Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
Sıb
ifadesini içeren
392
kelime bulundu...
a'raz
(Tekili: Araz) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler.
Tesadüfler.
Hastalık alâmetleri.
Kazalar, felâketler, musibetler.
abiy
Kısmet, nasib,
adak
Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e.
afat / âfât
Afetler, musibetler.
Âfetin çoğulu, musibetler, büyük felaketler.
afat ve bela / âfât ve belâ
Afetler ve musibetler.
afat-ı semavi / âfât-ı semavî
Gökten gelen belâlar, musibetler.
afat-ı semaviye
Semavi âfetler. Allah tarafından insanları ikaz ve ceza için verilen belâ ve musibetler.
afat-ı semaviye ve arziye / âfât-ı semaviye ve arziye
Gökten ve yerden gelen belâlar, musibetler.
afet / âfet
Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye.
Mc: Son derece güzel.
Felâket, musibet.
afetzede
(Çoğulu: Afetzedegân) Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın, zelzele gibi bir felâkete uğramış.
(Farsça)
ahdas
(Tekili: Hades) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler.
Gençler.
ahra
Daha lâyık, daha münasib, en elverişli.
ahseb
Çok iyi hesab edilmiş, münâsib.
Çok fazla cimri, hasis.
Miskin.
Saçının rengi kırmızıya yakın.
Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve.
ahşeb
(Çoğulu: Ehâşib) Sert taşlı büyük dağ.
Haşin ve yoğun olan.
aksat
(Tekili: Kıst) Hisseler. Nasibler.
akverin
Büyük belâlar, musibetler, âfetler.
alem-i eşbah / âlem-i eşbâh
"Şebah"tan:
Cisimler âlemi, varlıklar âlemi.
Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi.
amiz-gar / âmiz-gâr
Uygun, münâsib, yaraşır.
(Farsça)
anarşi / اٰنَارْش۪ي
yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.
Başıboşluk, kargaşa.
asbag
(Tekili: Sıbg) Boyalar.
asbar
(Tekili: Sıbr) Akbulutlar.
asib / âsib
Dağ, cebel.
Kuyruğun bittiği yere "asib-ü zeneb" derler.
Musibet, belâ, âfet, felâket.
(Farsça)
Çarpışma.
(Farsça)
asib-resan
Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden.
(Farsça)
avah
Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri.
Rızık, kısmet, nasib.
avare / avâre
Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz.
(Farsça)
İşsiz, şaşkın, başıboş.
avareser
Başıboş.
(Farsça)
aza'
Başa gelen musibete sabretmek.
Bir kimseyi babasına nisbet etmek.
bab / bâb
Lâyık, uygun, münasib, elverişli.
(Farsça)
Hayır, uğur.
(Farsça)
bad-peyma
Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri.
(Farsça)
bad-ser
Mağrur, kibirli.
(Farsça)
Serkeş, isyânkar, âsi.
(Farsça)
Taassub ehli, mutaassıb.
(Farsça)
badire
Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
Kabahat.
Birden, zahmetsizce söylenen söz.
Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
Zor geçit.
bahil
Avâre, başıboş, serseri.
Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.
bahiza / bâhiza
Musibet. Belâ.
baht
Tâlih, nasîb, kısmet.
baika
(Çoğulu: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.
bakıa
Dert, belâ, musibet.
başbuğ
t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı.
Lider.
başıbozuk
Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır.
(Türkçe)
bazgeşt / bâzgeşt
Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.
be-ca / be-câ
Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib.
(Farsça)
bedad / bedâd
Gözükme, zahir olmak.
Sayış, sayma.
Fırka.
Savaşacak akran.
Nasib, hisse, pay.
bedr
(Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli.
Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi.
Bir şeyin tamam olması.
Sibâk ve sür'ât etmek.
Bir işin ansızın zâhir olması.
Tam ve münasib olan âzâ.
Dolu şey.
İyi hizmet ede
behr
Nasip.
Galip olmak.
Nefesi tutulmak.
Ümidin boşa çıkması.
Felâket, musibet.
Uzaklık, mesafe.
behre / بَهْرَه
Nasib, pay, hisse.
(Farsça)
Tez tez solumak.
(Farsça)
Vasat, orta.
(Farsça)
Nasîb.
behremend
Nasibi olan, hissedar.
(Farsça)
Bilen, anlayan.
(Farsça)
behrever
Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş.
(Farsça)
behreyab / behreyâb
Nasibi olan, hissesi olan.
(Farsça)
Nasibi olan, payı bulunan.
bela / belâ / بلا
(c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye.
Yaramaz nesne.
Musibet, sıkıntı.
Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.
Gam, tasa. musibet, afet.
Felaket, musibet.
(Arapça)
bela-yı nagah / belâ-yı nâgâh
Ansızın gelen musibet. Habersiz gelen belâ.
bela-yı semavi / belâ-yı semâvî
Allah tarafından insanlara verilen belâ ve musibet.
bela-zede
Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan.
(Farsça)
belabil / belâbil
Belâlar, tasalar, musibetler.
belaya
(Tekili: Belâ) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
beliye
Felâket, musibet.
beliyyat / beliyyât
Belâlar, musibetler, sıkıntılar.
beliyye
(Çoğulu: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
belv
(Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet.
İmtihan, tecrübe.
benat-ı bi'se / benât-ı bi'se
Musibetler, belâlar, felâketler, âfetler.
ber-ca
Yerinde, münâsib.
(Farsça)
berh
Balık, semek.
(Farsça)
Parça, kısım, hisse, nasib.
(Farsça)
Su birikintisi.
(Farsça)
Şimşek, berk.
(Farsça)
Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık.
(Farsça)
berhudar
Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli.
(Farsça)
berhur / berhûr
Pay, nasib, hisse.
(Farsça)
berr
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
Îtikâdı doğru, amelleri i
berumend / berûmend
Faydalı, verimli.
(Farsça)
Ter ü taze.
(Farsça)
Nasibli, hisseli.
(Farsça)
bevahid
Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar.
bevaik
(Tekili: Bâika) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler.
bevh
Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme.
Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.
bevk
Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
Musibet, felâket.
İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
Çalıp çırpma.
Yalan söz.
Boşboğaz (adam).
Şiddetli yağmur.
bevn
Nasib, pay, hisse.
(Farsça)
beyza
(Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid.
Afet, dâhiye, belâ, musibet.
bezbeze
Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük.
Sıkılma, daralma.
Kısmet, nasib, pay. Hisse.
bi-behre / bî-behre
Nasibsiz. Mahrum.
bi-nasib / bî-nasib
Nasibsiz, tâlihsiz.
(Farsça)
bi-neva / bî-neva
Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz.
(Farsça)
bılgın
Musibet, belâ, felâket, âfet.
bücriyy
Musibet, belâ, felâket, âfet.
büdde
Nasib, hisse, pay.
Nihayet, son.
bukkari / bukkarî
Musibet, belâ, âfet, felâket.
buy
Koku.
(Farsça)
Ümit, umma.
(Farsça)
Sevgi, muhabbet.
(Farsça)
Tamah.
(Farsça)
Huy. Tabiat.
(Farsça)
Kısmet, pay, nasib.
(Farsça)
cah
(Câhe) Makam, mansıb. Kadr, itibar.
(Farsça)
cedir
Lâyık, münasib, uygun.
Nihâyet, son.
Etrafı duvarlı yer.
cemiyet-i nakşiye
Nakşibendi tarîkatına bağlı topluluk.
çerb
Besili, semiz, yağlı.
(Farsça)
Muvafık, münasib, uygun.
(Farsça)
Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma.
(Farsça)
cesk
Mihnet, keder, elem, gam, tasa.
(Farsça)
Musibet, belâ, âfet, felâket.
(Farsça)
çespan
Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır.
çespide
Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır.
(Farsça)
dahim
Nasib ve rızık.
(Farsça)
dahiye / dâhiye / دَاهِيَه
Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi.
Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise.
Bela, musibet.
dahiye-i dehya / dâhiye-i dehyâ
Çok büyük belâ, musibet.
Çok büyük belâ, musibet ve felâket.
damik
(Çoğulu: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.
dar-ul belva / dâr-ul belvâ
Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
darbe
(Çoğulu: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma.
Musibet, belâ, âfet, felâket.
dekor
Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek.
(Fransızca)
derhor
Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.)
(Farsça)
deyyan
Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.
dram
yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.
düstur-u cidal / düstur-u cidâl
Mücadele ve kavga prensibi.
düstur-u faaliyet
Faaliyet prensibi, kuralı.
düstur-u hakikat
Gerçeklik prensibi.
düstur-u hareket
Hareket düsturu, prensibi.
düstur-u hayat
Hayat prensibi.
düstur-u hayat-ı içtimai / düstur-u hayat-ı içtimaî
Sosyal hayatın prensibi.
düstur-u hayatiye
Hayat prensibi.
düstur-u hikmet
Hikmet prensibi.
düstur-u itikadiye
İnanç prensibi.
düstur-u kerem
Cömertlik ve ikram prensibi.
düstur-u medeniyet
Medeniyetin düsturu, prensibi.
düstur-u medeniyet ve muavenet
Yardımlaşmanın ve medeniyetin prensibi.
düstur-u nizam
Düzen prensibi.
düstur-u nübüvvet
Peygamberliğin prensibi, kuralı.
düstur-u rahmet
Rahmet prensibi.
düsturu'l-amel
İşin prensibi, kuralı.
düsturü'l-amel
Davranış kuralı, uygulama prensibi.
ebdan
Kavim, aşiret, kabile.
(Farsça)
Şayeste, lâyık, münâsib, muvafık, uygun.
(Farsça)
ebu-l emin
Tokluk, şiba'.
ecder
(Cedir. den) Daha büyük. Pek münasib.
edreng
Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet.
(Farsça)
egval
(Tekili: Gul) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar.
şeytanlar.
Gulyabaniler.
eksibe
(Tekili: Kesib) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları.
el-hasib / el-hasîb
(Bak. HASÎB)
elyak
Daha münâsib. Daha lâyık.
endami / endamî
Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli.
(Farsça)
enseb
En lâyık, çok münasib, tam yerinde.
erzan
Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan.
(Farsça)
Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde.
(Farsça)
erzani / erzanî
Ucuzluk.
(Farsça)
Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk.
(Farsça)
eşbah
(Tekili: şibh) Benzeyenler. şibihler. Nazirler.
eşbal
(Tekili: Şibl) Arslan yavruları.
esbat
(Tekili: Sıbt) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları.
Beni İsrâil kabileleri.
esham
(Tekili: Sehm) Oklar.
Nasibler, hisseler.
evali
Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar.
evrad-ı kudsiye-i şah-ı nakşibendi / evrâd-ı kudsiye-i şah-ı nakşibendî
Şah-ı Nakşibendî'nin sürekli olarak okuduğu kutsal virdler, zikirler.
evrad-ı şah-ı nakşibendi / evrâd-ı şah-ı nakşibendî
Büyük İslâm mutasavvıfı Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin okuduğu virdler, dualar.
ezder
Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık.
(Farsça)
faci'
(Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram)
facia
Musibet, çok acı veren olay.
faciat
Fâcialar, belâlar, musibetler.
fakıra
Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet.
fec'
Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması.
İncinmek.
Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş.
fecayi'
(Tekili: Fecîa) Belâlar, musibetler, felaketler.
fecia / fecîa
(Çoğulu: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia.
felaket / felâket / فلاكت
Belâ, musibet, âfet, dâhiye. Bedbahtlık.
Belâ, musibet.
Büyük bela, musibet.
(Arapça)
felaket-i maneviye-i beşeriye / felâket-i mâneviye-i beşeriye
İnsanın başına gelen mânevî felâket, musibet.
felaketzede
Belâya uğramış, bir musibete düşmüş, acınacak hale gelmiş olan.
(Farsça)
felekzede
Belâya uğramış, bir musibete düşmüş.
ferahur
Uygun, lâyık, münasib.
(Farsça)
feth-i suver
Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.
fırışka
Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.
fitre
İmtihan.
Belâ, musibet.
gadab
Allah'ın gazap etmesi, musibet vermesi.
gadab-ı ilahi / gadab-ı ilâhî
Allah'ın gazabı; bir hikmete binaen Allah tarafından gelen musibet, belâ.
gasb
Başkasının malını izinsiz (rızâsı olmaksızın) zorla elinden almak. Malı alana gâsıb, alınan mala mağsûb denir.
gasıb-ül gasıb
Gasbedilmiş malı gasıbdan gasbeden.
gavail
(Tekili: Gaile) Musibetler, belâlar.
Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler.
Felâketler, âfetler.
gazab-ı ilahi / gazab-ı ilahî
Allah'ın gazabı. Belâ, musibet.
gezend
Musibet, belâ, felâket, âfet.
(Farsça)
Elem, keder, hüzün.
(Farsça)
Zarar, ziyan.
(Farsça)
güsiste-mehar
(Güsisteinan) Yuları kopmuş.
Mc: Kayıtsız, mes'uliyetsiz, başıboş.
hacegan yolu / hâcegân yolu
Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.
hakik / hakîk
Haklı, hak sahibi olan.
Müstehak, lâyık, münasib.
hakk
(Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti.
Dâva ve iddia.
Hakikate uygunluk.
Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse.
Münasib
Din. İslâmi
hakka / hâkka
Kıyamet günü.
Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir)
hal'
Kaldırma. Kal' etme.
Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek.
Mansıb ve mesnetten ihraç etmek.
Elbise gibi şeyleri soymak.
Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek.
Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.
halak
Nasib, hisse.
halidiyye / hâlidiyye
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.
halvet der-encümen
Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.
hanadis
(Tekili: Hındıs) Musibetler.
Karanlık geceler.
Şiddetli hâller.
harc-ı alem / harc-ı âlem
Herkese elverişli, her keseye münasib.
hasb
(Çoğulu: Havâsıb) Taş atmak.
Ufak taşları savuran rüzgâr.
hatm-ı hacegan / hatm-ı hâcegân
Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.
havasıb
(Tekili: Hâsıb) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar.
haymana
Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer.
Ankara'nın bir kazası.
hazırcevap
Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse.
haziz / hazîz
Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan.
hazz
Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
hem-aheng
Uygun, münasib, denk.
(Farsça)
hem-saz
Uyan, uygun, muvafık, münâsib.
(Farsça)
Arkadaş, refik, arkadaşlık.
(Farsça)
hica
Akıllı.
Münasib, lâyık.
hırpadak
Birdenbire, hemencecik.
Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp.
hubb-u cah
Makam ve mansıb sevgisi.
huneyn vak'ası
Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç
huş der dem / hûş der dem
Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.
hüsn-ü ibtida
Mevzuya münasib bir ifade ile söze başlama.
hüsn-ü mücerred
Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere
ibtidai / ibtidaî
Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ.
Ham, işlenmemiş.
İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine "Sıbyan Mektebi" tabiri kullanılırdı.)
ibtila / ibtilâ
Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
Belaya uğramak, musibete düşmek, kötü şeye düşkünlük.
ihale
Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
Zayıf addetmek.
Muhal söz söylemek.
ihtisab / ihtisâb
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi.
ihtitam-ı bahaiye
Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin devamlı okuduğu virdin son bölümü.
ihtiyar
Yaşlanmış kimse. Yaşlı.
Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek.
iki mekteb-i musibetin şehadetnamesi
Meşrutiyet ve hürriyet dönemlerine ait musibet sınavının diploması.
ılgamak
At başıboş olarak dörtnala koşması.
ılgar
Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın.
Başıboş hayvanın dörtnala koşması.
inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn
Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.
inşaallah
Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir).
insıbab
(Bak: İnsibab)
insibab
İnsibab etmek:
Dökülmek.
insıbağ
(Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma.
Temizlenme.
intıbakat
(Tekili: İntıbak) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler.
irca'
Geri çevirmek, geri döndürmek.
Alışverişi faydalı kılmak.
Musibet vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek.
irtiza'
(Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul etme.
Beğenme, seçme.
istihrab
Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma.
istirca' / istircâ'
Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.
ıtlak-ı inan
Dizginini salıverme. Başıboş bırakma.
kadere rıza / kadere rızâ
İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.
kaide-i kur'aniye ve imaniye ve nuriye / kaide-i kur'âniye ve imaniye ve nuriye
Kur'ân, iman ve Nur kaidesi, prensibi.
kaide-i üstadane / kaide-i üstâdâne
Siz Üstadın kaidesi, prensibi.
kanun-u esasi-i kur'ani / kanun-u esasî-i kur'ânî
Kur'ân'ın ana prensibi, ana esası.
karia
(A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet.
Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler.
Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu.
Pek şiddetli rüzgâr.
kavari'
(Tekili: Karia) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime.
Şiddetli esen rüzgârlar.
Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.
kaza
Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.
Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak.
Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi.
Hâkimlik, hâkimin hükmü.
İstemeden yapılan zarar.
Hükmeylemek, hüküm.
Bir şeyi birbirine lâzım kılmak.
keffaret-üz zünub
Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)
keramend
Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste.
(Farsça)
keyfemayeşa / keyfemâyeşâ
Kendi keyfince, keyfi nasıl isterse, başıboş.
kifl
Nazir, benzer.
Nasib, ecir.
Oturma yeri.
kırgız
Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı
kısmet
Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.
kıst
Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.
kıtt
(Çoğulu: Kutut) Nasib, hisse.
Kitab ve kâğıt.
Erkek kedi.
kürbet
(Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder.
Belâ. Musibet.
lasıb
(Çoğulu: Levâsıb) Yapışkan.
Dar ve derin kuyu.
layık / lâyık
(Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
lemem
Günaha yakın olmak.
Küçük günahlar.
Delilik, cünun.
Musibete yakın olmak.
mahra
Değerli ve itibarlı insan.
Uygun, münâsib ve elverişli şey.
mahrum / مَحْرُومْ
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak.
Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan.
İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
Nasibsiz, hisse ve payı olmayan.
mahrumiyet / مَحْرُومِيَتْ
Nasibsizlik, hisse ve payı olmama.
makam / makâm
Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.
maksum
Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş.
Kısmet, nasib.
mançurya
(Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibir
mansıbdar / mansıbdâr
Mansıbda bulunan.
(Farsça)
manzure
Belâ, musibet, felâket, âfet.
Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.
masube
İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet).
mat'un
(Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş.
(Ta'n. dan) Ayıplanmış.
mazaz
Musibet, felâket ve belâ acısı.
Acıma, üzülme, kederlenme.
maziz / mazîz
Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.
mecdud
Rızkı bol, nasibli, bahtiyar.
Kesilmiş, maktu.
mekasib / mekâsib
(Tekili: Mekseb ve Meksib) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler.
mekrub
Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan.
mekseb
(Çoğulu: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir.
Kazanç yeri. Kazanç vasıtası.
melekut
Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
Hükümdarlık. Saltanat.
Ruhlar âlemi.
menasıb
(Tekili: Mansıb) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler.
mensıb
(Çoğulu: Menâsıb) Demir sayacak.
Asıl.
Mertebe, derece.
mesaib / mesâib / مصائب
Musibetler.
Güçlükler.
Musibetler, felâketler.
Musibetler.
Musibetler.
(Arapça)
mesaib-i dehr / mesâib-i dehr
Zamanın musibetleri, felâket ve güçlükleri.
mesaib-i dünyeviye
Dünya musibetleri ve güçlükleri.
mesil
Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir.
meslek-i hayat
Hayat mesleği, prensibi.
mezhebde müctehid
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.
mihnetdide
Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş.
(Farsça)
mihnetzede
Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş.
(Farsça)
moğol
Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı tarafla
mu'cize
İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise.
Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.
muafat
Afvetmek.
Sıhhat vermek.
Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse.
Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.
muafi / muafî
Afiyet verici.
Belâ ve musibeti def eden.
müctehid fil-mezheb
Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.
muhasib
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.
mühmel
Başıboş, ihmal edilmiş.
muje
Musibet, belâ.
(Farsça)
Keder, gam, tasa, hüzün.
(Farsça)
mükessib
(Kesb. den) Teksib eden, kazandıran.
muksit
Adaletle iş gören. Haklı hareket eden.
Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
müktesib
(Müktesibe) (Kesb. den) Elde eden, edinen, kazanan.
munsabig
(Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.
müntesip
Bk. müntesib.
mürzebe
Musibet, belâ.
Eksik, noksan.
musab
Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan.
musabe
Musibet, belâ, âfet.
müşabehet
(şebeh ve şibih. den) Benzeme, benzeyiş.
musabiyet
Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.
musibat / musîbât
Musibetler.
musibat-ı dünyeviye / musibât-ı dünyeviye
Dünyadaki musibetler.
musibet-i amme / musîbet-i âmme / مُصِيبَتِ عَامَّه / musibet-i âmme / مُص۪يبَتِ عاَمَّه
Umuma gelen musîbet.
Umuma gelen musibet.
musibet-i azime / musibet-i azîme
Büyük musibet.
musibet-i beşeriye
İnsanlara gelen belâ ve musîbetler.
musibet-i diniye
Dine gelen musibet, belâ.
musibet-i semaviye / musibet-i semâviye
Bir hikmete binaen Allah tarafından gökten indirilen musibet, belâ.
musibet-i semaviye ve arziye / musibet-i semâviye ve arziye
Gökten ve yerden gelen musibetler, felâketler—sel ve deprem gibi.
musibet-zede
Belâya uğrayan. Hastalık veya başka musibete uğrayan.
musibetzede / musîbetzede / مُص۪يبَتْزَدَه
Musibete uğrayan.
Musibet gören.
Musibete uğrayan.
Musîbete uğrayan.
müstevcib
(Vücub. dan) Lâyık, şâyan, münasib.
Gereken, icab eden.
mütaassıb
(Bak: Mutaassıb)
mutaassıbane
(Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne.
mutaassıbin / mutaassıbîn
(Tekili: Mutaassıb) (Asab. dan) Mutaassıb kimseler. Taassubu olan insanlar.
mutatabık
Münâsib gelen. Birbirine uyan. Uygun.
müteassıb
Aşırı taraftar, mutaassıb.
mütehallif
(Mütehallife) Uymayan, uygun ve münasib gelmeyen.
Değişebilir, değişken.
mütenasib
Münasib, birbirine uygun, benzer, denk.
mütenasık
Birbirine uygun olan, münâsib ve nizam üzerine dizilmiş olan.
müvecceh
Yüzü bir tarafa döndürülmüş.
Uygun. Doğru.
Herkesin teveccüh ettiği, makbul, münasib.
müyesser
(Yüsr. den) Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasib.
na-bayeste
Lüzumsuz, gereksiz. Uygun ve münasib olmıyan.
(Farsça)
na-resa
Yetişmemiş, ham.
(Farsça)
Uygun ve münasib olmayan.
(Farsça)
na-reva
Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.
na-seza
Münasib olmayan, lâyık olmayan.
(Farsça)
nakşi / nakşî
Şah-ı Nakşibend tarafından kurulan tarikata mensup olan kimse.
Nakşibendi tarikatına mensub olan.
nakşibendiyye
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nekşettiği için Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine Nakşibend lakabı verilmiştir. Bu yolda olanlara Nakşibendî denilirdi.
nasaib
(Tekili: Nasibe) Dikili taşlar.
nasibdar
Nasibi olan. Hissedar.
(Farsça)
nasıbe
(Bk: Nasibe)
nayibe
(Çoğulu: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ.
Zahmet, meşakkat.
Şiddet.
nazar ber kadem
Nakşibendiyye yolunun temel bilgilerinden birisi olup, tasavvuf yolculuğunda adımdan ileriye bakmak ve adımını baktığı yere atmak.
ne'be
(Çoğulu: Nâibat) Musibet, belâ.
need
Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat.
nekb
Musibet ve kedere uğrama.
Meyletmek, eğilmek.
Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek.
nekbet
(Çoğulu: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık.
Musibet, felâket.
Düşkünlük.
nekbetzede
Felâket görmüş, musibete uğramış.
(Farsça)
neked
Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet.
neşr
Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak.
Başıboş cemaat.
Bulutlu günde yel esmek.
İzhar etmek.
Katetmek.
Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak.
nevaib
(Tekili: Naibe) Musibetler, kazalar, belâlar.
neval
Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib.
Yiyecek içecek.
Bir tek porsiyon.
neytal
(Çoğulu: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat.
Kova.
İçki ölçeği.
nükub
Rücu' etmek, geri dönmek.
Udul etmek, ayrılmak.
(Tekili: Nekbet) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.
nusb
(Çoğulu: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem.
Zehir, ağu.
Belâ, musibet.
Put, sanem, heykel.
pedme
Nasib, kısmet. Pay, hisse.
(Farsça)
rakım
Belâ, musibet. Zahmet. Dâhiye.
rasibe / râsibe
(Bak: RASİB)
resibe
(Çoğulu: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık.
rezaya
(Tekili: Rezie) Musibetler, belâlar.
rezie
(Çoğulu: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ.
rezzakiyet
Her mahluka münasib rızkını verici olmak.
ruzi / ruzî
Azık, rızık. Nasib, kısmet.
(Farsça)
Gündüzle alâkalı. Gündüze âit.
(Farsça)
sabir
Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
(Çoğulu: Sıber) Kefil.
Yağmursuz beyaz bulut.
sabiyy
(Çoğulu: Sıbye-Sıbyan) Oğlan.
Meyl ve muhabbet eden kimse.
sabr
Acıya ve zorluğa katlanmak.
Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
Muharebede şecaat gösterme.
Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak.
Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.
Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlere tahammül etme, katlanma.
sabr-ı cemil / sabr-ı cemîl
Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.
sademat / صدمات
Sadmeler, çarpmalar, darbeler.
(Arapça)
Musibetler.
(Arapça)
sadme / صدمه
Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma.
Birden bire patlama.
Ansızın başa gelen musibet.
Çarpma, vurma, tokuşma.
(Arapça)
Musibet.
(Arapça)
şaka
Meşakkatli ve güç.
Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.
sale
Âfet, belâ, musibet, dâhiye.
şamar
Tokat. Belâ, musibet.
(Türkçe)
şayan
Münasib, lâyık, yaraşır.
(Farsça)
şayan-ı istima'
Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık.
şaygan
Uygun, lâyık, münâsib, sezâ.
(Farsça)
Bol, çok, mebzul.
(Farsça)
şaygani / şayganî
Çokluk, bolluk, mebzuliyet.
(Farsça)
Münasiblik, lâyıklık, uygunluk.
(Farsça)
sebahat
(Bak: Sibâhat)
sebbah
(Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü.
Yüzgeç.
şebeh
(Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey.
Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni.
şebih
(Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir.
seblet
(Çoğulu: Sibâl) Bıyık.
sebseb
(Çoğulu: Sebâsib) Issız büyük çöl.
Kâfirlerin bayramı.
sebuh
(Sibh. den) Yüzgeç.
secde-i şükür
Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.
şedaid
(Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler.
şedid
Sert, sıkı, şiddetli.
Musibet, belâ.
Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.
sefer der vatan
Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.
sehem
(Çoğulu: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok.
Nâsib.
sehm
Ok.
Hisse. nasib
Kısım.
Hazine geliri.
Korku, dehşet.
Hazz.
Yay.
Ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.
sekel
Musibet, belâ.
Çocuğun ölümü.
seng-i kaza
Kaza taşı. Belâ, musibet.
serbest
Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen.
(Farsça)
Sıkılmayan.
(Farsça)
Engelsiz.
(Farsça)
sergerdan / sergerdân
Şaşkın, başıboş.
sergerde
Başıbozuk.
serkeşane / serkeşâne
Başıbozuk bir şekilde.
şerr-i mahz
Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.
serseri
Başıboş, işsiz güçsüz, söz dinlemez, düzene uymaz.
sezavar
Münâsib, uygun, lâyık, şâyân.
(Farsça)
sıbtır
(Çoğulu: Sibetrât) Uzun, tavil.
Uzun boyunlu bir kuş.
su'-i ef'al / sû'-i ef'âl
Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî, Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).
taassubkar / taassubkâr
Taassub gösteren. Mutaassıb.
(Farsça)
taazi
Musibet vaktinde" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek.
tamam
Bitme, bitirme, son, nihayet.
Tam, eksiksiz, noksansız.
Ne eksik ne fazla.
Münasib, uygun.
tarık / târık
Gece gelen kimse.
Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler.
Parlak yıldız.
Sabah yıldızı. (Zühre)
tarik-i nakşi / tarîk-i nakşî
Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat.
Nakşibendî tarikati.
tarik-i nakşibendi / tarîk-i nakşibendî
Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat.
tasvib
Münasib görmek. Uygun ve doğru bulmak.
Aşağı indirmek.
tasviben
Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek.
tasvibkerde
Doğru bulunmuş, tasvib edilmiş, münasib görülmüş.
(Farsça)
tefavüt-ü şekavet
Sıkıntıların, musibetlerin farklılığı.
tensib / tensîb / تنسيب
Uygun görmek. Münasib kılmak.
Uygun görme.
(Arapça)
Tensîb edilmek:
Uygun görülmek.
(Arapça)
Tensîb etmek:
Uygun görmek.
(Arapça)
terfih
Evlenen kimseye "Allah hüsn-ü imtizac eylemek nasibetsin" diye duâ etmek.
terzik
Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak.
tesemmi
Bir şahsa veya kabileye müntesib olma.
Bir isimle isimlenme.
tevekkün
Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.
tıbak
Uyma, uygunluk.
Tabakalar. Katlar.
Birbirine uygun olan şey.
Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak.
türk
Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şube
turuk-u hafiye
Zikirlerini gizli ve sessiz yapan tarikatlar, Nakşibendîlik gibi.
ugviyye
Belâ. Zahmet. Musibet.
uksume
(Çoğulu: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay.
üssü'l-esas-ı meslek
Gidilen, sülûk edilen yolun temel prensibi.
vakıa' / vâkıa'
Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise.
Olan olmuş.
Rüya, düş.
şiddetli hâdise.
Meşakkat, musibet.
Kıyamet.
Cenk, savaş.
vaye / vâye
Nasib, kısmet, behre.
vayedar / vâyedâr
Kısmetli. Nasibi olan.
(Farsça)
veci
Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib.
Bir kavmin büyüğü, reisi.
Hürmetli insan.
Sultan huzuruna girenler.
Makam ve şeref sâhibi.
vemye
Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.
vukuf-i adedi / vukûf-i adedî
Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3, 5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.
vüsub
(Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama.
Oturma.
yad-ı daşt / yâd-ı daşt
Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.
yad-ı gird / yâd-ı gird
Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.
yenbagi
Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir.
yevm-i şevk
Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.
zede
(Zed) Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede : Musibete uğramış.
(Farsça)
zemanet
Belâ, musibet, âfet.
Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
zenub
Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur.
zevabi'
Musibetler. Büyük belâlar.
zeyd bin sabit
Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
ram olmak
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
pirzen
aşık
derc
mah
gumuz
lev
ivân
berzah
bizatihi
ruşen
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
Sıb
neker
her tarafın
Numan
Sahip olmak
her nefes
Hiç olma
Bilen
her hali
elde etmek