REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Sunu ifadesini içeren 267 kelime bulundu...

ab-keş

  • Delikli kevgir. (Farsça)
  • Su çeken, sucu, saka. (Farsça)
  • Kadeh sunucu. (Farsça)

adem

  • Yokluk, varlığın zıddı.
  • Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle kendinden geçmesi hâli.

agnostik

  • fels. Agnostisizm görüşünü benimseyen.

agser

  • Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim.
  • Kurbağa yosunu.
  • Karabatak kuşu.
  • Aşağılık ve âdi (adam).

ahmed-i sünusi / ahmed-i sünusî

  • (Bak: Sünusî)

akilet-ül ekbad / âkilet-ül ekbâd

  • Ciğerler yiyen kadın.
  • Uhud harbinde şehid olan Hz. Hamza'nın (R.A.) göğsünü yararak ciğerlerini yiyen Ebu Süfyanın karısı Hind.

akis

  • (Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi.
  • Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi.
  • Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi.
  • Çarpışma, çarpıp geri dönme.
  • Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini

akl-ı meaş / akl-ı meâş

  • Yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin râhatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddı.

akl-ı selim

  • (Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.

akliyyat

  • Müşahedeye ve tecrübeye girmeyen ve sadece akıl ile düşünülen şeyler ve hususlar. Nazarî meseleler.

alhan

  • Deve kuşunun erkeği.
  • Karnı çok aç kişi.

alih / âlih

  • Deve kuşunun dişisi.
  • Hafif mizaçlı.

allahü a'lem bi-s-savab

  • Allah daha iyi bilir. Allah doğrusunu en iyi bilir.

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

ariza / arîza

  • Bir mesele hakkında istek ve taleplerin sunulduğu yazı, mektup.

armaz

  • Kurbağa yosunu.

arz edilen

  • Sunulan.

arz edilme

  • Sunulma.

arz-ı ubudiyet / arz-ı ubûdiyet

  • Kulluğun arz edilmesi, sunulması.
  • Kulluğun sunulması.

asellak

  • Deve kuşunun erkeği.

ashab-ı fil / ashâb-ı fil

  • İslâmiyetten önce Kâbe-i Muazzamayı tahrib için Mekke'ye hücum eden Habeş ordusunun ismi ( Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir.

atım

  • t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması.
  • Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe.
  • Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire.

avra

  • Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü.
  • Mc: Kör fikir.
  • Çirkin ve kabih söz.
  • Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

bahşiş-i şairane / bahşiş-i şairâne

  • Şair tarafından şiir şeklinde sunulan bahşiş ve hediye.

bazgeşt / bâzgeşt

  • Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.

bev

  • Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.)

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bronş

  • yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.

bugra

  • Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu. (Farsça)

burhan-ı vücub-u vücud

  • Allah'ın varlığının zorunlu oluşunun ve var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasının delili.

ca-yi mülahaza / câ-yi mülahaza

  • Düşünülecek nokta. Mülahaza edilecek mes'ele.

cay-ı mülahaza / cây-ı mülâhaza

  • Düşünülecek nokta, düşünülecek yer.

cebeci

  • Eski Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun zırhlı sınıfına mensub nefer. (Farsça)

celeb

  • Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
  • Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.

cüsum

  • Kuşun, uyuması vaktinde göğsünü yere koyup çömelmesi. Çömelip oturmak.
  • Uykuda gelen ağırlık. Kâbus.
  • Oturmak.

cüz'iyyat

  • Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.

daire-i vücub

  • Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi.

darvincilik

  • 19. yy.da yaşamış İngiliz düşünürü Darwin'in kurduğu bir nazariye, görüş.

delail-i icmali / delâil-i icmâlî

  • Özet halinde sunulan deliller.

delil-i akli / delil-i aklî

  • Akıl yolu ile bulunan delil. Nakil yolu ile olmadan, düşünülerek bulunan delil.

deylem

  • Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer.
  • Belâ.
  • Zahmet.
  • Düşman.
  • Türaç kuşunun erkeği.
  • Cemaat.
  • Bir kabile adıdır ve ehline "Deylemî" derler.

dı'liye

  • Deve kuşunun dişisi.

dikkat-i nazara alınsa

  • İnceden inceye düşünülse, göz önünde bulundurup bakılsa.

direm

  • (Dirhem) Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. (Farsça)
  • Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça. (Farsça)

duhruce

  • (Çoğulu: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters.
  • Deve kuşunun yavrusu.

ebabil kuşları / ebâbîl kuşları

  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar).

ebu talha zeyd bin sehl

  • Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.)

eflatuniye

  • Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir.

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

ehl-i fikir

  • Fikir ehli, düşünürler.

enfüsi / enfüsî

  • Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)

eşne

  • Ağaç yosunu.

fahişe

  • Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın.
  • Allah'ın menettiği şey.
  • Zâniye. Kahbe.

fahişeler güruhu / fâhişeler gürûhu

  • Namusunu koruyamayan iffetsiz, hayasız kadınlar topluluğu.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

faz'

  • Şiddet.
  • Miktarından tecâvüz etmek, ölçüsünü aşmak. Rezillik etmek.

felihaza

  • (Fe-li-zâlik) Bunun için, şunun için, imdi (mânasında.)

fen'

  • Malın çok olması.
  • Misk kokusunun etrafa yayılması.
  • Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek.

fevd

  • Tavşancıl kuşunun kanadı.
  • Ölmek.
  • Canip, taraf, yön.

fikret

  • Düşünme, tefekkür, teemmül, fikir, Düşünülen şey.

galat-ı basar

  • Görme duyusunun yanılması. (Meselâ: Su içine batırılmış olan bir çubuğun, kırılmış gibi görünmesi.)

galfak

  • Geniş, vâsi.
  • Yumuşak.
  • Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot.
  • Kurbağa yosunu.

gamc

  • Suyu sora sora içmek.
  • Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.

garan

  • Tavşancıl kuşunun erkeği.
  • Açlık.
  • Zayıflık.

gayy

  • Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı.

gubbe

  • Tavşancıl kuşunun yavrusu.

gül

  • Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır. (Farsça)

hafud

  • Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.

hakikat-i akrebiyet-i ilahiye / hakikat-i akrebiyet-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın insana yakın oluşunun hakikati.

harb

  • (Çoğulu: Hırbân) Toy kuşunun erkeği.
  • Yarmak.
  • "Delmek" mânasına mastar.

hareke

  • Kurân harflerinin okunuşunu belirleyen işaretler.

havale-i muaccele

  • Huk: Havale konusunun, behemehal ödenmesi lâzım geldiği şekilde yapılan havale.

havale-i mübheme

  • Huk: Havale konusunun, ta'cil veya te'cili beyan olunmadan yapılan havale.

haykatan

  • Türraç kuşunun erkeği.

herd

  • Deve kuşunun dişisi.
  • Yarmak.
  • Kat'etmek, kesmek.

hevda'

  • Deve kuşunun erkeği.

heysem

  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Tavşancıl yavrusu.
  • Akbaba yavrusu.
  • Kurt eniği.

hik

  • Devekuşunun erkeği.
  • İnce uzun.

hizmetgüzar

  • Komisyoncu. (Farsça)
  • Şunun bunun işini görüveren. (Farsça)

hov

  • Av kuşuyla yapılan av.
  • Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.

huc-i hüdhüd

  • İbibik ibiği, hüdhüd kuşunun ibiği.

hükema / hükemâ

  • Hakîmler, düşünürler.

hükema-i işrakıyyun / hükema-i işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan filozoflar.

hükema-yı felasife / hükemâ-yı felâsife

  • Felsefe bilginleri, düşünürleri; filozoflar.

hükema-yı işrakıyyun / hükema-yı işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan İslâm filozofları.

hulusname

  • Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub. (Farsça)

hüsn-ü tedbir

  • İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek.
  • Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek.
  • Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.

hutame

  • Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.

huz ma safa, da'ma keder / huz mâ safâ, da'mâ keder

  • "Safâ olanı al, keder vereni bırak", "Allahın müsaadesi olan ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak", "İyisini al, kötüsünü bırak" meâlindedir.

ibtal-i hiss

  • Duygusunu battal etmek ve uyuşturmak.

idrak-i basit / idrâk-i basît

  • Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.

ıfa'

  • Devekuşunun yeleği.
  • Devenin yükünün çok olması.

ihaş

  • Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme.

ihtilaf-ı matali / ihtilâf-ı matâli

  • Ay'ın doğuşunun zaman olarak farklı yerlerde farklı oluşu.

ihtilaf-ı metali / ihtilâf-ı metâli

  • Ay'ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu.

illizyon

  • Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

is'af

  • Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

israfil / isrâfil

  • Sur borusunu üflemekle görevli büyük bir melek.

işrakıyyun / işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunanlar.

isticaze

  • (Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme.
  • Sunulan bir manzume için câize, yani para isteme.

istişmam

  • Koklamak. Kokusunu almak.
  • Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.
  • Uzaktan haber almak.

kabil-i kıyas

  • Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan.

kabul-i adem

  • Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.

kadiyanilik / kâdiyânîlik

  • On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

kafiye-perestlik

  • Kafiye için mânâyı feda edecek derecede kafiyeye önem vermek, birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânâyı arka plâna atmak.

kafiyeperestlik

  • Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.

kapıkulu

  • Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.

karkara

  • Karın gurultusu.
  • Kumru kuşunun ötmesi.
  • Kahkaha ile gülmek.
  • Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.

karnesa

  • Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.

karsa'

  • Deve kuşunun erkeği.

kavkal

  • Bağırtlak kuşunun erkeği.
  • Keklik.
  • Turaç kuşu.

kera

  • Turna kuşunun erkeği.
  • Hafif uyku.

ketkete

  • Kahkaha derecesinden azca gülmek.
  • Toy kuşunun sesi.

kırnas

  • Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kurra-i seb'a / kurrâ-i seb'a

  • Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

laik

  • Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etm (Fransızca)

layıha / lâyıha

  • Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı.

layiha-yı tashih / lâyiha-yı tashih

  • Mahkeme kararının düzeltilmesi istemiyle bir üst mahkemeye sunulan yazı, dilekçe.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bir mesele hakkında hiçbir delil ve işarete ihtiyaç olmadan, o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey (insan denilince ilim kabiliyetinin akla gelmesi gibi).
  • Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...

lazım-ı mezhep / lâzım-ı mezhep

  • Mezhebe zorunlu olarak lâzım olan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey (meselâ, iktisat ilmi bir mezhepse, onun lâzımı matematik ilmidir. Çünkü matematik ilmi olmadan iktisat hesaplanamaz).

lazım-ı zati / lâzım-ı zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.

lazıme-i zaruriye-i beyyine / lâzıme-i zaruriye-i beyyine

  • Bir meseleyle beraber düşünülmesi ister istemez zaruri olan diğer bir şey ("Allah" denilince Onun ezelî olduğu da zorunlu olarak bilinir).

lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye

  • Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.

lazımın lazımı / lâzımın lâzımı

  • Lâzımdan ayrı düşünülemeyen ve lâzımdan da önce gelen şey; meselâ Kur'ân için kutsallık, yani Kur'ân'ın Cenâb-ı Hakkın kelâmı olması.

levh-i mahv, isbat

  • Bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren mânevî levha, yaz boz tahtası.

levh-i mahv-isbat

  • Bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu kaydeden mânevî levha, İlâhî kudretin yaz boz tahtası.

lüzum-u zati-i tabii / lüzum-u zâti-i tabiî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ tam olmasa da "Ateşin lüzum-u zâti-i tabiîsi sıcaklıktır." denilebilir.

ma'ruz

  • Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak.
  • Arzolunmuş, arzolunan.
  • Serilmiş, yayılmış.
  • Verilmiş, sunulmuş.
  • Anlatılmış.
  • Bir şeye karşı siper alan.

mahmulat / mahmulât

  • Bir hükümde kendisiyle hükmedilenler; hükmün konusunu niteleyen yüklemler.

maide-i semaviye / mâide-i semâviye

  • Allah tarafından kullarına sunulan mânevî sofra.

maruz / معروض

  • Arzedilen, sunulan. (Arapça)
  • Karşı karşıya kalma, tutulma. (Arapça)
  • Maruz olmak: Karşı karşıya kalmak. (Arapça)

maruzat / mâruzât / معروضات

  • Arz edilen, sunulan şeyler.
  • Sunulanlar, arzedilecek şeyler. (Arapça)

maruzat-ı hususiye / mâruzât-ı hususiye

  • Arz edilen, sunulan özel bir mesele.

mecr

  • Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek.
  • Çokluk asker.
  • Akıl.

medha

  • Deve kuşunun yumurtladığı yer.

melhuz / melhûz / ملحوظ / مَلْحُوظْ

  • Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir.
  • Düşünülmüş, ilmen ele alınmış.
  • Mülahaza edilen, düşünülebilen, hatıra gelen.
  • Düşünülebilen.
  • Düşünülen, öngörülen. (Arapça)
  • Düşünülen, akla gelen.

memlukane / memlukâne

  • Köleye yakışır hâlde. Kölece. (Farsça)
  • Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. (Farsça)

mes'ele

  • Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş.
  • Savaş, muharebe, ceng, harp.

mesela

  • Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.

mesêle

  • Düşünülecek husus, konu.

muceb

  • İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice.
  • Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.

mücerred

  • Maddî varlıklardan ayrı olarak sadece zihinde düşünülen kavram, soyut

müdebbir

  • Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.
  • İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).

muhayyel

  • Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.

mukaddem

  • Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan.
  • Askerin ön tarafına sevkedilen karakol.
  • Değerli, üstün.
  • Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.

muknia

  • Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.

mülahaza

  • Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.

mumya

  • Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. (Farsça)
  • Çok zayıf (kimse). (Farsça)

münevver

  • Aydın, düşünür.

mürevva'

  • Aklı, fikri, görünüşü ve düşünüşü sağlam olan kimse.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

musavver

  • Zihnen düşünülen. Tasavvur olunan. Tasvirli.

müşeyyea

  • Bir şeyin ardından bağırıp çağıran kadın.
  • Koyun sürüsünün ardına uyan koyun.

müsteknih

  • (Künh. den) Künhünü, doğrusunu ve esâsını araştıran.

mutasavver

  • Tasavvur edilmiş. İlerde yapılması düşünülmüş.
  • Tasvir edilen. Hatırdan geçen.
  • Kabil, akıl kabul eder, akıl alır.
  • Tasarlanmış, düşünülmüş.

müte'al / müte'âl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.

mütefekkir / متفكر / مُتَفَكِّرْ

  • Düşünür. (Arapça)
  • Düşünceli. (Arapça)
  • Düşünür.

mütefekkir-i ekber

  • En büyük düşünür, en büyük düşünce adamı.

mütefekkirin / mütefekkirîn

  • Düşünürler.

mütekaddim

  • Evvelki, önceki, öne geçen, takaddüm eden.
  • Takdim olunan, sunulan.

na-endişide / na-endişîde

  • Düşünülmemiş. (Farsça)

na-sencide

  • Ölçülmemiş, tartılmamış. (Farsça)
  • İyi düşünülmemiş. (Farsça)
  • Değerlenmemiş. (Farsça)

naarat-ı ra'diye / naarât-ı ra'diye

  • Gök gürültüsünün naraları.

nagz

  • Devekuşunun erkeği.
  • Başını sallayıp depretmek.
  • Bulutun koyu ve kesif olması.

nakkad

  • (Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran.
  • Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran.
  • İmam, hatib.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

natıka

  • (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.

nazarınızda

  • Görüşünüzde.

nehar

  • (Çoğulu: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık.
  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Altın.

nekkad

  • Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse.
  • Paranın sağlamını kalpından ayıran.
  • İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.

nişangah / nişangâh

  • Hedef yeri. Nişan tahtası. (Farsça)
  • Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım. (Farsça)

nizamiye

  • İlk askerlik devresi.
  • Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire.
  • Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.

nuhre

  • Kemik dokusunun çürümesi.

nükte

  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.

nur-u basar

  • Göz nuru, görme duyusunun nuru.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

pozitivizm

  • Gerçeğin deney ve gözlemle elde edilebileceği görüşünü savunan felsefî doktrin.

rabıta-i mevt

  • Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.

radua

  • Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun.

ral

  • (Çoğulu: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu.

rastbin / rastbîn

  • Herşeyin hak ve doğrusunu görüp farkeden. (Farsça)

re'l

  • (Çoğulu: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği.

refref

  • Mânevî bir binek; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Miraç mu'cizesi sırasında bindiği dört binekten sonuncusunun adı.

retk

  • Adımların birbirine yakın olması.
  • Deve kuşunun sür'atle gitmesi.

reum

  • Yavrusunu seven deve.
  • Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.

ruga'

  • Sada, ses.
  • Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.

şahid-i vahdaniyet / şahid-i vahdâniyet

  • Allah'ın bir ve tek oluşunu gösteren şahid, delil.

şakk-ı sadr

  • Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması hâdisesi.

sakre

  • Güneşin çok olan tesiri.
  • Çakır kuşunun dişisi.

saksaka

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.
  • Çok söylemek, çok konuşmak.
  • Serçenin terslemesi.

şakşaka

  • Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi.

samid

  • Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan.
  • Hayrette kalan.
  • Gafil.

sarat

  • Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.

şecaat / şecâat

  • Yiğitlik, öfke duygusunun normal derecesi.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

selub

  • (Çoğulu: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve.

semi'allahü limen hamideh

  • "Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).

senaha / senâha

  • (Bak: SÜNUH)

şenf

  • (Çoğulu: Şünuf) Salkım küpe.

şerh-i sadr

  • Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi.
  • Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlı

sı'venn

  • Deve kuşunun erkeği.

şiddet-i hamiyet-i islamiye / şiddet-i hamiyet-i islâmiye

  • İslâmî fedakârlık duygusunun güçlü olması.

şiddet-i takva / şiddet-i takvâ

  • Allah korkusunun nihayet derecesi.

sigaliş

  • Düşünüş, kuruş. (Farsça)

sikke-i vahdaniyet / sikke-i vahdâniyet

  • Allah'ın bir ve benzersiz oluşunu gösteren damga.

sinezen / sînezen / سينه زن

  • Göğsünü döven. (Arapça - Farsça)

sinh

  • (Çoğulu: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası.

sinin

  • (Tekili: Sene) Sünun. Seneler.
  • Sina Dağı.

sırr-ı i'caz-ı kur'an / sırr-ı i'câz-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın mu'cize oluşunun sırrı, espirisi.

sırr-ı icmali / sırr-ı icmâlî

  • Özet olarak sunulan sır.

spiritualizm

  • Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık. (Fransızca)

su-i tedbir

  • Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.

sülek

  • (Çoğulu: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke)

sümmet-tedarik

  • Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş.

sünat

  • (Çoğulu: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.

sünuh

  • (Çoğulu: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ.
  • Zuhur etmek. Vaki olmak.
  • Sözü kinâye ve târiz ile söylemek.
  • Kolay olmak.
  • Birini güçlüğe düşürmek.

sünuhat

  • (Tekili: Sünuh) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar.

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.

tabiat-ı mevhume

  • Gerçekte olmadığı halde var diye düşünülen tabiat ve ondaki tesir.

tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.

tabla

  • Kap, yiyecek sunulan kap.

tablacı

  • Tezgâhtar, sunucu.

tahliye

  • (Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak.
  • Tatlılandırmak.
  • Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak.

takammüm

  • Evin süprüntüsünü ayırmak.

takdim / تقدیم

  • Sunma, sunuş. (Arapça)
  • Öne alma. (Arapça)
  • Takdim edilmek: Sunulmak. (Arapça)
  • Takdim etmek: Sunmak. (Arapça)

takdim edilen

  • Sunulan.

takdim kılınan

  • Sunulan.

takdime / تقدمه

  • (Çoğulu: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye.
  • Takdim.
  • Sunuş. (Arapça)
  • Armağan. (Arapça)

tam şehid / tam şehîd

  • Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman.

tarikat-i sünusiye / tarikat-i sünûsiye

  • Sünûsi tarikatı.

tazavvu'

  • Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması.

te'min / te'mîn

  • Korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme.
  • Sağlamlaştırma. Kesin bir hale koyma. Sağlama.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tefekkür-ü imani / tefekkür-ü imanî

  • İmana ait meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefekkür-ü imaniye

  • İmanî meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

teferrug

  • (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma.
  • Bir işi bitirip kurtulma.
  • Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.

terike

  • (Çoğulu: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız.
  • Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.

tersib

  • Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma.

tervih

  • (Çoğulu: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma.
  • Rahatlandırma.

tevbis

  • Köpek yavrusunun gözlerini açması.

tevzin

  • Tartmak. Ölçülü hâle koymak.
  • Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.

tım

  • Deniz.
  • Deve kuşunun erkeği.
  • Çok mal.

ufk

  • Kıyı, kenar.
  • Rüzgârın estiği cihetler.
  • Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler.
  • Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.

ul'ul

  • Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik.
  • Çekik kuşunun erkeği.

ulema-yı işrakıyyun / ulema-yı işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan âlimler.

vakıf malı

  • Herkesin faydasına sunulmuş mal.

vallahi / vallâhî

  • Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

vazife-i tefekküriye ve ubudiyet

  • Varlıklar ve olaylar üzerinde düşünüp Allah'ı tanıma ve Ona kullukta bulunma görevi.

vefr

  • Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek.
  • Bolluk.
  • Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.

verşan

  • (Çoğulu: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini.
  • Kumru kuşunun erkeği.

vücub mertebesi

  • Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu olan ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen İlâhlık derecesi.

vücub-u vücud / vücûb-u vücûd

  • Varlığı zorunlu olan, yok olması düşünülemeyen, var olmak için hiç bir sebebe muhtaç olmayan varlık; Allah.

vücud-u vücubi / vücud-u vücubî

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir şeye ve sebebe ihtiyacı olmayan ve diğer varlıkların var olması Kendisine bağlı olan, yokluğu düşünülemeyen varlık, Allah.

yafuf

  • Turaç kuşunun yavrusu.

zalim

  • (Çoğulu: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği.
  • Kaymağı alınmadan içilen süt.
  • Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.

zecc

  • Süngünün arkasıyla vurmak.
  • Atmak.
  • Deve kuşunun yelmesi.

zefif

  • Çabuk davranan. Çevik.
  • Deve kuşunun yelmesi.
  • Gelini kocasına göndermek.
  • Hızla gitmek.

zegab

  • Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.

zerzere

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın