REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Kâri ifadesini içeren 1218 kelime bulundu...

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

a'zeb

  • Karısı olmayan erkek.

abs

  • Karıştırmak, halt.
  • Güneşte keş kurutmak.

acaiz

  • (Tekili: Acuze) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar.

açar

  • İştah açmaya yarayan turşu v.s. (Farsça)
  • İnişli yokuşlu yer. (Farsça)
  • Karıştırılmış, birleştirilmiş. (Farsça)

acuz / acûz / عجوز

  • Çok yaşlı kadın. Kocakarı.
  • Kılıç.
  • Şarap.
  • Sırtlan.
  • Kocakarı. (Arapça)
  • Cadı. (Arapça)

acuze / acûze / عجوزه

  • Güçsüz kocakarı.
  • Kocakarı. (Arapça)
  • Cadı. (Arapça)

acuze-i şemta

  • Saçı ağarmış kocakarı.

aczalud / aczâlûd

  • Güçsüzlükle karışık.

adem-alud / adem-âlûd

  • Yoklukla karışık.

adem-i iltibas

  • Herhangi bir karıştırma hâlinin olmaması.

adem-i müdahale / adem-i müdâhale

  • Karışmamazlık.

ademalud / ademâlûd

  • Yoklukla karışık.

adette bid'at / âdette bid'at

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.

adgas / adgâs

  • (Tekili: Dags) Desteler, demetler.
  • Karışık rüyalar.
  • Karışık söylentiler.

adgasu ahlam / adgâsu ahlâm

  • Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.

adrenalin

  • Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. (Fransızca)

aforoz

  • R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.

ağda

  • Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.

agmak

  • Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek.
  • Buhar olup yukarı kalkmak, buharlaşmak.

ahd ü misak / ahd ü mîsâk

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.

ahker

  • Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. (Farsça)

ahlam / ahlâm / احلام

  • "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.
  • Karmakarışık rüyalar. (Arapça)
  • Düşazmalar. (Arapça)

ahlat

  • (Tekili: Hılt) Çok karıştırılabilir, karıştırılmağa elverişli.

ahte / âhte / آخته

  • Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) (Farsça)
  • Husyesi çıkarılmış hayvan. (Farsça)
  • İğdiş edilmiş. (Farsça)
  • Kınından çıkarılmış. (Farsça)

aile / âile / عائله

  • Erkeğin karısı.
  • Ev halkı.
  • Akraba.
  • Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.
  • Aile. (Arapça)
  • Eş, karı. (Arapça)

akarib

  • (Bak: Ekarib)

akifan

  • Uzun ayaklı karınca.
  • Araptan bir kabile adı.

akilet-ül ekbad / âkilet-ül ekbâd

  • Ciğerler yiyen kadın.
  • Uhud harbinde şehid olan Hz. Hamza'nın (R.A.) göğsünü yararak ciğerlerini yiyen Ebu Süfyanın karısı Hind.

akran

  • (Tekili: Karin) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil. Emsal.

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

akrüb

  • (Tekili: Karib) Sandallar.

aks

  • Karıştırmak.
  • Bir ağaç cinsi.

alavere

  • Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele.
  • Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi.
  • Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık.
  • Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

ales

  • Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur.
  • Buğday arasında biten çavdar ve mercimek.
  • Büyük kene.
  • Bir nevi karınca.
  • Katı, sağlam nesne.

alettahmin

  • Aşağı yukarı, tahminen.

alizarin

  • Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi. (Fransızca)

als

  • Karıştırmak.

alud / âlûd

  • (Alude) Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış. (Farsça)
  • Bulaşık, karışık.

alude / âlûde

  • Bulaşmış, karışmış.
  • Karışık.

amar

  • Hesap. (Farsça)
  • Araştırma. (Farsça)
  • Tıb: Karında su toplanma hastalığı. (Farsça)

amelehu

  • "Tarafından yapıldı." mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın imzasından önce yazılır.

amig

  • Karışık. (Farsça)
  • Hakikat. (Farsça)
  • Mc: Çiftleşme. (Farsça)

amihte / âmîhte / آميخته

  • Karışmış, karışık. (Farsça)
  • Karışık, karışmış. (Arapça)

amihte-gi / amihte-gî

  • Karışmış olma. (Farsça)

amije

  • Şair. (Farsça)
  • Karışmış, karışık. (Farsça)

amiz / âmiz

  • Karışık, karışmış. (Âmihten) mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır. (Farsça)

amudi / amudî

  • Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.

anarşi

  • Karışıklık, kargaşalık, düzensizlik.

anarşilik

  • Karışıklık, kanunsuzluk.

anarşist

  • Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.

anifen / ânifen / آنفا

  • Yukarıda.
  • Az önce, biraz evvel.
  • Az önce, demin. (Arapça)
  • Yukarıda. (Arapça)

arafat

  • Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muha

ararot

  • Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.

aric / âric

  • (Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden.
  • Topal, aksak, noksan.

arşi ve süllemi / arşî ve süllemî

  • Devir ve teselsülü inkâr maksadıyla yukarıya doğru gittikçe daralan ve tek bir yaratıcının varlığına dayanan mantıkî delil.

asced

  • Halis, karışıksız altın.

aşevsec

  • Büyük karınlı iri deve.

asime-sar / asime-sâr

  • Kafası karışık. (Farsça)

asir

  • Karmakarışık.
  • Bitişik komşu.

asliyyet

  • Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik.
  • Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.

aşub / aşûb / âşûb / آشوب

  • Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Kargaşa. (Farsça)
  • Karıştırıcı. (Farsça)

aşub-engiz / aşûb-engiz

  • Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren. (Farsça)

aşub-gah / aşûb-gâh

  • Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri. (Farsça)

aşure / âşure

  • Bir çok meyve ve hububat karıştırılarak pişirilen tatlı; derleme, karışık.

atik

  • Berrak, saf, temiz, karışmamış, değerli.

azba'

  • (Tekili: Zab') Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı.

ba'c

  • Karına dürtmek, karın yarmak.

ba'l

  • (Çoğulu: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer.
  • Hayret.
  • Zaaf, zayıflık.

ba'le

  • Erkeğin karısı, zevce.

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

babilik / bâbîlik

  • On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de

bahar

  • Güzellik.
  • Güzel.
  • Papatya.
  • Ölçek.
  • Put, sanem.
  • Atılmış pamuk.
  • Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır.
  • Sığır gözü.
  • İyi kokulu bir sarı çiçek.

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

bal / bâl

  • Kanat. (Farsça)
  • Kol, pazu. (Farsça)
  • Kol, cenah. (Farsça)
  • Üst, yukarı. (Farsça)
  • Boybos, endam. (Farsça)

bala / bâlâ / بالا

  • Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat. (Farsça)
  • Yüksek, yukarı.
  • Yukarı, üst. (Farsça)
  • Boy. (Farsça)

balanişin

  • Üstte, yukarıda oturan. (Farsça)

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

batın / بطن / بَطِنْ

  • Mide, karın.
  • Karın. (Arapça)
  • Kuşak, nesil. (Arapça)
  • Karın.

batn / بطن

  • Karın, nesil.
  • Karın, mide.
  • Karın, kuşak, nesil.
  • İç, karın, insanın içi. Mide.
  • Soy, nesil.
  • Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
  • Karın. (Arapça)
  • Kuşak, nesil. (Arapça)

bazar

  • Alış-veriş. Ahz ü itâ. (Farsça)
  • Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. (Farsça)
  • Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık. (Farsça)

behm

  • Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.

bekaalud / bekââlûd

  • Kalıcılıkla karışık.

bekale

  • Yağla karışmış keş.
  • Karıştırmak.

bekile

  • Yağla karışmış keş.

bekl

  • Karıştırmak, halt.

bel'as

  • Büyük karınlı dişi deve.

bendeniz

  • "Hizmetkârınız" anlamında saygı ifadesi.

benzol

  • Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.

ber

  • Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) (Farsça)
  • Göğüs, sine, bağır, sadır. (Farsça)
  • Fayda. (Farsça)
  • Hamil. (Farsça)
  • Hıfz. (Farsça)
  • Yan. (Farsça)
  • Taraf. (Farsça)
  • Nâkil. Götürücü. (Farsça)
  • Meyve. (Farsça)
  • Yaprak. Varak. (Farsça)
  • Meme. (Farsça)
  • Genç kadın. (Farsça)
  • E (Farsça)
  • "Üzeri, üzerine, yukarı" mânâsında ön ek.

ber-endaz

  • Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan. (Farsça)

ber-vech-i bala / ber-vech-i bâlâ

  • Yukarıda olduğu gibi.

berahide

  • Yola çıkarılmış, gönderilmiş. (Farsça)

berahihte

  • Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir. (Farsça)

berd-ül acuz / berd-ül acûz

  • Kocakarı soğuğu. (Rûmi şubatın 26'sında başlar ve 7 gün şiddetle devâm eder.)

berdar

  • Asılmış, yukarı kaldırılmış. (Farsça)
  • Tutucu. İtaat edici ve ettirici. (Farsça)
  • Meyveli. Meyve verici olan. (Farsça)

berdaşte

  • Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış. (Farsça)

berdülacuz / بردالعجوز

  • Kocakarı soğuğu. (Arapça)

berendahte

  • Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış. (Farsça)

bergamot

  • Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.

berhem

  • Karışık, çapraşık. (Farsça)
  • Toplu, birlikte, berâber. (Farsça)

berhem-zede

  • Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş. (Farsça)

berhem-zen

  • Karmakarışık eden, altını üstüne getiren. (Farsça)

beri / berî

  • (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan.

berkende

  • Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış. (Farsça)

berkeşide

  • Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış. (Farsça)
  • Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. (Farsça)

berniş

  • Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. (Farsça)
  • Karın ağrısı, sancısı. (Farsça)

bertaraf

  • Çıkarılıp bir yana atılan.

betane

  • Büyük karınlı olmak.

betin

  • Büyük karınlı. Şişman.
  • Irak, baid, uzak.

bevk

  • Sıçrayıp binme.
  • Toplanma. Bir araya gelme.
  • Karışma, karmakarışık olma.
  • Su kaynağını karıştırarak açma.

bevka'

  • Kargaşalık, karışıklık.

bey'-i mekruh / bey'-i mekrûh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.

bey'-i mevkuf / bey'-i mevkûf

  • Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.

beyhuşt

  • Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey. (Farsça)

beyn-ez zevceyn

  • Karı-koca arasında.

bezir

  • Ekilecek tohum, tane.
  • Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır.

bi-gışş / bî-gışş

  • Hilesiz, safi, karışıksız. (Farsça)
  • Samimi. (Farsça)

bi-kar / bî-kâr

  • Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât) (Farsça)

bid'at

  • (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler.
  • Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmaya

bid'atkar / bid'atkâr

  • Bid'at ortaya çıkarıp uygulayan, İslâmın ruhuna ve özüne ters davranışlara taraftar olan.

bilahalt / bilâhalt

  • Karıştırmadan.

bilfiil

  • Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.

birsam

  • (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.

buhran

  • Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı.
  • Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.

burak

  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

butun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Nesiller, soylar.

bütun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Soylar, nesiller.

butun / butûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

bütun / bütûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

buuc

  • Karında olan yaralar.

buulet

  • Zevciyet. Karıkocalık.
  • İmtinâ ve red ve muhalefet etmek.

cadu

  • Büyücü, cadı. (Farsça)
  • Hortlak, gulyabani. (Farsça)
  • Acuze, çirkin kocakarı. (Farsça)
  • Çok güzel söz. (Farsça)

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

can-sitan

  • Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel. (Farsça)

cayife / cayîfe

  • Karın içine geçmiş olan yara.

cazibedarane / cazibedârâne

  • Çekici, baştan çıkarıcı bir şekilde.

cebriyye

  • Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.

cedh

  • Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak.
  • Sütü su ile karıştırmak.

cehuf / cehûf

  • Kuyudan suyu alıp yukarı çekmeye mahsus kova.

celenfea

  • Şişman karınlı büyük deve.

çepel

  • Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.

cerda

  • Mahrum, çıplak.
  • Tüysüz, dazlak.
  • Çorak, verimsiz toprak, arazi.
  • Karıştırılmamış.

ceride-i havadis / ceride-i havâdis

  • 1840'da Çörçil ismindeki bir İngiliz tarafından çıkarılan ilk hususî gazete.

cesle

  • Kara karınca.

cess

  • Koparmak.
  • Bal mumu.
  • İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey.

ceyyid

  • Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve gümüş miktârı fazla olanlar.

ceza-üş şart

  • Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.

cezm

  • (Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak.
  • Kesmek.
  • Niyet. Tahmin. Takdir.
  • İlzam.
  • İcâbe.
  • Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri yerlerine vaz'edip mahrecinden çıkarırken tâne tâne, fesahat, beyan ve teenni ve

cihat-ı sitte / cihât-ı sitte

  • Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.)

cirre

  • Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş.
  • Yapağı denilen yün.

ciya'

  • (Tekili: Câyi') Karınları acıkmış olanlar, açlar.

cul

  • (Çoğulu: Ecvâl) Akıl.
  • Rey.
  • Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı.

cum'a-i bala / cum'a-i bâlâ

  • (Yukarı Cum'a) Osmanlılar devrinde, Selânik Vilâyetinin Serez sancağındaki bir kaza merkezi.

cürşu'

  • Büyük karınlı deve.

cürsume

  • (Cürsâm) Kök, asıl, temel. Bir tohumun özü. İlk hücrelik.
  • Gırtlak kapağı.
  • Karınca yuvası.

cüsacis

  • Büyük deve.
  • Kılların veya otların sık ve çok olup birbirine karışması.

cüsad

  • Karın ağrısı.

da'daa

  • Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek.
  • Sallamak.
  • Bir kimseye "güzel dur" demek.
  • Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak.

dacc

  • Hacıların hizmetkârı ve devecileri.
  • Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân.

dader / dâder

  • Karındaş, kardeş, birâder. (Farsça)

dagmire

  • Karıştırmak, halt.

dags

  • (Çoğulu: Adgas) Rüyâ karışıklığı.
  • Karışık olmak.

dahil

  • (Bak: Dahl-Dehal) Girmek, karışmak. Dokunmak. Taarruz etmek, müdâhale eylemek.

dahl / دخل

  • Karışma, girme.
  • Nüfuz, te'sir.
  • Vâridat.
  • İrâd. İtiraz, ta'riz.
  • Ayıp, töhmet.
  • Müdahale etme, karışma. (Arapça)

dalaletalud / dalaletâlûd

  • Sapkınlık karışık.

dar-ı şura-yı askeri / dâr-ı şura-yı askerî

  • 1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.

decl

  • Örtmek.
  • Devenin katranlanması.
  • Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
  • Bâtılı hak gösteren.
  • Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.

dehalet / dehâlet / دخالت

  • Karışma. (Arapça)
  • Sığınma. (Arapça)

demak

  • Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.)

deni

  • (Çoğulu: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız.
  • Dünyaya âit, fâni ve geçici.
  • Yakın, karib.

der-kenar

  • Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.

derare

  • Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi.

derecat / derecât

  • Dereceler, yukarı katlar.

derece

  • (Çoğulu: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak.
  • Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar.
  • Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye.
  • Miktar, rütbe.

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

derhem

  • Karışık, karmakarışık. (Farsça)
  • Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. (Farsça)
  • İncinme. (Farsça)

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

devk

  • Döğmek.
  • Karışmak.

devke

  • Karışmak, ihtilât.

devr-i müşevveş

  • Karışık dönem.

deylem

  • Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer.
  • Belâ.
  • Zahmet.
  • Düşman.
  • Türaç kuşunun erkeği.
  • Cemaat.
  • Bir kabile adıdır ve ehline "Deylemî" derler.

deyyus

  • Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.

dıgs

  • (Çoğulu: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot.
  • Te'vili sahih olmayan karışık rüya.

dıhle

  • Bir kişinin her işine karışan has adamı.

dıkrar

  • (Çoğulu: Dekârir) Koğucu, dedikoducu.
  • Belâ. Zahmet.
  • Yalan söz.
  • Fuhşiyât.

dilaşub / dilâşûb / دل آشوب

  • Gönül karıştıran, sevgili. (Farsça)

dinde bid'at

  • Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

doz

  • Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı.
  • Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı.
  • Ölçü, miktar.

dü'bub

  • Zayıf nesne.
  • Çirkin huylu, kısa boylu kimse.
  • Kolay yol.
  • Uzun at.
  • Karınca nevinden bir nev.
  • Hububattan bir cins.

dua / duâ

  • Allaha yalvarma, yakarış, isteme, dileme.

dudman

  • Hanedân, sülâle, akarib, aile, kabile, kavim, aşiret. (Farsça)

dühn

  • Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ.

ebbaz

  • Kaçma, ürkme.
  • Sıçrayıp atlayan karınca.

ebes

  • Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş.

ebric

  • Yayık adı verilen ve yoğurttan yağ çıkarılan nesne.

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ebü'l-vakt

  • Tasavvufta kalb makâmından yukarı çıkıp, kalbin sâhibine varan, hallerden kurtulup, halleri verene ulaşan. Bunlara Erbâb-üt-temkîn de denir.

ecce

  • (Çoğulu: İcâc) Sıcak fazla olmak.
  • Karışmak.

edgas u ahlam / edgâs u ahlâm

  • Karışık rüyalar.

eflatuni / eflatunî

  • Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.

efrahte

  • Yukarı kaldırılmış, yükseltilmiş, yükselmiş. (Farsça)

efraşte

  • Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış. (Farsça)

efraz

  • Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend. (Farsça)

efyun

  • Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon. (Farsça)

ehadis-i müteşabihe / ehâdîs-i müteşabihe

  • Çok mânâlara gelebilen ve bu mânâların arasında benzerlik olduğu için mânâları birbirine karıştırılan hadisler.

ehl

  • Sahip, malik,
  • Maharetli, usta.
  • Bİr yerde oturan.
  • Karıkocadan herbiri.

ehl-i bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar.

ehl-i bid'a ve ilhad / ehl-i bid'a ve ilhâd

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar ve inkârcılar.

ehl-i bid'a ve mülhid

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışanlar ve dinsizler.

ehl-i dalalet ve bid'a / ehl-i dalâlet ve bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışan, doğru ve hak yoldan sapmış olanlar.

ehl-i iltibas

  • Hak ile batılı karıştıran kimseler.

ehl-i rivayet / ehl-i rivâyet

  • Dînî kaynaklardan hüküm çıkarırken Hicâz âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara; ehl-i hadîs, ehl-i eser de denir.

ehşa

  • Karındaki iç uzuvlar. Karında olan.

eimme-i ehl-i beyt

  • Ehl-i Beyt'ten yetişen, saltanata bilfiil girmeyen ve karışmayan en salâhiyetli, mânevi nüfuz ve ilim ve riyaset sahibi imamlar.

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

eksem

  • Büyük karınlı, şişman adam.

ektem

  • Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse.
  • Büyük karınlı ve şişman olan adam.

elest günü

  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb ve rdikleri gün, zaman.

emşac

  • (Tekili: Meşc) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.

en'am / en'âm

  • Bazı Kur'an âyetlerinin veya sûrelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılan dua kitabı.

enbür

  • Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet. (Farsça)

enbuşe

  • Patates gibi yerden çıkarılan şeyler.
  • Ağaç kökleri.

engihte

  • Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış. (Farsça)

engiz

  • Koparan, karıştıran, tahrib eden. (Farsça)

enzam

  • Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri.

erak ağacı

  • Arabistan'da yetişen, dallarından, diş temizliğinde faydalanılan, bir karış uzunluğunda, misvâk denilen parçaların yapıldığı ağaç.

erze

  • Samanlı sıva çamuru. (Farsça)
  • Çamdan çıkarılan zift. (Farsça)

esbab-ı damenkeş / esbab-ı dâmenkeş

  • Bir işten elini eteğini çeken sebepler; bir işte doğrudan müdahelesi olmayan, işe karışmayan sebepler.

esbab-ı fesat ve ifsat

  • Fesat çıkarıcı ve bozucu sebepler.

esbab-ı ifsat

  • Fesat çıkarıcı ve bozucu sebepler.

eşhel

  • Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ.
  • Elâ gözlü adam.

esir

  • Birbirine yakın olmak, mütekarib.

esmat

  • (Çoğulu: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.

evca-i batn

  • Karın ağrıları.

evham-alud / evham-âlûd

  • Vehimler ve kuruntular karışmış.

evlad ü ıyal

  • Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı.

evliya

  • (Tekili: Veli) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar.

eyke

  • Sık ve birbirine karışmış ağaç.
  • Yumuşak.
  • Ağaç bitiren bataklık.

ezvac

  • Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar.
  • Kocalar.

faiz / fâiz

  • Paranın haram olan kârı.

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

fatin

  • (Fitne. den) Fitne çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden.

faza

  • Karışık.

fazir

  • Kırmızı, büyük karınca.
  • Geniş, bol nesne.

fazz

  • Kaba ve kötü huylu olan kimse.
  • Karın suyu, mide suyu.

fedakar-ı islam / fedakâr-ı islâm

  • İslâm fedakârı.

ferhal

  • Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. (Farsça)

ferid-i te'lif

  • Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.

ferman-ber

  • İtaatli ve muti olan. Hakkında emir çıkarılan. Fermanlı.

ferraşin ovası / ferrâşîn ovası

  • Hakkari sınırları dahilinde bulunan ve rakımı 2.000 m'nin üstünde olan bir ova.

fesad / fesâd

  • Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)
  • Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık.
  • Bozukluk, karışıklık.
  • Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
  • Fesat, bozukluk, karışıklık.

fesad-amiz

  • Oyunbozanlık eden, fesat karıştıran. (Farsça)

fesad-engiz

  • Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran.

fesad-ı te'lif

  • Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.

fesadat / fesadât / fesâdât

  • (Tekili: Fesad) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar.
  • Bozukluklar, karışıklıklar.
  • Fesatlar, bozukluklar, karışıklıklar.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i

fettan

  • Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran.
  • Hırsız.
  • Şeytan.
  • Altın eriten kuyumcu.

fevk

  • Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı.
  • Üst, üst taraf, yukarı (maddî-manevî)

fevkalkanun

  • Kanun üstü. Kanunun kabul etmediği. Kanunun karışmadığı.

fevkani / fevkânî / فوقانى

  • Üstteki, yukarıdaki. (Arapça)

fevza / fevzâ

  • Kargaşalık. Anarşi.
  • Karışmış, muhtelit.

fevza-yı ara / fevzâ-yı ârâ

  • Fikirlerin karmakarışık olması. Fikre ait anarşi. Fikrî anarşi.

fıkarat-ı anife / fıkarât-ı anife

  • Mezkur cümleler, yukarıda geçmiş olan cümleler.

fıkıh usulü / fıkıh usûlü

  • Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nâsıl çıkarıldığını öğreten ilim.

firaşiyet

  • Karılık.
  • Fık: Birisinin karısı oluş. Zevciyet.

firaz / firâz / فراز

  • Yukarı, yüksek. (Farsça)
  • Çıkış, yokuş. (Farsça)
  • Kaldıran, yükselten, yücelten. (Farsça)
  • Üst, yukarı. (Farsça)
  • Yokuş. (Farsça)

firazi / firazî

  • Yukarılık, yükseklik. (Farsça)

fırtına

  • Şiddetli rüzgârla denizin dalgalanıp karışması.
  • Rüzgârın çok şiddetli esmesi.

fıskıye

  • Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.

fitne / فِتْنَه

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v
  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.
  • Kargaşa, karışıklık.
  • Karışıklık, azgınlık.

fitne-amiz / fitne-âmiz

  • Fitne çıkaran, fesat karıştıran. (Farsça)

fitne-cihan

  • Fitne koparan, fesat karıştıran, bozgunculuk yapan. (Farsça)

fitne-i azime / fitne-i azîme / فِتْنَۀِ عَظ۪يمَه

  • Büyük karışıklık, azgınlık.

fıtr

  • (Çoğulu: Eftâr) Açıldığında baş parmakla şehadet parmağının arası. Karış.

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fuzuli / fuzulî

  • Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna.
  • Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden.
  • Haksız olarak fiile çıkarılan iş.
  • Fık: Şer'î izin olmadığı halde diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimse.
  • Büyük bir şâi

gabise / gabîse

  • Keş ile karıştırılmış yağ.

gabs

  • Karıştırmak.

galil

  • (Çoğulu: Gılâl) Güneşin harareti.
  • Susuzluk harareti.
  • Kin, hased.
  • Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.

galis

  • Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.

gals

  • Karıştırmak.
  • Lâzım olmak.
  • Cür'et etmek.

gamız

  • Anlaşılmaz, anlaşılması güç.
  • Kapalı ve karışık söz.
  • Çukur yer.
  • Zayıf kişi.

gayk

  • (Gayuk) Fikri karışık olmak.

gaytale

  • (Çoğulu: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç.
  • Seslerin karışması.

gevedan

  • Çoğunlukla Van, Hakkari ve Şırnak illerinde yaşamakta olan aşiretlerden birisi.

geven

  • Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır. (Türkçe)

girif

  • İç içe girmiş, karışık.

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)
  • Karışık, girişik, çapraşık.

girive

  • İçinden çıkılmaz karışık durum.

gışş

  • Hıyânet etmek, hâinlik yapmak.
  • Yaramaz olmak.
  • Saf olmayıp karışık olmak.

gumuz

  • Sözün kapalı ve karışık oluşu.

gunne

  • Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses. (Tecvidde harfin vasıflarındandır)

gusa'

  • Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü.

hab-alud

  • Uykulu. Uyku karışık.

habal

  • Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık.
  • Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.

haben

  • Siroz denilen ve karında su toplanmasından ileri gelen bir hastalık.

habıt

  • (Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden.

habs

  • Bir kaç şeyi birden karıştırmak.

hacc-ı kıran

  • Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.
  • Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye "karin" denir.

hacif

  • Karın gurultusu.

haciz

  • Ayıran. Bölen.
  • Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı.
  • Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan.
  • Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir.

hadim-i furkan / hâdim-i furkan

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân-ı Kerimin hizmetkârı.

hadim-i iman / hâdim-i iman / خَادِمِ ا۪يمَانْ

  • İman hizmetkarı.

hadimü'l-kur'an / hâdimü'l-kur'ân

  • Kur'ân'ın hizmetkârı.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hakaret-amiz / hakaret-âmiz

  • Hakaretle karışık. Hakaretle beraber. (Farsça)

hakaretamiz / hakaretâmiz

  • Hakaretle karışık.

hal'

  • Kaldırma. Kal' etme.
  • Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek.
  • Mansıb ve mesnetten ihraç etmek.
  • Elbise gibi şeyleri soymak.
  • Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek.
  • Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.

hal-i ihtilal / hâl-i ihtilâl

  • Ayaklanma durumu, karışıklık hâli.

halail

  • (Tekili: Halile) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.

halil

  • Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.

halis / halîs / hâlis

  • Karışmış, muhtelif.
  • Siyah ile beyazı karışmış saç.
  • Tel.
  • Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli.
  • Pek beyaz.
  • Evvelce karışık iken kusuru zâil olan.
  • Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Müennesi: Hâlise'dir)
  • Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.

halit / halît

  • Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse.
  • Şerik, ortak.
  • Karışmış.

halita / halîta / خليطه / خَل۪يطَه

  • Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış.
  • Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
  • Karışık halde olan; karışım.
  • Karışık olan, karma.
  • Karışım. (Arapça)
  • Alaşım. (Arapça)
  • Karışım.

halita-i dimaği / halita-i dimağî

  • Beyindeki karışım.
  • Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler. (Farsça)

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

hallat

  • Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan.
  • Ortalığı karıştıran.

hals

  • Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak.
  • Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.

halt / خلط / خَلْطْ

  • Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
  • Yanlışlık, karıştırma.
  • Karıştırma.
  • Uygunsuz söz söyleme.
  • Karıştırma, hata.
  • Karıştırma. (Arapça)
  • Karıştırma, uygunsuz söz söyleme.

halt etme

  • Yanlışı doğruya karıştırma.

haltsız

  • Karıştırmaksızın.

halvet-i faside / halvet-i fâside

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.

halvet-i sahiha

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.

hani'

  • Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.

haratin-i hassa / haratîn-i hassa

  • Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı.

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

harfi nazar / harfî nazar

  • Varlıklara bizzat kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini tanıtan mânasıyla bakma.

haşerat

  • Küçük böcekler; Karınca, akrep, yılan gibi hayvancıklar.
  • Değersiz ve zararlı adamlar.

haşhaş

  • Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki.
  • Hazırlıklı.
  • Silâhlı ve zırhlı topluluk.

hashasa

  • Açık ve âşikâr olma.
  • Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.

hasiyy

  • Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

haşyet

  • Hürmetle karışık korku.
  • Sevgiyle karışık korku.

hatr

  • Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması.

hatt

  • Bir şeyi yukarıdan aşağıya indirmek.
  • Ucuzlatmak.
  • Cilâ vurmak.
  • Bırakmak.

haviyye

  • Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek.
  • Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması.

havsala

  • Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl.
  • Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf.
  • Mide.

hayal-alud / hayal-âlud / hayal-âlûd

  • Hayalle karışık.
  • Hayalle karışmış.

hayalalud / hayâlâlûd

  • Hayâlle karışık.

hayat-ı ihtilal / hayat-ı ihtilâl

  • Karışıklığın, ayaklanmanın hayatı ve sebebi.

hayatalud / hayatâlûd

  • Hayatla karışık.

hayretalud / hayretâlûd

  • Hayretle karışık.

hays

  • Karıştırmak, halt.

hayse

  • Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.

hayse-beyse

  • İleri gidip geri gelmek, bir halde durmak.
  • Karışıklık.
  • Şiddet ve darlık.

haysebeyse

  • Kararsızlık, karışıklık, darlık.

hazf

  • Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme.
  • Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek.
  • Mahvetmek.
  • Vurmak.
  • Atmak.

hazire / hazîre

  • Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)

helali / helalî

  • Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez.
  • Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat.
  • Helâl ile alâkalı olan.

helallı

  • Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın.

hem-firaş

  • Zevce. Karı. (Farsça)

hem-ser

  • Arkadaş, Karı kocadan her biri. (Farsça)

hemrace

  • Karıştırmak.

hemser / همسر

  • Eş, karı kocadan her biri. (Farsça)

hemt

  • Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.

hengame / hengâme

  • Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata. (Farsça)

henne

  • Kişinin kendi karısı.

herc

  • Karışıklık. (Farsça)
  • İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad.
  • Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak.
  • Kapıyı açık bırakmak.
  • İnsanların işlerinin karışması.
  • Seğirtmek.
  • Katletmek.

herç

  • Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.

herc ü fesadat / herc ü fesâdat

  • Karışıklıklar ve bozukluklar.

herc ü merc

  • Karışıklık, dağınıklık.
  • Alt üst, karmakarışık, allak bullak.
  • Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak. (Farsça)

hercele

  • Karışık yürümek.

hercümerc

  • Karmakarışık.
  • Karmakarışık.

hercümerç

  • Karışıklık, dağınıklık.

herzevekil

  • Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan. (Farsça)

heshese

  • Karışıp görüşme.

heva

  • (Çoğulu: Ehviye) İki şeyin arasının uzaklığı.
  • Yer ile gök arası.
  • Yukarıdan aşağıya inmek.
  • Her bir boş, ıssız yer.

hevb

  • Yol, tarik.
  • Ateş alevi.
  • Karışık sözlü kimse.

heveş

  • (Karın) Göçük olmak.

heyamola

  • Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
  • Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini

heybet

  • Hürmetle karışık korku uyandıran hâl.

hezlamiz / hezlâmiz

  • Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.

hicab-ı haciz / hicab-ı hâciz

  • (Hicab-ı sadr) Tıb: Göğüs ile karın uzuvlarını birbirinden ayıran perde, zar. Diyafram.

hicaz demiryolu madalyası

  • Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâ

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hikkab

  • Uzun boylu, büyük karınlı kişi.

hikmet-amiz

  • Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan. (Farsça)

hikmetamiz / hikmetâmiz

  • Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.

hilal

  • Sâfi ve halis.
  • Sıdk ile dostluk etmek.
  • Ara. Aralık.
  • Zaman ve vakit.
  • İki şey arasına sokulmuş olan.
  • Buluttan yağmurun çıktığı yer.
  • Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertip.
  • Kulak ve diş karıştırmak gibi şeylerde kull

hılb

  • Kalble karın arasında olan perde.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hılt

  • Bir şeye karışık, karışmış bulunan.
  • Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi.
  • Soyu, nesebi karışık kimse.

hılt-ı redi / hılt-ı redî

  • Vücudun hastalanmasına sebebiyet veren madde.
  • Bir şeye karışmış olan şey.

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hirbiz

  • (Çoğulu: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.

hirsıyan

  • Karın derisinin içi.
  • Fil derisinin içi.

hış'a

  • Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.

hisbet

  • İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir.

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hücnet

  • Kusur, noksan, ayıp.
  • Bayağılık, karışıklık, soysuzluk.
  • Sözdeki ayıp.

hükl

  • Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.

hükm-i müleffak

  • Helâl ve haram, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, birkaç mezhebin hükümlerini karıştırarak kolayına geleni seçtiği hüküm.

hukuk-u zevciye

  • Karı ile kocanın birbirlerine karşı hâiz olduğu haklar. Aile hukuku.

hulle

  • Ağır, pahalı.
  • Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
  • Cennet elbisesi.
  • Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,

hulse

  • Kapmak.
  • Karışmak.
  • Fırsat.

humsa

  • Boş böğürlü ve ince karınlı olmak.

hun-ab

  • Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. (Farsça)
  • Mc: Kanlı gözyaşı. (Farsça)

huni

  • yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

hüsn-ü teveccüh

  • Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.

huss

  • Karışmadık, sâfi olan.
  • Ayrı bir kavim.

huşu / huşû

  • Korkuyla karışık sevgiden gelen edepli hal.
  • Sevgiyle karışık korku.

huşu'

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.

hüval

  • Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.

huvase

  • (Çoğulu: Huvâsât) Karışık cemaat.

hüzn-amiz

  • Gam, keder ve hüzünle karışık. (Farsça)

hüzün-alud / hüzün-âlûd

  • Hüzünle karışık.

i'la

  • (Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.

i'tikar

  • Birbirine karışıp sayılamama.

i'tila

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak.
  • Yüksek rütbelere çıkmak.

ibaha / ibâha

  • Bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma.

ibşas

  • Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması.

  • t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun.
  • Bir şeyin ortasındaki kısım, göbek.
  • Karın, mide.
  • Kalb, vicdan, gönül.
  • Harem dairesi.
  • Bir şeyin görünmez ciheti, bâtın.

icaz-ı hazf

  • Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır.

içgüvey

  • (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı tarafının evinde oturan dâmat. (Türkçe)

icmal

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.

ıdgas

  • Karıştırmak.
  • Otu eliyle tutamlamak.

ıdtıba'

  • Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri.

ıdtımar

  • İnce belli, karınsız olmak.

ifratalud / ifratâlûd

  • Aşırılıkla karışık, aşırılık bulunan.
  • Aşırılıkla karışık.

ifraz / ifrâz / افراز

  • Parçalara bölme. (Arapça)
  • Parselleme. (Arapça)
  • Salgı. (Arapça)
  • İfraz edilmek: Salgılanmak, çıkarılmak. (Arapça)

ifsad / ifsâd

  • Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak.
  • Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.

ifsad-ı siyaset

  • Siyaseti bozma, siyasete fesat karıştırma.

ifsadat / ifsâdât

  • İfsadlar, bozma ve karıştırmalar.

ifsatçı

  • Karıştıran, karışıklık çıkaran.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftisal

  • Sütten kesilme, memeden ayrılma.
  • Fidanı çıkarıp başka yere dikme.

iğdiş

  • Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez. (Farsça)

iglak

  • Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
  • Zorla iş yaptırmak.
  • Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.

iglakat

  • (Tekili: İglak) Muğlak yapmalar.
  • Karışık ve anlaşılmaz sözler.

igtişaş

  • Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak.
  • Birisinin fena telkinini kabul etmek.

iğtişaş / iğtişâş / اغتشاش

  • Karışıklık.
  • Karışıklık, kargaşa, anarşi. (Arapça)

iğtişaşat / iğtişâşât / اغتشاشات

  • (Tekili: İgtişaş) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.
  • Karışıklıklar, anarşiler. (Arapça)

iğtişaşçı

  • Karışıklık çıkaran, hilekâr.

ihale

  • Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
  • Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
  • Zayıf addetmek.
  • Muhal söz söylemek.

ihlal / ihlâl

  • Bozma, karıştırma.

ihlal edici / ihlâl edici

  • Bozucu, karıştırıcı.

ihlal etmek / ihlâl etmek

  • Bozmak, karıştırmak.

ihlal etmemek / ihlâl etmemek

  • Bozmamak, karıştırmamak.

ihlal-i emniyet / ihlâl-i emniyet

  • Düzeni, huzuru bozma, karıştırma.

ihrac / ihrâc / اخراج

  • Çıkartma. (Arapça)
  • Dışsatım, yurt dışına gönderme. (Arapça)
  • İhrâc edilmek: (Arapça)
  • Çıkarılmak. (Arapça)
  • Dışsatım yapılmak, ihraç edilmek. (Arapça)
  • İhrâc etmek: (Arapça)
  • Çıkarmak. (Arapça)
  • Dışsatım yapmak, ihraç etmek. (Arapça)

ihtilaf

  • (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik.
  • Birisinin halifesi olmak.

ihtilal / ihtilâl / اِخْتِلَالْ

  • (Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık.
  • Şerre çalışmak, düzensizlik.
  • Ayaklanma, karışıklık.
  • Karışıklık, ayaklanma.

ihtilal-i beşer / ihtilâl-i beşer

  • İnsanlıktaki bozukluk, karışıklık.

ihtilal-i dimağiye / ihtilâl-i dimâğiye

  • Akıl karışıklığı.

ihtilal-i ruhiye / ihtilâl-i ruhiye

  • Ruhî karışıklıklar, çalkantılar.

ihtilal-i umur / ihtilal-i umûr

  • İşlerin karışıklığı, işlerin bozukluğu.

ihtilalat / ihtilâlât

  • İhtilâller, karışıklıklar, iç çalkantılar.

ihtilalat-ı beşeriye / ihtilâlât-ı beşeriye

  • İnsanlardaki ihtilaller, karışıklıklar.

ihtilalat-ı dahiliye / ihtilâlât-ı dahiliye

  • İç karışıklıklar, çatışmalar.

ihtilalci / ihtilâlci

  • İhtilâl yapan, karıştıran.

ihtilalkarane / ihtilâlkârâne

  • Karışıklık çıkararak.

ihtilat / ihtilât / اختلاط / اِخْتِلَاطْ

  • Karışmak, karışıp görüşmek.
  • Karışma, karışıp görüşme komplikasyon.
  • Karışıp görüşmek.
  • Karışma, görüşme.
  • Karışmak.
  • Karışma. (Arapça)
  • Görüşme, kaynaşma. (Arapça)
  • İhtilât etmek: Karışmak. (Arapça)
  • Kaynaşma, karışma.

ihtilat-ı mutlak / ihtilât-ı mutlak

  • Tam bir karışıklık.

ihtilatat / ihtilâtat

  • Karışıklıklar.
  • Karışmalar, görüşmeler.

ihtitat

  • Yukarıdan aşağı indirme.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

iktiran

  • Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek.
  • İki şeyin bir arada gelmesi. İki nimetin aynı anda bulunması gibi...

ila / îlâ

  • Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
  • Yemin etmek.
  • Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi.
  • Sıkıntı ve derde uğrama.

ila'

  • Sıkıntı ve derde uğramak.
  • Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi.

ılgıdır

  • Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.

ilhak / ilhâk / الحاق

  • Katma, karıştırma. (Arapça)
  • Katılma. (Arapça)
  • İlhak olunmak: Katılmak. (Arapça)

ilm-i huruf

  • Gr: Harflerden mâna çıkarıp tefsir etmek ilmi. (Ebced hesabında olduğu gibi)

ilm-i usul

  • Delillerden hüküm nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Usul-ü fıkıh, Usul-ü şeri'at veya hikmet-i teşriiye de denir.)

ilm-i usul-i fıkıh / ilm-i usûl-i fıkıh

  • Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

ilm-i usul-i kelam / ilm-i usûl-i kelâm

  • Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

iltibas / التباس

  • Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık.
  • Tereddüt. Şüphe.
  • Karıştırma.
  • Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma.
  • Karıştırma, ayıramama.
  • Karıştıma.

iltibas etme

  • Birini diğerine benzetme, birini diğeriyle karıştırma, birbirinden ayırt edememe.

iltibas etmek

  • Karıştırmak.

iltibas olmamak

  • Karışmamak.

iltibassız

  • Birbirine karışmayan.

ilticac

  • Karışık olma, karışma.
  • Sığınma. İltica etme.

iltihak

  • Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek.

iltiyah

  • Mayalanmak.
  • Karışmak.

imlas

  • Karanlık.
  • Karışma.
  • Koyunun tüyü dökülme.

imtilal

  • Bir millete karışma.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

imtizac

  • Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak.

imtizaç

  • Birbiriyle karışma, kaynaşma.

imtizac-ı kimyevi / imtizâc-ı kimyevî / اِمتِزَاجِ كِمْيَوِي

  • Kimyasal kaynaşma, karışım.

imtizacat-ı kimyeviye / imtizâcât-ı kimyeviye

  • Kimyasal bileşimler, kimyasal karışımlar.

imtizackar / imtizackâr

  • Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. (Farsça)

imtizaçkarane / imtizaçkârâne

  • Birbiriyle karışıp, kaynaşacak bir şekilde.

in'aş

  • Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma.

inhibat

  • Yukarıdan aşağı inme.

inhila'

  • Def'olunma, çıkarılma, kovulma.

inni / innî

  • Tecrübe ile edinilen, olaylardan çıkarılan netice.

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.

inşikak-ı asa / inşikak-ı asâ

  • Değneğin kırılması.
  • Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin bozulması.

inziva

  • Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.

ırs

  • Koca ile karıdan her biri.
  • Nâmus.

irs

  • Karı ile kocadan her biri.

irtibak

  • Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
  • Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
  • Bir kazâya uğrama.
  • Çamura batma.
  • Dolanbaçlı konuşma.
  • Karışma.
  • Bir işi aksi veya ters gitme.

irtibas

  • Perişan ve zor durumda kalma.
  • Pek karışık ve sıkışık olma.

irtifa'

  • Yükseklik.
  • Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki.

irtiha'

  • Katılma, karışma.

irtihaz

  • Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma.
  • Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.

irtikaş

  • Harpte askerlerin birbirine karışması.

ıs'ad

  • Yukarı çıkarmak. Yükseltmek.
  • Mekke-i Mükerreme'ye gitmek.
  • İnbikten geçirmek.

is'ad

  • Yükseltmek, yukarı çıkarmak.
  • Mekke-i Mükerremeye gitmek.

ısdar

  • (Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme.
  • Deveyi sudan geri döndürmek.
  • Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek.

işgüzar

  • Becerikli, çalışkan. (Farsça)
  • Kendini göstermek için gerekmezken işe karışan. (Farsça)

işkal / işkâl

  • Güçleştirme, müşkilleştirme.
  • Zorlaştırma.
  • Şüpheli ve karışık olma.

işkembe

  • Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. (Farsça)
  • Karın. (Farsça)

isna

  • Yukarı kaldırmak, yükseltmek.
  • Değerini yükseltme.
  • Ateş alevinin yükselmesi.
  • Bir sene bir yerde kalmak.

ısparmaca

  • Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması.

iştibah

  • Birbirine benzeme, karışıklık.

iştibak

  • Karışıklık; birbirine geçme.
  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

istibham

  • Karışık ve belirsiz olma.
  • Ses çıkarmama, susma.

istidlal / istidlâl

  • Delil getirme, hüküm için çıkarımda bulunma.

istidlalat / istidlâlât

  • Delil getirme, akıl yürütme, çıkarımda bulunma.

istifna

  • Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak.

istihrac / istihrâc

  • Çıkarma, çıkarım.

istihraç edilen

  • Çıkarılan.

istihracat / istihrâcât

  • Çıkarımlar; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden çıkartılan mânâlar.
  • Çıkarmalar, çıkarımlar.

istihraci / istihracî

  • Eldeki delillerden hüküm çıkarır tarzda.

istilal

  • Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma.

istimzac / istimzâc

  • Uyuşmak. Beraber karışmak.
  • Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak.
  • Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.
  • Kaynaşma, karışma.

istinga

  • İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda.

iştirak ettirme

  • Katma, karıştırma.

istirfa'

  • (Ref'. den) Yapılmasını arzulama.
  • Yukarı kaldırılmasını isteme.

ıtmah

  • Yukarı bakma, gözü yukarı dikme.

ıttıla'

  • (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma.
  • Yukarıdan aşağı bakmak.

izar / izâr

  • Belden yukarıya mahsus örtü, peştemal, futa.

izzet-alud / izzet-âlûd

  • Şeref ve yücelikle karışık.

izzetalud / izzetâlûd

  • İzzetle karışık.

jaji / jajî

  • Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli. (Farsça)

jülide / jülîde / ژوليده

  • Dağınık, perişan, karma karışık. (Farsça)
  • Dağınık, karışık. (Farsça)

ka'seb

  • Büyük karınlı, kalın.

kabkab

  • Karın, batn.

kahin / kâhin

  • Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı.
  • Âlim.

kahz

  • İbrişim karışıklı beyaz bez.

kaide-i istidlal / kâide-i istidlâl

  • Bir konu hakkında ispat için uyulması gerekli delil sunma kaidesi; çıkarımda bulunma kaidesi.

kal'

  • Koparma, koparılma, sökme, sökülme, çıkarılma, temelinden çekip atma.

kalubela / kâlûbelâ

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz.

kamh

  • Buğday.
  • Yukarı kaldırmak.

kara

  • (Çoğulu: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı.
  • Su ile karışmış süt.

karaib

  • (Tekili: Karib) Yakınlar, hısımlar. Akraba.

karain / karâin / قرائن

  • (Tekili: Karine) Karineler, ip uçları.
  • Karineler, ip uçları.
  • İpuçları, karineler. (Arapça)

kareb

  • (Bak: KARİB)

kari'

  • (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan.
  • Âbid ve zâhid olan.
  • Kur'anı tecvide göre okuyan.

karia / kâria

  • Pek şiddetli rüzgâr,
  • Ansızın gelen büyük belâ.
  • Kıyamet.
  • Belâdan kurtulmak üzere okunan "el-Kariâtü" sûresi.

kariat

  • (Tekili: Karie) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar.

karie

  • (Çoğulu: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.

kariha

  • Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı.
  • Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli.
  • Kuyudan çıkarılan ilk su.

kariha-zad / kariha-zâd

  • Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. (Farsça)

karine / karîne

  • Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.

karine-i mania / karine-i mânia

  • (Bak: Karine-i mecaz)

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.

karkara

  • Karın gurultusu.
  • Kumru kuşunun ötmesi.
  • Kahkaha ile gülmek.
  • Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.

kars

  • İki parmağıyla çimdiklemek.
  • Karıncanın ısırması.

kartaban

  • Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.

kaşb

  • Karıştırmak.
  • Zehir içirmek.
  • Yaramazlıkla hatırlamak.
  • İncitmek.

kaşif / kâşif

  • Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan.
  • Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
  • Keşfedici, açığa çıkarıcı.

kavari'

  • (Tekili: Karia) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime.
  • Şiddetli esen rüzgârlar.
  • Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.

kaynata

  • Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası.
  • Kayınpeder.

kaziye-i zanniye

  • Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir.

keff-i yed

  • El çekme. Karışmama.

kehl

  • Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse.
  • Bit.

kelkahya / kelkâhya

  • Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.

kema biş / kemâ biş

  • Aşağı yukarı. Takriben. (Farsça)

kemabiş / kemâbîş / كمابيش

  • Az çok, aşağı yukarı. (Farsça)

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

kemal-i ihtilat / kemâl-i ihtilât

  • Tam bir karışıklık.

kemal-i tazarru ve niyaz

  • Tam bir dua ve yakarış.

kenak

  • Karın ağrısı. Buruntu. (Farsça)

kerf

  • Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.

kerker

  • Karındaş sığır.

kerş

  • Karın.
  • İşkembe.
  • Topluluk, cemaat.
  • Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.

keşef

  • Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması.

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.

keşfiyat

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de

keşif

  • Gizli ve bilinmeyen birşeyin ortaya çıkarılması, buluş.

keşmekeş / كَشْمَكَشْ

  • Karışıklık.
  • Karışıklık.
  • Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme. (Farsça)
  • Karma karışıklık.

keşmekeş-i ihtilaf / keşmekeş-i ihtilâf

  • Anlaşmazlıktan gelen karışıklık.

keşmekeşlik

  • Karışıklık.

keşşaf / keşşâf

  • Keşfedici, gizli olanı açığa çıkarıcı.

keymus

  • yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

kıbbe

  • (Çoğulu: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.

kılıbık

  • Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

kıraf

  • Cima etmek.
  • Karışmak.

kırba

  • (Çoğulu: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı.
  • Tıb: Çocuklarda karın şişmesi.
  • Süt tulumuna da kırba denir.
  • 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.

kirs

  • (Çoğulu: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı.
  • Bir araya getirilmiş beytler.
  • Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.

kirş

  • İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi.
  • Karın, mide.

kıtab

  • Karıştırmak.
  • Yüzünü pörtürmek.
  • Kaşlarını bir yere toplayan.

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

küfr-ü meşkuk / küfr-ü meşkûk / كُفْرِ مَشْكُوكْ

  • İnkârında şüpheye düşme.

küra'

  • (Çoğulu: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı.
  • Koyun ve sığır baldırı.

kurduh

  • Maymun.
  • Küçük karınca.

kurra / kurrâ

  • (Tekili: Kari') Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
  • Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kuş'am

  • (Çoğulu: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse.
  • Belâ.
  • Arslan.
  • Sırtlan.
  • Örümcek.
  • Karınca yuvası.

kusre

  • Yakın, karib.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutbiye

  • Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.

kütüm

  • Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)

labirent

  • Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. (Fransızca)
  • Çok karışık ve birbirini kesen yol. (Fransızca)

laden

  • Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk. (Farsça)

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lahlaha

  • Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku.
  • Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

laik / lâik

  • Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan.

lakayd / lâkayd

  • Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.

lath

  • Her şeyin azı.
  • Bulaşmak ve karışmak.
  • Birine iftira atmak.

latm

  • Karıştırmak. Yapıştırmak.
  • Tokat vurmak.

layebgıyan / lâyebgıyan

  • Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)

lebk

  • Akıllı olmak.
  • Islah etmek, terbiye etmek.
  • Karıştırmak.
  • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

lebs

  • Giyecek şey.
  • Giyme. Giyinme.
  • Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.

legat

  • Sesler kelâmla karışık olmak.

lehz

  • Vurmak.
  • Dürtmek.
  • Karıştırmak.

lett

  • Bağlama.
  • Karıştırma.
  • Vurma, dövme, dayak atma.
  • Yanaşma, yaklaşma.

levs

  • Pislik, murdarlık. Kir.
  • Zor. Kuvvet.
  • Tam olmayan, zayıf beyyine.
  • Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek.
  • Deprenmek.
  • Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık.
  • Cerâhet, yara.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

levy

  • Bükmek.
  • Eğmek, meylettirmek.
  • Karın ağrısı.
  • Mide fesadı.

libas

  • Giyilecek şey. Elbise.
  • Karı ve koca.
  • Mc: İctima'.
  • Şübhe kabul eden söz.

lisan-ı tazarru / lisân-ı tazarru

  • Yalvarma ve yakarış dili.

lüab-alud / lüab-âlud / lüab-âlûd

  • Salya, tükrük karışık.
  • Tükrükle karışık.

lübde

  • Çokluk.
  • Karıştırmak.
  • Yıkamak.

lübse

  • Sözün karışıklığı.

ma'den

  • Maden.
  • Bir haslet veya hususiyetin kaynağı.
  • Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
  • Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.

ma'sur

  • Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış.

ma'zul

  • (Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.

ma'zulen

  • Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.

ma'zulin / ma'zulîn

  • (Tekili: Ma'zul) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.

ma-i mukayyed / mâ-i mukayyed

  • Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.)

macun / mâcun

  • Karışım halinde ilaç.

mafevk / mâfevk / مافوق

  • Üst, yukarı, üst derecede bulunan kimse, âmir.
  • Üst, üstü, yukarısı. (Arapça)

mağlata / mağlâta

  • Kafa karıştıran aldatıcı söz.
  • Zihni, aklı karıştıran söz.

maglata-i şeytaniye

  • İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.

magmaga

  • Karışmak, ihtilat.

magşuş

  • Katışık. Karışık. Saf olmayan.

mağşuş / مغشوش

  • Karışık, katışık, saf olmayan.
  • Sikke-i mağşuş: Karışık, hileli madenî para.
  • Karışmış. (Arapça)

magşuşe

  • Gümüş ve bakır karışığı akçe.

magşuşiyyet

  • Halis ve saf olmayış. Karışıklık.

mahlut / mahlût / مخلوط / مَخْلُوطْ

  • (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
  • Karıştırılmış, karışık.
  • Karışık. (Arapça)
  • Karışık, karıştırılan.

mahluta

  • Bulgurla karışık mercimek çorbası.

mahs

  • Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.

mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır / mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır

  • Dış duyular vasıtasıyla elde edilen bilgiye vehim karışamaz. Zira hakikati sabittir. Dış duyularla gödüğümüz şeyler dış dünyada vardır. Vehimde olduğu gibi kuruntu ile olmayan bir şeyin varlığına hükmetmek değildir.

mahzuf / mahzûf

  • Çıkarılan, kaldırılan.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

maklu'

  • Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.

makluan

  • Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.

makşur

  • Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.

makşuvv

  • Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış.

mana-yı harfi / mânâ-yı harfî

  • Harf mânâsı; birşeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı.

marr-ül beyan / mârr-ül beyan

  • Beyânı yukarıda geçmiş olan.

marr-üz zikr / mârr-üz zikr

  • Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan.

mas'ad

  • (Çoğulu: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.

masaid

  • (Tekili: Mas'ad) Yukarı çıkacak yerler.

matemalud / mâtemâlûd

  • Yasla karışık.

matruh

  • Tarh edilmiş, çıkarılmış.
  • Belirtilmiş, konulmuş (vergi)
  • Temeli atılmış (Binâ).

mazarratı menafia mezc

  • Zararları yararlara katma, karıştırma.

mazin

  • Karınca yumurtası.
  • Bir kabilenin adı.

me'haz

  • Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer, kaynak.
  • Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.

me'huz

  • Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
  • Alınmış, çıkarılmış, tutulmuş.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.

mec'ul / mec'ûl

  • Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
  • Meydana çıkarılmış, yapılmış olan, yapmacık, uydurma.

mechure

  • Nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.

mecmece

  • Yazının karışık olması.
  • Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.

mecr

  • Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek.
  • Çokluk asker.
  • Akıl.

medar-ı iltibas

  • Karıştırma sebebi.

medfu / medfû / مدفوع

  • Çıkarılmış. (Arapça)
  • Dışkı. (Arapça)
  • Para kasasından çıkmış. (Arapça)

medfu'

  • Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş.
  • Verilmiş, vezneden çıkarılmış.

medfuat

  • (Tekili: Medfu') Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar.
  • Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.

medhaldar

  • Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan. (Farsça)

medsus

  • Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan.
  • İçine desise karışmış şey.

mefhum

  • Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
  • Anlaşılmış.
  • Sözden çıkarılan mânâ, kavram.

mefhum-i muhalif

  • Bir sözden çıkarılan zıt mânâ.

mefkuk

  • (Çoğulu: Mefakik) Ayrılmış olan.
  • Sökülmüş, çıkarılmış.

mefruş

  • Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş.
  • Nikâhlı karı.

mehabet / mehâbet

  • Heybet.
  • Hürmetle karışık korku.
  • İhtiram. Azamet. Büyüklük.
  • Saygı ve sevgiyle karışık korku.

mehbit

  • Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.

mekre

  • (Çoğulu: Mekârih) Şiddet.
  • Bıkkınlık.
  • Kerahet, iğrençlik.

mekşuf

  • Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.

melez

  • (Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan.
  • Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık.
  • Irkı karışık.

melhuk

  • Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş.

melike / melîke

  • Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.

meltut

  • Karışmış, mahlut.

memlaha

  • (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.

memzuc / memzûc

  • Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş.
  • Şakalaşmak.
  • Oynamak.
  • Kaynaşmış, birbiri içine girmiş, karışmış.
  • Karışık.
  • Karışık, karışmış, mezc olmuş.

memzuç

  • Karışmış.

memzuc / ممزوج

  • Karışık. (Arapça)

men'uş

  • Hayır ile yâdedilen ölü.
  • Yukarı kaldırılmış.
  • Fakir olduktan sonra sevindirilmiş.
  • Tabuta konulmuş.

mendud

  • Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.

menfaat-i cinsiye

  • Kendi şahsî çıkarı ve millî menfaati.

menfaat-i insaniye

  • İnsanlığın yarar ve çıkarı.

menfaat-i kavmiye

  • Milletin çıkarı.

menfaat-i millet

  • Kişinin mensup olduğu milletin menfaati, yarar ve çıkarı.

menfaatperest

  • Çıkarına tapan.

menfaatperestlik

  • Sadece çıkarını düşünme.

menfuh

  • Üfürülmüş.
  • Büyük karınlı. Nefholunmuş.

menkuha

  • Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın.

menmul

  • (Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

meric / merîc

  • Muzdarip, sıkıntılı.
  • Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.

mesair

  • (Tekili: Mis'ar) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler.

mesarib

  • (Tekili: Mesrebe) Otlaklar, çayırlar, mer'alar.
  • Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar.

meşc

  • Karıştırmak. Haltetmek.

mesfiyy

  • Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.)

meşhur hadis veya hadis-i meşhur

  • Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.

mesmese

  • Karıştırmak.
  • Karışık ve mültebis olmak.

mesrebe

  • (Çoğulu: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları.
  • Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.

meşub

  • Karışmış.

metal

  • Lât: Mâden.
  • Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.

mevkuf satış / mevkûf satış

  • Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.

mevtalud / mevtâlûd

  • Ölümle karışık.

meyş

  • Halt etmek, karıştırmak.
  • Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak.
  • Yünü kıla karıştırmak.
  • Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.

meyt

  • Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak.

mezbur

  • Adı geçen. İsmi yukarıda geçen.
  • Taş ile örülmüş kuyu.
  • Adı geçen, yukarıda söylenen.

mezc / مزج / مَزْجْ

  • Katma. Karıştırma.
  • Karıştırma, birbiri içinde bütünleştirme.
  • Katma, karıştırma.
  • Karıştırma, katıştırma.
  • Karıştırma. (Arapça)
  • Karıştırma, katma.

mezc etme

  • Birleştirme, karıştırma.

mezc olma

  • Karışma.

mezcen

  • Karıştırmakla. Katma suretiyle.

mezcetmek

  • Katmak. Karıştırmak.
  • Karıştırmak.

mezcetmek:

  • Karıştırmak. (Arapça - Türkçe)

mezci / mezcî

  • Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.

mezh

  • (Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka.
  • Mezc, katma, karıştırma.

mezhar

  • (Çoğulu: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi.
  • Damar.

mezheb

  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mezik / mezîk

  • Su ile karışık süt.

micdah

  • (Çoğulu: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç.
  • Menazil-i Kamerden bir yıldız.

mihrak

  • Çok hareket eden.
  • Hareket âleti. Karıştıracak nesne.

mihrat

  • Tennur odunu karıştırdıkları âlet.
  • Çiftçi sabanı.

mihza

  • Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.

mikraa

  • (Çoğulu: Mekâri) Davul çomağı.
  • Çoban değneği.

mikram

  • (Çoğulu: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.

mıkraz

  • (Çoğulu: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.

mikraz

  • (Çoğulu: Mekariz) Makas.

mikreb

  • (Çoğulu: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.

milhez

  • Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.

mimhaza

  • Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)

mis'ar

  • (Çoğulu: Mesâir) Uzun.
  • Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.

misk

  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

mismas

  • Karıştırmak.

misvak / misvâk

  • Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

mizac

  • Huy, tabiat, fıtrat, bünye.
  • Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.

mizac-ı mutedile-i adalet / mizâc-ı mutedile-i adalet

  • Adaletin ölçülü karışımı, adil ve dengeli yapı.

mü'teşeb

  • Karışmış, mahlut.

mualebe

  • Erkeğin, karısı ile oynaması.

muamele-i zevciye

  • Karı koca ilişkisi.

muamma

  • (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
  • Bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.

muamma-alud / muammâ-âlûd

  • Anlaşılması zor ve karışık.

muaşere

  • Karışmak.

mübaale

  • Cilveleşme, oynaşma (karı-koca arasında).

mübarat

  • Bir kimsenin iş ortağından veya karısından, anlaşarak ayrılması.

mübattın

  • Zayıf karınlı kimse.

mübeyyez

  • (Mübeyyeze) Meydana çıkarılmış, açıklanmış açıkça söylenmiş. Bildiren, açıklıyan.

mübzi'

  • Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mucib-i ihtilal / mûcib-i ihtilâl

  • İhtilâl sebebi, karışıklık nedeni.

müctehid-i fiş-şer'

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir.

müctehid-i mutlak

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid. Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.

müctenib

  • İctinâb eden, uzak duran, çekinen, bir şeye karışmayan, sakınan.

müçtenibane

  • Çekinerek, bir şeye karışmayarak.

müdahalat

  • (Tekili: Müdahale) Müdahaleler, karışmalar, araya girmeler.

müdahale / müdâhale / مداخله / مُدَاخَلَه

  • İşlere ve lüzumlu hallere, icabettiği için karışmak. Zararlı bir hal var ise, işe karışıp zararın def'ine çalışmak.
  • Araya girme. Sokulma.
  • Karışma.
  • Karışma, girme.
  • Karışma. (Arapça)
  • Girme, karışma.

müdahale etme

  • Karışma.

müdahale-i gayr

  • Başkasının karışması.

müdahil

  • Dâhil olan. İçeri giren. El atan. Müdahale eden. Karışan.

müdahilan

  • (Tekili: Müdahil) Karışanlar. Müdahil olanlar.

müdahilin / müdahilîn

  • (Tekili: Müdahil) Müdahil olanlar, karışanlar, dâhil olan kimseler.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

müellefe

  • Ülfet ve imtizac ettirilmiş. Alıştırılmış.
  • Nâkıs. Noksan.
  • Adedi bine çıkarılmış.

müerneb

  • İpliği tavşan yünüyle karışık nesne.

müfarakat

  • Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek.
  • Fık: Karı-kocanın talâk veya fesh ile birbirlerinden ayrılmaları.

müfsid

  • Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
  • Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.

mugabese

  • Karıştırmak.

mugalaka

  • Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.

muhalaa

  • (Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.)

muhalata

  • (Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.

muhalatat / muhalatât

  • Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.

muhallefe

  • Ölen bir adamın dul kalan karısı.

muhallil

  • (Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden.
  • Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.)
  • Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.

muhallit

  • (Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden.

muhamere

  • Karışmak.
  • Gizlemek.

muharref

  • (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.

mühezzeb

  • Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş. Safileştirilmiş.

muhill

  • (Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran.

muhkem kaziye

  • Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edil

muhrec

  • (Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş.
  • Bir şeyin sureti çıkarılmış.

muhtel

  • Bozuk, karışık.

muhtelit / مختلط

  • Karışmış. Karışık. Karma.
  • Karışmış, iç içe girmiş.
  • Karışmış.
  • Karışık. (Arapça)

muhtelit olma

  • Karışma.

muhtell

  • Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş.
  • İntizamsız. Nizamsız olmuş.
  • Fakir kimse.
  • Çok susuz kalmış olan.

muhtelle

  • Düzensiz, karışmış, bozulmuş.

muhteraat

  • Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.

muk

  • Göz pınarı.
  • Akılsızlık.
  • Kanatlı karınca.
  • Mest üzerine giyilen çizme.

mukameha

  • Başını yukarı kaldırmak.

mukanat

  • Karıştırmak.

mukarib

  • Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.

mukavver

  • Ziftle karışık veya ziftle kaplı.
  • Yuvarlak kesilmiş.

mukmehun

  • Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler.
  • Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.

mukşa

  • Kabuğu çıkarılmış.
  • Derisi soyulmuş.

mülabese / mülâbese

  • Benzer şeylerin ayırt edilemiyerek birbirine karıştırılması.
  • Münasebet, yakınlık.

mülabeset / mülâbeset

  • (Lebs. den) Karışma. Münâsebet. Ülfet ve ihtilât etmek. Birbirine benzeyen iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.
  • Takribi cihet.
  • Karışma, münasebet, iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.
  • Karışma, bulaşma.

mülabis

  • (Lebs. den) Münasebet kuran. Yakınlık gösteren. Bir kimse ile aşırı ahbaplık eden.
  • Karışan.

mülahhas

  • Hülâsası, özü çıkarılmış. Telhis edilmiş.

mülebbes

  • (Lebs. den) İltibaslı, karışık.
  • Giyilmiş.

müleffık

  • Telfik yapan. Belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, dört mezhebin hükümlerinden kolayına geleni yapıp karıştıran.

mülemma'

  • (Lem'. den) Parlak. Revnekdar.
  • Bulaşmış, sıvanmış.
  • Karışık dilde söylenmiş manzume.
  • Renk renk olan.

mülevves

  • Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
  • Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
  • Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
  • Karışık, intizamsız.

mülha

  • (Çoğulu: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz.
  • Lâtif ve güzel olan söz.

mülk şirketi

  • İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp ortak olmaları.

mülk-i habis / mülk-i habîs

  • Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

mülmi'

  • Abanoz ağacının âlâsı.
  • Birbirine karışmış nesne.

mültebis / مُلْتَبِسْ

  • Karıştırmış, yanılmış.
  • Birbirine karıştırılmış.
  • İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan.
  • Karışık, şüpheli ve benzer olan.
  • Karıştırılan.

mülteff

  • (Mülteffe) Birbirine sarılmış. Karışmış.

muma-ileyhim

  • İsmi evvelce geçenler.
  • İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar.

muma-ileyhinn

  • (Tekili: Mumâ-ileyhâ) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ edilenler.

mümaşat

  • Birlikte hoş geçinmek.
  • Bir maslahat yolunu takib etmek.
  • Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek.
  • Karışmamak.
  • Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.

mümazece

  • Övünme.
  • Karışmış, mahlut.

mümazeka

  • Karışmak.

mümtezic

  • İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik.
  • Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan.
  • Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan.
  • Birbiriyle iyi geçinen.

mümteziç

  • Birleşik, karışık.

mümtezicen

  • Karışmış olarak. Birbirine tamamen uyar bir hâlde.

mün'azil

  • Ayrılan, elini eteğini çeken, in'izal eden.
  • Memurluktan, vazifeden çıkarılmış olan. Bir vazifeden azledilen.

mün'azilen

  • (Azl. den) Vazifesinden çıkarılmış olarak. Azledilerek.

mün'azilin / mün'azilîn

  • (Tekili: Mün'azil) Azledilenler, vazifelerinden çıkarılanlar.

münacat / münâcât / مُنَاجَاتْ

  • Allah'a yakarış.
  • Yakarış.

münacat-ı meşhure / münacât-ı meşhûre

  • Allah'a yalvarıp yakarılan ve herkes tarafından bilinen dua.

münacat-ı museviye / münâcât-ı mûseviye

  • Hz. Mûsâ'nın dua ve yakarışı.

münhebit

  • (Hübut. dan) Yukarıdan aşağı inen. İnmiş, düşmüş.

munkarız

  • Munkarız olmak: Yıkılmak, çökmek, sönmek.

münkeşif

  • (Keşf. den) Açılmış, meydana çıkarılmış. Açılan, keşfolunan, yeni bulunmuş.

munsabb

  • (Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.

müntakil

  • (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan.
  • Miras kalmış.
  • Karine ile sözün gelişinden anlayan.

münteza

  • Çekilmiş, kabından çıkarılmış.

mur / mûr / مور

  • Karınca. Neml. (Farsça)
  • Karınca. (Farsça)

murabba'

  • Dört köşeli şekil.
  • Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş.
  • Geo: Kare.

murakkan

  • Bozulmuş, aradan çıkarılmış.

muran

  • (Tekili: Mur) Karıncalar.

murane

  • Karıncavâri, karınca gibi. (Farsça)

murçe

  • Küçük karınca. (Farsça)

mürcif

  • (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı.
  • Mutlak bir şey ile meşgul olan.
  • Yer sarsıntısı. Zelzele.

mürekkeb

  • (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış.
  • Yazı yazmaya mahsus boya terkibi.
  • Karışmış, muhtelit.
  • Bitecek yer, münbit.
  • Asıl, esas.
  • İki veya daha çok şeyin karışmasından meydana gelen, bileşik.

mürhe

  • Karışmamış, saf, katıksız.

mürselin / mürselîn

  • Gönderilenler. Peygamberler. Allah tarafından insanların doğru yola çıkarılmaları için gönderilen elçiler.

mürtaki

  • İlerliyen, terakki eden. Yükselen, yukarı çıkan.

mürtekış

  • Birbirine giren. Karmakarışık olan.

müşa'şa

  • (Şa'şaa. dan) Parlayan, parıldayan.
  • Dedbedeli, gürültülü, patırtılı.
  • Karışmış, karışık.

müşevveş / مشوش / مُشَوَّشْ

  • Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
  • Düzensiz, karma karışık.
  • Düzensiz, karışık.
  • Karışık. (Arapça)
  • Karışık.

müşevveş eden

  • Dağıtan, karıştıran.

müşevveş etme

  • Karıştırma.

müşevveşiyet / مُشَوَّشِيَتْ

  • Karışıklık.
  • Karışıklık, karmakarışık vaziyet.
  • Karışıklık, dağınıklık.
  • Karışıklık.

müşevveşiyet-i hal

  • Hal, durum karışıklığı.

müşevviş

  • Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan.

müsfah

  • Erkeğinin kendinden başka iki karısı daha olan kadın.

musika

  • Mızıka. Çeşitli ses çıkarılan bir çalgı âleti.

müstahdes

  • Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış.

müstahrec

  • Alınmış, çıkarılmış, istihrâc edilmiş olan.
  • Çıkarılmış.

müstahreç

  • Çıkarılmış, alınmış.

müstahrec / مُسْتَخْرَجْ

  • Çıkarılmış.

mustarıf

  • Çıkarı ve menfaati için her yana başvuran.

müstebdı'

  • Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.

müştebeh

  • Zor, karışık.

müştebik

  • (Şebeke. den) Kafes gibi örülü olan.
  • Karışık, düğümlü olan.

müteakkıd

  • (Akd. dan) Düğümlenen, karışık olan.

mütearris

  • Karısına sevgisini bildiren.

müteazzil

  • (Azl. den) Azledilip işinden çıkarılmış.

mütecanib

  • (Cenb. den) İçtinab eden, çekinen, sakınan, uzaklaşan, karışmıyan.

mütecella

  • Münkeşif olup görünen, âşikâr olan.
  • Yükseğe çıkan. Yukarı havâle olan.

mütedahil

  • İç içe, birbirinin içine girmiş vaziyette olan. Karışan.
  • Ödenmemiş, gecikmiş maaş.

mütefelsif

  • (Mütefelsef) Filozoflaşmış. Felsefe ile aklını karıştırmış.

mütehallit

  • Karışan, karışık olan, tahallüt eden.

mütekeşşif

  • (Keşf. den) Açılan, tekeşşüf eden, açığa çıkarılan.

mütelaşi

  • Telaş eden. Izdırab ile karışık acele eden. Telaşlı.

mütelebbis

  • Giyinmiş, elbiseli.
  • Karışık, başkasına bulaşmış, karışmış olan.

mütelevvis

  • Pis, kirli, murdar, paslanan, kirlenen.
  • Karışmış, muhtelit.

mütenemmil

  • Karınca gibi kaynaşan.

müterafık

  • Arkadaşlık eden, refekat eden, beraber bulunan.
  • Bir arada, karışık, karışmış.

müterafik / مترافق

  • Refakat eden. (Arapça)
  • Karışık, bir arada. (Arapça)

müterakkıs

  • Aynı şekilde yukarı çıkıp aşağı inen, aynı tarzda sallanıp hareket eden.

mütereffi'

  • Yukarı kalkan, yükselen.
  • Ululuk gösteren.

müteşabik

  • Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.

müteşabike / müteşâbike

  • Birbirine girmiş, örgülenmiş, karışık.

müteşaib

  • Şu'belenen.
  • Birbirine karışmamış.
  • Dallı, budaklı. Kollara ayrılmış.

mütesaid

  • Yükselen, yukarı çıkan.
  • Ziyade olan.
  • Zahmet veren.

mütesallik

  • Etrâfındaki şeylere dolanarak yukarı doğru çıkan, tırmanan.

müteşettit / متشتت

  • (Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan olan.
  • Karışık, dağınık. (Arapça)

müteşevviş

  • (Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.

mütezahhir

  • (Zahr. dan) Bir kimse tarafından yardım edilen, yardım gören.
  • Karısına, nikâhı bozacak bir söz söyleyen.

mütezammıh

  • Güzel kokulu şeylerle karışmış olmak.

muvafakat-ı mefhumiye

  • Sözden çıkarılan meallerin uygunluğu.

müzayede

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.

müzebzeb

  • Karmakarışık.
  • Elinden iş gelmez, bir şeye karar veremeyen. Beceriksiz.

müzebzib

  • Karıştıran. Karmakarışık eden.

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

muztabi'

  • Ridâsını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna atan kişi.

na-behre

  • Azim, ulu. (Farsça)
  • Karışık. (Farsça)
  • Soysuz. (Farsça)

na-saf

  • Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. (Farsça)

nafaka-i iddet

  • Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.

nafize

  • Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.

nahise

  • Koyun sütüyle karışık keçi sütü.

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

nakkaş

  • Nakış yapan. Duvar nakışları yapan usta. Süsleme san'atkârı.

nardenk

  • Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez. (Farsça)

naşiz

  • Karısına karşı çok zâlim olan koca.
  • (Kalb) heyecanla coşma.
  • Kalkmış, kabarmış, atan (damar).

nazil / nâzil

  • Yukarıdan aşağıya inen.
  • Bir yere konan, konaklayan.

naznaza

  • Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.

nebr

  • (Nibr) : (Çoğulu: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek.
  • Yukarı kaldırmak, yükseltmek.

necv

  • (Çoğulu: Nicâ) Yüzmek.
  • İki kişi arasında olan sır.
  • Karından çıkan necis.

neffa'

  • (Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse.

nefite

  • Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

neft

  • Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.

nefy-i sani / nefy-i sâni

  • Kâinatın san'atkârı olan Allah'ı reddetme, yok sayma.

nehd

  • İri gövdeli ve karınlı at.

neme lazım / neme lâzım

  • "Bu işle ilgilenmem, bana ne, buna karışmam" anlamında bir ifade.

neml / نمل

  • Karınca.
  • Karınca.
  • Karınca.
  • Karınca. (Arapça)

nemle

  • Bir tek karınca.
  • Vücutta olan karıncalanma.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşr-i suhuf

  • Haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi.
  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

neşş

  • Kaynamak, galeyan.
  • Her nesnenin yarısı.
  • Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak.
  • Yirmi dirhem.
  • Karıştırmak.

nevmalud / nevmâlûd

  • Uyku ile karışık.

neyseb

  • Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.

nezd

  • Yan. Yakın. Karib. (Farsça)
  • Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır) (Farsça)

nezdik

  • Yakın, karib. (Farsça)

nıkris

  • (Nıkrîs) (Çoğulu: Nekaris) Ayak ağrısı.

nimal

  • (Tekili: Neml) Karıncalar.

nısh

  • Terzilik.
  • Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.

nişib

  • (Yukarıdan aşağıya) iniş. (Farsça)

niyaz / niyâz

  • Yalvarma, yakarış.

nuht

  • Çocukla birlikte karından çıkan su.

nükte

  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.

nükte-amiz / nükte-âmiz

  • Nükte karıştıran. (Farsça)

nur / nûr

  • Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Îmân.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıld

nüsha

  • (Çoğulu: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret.
  • Muska, duâlı kâğıt.
  • Gazete ve dergilerde (sayı).

nüzhet

  • İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Temizlik, paklık. (Farsça)
  • Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. (Farsça)

orhan gazi

  • (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbes

padav

  • Kocakarı. (Farsça)

paluş

  • Karışık. (Farsça)

pandomima

  • Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi.
  • Sessiz tiyatro oyunu.

pandomima kopmak

  • Karışıklık çıkmak.
  • Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.

parav

  • Kocakarı, acûze. (Farsça)

paru

  • (Pârub) Kocakarı, acûze. (Farsça)

pejulide

  • Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış. (Farsça)

perişan

  • Dağınık, karışık. (Farsça)
  • Bozuk, tertibsiz, düzensiz. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü, kaygılı. (Farsça)
  • Dağınıklık, karışıklık.

piç-a-piç

  • Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım. (Farsça)

piçide

  • Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış. (Farsça)

pirezen

  • Kocakarı, acuze. (Farsça)

pirzen

  • Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın. (Farsça)

pür-çin

  • Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık. (Farsça)

pürniyaz

  • Dua ve yakarış ile dopdolu.

radde

  • Derece. Rütbe. Sıra. Kerte. Mertebe.
  • Aşağı yukarı.
  • Fayda, menfaat.
  • Çizgi, hat.

ramik

  • Miskle karıştırılan siyah bir madde.

ratık

  • Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak.
  • Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek.

rebike

  • Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek.
  • Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek.
  • Bulamaç aşı.

rebk

  • Karıştırmak.

recefe

  • Zelzele.
  • Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir.

redd-i müdahale / redd-i müdâhale / رَدِّ مُدَاخَلَه

  • Karışmayı reddetme.

redd-i müdahale kanunu

  • Hiç kimsenin karışmasını kabul etmeme kanunu.

ref'

  • Yukarı kaldırma, yükseltme.
  • Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma.
  • Lağvetme, hükümsüz bırakma.
  • Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak.

refil

  • Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen.
  • Ahmak kimse.
  • Kuyruğu uzun at.

resa'

  • Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe "resise" derler.)

retn

  • Karıştırmak.

revban

  • (Çoğulu: Rübâ) Sütün yoğurt olması.
  • Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.

revc

  • (Revac) Geçmek.
  • Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.

revv

  • Çift, karı-koca, zevc.

rezil ü rüsva

  • Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.

rida

  • Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal.
  • Akıl. İlim. Seha.
  • Zinet. Parlaklık veren şey.
  • Hırka.

rida'

  • Örtü, belden yukarıya örtülen örtü.

rüsva

  • (Rüsvay) Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış. (Farsça)
  • Rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.

rüsvay

  • Rüsva. Rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.

rütbe

  • Basamak, derece.
  • Memuriyet derecesi.
  • Sıra. Mertebe, menzile.
  • Efkârın sonu.
  • Merdiven ayağı.

şa'şaa

  • Parlama. Zahirî parlak görünüş.
  • Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.

şab-hane

  • Şap çıkarılan yer. (Farsça)

sabık-ul beyan / sâbık-ul beyân

  • Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş.

sade

  • Basit, karışık olmayan, katıksız. (Farsça)
  • Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. (Farsça)
  • Tek katlı. (Farsça)
  • Ancak, yalnız. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Derin düşünemiyen, saf adam. (Farsça)

safer

  • (Çoğulu: Esfâr) Boş ve hâli olmak.
  • Arabi aylardan ikincisi.
  • Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

safiyullah

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.

şah

  • Ağaç dalı. Budak. (Farsça)
  • Boynuz. Karın. (Farsça)
  • Su arkı. (Farsça)
  • Alın. (Farsça)
  • Kadeh. (Farsça)
  • Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. (Farsça)
  • Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. (Farsça)
  • Asıl. (Farsça)
  • Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. (Farsça)

sahb

  • (Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı.

sahik

  • Uzak.
  • Müretteb olan söz.
  • Hemen anlaşılmaz derece.
  • Çok karışık ve anlaşılmaz söz.

şahmerdan

  • (Şâh-ı merdan) Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). (Farsça)
  • Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak. (Farsça)

sahte

  • Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. (Farsça)
  • Kalp, karışık. (Farsça)

said

  • (Suud. dan fâil) Yukarı çıkan, yükselen, kalkan.
  • Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü.
  • Yol, tarik.
  • Mezar, kabir.
  • Yüksek.
  • Yukarı çıkan.

salahiyet

  • Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak.
  • Bir dâvaya bakabilmek.

salif-üz zikr

  • Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen.

salsal

  • Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık.
  • Çok anırgan eşek.

san'at-üt tedelli

  • İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı.

sanayi' şirketi / sanâyi' şirketi

  • İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.

sani-i hakiki / sâni-i hakikî

  • Her şeyin gerçek anlamda san'atkârı ve yaratıcısı olan Allah.

sarr

  • Kesenin ağzını bağlamak.
  • Hıfzetmek.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yukarı kaldırmak.
  • Zammetmek, artırmak.

savt

  • (Çoğulu: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç.
  • Bir şeyi diğerine karıştırmak.

sayed

  • Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek.

sayref

  • (Çoğulu: Seyârif) Sarraf.
  • İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.

sebeb-i azil

  • Memurluktan çıkarılma sebebi.

şebeh

  • (Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey.
  • Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni.

şebk

  • Karıştırmak.

şebr

  • Karışlamak.
  • Hediye vermek, atâ etmek.
  • Ücret.
  • Kira.

şecere-i tubaa / şecere-i tubaâ

  • Cennet'teki saadet ağacı, dalları aşağıda ve kökü yukarıda olan Tuba ağacı.

sedef

  • Karanlık ve aydınlığın karışması.
  • Gece ve sabah.
  • Sabahın evveli.

şefşefe

  • Zayıflatmak.
  • Hareket ettirmek, depretmek.
  • Karışmak.

şehab

  • Su ile karışmış süt.

şehd-amiz

  • Bal gibi tatlı. Balla karışık. (Farsça)

şehik / şehîk

  • Hıçkırıkla karışık iç çekme.

şehr-aşub

  • Şehri karıştıran, kargaşalık yapan.

şehraşub / şehrâşûb / شهر آشوب

  • Şehir karıştıran. (Farsça)

şehşeh

  • Karışmak.

sell

  • Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma.
  • Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme.

selt

  • Karın gürüldemesi.

şemet

  • Saçın akı karasına karışmak.

şemit

  • Karışık.

şemta

  • Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze.
  • Akı karasına karışmış saç.
  • Kocakarı.

senkendaz

  • Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı.

ser-efraz

  • Başını yükselten, yukarı kaldıran. (Farsça)
  • Benzerlerinden üstün olan. (Farsça)
  • Baş kaldıran. (Farsça)
  • Başı dik, alnı açık. (Farsça)
  • Haklı ve galib. (Farsça)

serdengeçti

  • Osman Yüksel Serdengeçti tarafından çıkarılan bir dergi.

sere

  • Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı.

serfiraz / serfirâz

  • Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan. (Farsça)
  • Başını yukarı kaldıran, başı dik.

şerh-i sadr

  • Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi.
  • Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlı

sermaye-i ilmiye-i evveliye-i bendegane / sermaye-i ilmiye-i evveliye-i bendegâne

  • Hizmetkârınızın önceki ilmi, ilmî varlığı.

şevb

  • Karıştırmak.
  • İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey.

sevit

  • Karışmış, muhtelit.

şevsa

  • Karın içinde olan yel.

şevşeb

  • Karınca.

seyr

  • Yürüyüş.
  • Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme.
  • Görülecek şey ve yer.
  • Uzaktan bakıp karışmama.
  • Yolculuk.

seyyiat-alud / seyyiat-âlûd

  • Kötülüklere karışmış, fenalıklara bulaşmış.

seyyiatalud / seyyiatâlûd

  • Çirkinliklerle karışık.

şibr

  • Karış.

şiddet-i imtizaç

  • Tam bir uyum; birbiriyle tam bir uyum içinde karışma, birleşme.

sıhr

  • Damat yahut enişte.
  • Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.

şikem / شكم

  • Karın. (Farsça)
  • Karın. (Farsça)
  • Mide. (Farsça)

şikemderd / شكم درد

  • Karın ağrısı.
  • Karın ağrısı. (Farsça)

şıkk

  • (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'te

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

silahşör

  • Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı.
  • Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bi

şimrac

  • (Çoğulu: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek.
  • Yalan karışık söz.

sintah

  • Büyük karınlı kuvvetli deve.

sırf

  • Sadece, yalnızca.
  • Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.

sirişte

  • Yoğrulmuş, karıştırılmış. (Farsça)

şirk-alud / şirk-âlud

  • Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. (Farsça)

şirket ve kesret

  • Ortaklık ve çokluğa dayalı sistem; bir çok unsurun kurduğu ortaklık, şirket; yani bir işe birçok elin karışması.

şirket-i a'mal / şirket-i a'mâl

  • İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık.

siyera'

  • İbrişimle karışık alaca bez.

sorgu dairesi

  • Mahkemeye çıkarılan sanıkların sorgulandıkları bölüm, makam.

şübehat-alud / şübehat-âlûd

  • Şüphelerle karma karışık olmuş, şüphelerle dolu.

şuha

  • Karın ağrısı.

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

şur-efgen

  • Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. (Farsça)

sürb

  • Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı. (Farsça)

şuride

  • Perişan, karışık. (Farsça)
  • Tutkun, âşık, meftun. (Farsça)

şuridegi / şuridegî

  • Karışıklık, perişanlık. (Farsça)
  • Tutkunluk, düşkünlük. (Farsça)

şuridehatır / şûrîdehâtır / شوریده خاطر

  • Gönlü perişan, aklı karışık. (Farsça - Arapça)

şuriş

  • Karışıklık, kargaşalık. (Farsça)

sutu'

  • Yükselme, yukarı çıkma.
  • Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma.

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

şütür gürbe

  • "Deve ile kedi" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü. (Farsça)

suud

  • Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak.

ta'bie

  • Karıştırmak.
  • Beslemek, terbiye etmek.
  • Hazırlamak.

taac'uc

  • Çeşitli seslerin birbirine karışması.

taarrus

  • (Çoğulu: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

tafr

  • Yukarı sıçramak. Kalkmak.

tafra

  • Yukarıya sıçrama atlama.
  • Yukarıdan atıp tutma.
  • İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma.
  • Sıçrama, atlama, yukarıdan atıp tutma.

taglit

  • (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma.
  • Karıştırma.

tagşiş

  • (Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak.
  • Aklı gidermek.
  • Hayran etmek.

tağşiş

  • Karıştırma.

tahallül

  • Araya girme, içine karışma.
  • (Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak.
  • Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması.
  • Dişleri hilâllamak.

tahallül-ü burudet

  • Soğuğun sıcağın içine karışması.

tahallut

  • (Halt. dan) Karışma. Karışık olma.

taharrüf / تَحَرُّفْ

  • Kalem karıştırma neticesinde bozulma.

tahcil

  • Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık.

tahfe

  • Bakla otunun yukarı ucu.

tahin

  • Darı unu.
  • Öğütülmüş tahıl.
  • Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.

tahkir-amiz / tahkir-âmiz

  • Hakaretle karışık söz. (Farsça)
  • Tahkir edici. (Farsça)

tahlil etmek / tahlîl etmek

  • Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak.

tahlit / تخليط

  • (Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.
  • Karıştırma. (Arapça)

tahmin

  • (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.
  • Aşağı yukarı belirleme.

tahminen / tahmînen / تخمينا

  • Takriben, aşağı yukarı.
  • Tahminle, aşağı yukarı. (Arapça)

tahrif

  • Bozma, karıştırma.
  • (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak.
  • Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek.
  • Başka tarafa meylettirmek.

tahrifat / tahrifât

  • Bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.
  • (Tekili: Tahrif) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.

takrib

  • Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin.
  • Yolunu bulma.

takriben

  • Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı.

takrin

  • (Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma.

taksim-i gurama / taksim-i guramâ

  • Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek.
  • Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek.

talak / talâk

  • Boşamak. Boşanmak.
  • Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak.
  • Nikâhlı karısını bırakmak.
  • Boşamak, boşanmak.
  • Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak.
  • Nikâhlı karısını bırakmak.

talak-ı bayin / talâk-ı bâyin

  • Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini mümkün kılan boşanma şekli.

taly

  • Karışmak.

tamh

  • Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.

tar ü mar

  • Dağınık, karmakarışık, perişan. (Farsça)

tarid

  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış.
  • Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu.

tarümar / târümâr / تارومار

  • Dağınık. (Farsça)
  • Perişan. (Farsça)
  • Târümâr etmek: (Farsça)
  • Dağıtmak, karıştırmak. (Farsça)
  • Perişan etmek. (Farsça)
  • Tarümâr olmak: (Farsça)
  • Dağılmak, karışmak. (Farsça)
  • Perişan olmak. (Farsça)

tas'id

  • Eritme.
  • Yukarı çıkma ve çıkarılma.
  • Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme.

tasa'ud

  • (Suud. dan) Yukarı çıkma.
  • (Gaz veya buhar) yükselme.

tasarruf

  • İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı.
  • (Para veya mal) artırma.
  • Bir şeye karışıp müdahale etme.

tasbih

  • Rüzgârdan dolayı otun kuruması.
  • Sütü su ile karıştırıp içirmek.

tasrah

  • Karınca.
  • Bit.

tatlik

  • Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek.

tays

  • Çok adet.
  • Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü.
  • Nesli çok olan karınca ve sinek.

tazarru / tazarrû

  • Dua, yakarış.
  • Yalvarmak, yakarış.

tazarru ve niyaz

  • Dua ve yakarış.

tazarruat / tazarruât

  • Yakarışlar, niyazlar.

te'lif

  • Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek.
  • Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak.
  • Eser yazmak.
  • Noksan bir adedi bine çıkarmak.

teakkün

  • Karın buruşukluğu.

tebekkül

  • Karışmak.

tebelbül

  • Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi.
  • Karışıklık.

tebelbül-ü elsine

  • Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.

tebelleş

  • Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.

tebyin

  • Açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma.

tecrid

  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.

tecsis

  • Kireç karıştırmak.
  • Kireçle sıvamak.
  • Binayı kireçle yapmak.

tedahül / tedâhül / تداخل

  • İç içe olmak. Birbiri içine girmek.
  • Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak.
  • Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.
  • Karışma. (Arapça)
  • Yığılışma. (Arapça)

tedliye

  • Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma.
  • Şaşırma, dehşete düşme.
  • Delil ve vesika hazırlama.
  • (Akıl) gitmek.
  • Ahmak etmek, salaklaştırmak.

tedric-i habit / tedric-i hâbit

  • Edb: İfadenin alçalması. Bir şeyi tarif ederken vasıf bakımından yukarıdan başlayıp aşağıya inmek. Bunun aksini yapmağa da Tedric-i sâid denir.

tefnin

  • Karıştırmak.
  • Çeşitli yapmak.

tefvik

  • Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması.
  • Okun gezini yayın kirişine koymak.

tehdid-amiz / tehdid-âmiz

  • Tehditle karışık, tehdit eder surette. (Farsça)

tehviş

  • Karma karışık etme.
  • Bir yere toplama.

tekmim

  • Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek.

telakkum

  • Parçalayıp lokma yapıp yutma.
  • Karın gurultusu.

telazum

  • Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.

teleclüc

  • Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek.
  • Kımıldatmak. Hareket etmek.
  • Tereddüt.

telfik

  • Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.

telif-i müşevveş

  • Karışık ve anlaşılması zor olan bir kitap.

temazüc

  • Birbiriyle karışmak.
  • Şakalaşma.

temekkük

  • Karışmak.

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

temzic

  • Karıştırmak. Katmak. Mezcetmek.
  • Bir kimseye bir şey vermek.

ten'iş

  • Yukarı kaldırma.

tenemmül

  • (Neml. den) Karınca gibi kaynama.
  • Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tenzik

  • (At) ayaklarını yukarı kaldırmak.

terakki / terakkî

  • İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme.
  • Artma, çoğalma.
  • Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
  • İlerleme, yukarı çıkma, yükselme.
  • Artma, çoğalma, gelişme.

terakkus

  • Raksetme, dansetme.
  • Devamlı aşağı inip yukarı çıkma.

tereffu'

  • Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak.
  • Fazlalaşmak.

tereffuat / tereffuât

  • (Tekili: Tereffu') Yukarı kalkmalar, yükselmeler.

terekküb

  • Birleşme, karışma.
  • Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek.
  • Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.

terfi'

  • Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme.
  • Talebenin sınıf geçmesi.
  • Rütbe alma. Rütbe verme.

terfiat / terfiât

  • (Tekili: Terfi') Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar.
  • Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler.

terkib

  • Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek.
  • Birbirine karıştırılmış maddeler.
  • Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirin

terkibat

  • (Tekili: Terkib) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.

teşabük

  • Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.

teşabür

  • Birbiriyle karışlarını ölçmek.
  • Kavga etmek için birbirine karşı gelmek.

tesaud

  • (Çoğulu: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma.

teşbir

  • Karışlama.
  • Ölçme.

tesellüb

  • Soyunma.
  • Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)

tesennüm

  • Ufak olmak.
  • Yerden iki üç karış yüksek olmak.
  • Hörgüç üstüne binmek.

teşevvüş / تشوش

  • Karma karışık olma.
  • Bulanıklık, karışıklık.
  • Karışıklık, bulanıklık.
  • Karışıklık. (Arapça)

teşevvüş-ü fikri / teşevvüş-ü fikrî / تَشَوُّشُ فِكْر۪ي

  • Fikir açısından karışıklığa düşme.
  • Fikrin karmakarışık olması.

teşevvüşat-ı akliye

  • Akılın karmakarışık olması, bulanması.

tesnim

  • Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir.

teşvir

  • İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme.
  • Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.

teşviş / teşvîş / تَشْو۪يشْ

  • Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
  • Karıştırma.
  • Karıştırma, bulandırma.
  • Karıştırma.

teşvişiyyet

  • Karışıklık, bozukluk.

tesvit

  • Karıştırmak.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tezabüh

  • Bir karış miktarı yeri yarmak.
  • Birbirini boğazlamak.

tezakkum

  • Lokma lokma etmek.
  • Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama "zekkum" derler.)

tezebzüb

  • Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.

tezvir

  • Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme.
  • Şahidin şehadetini iptal etme.
  • Kendini ziyaret edene ikram etme.
  • Yalan ve iftira karıştırarak sözü süsleme, sahtekârlık.
  • Söze yalan karıştırma.

tezvirat / tezvirât

  • Söze yalan karıştırmalar.

tuba / tûbâ

  • Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.

tufuh

  • Kap ağız ağıza dolma.
  • Yukarı kalkma.
  • Çabuk geçme.

türbedar / türbedâr

  • Türbe muhafız ve hizmetkârı. (Farsça)

ucruf

  • (Çoğulu: Acârif) Uzun ayaklı karınca.

üfürre

  • Karışmak.

ukaykan

  • Karınca.

ukde

  • Düğüm, bağ.
  • Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat.
  • Ağaçlık yer.
  • Pelteklik, kekemelik.
  • Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.

ukne

  • (Çoğulu: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.)

ul'ul

  • Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik.
  • Çekik kuşunun erkeği.

ulase

  • Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey.

ulüvv

  • Büyüklük, yükseklik.
  • Bir şeyin yukarısına çıkma.
  • Şan, şeref ve kadr sahibi olma.

ulya / ulyâ / عليا

  • Çok yüce. (Arapça)
  • Yukarı, üst. (Arapça)

ümluc

  • Yaprak.
  • Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.

unab

  • Büyük burun.
  • Akıl.
  • Karın.

ünbuş

  • (Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan.

uraza

  • Misafire çıkarılan yiyecek.
  • Hediye, armağan.

uruc

  • Yukarı çıkmak. Yükselmek.

uşabe

  • (Çoğulu: Eşâyib) Karışık olan.
  • Nesebi karışık kişi.

üşabe

  • Irkı, nesebi karışık adam.
  • Karışık cemaat.
  • Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.

üslupşiken / üslûpşiken

  • İfade ve anlatımı bozuk, karışık.

usmur

  • (Çoğulu: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

usul-i fıkıh / usûl-i fıkıh

  • Fıkıh (ibâdet ve amel) bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

usul-i kelam / usûl-i kelâm

  • Îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

vahdet-i sani / vahdet-i sâni

  • Herşeyi san'atla yaratanın birliği; kâinatın san'atkârı olan Allah'ın birliği.

vahime kuvveti / vâhime kuvveti

  • His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.

vahşet

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.

vahşet-amiz / vahşet-âmiz

  • Vahşetle karışık. (Farsça)

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek senelerce oturulan yer.

vebr

  • Kocakarı soğuğundan bir gün.
  • Ada tavşanı, ak tavşan.

vehm-alud / vehm-âlud

  • Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık. (Farsça)

velika

  • Yağla unu karıştırarak yapılan yemek.

velvele

  • Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.

veşc

  • Yaralamak.
  • Parçalamak.
  • Karışmak.

vizam

  • Her nesnenin ağırlığı.
  • Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)

yevm-i fasl

  • İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, ye

za'f-ı te'lif

  • Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.

zakzak

  • Yeynicek, hafif.
  • Bir karınca cinsi.

zehir-alud / zehir-alûd

  • Zehirli, zehir karışmış.

zehr-alud

  • Zehirli. Zehir karışmış. (Farsça)

zehralud / zehrâlûd

  • Zehirle karışık.

zekeriyya

  • Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kız

zelzele-i hercümerc

  • Karma karışıklığın sarsıntısı.

zemel

  • Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak.
  • Devenin ayağına ârız olan aksaklık.
  • Su tulumunun sarkması.

zerk-alud / zerk-âlûd

  • Riyalı, riya karışık. (Farsça)

zerr

  • Zerre, en küçük parça.
  • Karınca yumurtası.
  • Ayırmak.

zerre

  • (Çoğulu: Zerrat) Pek ufak parça.
  • Atom.
  • Çok küçük karınca.
  • Güneş ışığında görünen ufacık tozlar.
  • Küçük boylu adam.

zevalalud / zevâlâlûd

  • Zevalle karışık.

zevc

  • Çift. İki şeyden meydana gelen.
  • Sınıf, cins, nev'.
  • Karı ve kocanın herbiri.
  • Koca, eş.

zevcat / zevcât / زوجات

  • (Tekili: Zevce) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
  • Nikahlı kadınlar, karılar. (Arapça)

zevce / زوجه

  • Kadın, eş, karı.
  • Nikahlı kadın, karı. (Arapça)

zevceteyn / زوجتين

  • Karıkoca. (Arapça)

zevceyn / زوجين

  • Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
  • Karıkoca. (Arapça)

zevciyyet

  • Karı kocalık.
  • Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş.

zevcyen

  • Karı-koca, iki eş.

zevk-alud / zevk-âlud

  • Zevkli, zevk karışık. (Farsça)

zevkalud / zevkâlûd

  • Zevkle karışık.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs
  • Kocanın karısına "sen anam gibisin" demesi.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın