kavkah

  • Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.

kayka'

  • Tavuk avazı, tavuk sesi.

kaziye-i muhkeme

  • Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir.

kebade

  • Tâlim yayı. (Farsça)

keçeli

  • Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.

kedb

  • Tâze kan.

keder

  • Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.

kelimat-ı takdiriyye

  • Takdir edici sözler.

kem-baht

  • Tâlihsiz, bahtsız, şansız. (Farsça)

kem-havsala

  • Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse. (Farsça)

kemal-i acz / kemâl-i acz / كَمَالِ عَجْزْ

  • Tam anlamıyla âcizlik, güçsüzlük.
  • Tam bir güçsüzlük.

kemal-i acz ve inkıyad / kemâl-i acz ve inkıyad

  • Tam anlamıyla âcizlik ve itaat etme.

kemal-i acz ve zaaf

  • Tam bir acizlik ve zayıflık hâli.

kemal-i afiyet / kemâl-i âfiyet

  • Tam ve eksiksiz bir sıhhat.

kemal-i aşk / kemâl-i aşk

  • Tam ve mükemmel bir aşk.

kemal-i aşk ve şevk / kemâl-i aşk ve şevk

  • Tam bir aşk ve arzu.

kemal-i ciddiyet / kemâl-i ciddiyet / كَمَالِ جِدِّيَتْ

  • Tam bir ciddiyet.
  • Tam bir ciddiyet.

kemal-i ciddiyet ve emniyet / kemâl-i ciddiyet ve emniyet

  • Tam bir ciddiyet ve güven.

kemal-i dikkat / kemâl-i dikkat

  • Tam ve eksiksiz dikkat.

kemal-i dikkat ve intizam / kemâl-i dikkat ve intizam

  • Tam bir dikkat ve düzen.

kemal-i edep / kemâl-i edep

  • Tam bir edep, saygı.

kemal-i ehemmiyet / kemâl-i ehemmiyet

  • Tam ve mükemmel bir önem.

kemal-i emniyet / kemâl-i emniyet

  • Tam bir emniyet ve güven.

kemal-i etem / kemâl-i etem

  • Tam mükemmellik.

kemal-i fahir / kemâl-i fahir

  • Tam bir övünme.

kemal-i fahir ve sürur / kemâl-i fahir ve sürur

  • Tam bir iftihar ve mutluluk.

kemal-i fahr / kemâl-i fahr / كَمَالِ فَخْرْ

  • Tam bir övünme.

kemal-i ferah / kemâl-i ferah

  • Tam bir rahatlama.

kemal-i ferah ve saadet / kemâl-i ferah ve saâdet / كَمَالِ فَرَحْ وَ سَعَادَتْ

  • Tam bir gönül açıklığı ve mutluluk.

kemal-i ferah ve sürur / kemâl-i ferah ve sürur

  • Tam bir sevinç ve mutluluk.

kemal-i gurur / kemâl-i gurur

  • Tam bir gurur, kendini beğenmişlikle aldanma.

kemal-i hahiş / kemâl-i hâhiş

  • Tam bir istek ve arzu.

kemal-i hakkaniyet / kemâl-i hakkaniyet

  • Tam ve mükemmel bir hakkaniyet, gerçeklik.

kemal-i hararet / kemâl-i hararet

  • Tam istekli olma.

kemal-i hasret / kemâl-i hasret

  • Tam bir hasret.

kemal-i hassasiyet / kemâl-i hassasiyet

  • Tam bir duyarlılık.

kemal-i hayret / kemâl-i hayret

  • Tam bir hayret ve şaşkınlık.

kemal-i hayret ve istihsan / kemâl-i hayret ve istihsan

  • Tam bir hayret ve beğenmişlik.

kemal-i hiddet ve gayz / kemâl-i hiddet ve gayz

  • Tam bir öfke ve hiddet.

kemal-i hikmet / kemâl-i hikmet / كَمَالِ حِكْمَتْ

  • Tam bir hikmet.

kemal-i hulus / kemâl-i hulûs

  • Tam bir içtenlik.

kemal-i hulus ve iştiyak / kemâl-i hulûs ve iştiyâk / كَمَالِ خُلُوصْ وَ اِشْتِيَاقْ

  • Tam bir samimiyet ve arzu etme.

kemal-i hürmet / kemâl-i hürmet / كَمَالِ حُرْمَتْ

  • Tam ve kusursuz saygı.
  • Tam bir hürmet.

kemal-i hürmet ve itaat / kemâl-i hürmet ve itâat

  • Tam bir saygı ve hürmet.

kemal-i hürmet ve tazim / kemâl-i hürmet ve tâzim

  • Tam bir hürmet ve saygı.

kemal-i hürriyet / kemâl-i hürriyet

  • Tam bir serbestlik.

kemal-i içtihad / kemâl-i içtihad

  • Tam ve mükemmel bir içtihad; dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadisten hüküm çıkarma.

kemal-i iffet / kemâl-i iffet

  • Tam ve eksiksiz bir iffet ve namusluluk.

kemal-i iftihar / kemâl-i iftihar / kemâl-i iftihâr / كَمَالِ اِفْتِخَارْ

  • Tam bir övünç, övünme.
  • Tam bir övünme.

kemal-i ihtilat / kemâl-i ihtilât

  • Tam bir karışıklık.

kemal-i iman / kemâl-i iman / kemâl-i îmân / كَمَالِ ا۪يمَانْ

  • Tam ve mükemmel bir iman.
  • Tam bir îmân.

kemal-i imtiyaz / kemâl-i imtiyâz / كَمَالِ اِمْتِيَازْ

  • Tam bir ayırdetme.

kemal-i inkıta

  • Tam bir kopukluk, ayrılık.

kemal-i inkıta ve infisal

  • Tam bir kopukluk ve ayrılmışlık.

kemal-i inkıyad / kemâl-i inkıyad

  • Tam ve mükemmel boyun eğme.

kemal-i intizam / kemâl-i intizam / kemâl-i intizâm / كَمَالِ اِنْتِظَامْ

  • Tam ve mükemmel bir düzen.
  • Tam bir düzen, düzgünlük.

kemal-i intizām / kemâl-i intizām / كَمَالِ اِنْتِظَامْ

  • Tam bir düzen.

kemal-i intizam ve ıttırad / kemâl-i intizam ve ıttırad

  • Tam ve mükemmel bir düzen, sistem ve ahenk.

kemal-i iştiha / kemâl-i iştiha

  • Tam bir iştah.

kemal-i istihsan / kemâl-i istihsan

  • Tam bir beğeni, güzel buluş.

kemal-i istirahat-i kalb / kemâl-i istirahat-i kalb

  • Tam bir kalp rahatlığı.

kemal-i iştiyak / kemâl-i iştiyâk / كَمَالِ اِشْتِيَاقْ

  • Tam bir istek ve arzu.
  • Tam bir arzu etme.

kemal-i itaat / kemâl-i itâat

  • Tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme.

kemal-i itaat ve hürmet / kemâl-i itaat ve hürmet

  • Tam bir itaat ve saygı.

kemal-i itikat / kemâl-i itikat

  • Tam bir inanç ve güvenme.

kemal-i ittifak / kemâl-i ittifak

  • Tam ve mükemmel birlik.

kemal-i ittifak ve intizam / kemâl-i ittifak ve intizam

  • Tam ve mükemmel birlik ve düzen.

kemal-i ittikan / kemâl-i ittikan

  • Tam bir mükemmellik, kusursuzluk.

kemal-i ittisal

  • Tam, sıkı bir bağlantı, ilişki.

kemal-i izah / kemâl-i izah

  • Tam ve mükemmel bir açıklama.

kemal-i izzet ve şeref / kemâl-i izzet ve şeref

  • Tam bir izzet, şeref ve haysiyet sahibi olma.

kemal-i kat'iyet / kemâl-i kat'iyet

  • Tam bir kesinlik.

kemal-i kerem / kemâl-i kerem / كَمَالِ كَرَمْ

  • Tam ve mükemmel cömertlik.
  • Tam bir cömerdlik.

kemal-i lezzetle / kemâl-i lezzetle

  • Tam bir lezzet olarak.

kemal-i liyakat / kemâl-i liyakat

  • Tam anlamıyla layık oluş.

kemal-i mahcubiyet / kemâl-i mahcubiyet

  • Tam bir mahcubiyet.

kemal-i mahviyet / kemâl-i mahviyet

  • Tam mânâsıyla tevâzu içinde olma, alçak gönüllülük gösterme.

kemal-i mahviyet ve tevazu / kemâl-i mahviyet ve tevazu

  • Tam anlamıyla tevâzu ve alçakgönüllülük içinde olmak.

kemal-i me'yusiyet / kemâl-i me'yûsiyet / كَمَالِ مَأْيُوسِيَتْ

  • Tam bir ümidsizlik.

kemal-i memnuniyet / kemâl-i memnuniyet

  • Tam bir memnuniyetlilik, hoşnutluk.

kemal-i merak / kemâl-i merak

  • Tam bir merak.

kemal-i merhamet / kemâl-i merhamet / كَمَالِ مَرْحَمَتْ

  • Tam bir merhamet.

kemal-i metanet / kemâl-i metanet / kemâl-i metânet / كَمَالِ مَتَانَتْ

  • Tam sağlamlıkla, sarsılmadan.
  • Tam ve mükemmel bir sağlamlık.
  • Tam bir dayanıklılık.

kemal-i mizan ve intizam / kemâl-i mizan ve intizam

  • Tam bir düzen ve ölçü.

kemal-i muhabbet / kemâl-i muhabbet / كَمَالِ مُحَبَّتْ

  • Tam bir sevgi.

kemal-i musahhariyet / kemâl-i musahhariyet

  • Tam bir boyun eğmişlik.

kemal-i mutlak / kemâl-i mutlak

  • Tam bir mükemmellik, kusursuzluk.

kemal-i muvazene / kemâl-i muvazene / kemâl-i muvâzene / كَمَالِ مُوَازَنَه

  • Tam ve kusursuz ölçü, denge.
  • Tam bir denge.

kemal-i nefret / kemâl-i nefret

  • Tam nefret.

kemal-i neş'e / kemâl-i neş'e

  • Tam bir neşe ve sevinç.

kemal-i neş'e ve sürur / kemâl-i neş'e ve sürur

  • Tam bir neşe ve sevinç.

kemal-i rahat / kemâl-i rahat

  • Tam anlamıyla rahatlık.

kemal-i rahmet / kemâl-i rahmet / كَمَالِ رَحْمَتْ

  • Tam ve mükemmel şefkat ve merhamet.
  • Tam bir rahmet.

kemal-i rıza / kemâl-i rıza / kemâl-i rızâ / كَمَالِ رِضَا

  • Tam bir memnuniyet, hoşnutluk.
  • Tam bir râzı olma.

kemal-i rıza-yı kalb / kemâl-i rıza-yı kalb

  • Tam kalp rızası, memnuniyeti.

kemal-i rıza-yı nefis / kemâl-i rıza-yı nefis

  • Tam bir nefis rızası ile.

kemal-i saadet / kemâl-i saadet

  • Tam bir huzur ve rahatlık.

kemal-i sabır / kemâl-i sabır / كَمَالِ صَبِرْ

  • Tam ve mükemmel sabır.
  • Tam bir sabır.

kemal-i sabır ve metanet / kemâl-i sabır ve metanet

  • Tam ve mükemmel bir sabır ve dayanıklılık.

kemal-i sabır ve şükür / kemâl-i sabır ve şükür

  • Tam ve mükemmel sabır ve şükür.

kemal-i sadakat / kemâl-i sadakat / kemâl-i sadâkat / كَمَالِ صَدَاقَتْ

  • Tam ve mükemmel bağlılık; sağlam ve sarsılmaz kalbî bağlılık.
  • Tam bir bağlılık.

kemal-i sadakat ve ihlas / kemâl-i sadakat ve ihlâs

  • Tam ve mükemmel bağlılık ve samimiyet.

kemal-i safa / kemâl-i safâ

  • Tam bir huzur.

kemal-i saffet

  • Tam bir temizlik, temiz niyetlilik, samimiyet ve içtenlik.

kemal-i salahat / kemâl-i salâhat

  • Tam dindarlık.

kemal-i samimiyet / kemâl-i samimiyet

  • Tam bir içtenlik.

kemal-i samimiyet ve ihlas / kemâl-i samimiyet ve ihlâs

  • Tam bir samimiyet ve içtenlik.

kemal-i sefahet

  • Tam bir beyinsizlik, ahmaklık.

kemal-i şefkat / kemâl-i şefkat

  • Tam ve mükemmel şefkat.

kemal-i şefkat ve merhamet / kemâl-i şefkat ve merhamet

  • Tam bir şefkat ve merhamet.

kemal-i serbesti / kemal-i serbestî

  • Tam bir serbestiyet.

kemal-i serbestiyet / kemâl-i serbestiyet

  • Tam bir serbestlik.

kemal-i sermediyet / kemâl-i sermediyet

  • Tam ve kusursuz süreklilik.

kemal-i sevinç / kemâl-i sevinç

  • Tam bir sevinç.

kemal-i sevinç ve memnuniyet / kemâl-i sevinç ve memnuniyet

  • Tam bir sevinç ve memnuniyet.

kemal-i şevk / kemâl-i şevk

  • Tam bir istek ve arzu.

kemal-i şevk ve tahassür / kemâl-i şevk ve tahassür

  • Tam ve kusursuz bir istek ve hasret.

kemal-i sıdk / kemâl-i sıdk

  • Tam ve mükemmel doğruluk.

kemal-i sıhhat ve afiyet / kemal-i sıhhat ve âfiyet

  • Tam bir sağlık ve afiyet.

kemal-i suhulet / kemâl-i suhulet / kemâl-i suhûlet / كَمَالِ سُهُولَتْ

  • Tam ve eksiksiz bir kolaylık, kolayca.
  • Tam bir kolaylık.

kemal-i şükran / kemâl-i şükran

  • Tam bir teşekkür.

kemal-i sür'at ve suhulet / kemâl-i sür'at ve suhulet

  • Tam bir hız ve kolaylık.

kemal-i sürur / kemâl-i sürur

  • Tam bir mutluluk, sevinç.

kemal-i sürur ve ferah / kemâl-i sürur ve ferah

  • Tam bir mutluluk ve rahatlık.

kemal-i taaccüb / kemâl-i taaccüb / كَمَالِ تَعَجُّبْ

  • Tam bir hayret etme.

kemal-i tam / kemâl-i tam

  • Tam bir mükemmellik, olgunluk.

kemal-i tazarru ve niyaz

  • Tam bir dua ve yakarış.

kemal-i teessür / kemâl-i teessür

  • Tam bir üzüntü.

kemal-i telaş ve teessüf / kemâl-i telâş ve teessüf

  • Tam bir telâş ve üzüntü.

kemal-i tenasüb / kemâl-i tenasüb

  • Tam bir uygunluk.

kemal-i tesanüt

  • Tam bir dayanışma.

kemal-i teslim / kemâl-i teslim

  • Tam bir bağlılık, teslimiyet.

kemal-i teslimiyet / kemâl-i teslimiyet / kemâl-i teslîmiyet / كَمَالِ تَسْل۪يمِيَتْ

  • Tam bir teslimiyet.
  • Tam bir teslîmiyet.

kemal-i tevazu / kemâl-i tevâzu

  • Tam ve kusursuz bir alçak gönüllülük.

kemal-i tevekkül / kemâl-i tevekkül

  • Tam bir teslimiyet.

kemal-i ulviyet / kemâl-i ulviyet

  • Tam bir yücelik.

kemal-i vecd / kemâl-i vecd

  • Tam bir aşk ve muhabbet.

kemal-i vüsuk

  • Tam bir itimad ve inanç.

kemal-i vüsuk ve itmi'nan

  • Tam bir güven, inanç ve kararlılık.

kemal-i vuzuh / kemâl-i vuzuh / kemâl-i vuzûh / كَمَالِ وُضُوحْ

  • Tam bir açıklık.
  • Tam bir açıklık.

kemal-i zaaf / kemâl-i zaaf / كَمَالِ ضَعَفْ

  • Tam bir zayıflık.

kemal-ı zaaf ve acz / kemâl-ı zaaf ve acz

  • Tam bir zayıflık ve güçsüzlük.

kemal-i zevk ve şevk / kemâl-i zevk ve şevk

  • Tam bir şevk ve arzu.

kemzede

  • Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. (Farsça)

kemzen

  • Tâlihsiz, şanssız. (Farsça)

kerevet

  • Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.

kerye

  • Tam olmak, tamam olmak.

kesb-i muarefe

  • Tanımak, alışkanlık kazanmak.

kesir-ül ahbab / kesir-ül ahbâb

  • Tanıdıkları, bildikleri çok olan.

kesret-i etba'

  • Tâbi olanların çokluğu. Tarafdarların kesretli oluşu.

kıbel / قبل

  • Taraf, yön. (Arapça)

kile / ك۪يلَه

  • Tahıl ölçeği.

kiskis

  • Taşın ve toprağın ufağı.

kiştzar / كشتزار

  • Tarla. (Farsça)

kitab-ı tarih

  • Tarih kitabı.

kitab-ı tasavvuf

  • Tasavvuf kitabı.

kiyan

  • Tabiat.

kızılelma

  • Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır.

komprime

  • Tablet; bir konuyla ilgili olarak kalıplaşmış bilgi.

konak

  • Tasavvufta ilerlerken her iki derece arası.

kubbe altı

  • Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.

küfe

  • Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. (Farsça)

küfr-ü mutlak

  • Tam bir küfür ve inkâr, hiçbir dinî değere inanmamak.

külliyyen / كليا

  • Tamamen, tümü. (Arapça)

külüng

  • Taşçı kazması. (Farsça)

kur'a

  • Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.

kürek cezası

  • Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.

küs'

  • Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak.

kütüb-ü tevarih

  • Tarih kitabları.

kuvve-i zaika / kuvve-i zâika / قُوَّۀِ ذَائِقَه

  • Tad alma duyusu.
  • Tat alma duyusu.

lam-ut-takviye / lâm-ut-takviye

  • Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.

layıha / lâyıha

  • Tasarı.

layiha / lâyiha / لایحه

  • Tasarı. (Arapça)

lebriz

  • Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın. (Farsça)

lede-t-tahkik

  • Tahkik olundukta.

ledünni / ledünnî / لدنى

  • Tanrı sırlarıyla ilgili. (Arapça)

lehinde

  • Tarafında.

levayih / levâyih / لوایح

  • Tasarılar. (Arapça)

levha

  • Tablo.

lezzet

  • Tad.

lezzet-elem

  • Tatlı-acı.

lezzet-şinas

  • Tad alan, lezzet alan. (Farsça)

libas-ı takva

  • Takva elbisesi. Sâlih ameller.

lisan-ı tarih

  • Tarih dili.

lisan-ı tasavvuf / lisân-ı tasavvuf

  • Tasavvuf dili.

ma vudia leh / mâ vudia leh

  • Tayin ve tahsis olunduğu şey (Meselâ 10 TL.'yi bir kitap almaya ayırmak gibi.).

ma'rifet / مَعْرِفَتْ

  • Tanıma.

ma'ruf / ma'rûf / مَعْرُوفْ

  • Tanınan.

maba'd e't-tabiiye / mâba'd e't-tabiiye

  • Tabiat ötesi, metafizik.

mağfiret-i kamile / mağfiret-i kâmile

  • Tam bir bağışlayıcılık.

mağlubiyet-i mutlaka / mağlûbiyet-i mutlaka

  • Tam bir mağlup olma; yenilgi.

magruz

  • Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış.

mahiyet-i ameliye

  • Tatbik ve uygulamanın mahiyeti, özelliği.

mahlas / مخلص

  • Takma ad. (Arapça)

mahlu / mahlû / مخلوع

  • Tahttan indirilmiş. (Arapça)

mahlul-u mufassal

  • Tapu usulüne ait bir tâbir olup, köyler ve mezarlar tımarıydı. Berat ile verilirdi.

mahudiyet / mâhudiyet

  • Tanınır, bilinir olma.

mahz / مَحْضْ

  • Tam, halis.

mahz-ı adalet / mahz-ı adâlet / مَحْضِ عَدَالَتْ

  • Tam anlamıyla adalet.
  • Tam bir adalet.

mahz-ı edeb / مَحْضِ اَدَبْ

  • Tam bir edeb.

mahz-ı fazl / مَحْضِ فَضْلْ

  • Tam bir iyilk.

mahz-ı fazl ve kerem / مَحْضِ فَضْلْ وَ كَرَمْ

  • Tam bir iyilik ve ikram.

mahz-ı hakikat / مَحْضِ حَقِيقَتْ

  • Tam bir hakikat.

mahz-ı hidayet / mahz-ı hidâyet / مَحْضِ هِدَايَتْ

  • Tam bir hidâyet, doğru yol.
  • Tamamen hak üzere olma.

mahz-ı hikmet / مَحْضِ حِكْمَتْ

  • Tam bir hikmet.

mahz-ı irade

  • Tam bir irade, saf kasıt.

mahz-ı keramet

  • Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi.

mahz-ı ni'met / مَحْضِ نِعْمَتْ

  • Tam bir ni'met.

mahz-ı rahmet / مَحْضِ رَحْمَتْ

  • Tam anlamıyla rahmet.
  • Tam bir rahmet.

mahz-ı tevhid / mahz-ı tevhîd / مَحْضِ تَوْح۪يدْ

  • Tamamen Allahı birleme.

mahz-ı vahşet / مَحْضِ وَحْشَتْ

  • Tam bir ilkellik.
  • Tamamen yabânîlik.

mahz-ı vahy

  • Tamamen vahye dayanan; her yönüyle vahiy olan.

mahza / mahzâ

  • Tam, baştan başa.

mahzan

  • Tamamen, sırf.

mahzun

  • Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.

makablettarih / mâkablettârih / ماقبل التاریخ

  • Tarih öncesi. (Arapça)

makamat-ı süluk / makâmât-ı sülûk

  • Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

makdurat / makdûrat

  • Takdir edilenler, kudret eserleri.

makiyan / mâkiyan / ماكيان

  • Tavuk. (Farsça)
  • Tavuk. (Farsça)

makulat-ı sırfe / mâkulât-ı sırfe

  • Tamamıyla aklî olan meseleler.

makule

  • Takım, çeşit. Kategori.

mal-i menkul

  • Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)

malayutak

  • Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.

mansur / منصور

  • Tanrı'nın yardımıyla zafer kazanan. (Arapça)

marifet-i tam / mârifet-i tam

  • Tam mânâsıyla bilmek.

marifet-i tasavvuriye

  • Tasavvur ederek elde edilen bilgi.

masda'

  • Taşlık yerlerden geçen düz yol.

masduk / masdûk

  • Tasdik edilmiş.
  • Tasdiklenen.

maşraba

  • Tas, su içmek için kullanılan kap.

matba'

  • Tab olunmuş, yapılmış.

matbu / matbû

  • Tâbedilmiş, basılmış.

matbu'

  • Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.

matbuat

  • Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi)

matlub / matlûb

  • Talep edilen, istenilen, arzulanılan.

matma'

  • Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey.

matmah

  • Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer.
  • Tamah ile bakılan.

matran

  • Taç giymiş piskopos.

mazhar-ı etemm

  • Tam ve eksiksiz bir ayna, görünme yeri.

mazhar-ı takdir

  • Takdire lâyık olan.

me'mum

  • Tâbi olan, uyan.

meass

  • Talep mevzii, isteme yeri.

mebde-i tarih / مبدأ تاریخ

  • Tarih başlangıcı.

mebga

  • Talep mevzii, isteme yeri.

mecal / mecâl

  • Tâkat.

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

mecmuu

  • Tamamı, hepsi.

mecra-yı tabii / mecrâ-yı tabiî

  • Tabii yol, doğal akım kanalı.

medeniyet-i mahza

  • Tam bir medeniyet; bütün yönleriyle medenîlik özelliğini kazanma.

medhun

  • Tabaklanmış deri. (Farsça)

mefahir-i tarihiye

  • Tarihe ait övünç kaynakları.

mehah

  • Tazelik, güzellik.

mehterhane

  • Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı. (Farsça)

melaha

  • Tatsızlık, tuzsuzluk.

meled

  • Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.

melih / melîh

  • Tatsız tuzsuz yemek.

men lem yezuk lem yedri

  • Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez.

menatık-ı duşize-i tahayyül

  • Tahayyülün bâkir mıntıkaları.

mengene

  • Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.

meniş

  • Tabiat, huy, mizac. (Farsça)

menkulat / menkulât

  • Taşınanlar, anlatılanlar.

merkez-i taassup

  • Taassubun merkezi.

meşaet

  • Taleb etme, isteme, dileme, arzulama.

mesele-i tarikat

  • Tarikat meselesi.

meşhur

  • Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.
  • Tanınmış.

meslek-i velayet / meslek-i velâyet

  • Tarikat ve tasavvuf ehlinin takip ettikleri yol, yöntem.

meşmeşiye

  • Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer.

meşşata / meşşâta

  • Tarak, tarayıcı; süzgeç, filtre.

metaf

  • Tavaf edecek yer.

metbu / metbû

  • Tabi olunan, uyulan.

metbu' / metbû' / مَتْبُوعْ

  • Tâbi' olunan.

metl

  • Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek.

mevkib-i ikbal / mevkib-i ikbâl

  • Talihli kafile.
  • Talihli kâfile, gelmesi arzu edilen topluluk.

meydan-ı münakaşat / meydan-ı münakaşât

  • Tartışma ve anlaşmazlıkların alanı, sahası.

meylü't-tahrip

  • Tahrip meyli, arzusu.

mezak / mezâk

  • Tadma.

mezari / mezâri / مزارع

  • Tarlalar. (Arapça)

mezra / مزرع

  • Tarla.
  • Tarla. (Arapça)

mezra'a / مزرعه

  • Tarla. (Arapça)

mezraa / مَزْرَعَه

  • Tarla.
  • Tarla.
  • Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
  • Tarla.

mezruat / mezrûât

  • Tarlaya ekilen tohumlar.

migsel

  • Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.

mihbeb

  • Tâne tâne kesecek âlet.

miktebe

  • Tabak üstüne örttükleri nesne.

mikyas-ı ma'rifet / mikyâs-ı ma'rifet / مِقْيَاسِ مَعْرِفَتْ

  • Tanıma ölçüsü.

mıkzef

  • Tanbur.

mil'aka-tıraş

  • Tahta kaşık yapan. (Farsça)

minval / minvâl / منوال / مِنْوَالْ

  • Tarz, üslup.
  • Tarz, yol, suret, şekil, usül.
  • Tarz, yol, gidiş.
  • Tarz, yol. (Arapça)
  • Tarz.

mişatiye

  • Tarak kılıfı.

mishane

  • Taş parçaladıkları nesne.

misk ile anber

  • Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir).

mişka

  • Tarak.

mitin

  • Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. (Farsça)

miyere

  • Taam, yemek.

mu'cibe

  • Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.

mu'cize-i tarihi

  • Tarihî mu'cize.

mu'tedd

  • Ta'dâd edilmiş. Sayılmış.

muaddel

  • Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.

muaddil

  • Tadil eden, düzelten.

muakkib / معقب

  • Takip eden, izleyen. (Arapça)

muakkibin / muakkibîn

  • Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.

muallem

  • Ta'lim görmüş, ta'limli.
  • Talimli, eğitilmiş.

muallem asker

  • Tâlim görmüş asker.

muallim

  • Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.

muannif

  • Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan.

muarefe / muârefe / مُعَارَفَه

  • Tanışma.
  • Tanışma.

muarefet

  • Tanıma, yakından bilme.

muarref

  • Tanıtılmış.

muarrif / مُعَرِّفْ

  • Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
  • Tanıtıcı.
  • Tarif eden.

muavvık

  • Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.

muazzib

  • Ta'zib edin, azapla eziyet veren.

muazzim

  • Tazimde bulunan, yücelten.

mübagame

  • Tatlı dillilik.

mübahesat / مباحثات

  • Tartışmalar. (Arapça)

mübahese / مباحثه

  • Tartışma. (Arapça)
  • Mübahese olunmak: Tartışılmak. (Arapça)

mübeccel

  • Tâzim ve hürmet gösterilen.

mübtedi / mübtedî

  • Tasavvufta ve diğer dînî ilimlerde henüz başlangıçta olan.

mücerreme

  • Tamam manasına gelir bir isimdir. Meselâ: Sene-i mücerreme, sene-i tâmme demektir.

mücsed

  • Tam olarak boyanmış elbise.

müdebbag

  • Tabaklanmış, dibâgat olunmuş.

mufassal

  • Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
  • Tafsilatla, uzun uzun anlatılan, ayrıntılı.

mugayyir

  • Tağyir eden, değiştiren.

muhakat / muhâkât

  • Taklit etme.

muhakeme / muhâkeme / مُحَاكَمَه

  • Tartarak hüküm verme.

muhakkıkin-i ehl-i tarikat / muhakkıkîn-i ehl-i tarikat

  • Tarikata mensup olanlardan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhakkirane / muhakkirâne

  • Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına. (Farsça)

muhammen / مخمن

  • Tahmin edilen.
  • Tahmin edilen. (Arapça)

muhammin

  • Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.

muharref

  • Tahrif edilmiş, bozulmuş.
  • Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.

muharrib / مخرب

  • Tahrip eden, yıkan.
  • Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.
  • Tahrip eden, yıkan.
  • Tahrip edici, yıkıcı. (Arapça)

muharrif

  • Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan.

muharrip

  • Tahripçi, bozguncu.

muhassas / مخصص

  • Tahsis edilmiş; özel olarak donatılmış.
  • Tahsis edilmiş, özgü. (Arapça)

muhaşşid

  • Tahşideden. Bir yere toplayan.

muhassıs

  • Tahsis edici, ayırıcı, bir tarafa ait kılıcı.

muhassis

  • Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren.

muhayyel

  • Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.

muhayyil

  • Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.

muhazzir

  • Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.

mühlet / مهلت

  • Tanınmış süre. (Arapça)
  • Mühlet vermek: Süre tanımak. (Arapça)

muhrib

  • Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden.
  • Tahrip eden, yıkan.

muhrip

  • Tahrip edici, yıkıcı, savaşçı.

muhtac-ı ta'rif

  • Tarif edip anlatmağa muhtaç.

mukaddesat / mukaddesât

  • Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.

mukaddir

  • Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.

mukaddirane / mukaddirâne

  • Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. (Farsça)

mukallid / مقلد

  • Taklitçi, taklid eden, başkasına özenerek onun gibi olmaya çalışan.
  • Taklitçi.
  • Taklitçi. (Arapça)

mukallit

  • Taklitçi.

mukarrib

  • Takrib eden. Yaklaştıran.

mukassatan

  • Taksitli olarak, taksitle.

mukavvi / mukavvî

  • Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç.

mükemmel

  • Tamam. Olgun. Noksansız. Eksiksiz. Kemal bulmuş. Kemale erdirilmiş. Çok iyi.

mükemmelen / مكملا

  • Tam olarak, mükemmel olarak. (Arapça)

mükemmeliyet

  • Tam olma; eksiksizlik.

mükemmil

  • Tamamlayan, tamamlayıcı.
  • Tamamlayıcı.

muktedi / muktedî

  • Tâbi olan, uyan. İmama uyan.

muktedirane / muktedirâne

  • Tam bir güç ve iktidarla.

mümehhal

  • Tadı gitmiş ve biraz bozulmuş süt.

mümteni-üt tahsil

  • Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan.

münacat / münâcat / مناجات

  • Tanrı'ya yakarma. (Arapça)

münadese

  • Taan edişmek, çekiştirmek.

münakalat / münâkalat / مناقلات

  • Taşımacılık. (Arapça)

münakale / münâkale

  • Taşımak, ulaştırmak, aktarmak.
  • Taşıma.

münakare

  • Talep edişmek, karşılıklı istemek.

münakaşa / münâkaşa

  • Tartışma.

münakaşa etme

  • Tartışma.

münakaşa etmek

  • Tartışmak.

münakaşat

  • Tartışmalar.

münavele

  • Takdim, bir şeyi el ile öne uzatmak. Sunmak, arzetmek.

münazara / münâzara

  • Tartışma.

münazaralı

  • Tartışmalı.

münazarat / münâzarât

  • Tartışmalar.

münazır

  • Tartışmacı.

munazzama

  • Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli.

müradese

  • Taş atmak.

mürid / mürîd / مُر۪يدْ

  • Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren talebe.
  • Tarîkate giren.

müridane / müridâne

  • Tarikata girmiş gibi. Aşk ve incizabla istiyerek, mürid gibi dua ederek. (Farsça)

mürsel hadis

  • Tabiînin, sahabeyi atlayarak rivayet ettiği hadis, yani sahabeden değil tabiînden gelen hadis.

mürşid-i kamil / mürşîd-i kâmil

  • Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.

müsabega

  • Tamamlamak, yerli yerince etmek.

musaddak

  • Tasdiklenmiş, onaylanmış.

musaddi'

  • Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden.

musaddık

  • Tasdik edici, doğrulayıcı.
  • Tasdik eden, onaylayan.

musaddıkane / musaddıkâne

  • Tasdik eder tarzda, doğrulayıcı şekilde.

musahhah

  • Tashih edilmiş. Yanlışları düzeltilmiş.
  • Tashih edilmiş, düzeltilmiş.

musahhih

  • Tashih eden, yanlışları düzelten.
  • Tashih eden. Yanlışları düzelten.

musahhihane / musahhihâne

  • Tashih eder, yanlışları düzeltir bir şekilde.

müsalebe

  • Talan, yağma.

muşata

  • Tararken dökülen saç veya sakal teli.

müsavat ve muvazenet-i etvar / müsâvat ve muvazenet-i etvar

  • Tavır ve davranışlarda sürekli denge ve aynı seviyede olma.

musavver

  • Tasvir olunmuş, görünür hâle gelmiş.

musavvibe

  • Tasvip edilen.

musavvir

  • Tasvir eden. Şekil ve suret çizen. Her şeye güzel şekil ve suretler veren Allah (C.C.)

müsbig

  • Tamamlayıcı, isbâğ edici.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müsrah

  • Taranmış.

mustaf

  • Tabur veya saf hâlinde dizilmiş.

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstahkem

  • Tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış.

müstavsıla

  • Takma saç kullanan kadın.

müstear

  • Takma ad, iğreti olarak duruş.
  • Takma.

müsterkı'

  • Tamire veya yamaya muhtaç.

müstetim / müstetîm

  • Tamamlanmasını isteyen.

müsvedde / مسوده

  • Taslak. (Arapça)

muta'assıb / متعصب

  • Taassup gösteren, aşırı tutucu, yobaz. (Arapça)

mutabaat / mutâbaat

  • Tabi olma, uyma.

mütabaat / mütâbaat

  • Tâbi olmak, uymak.

mütabaat etmek / mütâbaat etmek

  • Tâbi olmak.

mutabbak

  • Tatbik olunmuş uydurulmuş.

mütabe'at / mütâbe'at

  • Tâbi olmak, uymak.

mütabi'

  • Tâbi olan, uyan.

mütahaccir

  • Taşlaşmış.

mutantan

  • Tantanalı, gösterişli.
  • Tantanalı, gösterişli.

mutarassıdane / mutarassıdâne

  • Tarassud edene yakışır şekilde. (Farsça)

mutarhef

  • Tam güzellik.

mutarra

  • Tarâvetli. Tâze.

mutasaddık

  • Tasadduk eden. Sadaka veren.

mutasaffi / mutasaffî

  • Tasaffi eden. Saffet ve sâfilik hasıl eden. Temiz olan. Saflaşan.

mutasarrıf

  • Tasarruf eden.

mutasavver / مُتَصَوَّرْ

  • Tasarlanmış, düşünülmüş.
  • Tasarlanmış.

mutasavvıf

  • Tasavvuf ehli olan, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.
  • Tasavvufla uğraşan. İlâhiyyatla uğraşan, tarikat ehli olan.
  • Tarikat adamı.

mutasavvıfane

  • Tasavvuf ehline benzer şekilde.

mutasavvıfe

  • Tasavvuf ehli geçinen sûfîler, şeyhler.

mutasavvife

  • Tarikatta ilerleyen.

mutasavvıfin / mutasavvıfîn

  • Tarikatta ilerleyenler.
  • Tasavvuf ehli olanlar.
  • Tasavvufçular. Sofiler.

mutasavvir

  • Tasavvur eden, zihinde suret veren.

mutata'ım

  • Tadan. Tadına bakan.

mutatavvıs

  • Tavus kuşu gibi rengârenk giyinen. Tatavvus eden.

müteabbid

  • Taabbüd eden. Kulluk eden. İbadet eden.

müteaccib

  • Taaccüb eden, şaşan, şaşakalan.

müteahhid / متعهد

  • Taahhüd eden. Bir işi üzerine alan.
  • Taahhüt eden, üstlenen. (Arapça)

müteakib / müteâkib

  • Takip eden, izleyen.

müteassıb / متعصب

  • Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden, haksız yere düşmanlık eden.
  • Taassup gösteren. (Arapça)

müteassıbane

  • Taassup gösterircesine, körükörüne.

müteazziz

  • Taazzüz eden, izzet, kuvvet, kudret kazanan.

mütehaccir / متحجر / مُتَحَجِّرْ

  • Taşlaşmış, taş haline gelmiş.
  • Taş haline gelmiş.
  • Taşlaşmış.
  • Taşlaşmış, fosilleşmiş. (Arapça)
  • Taşlaşmış.

mütehakkık

  • Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan.

mütehakkime

  • Tahakküm eden, zorla egemenliği altına alan.

mütehammil

  • Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.
  • Tahammül eden, dayanan.

mütehammilane / mütehammilâne

  • Tahammül ederek, dayanarak.
  • Tahammül ederek, dayanarak.

mütehammir

  • Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan.

müteharri

  • Taharri eden, araştıran.

müteharriyane

  • Taharri edip araştırana yakışır şekilde. (Farsça)

mütehazzib

  • Takım takım, küme küme toplanan.

mütemayil

  • Taraftar görünen, temayül eden, meyillenen.

mütemmem

  • Tamamlanan, eksikleri kalmayan. Nihayete eren.

mütemmim

  • Tamamlayan, bitiren.
  • Tamamlayan, tamamlayıcı.
  • Tamamlayan.

mütevazin / mütevâzin

  • Tartıları aynı olan.

mütimm

  • Tamamlayan, tamamlayıcı.

mutmain / مُطْمَئِنْ

  • Tatmin olmuş.
  • Tatmîn olan.

mutmainane

  • Tatmin olarak.

mutmainne

  • Tatmin olan.

müttaki / müttakî

  • Takva ehli, Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan.

müttebi

  • Tabi olan, uyan.

mütteki / müttekî

  • Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan.

muvakere

  • Tarladan çıkan mahsulden bir kısmını almak şartıyla birlikte ekme.

müvasat / müvâsât

  • Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi geçinmek.

muvassa

  • Tavsiye olunan.

müverrah / مورخ

  • Tarihi konulmuş, tarihli, tarihi atılmış.
  • Tarihli. (Arapça)

müverrahan

  • Tarihli olarak.

müverrib

  • Tamam ve çok olan nesne.

müverrih / مورخ

  • Tarihçi.
  • Tarihçi.
  • Tarihçi, tarih yazarı. (Arapça)

müverrihin / مورخين

  • Tarihçiler. (Arapça)

müvezza'

  • Taksim olunmuş, paylaşılmış.

müzhir-i tam / müzhir-i tâm

  • Tam izhar eden, gösteren.

müzic / müzîc

  • Taciz eden, rahatsız eden.

na'man

  • Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı.

na-ma'ruf

  • Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan. (Farsça)

na-tamam

  • Tamamlanmamış, bitmemiş, yarı kalmış. (Farsça)

nadas

  • Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama.

nakabil-i tarif / nâkabil-i târif

  • Tarifi imkânsız.

nakba

  • Tabanı aşınmış deve.

naki / nâki

  • Takva sahibi, günahtan arınmış.

nakl

  • Taşıma, nakil.

nakletme

  • Taşıma.

nakliyat / nakliyât / نقليات

  • Taşıma.
  • Taşımalar.
  • Taşımacılık. (Arapça)

nakliye / نقليه

  • Taşımayla ilgili olan.
  • Taşıma. (Arapça)

nam-ı müstear

  • Takma isim.

name-i hümayun

  • Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.

nardeşir

  • Tavla oyunu.

naş / nâş

  • Tabuttaki ölü.

nasb / نَصب

  • Tayin etme.

natamam / nâtamam / ناتمام

  • Tamamlanmamış.
  • Tamamlanmamış, yarım kalmış. (Farsça - Arapça)

nataman / nâtaman

  • Tamamlanmamış.

navakıf / nâvâkıf

  • Tanımayan, bilmeyen.

nazar-ı takdir ve hürmet

  • Takdir ve hürmet bakışı.

nazır

  • Taze, tazeleşen.

nazret

  • Tazelik, tarâvet.

nedaret

  • Tazelik, parlaklık, letafet, taravet.

nefs-i ihbar

  • Tam haber. Haberin tam esası.

nefs-i mülheme

  • Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.

nekbeti / nekbetî

  • Tâlihsiz, bahtsız, şanssız, uğursuz. (Farsça)

nemçe

  • Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.

nemek-çeş

  • Tadına bakma, tatma. (Farsça)

nemir

  • Tatlı su.

nerd / نرد

  • Tavla. (Farsça)

nesak

  • Tarz, usul, yol, şekil, üslub.

nesyen mensiyyen

  • Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.

nevaz

  • Tatlı ve ahenkli ses.

nevaz ü namaz

  • Tatlı, ahenkli ses ve namaz.

nevbenev

  • Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye. (Farsça)

nevhast

  • Taze ve genç hayvan.

nevnihal / nevnihâl

  • Taze fidan, yeni filiz. (Farsça)
  • Taze fidan.

nezga

  • Taan etmek, çekiştirmek.

ni'me-l matlub

  • Tam aradığımız. İsteyip aradığımızın en âlâsı.

nigunbaht

  • Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız. (Farsça)

nihal

  • Taze, düzgün. Fidan, sürgün. (Farsça)

nikar / nikâr

  • Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

nimpuhte

  • Tam pişmemiş, yarı pişmiş. (Farsça)

nisyan-ı mutlak / نِسْيَانِ مُطْلَقْ

  • Tam anlamıyla unutma.
  • Tamamen unutma.

nizam-ı tamme / nizam-ı tâmme

  • Tam bir düzen.

nübüvvet yolu

  • Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yo

nükah

  • Tatlı soğuk su.

nümüvv-ü tabii / nümüvv-ü tabiî

  • Tabiî ve normal bir süreçte meydana gelen gelişme.

nur-u tarikat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemlerin aydınlığı, güzelliği.

nuşhand

  • Tatlı gülüşlü. (Farsça)

nuşin / nûşin / نوشين

  • Tatlı. (Farsça)

nutk-u beliğ-i bitarafane / nutk-u beliğ-i bîtarafane

  • Tarafsız (objektif) şekilde, hâl ve seviyeye uygun olan nutuk, konuşma.

ocak imamı

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.

pakar / pakâr

  • Tahsildar. (Farsça)

pakari / pakârî

  • Tahsildarlık. (Farsça)

paydos

  • Tatil, teneffüs, serbestlik. (Farsça)

perde-i cumud-u tabiat / perde-i cumûd-u tabiat

  • Tabiatın donuk ve cansız perdesi.
  • Tabiatın donuk, cansız perdesi.

perendebaz / perendebâz

  • Takla atan kimse. Cambaz. (Farsça)

perest / پرست

  • Taparcasına düşkün.
  • Tapan. (Farsça)

perestişkar / perestişkâr

  • Tapınan.
  • Tapan, ibadet eden.

perestişkarane / perestişkârâne / پرستشكارانه

  • Taparcasına.
  • Taparcasına.
  • Taparcasına. (Farsça)

perverdigar / perverdigâr / پروردگار

  • Tanrı. (Farsça)

pestbaht

  • Talihsiz. Bahtı fenâ olan. (Farsça)

peyam

  • Taze haber.

peyke

  • Tahta sedir.
  • Tahta sedir. (Farsça)

peymay

  • Tartıcı, ölçücü. (Farsça)

plan / plân

  • Tasarı.

proje

  • Tasarı, layıha.
  • Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel. (Fransızca)

pürkemal / pürkemâl

  • Tam anlamıyle olgun.

rabbi / rabbî / ربى

  • Tanrım. (Arapça)

rabıta-i şeyh

  • Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir.

racim / racîm / رجيم

  • Taşlanmış, recmedilmiş. (Arapça)

rağmen ala-enfihi / rağmen alâ-enfihi

  • Tahkir maksadıyla, birinin kibrini, burnunu kırmak için.

rah-ı ictiba / râh-ı ictibâ

  • Tasavvufta Allahü teâlâya kavuşturan yollardan biri. Seçilmişlerin yolu.

rah-ı müridan / râh-ı mürîdân

  • Tasavvufta müridlerin, talebelerin yolu. Allahü teâlâya kavuşturan yollardan. Sâlikler (tasavvuf yolunda ilerleyen talebeler) yolu.

rahmet-i mutlaka

  • Tam ve kesin rahmet.

rebeb

  • Tatlı ve çok su.

recim / recîm

  • Taşlama.
  • Taşlanmış.

recm / رجم

  • Taşa tutma, taşlama, birine atılan taş.
  • Taşlama.
  • Taşlama; muhsan (evli) olup, zinâ eden kadın ve erkeği taşlayarak öldürme.
  • Taşa tutma, taşlama.
  • Taşlama, taşa tutma. (Arapça)
  • Recm edilmek: Taşlanarak öldürülmek. (Arapça)

recmedilme

  • Taşlanma.

recmetme

  • Taşlayarak öldürme.

redd-i hakim / redd-i hâkim

  • Taraf tutan hâkimi kabul etmeyip reddetmek.

reds

  • Taş atmak.

rençber

  • Tarım işi yapan kimse.

resa'

  • Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe "resise" derler.)

reşen

  • Tar: Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı.

restorasyon

  • Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri. (Fransızca)

revnak-nüma

  • Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren. (Farsça)

revolver

  • Tabanca, küçük silah.

rıas

  • Tâç.

riba-i fazl

  • Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.

ridas

  • Taş atmak.

rivad

  • Talep etmek, istemek, arzulamak.

rovelver

  • Tabanca.

rüsuh-u tam

  • Tam olarak kökleşme, sağlamlaşma.

ruzname / rûznâme / رُوزْنَامَه

  • Takvîm, gündem.

sa'niye

  • Takkenin tepesi.

sabir

  • Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.

saddakna / saddaknâ

  • Tasdik ettik, onayladık.

şafak

  • Tan zamanı.

sahaif-i tarihiye / sahâif-i tarihiye

  • Tarihî sayfalar.

sahib-üt tac / sâhib-üt tâc

  • Tâc, sâhibi, İncil'de mezkur Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismi.

sahibü't-tac

  • Taç sahibi, sarık sahibi Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

şahit olma

  • Tanık olmak.

sahret

  • Tarihi bir kaya.

şaibe-i taklit

  • Taklit kusuru.

sakf / سَقْفْ

  • Tavan.

şakird / şâkird / شاكرد

  • Talebe, çırak. (Farsça)
  • Talebe, öğrenci.
  • Talebe, öğrenci.
  • Talebe.

şakirt / şâkirt

  • Talebe, öğrenci.

şakirtlik

  • Talebelik, öğrencilik.

salik / sâlik / سالك

  • Tasavvuf yolcusu.
  • Tarikat mensubu. (Arapça)

salik-i meczub / sâlik-i meczûb

  • Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.

şane / şâne / شانه

  • Tarak. (Farsça)
  • Tarak. (Farsça)

sa