REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Siye ifadesini içeren 342 kelime bulundu...

ab-ı ruy / ab-ı rûy

  • Yüz suyu, şeref, haysiyet, nâmus.

abese irca

  • Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ: Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek, Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, "Abese irca" yolu ile isbat

ad

  • İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet.

adavet-i müsi'

  • Kötülük işleyen kişiye düşmanlık.

aftab-gir

  • Güneşlik, şemsiye. (Farsça)
  • Güneş gören yer. (Farsça)

aftabi / aftabî

  • Güneşlik, şemsiye, tente. (Farsça)
  • Güneşe ait, güneşle ilgili. (Farsça)

ağıt

  • Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)

ahd

  • Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân.
  • Asır. Devir. Tevhid. Mukavele.
  • Vasiyet.

akd

  • Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.
  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi

ale'l-husus / ale'l-husûs

  • Hususiyetle, özellikle.

alicenab / âlîcenâb / عالى جناب

  • Cömert. (Arapça)
  • Haysiyetli. (Arapça)

alotropi

  • Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi halidir.

amin

  • Kim. Hususiyetleri ve yapıları bakımından amonyaka benzeyen kimyevi maddelerin cins adı.

anayasa

  • (Bak: Teşkilât-ı esâsiye)

anese

  • Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı)

aşa

  • (Çoğulu: A'şiye) Akşam yemeği.

asbest

  • yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.

ashab-ı meymene / ashâb-ı meymene

  • Dinen ihtiram mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahibleri. Hayırlı kimseler.

asit

  • Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız. (Fransızca)

asliyyet

  • Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik.
  • Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.

aziz / azîz

  • İzzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah.

baha / bahâ

  • Güzellik. Zariflik.
  • Zinet.
  • İzzet.
  • Bir şeye alışıp ünsiyet etmek.

bakteriyoloji

  • yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.

bala kamet / bâlâ kamet

  • Yüksek, yüce şahsiyet.

berkenar

  • Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda. (Farsça)

besa'

  • Ülfet, alışma, ünsiyet.

bilkuvve

  • Potansiyel; yetenek ve kabiliyet halinde.

binbaşı

  • Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

ca'feri / ca'ferî

  • Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha

casus

  • (Çoğulu: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına dair haberleri başka bir devlet menfaatına olarak toplayıp bildiren kimse.

cenaheyn

  • (Cenah. dan) İki kanat, iki yan, iki cenah.
  • İki hususiyetli.

çeşm-i istikbal-bini / çeşm-i istikbâl-binî

  • Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar.

çetr / چتر

  • Gece. (Farsça)
  • Gölgelik, çadır, şemsiye. (Farsça)
  • Gölgelik. (Farsça)
  • Şemsiye. (Farsça)

cevşen-i kebir / cevşen-i kebîr

  • Büyük zırh. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münâcâtın ismidir. Bu harika münâcât, mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtının fevkindedir. Bin hâsiyeti olan ve bin Esmâ-i Hüsnâ'yı içine alan emsalsiz bir münâcât-ı Peygamberiyedir.

cezur

  • (Çoğulu: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)

çıfıtlık

  • Yahudilik, Yahudi cinsiyet ve mezhebi.
  • Münâfıklık.

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cümudiye

  • Büyük buz dağ. Glâsiye. Buzul. Aysberg.

dab

  • Şan ve şeref, haysiyet. (Farsça)

dalkavuk

  • Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam. (Türkçe)

deccaliyet / deccâliyet

  • Din yıkıcı deccalın ilkeleriyle hareket edenlerin oluşturduğu mânevî şahsiyet.

demokratik

  • Demokrasiye uygun. (Fransızca)

der-kenar

  • Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

dırab

  • Erkek dişiye aşmak.
  • Küçük dağlar.

diyet-i kamile / diyet-i kâmile

  • Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.

doğmatizm

  • (Bak: Nassiye)

eazım-ı islamiye / eâzım-ı islâmiye

  • İslâmın en büyükleri, büyük şahsiyetleri.

ebu firas el-hamedani / ebû firâs el-hamedânî

  • Meşhur Arap şâirlerindendir. 932 yılında Musul'da doğdu. Hamedan devleti hükümdarı Seyfü'd-Devle'nin himâyesinde yetişti. Arap milletinin asâleti ve Seyfü'd-Devle'yi öven çok sayıda kaside ve mersiye yazdı. 968 tarihinde öldü.

edeb

  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle

egşiye

  • (Bak: Ağşiye)

ehl-i haysiyet

  • Haysiyet, itibar ve şeref sahipleri.

ehl-i siyer

  • Siyer ilmiyle uğraşanlar, İslâm tarihçileri.

ehl-i siyer ve hadis / ehl-i siyer ve hadîs

  • Siyer ve Hadîs ilmiyle uğraşanlar, İslâm tarihçileri ve muhaddisler.

ehli / ehlî

  • Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

ektar

  • (Tekili: Keter) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.

elf

  • 1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir).

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

emacid

  • (Tekili: Emced) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler.

emcad

  • (Tekili: Mecid) şeref, onur ve haysiyet sahibleri.

enasi

  • (Tekili: Enâsiye) (İnsan) İnsanlar.
  • Basar, göz.

enderez

  • Nasihat, öğüt, vasiyet. (Farsça)
  • Mektub. (Farsça)

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

ercmendi / ercmendî

  • Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem. (Farsça)

ervend

  • Tecrübe, deneme, sınama. (Farsça)
  • şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet. (Farsça)

esil

  • Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi.

fena fi'l-ihvan / fenâ fi'l-ihvân

  • Bütün varlığını kardeşlerinin mânevî şahsiyetinde yok etme.

fena fi'r-resul / fenâ fi'r-resul

  • Bütün varlığını Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mânevî şahsiyetinde yok etme.

fena fi'ş-şeyh / fenâ fi'ş-şeyh

  • Bütün varlığını şeyhinin mânevî şahsiyetinde yok etme.

fenafirresul

  • (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı hareke

fenafişşeyh

  • (Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir.

ferid

  • Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ.
  • Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid.
  • Zamanında eşine rastlanmıyan. Akran ve emsali yok.
  • Dizilmiş inci.
  • Bir tane, nefis ve müntehab

fıtrat / فِطْرَتْ

  • Kişiye hâs yaratılış.

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gamet

  • Cinsiyet hücresi.

gavaş

  • (Tekili: Gaşiye) Örtücü, örten.

gavaşi / gavaşî

  • (Tekili: Gaşiye) Kıyametler.
  • Örtü. At takımından sayılan bir nevi örtü.

gayret

  • Hamiyet, şeref, haysiyet.

gayret-i vahşiyane / gayret-i vahşiyâne

  • Vahşî, medeniyetten uzak gurur ve haysiyet.

gazve

  • Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat

hafeş

  • Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

hainane

  • Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.

hakikat-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in hakikati, mânevî şahsiyeti.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet.
  • Cezbe.
  • Dert, keder, elem.
  • Mecâl. Kuvvet.
  • Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken

hamiş / hâmiş

  • Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.
  • Hâşiye, açıklayıcı not.
  • Mektubun altına ilave edilen yazı, hâşiye, dipnot.

hamiyet

  • Gayret.
  • Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma.
  • İstinkâf etmek.
  • Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede

hamiyet-i aliye / hamiyet-i âliye

  • Din, millet gibi mukaddes değerleri en üst düzeyde koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet.

hamiyet-kar / hamiyet-kâr

  • Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi. (Farsça)

harf-endaz

  • Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen.

hasais / hasâis

  • Hususiyetler, özellikler.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

hasbe

  • Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye "mahsub" derler.)

haşiyecik

  • Küçük haşiye, dipnot.

hasiyet / hâsiyet

  • Özellik, hususiyet.

hasiyyet

  • (Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.

hassa / hâssa / خَاصَّه

  • Özellik, hususiyet.

hassa-i farika

  • Ayırıcı özellik. Vasf-ı fârık. Bir şeyi diğerinden ayıran hususiyet.

hassasiyet-i fevkalade / hassasiyet-i fevkalâde

  • Olağanüstü hassasiyet, duyarlılık.

hassasiyet-i kalbiye

  • Kalbî hassasiyet, duyarlılık.

hatır-ı şeytani / hatır-ı şeytanî

  • Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.

hatun

  • (Çoğulu: Havâtın) Kadın. Hanım.
  • Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.

havaşi

  • (Tekili: Hâşiye) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar.
  • Maiyet adamları.

havb

  • (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet.
  • Fakirlik.
  • Meşakkat.
  • Maraz, ağrı, dert.
  • Ana, baba.

haysiyet-i ilmiye

  • İlmin haysiyeti, şerefi.

haysiyet-i milliye

  • Millî haysiyet, şeref.

haysiyet-şiken

  • Haysiyet kıran. (Farsça)

hazret-i zat-ı ahmediye / hazret-i zât-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) şahsiyeti.

hımye

  • Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.

hırka-i şerif / hırka-i şerîf

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında büyük velî Veysel Karânî hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu hırka, İstanbul Fâtih'teki Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.

hüma

  • (İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi.

hünsa / hünsâ

  • Cinsiyeti belli olmayan.

hürmet

  • Riâyet. İhtiram.
  • Haysiyet. Şeref.
  • Haram olma. Haramlık.
  • Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus.

huruf-u şemsiye

  • Gr: "El" harf-i tarifinin "lâm" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp "Lâm" harfine kalboluyorsa, o harflere "huruf-u şemsiye" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. El-şems yazılıyor, eşşems

hüviyet

  • Şahsiyet, kişilik.

hüviyet-i suriye

  • Görünüşteki şahsiyet.

huzur-u irfanınıza baş koydum

  • "Üstün ilim ve zekâdan hâsıl olan olgun şahsiyetinizin önüne baş koydum" anlamında karşısındakine karşı bir saygı ve hürmet bildiren ifade.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tibarat

  • (Tekili: İ'tibar) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler.
  • Var sayılan şeyler, faraziyeler.

i'tikab

  • Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme.

ibn-i ishak

  • (Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul E

ibtişak

  • Haysiyet ve nâmusa dokunma.
  • Yalan söyleme.

ictibaz

  • Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti.

ihlas-mendane

  • Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda. (Farsça)

ihya-yı fert

  • Bir kişiye hayat verme.

ikrar-ı mariz

  • Ölüm ânında iken edilen ikrar. Vasiyetname.

ilac

  • Derde devâ olan şey. Hastayı veya yaralıyı iyi etmek için içmek veya sürmek üzere verilen şey.
  • Devâ, mualece.
  • Mc: Tedbir, çare, tavsiye, derman.
  • Hastaya bakma, iyi olmasına çalışma.

ilm-i hadis

  • (İlm-i Rivayet - İlm-i Ahbâr - İlm-i Âsâr) Resulüllah'ın (A.S.M.) akvâli (sözleri), ef'ali ve hallerine dâir ilimdir. Ehl-i hadis ıstılahında; tarihe ve siyere dâir hadis-i şeriflere bazan İlm-i Hadis-ül Halk, bazan da Sîre (Sîret) tabir edilir.

iltimas

  • Tavsiye. Rica. İstirham.
  • Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak.
  • Yapılmasını isteme.
  • Tavsiye, rica, istirham.

iltimasat

  • (Tekili: İltimas) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar.
  • Kayırmalar, tutmalar.

inas

  • (Üns. den) Alıştırma, ünsiyet ettirme.
  • Görme, bilme.

inayet-i şahsiye / inâyet-i şahsiye

  • Şahsa ve kişiye yapılan yardım, ikram, lütuf.

indi / indî / عِنْد۪ي

  • Kişiye göre.

inhisar

  • Hasr olunma.
  • Tecavüz etmeme.
  • Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
  • Bir şeyin sadece bir kişiye verilmesi, tekel.

insa

  • Unutma. Unutturma.
  • Te'hir eylemek.
  • Veresiye verme.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

irsen

  • Miras olarak, irsiyet yoluyla.

ırz

  • Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet.
  • Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.

iş'ar-ı fazılane / iş'âr-ı fâzılâne

  • Hürmet ifadesi olarak "yüce şahsiyetinizin işaret etmesi" anlamında bir ifade.

islaf

  • Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş.
  • Tarlayı aktarmak.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

ismid

  • Sürme taşı.
  • Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme.

isti'dad / isti'dâd

  • Alışma, ünsiyet.
  • Kabiliyet.

istidad

  • Alışma, ünsiyet etme.
  • Doğrulma.

istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye / istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i insaniye

  • İnsanın sınırsız istidat ve potansiyel yetenekleri.

istikla

  • Te'hir etme. Sonraya bırakma.
  • Alıkoyma, mâni olma, engel olma.
  • Veresiye alma, borç olarak alma.

istinas

  • Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.

istinsa'

  • Veresiye isteme.
  • Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme.

izlal

  • (Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek.

izzet-i iktidar

  • Gücün haysiyet ve şerefi.

izzet-i nefis

  • İnsanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi.
  • Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak. Vakar.

izzet-i nefs

  • İnsanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi.

izzet-i rabbaniye / izzet-i rabbâniye

  • Rab olan Allah'ın izzeti, şeref ve haysiyeti.

kabiliyet-i zulüm

  • Zulüm yapma kabiliyeti, potansiyeli.

kadr

  • İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
  • Değer, itibar, onur, haysiyet, meziyet.
  • Rütbe, derece.

kali / kâlî

  • Veresiye satmak.

kanun-u cinsiyet-i melek

  • Meleklerin cinsiyet kanunu.

karakter

  • yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.

kasaid / kasâid

  • Kasideler; kâfiyeli olarak büyük şahsiyetleri övmek için yazılan şiirler.

kasame

  • (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.

kasi / kasî

  • (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı.

kav'

  • (Çoğulu: Akvâ) Erkek dişiye aşmak.
  • Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.

kavmiyet

  • Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kelime-i tevhid

  • Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir.

kemal-i izzet / kemâl-i izzet

  • İzzet ve haysiyetinden tâviz vermeme.

kemal-i izzet ve şecaat

  • Mükemmel bir izzet, haysiyet ve kahramanlık.

kemal-i izzet ve şeref / kemâl-i izzet ve şeref

  • Tam bir izzet, şeref ve haysiyet sahibi olma.

kepaze

  • İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan.
  • Tâlim için kullanılır yay.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kisb-i teşahhus-u şöhret

  • Şöhretle şahsiyet kazanma.

kıtal

  • Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.

kıya'

  • Erkek dişiye aşmak.
  • Hurma ve buğday döktükleri düz yer.

komplo

  • Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. (Fransızca)

köşeli parantez

  • Cümleden tamamıyla ayrı "haşiye" gibi bir sözü içine alır. (Türkçe)

kuvveden fiile çıkarma

  • Bir düşünceyi veya potansiyeli hayata geçirme.

kuvveden fiile çıkma

  • Potansiyel özellikleri dışa yansıtma, uygulama.

kuvveden fiile geçme

  • Potansiyel halde olan birşeyin fiilen meydana gelmesi, ortaya çıkması.

layebgıyan / lâyebgıyan

  • Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)

lebh

  • Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)

lesus

  • (Lesusiyet) Hırsızlık, sirkat. Hırsızlık yapmak.

lüsuset

  • (Lüsusiyet) Hırsızlık, sirkat.

ma'den

  • Maden.
  • Bir haslet veya hususiyetin kaynağı.
  • Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
  • Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.

mahsusat

  • Hususiyetler, birşeye özel, has özellikler.

malum-u alileri / malûm-u âlîleri

  • "Yüce şahsiyetinizin bildiği gibi" anlamında bir saygı ifadesi.

malum-u fazılane / mâlûm-u fâzılâne

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir ifade.

malum-u fazılaneleri / malûm-u fâzılâneleri

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir saygı ifadesi.

me'lufiyet

  • Alışıklık, ünsiyet.

me'nus

  • Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş.
  • Beğenilmiş. Mergub.

me'nusiyet

  • Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.

meleke-i hassasiyet

  • Hassasiyet melekesi; duyarlılık alışkanlığı, duyarlılık konusunda yatkınlık.

mencuk

  • Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. (Farsça)
  • Sancak, bayrak. (Farsça)
  • Şemsiye. (Farsça)

merasi / merasî / merâsî / مراثى

  • (Tekili: Mersiye) Mersiyeler, ağıtlar.
  • Ağıtlar, mersiyeler. (Arapça)

merdane / merdâne

  • Mert kişiye yakışır şekilde.

mersiye / مرثيه

  • Ağıt, mersiye. (Arapça)

mersiyehan / mersiyehân

  • Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen. (Farsça)

mersiyekar / mersiyekâr

  • Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan. (Farsça)

mesaj

  • Sözle veya yazı ile gönderilen haber. (Fransızca)
  • Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber. (Fransızca)

meziyat-ı kelamiye / meziyât-ı kelâmiye

  • Sözün, kelâmın özellikleri, hususiyetleri.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

miş'ar

  • Şan, şeref, haysiyet ve vakar.

misvak

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

müanese

  • Dostane görmek, görüşmek. Karşılıklı ünsiyet etmek.

muavvezetan / muavvezetân

  • (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)

mübtesim

  • (Tebessüm. den) Gülümsiyen, tebessüm eden.

mücahid-i alicenab / mücâhid-i âlicenab

  • Şerefli, haysiyetli mücahid.

müfessir

  • Tefsir eden, izah eden. Anlayabildiği mânayı söyleyen ve yazan.
  • Kur'an-ı Kerim'i tefsir edebilmek salahiyetini hâiz olan, âlim, fâzıl ve kuvve-i kudsiye sahibi zât.

muhaşşa

  • Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş.

muhaşşi

  • Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen.

muhit-i enfüsi / muhit-i enfüsî

  • Kapsamlı olan kendi dünyası; kâinattaki bütün mükemmelliklerin ve olgun hâsiyetlerin kapsamlı bir nümunesi hükmünde olan kendi zâtı ve iç dünyası.

mukadderat-ı hayatiye

  • Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri.

mukaddime

  • Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli.
  • Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz.
  • Alın. Nâsiye. Alındaki perçem.

münkatı'

  • (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan.
  • Arada bağ kalmıyan, ayrılmış.
  • Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.

musa

  • Vasiyet olunan mal.
  • Menfaat.

musa-leh

  • Kendine bir şey vasiyet olunan.

müşahhas

  • Nev'i, cinsi anlaşılmış.
  • Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş. Şahıslanmış, teşhis edilmiş.

müşakelet

  • Şekilde bir olma ve uygunluk, benzeyiş.
  • Cinsiyet birliği.
  • Edb: Birinin söylediği bir sözü diğerinin az çok evvelki mânaya zıd olarak kullanması.

müsevvide

  • Abbasiye tâifesinden bir fırka.

musi / musî / mûsî

  • Vasiyet eden. Birisini vâsi gösteren. Tavsiye eden.
  • Vasiyet eden, tavsiye eden.

musiye

  • Vasiyet eden kadın.

müstahkır

  • (Hakaret. den) Hakir gören, istihkar eden, küçük gören, küçümsiyen.

müste'nis

  • Ünsiyet peyda etmiş olan, alışık. Alışılmak istenen.

müstebdı'

  • Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.

mütehammir

  • Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan.
  • Ekşiyen, mayalanan.

mütehammız

  • (Humz. dan) Ekşiyen, tahammüz eden.

mütemacid

  • İtibar, şeref ve haysiyetiyle iftihar edip övünen.

mütevasi

  • Birbirine teveccüh edip yönelen. Birbirine tavsiye eden.

mütevati / mütevâtî

  • Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet, özellik.

muvaneset

  • (Üns. den) Birbirine alışıp berâber yaşama. Ünsiyet peydâ etme.
  • İnsana alışma, insandan kaçmayış.

muvanis

  • (Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan.
  • Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşıyan.

muvassa

  • Tavsiye olunan.

na-ümidi / na-ümidî

  • Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet. (Farsça)

namus-u islamiye-i milliye / namus-u islâmiye-i milliye

  • İslâmî, millî namus ve onlara ait şeref, haysiyet.

namuskar / namuskâr

  • Namuslu, haysiyetli, şerefli.

nasihat / nasîhat

  • İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt.
  • Dînin ve aklın beğendiği şeyleri tavsiye, öğüt.

natura

  • Lât. Her canlının yapılış hususiyeti, bünye, yaratılış hali.

necmeddin-i kübra

  • (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Et

nes'e

  • Veresiye alma. Vade ile alma.
  • Tehir etmek.

nesie

  • Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.

nevasi

  • (Tekili: Nâsiye) Alınlar.
  • Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular.

nizam-ı fıtrat / نِظَامِ فِطْرَتْ

  • Kişiye hâs yaratılış düzeni.

pesadet

  • Veresiye alışveriş. (Farsça)

rabıta-i şeyh

  • Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir.

revasi

  • (Tekili: Râsiye) Büyük dağlar.

riba

  • Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir.
  • Faiz.
  • Muamelede meşru miktardan tecavüz.
  • Bir şeyin artması, çoğalması.
  • Verilen borç para veya mal karşılığında

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

rişa'

  • (Çoğulu: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan.
  • Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı.

rüsvayi / rüsvayî

  • Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik. (Farsça)

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

şahs-ı manevi / şahs-ı mânevî

  • Mânevî şahıs, tüzel kişilik; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyet ve ortak kimlik.

şahs-ı manevi-i al-i beyt / şahs-ı mânevî-i âl-i beyt

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) neslinden gelenlerin oluşturduğu manevî şahsiyet.

şahs-ı manevi-i hükumet / şahs-ı mânevî-i hükûmet

  • Hükûmetin mânevî şahsiyeti, tüzel kişiliği.

şahsiye-i insaniye

  • İnsanın şahsiyeti.

şahsiyet-i ademiyet / şahsiyet-i âdemiyet / شَخْصِيَتِ آدَمِيَتْ

  • İnsanoğlunun şahsiyeti, kişiliği.
  • İnsanlığın şahsiyeti ve kişiliği.

şahsiyet-i alelade / şahsiyet-i alelâde

  • Sıradan şahsiyet, kişilik.

şahsiyet-i beşeriyet

  • İnsanlık şahsiyeti, beşeri kişiliği.

şahsiyet-i insaniye

  • İnsan şahsiyeti, insan olma özelliği.

şahsiyet-i insaniyet

  • İnsanın şahsiyeti.

şahsiyet-i maneviye-i muhammediye / şahsiyet-i mâneviye-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in mânevî şahsiyeti.

şahsiyet-i mümtaze / şahsiyet-i mümtâze

  • Şeçkin bir şahsiyet.

şahsiyet-i zahiri / şahsiyet-i zahirî

  • Görünürdeki, dışa yansıyan yönündeki şahsiyet, kişilik.

şakile

  • Yol. Tarik. Meslek.
  • Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.

saye-ban

  • Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye.
  • Mc: Koruyan, himaye eden.

sayibe

  • (Çoğulu: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve.
  • "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.

şe'n

  • İş, yeni olan hal.
  • Şan.
  • Tavır.
  • Hâdise.
  • Vâkıa.
  • Kasdetmek.
  • Emr ü hal.
  • Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi.
  • Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.

selem

  • Teslim etmek.
  • Ayıplardan uzak olmak.
  • Selef.
  • Peşin para ile veresiye mal alma.
  • İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu

semere-i istidad

  • Var olan kabiliyet ve potansiyelden ortaya çıkan netice.

şemsiye / شمسيه

  • Güneşlik. (Arapça)
  • Şemsiye. (Arapça)

şerafet-i ilmiye

  • İlmin şeref ve haysiyeti.

şiken

  • (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. (Farsça)
  • Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken : f. Haysiyet kıran. (Farsça)

şime

  • (Çoğulu: Şiyem) Huy, tabiat.

sire

  • (Çoğulu: Sıyer) Koyun ağılı.

siret-ün nebi

  • Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir.

sure-i casiye / sûre-i câsiye

  • Kur'ân-ı Kerimin 45. sûresi olan Câsiye Sûresi.

tabayi'-i esasiye

  • Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar.
  • Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tabu

  • (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.

tahşiye / تحشيه

  • Derkenar, haşiye yazma veya yazılma.
  • Haşiyelendirme, dipnot yazma.
  • Haşiye yazma. (Arapça)
  • Tahşiye edilmek: Haşiye yazılmak. (Arapça)
  • Tahşiye etmek: Haşiye yazmak. (Arapça)

tak-ı mualla / tâk-ı muallâ

  • Yüksek şerefe. Yüksek kubbe.
  • Yüksek haysiyet ve şeref sahibi.

takdime

  • (Çoğulu: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye.
  • Takdim.

tavaşi

  • (Çoğulu: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası.

tavsiye / توصيه

  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipâriş etme.
  • Birini iyi tanıtma. Öğütleme.
  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipariş etme.
  • Birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.
  • Vasiyet etme. (Arapça)
  • Ismarlama. (Arapça)
  • Öğüt verme. (Arapça)

tavsiye-i gazali / tavsiye-i gazalî

  • İmam-ı Gazalî'nin (k.s.) tavsiyesi.

te'nis

  • Alıştırma, ünsiyet ettirme.

teala

  • "Nâmı büyük" meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir.

tecenni

  • Meyve devşirme.
  • Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek.

teehhül

  • Evlenme.
  • Ülfet ve ünsiyet eyleme. Ehlileşme.
  • Evlenme, ehlileşme, ülfet ve ünsiyet eyleme.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

teoloji

  • Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat. (Fransızca)

teşahhus vermek

  • Şahsiyet, kişilik vermek.

tesbih namazı / tesbîh namazı

  • Hadîs-i şerîfte, af ve mağfiret olunmak için kılınması tavsiye buyrulan namazlardan biri.

teşhis

  • Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma.
  • Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek.
  • Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek.
  • Eşyaya şahsiyet vermek.

tevasi

  • (Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme.

timsal-i müşahhas

  • Maddi yapı ve şahsiyet kazanmış nümune, somut örnek.

timsal-i şahsiyet

  • Şahsiyetin heykeli; kişiliğin yansıması, görüntüsü.

turfe

  • (Çoğulu: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık.
  • Nimet.
  • Güzel yemek.
  • Zarif, iyi nesne.
  • Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.

türkiyyat

  • Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim.

ülfet

  • Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.

uluf

  • (Tekili: Elf) Binler, bin sayıları.
  • Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.

ünsi / ünsî

  • (Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan.
  • Arkadaş.

ünvan-ı mahsus

  • Özel ifade, bir kişiye özel olarak kullanılan ünvan.

usul bilgileri / usûl bilgileri

  • İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muha

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.

vahşiyane / vahşiyâne

  • Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.

vakār / وَقَارْ

  • Haysiyetini koruma, ağırbaşlılık.

vakayi'

  • (Tekili: Vak'a) Vâki olup zuhur eden hususlar.
  • Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.

vakia / vakîa

  • Kıtal. Öldüresiye vuruşmak.
  • Vak'a.

vasi

  • (Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.

vasiyetname / vasiyetnâme

  • Vasiyet yazısı.
  • Vasiyetin yazıldığı kağıt.
  • Vasiyet yazılan kâğıt.
  • Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt. (Farsça)

vasiyetname-i peygamberi / vasiyetname-i peygamberî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vasiyetnamesi.

vasıyyet

  • Bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.

vasiyyet / وصيت

  • Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâ
  • Vasiyet. (Arapça)

vasiyyetname / vasiyyetnâme / وصيت نامه

  • Vasiyet mektubu. (Arapça - Farsça)

vecahet

  • Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik.
  • Haysiyet, şeref, onur, itibar.

vekar

  • Ağır başlı olup yerine göre uygun davranmak, şahsiyetli olmak.

vems

  • Fücur, masiyet, günah.

veraset / verâset

  • Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi.
  • İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.
  • Mirasçılık, irsiyet.

vesaya / vesâyâ / وصایا

  • (Tekili: Vasiyet) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar.
  • Vasiyetler, öğütler, nasihatler.
  • Vasiyetler, tavsiyeler.
  • Vasiyetler. (Arapça)

vesayet

  • (Visâyet) Vasilik.
  • Vasiyet.
  • Tembih, emir. Tavsiye.

vesn

  • Hafif.
  • Uyku.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.

vicdaniyyat

  • Vicdanlılıklar. Vicdana ait hususiyetler ve hisler.

visaye

  • Vasiyet etmek.

vücud-u muhterem

  • Saygıdeğer ve hürmete lâyık varlık; değerli şahsiyet.

vücuh şirketi / vücûh şirketi

  • Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.

vukuat / vukûât / وقوعات

  • Olaylar. (Arapça)
  • Polisiye olaylar. (Arapça)

ye'cüc ve me'cüc

  • Kur'ân-ı Kerimde bahsi geçen ve ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacak olan kavimler, anarşist topluluk.
  • Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.
  • Kur'ân-ı Kerim'de bahse konu edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.

ye'cüc-me'cüc

  • Kur'ân-ı Kerimde bahsi geçen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.

zahiri mezheb / zâhirî mezheb

  • Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değ

zat-ı ahmediye / zât-ı ahmediye

  • Yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti.

zat-ı ali-kadr / zât-ı âli-kadr

  • Kıymetli, yüce şahsiyet, kişi.

zat-ı alileri / zât-ı âlileri

  • Yüksek şahsiyetiniz.

zat-ı hakimane / zât-ı hâkimâne

  • Her şeyde bir gaye ve maksadı düşünerek hikmetle davranan şahsiyet, kişilik.

zat-ı muhammed / zât-ı muhammed

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti.

zat-ı muhammedi / zât-ı muhammedî

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in zâtı, şahsiyeti.

zat-ı muhammediye / zât-ı muhammediye

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in zâtı, şahsiyeti.

zat-ı peygamber / zât-ı peygamber

  • Peygamber Efendimizin zâtı, şahsiyeti.

zatiyyat / zâtiyyat

  • Şahsiyetler. Zâta mahsus işler.

zevat-ı kiram

  • Muhterem ve değerli zâtlar, büyük şahsiyetler.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın