REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te MÂL ifadesini içeren 1912 kelime bulundu...

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Gazi Mustafa Kemal Atatürk
  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Gazi Mustafa Kemal Atatürk
  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

a'mal-i maliye / a'mâl-i mâliye

  • Mal ile yapılan ameller; zekat gibi.

a'vak

  • (Tekili: Avk) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

abçin / âbçîn / آبچين

  • Peştemal. (Farsça)

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abesiyet

  • Abeslik, saçmalık.

abonman

  • Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma. (Fransızca)

acaibat

  • Normale zıt şeyler. Acâib şeyler.

acibe-i hilkat

  • Her zaman yaratılan şekilden farklı olarak yaratılmış olan. (Meselâ: Normalinden çok fazla büyük cüsseli veya üç ayaklı olmak gibi)

acir / âcir

  • Malını kirâya veren.

acvet

  • Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adat-ı küfriye ve zalimane / âdât-ı küfriye ve zâlimâne

  • İnkâra ait ve zâlimlere yakışan âdet ve uygulamalar.

adem-i ihmal

  • İhmal etmeme.

adem-i kemal / adem-i kemâl

  • Kemalsizlik, mükemmel olmama.

adi / âdi

  • Normal, sıradan.

adim / adîm

  • Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.

adl

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.

afv

  • Ayakla basılmadık yer.
  • Malın iyisi, helâli ve fazlası.
  • Terketmek.
  • Mahvetmek.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

agah / agâh

  • (Ageh) Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen. (Farsça)

agahi / agâhî

  • Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret. (Farsça)

agleb-i ihtimal

  • Büyük bir ihtimal.

ağleb-i ihtimal / ağleb-i ihtimâl / اغلب احتمال

  • Büyük bir ihtimalle, büyük bir olasılıkla.

agmaz

  • (Tekili: Gamz) Göz yummalar, göz kırpmalar.

aguş-u nazdarane / âguş-u nazdârâne

  • Nazlı bir şekilde sarmalayan kucak.

agvas

  • (Tekili: Gavs) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler.

ahiret alimi / âhiret âlimi

  • Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.

ahkam-ı rububiyet / ahkâm-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyeti ve rububiyetinin hükümleri.

ahlam / ahlâm / احلام

  • Karmakarışık rüyalar. (Arapça)
  • Düşazmalar. (Arapça)

ahz ü kabz

  • Kendine mal etme.

akar

  • Gelir getiren mal.

akarat

  • (Tekili: Akar) Gelir getiren yapılar ve mallar.

akfas

  • (Tekili: Kafas) Hamal küfeleri.
  • Kafesler.

akl-ı selim

  • (Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.

akmişe

  • (Tekili: Kumaş) Kumaşlar, dokumalar.

aksam-ı tecelliyat / aksâm-ı tecelliyât

  • Tecellilerin, yansımaların kısımları, çeşitleri.

akta'

  • Kesmeler, kırılmalar.
  • Beylik araziler.
  • Alâkasızlıklar.

akval / akvâl

  • Sözler, konuşmalar.

ala-tarik-il icmal / alâ-tarik-il icmal

  • Kısaca, icmal yoluyla.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alamet-i ihmal / alâmet-i ihmal

  • İhmal belirtisi, başı boş bırakılmışlık işareti.

alat-ı rasadiyye / âlât-ı rasadiyye

  • Meteoroloji ve astronomi araştırmalarında kullanılan âlet ve cihazlar.

alem-i kevn ü fesad / âlem-i kevn ü fesâd

  • Oluşumlar ve bozulmalar dünyası, icatlar ve tahripler âlemi.

alemin imkan-ı mevti / âlemin imkân-ı mevti

  • Dünyanın ölümünün mümkün olması, ihtimal dahilinde olması; kıyametin kopması.

ambargo

  • Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.

ameli / amelî / عملى

  • İş olarak, uygulamalı.
  • Pratik, uygulamalı. (Arapça)

ameliyat / ameliyât / عمليات

  • Uygulamalar, tatbikler, pratikler.
  • İşlemler, uygulamalar. (Arapça)
  • Ameliyat. (Arapça)

ameliyat-ı dahiliye

  • İç operasyon, sıkı yönetim uygulamaları.

amika / amîka

  • İnceden inceye, derinlemesine yapılan araştırmalar.

anasır-ı hisabiyye / anâsır-ı hisabiyye

  • Mat : Bir hesabı yapmak için gerekli olan mâlûmatlar.

ani

  • Ansızın, birdenbire. Bir anda. Hemen.
  • Son derece kızgın.
  • Olgunlaşmış, kemale erişmiş.

anormal

  • Normal olmayan. İfrat veya tefrit hali.

apolet

  • Askerî üniformaların omuz kısmına takılan ve rütbeyi belirten sembol, işaret.

arab

  • Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı.

arazi-i emiriyye / arâzi-i emiriyye

  • Huk: Beytülmâle mahsus olup devlet tarafından şahıslara dağıtılan yerler. (Tarla, çayır, koru ve emsali gibi.)

arazi-i emiriyye-i sırfa / arâzi-i emiriyye-i sırfa

  • Huk: Beytülmâle mahsus menfaatleri ve tasarruf haklarından hiçbiri bir cihete verilmeyip devlete ait olan ve şahıslara dağıtılan memleket arazisi.

arazi-i mahmiye / arâzi-i mahmiye

  • Huk: Beytülmâle ait araziden, koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına ayrılmış olan arâzi.

arazi-i mektume / arâzi-i mektume

  • Huk: Beytülmâle haber verilmeksizin kullanılan mahlul veya müstahik-i tapu araziler.

arazi-i miriyye / arâzi-i mîriyye

  • Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında taksim edilmeyip, beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç mîrasçısı bulunmayan topraklar. Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de denir.

arazi-i öşriyye / arâzi-i öşriyye

  • Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler.

arif / ârif

  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

ariye

  • (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.

ariyet / âriyet

  • Bir malın menfeatini, istifâdesini bedelsiz olarak temlik etmek, vermek.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

arz-taleb

  • Üreticinin piyasaya belli fiyatla mal sürmesi ve tüketicinin de piyasadan mal çekmesi hâdisesi.

asabe

  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.

asaletlu / asaletlû

  • Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil.
  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi.

asar / âsâr

  • Öç almalar. İntikamlar.
  • Eserler.
  • İzler. Nişanlar. Abideler.
  • Âdetler.

asar-ı esma-i ilahiye / âsâr-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin eserleri, varlıklardaki izleri, yansımaları.

asar-ı rububiyet / âsâr-ı rububiyet

  • Allah'ın idare ve terbiye ediciliğinin, mâlikiyet ve egemenliğinin eserleri.

aserat

  • Sürçmeler, yanılmalar.
  • Ayak kayması.

asfiya

  • Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.

ashab-ı feraiz / ashâb-ı ferâiz

  • Mirascılar. Ölen kimsenin malında hissesi olan akrabâları.

ashab-ı kemalat / ashâb-ı kemâlât

  • Kemâl ve olgunluk sahibi insanlar.

aşina

  • Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. (Farsça)
  • Yüzücü. (Farsça)

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

atfetme

  • Bir işi veya bir sözü bir kimseye mal etme, yükleme.

atlas

  • (Tekili: Talas) Eskitmeler, yıpratmalar.
  • Eski, aşındırılmış, yıpranmış.

atletizm

  • yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.

atvak

  • (Tekili: Tavk) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler.
  • Tâkatler, kuvvetler.
  • Boyundaki halka çizgiler.

ayman

  • Süt içmeğe iştihası olan erkek.
  • Malı gitmiş kişi.

ayme

  • Süt içmeğe iştihası olmak.
  • Malın iyisi.

ayn

  • Birşeyin kendisi.
  • Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
  • Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
  • İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan mal

azalil

  • (Tekili: Uzlûle) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.

azırra

  • (Tekili: Zarir) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler.

aziz-i mısır

  • Mısır Mâliye Bakanı.

azze cemalühü / azze cemâlühü

  • Allah'ın sonsuz cemâli, güzelliği herşeyi kuşatmıştır.

bab harcı

  • Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.

bağ

  • Büyük bahçe. Bostan. (Farsça)
  • Üzüm asmaları bulunan yer. (Farsça)
  • Üzüm asması. (Farsça)

bahal

  • Malını kimseye vermeyip saklamak.

bahil / bahîl

  • Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.

baid-ül ihtimal / baid-ül ihtimâl

  • İhtimalden uzak.

bakaya

  • Artıklar, fazlalıklar.
  • Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. (Bakayadan sayılmak suçtur.)

bakteri

  • Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaş (Fransızca)

baliğ / bâliğ

  • (Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş, varmış.

banbu

  • (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.

baneva

  • Zengin, mal, mülk sahibi. (Farsça)
  • Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar. (Farsça)

banka

  • İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu mal

bar-ber

  • Hamal, yük taşıyan kimse. (Farsça)

bar-berdar

  • Sabırlı, tahammüllü. (Farsça)
  • Yük kaldıran. (Farsça)
  • Hamal. (Farsça)

bar-keş

  • Hamal, yük taşıyan. (Farsça)
  • Mütehammil, tahammül eden, sabırlı. (Farsça)

barber / bârber / باربر

  • Hamal. (Farsça)

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

bastızaman

  • Zamanın genişlemesi, az zamanda normalden fazla yaşama.

batarya

  • İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı.
  • Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.

batih

  • Zengin. Gani. Mâldâr.
  • Geniş yer.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

bayi'

  • Satıcı. Mal satan.

baykara

  • Helâk olma, mahvolma.
  • Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme.
  • Malı çok olma.
  • Yırtıcı bir kuş.

bayram namazı

  • Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci günü güneş doğduktan yaklaşık 45 dakika sonra erkeklerin cemâat hâlinde kılmaları vâcib olan iki rek'atlik namaz.

be-nam

  • Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen. (Farsça)

bedarf

  • Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.

bedayi'

  • (Tekili: Bidâa) Sermayeler, anamallar.

bekaya

  • Geride kalanlar, bakiyeler.
  • Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.

bel

  • Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.

belki

  • Umulur, ihtimal, olabilir.
  • Hattâ.
  • Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.

benş

  • Tenbellik. İhmâl.

bera-yı malumat / berâ-yı mâlumat

  • Malûmat ve bilgi için.

beraa

  • (Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)

beraat / berâat

  • Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.

beray-ı malumat / berây-ı malûmat

  • Mâlûmat için.

berg

  • Yaprak. (Farsça)
  • Azık. (Farsça)
  • Azm, kasd. (Farsça)
  • Hazırlık. Mal, mülk. (Farsça)
  • İntizam-ı hal. (Farsça)
  • Serencam. (Farsça)

berr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
  • Îtikâdı doğru, amelleri i

beşare

  • (Çoğulu: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.

beşer haşri

  • İnsanların öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah huzurunda toplanmaları.

besin

  • Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri. (Türkçe)

bey'

  • Satmak.
  • Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek.
  • Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.

beyan-ı mu'ciz / beyân-ı mu'ciz

  • Mu'cizevî açıklama; açıklamaları mu'cize olan ve bir benzer açıklamayı yapmaktan başkalarını âciz bırakan Kur'ân'ın beyanı.

beyanat / beyânat / beyânât / بيانات / بَيَانَاتْ

  • (Tekili: Beyan) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar, demeç. (Arapça)
  • Açıklamalar.

beyanat-ı ayat-ı kur'aniye / beyanat-ı âyât-ı kur'âniye

  • Kur'an'ın âyetlerinin açıklamaları.

beyanat-ı furkaniye

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın açıklamaları, izahları.

beyanat-ı harika

  • Hayranlık veren açıklamalar, izahlar.

beyanat-ı kevniye

  • Yaratılışa âit açıklamalar.

beyanat-ı kur'aniye / beyânât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın açıklamaları.

beyanat-ı medhiye / beyânât-ı medhiye / بَيَانَاتِ مَدْحِيَه

  • Övgü dolu ifadeler, açıklamalar.
  • Övgülü açıklamalar.

beyanat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) açıklamaları.

beyanat-ı sabıka

  • Geçmiş açıklamalar, önceden yapılan izahlar.

beyt-i atik

  • Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)

beyt-ül haram

  • (Beyt-ül Haram) Kâbe-i Muazzama'nın etrafının bir ismi. Kâfirlerin yaklaşmaları men' edildiği, onlara haram olduğu için bu isimle alınır.

beytülmal / beytülmâl / بيت المال

  • (Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül ma
  • İslâm devleti hazînesi, mâliye teşkîlâtı.
  • Hazine, maliye hazinesi. (Arapça)

bi-vukuf / bî-vukuf

  • Vukufsuz, bîhaber, malûmatsız, habersiz.

bid'akar / bid'akâr

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan.

bid'akarane / bid'akârâne

  • Dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak.

bid'at

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan yeni âdet ve uygulamalar.

bid'atkarane / bid'atkârâne

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışarak.

bid'iyyat / bid'iyyât

  • Bid'alar; aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar.

bidaa / bidâa

  • Elde edilmiş ilim, malûmat, mânevî mal.

bihasebi'l-adet / bihasebi'l-âdet

  • Alışıldık şartlara göre, normal şartlara göre.

bihasebil'ade / bihasebil'âde

  • Âdet olduğu üzere, normalde, olağan şekilde.

bina-yı mechul

  • Fiilde fâilin, öznenin meçhul olması hâli. Meselâ: "Yazmak" fiilinin binâ-yı meçhulü olan "yazıldı" kelimesinde olduğu gibi. Fiilde fâilin belli olması hâlinde de "binâ-yı malûm" denir. "Nuri yazdı" gibi.

bişar

  • Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. (Farsça)
  • Altın, gümüş kakmalı işlemeler. (Farsça)
  • Takatsiz, dermansız, halsiz. (Farsça)

bıtna

  • Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç.
  • Mide dolgunluğu.

biyaet

  • (Çoğulu: Biyâât) Satılık mal.

biyokimya

  • Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.

borsa

  • (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.

burjuva

  • Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan. (Fransızca)
  • Servet ve mal birikimi yapanlar; zenginler sınıfı.

bütçe

  • Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri. (Fransızca)

büyu'

  • (Tekili: Bey') Satışlar. Satın almalar.

c

  • Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

caize / câize

  • Armağan, övücü şiirleri için eskiden şairlere devlet büyükleri veya aşiret büyükleri tarafından verilen para veya mal.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

çamular

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

çamulari

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

canan

  • Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. (Farsça)
  • Canlar, ruhlar. (Farsça)

çapulcu

  • Başkasının malını çalan, talan edip yağmalayan.

çar-gah / çar-gâh

  • Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub'dur. (Farsça)
  • Dünya, küre-i arz, cihan. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir makam adıdır. (Farsça)

casus

  • (Çoğulu: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına dair haberleri başka bir devlet menfaatına olarak toplayıp bildiren kimse.

cazibe

  • Çekme kuvveti.
  • Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal. (Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiyye, bir kanun-u Rabbanidir. Mek.)

cebr-i noksan / cebr-i noksân

  • Noksanı tamamlama, eksiği ikmâl etme.

cebren

  • Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.

cebri / cebrî

  • Zorla, zorlamalı.

cehalet

  • Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.

celevat / celevât

  • Cilveler, yansımalar.

celil-i pürkemal / celîl-i pürkemâl

  • Sonsuz kemâl ve haşmet sahibi Allah.

celse

  • Bir meclis veya mahkeme hey'etinin toplanmalarından tâtile kadar olan müzakere müddeti.
  • Bir def'a akd-i meclis etmek. Oturuş, bir def'a oturmak.

cem'iyyet

  • (Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et.
  • Bir yere cem' olma.
  • Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
  • Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müstenid

cem-i mal

  • Mal biriktirme.

cemal ve kemal sahibi / cemâl ve kemâl sahibi

  • Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi olan Allah.

cemal-i rububiyet / cemâl-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği.

cemali / cemalî

  • Allah'ın sonsuz lütuf, ihsan, rahmet ve merhametine dair isim ve sıfatlarının tecellisiyle ilgili; lütuf ve cemal tecellisi gibi.

cemalullah / cemâlullah

  • Allah'ın cemâli.
  • Allah'ın cemâlı, Allah'ın güzelliği.
  • Allah'ın lütfu ihsaniyle tecellisi.

cemil / cemîl

  • Allahü teâlânın isim-i şerîflerinden. Cemâl sâhibi.

cemil-i zülkemal / cemîl-i zülkemâl

  • Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi Allah.

cemm

  • Çokluk. Mecmu.
  • Kuyuda biriken su.
  • Hırs ve tama ile mal biriktirmek.

cemre

  • (Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
  • Ateşli kömür parçası, kor.
  • İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
  • Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.

çenber

  • Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. (Farsça)
  • Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. (Farsça)
  • Başa ve boyna bağlanan yemeni. (Farsça)
  • Esirlik, bağlılık, kölelik. (Farsça)
  • Geo: Bir düz (Farsça)

cenub

  • Güney. Şimalin zıddı olan taraf.

cerbeya

  • Mağrib ile şimâl arasında esen yel.

cereyan-ı tecelliyat

  • Tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi.

cereyan-ı tecelliyat-ı ilahiye / cereyan-ı tecelliyat-ı ilâhiye

  • İlâhî yansımalarının meydana gelmesi, cereyan etmesi.

cerre çıkma

  • Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.

cevvaz

  • Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.

cevz

  • Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek.
  • Sallana sallana yürümek.

cibayat

  • (Tekili: Cibâyet) Vergi, câbilikler, gelir toplamalar.

cibr

  • Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak.

cif

  • ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma.

cihad / cihâd

  • (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'l
  • İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal, can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek.

cihet-i ihtimal

  • İhtimal yönü.

çile

  • Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.

cilve-i inayet-i rabbaniye / cilve-i inâyet-i rabbâniye

  • Rabbimizin yardım ettiğini gösteren yansımalar, belirtiler.

cilve-i rabbaniye / cilve-i rabbâniye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin ve onları terbiye, idare ve egemenliği altında bulundurmasının izi, görüntüsü.

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

cin

  • Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.

cinas / cinâs

  • Benzeyiş, münâsebet.
  • Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya "tecnis" denir, o kelimelere de "cinas" denir.
  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

civcive

  • Kuşların coşkulu ötüşleri, şakımaları.

cizye

  • İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.

cu'l

  • Ücret, mukabil, karşılık.
  • Ayak kirası.
  • Padişahın etbâından aldığı mal.

cum'a

  • Toplanma.
  • Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest

cümale

  • (Çoğulu: Cümâlât) Gemi urganı.

cumu'

  • Toplanmalar. Cemi'ler.

dafv

  • Tamam olmak.
  • Malın çok olması.

dahili münakaşat / dahilî münakaşât

  • İç tartışmalar.

dahir

  • (Çoğulu: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal.

daire-i imkan / dâire-i imkân

  • Bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat.

daire-i imkani / daire-i imkânî

  • Birşeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat.

damping

  • ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma.

dana / dânâ

  • Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim. (Farsça)

dar / dâr

  • Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr : Bayrak tutan. (Farsça)

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

darabat / darabât

  • (Tekili: Darbe) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar.

darayi / darayî

  • Sahib, mâlik olma. (Farsça)
  • Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. (Farsça)
  • Bir nevi kumaş. (Farsça)

daşte

  • Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. (Farsça)
  • Mâlik olmuş. (Farsça)

daşten

  • Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. (Farsça)
  • Zabtetmek, gasbetmek, almak. (Farsça)
  • Görüp gözetlemek. (Farsça)
  • Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek. (Farsça)

debkel

  • Bir araya toplanmış mal.
  • Derisi kalın, çirkin kimse.

def-i tabii / def-i tabiî

  • Bünyede ve içte olan şeyi, fıtrî ve normal şekilde dışarı atmak.

defterdar / defterdâr / دفتردار

  • Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.
  • İldeki en üst düzey maliye yetkilisi. (Arapça - Farsça)
  • Maliye bakanı. (Arapça - Farsça)

defterdarlık

  • Eskiden maliye bakanlığı.
  • Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire.

delalat / delâlat

  • (Tekili: Delâlet) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.
  • Delâletler, delil olmalar.

delil

  • Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus.
  • Beyyine. Bürhan.

delil-i imkani / delil-i imkânî

  • İmkân delili; sayısız ihtimaller, seçenekler arasından yaratılan varlıkların, o seçenekleri tercih eden bir yaratıcıya delâlet etmesi.

delk

  • Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. (Farsça)
  • Kılıcı kınından çıkarmak. (Farsça)

der-kar / der-kâr

  • Mâlum, âşikâre olan. (Farsça)
  • İçinde olan. İçte bulunan. (Farsça)

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

desr

  • (Çoğulu: Dusur) Bürünmek, örtünmek.
  • Çok olan mal.

dest

  • El, yed. (Farsça)
  • Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. (Farsça)
  • Düstur. (Farsça)
  • Tasallut. (Farsça)
  • İkmâl. (Farsça)
  • Âlî makam. Meclisin şerefli yeri. (Farsça)

devair-i rububiyet / devâir-i rububiyet

  • Rububiyet daireleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının alanları.

devle

  • "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli.
  • İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)

devlet-abadi / devlet-abadî

  • Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. (Farsça)

deyn

  • Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
  • Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.
  • Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bul

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

deyn-i zaif / deyn-i zaîf

  • Mîrâs ve mehr malları.

didar-ı mevla / dîdar-ı mevlâ

  • Allah'ın cennetliklere cemâlini göstermesi, görünmesi.

dil-hıraş

  • Yürek parçalıyan, tırmalıyan. (Farsça)

dımar

  • Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi.
  • Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal.
  • Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç.
  • Gizli.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

diyet

  • Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası.
  • Para, değer. Kıymet.

duhuliye

  • Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi.
  • Bir yere girmek için verilen para.

dünya hırsı / dünyâ hırsı

  • Dünyâya lüzûmundan fazla meyletmek. Şiddetli mal, mülk arzusu, isteği.

dünya sevgisi / dünyâ sevgisi

  • Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi.

dünyadar / dünyadâr

  • Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan. (Farsça)

dünyalık / dünyâlık

  • Zenginlik, para ve mal. (Türkçe)
  • İnsanın hayatta muhtâc olduğu şeyler, para, mal v.s.

dürr-i meknun / dürr-i meknûn

  • Korumalı parlak inci.

durub

  • (Tekili: Darb) Döğmeler, vurmalar, darblar.

ebhas / ebhâs / ابحاث

  • Bahisler, tartışmalar. (Arapça)

ebu zerr-i gıffari / ebu zerr-i gıffarî

  • İlk İslâm olanların beşincisi olup ilimde İbn-i Mes'ud hazretlerine müsavi sayılırdı. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmdan 281 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hazreti Ali Kerremallahu Vechehu kendisine "İlim dağarcığı" lâkabını vermiştir. Hi: 31'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. (R.A.)

ecir-i müşterek / ecîr-i müşterek

  • Serbest işçi. Kirâlıyanından (işvereninden) başkasına çalışmaması şartı koşulmamış hamal, terzi, saatçi gibi işçi.

ecved-i mensucat

  • Dokumaların en iyisi.

eddai

  • "Mâlum bir duâcı. Duâcınız. Hayrınızı isteyen" meâlinde imza yerine yazılan bir tâbir.

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • İslâm dîninde mükelleflerin (dînî vazîfeleri yerine getirmekle yükümlü, sorumlu kimselerin) yapmaları ve sakınmaları lâzım olan emirler ve yasaklar. Ahkâm-ı İslâmiyye (fıkıh bilgileri), din bilgileri.

ef'al-i rabbaniye / ef'âl-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiilleri.

efendi

  • (Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla. (Saygı ve nezâket mübalağası olarak kullanılır. Eskiden büyüklere ve şâyân-ı hürmet zâtlara Efendimiz denildiği gibi, her zaman için Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm'a da, mü'minler Efendimiz diyerek hürmet ve sevgilerini ifade ederl

efgan

  • Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat. (Farsça)

efham / efhâm

  • Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
  • Anlamalar, en iyi anlayan.

efradın zerrat-ı hürriyatı / efrâdın zerrât-ı hürriyâtı

  • Bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları.

efrah

  • Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler.

efza'

  • (Tekili: Fezâ) Korku ile bağırıp çağırmalar.

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

egzost

  • ing. İçten yanmalı motorlarda yanmış akaryakıt gazı. Bu gazın boşaltılması tertibatı.

ehabb-ı emval

  • Malların çok sevileni.

ehl

  • Sahip, malik,
  • Maharetli, usta.
  • Bİr yerde oturan.
  • Karıkocadan herbiri.

ehl-i bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar.

ehl-i bid'a ve ilhad / ehl-i bid'a ve ilhâd

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar ve inkârcılar.

ehl-i bid'a ve mülhid

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışanlar ve dinsizler.

ehl-i dalalet ve bid'a / ehl-i dalâlet ve bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışan, doğru ve hak yoldan sapmış olanlar.

ehl-i fazl ve kemal / ehl-i fazl ve kemâl

  • Fazilet ve kemâl sahibi olanlar.

ehl-i garet ve fesad

  • Baskın yapıp yağmalayan çapulcu ve bozguncu güruh.

ehl-i kemal / ehl-i kemâl

  • Kemâl sahibi, olgun kimseler.

ehl-i rum

  • Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü: Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler. (Farsça)

ehyemin

  • (Tekili: Heyeman) Âşık olmalar, şaşkınlıklar.

eimme-i erbaa

  • Dört mezhep imamı; İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Hanbel.
  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i selase / eimme-i selâse

  • Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur.

ekdas

  • (Tekili: Küds) Küdsler. Hurmalar.

el-cüz'i / el-cüz'î

  • Man: Mânası, mefhumu başkalarına şâmil olmayan, yani tek mâlum ferde âid olan kelime.

el-vali

  • Her şeye mâlik ve sâhib olan Allah (C.C.)

elha

  • Malâyâni ve boş konuşan.
  • Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve.
  • Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)

elibba'

  • (Tekili: Lebib) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

eltaf

  • (Tekili: Lutf) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar.

emale

  • (Bak: İmâle)

eman / emân

  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

emanet / emânet

  • Emîn, güvenilir olmak. Peygamberlerde bulunması lâzım olan yedi sıfattan biri.
  • Fıkıh ilminde, güvenilen kimseye bırakılan mal.

emhar

  • (Tekili: Mehr) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar.
  • (Mühür) Taylar, at yavruları.

emlak / emlâk

  • Taşınmaz mallar.

emr-i tacizi / emr-i tâcizî

  • İnsanı âciz bırakan emir; Allah'ın, iman etmeyenlerden Kur'ân'ın benzerini ortaya koymalarını istemesi böyle bir emirdir.

emr-i teklifi / emr-i teklîfî

  • Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.

emtia / امتعه

  • (Tekili: Meta') Ticaret malları.
  • Değerli mallar.
  • Mallar. (Arapça)

emtia-i ecnebiye

  • Yabancı memleket malları.

emtia-i ticariyye

  • Tüccar malları.

emval / emvâl / اموال

  • (Tekili: Mal) Mallar.
  • Mallar.
  • Mallar. (Arapça)

emval-i batına / emval-i bâtına

  • Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları.

emval-i dünyeviye

  • Dünyevî mallar.

emval-i emiriye / emvâl-i emiriye

  • Devlet malları, devlete verilmesi gereken vergi vs. mallar.

emval-i gayr-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)

emval-ı gayr-i menkule / emvâl-ı gayr-i menkûle / اموال غير منقوله

  • Taşınmaz mallar.

emval-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)

emval-i metruke

  • Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.

emval-i miriye / emvâl-i mîriye

  • Devlete âit mallar.

emval-i müttefika

  • İnsanlığın ortak malı.

emval-i uhrevi / emvâl-i uhrevî

  • Âhirete ait mallar.

emval-i uhreviye / emvâl-i uhreviye

  • Âhirete ait mallar; sevaplar.

emval-i zahire / emval-i zâhire / emvâl-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.
  • Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün olmayan mallar.

emval-ibatına / emvâl-ibâtına

  • Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret eşyâsı cinsinden olan zekât malları.

enbar

  • (Tekili: Nibr) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.

endave

  • Sıvacı malası. (Farsça)
  • Şikâyet. (Farsça)

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enfal / enfâl

  • Ganimetler. Düşmandan alınan mallar.
  • Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl denir.
  • "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur'ân-ı Kerim'in 8. Sûresi.

enfal-i ganimet / enfâl-i ganimet

  • Ganimet malları; ele geçen değerli şeyler.

ensa

  • (Tekili: Nesy) Unutmalar, nesyler.

ensac

  • Dokumalar.

ensar / ensâr

  • Yardımcılar. Mekke'den Medîne'ye hicretten sonra, Resûlullah efendimize ve Mekke'den gelen müslümanlara yakın alâka gösterip, malları, mülkleri, bedenleri ve her şeyleri ile yardım eden Medîneli müslümanlar.

enva-ı şekavet / envâ-ı şekavet

  • Türlü türlü şikâyetler, yakınmalar.

enva-ı tecelliyat / envâ-ı tecelliyât

  • Tecellîlerin, yansımaların türleri.

eracif / erâcîf / اراجيف

  • Saçmalıklar, uydurmalar. (Arapça)

eriş

  • Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet.
  • Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar.

ermeni

  • Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumcu

erş

  • Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet.
  • Fışkırmak.
  • Tırmalamak.
  • Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.

ervam

  • (Tekili: Rumi) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar.
  • Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.

esas

  • Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler.
  • Mal. Rızık.

esasat

  • Temel malzemeler, mobilya, dekorasyon, döşeme gibi ev eşyaları.

eser-i cedid

  • Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı idi.

eshab-ı feraiz / eshâb-ı ferâiz

  • Ölen bir kimsenin mîrâsına (geriye bıraktığı mala) vâris (hak sâhibi) olan ve Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini (paylarını) bildirdiği dördü erkek, sekizi kadın on iki kişi.

esma-i külliye / esmâ-i külliye

  • Bütün varlık âleminde yansımaları görünen Allah'ın isimleri.

eşvat

  • (Tekili: Şavt) Sıçrayışlar, zıplamalar, koşmalar, koşuşmalar.
  • Kâbe-i Muazzama'yı yedi defa tavaf etme, etrafını dolaşma.

esvide

  • (Tekili: Sevâd) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar.
  • Çok mallar, fazla mülkler.

eşya

  • (Tekili: Şey) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s.
  • Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler.
  • Yük, yük eşyası.

etlad

  • Evde doğan câriyeler.
  • Eski mal.
  • Damızlık denilen doğurucu hayvan.

etnoloji

  • yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapı

evham

  • Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.

evkaf / evkâf

  • (Tekili: Vakıf) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar.Osmanlı devletini asırlar boyu kuvvetli bir devlet olarak ayakta tutan kuruluşlardan biri de vakıftır. Osmanlı tarihini inceleyen
  • Vakıflar. Sâhibi tarafından İslâmiyet'e uygun olarak bir hayır işe tahsis edilmiş mülk veya mallar.

evleviyet olmayan

  • Öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan.

evliya-yı kamilin / evliya-yı kâmilîn

  • Olgun, kemâl ve fazilet sahibi olan Allah'ın velî kulları.

evsaf-ı adiye / evsâf-ı âdiye

  • Normal, sıradan vasıflar, nitelikler.

evsaf-ı celal ve cemal / evsâf-ı celâl ve cemâl

  • Cemâl ve celâl sıfatları, güzel ve haşmetli nitelikler.

evsam

  • (Tekili: Vasm) Arlar, hayâlar, utanmalar.

eynelmefer

  • Nereye kaçmalı?

eyyam-ı malume-i arziye / eyyam-ı malûme-i arziye

  • Dünya günleri; normal günler.

eyyub / eyyûb

  • (A.S.) : Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen İshak Aleyhisselâm'ın oğlu olan Ays'ın evlâdından Eyyûb Aleyhisselâm, bir peygamber idi. Pek çok malı ve Şam tarafında çok mülkü vardı. Her makbul kulunu ve peygamberini Allah imtihana çektiği gibi onu da denedi. Cümle emlâki emvâli elinden gitti. O yine şükrett

eza

  • Ticarette kaybetme, zarar etme.
  • Kibir ve gururunu bıraktırma.
  • Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey.
  • Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.

ezan-ı cavk / ezân-ı cavk

  • Bir kaç müezzinin bir ezânı birlikte okumaları.

ezfar

  • Tırnaklar.
  • Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku.
  • Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar.

ezkar / ezkâr / اذكار

  • Zikirler, Allah'ı anmalar.
  • Zikirler, Allahı anmalar.
  • Zikirler. (Arapça)
  • Anmalar. (Arapça)

fabrika

  • Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer.

faiz / fâiz

  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.

fakir

  • Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
  • Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.

faşiye

  • (Çoğulu: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş.
  • Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi.
  • Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını gö

fazilet

  • Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.

feletat / feletât

  • Yanlışlar, yanılmalar, sürçmeler, tutarsızlıklar.

felsefe

  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

fen'

  • Malın çok olması.
  • Misk kokusunun etrafa yayılması.
  • Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek.

fer'

  • Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
  • Bir aslın neticesi.
  • Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru.
  • Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan.
  • Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek.
  • Asıl mes'eleden kollara ayrı

feraiz / ferâiz

  • (Tekili: Farîze) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri.
  • Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku.
  • Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilim, mîrâs hukûku.
  • Farzlar. Farîzanın çokluk şekli.

ferkadan

  • Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).

fetanet / fetânet

  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.

feteva

  • (Tekili: Fetva) Fetvalar. Ehliyet sâhibi bir din âliminin bir mes'ele hakkında müsbet veya menfî haber ve malûmatları.

fetva

  • Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.

fey'

  • Ganimet. Harbde elde edilen mal.
  • Rücu'.
  • Haraç.
  • Zeval vaktinden sonraki gölge.
  • Dönmek. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mal.
  • Savaşta elde edilen mal ve ganimet.

fey'üz ganaim / fey'üz ganâim

  • Savaşta elde edilen mallar ve ganimetler.

fezleke

  • Hülâsa. Netice. Öz. İcmâl.
  • Hesap listesinde netice.

fi'l-i mutavaat / fi'l-i mutâvaat

  • Mâlum sigasında olduğu halde müteaddi bir fiilin mechulü gibi mânası olan fiildir. (Sevinmek, dövünmek gibi)

fiil-i rabbaniye / fiil-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiil ve icraatı.

fiiliyat

  • Fiiller, uygulamalar.

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin

fikr-i infiradi / fikr-i infiradî

  • Tek başına olmak fikri, istişâresiz iş yapmak. Bir şeyi sâde kendine mal etmek fikri, hodgâmlık.

fikriyyat / fikriyyât / فكریات

  • Düşünce ile ilgili çalışmalar. (Arapça)

fistan

  • Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir.
  • Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın bırandadan çevrilen kılıf.

fitne

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v

fitne-i ahirzaman / fitne-i âhirzaman

  • Âhirzaman fitnesi; dünyanın son devresinde görülen fitneler, bozulmalar.

fıtra

  • Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü) miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın v

fiyat

  • Değer, kıymet. Bir malın piyasa değeri. Satan ile alan arasında uyuşulan, anlaşılan kıymet.

forsa

  • Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erba

fücur

  • Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu.

fülus-u felsefe / fülûs-u felsefe

  • Felsefenin bakır paraları, kuruşları; felsefenin kıymetsiz malları.

futa

  • Hamamlarda kullanılan bir kumaş cinsi. (Farsça)
  • Peştemal. Havlu. (Farsça)

fütuhat / fütûhât

  • Fetihler, açmalar.

gaben-i fahiş / gaben-i fâhiş

  • Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte %2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda %5, hayvan için %10, binâ için %20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.

gaiza

  • Yere batan sular, eksilen su.
  • Bir malın değerinin eksilmesi, azalması.

gall

  • Girmek, sokmak, akmak.
  • Boynunu, elini zincir ile bağlamak.
  • Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek.
  • Ganimet malından hırsızlık etmek.

galle

  • Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir.
  • Akarât kirası.
  • Hammaliye kirası.
  • Susamak.

gamaim

  • (Tekili: Gımâme) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.

gamez

  • Malın ve davarın kemi ve küçüğü.

gamz

  • (Çoğulu: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek.
  • Kolay görerek ihmal etmek.
  • Çukur yer.

ganaim / ganâim

  • (Tekili: Ganimet) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
  • Savaşta elde edilen mallar.

ganimet / ganîmet

  • Harpte düşmandan alınan mal.
  • Çalışmaksızın ele geçen nimet.
  • Harpte düşmandan zorla alınan mal.
  • Savaşta düşmandan alınan mal.
  • Savaşta elde edilen mal.

garaib-i icraat

  • Alışılmışın dışında garip uygulamalar, faaliyetler.

garat / gârât

  • (Tekili: Gâret) Yağmalar. Çapulculuklar.
  • Gasplar, yağmalar.
  • Yağmalar.

garer

  • Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.
  • Tehlike, zarar. Sonu belli olmayan şüphe ihtimâli olan satış.

garet

  • (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek.
  • Göbek.

gariziye / garîziye

  • Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal.

gasb

  • Başkasının malını izinsiz (rızâsı olmaksızın) zorla elinden almak. Malı alana gâsıb, alınan mala mağsûb denir.

gasb-ı emval

  • Malların gasbedilmesi, zorla alınması.

gasıb-ül gasıb

  • Gasbedilmiş malı gasıbdan gasbeden.

gayr-ı menkul

  • Naklolunamayan, taşınamayan (tarla,bağ, ev gibi) mallar.

gayr-i muhtemel / غير محتمل

  • İhtimal verilmeyen.

gayr-ı zahid / gayr-ı zâhid

  • Dünyanın zevk ve süslerine dalan ve kulluk görevini ihmal eden.

gaza / gazâ

  • İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe.

gazamir

  • Malı çok olan, zengin.

gazva

  • Malın ve davarın kötüsü.

giran-destmaye

  • Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. (Farsça)
  • Mârifetli, mahâretli, hünerli. (Farsça)

götürü satış

  • Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.

grev

  • İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da mill (Fransızca)

gulat / gulât

  • Coşmalar, taşkınlıklar.

gulgule-i etfal

  • Çocukların gürültüsü, çocukların bağrışıp çağrışmaları.

gulul

  • Ganimet malında hıyanet etmek.

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gurre

  • Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar.
  • Fık: İska
  • Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.

haber

  • Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim.
  • Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz.
  • Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi.
  • Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın sözü.
  • Edb: Hâdiseyi bildiren fiil veya cümle.
  • Gr: Müsned. Mübtedanın mu

hacegan yolu / hâcegân yolu

  • Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.

haciz

  • Ayıran. Bölen.
  • Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı.
  • Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan.
  • Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir.

hacr

  • (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek.
  • Kucak. Ağuş.

hacren

  • Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.

hacz

  • Men'etmek. Mâni olmak.
  • İki şeyin arasını ayırmak.
  • Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.

hadai'

  • (Tekili: Hadîa) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.

hadd-i kemal

  • Olgunluk hâli. Kemalât haddi.

hadd-i sirkat

  • İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.

hadd-i tabii / hadd-i tabiî / حد طبيعى

  • Normal hal.

hadim-ül haremeyn-iş şerifeyn / hâdim-ül haremeyn-iş şerifeyn

  • Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen

hadş

  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

hadsiyyat

  • Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.

hafender

  • Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.

haiz

  • Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik.
  • Yer tutan.
  • Akranından mümtaz olan.

hakim ebu abdullah

  • Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Ter

hakimiyet-i rububiyet / hâkimiyet-i rububiyet

  • Rablığın egemenliği; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

hakk

  • (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti.
  • Dâva ve iddia.
  • Hakikate uygunluk.
  • Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse.
  • Münasib
  • Din. İslâmi

hallak

  • İyi traş eden. Berber.
  • Hamal.

halli

  • Zengin, gani, malı mülkü çok olan.
  • Kuvvetli, kavi.

halvet

  • Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
  • Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.
  • Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.

hamail

  • (Tekili: Himâle) Tılsım, muska.
  • Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.

hamale

  • Bir mala kefil olma.

hamelat

  • (Tekili: Hamle) Saldırışlar, saldırmalar.
  • Atılmalar, atılışlar.

hamil / hâmil

  • (Hâmile) Yüklü yüklenmiş.
  • Gebe.
  • Taşıyan, götüren.
  • Hâiz.
  • Mâlik, sahib.
  • Uhdesinde bir poliçe bulunan.

hammal / hammâl / حمال

  • Hamal. (Arapça)

hammaliyye

  • Hamal ücreti.

hamş

  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

harahir

  • (Tekili: Harhara) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar.
  • Uykuda iken horlamalar.

hararet-i garize / hararet-i garîze

  • Normal vücut ateşi, ısısı.

hararet-i gariziye / hararet-i garîziye

  • Vücudun normal harareti.

harb

  • İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları.

hareket-i adiye / hareket-i âdiye

  • Sıradan, normal hareket.

harici / haricî

  • Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit.
  • Zorba ve âsi olan.
  • Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden.
  • Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.

harika / hârika

  • Normalin üstünde olup hayret uyandıran şey.

harime / harîme

  • Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.

hars

  • Tarla sürmek.
  • Maarif.
  • Mal toplamak, kazanmak.
  • Teftiş ve tedbir eylemek.

harş

  • Kesbetmek, almak.
  • Tırmalamak.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

haşeb

  • Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.

hasf

  • Ayakkabı dikmek.
  • Birbirine yapıştırmak.
  • Tasmalı nâlin.
  • Ağacın yaprağının dökülmesi.

haşir ve neşr-i dünyeviye

  • Dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları.

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

haşmet-i rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden Allah'ın idare ve egemenliğinin ihtişamı.

hasna

  • Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir

haşr-i emvat / haşr-i emvât

  • Ölenlerin dirilerek bir araya toplanmaları.

hasr-ı hayat

  • Hayatını sadece bir şeye vermek, bütün çalışmalarını yalnız bir şeye yöneltmek.

hasr-ı iştigal

  • Bütün çalışmaları bir şeye hasretme.

haşur

  • Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir.

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

hataya

  • (Tekili: Hatâ) Hatâlar. Yanılmalar.

hatim / hatîm

  • Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.
  • Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.

hatır-ı rahmani / hatır-ı rahmanî

  • Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.

hatita

  • Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.

hatme-i hacegan / hatme-i hâcegân

  • Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları. (Farsça)

havaşi

  • (Tekili: Hâşiye) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar.
  • Maiyet adamları.

havelan-ı havl / havelân-ı havl

  • Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.

havl-i havelan / havl-i havelân

  • Zekâtın lüzumu için; bir mal üzerinden, bir sene geçmiş olması.

havz-ı marifet ve muhabbet / havz-ı mârifet ve muhabbet

  • Bilgi ve sevgi havuzu; tanışmaları ve sevgileri ortak bir havuz gibi bir araya toplama.

hayr

  • Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet.

hazine / hazîne

  • Hazine, devlet malının saklandığı yer.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazine-i devlet

  • Devlet hazinesi. Maliye idaresi.

hazine-i emiriye

  • Maliye dairesi.

hazine-i hassa / hazine-i hâssa

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.

hazine-i millet

  • Millet hazinesi.
  • Maliye idaresi.

hazine-i rabbaniye / hazine-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın hazinesi.

hazine-mande / hazine-mânde

  • Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. (Farsça)

hazinedar

  • Malı muhafazaya me'mur olan. (Farsça)

hazm

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini

hediye

  • Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal.

hefevat

  • (Tekili: Hefve) Yanlışlıklar, yanılmalar.
  • Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

herze-lay

  • Herze söyleyen, saçmalayan.

herzegu / herzegû / هرزه گو

  • Saçmalayan. (Farsça)

herzeguyi / herzegûyî / هرزه گویى

  • Saçmalama. (Farsça)

herzekarane / herzekârane / herzekârâne

  • Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça. (Farsça)
  • Saçmalayarak.

hevadic

  • (Tekili: Hevdec) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.

hey'atın feletatı / hey'atın feletâtı

  • Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.

hezarmih / hezarmîh

  • Bin yerinden yamalı derviş hırkası. (Farsça)
  • Çok süslü. (Farsça)
  • Gök yüzlü. (Farsça)

hezeliyat

  • Ciddi olmayan sözler, saçmalamalar.
  • (Tekili: Hezl) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.

hezeyan / hezeyân / هزیان / هَذَيَانْ

  • Saçmalık, saçmalama.
  • Deli saçması, saçmalama.
  • Sayıklama. (Arapça)
  • Saçmalama. (Arapça)
  • Saçmalama.

hezeyan-ı fikri / hezeyan-ı fikrî / hezeyân-ı fikrî / هَذَيَانِ فِكْر۪ي

  • Fikrî saçmalık.
  • Fikre âit saçmalama.

hezeyan-ı küfri / hezeyan-ı küfrî

  • Küfür saçmalaması.

hezeyanat / hezeyânât

  • (Tekili: Hezeyan) Sayıklamalar.
  • Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.
  • Saçmalıklar.

hezeyancı

  • Saçmalayan.

hezeyanlı

  • Saçmalayan.

hezeyanvari / hezeyanvârî

  • Saçmalarcasına.

hezzar

  • Devamlı saçmalayan adam.

hibe

  • Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hicr

  • Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
  • Dostluğu bırakmak, dargın

hidaş

  • Tırmalama.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hikaye-i temsiliye / hikâye-i temsiliye

  • Kıyaslamalı, analojik hikâye.

hile-i batıla / hîle-i bâtıla

  • Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hılk

  • Hükümdar mührü.
  • Çok mal.

himalaya silsilesi

  • Himalaya sıradağları.

hımlak

  • (Çoğulu: Hamâlik) Gözün etrafı.

hınak

  • (Tekili: Hanak) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler.

hıraş

  • "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı. (Farsça)

hırz

  • Melce'. Sığınılacak yer.
  • Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ.
  • Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer.
  • Muhafaza etmek.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hırz-ı binefsihi / hırz-ı binefsihî

  • İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)

hisbet

  • İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir.

hisse

  • Bölünebilen bir mal veya şeyin her ortağa âit olan kısmı, ortaklardan her birinin hakkı, payı.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Fık: Müşterek bir malın her bir cüz'üne sirayet eden hisse, pay.
  • Ortaklar arasında taksim edilmemiş olan müşterek mal. Meselâ: Bir kitaba, bir kaç kişi ortak ve taksim de mümkün değil ise; her hissedarın kitabın umumuna sahip olması.

hissiyat-ı cumhur

  • Genel halk kitlelerinin hisleri, algılamaları.

hitabat / hitâbât

  • Konuşmalar.

hitabat-ı ezeliye-i sübhaniye / hitâbât-ı ezeliye-i sübhâniye

  • Kusur ve aczden yüce olan Allah'ın ezelî konuşmaları.

hitabat-ı sübhaniye / hitâbât-ı sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah'ın kendine has hitap ve konuşmaları.

hıyar-ı tağrir

  • Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.

hiyazet

  • Toplama, bir araya getirme.
  • Bir şeyi kendine mal etme.

hizb-üş şeytan / hizb-üş şeytân

  • Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.

hizve

  • Ganimet malını vermek.
  • Yan.

hobi

  • ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hoşgu / hoşgû

  • Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. (Farsça)

hovarda

  • Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.

hubase

  • Ganimet malı.

hücre / حجره

  • Odacık. (Arapça)
  • Hücre, canlı organizmaların en küçük yapıtaşı. (Arapça)

hudavend

  • Allah, Hâlık, Rabb. (Farsça)
  • Sâhib, malik, efendi. (Farsça)
  • Hükümdar, hâkim. (Farsça)

hudaver

  • Sahip, mâlik.
  • Bey, hâkim, efendi.

hudud

  • (Tekili: Hadd) Yanaklar.
  • Cemâatler.
  • Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler.
  • Çiçek yaprakları.

huduş

  • Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.

hukuk-u tabiiyye

  • İnsanın fıtratında bilkuvve mevcut olup, hak ile bâtılı, iyi ve fenayı bildiren ve insanların toplu bir şeklide yaşamalarını mümkün kılan hükümler.

hul'

  • Zevceyi mal karşılığında boşamak.

hümmeyat

  • (Tekili: Hümmâ) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler.
  • Sıtmalar.
  • Nöbetli hastalıklar.

hums

  • Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet hazînesine ayrılan beşte bir hisse.

hursis / hursîs

  • Metâ, mal. Kumaş.

huruşan / hurûşân

  • Coşmalar, şamatalar.

hüsn

  • (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal.

hüsn-i zan

  • Kulların Allahü teâlâdan rahmetini ummaları.
  • Bir kimse veya bir hâdise hakkında iyi kanâat sâhibi olmak.

hüsn-ü cemal / hüsn-ü cemâl

  • Güzellik ve cemal.

hüsn-ü kemal / hüsn-ü kemâl

  • Güzel kemâl, olgunluk.

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

husufat / husufât / husûfât

  • Ay tutulmaları.
  • Perdelenmeler, ay tutulmaları.

hutam-ı dünya / hutâm-ı dünya

  • Bu fani dünyanın muvakkat ve boş malı mülkü.

hutuvat

  • (Tekili: Hutvât-Hutevat) (Hutve) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler.
  • Şeytanın aldatmaları.

huzu'

  • Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.

huzuz

  • (Tekili: Hazz) Memnuniyetler. Hazlar. Zevkler. Hoşlanmalar.

huzya

  • Ganimet malından vermek.

i'ta-yı ma'lumat

  • Malumat verme. Bilgi verme.

i'tikab

  • Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme.

i'tilafat

  • (Tekili: İ'tilaf) Uyuşmalar, anlaşmalar.

i'timad-ı nefs / i'timâd-ı nefs

  • Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.

iare

  • Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.

iaşe-i rabbaniye / iaşe-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın beslemesi, yedirip içirmesi.

ibadet-i maliyye / ibâdet-i mâliyye

  • Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.

ibka

  • Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek.
  • Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi.
  • Mc: Sınıfta bırakmak.<

ibn-üs-sebil / ibn-üs-sebîl

  • Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.

ibramat

  • (Tekili: İbram) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar.

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.

icab

  • Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
  • Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.

icad ve teceddüd fikri

  • Yeni çalışmalar ve eserler vücuda getirme; yenilik arayışında olma düşüncesi.

icadat / icâdât

  • Yaratmalar.

icare-i sahiha

  • İn'ikad ve sıhhat şartlarını tamamen câmi' olan icaredir ki, şuyu'ı asilden ve şartı mufsidden hâli olmak üzere malum bir menfaatı, malum bir bedel mukabilinde temlik etmekten ibarettir.

icazat / icâzât

  • İzinler, diplomalar.

icma-ı manevi / icmâ-ı mânevî

  • Mânevi olarak görüş birliğine varma; uzmanların aynı konuyu faklı tarzlarda belirtmeleriyle veya susmak sûretiyle onu tasdik etmeleriyle görüş birliğine varmaları.

icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet

  • Büyük fakihlerin dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları.

icmal / icmâl / اجمال

  • Özetleme. (Arapça)
  • Özet. (Arapça)
  • Toplam. (Arapça)
  • İcmâl edilmek: Öçetlenmek. (Arapça)
  • İcmâl etmek: Özetlemek. (Arapça)

icmalen

  • Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak.

icraat / icrâât / اِجْرَاآتْ

  • Uygulamalar, yapmalar.
  • Yürütmeler, yapmalar.

ictihad

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle

ictihadat / ictihâdât

  • Hüküm çıkarmalar.

ictimaat / ictimâât

  • İçtimalar. Toplanmalar.
  • Toplanmalar.

ida'

  • Emanet bırakmak. Vedia koymak.
  • Huk: Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme.

iddianame / iddiânâme

  • İddia yazısı; savcının, yapılan soruşturmalar neticesinde tutuklu hakkındaki suçlamalarını bildirmek üzere mahkemeye sunduğu yazı.

iddiharat / iddihârât

  • Biriktirmeler, depolamalar.

iddisar

  • Zengin olma, çok mal mülk sahibi olma. Bir şeye bürünme.

ideal

  • Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. (Fransızca)
  • Mefkûre. Emel. Gaye. Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Fransızca)

idhalat / idhalât / idhâlât / ادخالات

  • (Tekili: İdhal) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek.
  • İthalat, dışalım malları. (Arapça)

ifadat

  • (Tekili: İfâde) Anlatmalar. İfadeler.

iflas

  • Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak.
  • Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi.

ifna-yi maal / ifna-yi maâl

  • Malını sarfetme, malını ifnâ etme.

ifşaat / ifşâât / افشاآت / اِفْشَاآتْ

  • Duyurmalar, gizli şeyleri açığa çıkarmalar.
  • (Tekili: İfşa) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.
  • Açığa vurmalar. (Arapça)
  • Açığa çıkarmalar.

ifsadat / ifsâdât

  • (Tekili: İfsad) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar.
  • İfsadlar, bozma ve karıştırmalar.
  • Bozmalar.

ifsah

  • Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek.

iftilaz

  • Kesmek, kat'.
  • Bir kimsenin bir parça malını almak.

iftirakat

  • Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar.

igfalat

  • (Tekili: İgfal) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar.

iğfalat / iğfalât / iğfâlât

  • İğfaller, aldatmalar.
  • Aldatmalar.

iglakat

  • (Tekili: İglak) Muğlak yapmalar.
  • Karışık ve anlaşılmaz sözler.

iğreti

  • t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran.
  • Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici.
  • Fıtrî olmayan, sahte, sun'î.

iğtinam

  • Yağmalama.

igtisab

  • Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak.

igtisabat

  • (Tekili: İgtisab) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar.

ihatat / ihâtât

  • İhatalar, kuşatmalar, kavrayışlar.

ihbas

  • Eteğinde bir şey gizleme.
  • Hapsetme.
  • Vakfetme. Hayır yollarında mal ve hayvan bağışlama.

ıhfak

  • Gazâda ganimet malından pay almamak.
  • Avcıların av yakalayamaması.

ihmalkar / ihmalkâr / ihmâlkâr / اهمالكار

  • İhmalci, işine dikkat etmeyen. (Farsça)
  • İhmalci. (Arapça - Farsça)

ihmalkarane / ihmalkârâne

  • İhmal ederek.

ihrac

  • Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.

ihracat / ihrâcât / اخراجات / اِخْرَاجَاتْ

  • (Tekili: İhrâc) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak.
  • Çıkarmalar. İhraç etmeler.
  • Dışarıya mal satma.
  • Çıkarmalar. (Arapça)
  • Dışsatımlar. (Arapça)
  • Dışarı çıkarmalar.

ihram / ihrâm

  • Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı

ihsaiyat

  • İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi.

ihsas-ı ganaim

  • Düşmandan ele geçirilen ganimet mallarını paylaşma.

ihtarat / ihtarât

  • (Tekili: İhtar) İhtarlar, hatırlatmalar.
  • Dikkati çekmeler, tenbihler.
  • Hatırlatmalar.

ihtikar / ihtikâr / اِحْتِكَارْ

  • Malı kıymetlensin diye saklama.
  • Pahalı satmak üzere mal saklama, vurgunculuk.

ihtilafi / ihtilâfî

  • Tartışmalı.

ihtilalat / ihtilâlât

  • (Tekili: İhtilâl) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.
  • İhtilâller, ayaklanmalar.

ihtilalat-ı dahiliye / ihtilâlât-ı dahiliye

  • İç karışıklıklar, çatışmalar.

ihtilasat

  • (Tekili: İhtilas) Hırsızlıklar, çalmalar, sirkatler.

ihtilatat / ihtilâtat

  • Karışmalar, görüşmeler.

ihtimal / ihtimâl / احتمال

  • Olasılık. (Arapça)
  • Yüklenme. (Arapça)
  • Belki. (Arapça)
  • İhtimal vermek: Sanmak, tahmin etmek. (Arapça)

ihtimal-i adem

  • Yokluk ihtimali.

ihtimal-i bekà

  • Sonsuzluk ihtimali.

ihtimal-i helaket / ihtimal-i helâket

  • Yok olma ihtimali.

ihtimal-i imani / ihtimal-i imanî

  • "Ya varsa" diye ihtimal vererek inanmak.

ihtimal-i imkani / ihtimal-i imkânî

  • Mümkün olma ihtimali.

ihtimal-i kat'i / ihtimal-i kat'î

  • Kesin ihtimal, olabilirlik.

ihtimal-i kavi / ihtimal-i kavî

  • Kuvvetli ihtimal.

ihtimal-i küfri / ihtimal-i küfrî

  • "Ya yoksa" diye ihtimal vererek iman ve inançtan kaçmak.

ihtimal-i necat

  • Kurtuluş ihtimali.

ihtimal-i sıhhat

  • Bir meselenin sağlıklı ve doğru olabilme ihtimali.

ihtimal-i tehlike

  • Tehlike ihtimali.

ihtimal-i zarar

  • Zarara uğrama ihtimali.

ihtimalat / ihtimâlât

  • İhtimaller.
  • (Tekili: İhtimal) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler.
  • İhtimaller.

ihtimalat-ı baide

  • Uzak ihtimaller.

ihtimalat-ı karibe

  • Yakın ihtimaller.

ihtimalat-ı kesire / ihtimâlât-ı kesire

  • Pek çok ihtimaller.
  • Pek çok ihtimaller.

ihtimalen

  • İhtimal olarak.

ihtisar

  • İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak.
  • Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme.
  • Kısaltma, icmâl etme.

ihtisasat

  • Hislenmeler, duygulanmalar.

ihtiyalat

  • (Tekili: İhtiyal) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.

ihtizazat / ihtizazât / ihtizâzât

  • Titremeler, hoşlanmalar.
  • Sarsmalar, titretmeler.

ihzarat / ihzârât

  • (Tekili: İhzar) Hazırlıklar, hazırlanmalar.
  • Hazırlamalar.
  • Hazırlamalar.

ikaf

  • (Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma.
  • Bir işten vaz geçme, durdurma.

ikale / ikâle

  • Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.

ikdamat

  • (Tekili: İkdam) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar.

ikmal / ikmâl / اكمال

  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • Bütünleme. (Arapça)
  • İkmâl edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İkmâl etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)

ikrah-ı mülci / ikrâh-ı mülcî

  • Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.

ikraz / ikrâz

  • Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi.

iksam

  • Çok miktarda mal alıp biriktirme.
  • Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme.

ıksar

  • Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme.

iktibasat

  • (Tekili: İktibas) İktibaslar, aktarmalar.

iktiran-ı kevakib

  • Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.

iktisabat

  • (Tekili: İktisab): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler.

ilavat

  • (Tekili: İlâve) İlâveler, ekler, katmalar.

ilcaat / ilcaât / ilcâât

  • Zorlamalar.
  • Lüzumlu şeyler.
  • Gereklilikler, zorlamalar.
  • Mecburiyetler, zorlamalar.

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın getirdiği mecburiyetler, çaresiz durumda bırakmalar.
  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

ilhahat

  • (Tekili: İlhah) Direnmeler, zorlamalar.

ilham-ı fıtri / ilham-ı fıtrî

  • Cenâb-ı Hakkın ihtiyaçlarını karşılamaları için varlıklara yaratılışta vermiş olduğu duygu.

ilkaat

  • Zararlı sözlerle şaşırtmak.
  • Bırakmalar, terk etmeler.

ilkahat

  • (Tekili: İlkah) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar.

ilm

  • (İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek. (İlim, hakikatı bilmekten ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir. Marifet, tefekkürle bilmek mânasına olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'a nisbeti câiz olmaz. Gerek huzurî olsun (ilm-i İlâhî

ilm-i feraiz / ilm-i ferâiz

  • Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim edileceğini öğreten ilim.

ilmah

  • Hemen gösterip çabucak yok etme.
  • Bir şeyi parlatma.
  • Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.

ilmi müdafaat / ilmî müdafaat

  • İlmî savunmalar.

iltifatat / iltifâtât

  • İltifatlar, gönül almalar, lütfetmeler.

iltimasat

  • (Tekili: İltimas) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar.
  • Kayırmalar, tutmalar.

iltizazat

  • (Tekili: İltizaz) İltizazlar, lezzet duymalar.

imaat

  • (Tekili: İmâ) İşaretler. İmâlar.

imal / imâl

  • İmâl etmek: Yapmak.

imalat / îmâlât

  • (Tekili: İmale) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler.
  • Yapmalar, yapımlar.

imale

  • Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek.
  • Benzetmek.
  • Mal vermek.
  • Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak.

imam-ı ali naki

  • (Hi: 212-254) Eimme-i İsnâ Aşer'den onuncu zât olup, manevi büyük nüfuz ve takva sahibi, ehl-i kemal bir zâttır. Ali İbn-i Muhammed Hâdi diye de bilinir. (R.A.)

imam-ı malik / imam-ı mâlik / imâm-ı mâlik

  • (Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir.
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.

imam-ı muhammed

  • (Hi: 135-189) Kufe'de yetişti. 99 kitab te'lif etmiştir. İmâm-ı Mâlik'ten hadis okudu. En meşhur Hanefî fakihlerindendir. (K.S.)

iman-ı hılki / îmân-ı hılkî

  • Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.

iman-ı icmali / iman-ı icmalî / iman-ı icmâlî

  • İcmalî iman, yani; taraf-ı Nebevîden tebliğ buyurulan şeylerin hey'et-i mecmualarına inanmak, yâni; "Her ne tebliğ buyruldu ise; cümlesi haktır" diye tasdik etmektir.
  • İcmâl-i iman; Resûl-i Ekrem‘in (a.s.m.) tebliğ ettiği detaya girmeden genel olarak inanma.

imarat / îmarât

  • İmarlar, yapmalar, onarmalar.

imkan-ı harabiyet / imkân-ı harabiyet

  • Yıkılıp yok olma ihtimalini taşıma.

imkan-ı katil / imkân-ı katil

  • Öldürme ihtimali.

imkan-ı örfi / imkân-ı örfî / اِمْكَانِ عُرْف۪ي

  • Benzeri olabilen ihtimâl.

imkan-ı zati / imkân-ı zâtî

  • Bir özelliğin bir şeyin bizzat kendisinde olma ihtimali, yani hiçbir yaratıkta ilâhlık ihtimali yoktur.

imkanat / imkânât

  • İmkânlar, ihtimaller, olasılıklar.

imkanat-ı istikbaliye / imkânat-ı istikbaliye

  • Geleceğe ait imkânlar, olması mümkün olan ihtimaller.

imkanatından evleviyet olmayan / imkânâtından evleviyet olmayan

  • İhtimallerindeki öncelikleri ayırt edilemeyen; oluşma ihtimallerinde öncelik olmayan.

imtihanat / imtihanât

  • Sınamalar.

imtinan

  • Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak.
  • Memnun olmak.
  • Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak.

imtizacat / imtizâcât

  • Kaynaşmalar.
  • Kaynaşmalar, uyuşmalar.

in'ikasat / in'ikâsât

  • Yansımalar, aksetmeler.

infak / infâk

  • Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.

infal

  • Ganimetten mal ayırıp verme.

infisalat

  • (Tekili: İnfisal) Yerinden ayrılmalar.
  • Azledilmeler.

inhibas

  • Vakıf namına malı hapsetme.
  • Nefes tutulma.

inhimal

  • İhmal etme, önem vermeme.
  • Mühlet alma.
  • Göz yaşı dökme.
  • Ciddi bir şekilde çalışma, uğraşma.

inhisar

  • Hasr olunma.
  • Tecavüz etmeme.
  • Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.

inkişafat

  • Açılmalar, gelişmeler.

inkisarat

  • Kırılmalar.
  • Kırılmalar.

inma'

  • (Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.

intihab

  • Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak.

intihabat

  • (Tekili: İntihab) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar.

intihal

  • Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme.
  • Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir.

intikamat

  • (Tekili: İntikam) İntikamlar, öç almalar.

intişab

  • Odun veya mal biriktirme.
  • Tutulup kalma.

intisac

  • (Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak.
  • Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma.

intişarat / intişârât

  • Yayılmalar.

irad

  • Varid kılmak. Getirmek. Söylemek.
  • Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç.

irfan

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;

irs

  • Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak.
  • Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk.
  • Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.
  • Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay.
  • Ölen kişinin mirasçılarına kalan mal veya para.
  • Veraset, soya çekim.

irsaliye

  • Makbuz.
  • Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi.

irtibal

  • Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme.

irtikab / irtikâb

  • Bir işe girişmek.
  • Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak.
  • Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.

ıs

  • (Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik.
  • Ses.
  • Sâhib. Mâlik.
  • Efendi.

işaat

  • (Tekili: İşâa) Haber yaymalar.

isaet

  • Bir işte ihmal ile zarar verme.

isar / îsâr

  • Zengin, maldâr olmak; gani olmak.
  • Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.

ıskarta

  • Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal.

islaf

  • Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş.
  • Tarlayı aktarmak.

ıslahat / ıslâhât

  • İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.

islami fütuhat / islâmî fütuhat

  • İslâmî fetihler; İslâmiyetin halk arasında tanınarak kalpleri fethetmesi ve Müslüman olmalarına vesile olması.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

ism-i cemal / ism-i cemâl

  • Güzelliği ifade eden isim, Cemal ismi.

ismet

  • Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
  • Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

ısmi'lal

  • Muhkem olmak, sağlam olmak.
  • Otların birbirine dolaşmaları.

isnadat / isnâdât

  • Asılsız isnatlar, dayandırmalar; yatıştırmalar.
  • Dayandırmalar.

isnak

  • Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması.

israf / isrâf

  • Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak.
  • En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.
  • Malı, İslâmiyet'in ve mürüvvetin uygun görmediği yâni lüzumsuz, fâidesiz yerlere dağıtmak.

israfat / isrâfât

  • (Tekili: İsrâf) İsrâflar, lüzumsuz yere harcamalar.
  • Gereksiz harcamalar.

isti'mal / isti'mâl / استعمال

  • Kullanma. (Arapça)
  • Kullanılma. (Arapça)
  • Yapılma. (Arapça)
  • İsti'mâl edilmek: Kullanılmak. (Arapça)
  • İsti'mâl etmek: Kullanmak. (Arapça)

isti'malat

  • (Tekili: İsti'mal) Kullanışlar. Kullanmalar.

iştialat / iştialât

  • (Tekili: İştial) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar.
  • Mc: Şiddetlenmeler.

istianat

  • (Tekili: İstiane) İstianeler, yalvarmalar.

istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire

  • Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.

istib'ad

  • Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme.
  • Yakıştırmayış.

istida'

  • (Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir malı emaneten bir yere bırakmak.

istifhamat

  • (Tekili: İstifham) İstifhamlar, sualler, sormalar.

iştigalat / iştigalât

  • (Tekili: İştigal) Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar.
  • Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar.

istiglab

  • Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme.

istihalat

  • (Tekili: İstihale) Değişmeler, başkalaşmalar.

istihbarat / istihbârât / استخبارات

  • Haber almalar.
  • Duyumlar, haber almalar. (Arapça)

istihlab

  • Tırmalama.

istihlakat / istihlâkat

  • (Tekili: İstihlâk) Yenilip içilen şeyler.
  • Harcamalar.

istihlakat-ı dahiliye / istihlâkat-ı dâhiliye

  • Dâhilî sarfiyat. Memleket içi harcamalar.

istihrac-ı cifri / istihrac-ı cifrî

  • Cifirle ilgili hesaplamalar, cifir ilmiyle elde edilen sonuçlar.

istihracat / istihrâcât

  • Çıkarmalar, çıkarımlar.

istihsanat / istihsânât

  • Güzel saymalar.

istihzarat / istihzarât

  • Hazırlamalar.

istikak

  • Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları.

iştikak

  • Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
  • Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
  • Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i

istikmal

  • Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.

istikra-ı tam / istikrâ-ı tam

  • Bütün cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım; endüksiyon; burada bütün ilimlerin hep birlikte aynı sonuca parmak basmaları kastediliyor.

istikra-i tamme / istikrâ-i tâmme

  • Bütün cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım; endüksiyon; burada bütün ilimlerin hep birlikte aynı sonuca parmak basmaları kastediliyor.

istikrazat

  • (Tekili: İstikraz) Ödünç para almalar, borçlanmalar.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

istimale

  • Avutmak. Meylettirmek. Cezbettirmek.
  • Gönül almak. Çok mal sahibi olmak.

istimare

  • ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri.
  • Baha biçme.

istimlak

  • İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi.
  • Mülk satın almak.
  • Mülk sahibi olmak.

istinfak

  • Malı harcıyarak tüketme.
  • Nafaka peydâ etme.

iştirak-i emval / iştirak-i emvâl / iştirâk-i emvâl / اِشْتِرَاكِ اَمْوَالْ

  • Mal ortaklığı.
  • Mallarda ortak olma.

istirhamat

  • (Tekili: İstirhâm) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler.

istişarat

  • (Tekili: İstişare) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler.

istişhadat

  • (Tekili: İstişhad) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler.
  • Şehid olmalar.

istisna' / istisnâ'

  • Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.

istisnaat

  • (Tekili: İstisna) İstisnalar, müstesna kılmalar, ayırmalar.

istiva

  • Müsavi oluş. Temasül.
  • İ'tidal, istikamet ve karar.
  • Kemalin sâbit olması.
  • Kaba kuşluk zamanı.
  • Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak.
  • İstila eylemek.

itikadat / îtikâdât

  • İnanmalar.

ıtk

  • Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak.
  • Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.

ıtk ala mal / ıtk alâ mal

  • Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna "Itk alâ cu'l" da denir.

ıtk-ı müşterek

  • İki veya daha fazla kimsenin, mâlik oldukları bir köleyi azad etmeleridir.

ıtlakat / ıtlâkât

  • Mutlak bırakmalar; işaret ettiği fertlerden teklik, çokluk gibi belli bir mânâ ile kayıtlamama, serbest bırakma.

itmam / itmâm

  • Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek
  • Tamamlama, ikmâl etme.

ıttıla'

  • (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma.
  • Yukarıdan aşağı bakmak.

ıttılaat

  • (Tekili: Ittılâ') Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar.

ittira'

  • Dolma, nemalanma.
  • Solma.

izafat

  • (Tekili: İzâfet) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları.
  • Gr: Zincirleme isim tamlaması.

izafe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izahat / izâhât / îzâhât / ایضاحات / ا۪يضَاحَاتْ

  • (Tekili: İzah) İzahlar, açıklamalar.
  • İzahlar, açıklamalar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar. (Arapça)
  • Îzâhât vermek: Açıklamada bulunmak, açıklama yapmak. (Arapça)
  • Açıklamalar.

izar / izâr / ازار

  • Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler.
  • İsmet, iffet.
  • Zevce.
  • Belden yukarıya mahsus örtü, peştemal, futa.
  • Peştemal. (Arapça)

izhar-ı rububiyet

  • Rablığını gösterme; Allah'ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verdiğini, onları terbiye ve idare ettiğini ve herşeyi egemenliği altında tuttuğunu göstermesi.

izzet-i islamiye / izzet-i islâmiye

  • İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli ve şerefli olmaları hâleti.

jajhor

  • Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan. (Farsça)

jende

  • Yamalı, eski. (Farsça)
  • Eski-püskü. Pejmürde. (Farsça)

jendepuş

  • Yamalı hırka giyen kimse. Fakir. (Farsça)

jinde / ژنده

  • Yırtık, eski. (Farsça)
  • Yamalı hırka. (Farsça)

jindepuş / jindepûş / ژنده پوش

  • Yamalı hırka giyen. (Farsça)
  • Derviş. (Farsça)

ka'be-i kemalat / kâ'be-i kemalât

  • Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.

kabiliyet

  • Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü.
  • İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.

kabul

  • Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür.

kabz

  • El ile tutma, avuç içine alma, kavrama.
  • Bir malı teslim alma.
  • Peklik, kabız.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kadr

  • Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.

kainatın imkan-ı mevti / kâinatın imkân-ı mevti

  • Kâinatın ölümünün mümkün olması, ihtimal dahilinde olması; kıyametin kopması ihtimâli.

kala / kâla / kâlâ / كالا

  • Kumaş. (Farsça)
  • Ev eşyası, giyim eşyası. (Farsça)
  • Sermaye, anamal. (Farsça)
  • Mal. (Farsça)
  • Kumaş. (Farsça)

kalavra

  • Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.

kamil / kâmil

  • (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
  • Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır.
  • Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse.
  • Âlim, bilgin kişi.
  • Bir aruz kalıbı ismi.
  • Bütün, eksiksiz, tam.
  • Kemale ermiş, olgun.
  • Geniş bilgili, kültürlü, bilgin.

kamil-i ukala / kâmil-i ukalâ

  • Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili.

kamilin / kâmilîn

  • Kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş kimseler.

kamilin-i nev-i beşer / kâmilîn-i nev-i beşer

  • İnsanların içinde kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş olanlar.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kanun-u rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması kanunu.

kar haddi / kâr haddi

  • Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.

karafi

  • (Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir.

karantina

  • İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir.
  • Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer.
  • Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hast

karun

  • (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden

kaşane / kâşâne / كاشانه

  • Yuva. (Farsça)
  • Mâlikâne. (Farsça)

kaside-i emali / kasîde-i emâlî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.

kassam

  • Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru.
  • Taksim eden.

katf

  • Atın veya diğer davarın adımını geç atması.
  • Tırmalamak.
  • Üzüm kesmek.
  • Ağaçtan meyve devşirme.
  • Devşirme mevsimi.

katı-ı tarik-ı ilahi / kâtı-ı tarîk-ı ilâhî

  • İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

kava'

  • Kimse olmalan ıssız yer.
  • İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer.

kavanin-i rububiyet / kavânîn-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması ile ilgili kanunlar.

kavvas

  • (Kavs. dan) Oklu asker.
  • Ok imâl eden kimse. Okçu.

kaziye-i ihtimaliyye

  • Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.

kaziye-i muhayyele

  • Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm.

kaziye-i mutlaka

  • Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir.

kaziye-i tabiiye

  • Normal hüküm, doğal hüküm.

kefaet

  • Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş.
  • Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.)

kefalet-bit-teslim

  • Bir malın teslimine kefil olma.

kefalet-i bil-mal

  • Fık: Bir mal için kefil olma.

kefil bi-t-teslim

  • Bir malın teslimine kefil olan kimse.

kemal-i kibriya / kemâl-i kibriyâ

  • Büyüklük, yücelik ve haşmetin kemâli, mükemmelliği, kusursuzluğu.

kemal-i rahmet

  • Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması.

kemal-i rububiyet / kemâl-i rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyet, yaratıcılık ve terbiyesinin mükemmelliği.

kemalat / kemalât / kemâlât

  • (Tekili: Kemal) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.
  • Kemâller, olgunluklar.

kemalat-perver / kemalât-perver

  • Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi. (Farsça)

kemali / kemâlî

  • Kemâlle ilgili.

kerahet

  • İğrenme, istemeyerek zor altında yapma.
  • Şeriatin yasaklamadığı fakat harama yakın olma ihtimali olan ve çekinilmesi gereken husus.

keraris

  • (Tekili: Kürrâse) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları.

kerem

  • Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet.
  • Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme.
  • Mecd ve şeref.

kervansaray

  • Büyük yollarda kervanların konaklamaları için yapılmış büyük hanlar.
  • Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.)

kese

  • Kısa yol, kestirme yol.
  • Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)

kesir-ül mal / kesir-ül mâl

  • Malı mülkü çok olan. Serveti fazla olan. Zengin.

kesret-i mal

  • Malın çokluğu, fazlalığı.

kett

  • Zayıf vücutlu kimse.
  • Mal kazanıp yığan.

kihal

  • (Tekili: Kehl) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.

kılavuz

  • Yol gösteren, rehber.
  • Vapurlara yol gösteren.
  • Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan.
  • Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar.
  • Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler.
  • Okçuluk müsabakaların

kinaiyyat

  • (Tekili: Kinâye) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.

kıntar

  • (Çoğulu: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar.
  • Çok mal.
  • Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kıraat-ı seb'a

  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kışla

  • Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.

kısmet

  • Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek.
  • Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.

kıyam

  • Ayakta durmak. Ayağa kalkmak.
  • Ayaklanmak. İsyan.
  • Ölümden sonra tekrar dirilmek.
  • Bir işe başlamak, devam etmek.
  • Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma.
  • Canlanmak.
  • Kıyâmet günü (mânâsına da gelir).
  • Namazın iftitah tekbiri

kıyasat / kıyâsât

  • Karşılaştırmalar.

kıyemi / kıyemî

  • Çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan mal.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

korsan gemisi

  • Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.

kötü din adamı

  • İlmini dünyâ kazancına, mala, mevkîye kavuşmaya vâsıta eden, ilmi ile amel etmeyen, insanları ibâdete ve âhirete yönelmeye teşvik etmeyen din adamı.

kudret-i baliga / kudret-i bâliga

  • Kemal bulmuş güç.

kul'at

  • (Çoğulu: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.

kumar

  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

kunyan

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kunye

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kur'a çekmek

  • Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen isim.

kur'an-ı azimü'l-beyan / kur'ân-ı azîmü'l-beyan

  • Açıklamaları pek yüce ve benzersiz olan Kur'ân.

kur'an-ı hakim-i mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı hakîm-i mu'cizü'l-beyan

  • İfade ve açıklamalarıyla mu'cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizi'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizi'l-beyân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur'ân-ı Kerim.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan-ı azimüşşan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân-ı azîmüşşân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları aciz bırakan, şan ve şerefi yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı mucizü'l-beyan / kur'ân-ı mucizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kur'an-ı rabbani / kur'ân-ı rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın Kur'ân'ı; kâinat kitabı.

kur'an-ı vazıhü'l-beyan / kur'ân-ı vâzıhü'l-beyân

  • İfade, üslûp ve açıklamaları açık, anlaşılır olan Kur'ân.

kürabe

  • Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.

kuran / kûrân

  • (Tekili: Kur) Körler. âmâlar. (Farsça)

kureyş

  • Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.

kuri / kûrî

  • Körlük, âmâlık. (Farsça)

küsr

  • Çok mal.

küşuf / küşûf

  • Keşifler, açmalar, bulmalar.

küsufat / küsûfât

  • Güneş tutulmaları.
  • Kararmalar, güneş tutulmaları.

kusur / kusûr / قصور

  • Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik.
  • Cem' olmalar.
  • Pahalanmak.
  • Eksilmek.
  • Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması.
  • Bereketlenmek.
  • İmtina', âciz olmak.
  • Bir hesabın üstü. Artan kısım.
  • (Tekili: Kasr) Kası
  • Bk. kusûr
  • Kusur eylemek: İhmalde bulunmak, hata yapmak.
  • Kasırlar. (Arapça)
  • Eksiklik, hata, ihmal. (Arapça)

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kutbeyn

  • İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.

kütt

  • Malı kazanıp yığan kimse.

kütüb-i sitte

  • Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâ m-ı Müslim'in Câmi'us-Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Mu

kuyud

  • (Tekili: Kayd) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.
  • Kayıtlar, sınırlamalar.

laboratuvar

  • İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer. (Fransızca)

lafz-ı am / lafz-ı âm

  • Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.

lafz-ı müfesser

  • Huk: Tahsis ve te'vile ihtimâl bırakmıyacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vâcib olur.

lafzullah

  • Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün "sıfat-ı kemâliyeyi" tazammun eden bir sadeftir.)

lakit / lakît

  • Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para.
  • Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk.
  • Üzerine ansızın gelinen kuyu.

leddam

  • Eski elbiseleri yamalıyan.

lemehat

  • (Tekili: Lemha) Bir defa göz atmalar.
  • Parıltılar, çakmalar.

lenger-hane

  • Lenger yapılan yer. Lenger imal edilen yer. (Farsça)

levaim

  • (Tekili: Lâime) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.

levami'

  • (Tekili: Lâmia) Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar.

leys

  • Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır.
  • Gaflet.
  • Bahâdırlık, kahramanlık.
  • Yük çekici olmak.

lisan-ı kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / lisan-ı kur'ân-ı mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mu'cize olan Kur'ân'ın dili.

lisans

  • Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. (Fransızca)
  • Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. (Fransızca)
  • Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. (Fransızca)
  • İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak (Fransızca)

lojistik

  • Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım.

lübed

  • Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.

lukata

  • Yolda veya başka bir yerde bulunup da, sâhibi bilinmeyen mal.

lükata

  • Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir.

lütf-u rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı.

ma'dumat-ı mümkine

  • Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat.

ma'lulen

  • Mâlul olarak, sakat olarak.

ma'lum

  • Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir.
  • Bilinen, belli olan.

ma'lumat-ı cüz'iye

  • Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât.

ma'lumat-ı zaruriye

  • Lüzumlu ve zaruri mâlumat.

ma'lumatfüruş

  • Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan. (Farsça)

ma'maa

  • (Çoğulu: Meâmi) Acele etmek.
  • Ateşten çıkan ses.
  • Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.

ma'mulat / ma'mulât

  • İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya.

ma'rifet

  • Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek.
  • Hüner. Üstadlık. San'at.
  • Tuhaflık, garib hareket.
  • Vasıta, tavassut.
  • İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak.

maal-iftihar

  • İftiharla. Sevinerek. Kemal-i şevk ile.

maarif / maârif

  • Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi.
  • Meharet. Üstadlık. Hüner.
  • Marifetler. Mâruflar. Kültürler.
  • Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri.
  • Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
  • Marifetler, ilimler, tanımalar, eğitim.

maavil

  • (Tekili: Mi'vel) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.

maddi / maddî

  • (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait.
  • Paraca ve malca.
  • Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren.
  • Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.

maddi cihad / maddî cihad

  • Din uğrunda mal ve canla mücadele.

maddi mülkiyet / maddî mülkiyet

  • Maddî mal ve zenginlik.

maden-i desais / maden-i desâis

  • Hile ve aldatmaların kaynağı.

maganim

  • (Tekili: Magnem) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.

magdub

  • Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş.
  • Fık: Gasbolan mal.

magdubun minh

  • Fık: Malı gasbolan kimse.

mağlata ve safsataya düşürme

  • Yanlış ve saçmalığa sürükleme.

magnem

  • (Çoğulu: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.

magrib

  • (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.

mahafir

  • (Tekili: Mihfer) Beller, kazmalar.

mahall-i sadaka

  • Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.

mahamil

  • Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller.
  • Kılınç bağ askıları.
  • İhtimâller.

mahasin

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.

mahbub-u zülkemal / mahbub-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi olan ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahcur / mahcûr

  • Malını kullanmaktan men edilmiş, mal üzerindeki tasarruf yetkisi elinden alınmış kimse.
  • (Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş.
  • Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse.

mahduş

  • Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış.
  • Tırmalanmış.

mahluk / mahlûk

  • Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş. Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok. Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân. Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok, Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.

mahlul

  • Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş.
  • Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.

mahmum

  • Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.

mahref

  • Bostan. Hurmalık.
  • Yemiş sepeti.

mahrum

  • Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak.
  • Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan.
  • İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.

mahşer

  • Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı.
  • Çok kalabalık.

makadir

  • Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler.
  • Muayyen ve mâlum olan kısımlar.

makzi / makzî

  • Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris.
  • Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif old

mal / مال

  • "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) (Farsça)
  • Mal. (Arapça)
  • Servet. (Arapça)

mal müdürü

  • Kazâ mâliye memuru.

mal-i gaybi / mal-i gaybî

  • Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal.

mal-ı habis / mâl-ı habîs

  • Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.

mal-ı haram

  • Haram mal.

mal-i mazmun

  • Emânet olmayan mal.

mal-i menkul

  • Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)

mal-i miri / mal-i mirî

  • Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal.

mal-ı mukaddes / mâl-ı mukaddes

  • Kutsal mal.

mal-ı müşterek

  • Ortak mal, değer.

mal-ı mütekavvim / mâl-ı mütekavvim

  • Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

mal-i natık / mal-i nâtık

  • Canlı mal. (At, deve, koyun gibi)

mal-i uhrevi / mal-i uhrevî

  • Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal.

mal-ı umumi / mâl-ı umumî

  • Herkese ait olan mal.

mal-i zımar

  • Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.

malaya'ni

  • (Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.

malaya'niyyat / mâlâya'niyyât

  • Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık.

maldar

  • Malı mülkü çok olan. Zengin. (Farsça)

male

  • Duvarcı malası. (Farsça)

malezim

  • (Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme.

mali / malî / mâlî / مالى

  • (Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait.
  • Mal ile ilgili. (Arapça)
  • Maliye ile ilgili. (Arapça)

malihulya

  • (Bak: Mâl-i hulya)

malik

  • Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan.
  • Her şeyin sâhibi olan Allah.
  • Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.

malik-i yevmiddin

  • Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.)

malik-i zülkemal / mâlik-i zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve herşeyin gerçek sahibi.

malik-ül mülk

  • Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)

maliki / malikî / mâlikî

  • (Bak: İmam-ı Mâlik)
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse.

maliki mezhebi / mâlikî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.

malikiyet

  • Malik ve sahib olma.

maliyat

  • Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.

maliye / mâliye

  • Mal ile ilgili olan.

maliyet / mâliyet

  • Kıymet. Mâlolma değeri.
  • (Bak. MÂLİYYET)

maliyyun

  • Maliyeci.

malperest

  • Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan. (Farsça)

malum / malûm / معلوم

  • Bilinen. (Arapça)
  • Malûm olmak: Anlaşılmak, bilinmek. (Arapça)

malumatfuruşluk / malûmatfurûşluk

  • Bilgiçlik taslama. (Arapça - Farsça - Türkçe)
  • Malûmatfurûşluk etmek: Bilgiçlik taslamak. (Arapça - Farsça - Türkçe)

malzeme-i cerrahiye-i ruhiye / malzeme-i cerrâhiye-i ruhiye

  • Mânevî ameliyatta kullanılan malzeme.

malzeme-i cihadiye-i vahdaniye / malzeme-i cihadiye-i vahdâniye

  • Allah'ın birliği yolunda mücadele için gerekli malzeme, donanım.

malzeme-i mübareke

  • Bereketli, değerli malzeme.

mamelek / mâmelek

  • Olanca malı.

mamul / mâmul / mamûl / معمول

  • İmal edilmiş, yapılmış.
  • Yapılmış, imal edilmiş. (Arapça)
  • Alışılmış. (Arapça)

mamulat / mâmulât / mamûlat / معمولات

  • Yapılmış ürünler, imâl edilmiş şeyler.
  • İmal edilenler. (Arapça)

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında kalelere ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti.
  • Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.

manzumat

  • Düzenlemeler, sıralamalar.

masarıf / masârıf

  • Masraflar, harcamalar.

masarif / masârif / مصارف

  • Masraflar, harcamalar.
  • Harcamalar. (Arapça)

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

masumiyet-i enbiya / mâsumiyet-i enbiya

  • Peygamberlerin masumluğu, günahsızlığı; ismet sıfatına sahip olmaları.

materyal

  • Gerekli olan bilgi, malzeme.

maun / mâun

  • Eve lâzım şeyler. Ev eşyası.
  • Malın zekâtı.
  • Ufak tefek ihtiyaçlar.
  • Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey.
  • Malın zekatı.
  • Kendisinden faydalanılacak şey, eve gerekli olan şeyler.

maye / mâye / مایه

  • Damızlık.
  • Esas. Temel.
  • Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
  • Para, mal. İktidar. Güç.
  • İlim.
  • Dişi deve.
  • Maya, asıl, esas.
  • Para, mal.
  • İktidar, güç,
  • Bilgi.
  • Dişi deve.
  • Maya. (Farsça)
  • Para. (Farsça)
  • Mal. (Farsça)
  • Güç. (Farsça)

mayedar / mâyedar / مایه دار

  • Mayalı. (Farsça)
  • Paralı. (Farsça)
  • Mal sahibi. (Farsça)
  • Güçlü. (Farsça)

mazahir

  • (Tekili: Mazhar) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler.
  • Nâil olmalar.
  • Şereflenmeler.

mazhar-ı tecelli / mazhar-ı tecellî

  • Tecellilere erişme, yansımalara ayna olma.

me'zun

  • İzinli, izin almış. Salâhiyetli.
  • Diplomalı. İcâzetli.

me'zunin / me'zunîn

  • (Tekili: Me'zun) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.

me'zuniyet

  • Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.

meal / meâl

  • Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.

meal-i icmali / meâl-i icmalî

  • Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.

meazir

  • (Tekili: Mi'zer) Peştemallar.

mebde-i teayyün

  • İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.

mebi' / mebî'

  • Satılmış şey, satılan mal.
  • Satılan veya satın alınan mal.

mecr

  • Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek.
  • Çokluk asker.
  • Akıl.

medbur

  • Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan.
  • Yaralı, mecruh.

meganim

  • Ganimet malları. Harbde alınan mallar.

mehamil

  • Mahmiller.
  • İhtimaller.

mehaş

  • Ev eşyası. Mal, mülk, metâ.

mehasin-i rububiyet / mehâsin-i rububiyet / mehâsin-i rubûbiyet

  • Rablığın güzellikleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.
  • Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.

mehazin

  • Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler.

mehir

  • Nikâh bedeli; nikâh esnasında belirlenen ve erkek tarafından kadına verilmesi gereken mal, değerli eşya veya para.

mehr

  • Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir mal yâhut menfaat.

mehr-i misl

  • Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

mehr-i muaccel

  • Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.

mehr-i müeccel

  • Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.

mekaid

  • (Tekili: Mekide) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.

mekayid / mekâyid

  • (Tekili: Mekide) Hileler, düzenler, aldatmalar.

mekil / mekîl

  • Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.

mekki / mekkî

  • Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.

mektumat

  • (Tekili: Mektume) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir.

melahat

  • Yüz güzelliği. Cemal.
  • Tuzluluk. Tuzlu su.

melak

  • Mala.

melhuzat / melhuzât

  • (Tekili: Melhuz ve Melhuze) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller.

melik

  • Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf.
  • Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)

meliyy

  • Uzun zaman.
  • Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.

melmusat

  • (Tekili: Melmus) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.

memleket

  • (Çoğulu: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt.
  • Şehir. İl, kasaba.
  • Bir insanın doğup büyüdüğü yer.

memluk / memlûk

  • Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr.
  • Birinin malı olan.
  • Birinin malı olan.
  • Kul, köle.

menabir

  • (Tekili: Minber) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler.

menaşir

  • (Tekili: Minşâr) Testereler.
  • (Menşur) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları.
  • Mat: Prizmalar.

menazil / menâzil / منازل

  • Konaklar. (Arapça)
  • Aşamalar. (Arapça)

mennane

  • Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın.

mensucat / mensucât / mensûcât / منسوجات / مَنْسوُجَاتْ

  • Dokumalar.
  • Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar.
  • Dokumalar. (Arapça)
  • Dokuma sektörü. (Arapça)
  • Dokumalar.

mensucat-ı amel / mensûcât-ı amel / مَنْسُوجَاتِ عَمَلْ

  • İş ve davranışların dokumaları.
  • Amel, iş dokumaları (mahsulleri).

mensucat-ı ebediye / mensucât-ı ebediye

  • Sonsuz hayata ait dokumalar.

mensucat-ı gaybiye ve uhreviye

  • Gayba ve âhirete ait dokumalar.

mensucat-ı haririyye / mensucât-ı haririyye

  • İpek dokumalar.

mensucat-ı san'at

  • San'at dokumaları.

merahim

  • (Tekili: Merhamet) Acımalar, merhametler.

meratib-i külliye-i rububiyet

  • Rububiyetin geniş, kapsamlı mertebeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mertebeleri.

merz

  • Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak.

meşagil

  • Meşguliyetler ve çalışmalar.

meşagil-i uhreviye

  • Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar.

mesai / mesâi / مساعى

  • Çalışma. Çalışmalar.
  • İş zamanı.
  • Çalışmalar.
  • Çalışmalar, emekler.
  • Çalışma, çalışmalar. (Arapça)

mesai-i cemile

  • Güzel çalışmalar.

mesai-i diniye

  • Dinî çalışmalar.

mesai-i manevi / mesai-i mânevi

  • Mânevî çalışmalar.

mesarif / mesârif / مصارف

  • Harcamalar. (Arapça)

meşmeşiye

  • Normal göze görünmeyen misalî bir âlem.

meşruhat / meşrûhât / مشروحات

  • Açıklamalar, izahlar.
  • Açıklamalar. (Arapça)

meta / metâ / متاع

  • Satılacak mal, eşya.
  • Sermaye.
  • Ticarî değer, değerli mal.
  • Ticaret malı.
  • Mal, eşya. (Arapça)

meta' / مَتَاعْ

  • Fayda. Menfaat.
  • Kıymetli eşya. Tüccar malı.
  • Ticaret malı.

meta-ı zehr-alud / metâ-ı zehr-âlûd

  • Zehirli mal.

meta-ul gurur

  • Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.

mevad

  • Maddeler, malzemeler.

mevalid / mevâlid

  • Mevlidler, doğmalar.

mevaris / mevarîs

  • Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar.

mevaşi / mevâşi

  • Davar ve mal gibi hayvanlar (koyun, keçi, öküz, inek...)

mevhube

  • Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.

mevkufat

  • (Tekili: Mevkufe) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para.
  • Vakfedilmiş mal, emlâk.
  • Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.

mevla

  • Sahib. Rabb.
  • Efendi. Köleyi âzad eden.
  • Şanlı. Şerefli. Mâlik.
  • Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.).
  • Terbiye eden, mürebbi.
  • Yardımcı, muavenet eden.
  • Dost ve komşu.
  • Azâd olan.

mevsuf-u zülkemal / mevsûf-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah.

mevzun / mevzûn

  • Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.

meylülistikmal

  • Olgunluğa erme eğilimi, arzusu; birşeyin olgunluğa, kemâle erme istek ve arzusu.

meyzer

  • (Çoğulu: Meyâzir) Peştemal.

mezad / mezâd

  • Mezat, artırmalı satış.

mezahib-i erbaa / mezâhib-i erbaa

  • Dört mezhep: Hanefî, Şafiî Malikî, Hanbelî.
  • Dört mezhep; Hanefî, Şâfî, Mâlikî, Hanbelî mezhepleri.

mezheb

  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mezun / مأذون

  • İzinli. (Arapça)
  • Diplomalı. (Arapça)

mi'zer

  • (Çoğulu: Meâzir) Peştemal.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

mıkrame

  • Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal.

milk

  • Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.

millet

  • Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
  • Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.

milvat

  • Mala.

mim

  • Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır.
  • Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir.
  • Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir.<

minber

  • Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.

miras / mîrâs

  • Ölen kimsenin yakınlarına kalan malı.
  • Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.
  • Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.

mirba

  • Ganimet malının dörtte biri.

mirfak

  • Dirsek.
  • Mutfak. Kiler.
  • Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.

miri / mîrî

  • Devlete ait, devlet malı.
  • Devlet malı.

miri malı / mîrî malı

  • Devlete ait mal, kamu malı.

miri toprak / mîrî toprak

  • Beytülmâle yâni devlete âit toprak.

mis'

  • Şimal yeli, kuzey rüzgârı.

misem

  • Dağlama eseri.
  • Dağ yapılan âlet.
  • Güzelin çehresindeki cemâl eseri.

miskal

  • Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.)

miskin

  • Aciz, zavallı, beceriksiz, hareketsiz.
  • Cüzzamlı.
  • Mal ve mülkü olmayan, kendini idareden âciz, yoksul.
  • Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı.
  • Cüzzam hastası.
  • Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.

misli / mislî

  • Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.

mısr

  • (Çoğulu: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil.
  • Memleket. Şehir.
  • Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi.
  • Bir hububat adı.

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

mizac-ı akl

  • Akıl yapısı, normal akıl.

mizah

  • Şaka, lâtife.
  • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)

mızya'

  • Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.

mu'aşeret / mu'âşeret

  • İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar.

mu'cizat-ı rububiyet / mu'cizât-ı rububiyet

  • Rablık mu'cizeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mu'cizeleri.

mu'cize-i mensucat

  • Mu'cize dokumalar; nakış nakış dokunmuş olan ve her birisi Allah'ın mu'cizesi olan varlıklar.

mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mucize olan.

mu'kır

  • Malı mülkü çok olan kimse.

mü'min-i kamil / mü'min-i kâmil

  • Kemâl ve fazilet sahibi mü'min.

muahedat

  • (Tekili: Muâhede) Muâhedeler, antlaşmalar.

muahezat

  • (Tekili: Muâheze) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar.
  • Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.

muahid

  • Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri.
  • İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim.

mualecat

  • Tedâviler, ilâç kullanmalar.
  • Bir hususta çalışmalar.

muamelat-ı zahiriye / muâmelât-ı zâhiriye

  • Görünürdeki uygulamalar.

muar

  • Ödünç alınmış olan mal.

muarekat

  • (Tekili: Muâreke) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar.

mübahasat

  • (Tekili: Mübâhese) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.
  • Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.

mübahesat / mübâhesât / مباحثات

  • Söz etmeler, konuşmalar.
  • Tartışmalar. (Arapça)

mübahesat ve münakaşat-ı ilmiye

  • İlmî tartışma ve konuşmalar.

mübalağat / mübalâğat

  • Aşırılıklar, abartmalar.

mübayaat

  • (Tekili: Mübâyaa) (Bey'at. dan) Satın almalar.

mübtezel / مبتذل

  • Ele ayağa düşmüş. (Arapça)
  • Orta malı. (Arapça)
  • Çok bulunan. (Arapça)

mücadelat

  • (Tekili: Mücadele) (Cedel. den) Savaşmalar, mücâdeleler.

mücahedat / mücâhedât

  • Din için savaşmalar.

mücahidin / mücahidîn

  • (Tekili: Mücahid) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çalışan, çarpışanlar.

mücaveze

  • Haddinden ileri geçmek. Normali aşmak. Bir şeyin, hadd-i itidâli geçmesi.
  • Birini suç ve günahı ile muâheze eylemeyip görmemezlik ile afv ve müsamaha eylemek.

mücaz

  • (Cevaz. dan) Câiz görülmüş, yapılabilir, uygun ve muvafık görülmüş.
  • Diplomalı. İcazet almış. Kendisine icazet verilmiş.

mücazat / mücâzât

  • Cezalandırmalar.

mücteba / müctebâ

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.

müdafaat / müdâfaat / müdâfaât

  • Müdafaalar. Karşı hücuma mukabil müteaddit def'edici hareketler. Savunmalar.
  • Savunmalar.
  • Savunmalar.

müdafaat-ı hapsiye

  • Hapis savunmaları.

müdafaat-ı ilmiye

  • Delil ve bilime dayanan müdafaalar, savunmalar.

müdafaat-ı kat'iye

  • Kesin olan savunmalar.

müdafaat-ı kat'iye ve hakikiye

  • Doğru ve tereddüde imkân bırakmayan savunmalar.

müdahalat

  • (Tekili: Müdahale) Müdahaleler, karışmalar, araya girmeler.

müdam

  • Devam eden. Sürekli. Dâim ve bâki olan.
  • Mübtelâ olan. (Her nefeste Allah adın de müdamAllah adı ile olur her iş temamSüleyman Çelebi)

mudarebat

  • (Tekili: Mudarabe) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müddet-i ma'lume

  • Malum olan ve bilinen zaman.

müdehharat / müdehharât

  • İstif edilmiş, yığılmış ni'metler. Biriktirilmiş mallar.

müdellis

  • Sattığı malın kusur ve ayıbını müşteriden saklıyan.

müdemlic

  • (Çoğulu: Demâlic) Yuvarlak nesne.
  • Yumuşak nesne.

müdhamme

  • Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan koyu yeşil renkte görünen bahçe.

mudi'

  • Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.

müessel

  • Müebbed. Devamlı.
  • Mal, mülk.

müfarakat

  • Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek.
  • Fık: Karı-kocanın talâk veya fesh ile birbirlerinden ayrılmaları.
  • Ayrılmalar.

mufassal

  • Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.

mufazzaz

  • Gümüş kaplamalı, gümüşlü.

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müftereyat

  • Uydurmalar.

muhaberat

  • Haberleşmeler, konuşmalar.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhaddiş

  • Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.

muhadeşe

  • Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.

muhadiş

  • Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.

muhafızlık

  • Korumalık.

muhakemat / muhâkemat / محاكمات

  • Hüküm yürütmeler. (Arapça)
  • Yargılamalar. (Arapça)

muhakeme-i akliye

  • Akıl yoluyla geniş araştırmalar yaparak bir hükme ulaşma.

muhalaa / muhâlaa

  • Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması.

muhalat / muhâlât

  • Muhaller, imkânsız olmalar.

muhalatat / muhalatât

  • Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.

muhallef

  • Bir ölünün bıraktığı mal.
  • Geride kalan.

muhalün bih

  • Fık: Birine havale olunan mal.

muharebat / muhârebât

  • (Tekili: Muhârebe) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
  • Savaşmalar.

muharriş

  • Tırmalayan, azdıran, tahriş eden.

muhassala-i mesai

  • Çalışmalardan elde edilen netice.

muhasser vadisi / muhasser vâdisi

  • Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken durmamaları gereken yer.

muhatabat

  • (Tekili: Muhâtaba) Konuşmalar.

muhatara

  • Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak.
  • Zarar. Ziyan. Korku.
  • Tehlike ve zarar ihtimali olan.

muhaverat / muhaverât / muhâverât

  • (Tekili: Muhavere) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
  • Karşılıklı konuşmalar.
  • Konuşmalar.

muhaverat-ı ehl-i islam / muhaverât-ı ehl-i islâm

  • Müslümanların fikir, görüş alış-verişleri, birbiriyle konuşmaları.

muhavere-i temsiliye

  • Diyalog tarzında kıyaslamalı benzetme.

mühayee / mühâyee

  • Müşterek (ortak) bir mal, bâki (sâbit) kalmak üzere bu malın menfeatini taksim etmek.

muhazat-ı nisa

  • Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)

muhhakemat / muhhakemât

  • Akıl yürütmeler, hüküm çıkarmalar.

mühimmat / مهمات

  • (Tekili: Mühimm) Mühimler. Lüzumlu olanlar.
  • Harp malzemesi.
  • Savaş malzemesi. (Arapça)

mühimmat-ı askeriye / mühimmât-ı askeriye

  • Askeri malzeme.

muhkem

  • Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış.
  • Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.

muhkemat-ı kur'aniyye

  • Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya

mühmel / مُهْمَلْ

  • İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış.
  • Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış.
  • Boşlanmış.
  • Edb: Noktasız harf, noktasız harflerle yazılmış olan.
  • Ebcedde: Noktasız harflerin hesabı ile çıkan tarih.
  • Başıboş, ihmal edilmiş.
  • İhmal edilmiş, bırakılmış.
  • İhmâl edilen.
  • İhmâl edilmiş, bırakılmış.

mühmil

  • İhmâl eden, boşlayan.

muhrez

  • Kazanılmış, elde edilmiş.
  • Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.

muhtekir

  • İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan.
  • Kıymetlensin diye mal saklayan vurguncu.

muhtelis

  • Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan.

muhtemel

  • İhtimal dahilinde.

muhtemelat

  • (Tekili: Muhtemel) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler.

muhtemelen

  • İhtimal dahilinde olarak.

mühtezim

  • Bir kimsenin malını zorla alıp gasbederek zulmeden.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

mükalemat / mükâlemat

  • (Tekili: Mükâleme) (Kelâm.dan) Mükâlemeler, konuşmalar.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mükatebat / mükâtebat

  • (Tekili: Mükâtebe) Mektuplaşmalar, mükâtebeler, yazışmalar.

mükatebe / mükâtebe

  • Yazışma. Mektuplaşma. Birbirine yazma.
  • Fık: Azâd edilmesi, bazı şartlara -mal kazanmak veya bir müddet hizmet etmek gibi neticeye- bağlı olan köle veya câriye ve bu azad hususunda yapılan mukavele.

mukatelat

  • (Tekili: Mukatele) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler.
  • Vuruşmalar, düello yapmalar.

mukattaat

  • (Tekili: Mukattaa) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler.
  • Kısaltmalar.
  • Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler.
  • Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.

mukattaat-ı huruf

  • Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları.
  • Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler.

mukayada satışı / mukâyada satışı

  • Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.

mükemmel

  • Tamam. Olgun. Noksansız. Eksiksiz. Kemal bulmuş. Kemale erdirilmiş. Çok iyi.

mükemmil

  • İkmâl eden. Tamamlayan. Tamamlayıcı.

mukıll

  • Malı az olan. Fakir.

mukim / mukîm

  • Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.

müksir

  • (Kesret. den) Çoğaltan, iksâr eden.
  • Çok mala sahib olan.

muktatafat

  • (Tekili: Muktataf) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler.

muktesid

  • İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan.

mülatafat

  • (Tekili: Mülâtafa) Lâtifeler, mülâtafa etmeler, şakalaşmalar.

mülhakat

  • (Tekili: Mülhak) Bir merkeze bağlı veya ait olan yerler.
  • Ekler, ilâveler, katmalar.

mülk

  • Mal. Yer. Bina.
  • Hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu.
  • İzzet, azamet, şevket.
  • Bir şeyin dış yüzü.
  • İnsanın sahip ve malik olduğu şey.
  • Akıl sahiplerini tasarruf etmek.
  • Mâlik olmak.
  • Mal, sahip olunan şey.

mülk şirketi

  • İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp ortak olmaları.

mülk-i habis / mülk-i habîs

  • Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

mülkiyet

  • Mal sahipliği.

mümaresat

  • Mümâreseler. Alıştırmalar, bir işi devamlı yapmakla alıştırmalar. Ustalıklar. Melekeler.

mümevvel

  • (Mal. dan) Zengin.

mümteniat-ı adiye / mümteniât-ı âdiye

  • Normalde imkânsız olan şeyler.

münaferat

  • Nefret etmeler, karşılıklı soğuk davranmalar.

münafese

  • Başkasında görülen bir kemale imrenip ona yetişebilmek ve daha ileri gidebilmek için, nefislerin nefâsette, iyi şeylerde yarışması hissidir ki, nefsin şerefinden ve uluvv-i himmetinden neş'et eder. Hased ile arasında fark açıktır. Hased eden kimse, kemâle düşmandır; hased ettiği kimsenin zararından,

münahebe

  • Malı yağmalama.

münakaşat / münâkaşât

  • Tartışmalar.
  • Sertçe tartışmalar.

münakehat

  • Nikâhlanmalar.
  • Fık: Nikâhla alâkalı olan bahisler.

münasebet-i adiye / münasebet-i âdiye

  • Normal, sıradan ilişki.

münaza'at / münaza'ât / منازعات

  • Çatışmalar, çekişmeler. (Arapça)

münazaralı

  • Tartışmalı.

münazarat / münâzarât

  • Tartışmalar.

münazarat-ı ilmiye

  • İlmî münazaralar, tartışmalar.

münazarat-ı nefsiye / münâzarât-ı nefsiye

  • Nefisle yapılan tartışmalar.

müntahil

  • Başkasının eserini kendi malı imiş gibi gösteren.

munzic

  • Hazmettirici, sindirici.
  • Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren.
  • Kemâle eren, inzâc eden.

murabaha / murâbaha

  • Bir malı kâr ile satmak.
  • Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek.
  • Fâiz ile para alıp vermek.
  • Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile satmak.

murakka / مرقع

  • Yamalı. (Arapça)

murakka'

  • (Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış.

müraselat / müraselât / مراسلات

  • Mektuplaşmalar. Resmi mektuplar.
  • Mektuplaşmalar. (Arapça)

murassa'

  • Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı.
  • Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş.
  • Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit.
  • Bir nevi yazı.

müreddede

  • İhtimâller arasında bırakılan, tereddüt içinde bulunan.

mürselin / mürselîn

  • Gönderilenler. Peygamberler. Allah tarafından insanların doğru yola çıkarılmaları için gönderilen elçiler.

mürşid

  • İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları terbiye eden, âlim ve velî.

mürşid-i kamil / mürşîd-i kâmil

  • Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

musa

  • Vasiyet olunan mal.
  • Menfaat.

müsabakat / müsâbakât

  • Yarışmalar.

müşacerat

  • (Tekili: Müşacere) Dövüşmeler, vuruşmalar, kavgalar.

musademat

  • Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.

müsademat / müsâdemât

  • (Tekili: Müsademe) Vuruşmalar, birbirine çarpmalar. Müsademeler.
  • Çarpışmalar.
  • Çarpışmalar, vuruşmalar.

musademat-ı azime / musademat-ı azîme

  • Büyük çarpışmalar, çalkantılar.

müsademat-ı azime / müsademat-ı azîme

  • Büyük çarpışmalar.

müsadere / مصادره

  • Mal varlığına el koyma. (Arapça)
  • Müsadere edilmek: Mal varlığına el konulmak. (Arapça)
  • Müsadere etmek: Mal varlığına el koymak. (Arapça)

müsadere etmek

  • Suç karşılığı olarak, malın tamamına ya da bir bölümüne el konulması.

müşafehat

  • (Tekili: Müşafehe) (Şefe. den) Konuşmalar, dudak dudağa yakından konuşmalar.

müşahedetullah

  • Varlıklar üzerinde Allah'ın isim ve sıfatlarının yansımalarını gözlemleme.

musalahat

  • (Tekili: Musâlaha) (Sulh. dan) Karşılıklı anlaşmalar. Barışlar.

müsamahakar / müsamahakâr

  • Müsamaha eden. Göz yuman, hoş gören, görmemezlikten gelen. (Farsça)
  • Aldırmayan, ihmalci. (Farsça)

müsamahat

  • (Tekili: Müsamaha) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler.

müşebbek

  • (Şebek. den) Ağ ve kafes gibi örülmüş olan. Küçük tahta parçalarından yapılan oymalı kafes.

müsennem

  • Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan.
  • Ev çatısı veya dam şeklinde olan.

müsrif

  • Boş yere malını harcayan, tutumsuz, Allah'ın (C.C.) razı olmayacağı şeylere parasını, malını ve zamanını harcayan.

müşrif

  • Yükselen, çıkan.
  • Ölüme pek yakın bulunan.
  • Etrafa bakan, etrafı gören.
  • Vakıf malı koruyan kimse.

müsta'lim

  • (İlm. den) Mâlumat ve bilgi isteyen.

müsta'mil

  • İstimal eden, kullanan.

müstahlib

  • (Halb. dan) Tırmalayan.

müstahmil

  • (Haml. dan) Yüklenen, istihmâl eden.

müste'di / müste'dî

  • Birinin zulmüne karşı başka birinden yardım dileyen.
  • Birini sıkıştırıp malını zorla alan.

müste'min

  • Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş.
  • Canının bağışlanması şartiyle teslim olan.
  • Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bu

müstear

  • (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.
  • Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.

müstekmil

  • (Kemâl. den) Tam ve olgun bir hâle getiren. Eksiksiz olarak bitiren.

müstenfik

  • Başkalarını beslemek için malını sarfeden.

müşteri

  • Malı parayla alan. Satılan malı alan.
  • Bir yıldız ismidir. Jüpiter.
  • İstekli, arzulu.

müstetbeat

  • Edb: Söze, kelâma tâbi olan mânalar. Sözdeki telvihat ve telmihat. Söz söylerken arasında işaretle anlatmalar.

müsveddat

  • (Sevvad. dan) Müsveddeler, karalamalar, taslaklar.

mutaffif

  • Alış verişde hilekârlık eden. Fazla alıp noksan mal veren.

mütalaat / mütalaât

  • (Tekili: Mütalaa) Düşünceler. Tedkik etmeler. Okumalar. Mütalaa.

mutaredat

  • (Tekili: Mutarede) Saldırmalar, vuruşmalar, çarpışmalar.

mutasarrıf

  • Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi.
  • Eskiden, vilâyetten küçük olan Sancağın en büyük idâre âmiri.

mutayebat

  • (Tekili: Mutâyebe) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar.
  • Şakalaşmalar, lâtife yapmalar.

mütecemmil

  • Cemal kesbeden, zinetlenen, süslenen, donanan.

mütefavvız

  • Mal sahibi olan.
  • Üstüne alan.

mütefevviz

  • Tefevvüz eden, uhdesine alan.
  • Gayr-i menkul malların tasarruf hakkını üzerine alan.

mütehaddiş

  • Iztırab çeken.
  • Tırmalanan, tahaddüş eden.

müteharriş

  • Tırmalanan, tırmıklanmış olan, tırmık yiyen.

mütekamil / mütekâmil

  • Kemâlli, olgun, tekâmül etmiş olan.
  • Kemâle erişmiş, olgun, üstün.

mütekamilane / mütekâmilâne

  • Olgunluk ve kemâlât göstererek. Olgunlukla. (Farsça)

mütekavvim mal

  • Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.

mütekemmil

  • (Kemal. den) Olgunlaşan, tekemmül eden. Eksiği kalmayan.

mütekemmilin / mütekemmilîn

  • (Tekili: Mütekemmil) (Kemâl. den) Olgunlaşanlar, kemale erenler, tekemmül edenler.

mütela'simane

  • Saçmalayarak, kemküm ederek. (Farsça)

mütelakkım

  • Lokma yutan. Lokmalayan.

mütemehhil

  • Yavaş yavaş, aşamalı şekilde.

mütemellik

  • (Mülk. den) Mülk edinen, temellük eden. Malın sâhibi olan.

mütemevvil

  • (Çoğulu: Mütemevvilin) (Mâl. den) Zengin. Mal mülk sâhibi.

mütemevvilin / mütemevvilîn

  • (Tekili: Mütemevvil) Mal mülk sâhibleri. Zenginler.

mütevatir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.

mutlak kemal / mutlak kemâl

  • Genel mânâda kemâl, olgunluk; yani kemâl kelimesinin teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylerine bakmaksızın konulduğu genel mânâsına, "mutlak kemâl" denir.

muvasalat / muvâsalât

  • Kavuşmalar, ulaşmalar.

muvatta / muvattâ

  • (Bak: İmam-ı Mâlik)
  • İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin, derlediği (topladığı) hadîs kitâbı.

müyun

  • Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler.

müzayede

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.

müzerkeş

  • Altın sırmalı. Sırma ile işlenmiş.

na'lin

  • Altı deri, üstü açık ve tasmalı ayakkabı.

na-binayan

  • (Tekili: Na-bina) Gözü görmeyenler, a'mâlar, körler.

na-binayi / na-binayî

  • Körlük, a'mâlık. (Farsça)

na-reşid

  • Kemâle ermemiş, olgunlaşmamış. (Farsça)

nadi

  • Nidâ eden, haykıran, çağıran.
  • Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri g

nafile

  • Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş.
  • Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan.
  • Torun.
  • Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.

nahil

  • Hurma ağaçları, hurmalık.
  • Hurma ağacı.
  • Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde alayla götürülür ve gelin odalarına süs olarak konurdu.

nahlistan / نخلستان

  • Hurma fidanlığı, hurmalık. (Farsça)
  • Ağaçlık, fidanlık. (Farsça)
  • Hurmalık. (Arapça - Farsça)

nahliye

  • Hurmalar.

naim

  • Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal.
  • Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası.

nakdine

  • Hazır ve peşin para.
  • Kıymetli ve değerli mal.

nakliyat / nakliyât

  • Taşımalar.

namık kemal

  • (Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, "Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlar

narh

  • Çarşıda pazarda satılan her türlü mal için hükûmet tarafından konulan fiyat.

nass

  • Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil.
  • Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide.
  • Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakle

natık

  • Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen.
  • Altın ve gümüş gibi olan mal.

natul

  • İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su.

nazar değmesi

  • Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

neceş

  • Müşteri kızıştırmak, bir malı satın almaya niyeti olmadığı hâlde alacakmış gibi malın fiyatını yükseltmek.

nefel

  • Düşmandan alınan mal, ganimet.
  • Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.

nefl

  • Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile.
  • Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek.
  • Yemin etmek.

nefy-i mülk

  • Bir malın başkasına ait olduğunu söyleme.

nehb

  • Yağma, yağmacılık, çapul.
  • At oynatmak, koşturmak.
  • Kahr ile bir kişinin malını elinden almak.

nema / nemâ

  • Malın artması, çoğalması. Ziyâdeleşen mala nâmî denir.

nesaic

  • (Tekili: Nesice) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular.

neşeb

  • Mal, mülk.

neşr

  • Âhirette, ölülerin diriltilip, hesâbları görüldükten sonra, cennetliklerin Cennet'e ve cehennemliklerin Cehennem'e dağılmaları.
  • Yayma, dağıtma.

neyseb

  • Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.

nı'me

  • (Çoğulu: Niam) Mal.
  • Sanat.

ni'me-l mevla

  • Ne iyi sâhib ve mâlik, ne iyi Allah (C.C.)

nihab

  • (Tekili: Nehb) Çapullar, yağmalar.

nikam

  • (Tekili: Nikmet) İntikamlar, öc almalar.

nikar / nikâr

  • Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

nimet-i rabbaniye / nimet-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın nimet ve ihsanı.

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

niseb

  • Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler.

nitak

  • Kemer, kuşak.
  • Kuşak yeri.
  • Peştemal.

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

nüd'e

  • Mal çokluğu.
  • Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı.
  • Et köpüğünün üstü.
  • İç yağı.

nüfuş

  • Yabana yayılmak.
  • Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.

nühbe

  • Gadapla ve kahirle cebren alınan mal.

nükul / nükûl

  • Dönme, cayma, vazgeçme; bir malı satın aldıktan sonra vazgeçerek satıcıya geri verme.

nukuş-u tecelliyat / nukuş-u tecelliyât

  • İlâhî yansımaların ve görünmenin nakışları.

nümüvv-ü tabii / nümüvv-ü tabiî

  • Tabiî ve normal bir süreçte meydana gelen gelişme.
  • Normal şartlar altında büyüyüp gelişme.

nur-u cemalullah / nur-u cemâlullah

  • Allah'ın cemâlinin nuru.

nur-u rabbani / nur-u rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın nuru.

nüsuc / nüsûc

  • Dokumalar.

nüsur

  • (Tekili: Nesr) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar.
  • Çok çocuk doğuran kadın.

nüşur / nüşûr

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama
  • Yaymalar, dağıtmalar.

nutuf

  • (Tekili: Nutfe) Nutfeler, dölsuları, spermalar.

nüzera

  • (Tekili: Nezir) Doğru yola getirmek için korkutmalar.

nüzul

  • İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak.
  • Nüzül, felç hastalığı.
  • Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.

ömer ibn-i abdülaziz

  • (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

ömr-ü tabii / ömr-ü tabiî

  • Ortalama, normal yaşama müddeti.

öşür

  • Tek yıllık ürün veren buğday gibi mallardan alınan onda bir ölçüsünde zekât.

pamal / pâmâl / پامال

  • Ezilmek, çiğnenmek. (Farsça)
  • Pâmâl olmak: Ezilmek, çiğnenmek, ayaklar altında kalmak. (Farsça)

para

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.

Payidar / pây-dâr /

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pây-dâr kalacaktır”

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk


payidar / pâyidâr

  • İyice yerleşmiş, sağlam, sürekli.

    “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk


paymal

  • (Pâyimal) Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş. (Farsça)

pazarlık etmek

  • Alış-verişte satan ile alan arasında malın fiyâtı veya bir işin ücreti husûsunda yapılan anlaşma.

pençe

  • El ayası ile beş parmağın tamamı. (Farsça)
  • Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. (Farsça)
  • Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. (Farsça)
  • Mc: Kuvvet. Savlet, satvet. (Farsça)

perakendegu / perakendegû

  • Saçma sapan konuşan. Saçmalayan. (Farsça)

perh

  • Hisse, pay. (Farsça)
  • Değersiz mal. (Farsça)

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

peştemal / پشتمال

  • Peştemal, hamam havlusu. (Farsça)

piştahta

  • Çekmece. Küçük sandık. (Farsça)
  • Mal serilen yer, vitrin. (Farsça)

propaganda

  • Bir fikri, ya da malı beğendirmek için yapılan ilân, reklâm.
  • Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat. (Fransızca)

puhtegi / puhtegî

  • Olgunluk, kemalât, pişkinlik. (Farsça)

pür

  • Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) (Farsça)
  • Sâhib, mâlik. (Farsça)

püştmal

  • Peştemal. (Farsça)

püştvare

  • Bir hamal yükü. Bir arkalık yük. (Farsça)

ra'c

  • Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.

rab

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Sâhib, mâlik, terbiye eden.

rabb

  • Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.)
  • Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend.

rabb-i azim / rabb-i azîm

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-ül mal

  • Mal sâhibi. Sermaye sâhibi.

radh

  • Az bir şey verme. Az verilen şey.
  • Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal.

ragabat

  • Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar.

rahimehullah

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumullah denir.

rahin

  • Rehin veren, malını rehine koyan.
  • Sâbit, dâim, devamlı.
  • Devenin ve adamın zayıfı.

rahmet-i rububiyet / rahmet-i rubûbiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın rahmeti.

raic-i mal

  • Malın değeri.

rasn

  • İkmal etmek, tamam etmek, muhkem kılmak.

recefe

  • Zelzele.
  • Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

rehavet

  • Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık.

rehn

  • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

rejim-i bid'akarane / rejim-i bid'akârâne

  • Bid'aları, dinin aslından olmayan zararlı âdet ve uygulamaları getiren rejim.

remel

  • (Çoğulu: Ermâl) Yelmek.
  • Yağmurun az yağması.
  • Vahşi sığırın ayağında olan hatlar.

remz / رمز

  • Sembol, işaret. (Arapça)
  • İmalı konuşma. (Arapça)

reşehat-ı meziyat / reşehât-ı meziyât

  • Meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları.

reşid / reşîd

  • Doğru yolda giden, hak yolunda olan.
  • Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun.
  • Büluğ çağına girmiş kimse.
  • Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden.
  • Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

revacdar / revacdâr

  • Sürümlü ve revâcda olan mal. (Farsça)

riba / ribâ

  • Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir.
  • Faiz.
  • Muamelede meşru miktardan tecavüz.
  • Bir şeyin artması, çoğalması.
  • Verilen borç para veya mal karşılığında
  • Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal.

rıhtım

  • Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı. (Farsça)

rihve-i mehmuse harfleri

  • "Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin" Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.

rıka

  • Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları.
  • Kısa mektublar.
  • Yamalar.
  • İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler.

rikaz

  • Yer altında bulunan madenler.
  • Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal.

rimm

  • (Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi.
  • Yer.
  • Çok mal.

rişvet

  • Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para.

rivayet yolu / rivâyet yolu

  • İctihâdda Medîne-i münevvere halkının âdetlerini kıyastan üstün tutan. Hicâz âlimlerinin yolu. Rivâyet yolundaki müctehidlerin büyüğü İmâm-ı Mâlik rahmetullahi aleyhtir.

rızkıfıtri / rızkıfıtrî

  • Yaşamak için gereken normal rızık.

rızkımecazi / rızkımecazî

  • Alışkanlık sebebiyle ihtiyaç hâline gelen anormal rızık.

rü'yet-i cemal / rü'yet-i cemâl / رُؤْيَتِ جَمَالْ

  • Allah'ın cemalini görme.

rü'yet-i cemal-i ilahi / rü'yet-i cemâl-i ilâhî / رُؤْيَتِ جَمَالِ اِلٓهِي

  • Allah'ın cemalini görme.

rububiyet

  • Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti.
  • Artırmak. Ziyade kılmak.
  • Rablık; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i ilah / rububiyet-i ilâh

  • İlâhî Rablık; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i ilahiye / rubûbiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i mutlaka-i ilahiye / rububiyet-i mutlaka-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye ve idare etmesi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i sermediye

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi.

rücum

  • (Tekili: Recm) Taşa tutmalar, taşlamalar.

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

rum

  • Anadolu.
  • Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler.
  • Romalı.

rümle

  • (Çoğulu: Ermal-Rumul) Siyah hat.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.
  • Hak, doğru yol. Allahü teâlânın birliği (tevhid) inancı.
  • Aklın kuvvetli ve tamam olması. Malını dînin ve aklın beğendiği yere sarf etmek, boş yere harcamamak, telef etmemek.

rüşvet

  • Bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.
  • Haksız yere para, mal v.s. almak veya vermek.

rüyet-i cemal-i ilahiye / rüyet-i cemâl-i ilâhîye

  • Allah cemâlini görme.

rüyet-i cemalullah / rüyet-i cemâlullah

  • Allah'ın cemâlini görme.

rüyet-i ilahi / rüyet-i ilâhi

  • Allah'ın cemâlini görme.

sabahat

  • Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.

sadaka

  • Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.)
  • Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
  • Zekât.
  • Ganîmet.

sadaka-i fıtır

  • İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın v

sadaka-i fıtr

  • Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri

sademat / صدمات

  • (Tekili: Sadme) Vuruşlar, patlamalar.
  • Ansızın başa gelen belâlar.
  • Sadmeler, çarpmalar, darbeler. (Arapça)
  • Musibetler. (Arapça)

şadırvan

  • Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.

safahat / safahât / صفحات

  • Sayfalar, alanlar, aşamalar.
  • Aşamalar. (Arapça)

safsata-i nefis

  • Nefsin safsatası, nefsin yalan ve uydurmaları.

safsatiyat / safsatiyât

  • Safsatalar, uydurmalar.

sagat

  • Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır.

sahc

  • Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi.
  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

sahib / sâhib

  • (Sohbet. den) Sohbet edilen kimse.
  • Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan.
  • Bir iş yapmış olan.
  • Bir vasfı olan.

sahib-i kemal / sâhib-i kemâl

  • Kemal sahibi, olgun insan.

sahib-i mal

  • Mal sahibi.

sahib-kemal

  • Olgun, kemal sahibi. (Farsça)

sahib-ül yed / sâhib-ül yed

  • Mal sahibi, malı elinde tutan kimse.

sahibe / sâhibe

  • (Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın.

sahibü'l-ihlas ve'n-nur ve'l-kemal ve'l-irşad / sahibü'l-ihlâs ve'n-nur ve'l-kemal ve'l-irşad

  • İhlâs, nur, kemâl ve irşad sahibi.

sahibülyed

  • Malı elinde tutan kimse.

şahnişin

  • Şahların oturmalarına lâyık yer. (Farsça)
  • Evin sokak üzerine olan çıkmaları. (Farsça)

salsale

  • Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.

sanayi' şirketi / sanâyi' şirketi

  • İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.

sani-i zülkemal / sâni-i zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah.

şantiye

  • Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. (Fransızca)
  • Gemi tezgâhı. (Fransızca)

sarfiyat / صرفيات

  • Harcamalar, kullanımlar, giderler.
  • Harcamalar. (Arapça)
  • Salgılar. (Arapça)

şari' / şâri' / şârî'

  • Kanun koyucu; kullarına yapmaları ve yapmamaları gerekli davranışlarla ilgili kanun ve kurallar koyan Allah.
  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

şayet

  • ("Lâyık, yaraşır, şâyân" mânâsına gelen "Şâyesten" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: "Eğer, belki, olur ki" gibi. (Farsça)

sayyihani / sayyihanî

  • Medine hurmalarından bir cins.

sebeb-i adi / sebeb-i âdi

  • Sıradan, normal.

sebg

  • Nimet bolluğu.
  • Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak.

şecaat / şecâat

  • Yiğitlik, öfke duygusunun normal derecesi.

secahat

  • Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.

sech

  • Tırmalama.
  • Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

sedn

  • Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi.

şefaat

  • Şefaat etmek. Af için vesile olmak.
  • Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
  • Bağışlanmasını dileme, birine arka olma.
  • Peygamberlerin ve velilerin kıyamette günah-kâr müminlerin bağışlanması için Allah katında dilekte bulunmaları.

sefahet / sefâhet

  • Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.

şefi'

  • Şefaat eden.
  • Satılacak bir mal için satın almada üstünlük hakkı olan.

sefih / sefîh

  • Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan.
  • Zevk ve eğlenceye düşkün, sefahata düşmüş, malını düşünmeden harcayan.
  • Malını dînin ve aklın uygun görmediği yere harc eden, aklı az olan.

sefk-i dima / sefk-i dimâ

  • Kan dökmeler, akıtmalar.

sehavet / sehâvet

  • Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet almak.

sekal

  • (Çoğulu: Eskâl) Misafir.
  • Mal, mülk, metâ.
  • Ev metaı, ev eşyası.
  • İns ve cinnin bir ünvanı.

seleb

  • Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar.
  • Kişinin malı mülkü ve metâı.

selem

  • Teslim etmek.
  • Ayıplardan uzak olmak.
  • Selef.
  • Peşin para ile veresiye mal alma.
  • İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu
  • Peşin para ödeyip, malı daha sonra almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.

şemail

  • (Tekili: Şimal) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.

şemal

  • (Çoğulu: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel.
  • Ahlâk.
  • Kılıç.

semale

  • (Çoğulu: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık.
  • Tereyağı.
  • Araptan bir kabile.

semavat / semâvât

  • (Tekili: Sema) Gökler, semalar.
  • Semalar, gökler.

semen

  • Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.

semen-i misl

  • Satılan malın piyasadaki fiyatı.

semen-i müsemma / semen-i müsemmâ

  • Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.

semen-i rayic / semen-i râyic

  • Bir malın o günkü değeri.

seml

  • (c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak.
  • Göz çıkarmak.
  • Pâk edip temizleyip arıtmak.

semlak

  • (Çoğulu: Semâlik) Düz, yüksek yer.

şems-i kemalat / şems-i kemâlât

  • Kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı.

şems-i mu'cizbeyan

  • Mu'cizeli açıklamalarıyla varlık âlemini aydınlatan güneş, Kur'ân-ı Kerim.

senaa

  • Cemali güzel.

sene-i maliye / sene-i mâliye

  • 1 Mart'tan itibaren başlaması Mâliyece kabul edilen yıl.

seneta

  • Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.

senkendaz

  • Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı.

sera

  • Yer, toprak. Arz.
  • Malı çok olmak. Zengin olmak.

şerait-i adiye-i itibariye / şerait-i âdiye-i itibariye

  • Var sayılan, normal, sıradan kurallar.

serbestiyet-i nisvan

  • Kadınların serbestliği; özgürlükte aşırıya kaçmaları.

sermaye

  • Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. (Farsça)
  • Kazanılmış ilim. (Farsça)
  • Hayat. Ömür. (Farsça)
  • Ana mal, ana para.

sermaye-i servet

  • Mal varlığı, sermaye.

sermaye-yi itiraz

  • İtiraz malzemesi.

şerşere

  • Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Meta, mal mülk.
  • Ağırlık. (Bu mânâya Çoğulu: Şerâşir)

serv

  • Mal artırmak.
  • Suyun çok olması.

servan

  • Malı çok olan kimse.

servet

  • Mal, mülk, zenginlik. (Farsça)
  • Mal, varlık.

şeva

  • Kolay.
  • Vücut organları. (El, ayak gibi).
  • Malın kötüsü.

şevagil

  • (Tekili: Şagile) Uğraşmalar, meşguliyetler.

sevkiyat / sevkiyât

  • Göndermeler, yollamalar.

sevm-i nazar

  • Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.

sevm-i şira'

  • Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir fiyatta anlaşmaları.

seyb

  • (Çoğulu: Süyub) Su akmak.
  • Bahşiş, hediye, atâ.
  • Medfun mal, gömülü mal.

şeyh

  • İhtiyâr.
  • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
  • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

si'r

  • Fiyat, mala biçilen değer.

şikar

  • Av, avlanan hayvan. Avlama. (Farsça)
  • Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. (Farsça)

şıkk

  • Bir bütünün parçalarından her biri.
  • İki ihtimalden ve iki cihetten her biri.
  • İkiye ayrılmış şeyin bir kısmı.

sil'a

  • Bedende olan ur.
  • Ticaret malı.
  • Sülük.

sıla

  • Kavuşmak, ulaşmak, vuslat.
  • Âşıkın mâşukuna kavuşması.
  • Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme.
  • Bahşiş, hediye.
  • Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümle

şimalen

  • Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan.

şimali / şimalî

  • Şimale ait, sola ve kuzeye ait.

şimendifer-i kemalat / şimendifer-i kemâlât

  • Kemâlât treni, olgunluk ve mükemmellikler treni.

sinan-i ümmi

  • (Vefatı: Hi: 1075) Halveti Tarikatı Yiğitbaşı kolu ileri gelenlerinden olup Kutb-ül Meâni adında Türkçe mensur bir eseri ile matbu ve müretteb bir divanı vardır. Muhammed Sinan-ı Ümmi, Konya vilâyeti dahilinde Elmalı'dan olup orada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) (Osmanlı Müellifleri sh: 18

şirket

  • Ortaklık, ortak olmak, iki veya daha çok kimsenin bir mala berâber sâhib olmaları. Bir şeyin birden çok kimseye âit olması, başkasına âit olmaması veya ortakların yazı ile yaptıkları akd, sözleşme.
  • Ortaklık, iş ortaklığı.
  • Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri.

şirket-i a'mal / şirket-i a'mâl

  • İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık.

sırr-ı al-i aba / sırr-ı âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmalarının sırrı.

sırr-ı tesbihat

  • Cenâb-ı Hakkın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözlerin sırrı.

şisı'

  • Büyük ve çok mal.
  • Dar yer. Bir yerin uç tarafı.
  • Nalın kayışı.
  • Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.

sıyah

  • (Tekili: Sayha) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar.

siyasat / siyâsât

  • Siyasetler, siyasî uygulamalar.

sofi

  • Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan.
  • Yanıltıcı, safsatacı.

sosyalist / صُوسُيَالِستْ

  • Şahsî mülkiyeti kaldırıp her şeyi topluma mal eden sistemi savunan kişi.

sosyalizm

  • Toplumculuk, bütün malları devlet elinde toplamak isteyen bir anlayış.
  • İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını (Fransızca)

su'-i isti'malat / sû'-i isti'mâlât / سُوءِ اِسْتِعْمَالَاتْ

  • Kötüye kullanmalar.

su-i istimalat / su-i istimâlat / sû-i istimâlât

  • Kötüye kullanmalar.
  • Kötüye kullanmalar.

subuhat

  • (Tekili: Subha) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye.

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <
  • Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı. Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir.

şuhh

  • Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek.

suht

  • Haram mal, her nevi haram.
  • Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)

suhuf

  • Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
  • Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek ola

sümr

  • Mal.

süraka

  • (Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç

suret-i temsiliye

  • Kıyaslamalı benzetme şeklinde.

suriye / sûriye

  • Formal, şeklî.

şürta

  • (Çoğulu: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse.
  • Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.

sürub

  • (Tekili: Serb) İçyağları.
  • Çekiştirmeler, azarlamalar.

şüruh / şürûh / شروح

  • (Tekili: Şerh) Şerhler, açıklamalar.
  • Şerhler, açılamalar. (Arapça)

ta'birat

  • (Tekili: Ta'bir) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.

ta'cilat / ta'cilât

  • (Tekili: Ta'cil) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.

ta'dilat

  • Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.

ta'mikat

  • (Tekili: Ta'mik) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.

ta'mirat / ta'mirât

  • (Tekili: Tamir) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.

ta'nifat / ta'nifât

  • (Tekili: Ta'nif) Şiddetle azarlamalar, darılmalar.

ta'rizat / ta'rizât

  • (Tekili: Ta'riz) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.

ta'yibat / ta'yibât

  • (Tekili: Ta'yib) Ayıplamalar.

ta'yin / ta'yîn

  • Bir malın cinsini, miktârını, yerini belli etmek.
  • Me'mur etmek, vazîfelendirmek.

ta'zirat

  • (Tekili: Ta'zir) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler.
  • (Tekili: Ta'zir) Azarlamalar, ta'zirler, tekdirler.

taaffunat / taaffunât

  • Kokuşmalar, kokuşmuş şeyler.

taaffünat / taaffünât

  • Kokuşmalar.

taarrüfat / taarrüfât

  • Tanıtmalar, tanımalar.

taayyünat

  • Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.

tabakat-ı mütefavite / tabakât-ı mütefavite

  • Farklı aşamalar, safhalar, tabakalar.

tabakat-ı ömr-ü insan

  • İnsan ömrünün aşamaları.

tabasbusat / tabasbusât

  • Dalkavukluklar, kendini küçülterek başkasına kendini beğendirmeye çalışmalar.
  • (Tekili: Tabasbus) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
  • Yaltaklanmalar.

tabii / tabiî

  • Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.

tabut-i sekine / tâbût-i sekîne

  • İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık.

tadilat

  • Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.

tafsilat / tafsilât / tafsîlât / تَفْص۪يلَاتْ

  • (Tekili: Tafsil) Açıklamalar, izahlar.
  • Geniş açıklamalar.
  • Açıklamalar.

tafsili / tafsilî / tafsîlî / تَفْص۪يل۪ي

  • Ayrıntılı, geniş açıklamalı.
  • Açıklamalı olarak.

tagaddiyat / tagaddiyât

  • (Tekili: Tagaddi) Gıdalanmalar, beslenmeler.

tagayyürat / tagayyürât

  • (Tekili: Tagayyür) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler.
  • Başkalaşmalar.

tağayyürat

  • Başkalaşmalar, değişmeler.

tagayyürat-ı alem / tagayyürât-ı âlem

  • Âlemdeki değişmeler, başkalaşmalar.

tagayyüzat

  • Hiddetlenmeler. Kızmalar.

tagyirat / tagyirât

  • (Tekili: Tagyir) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar.

tahaccürat

  • (Tekili: Tahaccür) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.

tahaddüş

  • Tırmalanma.
  • Üzüntü duyma.

tahammürat / tahammürât

  • (Tekili: Tahammür) Ekşimeler, mayalanmalar.

taharriyat / taharriyât / تحریات

  • Araştırmalar, incelemeler.
  • Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar.
  • Aramalar.
  • Araştırmalar. (Arapça)

taharriyat-ı amika / taharriyat-ı amîka

  • Çok ince ve derinden yapılan araştırmalar.

taharrüş

  • (Çoğulu: Taharrüşât) Tırmalanma.

tahassüsat / tahassüsât

  • (Tekili: Tahassüs) Duygulanmalar, hislenmeler.

tahayyülat / tahayyülât

  • (Tekili: Tahayyül) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.

tahayyürat / tahayyürât

  • (Tekili: Tahayyür) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.

tahdidat / tahdidât / tahdîdât / تحدیدات

  • Sınırlamalar, kısıtlamalar.
  • Tahditler. Sınırlamalar.
  • Sınırlandırmalar, kısıtlamalar. (Arapça)

tahdiş

  • (Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak.
  • İncitmek.
  • Kaşımak.

tahdiş-i ezhan

  • Zihinleri kurcalamak, tırmalamak.

tahdisat / tahdisât

  • Anlatmalar. Rivayet etmeler.
  • Teşekkürle bildirmeler.
  • Hadis anlatmalar.

tahdişat

  • (Tekili: Tahdiş) Tırmalamalar. Kurcalamalar.

tahfifat / tahfifât

  • (Tekili: Tahfif) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.

tahiyyat

  • Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye.
  • Mâlikiyet, beka ve mülk.

tahiyye

  • Selâmlar, dualar. Hayır duâları.
  • Mülk, beka ve devamlılık.
  • Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası.
  • Selâm verme ve hayır dua etme.
  • Mülk ve mâlikiyet.

tahkikat / tahkikât / tahkîkat / تحقيقات

  • Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.
  • Araştırmalar.
  • Araştırmalar.
  • Araştırmalar. (Arapça)

tahkiki / tahkikî

  • Araştırmalı.

tahkimat / tahkîmât / تحكيمات

  • Sağlamlaştırmalar. (Arapça)
  • Sağlamlaştırılmış yer. (Arapça)

tahkirat / tahkirât

  • Hakaretler, aşağılamalar.
  • Aşağılamalar.

tahmin

  • (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.

tahmiş

  • Tırmalamak.
  • Hiddetlendirmek.

tahribat / tahribât / tahrîbât / تخریبات / تَخْر۪يبَاتْ

  • Tahripler, yıkmalar.
  • Tahripler, yıkıp bozmalar.
  • (Tekili: Tahrib) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler.
  • Yıkmalar, yıkımlar. (Arapça)
  • Yıkmalar.

tahribat-ı maneviye / tahribat-ı mâneviye

  • Mânevî tahripler, yıkıp bozmalar.

tahric

  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.

tahrifat / tahrifât / tahrîfat / تحریفات / tahrîfât / تَحْر۪يفَاتْ

  • Değiştirmeler, bozmalar.
  • Tahrifler, bozmalar.
  • (Tekili: Tahrif) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.
  • Anlamından uzaklaştıracak şekilde üstünde kalem oynatmalar. (Arapça)
  • Bozmalar.

tahrikat

  • Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.

tahriş / تخریش

  • Tırmalama, azdırma.
  • (Çoğulu: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma.
  • Azdırma. Rencide etmek.
  • Tırmalama, kazıma. (Arapça)
  • Tahriş etmek: Tırmalamak. (Arapça)

tahşid

  • Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak.
  • Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.

tahşidat / tahşidât

  • Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar.
  • Konuşarak fazla üzerinde durma.

tahşidat-ı kur'aniye / tahşidat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın tahşidatı; Kur'ânın bazı konular üzerinde yaptığı vurgulamalar.

tahsinat

  • Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.

tahsisat / tahsisât

  • Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal.
  • Biri için ayırmalar.

tahte

  • Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş. (Farsça)

tahtie / tahtîe

  • Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek.
  • Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.
  • Hatâya düşürme; "Benim yolum doğrudur, hatâ ihtimali var. Başkalarının yolu hatâdır, doğru olma ihtimali var." görüşünde olmak.

tahvifat / tahvifât

  • (Tekili: Tahvif) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.

takbihat / takbihât

  • (Tekili: Takbih) Ayıplamalar, çirkin görmeler.

takdisat

  • Allah'ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutmalar.

takriat / takriât

  • (Tekili: Takri') Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar.

takribi / takribî

  • İhtimale göre olan. Takribe ait.

takrir / takrîr

  • Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.

takriri sünnet / takrirî sünnet

  • Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.

taksimat / taksimât

  • Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar.

taktir / taktîr

  • Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek.

taktirat

  • Damla damla akıtmalar.

takyidad / takyidâd

  • Sınırlamalar, bağlamalar.

takyidat

  • Sınırlandırmalar.

talan

  • Çapul, yağma. (Farsça)
  • Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması. (Farsça)

taleb-i rüyet

  • Allah'ın cemâlini görme isteği.

taltifat

  • Gönül okşamalar.

tama'

  • Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.

tarac / târâc

  • Yağma, talan, çapul. (Farsça)
  • Yağmalama, talan etme. (Farsça)

tarac-kerde / târâc-kerde

  • Yağmalanmış, talan edilmiş. (Farsça)

tarikat-i muhammediye / tarîkat-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) velâyet yolu, şahsî kemalât yolu.

tarsinat / tarsinât

  • (Tekili: Tarsin) Sağlamlaştırmalar.

tas'ibat

  • (Tekili: Tas'ib) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
  • Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
  • Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek.

tasalsul

  • Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.

tasarruf

  • İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı.
  • (Para veya mal) artırma.
  • Bir şeye karışıp müdahale etme.

tasarrufat-ı beşeriye / tasarrufât-ı beşeriye

  • İnsanların gerçekleştirdikleri tavır, davranış, faaliyet ve uygulamalar.

tasavvurat / tasavvurât

  • Tasarlamalar.

tasdikat / tasdîkât

  • (Tekili: Tasdik) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar.
  • Tasdikler, onaylamalar.

taskilat / taskilât

  • (Tekili: Taskil) Cilâlamalar. Cilâ yapmalar.

tasniat / tasnîât

  • Düzmeler, uydurmalar.

tasnifat / tasnifât

  • Sınıflandırmalar.

tasrihat / tasrihât

  • Açık açık anlatmalar.
  • (Tekili: Tasrih) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.
  • Açıkça anlatmalar.

tatbikat / tatbîkat / تطبيقات

  • Uygulamalar.
  • Uygulamalar. (Arapça)
  • Tatbikat. (Arapça)
  • Tatbîkat yapmak: Uygulama yapmak. (Arapça)

tatbiki / tatbîkî / تطبيقى

  • Uygulamalı. (Arapça)

tavaf

  • Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak.
  • Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
  • Ziyaret etmek, ziyaret maksadıyla etrafını dolaşmak, hacıların Kâbe etrafında yedi kez dolaşmaları.

tavsifat / tavsifât

  • (Tekili: Tavsif) Tavsifler. Vasıflandırmalar.

tavzihat / tavzîhat / توضيحات

  • Açıklamalar. (Arapça)

tayhan

  • Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse.

tayyibat / tayyibât

  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

tazallüm

  • Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek.
  • Birinin hakkını veya malını gasbetmek.
  • Mazlum olmak.
  • Zulmü kendi nefsine isnad etmek.

tazallümat / tazallümât

  • (Tekili: Tazallüm) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar.

tazarru'at / tazarru'ât / تضرعات

  • Yalvarıp yakarmalar. (Arapça)

tazarruat / tazarrûât

  • Yalvarmalar.

tazhir

  • (Zahr. dan) Arkaya atma. Arkaya bırakma veya bırakılma. İhtimâl.

tazminat

  • Maddî veya mânevî zarara karşılık ödetilen maddî bedel, mal.

tazyikat / tazyîkât

  • Baskılar, sıkıştırmalar.
  • (Tekili: Tazyik) Tazyikler. Sıkıştırmalar. Baskılar. Zorlamalar.
  • Basınçlar.
  • Tazyikler, baskılar, sıkıştırmalar.

te'bidat / te'bidât

  • (Tekili: Te'bid) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler.

te'hirat / te'hirât

  • (Tekili: Te'hir) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar.

te'vil / te'vîl

  • Yorumlamak, açıklamak.
  • Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.

teamülat / teâmülât / تعاملات

  • Alışılagelmiş uygulamalar. (Arapça)

teati

  • Karşılıklı alıp vermek.
  • Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak.
  • Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.

teavünat / teavünât

  • (Tekili: Teavün) Yardımlaşmalar.

teayyün

  • Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.

tebahhurat / tebahhurât

  • Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler.

tebakkur

  • İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak.

tebaüdat / tebaüdât

  • (Tekili: Tebaüd) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar.

tebayü'

  • Bey'edişmek, bir malı diğer bir malla değişmek.

tebelbül-ü akvam

  • Muhtelif kavimlerden ibaret bir cemaatin kısım kısım olmaları, muhtelif dil konuşmaları.

teberru

  • Bağış, bir malın veya paranın karşılıksız olarak verilmesi.

teberru'

  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

teberruat / teberruât

  • (Tekili: Teberru') Teberrular, bağışlar, bağışlamalar.

tebrikat / tebrikât / tebrîkât / تبریكات

  • Mübârek kılmalar, kutlamalar.
  • Kutlamalar. (Arapça)

tebuk

  • Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.

tebzir / tebzîr

  • Boş yere malını sarf etmek.
  • Serpmek. Dağıtmak.
  • İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.
  • Malı saçıp savurma.
  • Malı, İslâmiyet'in ve aklın uygun görmediği yerlere dağıtma, isrâf.

tebzirat / tebzirât

  • (Tekili: Tebzir) İsraflar.
  • Tohum saçmalar.

tecavüzat / tecavüzât / tecâvüzât

  • Haddi aşmalar, saldırılar.
  • (Tekili: Tecavüz) Tecavüzler. Sataşmalar. Haddi aşmalar.
  • Tecavüzler, saldırmalar.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecelli-i amme / tecellî-i âmme

  • Umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar.

tecelli-i cemal / tecellî-i cemâl

  • Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.

tecelliyat / tecellîyat

  • Tecellîler; yansımalar.

tecelliyat-ı cemal ve kemalat / tecelliyât-ı cemal ve kemâlât

  • İlâhî mükemmelliklerin ve güzelliklerin yansımaları.

tecelliyat-ı cemaliye / tecelliyât-ı cemâliye

  • Allah'ın sonsuz güzelliğinin yansımaları, görüntüleri.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik ve mükemmellikle ilgili sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı esma / tecelliyât-ı esmâ

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı esma-i ilahiye / tecelliyât-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı kahriye / tecelliyât-ı kahriye

  • Kahredici tecellîler, yansımalar.

tecelliyat-ı kemal / tecelliyât-ı kemâl

  • Mükemmelliklerin tecellîleri, yansımaları.

tecelliyat-ı kübra / tecelliyât-ı kübrâ

  • En büyük tecelliler, yansımalar.

tecelliyat-ı nuriye / tecellîyât-ı nuriye

  • Nurlu tecellîler; parlak yansımalar.

tecelliyat-ı rahmet / tecelliyât-ı rahmet

  • Rahmet yansımaları.

tecelliyat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı samedaniye / tecelliyât-ı samedâniye

  • Allah'ın herşeyin Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren yansımaları.

tecelliyat-ı seyyale / tecelliyat-ı seyyâle

  • Akıp giden yansımalar, görünümler.

tecemmuat / tecemmuât

  • (Tekili: Tecemmu') Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar.

tecessüsat / tecessüsât

  • (Tekili: Tecessüs) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler.

techizat

  • Techizler, donatmalar.

tecridat / tecrîdât

  • Yalnız başına bırakmalar.
  • Tecritler, ayınmalar.

tedavir

  • (Tekili: Tedvir) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar.

tedelliyat / tedelliyât

  • (Tekili: Tedelli) Nazlanmalar.
  • Eğilmeler.
  • Tevâzu göstermeler.

tedenniyat / tedenniyât

  • Alçalmalar, gerilemeler.
  • (Tekili: Tedenni) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar.
  • Alçalmalar.

tederrüsat / tederrüsât

  • (Tekili: Tederrüs) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler.

tedkikat

  • (Tekili: Tedkik) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
  • Tetkikler, araştırmalar.

tedlis

  • Sattığı malın ayıbını gizleyerek aldatma.

tedric

  • Derece derece ilerleme, aşamalı olarak hareket etme.

tedvin

  • Bir araya toplayarak tertipleme.
  • Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.

teeccül

  • Belli bir vakte kadar müddet isteme.
  • Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları.

teeddübat / teeddübât

  • (Tekili: Teeddüb) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar.

teellüfat / teellüfât

  • (Tekili: Teellüf) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.

teellümat / teellümât

  • Elemler, kederler, tasalanmalar.

tefafih

  • (Tekili: Tuffâh) Elmalar.

tefahhusat / tefahhusât

  • (Tekili: Tefahhus) İnceden inceye araştırmalar.

tefaric

  • (Tekili: Tefric) Yırtmalar, genişletmeler.
  • Ferah vermeler.
  • Korkaklar, zaifler, yüreksizler.
  • (Tifrac) Yırtmaçlar, aralıklar.

tefarik / tefârik

  • Ayırmalar, ufak şeyler.

tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ

  • Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da

tefehhümat / tefehhümât

  • (Tekili: Tefehhüm) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar.

tefrigat / tefrigât

  • Boşaltmalar.

tefrit / tefrît / تَفْر۪يطْ

  • Normalin altı.
  • Ortanın altında kalmak, normalden aşağı olmak.
  • Tersine aşırılık, normalden daha geri seviyede olma.
  • Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)
  • Normalin altında kalma.

tefsirat

  • Tefsirler; açıklamalar, yorumlamalar.

tegavür

  • Birbirini yağmalamak.

tegayyürat / tegayyürât

  • Başkalaşmalar.
  • Başkalaşmalar, değişmeler.

tehacümat / tehacümât

  • Saldırmalar.

tehdidat / tehdidât

  • (Tekili: Tehdid) Korkutmalar, göz dağı vermeler.

tehevvül

  • Korkunç hâle gelme.
  • Birisinin malına göz koyma.

teheyyücat / teheyyücât

  • (Tekili: Teheyyüc) Coşup heyecanlanmalar.

tehyicat / tehyicât

  • (Tekili: Tehyic) Coşturmalar, heyecanlandırmalar.

tekadir

  • (Tekili: Takdir) Mukadderât. Alınyazıları.
  • İhtimâller.

tekahül / tekâhül

  • Dikkatsizlik, ihmal.

tekamül / tekâmül

  • Kemâl bulma. Olgunlaşma.
  • Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme.

tekamülat / tekâmülât

  • (Tekili: Tekâmül) Olgunlaşmalar, tekâmüller.

tekasür / tekâsür

  • (Kesret. den) Çoğalma. Kesret bulma.
  • Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile fahirlenme.

tekatir

  • (Tekili: Taktir) Damlamalar.

tekdirat / tekdirât

  • Uyarmalar, azarlamalar.
  • (Tekili: Tekdir) Tekdirler, azarlamalar.

tekellüfat / tekellüfât

  • Zorlanmalar, özentiler.

tekellümat / tekellümât

  • Konuşmalar.

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.
  • Cenab-ı Hakk'ı tesbih eden kelâmlar, konuşmalar.

tekemmül

  • Olgunlaşmak. Kemâle doğru gitmek.

tekemmülat / tekemmülât

  • Olgunlaşmalar.
  • Olgunlaşmalar.

tekerrürat / tekerrürât

  • (Tekili: Tekerrür) Tekerrürler, tekrarlanmalar.

tekevvünat / tekevvünât / تكونات

  • Oluşumlar, oluşmalar. (Arapça)

tekmil

  • Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek.
  • Tam, bütün, eksiksiz.

tekmil makamı / tekmîl makâmı

  • Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta başkalarını yetiştirebilmek derecesine ulaşma.

tekmile

  • (Kemâl. den) Eksikleri tamamlamak için sonradan yapılan şey, ek. İlâve.

tekrarat

  • Tekrarlamalar. Aynı şeyi bir kaç defa yapma.

tekvinat / tekvinât

  • (Tekili: Tekvin) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar.

telakkiyat / telâkkîyât

  • Anlayışlar, anlamalar.

telezzüzat / telezzüzât

  • Lezzet almalar.
  • Lezzet almalar.

telhisat / telhisât

  • (Tekili: Telhis) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler.

telkihat

  • Aşılamalar.

telkinat

  • Aşılamalar.

telmih / telmîh / تلميح

  • Gönderme, îmâlı anlatma. (Arapça)

telmihan / telmîhan

  • Telmih sûretiyle, imalı olarak.

telmihat / telmihât / telmîhât / تلميحات

  • Söz arasında; bir kıssa, fıkra, atasözü veya tarihî bir hadiseye işarette bulunmalar.
  • Göndermeler, îmâlı anlatmalar.. (Arapça)

telmihen

  • Telmih yoluyla, imâlı olarak.
  • Telmih suretiyle. Telmih için. İmâlı olarak.

telvihi / telvihî

  • Açıklamalı.

temasil / temâsil

  • Timsaller, yansımalar.

temayüzat

  • (Tekili: Temayüz) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler.

temdidad / temdidâd

  • Devamlar, uzatmalar.

temdidat

  • Uzanan hatlar, uzatmalar.

temehhuz-u tecarüb

  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi.
  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemâle ermesi.

temellük

  • Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib olmak.
  • Kadir ve muktedir olmak.
  • Mal edinme, sahiplenme.

temessülat / temessülât

  • Yansımalar.

temevvücat / temevvücât

  • Dalgalanmalar, titreşimler.
  • (Tekili: Temevvüc) Dalgalanmalar.
  • Dalgalanmalar.

temevvücat-ı havaiye

  • Havadaki dalgalanmalar.

temevvül

  • (Mâl. dan) Zenginleşme, mal edinme.

temlik

  • Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek.
  • Mülk olarak vermek.
  • Mülk edindirme, mal sahibi yapma.

temsili / temsîlî

  • Kıyaslamalı benzetme şeklinde, analojik.

temvil

  • (Mâl. den) Mal sâhibi etme.

temyiz / temyîz

  • İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.

tenakusat / tenakusât

  • (Tekili: Tenakus) Eksilmeler, azalmalar.

tenasüh

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.

tenbihat / tenbihât

  • Tenbihler, uyarmalar.

tenehhus

  • Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları.

tenkilat / tenkilât

  • (Tekili: Tenkil) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar.
  • Düşmanları tepelemeler.
  • Uzaklaştırmalar.

tenkirat / tenkirât

  • Yadırgamalar.

tenkisat / tenkisât / tenkîsât / تنقيصات

  • (Tekili: Tenkis) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar.
  • Azaltmalar, eksiltmeler. (Arapça)

tenmiye / تنميه

  • Geliştirme, artırma, nemalandırma. (Arapça)
  • Tenmiye etmek: Geliştirmek, artırmak. (Arapça)

tensikat

  • (Tekili: Tensik) Islahat. Düzen ve nizama koymalar.

tenvimat / tenvimât

  • (Tekili: Tenvim) Uyutmalar veya uyutulmalar.

tenvirat / tenvirât

  • Aydınlatmalar, nurlandırmalar.
  • (Tekili: Tenvir) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.
  • Nurlandırmalar.

terahhumat / terahhumât

  • (Tekili: Terahhum) Acımalar, merhamet etmeler.

terahi / terâhî

  • İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal.
  • Uzaklaşma.
  • Sonraya bırakma.
  • Gecikme, geç kalma.
  • Geri durma, geri çekilme.
  • İşte gayretsizlik, gevşeklik, ihmal.
  • Sonraya bırakma.
  • Gecikme, geç kalma.
  • Geri durma, geri çekilme.

terakib / terâkib

  • (Tekili: Terkib) Terkibler.
  • Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.
  • Tamlamalar.

terakkiyat-ı beşer

  • İnsanlığa ait kalkınmalar, yükselmeler, ilerlemeler.

terakkiyat-ı beşeriye / terakkiyât-ı beşeriye

  • İnsanlığa ait terakkiler, kalkınmalar.

terakümat / terakümât

  • (Tekili: Teraküm) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler.

terbiye

  • Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek.

tercihat / tercihât

  • Tercihler, üstün tutmalar.
  • (Tekili: Tercih) Üstün tutmalar, tercihler.

terdid

  • Geri çevirmek, geriletmek.
  • Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek.
  • İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.

tereffuat / tereffuât

  • (Tekili: Tereffu') Yukarı kalkmalar, yükselmeler.

tereke

  • (Terike) Ölen bir kimsenin bıraktığı malların hepsi.
  • Ölen bir kimsenin bıraktığı mal varlığı.
  • Ölen bir kimsenin mallarının hepsi.

terennümat / terennümât

  • (Tekili: Terennüm) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar.
  • Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.

tereşşuhat / tereşşuhât

  • (Tekili: Tereşşuh) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar.
  • Kulaktan gelme haberler.

terfiat / terfiât

  • (Tekili: Terfi') Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar.
  • Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler.

tergis

  • Mal çoğaltmak.

terhibat / terhibât

  • (Tekili: Terhib) Hal ve hatır sormalar.
  • (Tekili: Tehrib) Çok korkutmalar.

terike

  • Ölenin geriye bıraktığı mal, mülk, eşyâ vs.

terk

  • Bırakma, salıverme, vazgeçme.
  • Boşama. Bakmama. İhmal etme.

terk-i hükmi / terk-i hükmî

  • Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek.

tersi'

  • Oymacılık.
  • Mücevherler takarak süslemek.
  • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer

tertibat / tertîbat / تَرْت۪يبَاتْ

  • Sıralamalar.

tertibat-ı mukaddeme / tertibât-ı mukaddeme

  • Başlangıçtaki sıralamalar, tertib ve düzenler.

teşa'ubat / teşa'ubât

  • (Tekili: Teşa'ub) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar.

tesabuhat / tesabuhât

  • (Tekili: Tesâhub) Korumalar, sâhib olmalar.
  • Arkadaşlıklar.

teşahhusat-ı muvakkate / teşahhusât-ı muvakkate

  • Varlıkların geçici olarak belli bir şekil ve görünüm almaları.

tesahül

  • Kolay görerek ihmal etme, gevşeklik gösterme.
  • Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme.
  • Gaflet ve ihmal etme.

tesamuh

  • Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek.
  • İhmal etmek.

tesamuhat

  • (Tekili: Tesâmuh) Hoş görmeler, müsâmahalar.
  • Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar.

tesbihat-ı uzma / tesbihât-ı uzmâ

  • Büyük, azim tesbihât bütün varlıkların Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anmaları.

teseccu'

  • Kuşların cıvıltıları.
  • Seci' yapmalar.

teşekkülat / teşekkülât

  • Şekillenmeler, oluşmalar.

teşerrüfat / teşerrüfât

  • (Tekili: Teşerrüf) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler.

teşeyyüb

  • (Çoğulu: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık.

teseyyüp

  • İhmalcilik, kayıtsızlık, tembellik.

teshilat / teshilât

  • Kolaylaştırmalar.
  • Kolaylaştırmalar.

teshinat / teshinât

  • (Tekili: Teshin) Isıtmalar, kızdırmalar.

teshir-i rabbani / teshir-i rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın herşeye boyun eğdirmesi.

teşkikat / teşkikât

  • Kuşkulandırmalar.
  • Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar.

teslis

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)

teslis akidesi / teslis akîdesi

  • Üçleme; Hıristiyanların Allah'ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları.

teslisiyet

  • Hıristiyanların üç ilâha inanmaları.

tesmiat

  • (Tekili: Tesmi) İşittirmeler, duyurmalar.

tesmir

  • (Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması.
  • Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.

teşniat / teşniât

  • Ayıplamalar, çirkin bulmalar.
  • (Tekili: Teşni') Ayıplamalar, çirkin bulmalar.

tesriat / tesriât

  • (Tekili: Tesri') Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar.

teşrih / teşrîh / تشریح

  • Açma. (Arapça)
  • Açılama, şerh etme. (Arapça)
  • Otopsi. (Arapça)
  • Anatomi. (Arapça)
  • Teşrîh etmek: Açılamak, açıklamalı olarak söylemek veya yazmak. (Arapça)

teşrihat

  • Şerhler, açıklamalar.
  • Açıklamalar.

teşrii masuniyyet / teşriî masuniyyet

  • (Masuniyyet-i teşriiye) Milletvekillerinin Meclis'te izhar ettikleri fikir ve verdikleri reylerden, mes'uliyete tâbi olmamaları.

teşvikat

  • (Tekili: Teşvik) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar.

tetkikat-ı amika / tetkikat-ı amîka

  • Etraflı, derin araştırmalar, incelemeler.

tetkikat-ı felsefe

  • Felsefenin inceleme ve araştırmaları.

tetkikat-ı ilmiye

  • İlmî bakımdan incelemeler, araştırmalar.

tetkikat-ı saibe / tetkikat-ı sâibe

  • İsabetli tetkikler, araştırmalar.

teva

  • Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması.

tevacüd / tevâcüd

  • Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde kavuşmaya tâlib olması, istemesi.

tevafukat / tevâfukat

  • Uygun düşmeler, denk olmalar.

tevafürat / tevafürât

  • (Tekili: Tevafür) Artmalar, çoğalmalar.

tevaggulat / tevaggulât

  • (Tekili: Tevaggul) Tevagguller. Devamlı olarak uğraşmalar.

tevakkufat / tevakkufât

  • (Tekili: Tevakkuf) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler.

tevarüsat / tevarüsât

  • (Tekili: Tevarüs) Tevarüsler, mirasa konmalar.
  • İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler.

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

tevatür-ü mevcudat

  • Bütün varlıkların aynı hakikatte birleşmeleri ve aynı noktaya parmak basmaları.

tevbihat

  • (Tekili: Tevbih) Azarlamalar, tekdirler.

tevbihat-ı şedide

  • Şiddetli tekdir ve azarlamalar.

tevdiat / tevdiât

  • Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek.

tevehhüm

  • Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.

tevellüdat / tevellüdât

  • Doğumlar, doğmalar.

tevellüdat-ı semekiye / tevellüdât-ı semekiye

  • Balıkların yumurtadan çıkmaları.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevhişat / tevhişât

  • (Tekili: Tevhiş) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler.

tevil

  • Yorumlama, yorum; sözün ilk anlamını değil de ihtimal dahilinde bulunan başka anlamlarını (mecâzî) esas alarak yorumlama.

tevkifat

  • Tutuklamalar.

tevlidat / tevlidât

  • (Tekili: Tevlid) Meydana getirmeler, sebep olmalar.
  • Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.

tevliye satışı

  • Bir malın alış fiyatını söyleyerek aynı fiyatla, satmak.

tevliyet

  • Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik.
  • Yüz çevirme, yüz döndürme.
  • Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme.

tevris

  • Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak.
  • Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek.

tevsi-i malumat / tevsi-i malûmat

  • Malûmatın dağılması, bilginin yayılması.

tevsim

  • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
  • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
  • İsimlendirme, ad verme.

tevziat / tevziât / tevzîât / تَوْز۪يعَاتْ

  • Tevziler, dağıtmalar.
  • (Tekili: Tevzi') Tevziler, dağıtmalar.
  • Herkese payını vermeler.
  • Dağıtmalar.

tezahürat-ı cemaliye ve celaliye / tezahürât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın sonsuz güzelliğiyle birlikte heybet ve haşmetinin yansımaları.

tezayüdat / tezayüdât

  • (Tekili: Tezayüd) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.

tezellülat / tezellülât

  • (Tekili: Tezellül) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.

tezvirat / tezvirât

  • Söze yalan karıştırmalar.

tezyidat / tezyidât

  • (Tekili: Tezyid) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler.

tilad

  • Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler.
  • Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey.

tım

  • Deniz.
  • Deve kuşunun erkeği.
  • Çok mal.

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.

tuluat / tulûât / طلوعات

  • Doğaçlamalar. (Arapça)

türas

  • Miras mal.

türkiyat / türkiyât / تركيات

  • Türklük araştırmaları, türkoloji. (Türkçe - Arapça)

türktaz / türktâz / تركتاز

  • Koşturma, koşma. (Türkçe - Farsça)
  • Yağmalama. (Türkçe - Farsça)

ücret

  • Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya mal, karşılık.

uddet

  • Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat.
  • İstidad.
  • Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.

ufk-u tecelliyat

  • Tecellilerin, yansımaların ufku.

ühbe

  • Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme.
  • Süt.

uhud / uhûd

  • (Tekili: Ahd) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler.
  • Yeminler, anlaşmalar.

uhud-i atika

  • Eski anlaşmalar.

uhud-u mer'iye

  • Yürürlükteki anlaşmalar.

ükel

  • (Tekili: Ükle) Lokmalar.

ukus

  • (Tekili: Aks) Akisler, yankılar, çarpmalar.

ulema-i su / ulemâ-i sû

  • Kötü âlimler; insanları doğru yoldan saptıran, ilmini dünyâ kazancına, mala ve mevkîye kavuşmaya vâsıta eden din adamları.

ülfet

  • Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları. Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

umyan

  • (Tekili: A'mâ) A'mâlar, körler.

uruz / urûz

  • (Tekili: A'raz) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar.
  • Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal.

üsal

  • Çok miktar mal.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vakfetmek

  • Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak.
  • Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.

vakıf / vâkıf

  • Hayır kurumu, malı.
  • Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse.
  • Bir işten haberi olan.
  • Arafât'ta vakfeye duran.

vakıf malı

  • Herkesin faydasına sunulmuş mal.

vali / vâlî

  • Bir vilâyeti idare eden en büyük memur.
  • Mâlik.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

var / vâr

  • (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. (Farsça)

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.
  • Mîrasçı, akrabâlık veya başka yolla, vefât eden kimsenin bıraktığı mîrâs denen maldan almaya hak kazanan.
  • İlim ve ma'rifette mîrasçı.

vasat

  • Orta hâlli, normal.

vasf-ı kemal / vasf-ı kemâl

  • Kemal sıfatı.

vasi / vasî

  • (Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.
  • Çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli.
  • Bir kimsenin, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tâyin ettiği kimse.

vasiyet

  • Bir işi birisine havale etmek.
  • Emir.
  • Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.

vasıyyet

  • Bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.

vasiyyet

  • Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâ

vazı-ul yed / vâzı-ul yed

  • El koyan. Eline alan. Bir malı eline geçirmiş olan.

vazife-i rububiyet

  • Rablık işi; her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verme ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma işi.

vaziyet-i muhtemele

  • İhtimal dahilinde olan durum.

vedi'

  • Başkasının malını saklamaya memur kimse.

vedia / vedîa

  • Güvenilen kimseye saklamak için verilen mal. Emânet.

vehm

  • İnsanın kalbinde bir şey hakkında iki ihtimâlden az, zayıf olanı.

velayet-i amm / velayet-i âmm

  • Huk: Umum mallara ve fertlere şâmil olan velayet. (Şeriat hâkimleri, kadılar ve valilerin velayetleri gibi)

veli

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All
  • Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata.
  • Velâkin, fakat, amma.

veliyy-i kamil / veliyy-i kâmil

  • Kemâle ermiş velî.

velvele

  • Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.

ver

  • "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver : Âlim. Suhan-ver : Edip, şâir. (Farsça)

veraset

  • Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi.
  • İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.

vesvese

  • Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.

vukuat

  • (Tekili: Vak'a) Vak'alar, hâdiseler.
  • Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise.
  • Normal dışında olan hâdiseler.

vusuk

  • (Tekili: Visâk ve Vesâk) Bağlar, râbıtalar.
  • Sözleşme yerleri.
  • Andlaşmalar.

vüşul

  • Mal azlığı.
  • Zayıflık.

ya maksud / yâ maksud

  • Ey bütün varlıkların rızasına ermeyi ve cemâlini görmeyi arzuladıkları Allah.

ya maliki / yâ mâlikî

  • Ey benim asıl sahibim olan Mâlikim!.

yağma / yağmâ / یغما

  • Zorla mal alma, çapul. (Farsça)
  • Bir Türk boyu. (Farsça)
  • Talan, çapul. (Farsça)
  • Yağma eylemek: Talan etmek, yağmalamak. (Farsça)

yahtemil

  • İhtimal.

yave-gu / yâve-gû

  • (Çoğulu: Yâve-guyân) Saçmasapan konuşan, saçmalayan. (Farsça)

yavegu / yâvegû / یاوه گو

  • Zırvalayan, saçmalayan. (Farsça)

za

  • Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)

zaazi'

  • (Tekili: Za'zaa) Sarsmalar, ırgalamalar.

zabt

  • Zabt etmek. İdâresi altına almak.
  • Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek.
  • Kavramak.
  • Kaydetmek. Hülâsasını yazmak.
  • Bağlamak.
  • Sıkı tutma.
  • İdaresi altına alma, kendine mal etme.
  • Silah zoru ile bir yeri alma.
  • Anlama, kavrama.
  • Kaydetme, özetini yazma.

zahil

  • (Zühul. den) İhmal eden. Unutan.

zakzaka

  • Çocukların oynayıp sıçramaları.

zamaim

  • (Tekili: Zamime) İlâveler, ekler. Artırmalar.

zann-ı kabul-ü cumhur

  • Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme

zat-ı baki-i hayy-ı kayyum / zât-ı bâki-i hayy-ı kayyûm

  • Varlığının sonu olmayan, hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıkların ayakta durmaları, devam ve bekàları Kendine bağlı olan Zât; Allah.

zayiat-ı maliye

  • Mâli zararlar ve ziyanlar.

zeferat

  • Soluk almalar.

zekat / zekât

  • Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
  • Temizlik. Taharet.
  • Belli bir mal varlığına sahip olan Müslümanın, her yıl şeriat tarafından belirlenen miktarını tayin edilen yerlere vermesi.
  • İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.

zellat

  • (Tekili: Zelle) Yanılmalar, yanlışlar.
  • Sürçmeler, kaymalar.
  • Hatalar.

zelzil

  • Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

zengin

  • İhtiyaç eşyâsının ve borçlarının dışında nisâb miktârı malı, parası olan kimse.

zer-keş

  • Altın kakmalı, altın işlemeli. (Farsça)
  • Altın tel yapan. (Farsça)

zımar

  • Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal.
  • Gizli kalmış hazine, iş veya şey.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın