REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Luğa ifadesini içeren 151 kelime bulundu...

abidane / abîdâne

  • Kulluğa yakışır bir şekilde.

ademi / ademî / عَدَم۪ي

  • Yokluğa ait, yoklukla ilgili.
  • Yokluğa ait.
  • Yokluğa ait. Ademle ilgili
  • Yokluğa ait.

alet-i tes'id / âlet-i tes'id

  • Mutluluğa ulaştırma aleti.

ayar

  • Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi.
  • Saadete, mutluluğa doğru gitme.

babü's-sin / bâbü's-sin

  • Sözlük ve lügatlerde "sin" harfinin bulunduğu bölüm, Sin maddesi.

baliğ / bâliğ

  • Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Cünüp olup, gusül (boy) abdesti almağa başlayan, evlenecek yaşa gelen erkek.

baliğa / bâliğa

  • Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Hayız (regl) görmeye başlayan, evlenecek yaşa gelen kız.

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

beyder

  • Ekin harmanı. (Farsça)
  • Doğru lügat. (Farsça)

bürhan-ı katı'

  • Kat'î, en sağlam ve şeksiz delil.
  • Farsça bir lügat kitabının ismi.

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

cevahir-ül-kelimat

  • Şemsi adındaki bir zat tarafından Arapçadan Türkçeye kaleme alınan 108 sahifelik bir lügat kitabının adı.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

dellal-ı vahdaniyet ve saadet / dellâl-ı vahdâniyet ve saadet

  • Allah'ın birliğine ve mutluluğa çağırıp ilân eden.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

din

  • Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

dünya-yı zaile

  • Gelip geçici ve yokluğa mahkûm olan dünya.

ebede namzet

  • Sonsuzluğa aday.

ebedperest / اَبَدْپَرَسْتْ

  • Sonsuzluğa âşık.

ehl-i hakikat ve kemal / ehl-i hakikat ve kemâl

  • Doğru ve hak yolda olanlar ve mânevî açıdan belirli bir olgunluğa erişmiş kimseler.

ehl-i saadet

  • Mutluluğa erenler.

el-hükmü li'l-ekser

  • Hüküm çoğunluğa göre verilir.

elfaz

  • (Tekili: Lafz) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.

elgaz

  • (Tekili: Lügaz) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

elhükmü-li-l ekser

  • Çokluğa, ekseriyete göre karar verilir. Hüküm ekseriyete göredir.

emr-i ademi / emr-i ademî / اَمْرِ عَدَم۪ي

  • Yokluğa ait iş, şey.
  • Yokluğa yönelik iş.

eşüdd

  • Büluğa gelmek mertebesi.

ferhenk

  • Edeb. İyi terbiye. (Farsça)
  • Hüner. Hikmet. Azamet. Mârifet. Bilgi. (Farsça)
  • Lügat kitabı. (Farsça)

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

hab-dide

  • "Rüya görmüş." Büluğa ermiş genç. (Farsça)

habnadide

  • (Hâb-nâdide) Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız. (Farsça)

hac

  • İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

hadd-i büluğ

  • Büluğa erme yaşı. Teklif-i İlâhînin başladığı, namaz ve oruç gibi dinî emirleri ifaya başlanılan yaş.

hadi / hâdî

  • Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.

halik / hâlik

  • Helâk olan, yokluğa giden.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hanif

  • İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı.
  • İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse.
  • Eğri.
  • Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.

hatib / hatîb

  • Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse.
  • Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
  • Hitap eden, topluluğa karşı konuşan.

havs

  • Ayrılmak.
  • "Haysü" mânâsına zarf-ı mekân için lügattır.

havtel

  • Büluğa eren oğlan.
  • Bağırtlak yavrusu.

hey'et-i içtimaiye

  • İçtimaî heyet. Topluluğa âit heyet. Toplantı heyeti.

hitab

  • Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.

hitab-ı am / hitab-ı âm

  • Umuma hitap, bir topluluğa söyleme.

hitabet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.

ibkar

  • Fecirden kuşluğa kadar olan vakit.
  • Tehir etmek, sonraya bırakmak.

ictimai / ictimaî

  • Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.

idam-ı ebedi / idâm-ı ebedî

  • Dirilmemek üzere yok oluş; âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme.

ihtilam / ihtilâm

  • Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.

ilgaz

  • (Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme.

inbihar

  • Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma.

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

intaniye

  • Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı.

isar / îsâr

  • Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.

ıslah-ı nefs / ıslâh-ı nefs

  • Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

istifna

  • Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak.

istikmal

  • Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

kabe-i saadet / kâbe-i saadet

  • Saadet ve mutluluğa ulaştıran ana yön, merkez.

kamilin / kâmilîn

  • Kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş kimseler.

kamilin-i nev-i beşer / kâmilîn-i nev-i beşer

  • İnsanların içinde kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş olanlar.

kamus

  • Deniz. Derya.
  • Denizin ortası, derin yeri.
  • Büyük Lügat Kitabı.

kamus-i arabi / kamus-i arabî

  • Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük.

kamus-i türki / kamus-i türkî

  • Türkçe lügat kitabı, Türkçe sözlük.
  • Şemseddin Sâmi'nin yayınladığı Türkçe lügat.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kemal-i akıl / kemâl-i akıl

  • Aklın olgunluğa erişmesi.

kemmi / kemmî

  • Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.

kepade-keş

  • Okçuluğa yeni başlıyan. (Farsça)

lahn

  • Güzel ve kaideli ses.
  • Nağme.
  • Kaideye uymayan yanlış okuyuş.
  • Usulüne uygun okumak.
  • Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek.
  • Meyl.
  • Fehmeylemek.
  • Lisan.
  • Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.

lemeat-ı bekaiye / lemeât-ı bekaiye

  • Sonsuzluğa ait parıltı.

lüga

  • (Çoğulu: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz.

lugat / lûgat

  • Kelime. Söz.
  • Her milletin dili.
  • Lügat kitabı, sözlük.
  • (Tekili: A, uzun okunur) (Lügat) Lügatlar, kelimeler.
  • Lügat kitapları.
  • Lügat, sözlük, kelimelerin anlamlarını kısaca bildiren kitap.

lügat

  • (Bak: Lugat)

lugatnüvis

  • Lügat yazan. (Farsça)

lugatşinas

  • İyi lügat bilen. (Farsça)

lugavi / lugavî

  • Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.

lugaviyyun

  • Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler.

lügaz

  • Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.

ma'şeri / ma'şerî

  • Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok.

maani-i lüğaviye / maâni-i lüğaviye

  • Lügat mânâları, kelimelerin sözlük anlamları.

mahkum-u adem / mahkûm-u adem / مَحْكُومُ عَدَمْ

  • Yokluğa mahkum olan.
  • Yokluğa mahkum olan.

mana-yı lügavi / mânâ-yı lügavî

  • Lûgat, sözlük anlamı.

mesaid

  • (Tekili: Mesâdet) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar.

meyl-i saadet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluğa olan eğilim, arzu.

meylül-istikmal / meylül-istikmâl

  • Olgunluğa ulaşma meyli, eğilimi.

meylülistikmal

  • Olgunluğa erme eğilimi, arzusu; birşeyin olgunluğa, kemâle erme istek ve arzusu.

meyve-i baki / meyve-i bâki

  • Kalıcı, sonsuzluğa ait meyve.

muamele-i ubudiyet / muamele-i ubûdiyet

  • Kulluğa ait davranışlar.

mugamere

  • (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.

muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.

mükellefiyet-i ubudiyet

  • Kulluğa ait yükümlülük, sorumluluk.

mükellif

  • Teklif eden.
  • Vazife veren. İş veren.
  • Zorluğa sevkeden.

mürebbib

  • Çocuğu büluğa erene kadar besleyen.

müreffih

  • (Rüfuh. dan) Rahatlandırıcı, rahat ettirici.
  • Refaha eren. Rahat ve bolluğa kavuşan.

mürşid-i kamil / mürşid-i kâmil

  • Dinî meselelerde olgunluğa ulaşmış mürşid, yol gösterici.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müstağrak-ı sürur

  • Mutluluğa gark olmuş, dalmış.

müstakbele ve ebede namzet

  • Geleceğe ve sonsuzluğa aday.

mütefeyyiz

  • (Feyz. den) Feyizlenen. Bolluğa kavuşan, bereket bulan.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

na-balig

  • Henüz büluğa ermemiş, daha bâliğ olmamış. (Farsça)
  • Erişmemiş, yetişmemiş. (Farsça)

na-reside

  • Yetişmemiş, körpe.
  • Büluğa ermemiş.

naci

  • Kurtulan. Necat bulan.
  • (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi "Fetva" kelimesine kadar hazırlamıştır.

nadc

  • Kıvam. Büluğa erme. Pişme.

nasb

  • Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme.
  • Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.
  • Dikme, bir rütbe alma, bir memurluğa atama. Bazı Arapça kelimelerin sonunun üstünlü olma durumu.

nazc

  • Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme.
  • Büluğa erme. Bâliğ olma.

nazc-ı kabl-el vakt

  • Zamanından önce büluğa erme.

nevmid / nevmîd / نوميد

  • Umutsuz. (Farsça)
  • Nevmîd etmek: Umutsuzluğa düşürmek. (Farsça)
  • Nevmîd olmak: Umutsuzluğa kapılmak. (Farsça)

nevsefer

  • Yeni yolculuğa çıkan. (Farsça)

okyanus

  • Büyük deniz. Bahr-ı muhit.
  • Arapça büyük lügat kitabı.

rehber

  • Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât.

reşid / رشيد

  • Ergin, büluğa ermiş. (Arapça)
  • Doğru yolda giden. (Arapça)

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

rüşdi / rüşdî

  • Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair.

saadetresan / saâdetresân

  • Mutluluğa ulaştıran.
  • Mutluluğa götüren.

sabır

  • Acıya ve zorluğa katlanma.

sabir

  • Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.

sabiyye

  • Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.

sabr

  • Acıya ve zorluğa katlanmak.
  • Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
  • Muharebede şecaat gösterme.
  • Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak.
  • Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.

sagir

  • Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.

şedd-i rihal

  • Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama.
  • Yolculuğa çıkma.

sefine-i rabbaniye / sefine-i rabbâniye

  • Her şeyi terbiye ve idare eden Allah'a ait bir gemi; iman ehlini sonsuz mutluluğa ulaştıracak araç.

selam

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer

semavi din / semâvî din

  • İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol.

şevk-i ebediyet

  • Sonsuzluğa şiddetli istek.

sıhhi / sıhhî

  • Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.

şir'a

  • (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demekt

şirket ve kesret

  • Ortaklık ve çokluğa dayalı sistem; bir çok unsurun kurduğu ortaklık, şirket; yani bir işe birçok elin karışması.

süeda

  • Saidler, mutluluğa erenler.

süluk-ü tarikat / sülûk-ü tarikat

  • Tarikat yoluna girme; nefsi düzeltmek ve vuslata erişmek amacıyla tasavvuf yoluna girme, mânevî yolculuğa çıkma.

ta'rib

  • Bir kimseden söz nakletmek.
  • Çirkin etmek.
  • Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek.

ta'zir

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı

tavr-ı ubudiyetkarane / tavr-ı ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır tavır, hareket.

tayere

  • Uğursuzluğa inanmak.

tekasüli / tekâsülî

  • Gevşeklik ve uyuşukluğa âit. Tembellikten gelen.

tekellüf

  • Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak.
  • Gösterişe kapılmak. Özenmek.
  • Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.
  • Kendi isteği ile bir zorluğa katlanmak.
  • Gösterişe kapılmak. Özenmek. Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.

terceme

  • (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.

tereffüh

  • Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak.

teshil

  • (Çoğulu: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma.

tetayyur

  • Uğursuzluk, uğursuzluğa inanma.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

vahiy

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve

vaz'an

  • Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle.
  • Asıl lügat mânası cihetinden.

vazife-i baki / vazife-i bâki

  • Sonsuzluğa, âhirete ait vazife.

vazife-i bakiye / vazife-i bâkiye

  • Sonsuzluğa, âhirete ait vazife.

ve'l-hükmü li'l-ekser

  • Hüküm çoğunluğa göre verilir.

vezaif-i ubudiyetkarane / vezâif-i ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır şekilde yapılan vazifeler.

zeban

  • Dil, lisan, lügat, lehçe. (Farsça)

zemzem

  • Çok mübarek bir su.
  • Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu.
  • Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek.
  • Çok bol.

zeyn-ül abidin

  • (Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti.
  • (Hi: 38-94) Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali'dir. Tâbiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetull

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın