REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te MEYDAN ifadesini içeren 852 kelime bulundu...

ab-berin

  • Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk. (Farsça)

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abi / abî

  • Ayva. (Farsça)
  • Suda yaşayan ve suda meydana gelen. (Farsça)
  • Çok mâvi. (Farsça)

adem-i vuku

  • Olayın meydana gelmemesi.

adette bid'at / âdette bid'at

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.

adetullah / âdetullah

  • (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y

adiyat / âdiyat

  • (Tekili: Âdi) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler.
  • Kıymetsiz şeyler.

afşar

  • Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.

ağtabaka

  • Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.

ahd-i atik

  • Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmekt edirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demek

ahval / ahvâl

  • Hâller. Tasavvuf yolunda bulunan kimselerin, kalblerinde meydana gelen değişmeler. Hâl'in çokluk şeklidir.

ahval-i galibi / ahvâl-i galibi

  • Çoğunlukla meydana gelen haller, durumlar.

akmadde

  • Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.

akve

  • Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu.

alan

  • Orman içinde açıklık, meydan.

alani / alânî

  • Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.

alaşım

  • Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita.

alem-i islamın şahs-ı manevisi / âlem-i islâmın şahs-ı mânevîsi

  • Bütün İslâm âleminden meydana gelen mânevî şahıs; tüzel kişilik.

alem-i küfür / âlem-i küfür

  • Küfrü ve inkarcılığı yaymaya çalışan kişilerden meydana gelen güruh.

alem-pesend / âlem-pesend

  • Dünyaya meydan okuyan.

alempesent / âlempesent

  • Dünyaya meydan okuyan.

alen

  • Aşikâr, apaçık, meydanda olma.

aleni

  • Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.

amas

  • İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. (Farsça)

amel defteri

  • İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât meydanında herkese verilecek olan defter.

amnezi

  • Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.

anasır / anâsır

  • (Tekili: Unsur) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.

anasır-ı garaz / anâsır-ı garaz

  • Hınç ve düşmanca niyeti meydana getiren unsurlar, kin sebepleri.

anatomi

  • Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.

aposteriori

  • Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.

arasat

  • Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı.
  • (Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı.

arasat meydanı / arasât meydanı

  • Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları meydan. Buraya mevkıf ve mahşer de denir.

araz

  • Belirti, sonradan meydana gelen özellik.
  • İşaret, alâmet.
  • Tesadüf.
  • Kaza, felaket.
  • Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.

arsa / عرصه

  • Yer, meydan. (Arapça)

arsa-i alem / arsa-i âlem

  • Alem arsası, dünya meydanı.

arsa-i kar-zar / arsa-i kâr-zâr

  • Muharebe alanı, savaş meydanı.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

arz-ı iftikar

  • Hacatını arzetme, ihtiyaçlarını meydana koyma.

asa

  • Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh.

asar-ı medeniyet / âsâr-ı medeniyet

  • Medeniyetin meydana getirdiği eserler.

aşikar / aşikâr / âşikâr

  • Belli, meydanda, açık. Bedihi. (Farsça)
  • Açık, belli, meydanda.

asit

  • Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız. (Fransızca)

asris

  • At koşturulan meydan, hipodrom. (Farsça)

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atol

  • Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.

averd-gah / averd-gâh

  • Muharebe meydanı, savaş alanı. (Farsça)

ayb-cu / ayb-cû

  • İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen. (Farsça)

ayb-ı hadis / ayb-ı hâdis

  • Huk: Satılan eşya müşteri elinde iken ârız olan ayıb. (Müşterinin satın aldığı kumaşı kesip biçmesiyle meydana gelen hâl gibi)

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayıklanma

  • (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. (Türkçe)

ayn

  • Birşeyin kendisi.
  • Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
  • Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
  • İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan mal

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

badire

  • Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
  • Kabahat.
  • Birden, zahmetsizce söylenen söz.
  • Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
  • Zor geçit.

baha / bâhâ

  • Suyun derin yeri.
  • Açık meydanlık. Alan.
  • Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.

bahsere

  • Dağıtma.
  • Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma.
  • Kesilerek tane tane olma.

bais / bâis

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

bankiz

  • Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

bariz / bâriz

  • Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
  • Meydanda, açık.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

bayezid meydanı

  • İstanbul'da bulunan, tarihî Bayezid Camii ile günümüzde İstanbul Üniversitesi arasında yer alan meydan.

behv

  • (Behve) Misafir odası.
  • Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir)
  • Geniş meydan, yer.
  • Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık.
  • Rahim ile mahrecinin arası.

bend

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)

berahin-i aleniyye

  • Meydanda ve açık olan deliller.

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

berim

  • Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip.
  • Cemaat.
  • Etsiz yemek.

berkeşide

  • Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış. (Farsça)
  • Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. (Farsça)

bevah

  • Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bevz

  • Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. (Farsça)
  • Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. (Farsça)
  • Eşek arısı. (Farsça)

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bid'at-ı seyyie

  • Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

bida'

  • (Tekili: Bid'at) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler.

bil'ayan

  • Açık olarak. Meydanda olarak.

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilbedahe

  • Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bilinçaltı

  • Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hare (Türkçe)

bölük

  • Takımlardan oluşan, üçü veya dördü bir tabur meydana getiren askerî birlik.

budha

  • Sâha. Avlu, meydan.

bürhan

  • Delil, hüccet, isbat vasıtası.
  • Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas.
  • Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büruz

  • Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.

büyü

  • Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.

ca'l

  • Yapma, meydana getirme, yaratma.

cahi / cahî

  • (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

cazgır

  • Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.

cedel

  • Münâkaşa, mücâdele, tartışma, kavga. Mantıkda, meşhur veya doğruluğu herkesçe kabûl edilen kadiyye (önerme)lerden meydana gelen kıyas'a verilen ad.

celi

  • Parlak, açık, âşikâr, meydanda.
  • Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.

celiyyat

  • (Tekili: Celi) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.

cereyan / cereyân

  • Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma.
  • Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.

cereyan eden

  • Meydana gelen.

cereyan etme

  • Meydana gelme.

cereyan-ı tecelliyat-ı ilahiye / cereyan-ı tecelliyat-ı ilâhiye

  • İlâhî yansımalarının meydana gelmesi, cereyan etmesi.

cevelangah / cevelângâh

  • Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

cihan-pesend

  • Cihana meydan okuyan. (Farsça)

cihan-pesendane

  • Dünyaya meydan okuyarak kabul ettirir bir şekilde.

cihanpesend

  • Dünyaya meydan okuyan, hükümlerini dünyaya kabul ettiren.

cihanpesendane / cihanpesendâne

  • Dünyaya meydan okurcasına.

cud

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

cumhur-u mü'minin / cumhur-u mü'minîn

  • Mü'minlerden meydana gelen büyük halk topluluğu.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

cüz'

  • Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.

dar-ı imtihan / dâr-ı imtihan

  • İmtihan yeri.
  • Dünya.
  • Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır.

daraka

  • (Çoğulu: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan.
  • Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.

delil-i ihtira'

  • Cenab-ı Hakk'ın yeniden icad ederek yarattığı şeylerden meydana gelen, kendi zâtına mahsus delil.

delta

  • yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

deveran-ı dünya / deverân-ı dünya

  • Dünyanın sürekli dönmesiyle meydana gelen büyük gelişmeler.

devre

  • (Çoğulu: Devrât) Dönüş dönme, dönem.
  • Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi.
  • Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.

didar

  • Mülâkat, görüş. (Farsça)
  • Görünme. (Farsça)
  • Yüz. Çehre. (Farsça)
  • Görüş kuvveti, göz. (Farsça)
  • Açık, meydanda. (Farsça)

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

diyet

  • Tar: Almanya'yı meydana getiren devletlerin özel parlamentolarına verilen isim.

doktrin

  • yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y.
  • Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
  • Bir sistem meydana getiren fikirlerin hepsi, öğreti.

düden

  • Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),

ebced hesabı / ebced hesâbı

  • Her harfi bir rakamı gösteren arabî harflerle yazılı sekiz kelimeden meydana gelen bir hesab sistemi. Hâdiselerin zamânının tesbiti ve hatırda daha kolay kalması için rakamları harf olan târih düşürme sanatı.

ebes

  • Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş.

ebreş

  • Alaca benekli at.
  • Kırmızı ve beyazdan meydana gelen alaca renk.

ecza-yı şerife / eczâ-yı şerife

  • Kur'ân-ı Kerim'i meydana getiren otuz cüz.

edebiyat-ı cedide

  • 1896 - 1901 tarihleri arasında Avrupa te'siri ile meydana gelen edebiyat cereyanına verilen isim. Yeni edebiyat. Servet-i Fünun Edebiyatına verilen ad.

eflak

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke (Merkezi Bükreş'tir.)

egniş

  • İnşa etme, bina yapma. Yapı meydana getirme. (Farsça)

ehadis-i şerife / ehâdîs-i şerife

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in söz, hareket ve ikrarlarından meydana gelen hadis-i şerifler.

ehl-i tabiat

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğine inananlar.

ehun

  • Toprakta meydana gelen delik, yarık. (Farsça)

ehval-i haşir

  • Haşir meydanının verdiği korkular, korkulu hâller.

eleman

  • (Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emihe

  • Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.

emyus

  • Anason dedikleri ot.
  • Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.

enfüsi / enfüsî

  • Nefsî, nefiste meydana gelen, ferdî zihne ait bulunan, subjektif.

engame

  • Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. (Farsça)
  • Muharebe yeri, ceng meydanı. (Farsça)
  • Oyuncular derneği. (Farsça)

erkan / erkân

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.

eş'ari / eş'arî

  • Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu

esbriz

  • (Esb-riz) At koşusu. (Farsça)
  • Savaş meydanı. (Farsça)

esbtaz

  • At koşturucu, at koşturan. (Farsça)
  • At koşturacak meydan, saha. (Farsça)
  • Her şemsî ayın onsekizinci günü. (Farsça)

eser

  • Yapı, birinin meydana getirdiği şey.
  • Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul.
  • Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir.
  • Meydana getirilen kitap. Kitap te'lifi.

esteh

  • Çekirdek. (Farsça)
  • Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne. (Farsça)

eyyam-ı kur'aniye

  • Kur'an-ı Kerim'e göre olan günler (...Semavatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile gün; mensub olduğu seyyarenin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi meydana gelir. Her yıldızın kendine göre bir günü ve senesi vardır. Meselâ: Şems-üş-şumusun bir günü ellibin sene ve Şi'ra

ezhan

  • Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.

fail / fâil

  • İşi yapan. Fiili işleyen.
  • Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

faktör

  • Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil. (Fransızca)

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

faş / fâş

  • Meydana çıkmış. Yayılmış.
  • Anlaşılmış olan.
  • Meydana çıkarma, açığa vurma.

fay

  • Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık. (Fransızca)

federasyon

  • Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. (Fransızca)
  • Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik. (Fransızca)

fena / fenâ

  • Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.

fenn

  • Hüner. Mârifet.
  • San'at.
  • Tecrübe.
  • İlim.
  • Nevi, sınıf, çeşit, tabaka.
  • Türlü.
  • Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
  • Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim.
  • Birisini muamelede aldatmak.
  • Fend.
  • Borç

ferd-i manevi / ferd-i mânevî

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, tüzel kişi.

feth-i suver

  • Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.

fevza-i ara / fevzâ-i ârâ

  • Düşünce alanında meydana gelen kargaşa, anarşi.

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

fırtına-i ruhiye

  • Ruhta meydana gelen fırtına.

fütuhat-ı kur'aniye / fütuhat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın kalplerde ve ruhlarda meydana getirdiği mânevî fetihler.

gaile çıkarmak

  • Sıkıntı meydana getirmek, üzüntü vermek.

gayr-i varid / gayr-i vârid / غَيْرِ وَارِدْ

  • Meydana gelmeyen.

gays

  • İmdad. Yardım.
  • Yağmur.
  • Yağmurla meydana çıkan çayır.

gazel-sera

  • Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren. (Farsça)

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

gudde-i nekfiyye

  • Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.

güldeste-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesi.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

guştin

  • Etten, etten ibâret, etten meydana gelmiş. (Farsça)

haç

  • Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.

hadis / hâdis / حادث

  • Meydana gelen. (Arapça)
  • Yeni. (Arapça)

hadisat-ı alem / hâdisât-ı âlem

  • Dünyada meydana gelen olaylar.

hadisat-ı dünyeviye / hâdisât-ı dünyeviye

  • Dünyada meydana gelen hâdiseler, olaylar.

hadisat-ı istikbaliye-i dünyeviye / hâdisât-ı istikbaliye-i dünyeviye

  • Gelecekte dünya üzerinde meydana gelecek olaylar.

hadisat-ı kainat / hâdisât-ı kâinat

  • Kâinatta meydana gelen olaylar.

hadisat-ı kevniye-i gaybiye / hâdisât-ı kevniye-i gaybiye

  • Maddî âlemde gelecekte meydana gelecek olan olaylar.

hadisat-ı maziye / hâdisât-ı maziye

  • Geçmişte meydana gelen olaylar.

hadisat-ı semaviye / hâdisât-ı semâviye

  • Gökte meydana gelen olaylar.

hadise-i ahirzaman / hâdise-i âhirzaman

  • Âhirzaman hâdisesi, dünya hayatının kıyamete yakın son devresindeki meydana gelen olay.

hadise-i nevmiye / hâdise-i nevmiye

  • Uykuda meydana gelen olaylar.

hafe / hâfe

  • (Çoğulu: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı.
  • İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.

hafif / hafîf

  • Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.

hakaik-ı akaid-i islamiye / hakâik-ı akâid-i islâmiye

  • İslâmın temellerini meydana getiren iman hakikatleri, inanç esasları.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

halkabend

  • Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma. (Farsça)

ham madde

  • Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

hamse

  • Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"

harac

  • Beyazdan ve siyahtan meydana gelen, iki renk olan.

harb-gah / harb-gâh

  • Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri. (Farsça)

harb-i umumi inkılabı / harb-i umumî inkılâbı

  • Birinci Dünya Savaşının etkisiyle meydana gelen değişimler.

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

hasat-ı bevliyye / hasât-ı bevliyye

  • Tıb: Sidik yollarında ve böbreklerde meydana gelen taş.

hasat-ı mesane / hasât-ı mesane

  • Tıb: Sidik kesesinde meydana gelen taş.

hasif / hasîf

  • Ak ile kara, alaca renkli urgan.
  • İki çeşit renkten meydana gelen.

hasıl / hâsıl / حاصل

  • Meydana gelme, ortaya çıkma.
  • Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
  • Meydana gelen.
  • Ortaya çıkan, var olan. (Arapça)
  • Hâsılı: Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)
  • Hasıl etmek: Meydana getirmek, ortaya çıkarmak. (Arapça)
  • Hâsıl olmak: Ortaya çıkmak, var olmak. (Arapça)

hasıl etmek

  • Meydana getirmek, ortaya çıkarmak.

hasıl ettirmek

  • Meydana getirmek.

hasıl olan / hâsıl olan

  • Meydana gelen.

hasıl olma

  • Meydana gelme.

hasıl-ı bilmasdar / hâsıl-ı bilmasdar

  • Bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen sonuç; varmak fiili masdar, acı ise hâsıl-ı bilmasdardır.
  • Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'd

hasıl-ı cem' / hâsıl-ı cem'

  • Mat: Toplam. Bir kaç sayının birlikte toplanmasından meydana gelen yekûn.

haşir / hâşir

  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

haşir meydanı

  • Öldükten sonra yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanılacak yer, meydan.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

haşirdeki mizan

  • Haşir meydanındaki amelleri tartan terazi; insanın öldükten sonra âhirette diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanmasının ardından günah ve sevapların tartılacağı İlâhî terazi.

haşr günü

  • Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet günü.

hatat

  • Sütün kaymağı.
  • Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları.

hatemkari / hatemkârî

  • Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

havale

  • Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama.
  • Görmeyi önleyen duvar gibi perde.
  • Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık.
  • Postadan gelen emanet kâğıdı.

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

haya / hayâ

  • Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.

hazin / hazîn

  • Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.

hazır / hâzır

  • Her yerde hazır bulunan Allah.
  • Meydanda, göz önünde olan.

hazirin / hazirîn

  • (Tekili: Hâzır) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.

hazırun / hazırûn / hâzırûn

  • Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
  • Meydanda, gözönünde olanlar.
  • Hazır olanlar.

hazm-ı nefs

  • Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek. (Farsça)

hece

  • (Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük.
  • Harfleri birer birer söyleyerek okuma.

helyostat

  • Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.

herc

  • İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad.
  • Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak.
  • Kapıyı açık bırakmak.
  • İnsanların işlerinin karışması.
  • Seğirtmek.
  • Katletmek.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

heycagah / heycagâh

  • Muharebe meydanı, savaş yeri. (Farsça)

heyet-i mecmua

  • Ferdlerinin toplamından meydana gelen heyet, genel yapı.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hilaf-ı vaki / hilâf-ı vâki

  • Gerçek dışı, meydana gelen hâdise ve kanunlara ters.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hiss-i kablelvukū' / حِسِّ قَبْلَ الْوُقُوعْ

  • Meydana gelmeden önce hissetme duygusu.

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hiyaz

  • (Tekili: Hayz) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri.

hizab

  • Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. (Farsça)

hizb

  • Her gün devamlı olarak okunan, âyet ve salâvatlardan meydana gelen duâ.
  • Bölük, taraftar.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfadan meydana gelen cüzlerinin dörtte biri olan beş sahife.

hodri meydan

  • "Kendine güvenen meydana çıksın!" mânâsında meydan okuma, kafa tutma.

homogen

  • Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. (Fransızca)
  • Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir. (Fransızca)

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hüceyrat şehri

  • Küçük hücreciklerden meydana gelen şehir.

hudus / hudûs

  • Sonradan meydana gelme, yok iken sonradan varlık kazanma.
  • Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
  • Sonradan meydana gelme, yok iken varlık kazanma.

hudüs

  • Sonradan meydana gelme.

hudus / hudûs / حدوس

  • Meydana gelme, vukubulma. (Arapça)

hukuk-u mevzua

  • Konulmuş kanunların meydana getirdiği hukuk.

hümma

  • (Çoğulu: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret.
  • Nöbetli hastalık.
  • Sıtma.

hümmeyat

  • (Tekili: Hümmâ) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler.
  • Sıtmalar.
  • Nöbetli hastalıklar.

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

huşu' / huşû'

  • Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.

husul / husûl / حُصُولْ / خصول

  • Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.
  • Ortaya çıkma, gerçekleşme, var olma. (Arapça)
  • Husûle getirmek: Meydana getirmek, gerçekleştirmek. (Arapça)

husul-pezir / husûl-pezîr

  • Hâsıl olmuş, meydana gelmiş.
  • Meydana gelen.

husul-yafte / husul-yâfte

  • Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş. (Farsça)

husule gelen

  • Meydana gelen.

husule gelme / husûle gelme

  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.

husulpezir / husulpezîr

  • Meydana gelen.

huyul

  • (Tekili: Hayl) Atlı alaylar.
  • Atlar.
  • Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.

i'lan

  • Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak.
  • Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme.
  • Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.

i'tikad

  • İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak.

i'tilan

  • Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma.
  • Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.

i'tinan

  • Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma.
  • İnsanın önüne durma.

ibarat

  • (Tekili: İbare) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler.

ibaret / ibâret / عبارت

  • Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek.
  • Rüya tabir etmek.
  • Meydana gelen, oluşan.
  • Meydana gelmiş, kadar.
  • Meydana gelen, oluşan. (Arapça)

ibaret olan

  • Meydana gelen, oluşan.

ibda / ibdâ

  • Meydana getirme.
  • Yaratma.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

ibda-i san'at / ibdâ-i san'at

  • Benzersiz güzellikte sanat eseri meydana getirme.

ibn-üz zina / ibn-üz zinâ

  • Zinâ sonucu meydana gelen çocuk. Piç.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B

ibraz

  • Göstermek. Meydana koymak.

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.

ibtilac

  • Meydana çıkma, zuhur etme, görünme.

ibtiza'

  • Birşey meydanda ve açık olma.

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icad

  • Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.

ichar

  • (Cehr. den) Sesle okuma.
  • Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama.

icra vekilleri hey'eti

  • Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana gelen hey'et.

icra-yı tesir / icrâ-yı tesir

  • Tesir meydana getirme, tesir etme.

icraat

  • (Tekili: İcrâ) Meydana getirilen işler. Yapılan işler.
  • Ameliyat. Tatbikat.

ictihad / ictihâd

  • İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.

ictihar

  • Askeri çoğaltma.
  • Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma.

ideoloji

  • İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi. (Fransızca)

ifdah

  • (Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma.

ifrazciyan

  • Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir.

ifşa

  • (Çoğulu: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.

ifşaat

  • (Tekili: İfşa) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.

ihdas / ihdâs / احداث

  • Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak.
  • İcad etme, bir şeyi meydana getirme.
  • Kurma, oluşturma, meydana getirme. (Arapça)
  • İhdâs edilmek: Kurulmak, oluşturulmak, meydana getirilmek. (Arapça)
  • İhdâs etmek: Kurmak, oluşturmak, meydana getirmek. (Arapça)
  • İhdas olunmak: Kurulmak, oluşturulmak, kon (Arapça)

ihfik

  • Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.

ihrac

  • Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.

ika / îkâ

  • Salma, meydana getirme.

ika' / îka'

  • (Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek.
  • Meydana getirme, gerçekleştirme.

ikale

  • Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi.
  • Demediği halde "Dedin" diye iddia etme.

ikame

  • Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek.

iki dirhem bir çekirdek

  • Mc: "Pek süslü" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir.

ikilik

  • t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para.
  • İki kısımdan meydana gelmiş.
  • Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma.

ikrah-ı nakıs / ikrah-ı nâkıs

  • Huk: Dayak ve hapis gibi keder ve elemi gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyet.

ılakıye

  • Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

illet

  • Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.

ilm-i huduri / ilm-i hudûrî

  • Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.

inbias

  • Gönderilme, yollanma.
  • İleri gelme, meydana çıkma.

incam

  • Meydana çıkarma.
  • (Yağmur) dinme.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

indifa

  • Def olma.
  • Meydana çıkma. Yerden fışkırma.
  • Söze girişme.
  • Geri çekilme.
  • Başlama.
  • Teveccüh eyleme.
  • Yer yer baş gösterme.

inhac

  • Meydanda, zâhir, açık. Belli etme.
  • Hayvanı yorarak solutma.
  • Esvabı eskitme.

inkılab-ı azim-i dini / inkılâb-ı azîm-i dinî

  • Dinî sahada meydana gelen büyük çaplı köklü değişim.

inkılab-ı azim-i içtimai / inkılâb-ı azîm-i içtimaî

  • Toplum hayatında meydana gelen büyük değişim.

inkılab-ı azim-i islami / inkılâb-ı azîm-i islâmî

  • İslâmın meydana getirdiği büyük değişim.

inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye / inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye

  • Kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler.

inkılabat-ı zaman / inkılâbât-ı zaman

  • Zaman içinde meydana gelen değişmeler.

inkılabat-ı zamaniye / inkılâbât-ı zamaniye

  • Zamana bağlı olarak meydana gelen değişimler.

inkişaf

  • Açılma. Meydana çıkma.
  • Yetişme.
  • Terakki etme, ilerleme.
  • Gizli sırların bilinmesi.

inna / innâ

  • (İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.)

insan

  • Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.

inşilal

  • Şiddetle dökülerek akma.
  • (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme.

intac

  • Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme.

intani / intanî

  • Mikroplu, mikroptan meydana gelen.

intibah-ı ruhi / intibah-ı ruhî

  • Ruhta meydana gelen uyanış.

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irhasat / irhâsât

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika hâller, belirtiler.

irhasat-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler.

isbat

  • Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek.
  • Sabit ve muhkem kılmak.
  • Bâki ve pâyidar eylemek.
  • Delil. Bürhan. Şâhit.

isparçene

  • İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip.
  • Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri.

istibane

  • Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma.

istibraz

  • Meydana çıkarmak, açığa vurmak.

istidari / istidarî

  • Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan.

istihrac

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.

iştikak

  • Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
  • Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
  • Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i

istila

  • (Vely. den) Kaplamak, yayılmak.
  • Ele geçirmek. İşgal etmek.
  • Meydanın sonuna erişmek.
  • Basmak. Galebe etmek.

istinbat / istinbât

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.

izafe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izdiham

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.

izhar

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.

izhar etme

  • Meydana çıkarma, gösterme.

iztiba / iztibâ

  • Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

kaakı'

  • Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.

kabadayı

  • Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi.
  • Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.

kabl-ez zuhur

  • Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kader

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kaide

  • Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık.
  • Dip taraf.
  • Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus.
  • Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri.
  • Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.

kalb gözü

  • Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kangren

  • Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.

kanun-u kader-i ilahi / kanun-u kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar.

kanun-u teşekkülat / kanun-u teşekkülât

  • Meydana geliş kanunu.

kar-zargah / kâr-zârgâh

  • Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. (Farsça)

karabet-i sıhriyye

  • Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.

karbonik

  • Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. (Fransızca)

kariha-zad / kariha-zâd

  • Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. (Farsça)

kaside-i emali / kasîde-i emâlî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.

kaşif / kâşif

  • Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan.
  • Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
  • Keşfeden, bulan, meydana çıkaran.

kavanin-i teşkiliye / kavânîn-i teşkiliye

  • Oluşma, meydana gelme kanunları.

kayd

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası.

kaza / kazâ / قَضَا

  • Allah'ı takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi; kaderde yazılı olanın meydana gelmesi.
  • Kaderde olanın meydâna gelmesi.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.
  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza-i muallak / kazâ-i muallak

  • Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

kaza-yı ilahi / kazâ-yı ilâhî / قَضَايِ اِلٓه۪ي

  • Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kazā-yı rabbani / kazā-yı rabbânî / قَضَايِ رَبَّان۪ي

  • Terbiye edici olan Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazım / kâzım

  • Öfkesini yenen, meydana vurmayan.

kederengiz

  • Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. (Farsça)

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kemal-i zuhur / kemâl-i zuhur

  • Son derece açık olma; gözlerin görme sınırını aşacak şiddette açık ve meydanda olma.

keramet / kerâmet

  • İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.

keramet-i ihlasiye / kerâmet-i ihlâsiye

  • İhlâsın neticesi olarak meydana gelen kerâmet.

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
  • Açma, meydana çıkarma, gizli bir şeyi bulma, bir sırrı öğrenme.
  • Allah tarafından ermişlere ilham edilen gizliyi bilme yetisi.

keşf-i esrar

  • Sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma.

keşf-i kablelvuku

  • Olmadan önce keşfetme, meydana çıkarma.

keşf-i raz / keşf-i râz

  • Gizli bir şeyi meydana çıkarma.
  • Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. (Farsça)
  • Sır toplamak, casusluk etmek. (Farsça)

keşfiyat

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de

keşşaf

  • Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran.
  • Meşhur bir tefsir ismi.
  • İzci.

kezm

  • Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama.
  • Men'etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Nefesin çıktığı yer.

kinegah / kinegâh

  • Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası. (Farsça)

kinetik

  • Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. (Fransızca)

kıt'a

  • En az iki beyitten meydana gelmiş olan nazım parçası.

kitab-ı mukaddes / kitâb-ı mukaddes

  • Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.

kıyamet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyas-ı mürekkeb ve müteşa'ab

  • İkiden fazla mukaddemden (öncül) meydana gelen kıyas.

kolordu

  • Üç tümen ve bağlı birliklerden meydana gelen büyük askerî birlik.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

konsey

  • İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. (Fransızca)
  • Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. (Fransızca)
  • Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. (Fransızca)

ku'bere

  • Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.

küll

  • Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.

külli / küllî

  • Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
  • Çok, ziyade, fazla.
  • Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı

kürek cezası

  • Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.

kürrase

  • (Çoğulu: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kütle-i azim / kütle-i azîm

  • Büyük kütle (yani, büyük halk kitlelerinden meydana gelen topluluk).

kütübhane

  • Kitapların bulunduğu salon veya bina.
  • Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün.
  • Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.

kuvve-i müvellide / قُوَّۀِ مُوَلِّدَه

  • Tevlid edici kuvve, meydana getirci kuvvet.
  • Birşeyler meydana getirme kabiliyeti.

kuvveden fiile geçme

  • Potansiyel halde olan birşeyin fiilen meydana gelmesi, ortaya çıkması.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları.
  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

lahik / lâhik

  • Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.
  • Kavuşan, ulaşan, yetişen.

lahlaha

  • Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku.
  • Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.

layıh / lâyıh

  • Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen.

lezen

  • Şiddet.
  • Darlık.
  • Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

ma'lul / ma'lûl / مَعْلُولْ

  • Sebeble meydana gelen.

ma'nevi huzur / ma'nevî huzûr

  • Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.

ma'reke

  • Muhârebe meydanı, çarpışma yeri.
  • Çarpışma. Kıtal. Cenk.

ma-hasal / mâ-hasal

  • Hasıl olan, meydana gelen, netice, sonuç.

maarik

  • (Tekili: Ma'rek ve Ma'reke) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları.

maaşir-i mevcudat

  • Bütün varlıklardan meydana gelen topluluk.

mabsara

  • Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.

maddiyun ve tabiiyyun taunu / maddiyun ve tabiiyyun tâunu

  • Her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışma vebası.

madgare

  • Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş.

mahall-i tevarüd

  • Bir olay veya gelişmenin meydana geldiği yer.

mahall-i zuhur / mahall-i zuhûr / مَحَلِّ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma yeri.

mahasal / mâhasal

  • Hâsıl olan, meydana gelen.
  • Netice, sonuç.

mahşer / محشر

  • Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı.
  • Çok kalabalık.
  • Haşir meydanı.
  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
  • Haşir meydanı.

mahşer-i azim / mahşer-i azîm

  • Bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı.

mahşer-i ekber

  • En büyük toplanma yeri; haşir meydanı.

mahsus

  • Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan.
  • Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.

malizme

  • Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.

malul / malûl

  • Bir sebepten dolayı meydana gelen şey.

maluliyet

  • Bir sebebe ve illete bağlı olarak meydana gelme.

manevi şahsiyet / mânevî şahsiyet

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk, tüzel kişilik.

masari'

  • (Tekili: Mısrâ') Mısrâlar.
  • (Masra') Güreş meydanları.

masra'

  • Çarpışma, ölme.
  • Güreş meydanı.

materyal

  • Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. (Fransızca)

me'zem

  • (Çoğulu: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.

meal / meâl

  • (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum.
  • Mânası. Kısaca mânası.
  • Kaymak.
  • Husul yeri, peyda olunacak yer.
  • Son, sonuç.

mec'ul / mec'ûl

  • Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
  • Meydana çıkarılmış, yapılmış olan, yapmacık, uydurma.

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

mechuriye

  • Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.

meclis-i mebusan-ı ilmiye / meclis-i mebusân-ı ilmiye

  • Âlimlerden meydana gelen ilim meclisi.

mecma-i kebir

  • Büyük toplanma yeri; haşir meydanı.

mecmua

  • Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi.
  • Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle.
  • Kolleksiyon.

medar-ı zuhur / medâr-ı zuhûr / مَدَارِ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma sebebi.

mekanizma

  • Lât. Bir şeyin makina kısmı.
  • Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.

mekerr

  • Cenk edecek yer, savaş meydanı.

mekşuf

  • Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.

mektubat / mektûbât

  • Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana gelen kitap.

mektubat-ı rabbani / mektûbât-ı rabbânî

  • Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.

mele-i a'la / mele-i a'lâ

  • En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat, topluluk. Melekler âlemi.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

meserretengiz

  • Sevindiren. Meserret meydana getiren. (Farsça)

meşher-i a'zam

  • Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı.

mesnevi / mesnevî

  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
  • Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

mess

  • Yapışmak, değmek, dokunmak.
  • Meydana gelmek.

metin / metîn

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
  • Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadî

mevalid-i selase / mevâlid-i selâse

  • Üç çocuk; dört unsurun (su, hava, toprak, güneş) birleşiminden meydana gelen madenler, bitkiler ve hayvanlar.

mevhumat / mevhumât

  • Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler.

mevkıf

  • Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri.

meyadin / meyâdin

  • (Tekili: Meydan) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.
  • Meydanlar.

meyadin-i harb

  • Savaş meydanları. Muhârebe alanları.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

meydan-ı ekber

  • Çok büyük meydan.

meydan-ı galebe

  • Galibiyet meydanı; üstün gelinen alan.

meydan-ı gaza

  • Savaş meydanı.

meydan-ı harb

  • Harp meydanı, savaş alanı.
  • Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı.

meydan-ı harp

  • Savaş meydanı.

meydan-ı harp ve imtihan

  • Savaş ve imtihan meydanı.

meydan-ı haşir / meydân-ı haşir / مَيْدَانِ حَشْرْ

  • Haşir meydanı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip hesap vermek için toplanılacak olan meydan.
  • Haşir meydanı. Haşrin yeri.
  • Ölüleri dirilterek toplama meydanı.

meydan-ı haşr

  • Haşir meydanı.

meydan-ı haşr-i ekber

  • Büyük haşir meydanı.

meydan-ı hayat

  • Hayat meydanı.

meydan-ı imtihan

  • İmtihan meydanı.

meydan-ı imtihan-ı ins ü can / meydan-ı imtihan-ı ins ü cân

  • İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya.

meydan-ı iptila / meydan-ı iptilâ

  • İmtihan meydanı.

meydan-ı iptila ve imtihan / meydan-ı iptilâ ve imtihan

  • Tecrübe ve imtihan meydanı.

meydan-ı kebir / meydan-ı kebîr

  • En büyük meydan.

meydan-ı kıyamet

  • Kıyamet meydanı.

meydan-ı mahşer

  • Mahşer meydanı.

meydan-ı maişet

  • Geçimi temin etme meydanı.

meydan-ı medeniyet

  • Medeniyet meydanı; uygarlık alanı.

meydan-ı muaraza

  • Sözle mücadele meydanı.

meydan-ı mübareze

  • Savaş meydanı.

meydan-ı mücadele ve imtihan

  • Mücadele ve imtihan meydanı.

meydan-ı mücahede-i maneviye / meydan-ı mücahede-i mâneviye

  • Mânevî mücadele, cihad meydanı.

meydan-ı müdafaa / meydân-ı müdâfaa / مَيْدَانِ مُدَافَعَه

  • Savunma meydanı.
  • Savunma meydânı.

meydan-ı müsabaka

  • Yarış meydanı.

meydan-ı tayeran-ı ervah / meydan-ı tayeran-ı ervâh

  • Ruhların uçuştuğu meydan.

meydan-ı tecrübe ve imtihan

  • Deneme ve imtihan meydanı.

meydan-ı zuhur / meydân-ı zuhûr / مَيْدَانِ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma.

meyl-i tahaddi / meyl-i tahaddî

  • Meydan okuma meyli. Üstünlüğünü göstermek fikri.

mezamir

  • (Tekili: Mızmar) Koşu meydanları.

mişvargah / mişvargâh

  • Gösteri yeri. (Farsça)
  • Pehlivanların güreştikleri saha. (Farsça)
  • At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan. (Farsça)

miyansera

  • (Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.

mizan-ı haşir

  • Haşir terazisi, büyük hesap günü olan haşir meydanında amelleri tartan terazi.

mızmar

  • (Çoğulu: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.

mizmar / mizmâr

  • (Çoğulu: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer.
  • İnce belli at.
  • Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
  • Güzel ses.

mu'amelat / mu'âmelât

  • İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.

mu'cizat-ı katıa

  • Meydana gelişi kesin olan mu'cizeler.

mu'cize

  • Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

mu'cize-i mutlaka

  • Meydana geldiğinde şüphe duyulmayan mu'cize.

mu'terek

  • Cenk ve kıtal yeri. Savaş meydanı.

mübadat

  • Düşmanca davranış, saldırganlık.
  • Meydana çıkarma.

mübadi / mübadî

  • Ortaya koyan, meydana çıkaran.

mübareze / mübâreze / مُبَارَزَه

  • Meydana çıkma.

mübeyyez

  • (Mübeyyeze) Meydana çıkarılmış, açıklanmış açıkça söylenmiş. Bildiren, açıklıyan.

mübeyyin

  • Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan.

mübrez

  • Gösterilmiş, meydana konulmuş, ibraz olunmuş.

mübriz

  • (Büruz. dan) Meydana çıkaran, gösteren, ibraz eden.

mübtedi'

  • Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.

mücahere

  • (Mücaheret) Açığa vurma, belli etme, meydana çıkarma.

mücahereten

  • Ortaya koyarak, meydana çıkararak.

mucid

  • İcat eden, yeni bir şey meydana getiren, fikir ve mânâ yaratan.
  • Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan.
  • Yaratan. Yoktan var eden.

müeddi / müeddî

  • Eda eden. Te'diye eden. Ödeyen.
  • Sebep olan. Meydana gelmesine vesile olan.

müellef

  • (Ülfet. den) Yazılmış toplanmış.
  • Te'lif edilmiş, kitap olarak meydana getirilmiş, birleştirilmiş.

müellif

  • (Ülfet. den) Te'lif eden. Kitab tertib eden, kitab yazan. Kitab meydana getiren.
  • İmtizac ettiren.

müessisin / müessisîn

  • (Tekili: Müessis) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.

müferrec

  • Meydanı olan. Geniş.

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müfsidane / müfsidâne

  • İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara bozuculukla. (Farsça)

muhabbet-i umumiye

  • Toplum genelinde meydana gelen sevgi.

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhammes

  • Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş.
  • Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume.
  • Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.

muhassal

  • Toplam ortaya çıkan, meydana gelen.

muhassıl

  • Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren.

muhdes

  • İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan.
  • İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
  • Sonradan meydana getirilmiş.

muhdis

  • Bütün varlıkları yok iken var eden, meydana getiren, yaratan Allah.

muhkemat / muhkemât

  • Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu.

mühlet

  • Vakit. Bir işi bir zaman için geri bırakmak.
  • Rıfk ve teenni ile meydan vererek tutmak.

muhteraat

  • Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.

muhteri

  • İcad eden, yeni bir şey meydana getiren.

muhteri'

  • Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren.
  • Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.

mukadderat / mukadderât

  • Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar.

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

mükevven

  • (Kevn. den) Yapılmış. Tekvin edilmiş olan. Yaratılmış. Meydana getirilmiş olan.

mukterih

  • Bir şeye kasd eden, araştıran.
  • Yeniden meydana çıkaran.
  • Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.

mülk-i habis / mülk-i habîs

  • Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

mün'akid

  • İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen.

münceli

  • Parlayan, meydana çıkıp görünen.

münkeşif

  • (Keşf. den) Açılmış, meydana çıkarılmış. Açılan, keşfolunan, yeni bulunmuş.

munsarih

  • (Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.

müntic

  • İntâc eden, netice veren. Sebebiyet veren, meydana getiren. Bir şeyin neticelenmesine sebep olan.

mürekkeb

  • İki veya daha çok şeyin karışmasından meydana gelen, bileşik.

mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaide / mürekkebât-ı mütedahile-i mütesaide

  • Atomların iç içe dizilmesiyle yükselip gelişerek meydana gelen moleküller, elementler, bileşikler.

mürekkib

  • (Rükub. dan) Terkib eden. Bir birleşiği meydana getiren.

mürtes

  • Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra vefat eden İslâm mücâhidi.

musahere

  • (Sıhr. dan) Evlenme ile meydana gelen akrabalık.

müşareket babı

  • Fiilin iki veya daha fazla şahıs tarafından meydana geldiğini gösteren fiil kalıbı.

müsebbeb / مُسَبَّبْ

  • (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.
  • Sebeble meydana gelen.

müsebbebat / müsebbebât

  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.

müsebbep

  • Sebeple meydana gelen, sebebin sonucu.

müsebbib-ül esbab

  • Bütün sebeplere sâhip olan, hakiki müsebbib (Cenab-ı Hak). Bütün sebepleri meydana getiren, Allah (C.C.)

müseddes

  • Altı kısımdan meydana gelmiş.
  • Altılı. Altıgen.

müsemmen

  • Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.
  • Sekiz renkli. Sekiz parçadan meydana gelen.
  • Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet karşılığında satılmış olan şey.

müsenna

  • Kat kat olan.
  • İkili. İki bölümden meydana gelmiş olan. İki kat olan, iki noktalı olan, iki defa nâzil olan Sure-i Fâtiha. Gr: İki şahsa veya iki şeye delâlet eden kelime.

müşerri'

  • Teşri' eden. Şeriatın kurucusu. Şeriat kanununu meydana getiren.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

müstahdes

  • Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış.

müstebin

  • Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr.

müteallin

  • Aşikâr, aleni ve meydanda olan.

müteayyin

  • (Ayn. dan) Karar verilmiş.
  • İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi.
  • Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.
  • Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan.

müteayyinan / müteayyinân

  • (Tekili: Müteayyin) (Ayn. dan) Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. (Farsça)
  • Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. (Farsça)
  • Karar verilmişler. (Farsça)

müteazzir

  • Meydana gelmesi zor olan.
  • Özürlü olan.

mütebariz

  • (Bürüz. dan) Tebarüz eden, meydana çıkan. Bâriz âşikar olan.

mütebarizin / mütebarizîn

  • (Tekili: Mütebariz) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler.

müteberriz

  • Beliren, meydana çıkan, teberrüz eden.

mütebeyyin

  • Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden.

mütecelli

  • Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.

mütehaddis

  • (Hudus. dan) Meydana gelen, peydâ olan, meydana çıkan.

mütehakkık

  • Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan.

mütehassıl / مُتَحَصِّلْ

  • (Husul. den) Husule gelen, hasıl olan, vücut bulan, meydana gelen.
  • Hasıl olan, meydana gelen.
  • Meydana gelen.
  • Meydana gelen.

mütehassıl olan

  • Hâsıl olan, meydana gelen, sonuç itibariyle ortaya çıkan.

müterettib

  • Terettüb eden. Sıralanmış, sıra ve tertibe girmiş.
  • Meydana gelen, icab eden.
  • Dolayı.

müteşekkil

  • Herhangi bir şekil alan. Birleşmiş, meydana gelmiş olan.
  • Meydana gelmiş, oluşmuş.

mütevellit

  • Ortaya çıkan, meydana gelen.

mütezavil

  • Bir şey meydana getirmeğe çalışan.
  • Bir şeyi diğer bir şeye yaklaştıran.

mutlak müctehid / mutlak müctehîd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her biri.

müttezih

  • Açık ve meydanda olan.

muvafakat-i adediye

  • Sayıca meydana gelen uygunluk, denklik.

müvelled

  • Doğmuş, doğurulmuş, iki şeyin birleşmesiyle olmuş, sonradan olmuş, melez.
  • Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş.

müvelledat / müvelledât

  • Doğmakla meydana gelmiş canlılar. Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş olanlar.
  • Uydurma kelimeler.

müvellid

  • Tevlid eden, husule getiren, doğuran. Doğurtan kimse. Meydana getiren.
  • Meydana getiren, doğurtan.

müvellid-ül humuza

  • Ekşilik, oksitlenme meydana getiren. Oksijen.

müvellide

  • Doğuran, meydana getiren.

müzavele

  • Bir şeyin meydana gelmesi için çalışma.
  • Bir şeyi başka bir şeye yakınlaştırma.

muzi' / muzî'

  • Meydana çıkaran, açığa vuran.

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

muzmir

  • Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na-mestur

  • Açık, meydanda, âşikâr. (Farsça)
  • Örtülmemiş. (Farsça)

nafaka-i iddet

  • Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.

nak

  • Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk : Gamlı, kederli. (Farsça)

naka

  • (Çoğulu: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe.

naşi / nâşi

  • Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş.
  • Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle.
  • Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey.
  • Yetişmiş oğlan veya kız.
  • Meydana gelen, ortaya çıkan.

nass

  • Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
  • Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

natüralizm

  • (Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.

naverdgah / naverdgâh

  • Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı. (Farsça)

nebagat

  • Meydana çıkma.

nebş

  • Gömülü bir şeyi yerden çıkarma.
  • Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma.

nebt

  • Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme.
  • Ot.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necl

  • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
  • Kuşak, nesil, sülâle.
  • Atmak.
  • Ayak ucuyla vurmak.
  • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
  • Yerden çıkan su.

neş'e

  • Gönül açıklığı, sevinç.
  • Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey.
  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.

neş'et

  • Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek.
  • Çıkmak. Kaynak olmak.
  • Meydana gelme, doğma.

neş'et eden

  • Doğan, meydana gelen.

neş'et etme

  • Doğma, meydana gelme.

neş'et etmek

  • Meydana gelmek, kaynaklanmak.

neşê

  • Yeniden meydana gelme, dirilme.

neşêt

  • Meydana gelme, çıkma.

neşr-i suhuf

  • Haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi.
  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

nev-i mütevassıt

  • İki farklı türün birleşmesinden meydana gelen ara tür (katır gibi).

nev-icad

  • Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş. (Farsça)

nevreste

  • (Çoğulu: Nevrestegân) Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş. (Farsça)

niver

  • Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller. (Farsça)

nümüvv-ü tabii / nümüvv-ü tabiî

  • Tabiî ve normal bir süreçte meydana gelen gelişme.

nüsu'

  • Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.

ordu

  • Askerlerden meydana gelen düzenli topluluk.

parlamento

  • İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

pervazgah / pervazgâh

  • Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. (Farsça)

peyda / peydâ

  • Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan. (Farsça)
  • Meydana gelme, ortaya çıkma.
  • Var olan, açık, meydanda.

peyda etme

  • Oluşma, meydana gelme.

peyda olan / peydâ olan

  • Meydana gelen.

rahum

  • Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve.

rahye

  • Düz meydan.

reva

  • Lâyık, uygun. Meydana gelmek. (Farsça)
  • Gidici. (Farsça)

rezil ü rüsva

  • Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.

rezil ve rüsvay olma / rezil ve rüsvây olma

  • Rezil ve maskara olma, ayıpları meydana çıkma.

rezilürüsva

  • Ayıpları meydana çıkmakla alçalıp kötü hâle düşmek.

rezmgah / rezmgâh

  • Savaş meydanı, muhârebe sahası. (Farsça)

ru-nüma / rû-nümâ

  • Yüz gösteren, meydana çıkan. (Farsça)
  • Yüz görümlüğü. (Farsça)
  • Görünme, meydana çıkma.

ru-nümun

  • Meydana çıkan, yüz gösterici. (Farsça)

rübai / rübaî

  • Dörtlük olan. Dörtle ilgili.
  • Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir.
  • Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.

ruh-u cemaat

  • Cemaat ruhu; toplumu meydana getiren ruh.

ruhani / ruhanî

  • Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek.
  • Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.

ruhullah

  • Allah'ın emriyle meydana gelen.
  • İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.

rükn

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

rüsva

  • (Rüsvay) Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış. (Farsça)

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

sa'y

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sade

  • (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur.
  • Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.

sadır / sâdır / صادر

  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen.
  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan. (Arapça)
  • Sâdır olmak: (Arapça)
  • Çıkmak, meydana gelmek. (Arapça)
  • İmzadan çıkmak. (Arapça)

sadır olan / sâdır olan

  • Çıkan, meydana gelen.

saha / sâha

  • Meydan, yer, avlu, geniş yer.
  • Alan, meydan.

saha-i ıtlak

  • Açık alan, sınırsız meydan.

saha-i zuhur

  • Görünme meydanı.

sahat

  • (Tekili: Sâha) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.

sahire

  • Yer yüzü, arz.
  • Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza.
  • Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl.
  • Cehennem.

sahn

  • Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk.
  • Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık.
  • Sahne.
  • Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer.
  • Büyük kâse. Sahan.
  • Zil.

sahra / sahrâ

  • Ova, meydan. Çöl.

sahra-i azime / sahrâ-i azîme

  • Büyük ova, meydan.

şahs-ı manevi / şahs-ı manevî

  • Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs.
  • Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler.

şahsiyet-i manevi / şahsiyet-i mânevî

  • Tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik.

şahsiyet-i maneviye / şahsiyet-i mâneviye

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik; Sahabe mânâsını oluşturan ortak kimlik, ortak mânâ.

sala-han / salâ-han

  • Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. (Farsça)
  • Meydan okuyan kişi. (Farsça)

salib / salîb

  • Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden.
  • Kapıp götüren, zorla alan.
  • Alan.
  • Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.
  • Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz.

sani' / sâni'

  • (Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah)
  • Sanatkârca yapan, yaratan, sanat eseri olarak meydana getiren. (Allah)

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

şap

  • Alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde.

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

şari'

  • Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.).
  • Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
  • Şüru' eden, başlayan.

sarih / sarîh

  • Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).

sarihan

  • Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.

şark hadisesi / şark hâdisesi

  • Doğu bölgesinde meydana gelen hadise; Şeyh Said İsyanı.

şart

  • Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.

satı'

  • (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan.
  • Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.

savafık

  • Havadis.
  • Yeni meydana gelen şeyler.

şaziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Kavis, yay.
  • Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça.
  • Kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
  • İncik kemiği.

se'ir / se'îr

  • Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.

sealil

  • (Tekili: Sü'lul) Memeler.
  • Vücudda meydana gelen siğiller.

sebeb

  • Vâsıta. Âlet.
  • Alâka.
  • Bahane.
  • Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça.

sebeb-i husul / sebeb-i husûl / سَبَبِ حُصُولْ

  • Meydana gelme sebebi.
  • Meydana gelme sebebi.

sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbet

  • Olumlu iş ve icraatı meydana çıkarma sebebi.

şecaat-i akliye-i medeniyet meydanı

  • Medeniyetin aklî kahramanlık meydanı; akıl kahramanlarının meydan okuduğu medeniyet meydanı.

şeccat

  • (Tekili: şecce) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.

şecce

  • Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.

sekar

  • Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.

selika

  • Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri.
  • Tabiat.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

şerait-i sulhiye / şerâit-i sulhiye

  • Barışı ve barış ortamını meydana getiren şartlar.

şerif-i caferi / şerîf-i câferî

  • Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad.

servet-i fünun

  • Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

sıffin / sıffîn

  • Sahabeler arasında meydana gelen bir savaşın adı.
  • Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. S

siga

  • Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
  • Fiilin çekiminden meydana gelen çeşitli şekillerden her biri.

sıhri / sıhrî

  • Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.

sıhriyet

  • Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.

silsile

  • Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
  • Soy, sop.
  • Sıradağ.
  • Seri. Dizi.
  • Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.

silsile-i hadisat / silsile-i hâdisât

  • Meydana gelen olaylar zinciri.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

sü'lul

  • Meme başı.
  • Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.

sübut

  • Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
  • Sabit olma, kesin olarak meydana çıkma.

sudur / sudûr

  • Olma, meydana gelme. Sâdır olma.
  • (Tekili: Sadr) Göğüsler, sadırlar.
  • Olma, meydana gelme.
  • Göğüsler, sadırlar.

sudur eden / sudûr eden

  • Ortaya çıkan, meydana gelen.

sudur-u gayr-ı ihtiyar

  • İsteksiz olarak meydana gelme.

sufuf-u ibad / sufûf-u ibâd

  • Kulların meydana getirdiği saflar.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

sure / sûre

  • Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ

suret-i teşekkül

  • Meydana gelen şekil, görüntü.

suretpezir

  • Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. (Farsça)

suretyab / suretyâb

  • Şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. (Farsça)

süreyya / süreyyâ

  • Ülker takımyıldızı; yedi (veya altı) yıldızdan meydana gelen ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünen bir takımyıldızı.

sürpriz

  • Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. (Fransızca)

ta'lin

  • Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.

taallün

  • Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.

taayyün

  • Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.

taayyünat

  • Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.

tabaka-i esiriye / tabaka-i esîriye

  • Esir maddesinden meydana gelen tabaka.

tabaka-i havass / tabaka-i havâss

  • Toplumun üst seviyesini meydana getiren seçkinler tabakası.

tabiatperest

  • Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden. (Farsça)

tabiatperestlik

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme, tabiatçılık.

tabur

  • Dört bölükten meydana gelen askerî birlik.

tahaddi / tahaddî

  • Meydan okuma.
  • Meydan okuma.
  • Meydan okuma.

tahaddi mu'cizesi

  • Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahaddüs / تحدس

  • Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak.
  • Haber vermek, sezgi.
  • Sezgi. (Arapça)
  • Meydana gelme. (Arapça)
  • Tahaddüs etmek: Meydana gelmek, ortaya çıkmak. (Arapça)

tahakkuk

  • Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.

tahakkuk-u hakaik

  • Gerçeklerin oluşması, meydana gelmesi.

tahassul

  • Hasıl olma, çıkma, meydana gelme.

tahassul etme

  • Meydana gelme, ortaya çıkma, elde edilme.

tahazzüb

  • (Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahric / tahrîc

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

taife

  • Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.

taktik

  • Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. (Fransızca)
  • Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. (Fransızca)

talmud / talmûd

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.

tarz-ı teşkilat / tarz-ı teşkilât

  • Meydana geliş tarzı.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
  • Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)

tasarrufat-ı azime-i yevmiye / tasarrufât-ı azîme-i yevmiye

  • Hergün meydana gelen büyük tasarruflar, faaliyetler.

tastir

  • (Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme.

tavaif-i müluk / tavaif-i mülûk

  • Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler.

te'sis

  • Kurma, meydana getirme, temel atma.

teayyün

  • Bellibaşlı olmak.
  • Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek.
  • Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma.

teayyün-i vücudi / teayyün-i vücûdî

  • Varlıkta meydana gelme, hâsıl olma.

tebellür

  • Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak.
  • Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.

teberrüz

  • Görünme, meydana çıkma.

tebrie

  • (Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak.
  • Borçtan kurtarmak.
  • Nezahet, ismet.
  • Beraet ettirmek.

tebyin

  • Açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma.

tecelli

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

tecellidar / tecellidâr

  • İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen. (Farsça)

tecelligah / tecelligâh

  • Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer. (Farsça)

techil

  • Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma.

tecrübe-i meydan-ı imtihan

  • İmtihan meydanındaki tecrübe, sınav.

tedhiş-i ezhan / tedhiş-i ezhân

  • Zihinlerde heyecan meydana getirme.

tedkik

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.

tehaddi / tehaddî

  • Meydan okuma.
  • Meydan okumak.

tekabkub

  • Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.

tekeşşüf

  • Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak.
  • Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak.

tekevvün / تكون / تَكَوُّنْ

  • (Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş.
  • şekillenmek.
  • Var olmak.
  • Oluşum, oluşma. (Arapça)
  • Tekevvün etmek: (Arapça)
  • Oluşmak. (Arapça)
  • Meydana gelmek, olmak. (Arapça)
  • Meydana gelme.

tekvin / tekvîn

  • Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak.
  • İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
  • Var etmek, meydana getirmek, yaratmak, Kelâm ilminde Allah'ın subûti bir sıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.

tekvin eden

  • Meydana getiren.

telvin / telvîn

  • Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.

temşiye

  • (Meşy. den) Yürütme, ilerleme.
  • Meydana gelmesini kolaylaştırma.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

terakib

  • (Tekili: Terkib) Terkibler.
  • Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.

terakkiyat-ı sanayi / terakkiyât-ı sanayi

  • Sanayi dallarında meydana gelen gelişme ve ilerlemeler—uçak sanayii, gemi sanayii gibi.

terekküb / تَرَكُّبْ

  • Oluşma, meydana gelme.
  • Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek.
  • Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
  • Birkaç şeyden meydana gelme.

terekküp

  • Birleşme, meydana gelme.

terekküp eden

  • Oluşan, meydana gelen.

tereşşuh

  • (Çoğulu: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.

terkib

  • Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek.
  • Birbirine karıştırılmış maddeler.
  • Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirin

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

terkib-i mezci / terkib-i mezcî

  • İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.

terkibat

  • (Tekili: Terkib) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.

terkibat-ı mevcudat / terkibât-ı mevcudat

  • Varlıkların değişik elementlerin birleşmesiyle meydana gelişleri.

terkibat-ı nisbet-i hafiye

  • Gizli düşünce ve tasavvurlardan meydana gelen terkibler.

tertib-i eşya

  • Eşyanın belli bir düzende meydana gelmesi.

tertib-i mukaddemat / tertib-i mukaddemât

  • Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler.

tesadüf

  • Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme.

tesadüfi / tesadüfî

  • Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle.

teşekkül

  • şekillenme. şekil alma.
  • Meydana gelme.

teşekkül eden

  • Kurulan, meydana getirilen.

teşekkül etme

  • Oluşma, meydana gelme.

teşekkül-ü ervah / teşekkül-ü ervâh

  • Ruhların meydana gelmesi.

teşkil

  • Meydana getirme.
  • Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek.
  • Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.

teşkil etme

  • Oluşturma, meydana getirme.

teşkil eyleyen

  • Oluşturan, meydana getiren.

teşkil-i ceset

  • Cesedi oluşturma, meydana getirme.

teşkil-i cümle enva / teşkil-i cümle envâ

  • Bütün türleri meydana getirme.

teşkil-i eşya

  • Varlıkların oluşması, meydana gelmesi.

teşkilat / teşkilât

  • Meydana gelme, oluşma.

teşkilce

  • Meydana gelişiyle, oluşuyla.

teslis / teslîs

  • Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

tetre'

  • (Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde).

tevaif-i müluk / tevâif-i mülûk

  • Abbasî Devletinin parçalanmasıyla meydana gelen küçük devletler.

tevellüd eden

  • Doğan, meydana gelen.

tevellüt

  • Doğma, meydana gelme.

tevellüt eden

  • Doğan, meydana gelen.

tevlid / tevlîd / توليد

  • Doğurtma, üretme. (Arapça)
  • Meydana getirme. (Arapça)
  • Tevlîd etmek: (Arapça)
  • Üretmek. (Arapça)
  • Meydana getirmek. (Arapça)

tevlidat / tevlidât

  • (Tekili: Tevlid) Meydana getirmeler, sebep olmalar.
  • Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.

tevlit etmek

  • Doğurmak, meydana getirmek.

tezahum / tezâhum

  • İzdiham meydana getirme, zahmet verme.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezavül

  • Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.

uhbuşe

  • Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.

ukad-ı hayatiye

  • Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.

umur-u gaybiye-i istikbaliye

  • Gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

uzv

  • Canlıyı meydana getiren parçaların her biri, organ.

vacid / vâcid / واجد

  • Tanrı. (Arapça)
  • Meydana getiren. (Arapça)

vaki / vâki

  • Olmuş, meydana gelmiş.

vaki olan

  • Meydana gelen.

vaki olma / vâki olma

  • Olma, meydana gelme.

vaki olmak

  • Meydana gelmek, gerçekleşmek.

vaki' / vâki' / واقع / وَاقِعْ

  • Olan, meydana gelen, gerçekleşmiş olan. (Arapça)
  • Vâki' olmak: (Arapça)
  • Olmak, meydana gelmek, gerçekleşmek. (Arapça)
  • Bulunmak, yer almak. (Arapça)
  • Meydana gelen.

vakıat-ı kat'iye / vakıât-ı kat'iye

  • Kesin olarak meydana gelen vakıalar, olaylar.

vasat

  • İki şeyin arası.
  • Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç.

vasi' / vâsi'

  • (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
  • Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)

vazih / vazîh

  • (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.

vazıhat / vâzıhât

  • (Tekili: Vâzıh) Açık ve meydanda olan şeyler.

vazzah

  • Meydanda, çok açık, belli.

vekayi-i alem / vekayi-i âlem

  • Dünyada meydana gelen olaylar.

veled-i zina / veled-i zinâ

  • Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk.

vesi'

  • (Vesia) Vüs'atli, geniş.
  • Meydanlık.

veted

  • Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh.
  • Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım.

vezne

  • Tartı. Terazi.
  • Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir.
  • Barut

vücud / vücûd / وجود

  • Varlık. (Arapça)
  • Beden. (Arapça)
  • Var oluş. (Arapça)
  • Vücûd bulmak: Meydana gelmek, oluşmak. (Arapça)

vücud bulan

  • Meydana gelen, varlık âlemine çıkan.

vücuda gelen

  • Oluşan, meydana gelen.

vücuda gelme

  • Oluşma, meydana gelme.

vücuda getirilen

  • Meydana getirilen.

vücuda getirilme

  • Meydana getirilme, oluşturulma.

vücuda getirme

  • Meydana getirme.

vücuda getirmek

  • Oluşturmak, meydana getirmek.

vuku / vukû / وقوع

  • Gerçekleşme, meydana gelme.
  • Oluş, meydana gelme.
  • Bk. vukû'
  • Vukû bulmak: Meydana gelmek, cereyan etmek, gerçekleşmek.
  • Meydana gelme.

vuku bulan

  • Gerçekleşen, meydana gelen.

vuku bulma

  • Meydana gelme.

vuku' / vukû' / وقوع

  • Meydana gelme, cereyan etme. (Arapça)

vukū' / وُقُوعْ

  • Meydana gelme.
  • Meydana gelme.

vukū'u muayyen / وُقُوعُ مُعَيَّنْ

  • Meydana gelmesi belirlenmiş olan şey.

vukua gelen

  • Meydana gelen.

vukua gelme

  • Meydana gelme.

vukuat / vukuât

  • Meydana gelen olaylar.

vukuat-ı istikbaliye / vukuat-ı istikbâliye

  • Gelecekte meydana gelecek olaylar.

vukubulma

  • Meydana gelme.

vüs'

  • Genişlik. Bolluk.
  • Fırsat.
  • Boş meydan.
  • Kuvvet, güç, tâkat.
  • Varlık, zenginlik.
  • Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yekpare

  • Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.

yezid

  • (Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.

za

  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

zade-i tab'

  • (Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri.

zahir / zâhir

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.
  • Açık, belli, görünür, meydanda olan.

zahiren / zâhiren

  • Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.

zahiri / zâhirî

  • Dıştan görünen, meydanda olan.

zarar-ı beyyin

  • Meydanda ve âşikâr olan zarar. (Farsça)

zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.

zaviye

  • Köşe.
  • Küçük tekke.
  • İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.
  • Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "g

zellet-ül kari / zellet-ül kârî

  • Kırâat hatâsı. Namazın içindeki farzlardan kırâati yerine getirirken (Fâtiha ve zamm-ı sûreyi okurken) meydana gelen hatâ, yanlış okuma.

zelzele-i beşeriye

  • İnsanî zelzele; insanın maddî ve mânevî hayatında meydana gelen sarsıntı, Dünya Savaşları, dinsizlik gibi.

zelzele-i maneviye-i islamiye / zelzele-i mâneviye-i islâmiye

  • İslâm dünyasında meydana gelen mânevî sarsıntı.

zelzelet-üs saa / zelzelet-üs sâa

  • Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.

zemin

  • Yer. Yeryüzü. (Farsça)
  • Meydan. Satıh. (Farsça)
  • Tarz. Eda. (Farsça)
  • Mevzu. (Farsça)

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zerrat-ı zücaciye

  • Cam zerreleri, camı meydana getiren atomlar.

zevc

  • Çift. İki şeyden meydana gelen.
  • Sınıf, cins, nev'.
  • Karı ve kocanın herbiri.
  • Koca, eş.

zey'

  • (Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın