LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Sika ifadesini içeren 267 kelime bulundu...

alen

  • Aşikâr, apaçık, meydanda olma.

aleni / alenî / علنى

  • Açık, aşikâr. (Arapça)

arşiv

  • Eski ve tarihçe kıymetli olan resmi kayıt ve kâğıtların saklandığı yer. (Fransızca)
  • Bir mevzu hakkında toplanmış muhtelif vesikaların hepsi. (Fransızca)

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)

aşikar / âşikâr / آشكار

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)
  • Âşikâr etmek: Ortaya çıkarmak, belli etmek. (Farsça)
  • Âşikâr olmak: Ortaya çıkmak, belli olmak. (Farsça)

aşikare / aşikâre

  • (Bak: AŞİKÂR)

asir

  • Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan.

aşkar / âşkâr / آشكار

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)

aşkara / âşkârâ / آشكارا

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)

ayan / ayân / عيان

  • (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
  • Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.
  • Aşikâr, belli.
  • Açık, belli, aşikâr. (Arapça)

ayat / âyât

  • (Tekili: Âyet) Âyetler.
  • Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar.
  • Menziller. Mekânlar.

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

badi

  • Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile.
  • Zâhir ve âşikâr olan.
  • Halkeden. Hâlık. Yaratan.

bahir / bâhir

  • Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık.
  • Güzel.
  • Meşhur, namdar.
  • Galip.

bahsere

  • Dağıtma.
  • Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma.
  • Kesilerek tane tane olma.

bariz / bâriz

  • Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
  • Açık, belli, âşikâr, zâhir.

basar

  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

bedahat

  • (Tekili: Bedihî) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.

bedahet

  • Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr.
  • Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme.
  • Atın yürümesi.
  • Her şeyin evveli, öncesi.

bedh

  • Vurmak, darp.
  • Âcizlik.
  • Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık.

bedih-ül butlan

  • Bâtıl olduğu âşikar surette belli. Bâtıl, haksız bir hüküm veya görüş olduğu herkesçe bilinen.

bedihi / bedihî / bedîhî

  • Aşikâr, belli ve açık olma.
  • Ansızın zuhur eden.
  • Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
  • Apaçık, aşikâr.

bediy

  • Çok âşikâr, göze çarpan.
  • Çölde sahrada oturan.

belge

  • (Bak: Vesika)

beraet / berâet

  • Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
  • Kurtuluş vesîkası.

berat-ı cibayet

  • Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları toplamak salâhiyetini veren vesika.

bet'

  • Boynu uzun olmak.
  • Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.

bevah

  • Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.

bevahen

  • Belli olarak, âşikar.

bevatın

  • (Tekili: Bâtın) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.)

beylek

  • Ferman, emir. Hüccet, vesika. (Farsça)

beyyin

  • Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil.
  • Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.
  • Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
  • Belli, açık, âşikar.

beyyinen

  • Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak.

bi-hicab / bî-hicab

  • Hicabsız, perdesiz, âşikâr olarak.

bilaşikayet / bilâşikâyet / بلاشكایت

  • Şikayet etmeden. (Arapça)

bilbedahe

  • Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.

bıtane

  • Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey.
  • Mahrem, sırdaş.
  • Astar.
  • Bir şehrin ortası, merkezi.

büdüv

  • Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme.

bürhan-ı satı' / bürhan-ı sâtı'

  • Aşikâr, şeksiz ve şüphesiz, parlak delil.

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büzul

  • Yarılmak, inşikak.

cahi / cahî

  • (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.

cahiyen

  • Aşikâr olarak, alenen.

cehreten

  • Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.

celi / celî

  • Parlak, açık, âşikâr, meydanda.
  • Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
  • Aşikar, belli, parlak, açık.

celiyyat

  • (Tekili: Celi) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.

damen-gir

  • Eteğe yapışan, etek tutan. (Farsça)
  • Dâvacı, hasım, şikâyetçi. (Farsça)

damengir / dâmengîr / دامن گير

  • Davacı, şikayetçi. (Farsça)
  • Eteğe sarılan. (Farsça)

dehrin şikayeti / dehrin şikâyeti

  • Zamandan, çağdan şikâyetçi olma.

delil / delîl

  • Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
  • Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.

der-kar / der-kâr

  • Mâlum, âşikâre olan. (Farsça)
  • İçinde olan. İçte bulunan. (Farsça)

dil-aşub

  • Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. (Farsça)
  • Kalbi meftun eden güzel. (Farsça)

divan-ı hümayun / divan-ı hümâyun

  • Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük devlet ricali bulunurdu. (Farsça)

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

ebher

  • En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir.
  • Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.

ecla

  • Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel.
  • Başında kıl bitmeyen kel.

ehliyyet

  • Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.

el-aman

  • Meded, aman, imdâd (mânasına olup yardım ve şikâyet edâtı olarak kullanılır).

eman / emân

  • Eminlik, korkusuzluk.
  • Aman dileme.
  • Şikayet.
  • Rica.

endave

  • Sıvacı malası. (Farsça)
  • Şikâyet. (Farsça)

ennane

  • Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın.

enva-ı şekavet / envâ-ı şekavet

  • Türlü türlü şikâyetler, yakınmalar.

esas-ı bahire / esas-ı bâhire

  • Açık ve âşikâr esas.

eşku

  • (şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir).

evzah

  • Daha açık. Pek âşikâr. En vâzıh.

faş / fâş / فاش

  • İfşa olmuş, aşikar olmuş. (Farsça)

feşar

  • Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran. (Farsça)

fitne

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v

füşv

  • Aşikâre ve zâhir olmak. Görünmek.

gammaz

  • Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci.
  • Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden.
  • Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.

gerziş

  • Zulümden şikâyet etme. (Farsça)

gile / gîle

  • İki dağ arasındaki yol, vadi. (Farsça)
  • Şikâyet. (Farsça)
  • Üzüm tanesi. (Farsça)

gilemend / گله مند

  • Şikayetçi, sızlanan. (Farsça)

gille-mend

  • Şikâyet eden, halinden memnun olmayan. (Farsça)

golfstrim

  • ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.

güşadname

  • Padişah fermanı. (Farsça)
  • Boşanma vesikası. (Farsça)

hafiyy ü celi / hafiyy ü celî

  • Gizli ve âşikâr.

hafiyyen

  • Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.

hame-i şekva / hâme-i şekvâ

  • Şikâyet kalemi. şikâyet yazan kalem.

hashas

  • Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme.

hashasa

  • Açık ve âşikâr olma.
  • Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

helu'

  • Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.

herşefe

  • Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.)
  • Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın.
  • Çok eski olan kova.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hıtab

  • Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek.
  • Seninle gayrin arasında olan kelâm.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

huccet

  • Senet, vesîka, delîl, burhân.
  • Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün yazıldığı îlâm, belge.

hüccet

  • Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika.
  • Şâhid.
  • Vesika, delil.
  • Seçkin âlimlere verilen ünvan.

huccet-hüccet

  • Vesika, delil, senet.
  • Tanınmış bilginlere verilen ünvan.

hücec

  • (Tekili: Hüccet) Deliller, senedler, vesikalar.

hududname

  • Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. (Farsça)
  • Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika. (Farsça)

hükümname

  • Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt. (Farsça)

hüveyda / hüveydâ / هویدا

  • Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. (Farsça)
  • Açık, aşikâr, besbelli. (Farsça)

i'lamat

  • (Tekili: İ'lam) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.

i'tab

  • Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak.
  • Hışım etmek.

i'tilan

  • Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma.
  • Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.

ibhamvari / ibhamvarî

  • Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde, mübhem olarak. (Farsça)

ictihar

  • Askeri çoğaltma.
  • Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma.

ifasa

  • Yumuşak söylemek.
  • Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.

ihticac

  • (Çoğulu: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek.

ihticacen

  • Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla.

ılakıye

  • Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.

ilallah-il müşteka

  • Şikâyet Allah'adır. Allaha şikâyet edilir.

ilmühaber

  • (İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika.
  • Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula.

infilak

  • Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.

insan-ı müşteki / insan-ı müştekî / اِنْسَانِ مُشْتَكِي

  • Şikâyet eden insan.
  • Şikâyet eden insan.

inşikak / inşikâk / انشقاق

  • Yarılma, bölünme. (Arapça)
  • İnşikâk etmek: Yarılmak, bölünmek. (Arapça)

ipucu

  • Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika.

işka'

  • Şikâyet ettirme.
  • İntikam alma, öç alma.
  • Darıltma, gücendirme.

ism-i zahir / ism-i zâhir

  • Allah'ın varlığının eserleriyle ve delilleriyle âşikâr ve görünür olduğunu ifade eden ismi.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

istibane

  • Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma.

iştika' / iştikâ'

  • (Şekva. dan) Şikâyet etme, şekvada bulunma.

istisak

  • Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma.

istizhar

  • Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek.
  • Yardım istemek. Zahîr istemek.
  • Ezberlemek.
  • Aşikâr etmek.

ıtkname

  • Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.

ittizah

  • Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak.

ittizah-ı delil

  • Delilin açık, vazıh ve aşikâr olması.

ıyan / ıyân

  • Âşikâr, belli.

iyani / iyanî

  • Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair.

izaa

  • (Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme.
  • Yüksek sesle bildirme, ilân etme.
  • Radyo.

izhar

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.

izhar-ı izzet ve saltanat

  • İzzet ve saltanatı gösterme; âşikâr etme.

ıztıca'

  • Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme.
  • Yan üstüne yatma.

jurnal

  • İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor. (Fransızca)

kabil

  • Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden.
  • Sınıf, nevi, soy.
  • Kefil.
  • Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.

kabız / kâbız

  • Tutan, sıkan, kavrayan.

kaf suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.

kası'a

  • Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir.

kasvet-nak / kasvet-nâk

  • İç sıkan, sıkıntı veren. (Farsça)

layıh / lâyıh

  • Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen.

leffaf

  • Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan.

mahsus

  • Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan.
  • Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.

matbaha-i kudret

  • Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.

mechure

  • Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.

mechuriye

  • Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.

medayih-i bahire / medâyih-i bâhire

  • Açık ve aşikâr övgüler.

melal-aver

  • Usanç verici, usandıran, sıkan. (Farsça)

meşka / meşkâ

  • Şikâyet etmek.

meşku / meşkû

  • Şikâyet etmek.

meşküvv

  • Kendinden şikâyet olunan.

mevsuk / mevsûk

  • Güvenilir, delilli, vesikalı.
  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
  • Vesikalı, belgeli, sağlam.

mevzua

  • Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.

mu'sır

  • (Çoğulu: Mu'sırât) Sıkıcı, sıkan.

mu-şikaf / mu-şikâf

  • (Çoğulu: Mu-şikâfan) İnceden inceye araştıran. (Farsça)

mu-şikafan / mu-şikâfan

  • (Tekili: Mu-şikâf) İnceden inceye araştıranlar.

muayene

  • Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak.
  • Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.

mübhem

  • İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli.

mübin / mübîn

  • Açık, vâzıh, âşikâr. Ayân kılan, beyan ve izah eden.
  • Dilediğine doğru yolu gösteren.
  • Hak ile bâtılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden. (Mübin, bâne mânasına "ebâne" den beyyin, gayet açık, parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin i'cazı zâhir olan

mübrim

  • (Mübrime) Zorlıyan, zorlayıcı.
  • Mânâsız ve boş sözlerle can sıkan kimse.
  • İki katlı yapan.
  • Cür'et eden.

mubsır

  • Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr.
  • Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.

mübteis

  • Mahzun, hüzünlü.
  • şikâyet edici, şikâyeti olan kimse.

mudcir

  • (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.

mugazele

  • (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.

mukabbız

  • (Kabz. dan) Sıkan, daraltan.

münsakib

  • Delinen. İnsikab eden.

münşakk

  • (Şakk. dan) İnşikak eden, yarılan, yarılmış.
  • Yaymak.

musaraha

  • Aşikâr ve açık.

musarahaten

  • Aşikâr ve açık olarak.

musarrah

  • Açıklanmış, izah edilmiş.
  • Aşikâr, açık, açıkça, belli.

müsbet hareket

  • Doğruluğu âşikâr olan ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket.
  • Allah'ın (C.C.) emrine uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tâmir edici tarzda olan, mizan, adâlet ve insafa uyan hareket.

müsteban

  • Vâzıh, âşikâr, beyanı açık olarak anlaşılan, açıklanmış.

müstebin

  • Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr.

müsted'a-aleyh / müsted'â-aleyh

  • (Da'va. dan) Kendisinden şikâyet edilen kimse.

müşteka / müştekâ

  • Şikâyet olunan, kendisinden şikâyet edilen.
  • Şikayet olunan.

müşteka-anh / müştekâ-anh

  • Kendisinden şikâyet olunan kimse.

müşteki / müştekî / مشتكى / مُشْتَكِي

  • Şikâyette bulunan, şikâyetçi.
  • Şikayet eden.
  • Şikayetçi.
  • Şikayetçi. (Arapça)
  • Şikâyet eden.

müştekiyane / müştekiyâne

  • Şikayet edercesine.
  • Şikâyet ederek.
  • Şikâyet edercesine, şikâyet eder gibi. (Farsça)

müstemend

  • Gamlı, kederli, mahzun.
  • Şikâyet eden.

müstevsik

  • Bir kimseden sened veya vesika alan.

mütarekename / mütarekenâme

  • Mütareke için tarafların imzaladıkları vesika. (Farsça)

mutazallim

  • (Çoğulu: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.

mutazallimin / mutazallimîn

  • (Tekili: Mutazallim) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.

müteallin

  • Aşikâr, aleni ve meydanda olan.

mütearife

  • Herkesin bildiği. Tanınmış. Meşhur. Doğruluğu âşikâr.
  • Man: İsbatı icab etmeyen söz.

müteayyin

  • (Ayn. dan) Karar verilmiş.
  • İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi.
  • Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.
  • Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan.

mütebariz

  • (Bürüz. dan) Tebarüz eden, meydana çıkan. Bâriz âşikar olan.

mütecahir

  • Yüksek sesle söyleyen.
  • Gizlemeyen. Aşikâre yapan. Açıktan günah işleyen.

mütecella

  • Münkeşif olup görünen, âşikâr olan.
  • Yükseğe çıkan. Yukarı havâle olan.

mütekellim-i alim / mütekellim-i alîm

  • Gizli ve âşikâr her şeyi bilen ve kendi Zâtına lâyık şekilde konuşan Allah.

müteşaki

  • Birbirlerine hallerinden şikâyet edenlerin beheri.

müteşekki / müteşekkî / متشكى

  • Şikâyet eden, sızlanan, şikâyetçi, teşekki eden.
  • Sızlanan, şikayetçi.
  • Şikâyet eden; itiraz eden.
  • Şikayetçi. (Arapça)

mütezallim

  • Şikâyet eden şikayetçi.

muzik / muzîk

  • (Mudîk) Sıkan, sıkıştıran, darlaştıran.

na-mestur

  • Açık, meydanda, âşikâr. (Farsça)
  • Örtülmemiş. (Farsça)

nat'

  • (Çoğulu: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek.
  • Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek.

nesib

  • Asil kadının vasfı.
  • Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi.

nümayan

  • Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan. (Farsça)

nur-i mübin

  • Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru.

pedid

  • Aşikâr, görünür, açık, belli. (Farsça)

peyda

  • Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan. (Farsça)

peyman-şiken

  • (Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen.

ruşen / rûşen / روشن

  • Parlak, aydın. Belli, âşikâr. (Farsça)
  • Aydınlık. (Farsça)
  • Açık, aşikar. (Farsça)
  • Rûşen kılmak: Açıklamak, söylemek. (Farsça)

sabir

  • Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.

sabr-ı cemil / sabr-ı cemîl

  • Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.

sada'

  • Kasd ve teveccüh eyleme.
  • Bir şeyi âşikâre söylemek.
  • Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek.
  • Kat'etmek.
  • İzhar ve beyan etmek.
  • Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak.

şahadetname

  • Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. (Farsça)

sakar

  • (Çoğulu: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu.
  • Çok ekşimiş süt ve pekmez.
  • Bir şeyi kırmak.

şaki / şâkî / شاكى / شَاكِي

  • Şikâyet eden.
  • Ağlayan.
  • Hiddetli ve şevketli.
  • Şikayetçi, şikâyet eden.
  • Şikayetçi. (Arapça)
  • Şikâyet eden.

sakil

  • (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba.

sakk

  • (Çoğulu: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap.
  • Kapı yapmak.
  • Vurmak, darbetmek.

sarih

  • Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.

sarihan

  • Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.

secde ayetleri / secde âyetleri

  • Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.

şeka'

  • Şikâyet.

şekaya

  • Şikâyetler. Memnuniyetsizlikler.

şekevat

  • (Tekili: şekve) şikâyetler.

sekk

  • (Çoğulu: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi.
  • Alçaklık.
  • Dar nesne.

şekva / şekvâ / شكوا / شَكْوَا

  • Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek.
  • Su kabının ağzını açmak.
  • Şikayet.
  • Şikâyet, sızlanma.
  • Şikayet, sızlanma. (Arapça)
  • Şekvâ etmek: Şikayet etmek. (Arapça)
  • Şekvâ eylemek: Şikayet etmek, sızlanmak. (Arapça)
  • Şikayet.

şekva eden / şekvâ eden

  • Şikâyet eden.

şekva etme / şekvâ etme

  • Şikâyet etme.

şekvacı / şekvâcı

  • Şikayetçi.

şekvalanmak / şekvâlanmak

  • Sızlanmak, şikayetçi olmak.

şekvalı / şekvâlı

  • Şikayetli.

şekvaname / şekvâname / şekvânâme

  • Şikâyet yazısı.
  • Şikâyet mektubu, yazısı.

şekve

  • Şikâyet etmek.
  • Siyahça oğlak derisi.

selefiye

  • İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar.
  • Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.
  • Delîl, dayanak.
  • Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
  • Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.

sicil

  • Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter.
  • Memurların durumu hakkında tutulan dosya.

sika

  • (Çoğulu: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet.
  • Güvenilir ve inanılır kimse.

şika

  • (Tekili: Şekve) Şikâyetler, sızıltılar.

şikaf / şikâf

  • (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. (Farsça)
  • Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf : Ciğer parçalayan. (Farsça)

şikar / şikâr / شكار

  • Av. (Farsça)
  • Av hayvanı. (Farsça)
  • Şikâr etmek: Avlamak. (Farsça)
  • Şikâr olmak: Avlanmak, av olmak. (Farsça)

sikat

  • (Tekili: Sika) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.

şikayat / şikâyât / شكایات

  • (Tekili: Şikâyet) Şikâyetler.
  • Şikâyetler.
  • Şikayetler. (Arapça)

şikayet / şikâyet / شكایت

  • Sızlanma, şikayet. (Arapça)

şikayetname / şikâyetnâme / شكایت نامه

  • Şikayet mektubu. (Arapça - Farsça)
  • Şikayeti konu alan yapıt. (Arapça - Farsça)

şıkb

  • (Çoğulu: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı.
  • Çukur yer.

şükaf

  • (Bak: şikâf)

şükat

  • (Tekili: şâki) şikâyet edenler, şikâyetçiler.

ta'lin

  • Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.

taahhüdname / taahhüdnâme

  • Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika. (Farsça)

taallün

  • Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.

taayyün

  • Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.

tahakkuk

  • Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.

tahsil

  • Hâsıl etmek.
  • İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak.
  • Vergi toplamak.
  • Aşikâre eylemek.

takahhül

  • Şikâyet etmek.

tazallüm

  • Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek.
  • Birinin hakkını veya malını gasbetmek.
  • Mazlum olmak.
  • Zulmü kendi nefsine isnad etmek.

tazallüm-i hal / tazallüm-i hâl

  • Kendine yapılan bir hâlden, hareketten dolayı sızlanmak. Hâlinden şikâyet etmek.

tazallum-u hal / tazallum-u hâl

  • Mazlum olduklarını anlatmak, zulme uğradıklarını şikâyet etmek.

teayyün

  • Bellibaşlı olmak.
  • Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek.
  • Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma.

tecahür

  • Aşikâre olmak, açık ve belli olmak.

tecliye

  • (Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme.
  • Aşikâre etmek, açıklamak.
  • Ruşen etmek, parlatmak.

tedliye

  • Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma.
  • Şaşırma, dehşete düşme.
  • Delil ve vesika hazırlama.
  • (Akıl) gitmek.
  • Ahmak etmek, salaklaştırmak.

tefsir

  • Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek.
  • Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab.
  • Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir.

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

teşaki

  • (Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme.
  • Dertleşme.

teşekki / teşekkî

  • Şikayet etme.
  • (Çoğulu: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme.
  • Şikâyet.

teşekki eden / teşekkî eden

  • Şikâyet eden.

teşekkiyat

  • Şikâyetler.
  • Şikayet etmeler.

teşekkiyat-ı firak / teşekkiyât-ı firâk

  • Ayrılıktan gelen şikayetler.

tevsik

  • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
  • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.

tezallüm

  • Birisinin zulmünden şikâyet etme.

tezkere

  • (Tezkire) Pusula.
  • Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika.
  • Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi.

tezkir-i müsellemat / tezkir-i müsellemât

  • Müsellematı, hakikat olduğu aşikâr bilinen şeyleri, hususları hatırlatmak, tekrar etmek.

tilavet secdesi / tilâvet secdesi

  • Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.
  • Açık, âşikar.

vazıhan / vâzıhan

  • Açıkça, âşikâr bir şekilde.
  • Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.

vesaik / vesâik / وَثَائِقْ

  • (Tekili: Vesika) Vesikalar.
  • Vesîkalar.

vesika-i kur'aniye / vesika-i kur'âniye

  • Kur'ân vesikası, Kur'ânî belge, güvence.

zahir / zâhir / ظاهر

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.
  • Açık, âşikar.
  • Ortaya çıkan, görünen, zuhur eden. (Arapça)
  • Belli, açık, aşikâr. (Arapça)
  • Sanırım (Arapça)
  • Görünüş, dış yüz. (Arapça)
  • Zâhir olmak: Ortaya çıkmak, görünmek, zuhur etmek. (Arapça)

zahir-i mirac / zâhir-i mirac

  • Miracın açık ve aşikâr yönleri.

zarar-ı beyyin

  • Meydanda ve âşikâr olan zarar. (Farsça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın