REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te KÜN ifadesini içeren 1187 kelime bulundu...

ayat-ı hırz / âyât-ı hırz

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

aceze / عجزه

  • (Tekili: Âciz) Âcizler.
  • Düşkünler, zayıflar.
  • Düşkünler, âcizler. (Arapça)

adab u erkan / âdâb u erkân

  • Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri.

adalet-i izafiye / adalet-i izâfiye

  • Göreceli adalet; toplumun selâmeti için birey hukukunun feda edilmesini öngören adalet.

adem-i imkan / adem-i imkân

  • İmkânsızlık. Mümkün olmayış.

agtem

  • Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme.

ahen-be

  • Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar. (Farsça)

ahlak / ahlâk

  • İnsanda yerleşmiş huylar. Hulkun çokluk şeklidir.

ahşa

  • Pek korkunç. Çok korkunç. Çok korkunç yer.

ahvef / اخوف

  • En korkak.
  • Çok korkunç.
  • En korkunç. (Arapça)

aile-perver

  • Evine düşkün, ailesine düşkün. (Farsça)

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

ala kadri'l-imkan / alâ kadri'l-imkân

  • Mümkün olduğu kadar.

ale-l-kaide

  • (Ka, uzun okunur) Kurala, kaideye göre.

alemin imkan-ı mevti / âlemin imkân-ı mevti

  • Dünyanın ölümünün mümkün olması, ihtimal dahilinde olması; kıyametin kopması.

alet / âlet

  • Fakir.
  • Dağda ve tarlada yaptıkları künbet.

alüfte / âlüfte

  • İffetsiz, düşkün kadın.

amel-i kalil / amel-i kalîl

  • Namaz kılarken bir rükünde bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir veya iki hareket.

amel-i kesir / amel-i kesîr

  • Namaz kılarken, bir rükünde namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç veya iki elin bir hareketi.

aramide / ârâmide

  • Rahat olan, dinlenen, sükûn halinde ve rahatta bulunan. (Farsça)

arazi-i mevat / arazi-i mevât

  • Huk: Hiç kimse tarafından kullanılmayan ve halka verilmeyen, meskun mahallerden biraz uzakta bulunan taşlık ve kıraç arazi.
  • İşlenmemiş toprak.

arube

  • Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur.
  • Cuma günü.

asale

  • Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan.

asayiş-perver / asâyiş-perver

  • Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen. (Farsça)

ashab-ı matlub / ashâb-ı matlub

  • Huk : İflâs hâlinde bulunan şahsın, kanuni alacaklılarının yekûnü.

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)
  • Aşırı seven, vurgun, tutkun.

aşik / aşîk

  • Fazla âşık, çok tutkun.

aşıkan / âşıkan

  • (Tekili: Âşık) Âşıklar, tutkunlar. (Farsça)

aşr

  • Kur'ân-ı Kerimden bir vesileyle okunan on âyet miktarı kısım.
  • On. Bir cemâat içerisinde ve daha çok cemâatle kılınan namazlardan sonra Kur'ân-ı kerîmden sesli olarak okunan on âyet veya bu mikdara yakın bir bölüm.
  • Kur'ân-ı Kerim'den on âyet miktarı okunan kısım.

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

ateş-dil

  • Sözü dokunaklı olan. (Farsça)
  • Her gördüğü güzeli seven. (Farsça)
  • Pek zeki adam. (Farsça)

ateş-suhan

  • Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen. (Farsça)

ateş-zeban / ateş-zebân

  • Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen. (Farsça)

ateşi / ateşî / âteşî / آتشى

  • Hararetli, ateşli; dokunaklı. (Farsça)
  • Ateş renginde. (Farsça)
  • Hiddetli, öfkeli. (Farsça)
  • Ateşli. (Farsça)
  • Öfkeli, kızgın. (Farsça)
  • Acı, dokunaklı. (Farsça)
  • Cehennemlik. (Farsça)

avamil

  • (Tekili: Amil) Sebepler.
  • Ayaklar.
  • Valiler. Hâkimler.
  • Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab.
  • Birgivi Hazretlerinin "Nahiv" ilmine dâir olan kitabının ismi.

avl

  • İslâm mîrâs hukûkunda belirli hisse (pay) sâhiplerinin (Eshâb-ı ferâizin) mîrâstan alacakları payların toplamının ortak paydadan fazla olma hâli.

avrupa medeniyet-i sefihanesi

  • Helâl olmayan zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupanın medeniyeti.

avrupa-perest

  • Avrupa düşkünü.

aya / ayâ

  • Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez.
  • Kabiliyetsiz, kudretsiz.

ayan

  • (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
  • Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.

ayat-ı meşhure / âyât-ı meşhure

  • Kur'ân'da yer alan ve Müslümanlar arasında çokça okunan âyetler.

ayine-i müştak / âyine-i müştâk

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

azar-dide

  • Zulüm görmüş. Küskün. (Farsça)

azil

  • Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.

azim / azîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi

azimet / azîmet

  • Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınmakla berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin verilen kolaylıklardan uzak durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri, nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yol u.

aziz / azîz

  • İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu.
  • Dost.
  • Şerif.
  • Nadir.
  • Dini dünyaya âlet etmeyen.
  • Sireti temiz.
  • Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi.
  • Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.

ba / bâ

  • Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.

baliğ / bâliğ

  • Erişmiş, vâsıl olmuş, son mertebeyi bulan.
  • Yekûn.

barani / bârânî

  • Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. (Farsça)
  • Yağmurla ilgili. (Farsça)

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

batın / bâtın

  • İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir)

bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî

  • (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir

be-gün

  • (Bak: Bikün tevbe) (Farsça)

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bed-hal

  • Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan. (Farsça)

bedel-i icar

  • Huk: Arazi hukukunda tasarruf hakkı mukabilinde verilen emsâline uygun peşin para.

behramen

  • Bir çeşit kırmızı yakut. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları allık. (Farsça)
  • İpekten dokunan güzel bir kumaş. (Farsça)
  • Kırmızı gül, asfur çiçeği. (Farsça)

bekri / bekrî / بكری

  • Erken. Sabah.
  • İçkiye çok düşkün. Sarhoş.
  • İçki düşkünü. (Arapça)

belel

  • Yaşlık, rutubet, ıslaklık.
  • Zafer, galibiyet.
  • Mihnet, keder, üzüntü.
  • Mücadele, kavga.
  • Hastalıkdan iyileşen.
  • Düşkünlük.

belva-yı am / belvâ-yı âm

  • Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.

benul-a'yan / benûl-a'yân

  • İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

benul-ahyaf / benûl-ahyâf

  • İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

benul-allat / benûl-allât

  • İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.

bergeşte-hal / bergeşte-hâl

  • İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün. (Farsça)

berkende

  • Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış. (Farsça)

bevt

  • Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük.

beyhuşt

  • Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey. (Farsça)

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

beyniye

  • Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)

beyyine suresi / beyyine sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup "Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün" Sûresi gibi isimlerle de söylenir.

bezle

  • Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. (Farsça)
  • Ahenk ile okunan şiir. (Farsça)

bi-dad / bî-dad

  • Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten.

bi-sükun / bî-sükûn

  • Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli. (Farsça)

bicad

  • Hz. Abdullah'ın lâkabı.
  • Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı.

bicu / bicû

  • ( Custen : Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir.
  • (Custen: Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir.

bidare

  • Tutkun, âşık, düşkün. (Farsça)

bih-ken

  • Kökünden çıkaran, kök söken. (Farsça)

bikr

  • Dokunulmamış, bekâret, bâ-kire.

büls

  • İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval.

cahid

  • Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.

cail / câil

  • "Ceale" kökünden yaratıcı, yapıcı.

caiz

  • Mümkün, olur, olabilir.
  • Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.

camidat-ı meyyite-i samite / câmidât-ı meyyite-i sâmite

  • Ölü ve suskun olan cansız varlıklar.

can-güzar

  • Cana dokunan, candan geçer olan. (Farsça)

cazim

  • Kat'i karar veren.
  • Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de "câzim" denir. Meselâ "Lem yezuk" aslında (Yezuku) idi. Başına "lem" harfi geldiğinden " Yezuk" diye sâkin okundu.)

cebb

  • Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek.
  • Devenin hörgücünü kesmek.
  • Kökünden kesmek.

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

cemalperest / cemâlperest

  • Güzelliğe düşkün.
  • Güzelliğe düşkün.

cemalperestlik / cemâlperestlik

  • Güzelliğe düşkünlük.

cennat-ı adn / cennât-ı adn

  • Adn cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekkün edilen cennetler. (Kamus Tercümesi.)

ceref

  • Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.

cihet-i imkan / cihet-i imkân

  • Mümkün olma yönü.

cinan-ı ulum / cinan-ı ulûm

  • İlm-i Kur'ân ve imân cennetleri. Maarif-i İlâhiye ve tahkikî ve yakinî imân derslerinin okunduğu ulemâ-i İslâm ve talebe-i ulûm meclisleri.

çuha

  • Tüysüz ince, sık dokunmuş yün kumaş.
  • Sık dokunmuş yün kumaş.

cum'a hutbesi / cum'â hutbesi

  • Cumânın ilk dört rek'atlik sünnetten sonra ve iki rek'atlik farzdan önce, imam tarafından cemâat huzurunda minberden Arabça olarak okunan hutbe.

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu

cuşacuş / cûşâcûş / جوشاجوش

  • Çok coşkun, taşkın. Pek coşkun ve taşkın bir sûrette. (Farsça)
  • Coşkun, coşkulu. (Farsça)

dahil

  • (Bak: Dahl-Dehal) Girmek, karışmak. Dokunmak. Taarruz etmek, müdâhale eylemek.

dahiye / dâhiye

  • Korkunç belâ.

daire-i imkan / daire-i imkân

  • Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)

dakdaka

  • Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.

dal

  • Ağacın ilk verdiği kol.
  • Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan "dâl-i mühmele" de denir.

danık

  • (Çoğulu: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.)
  • Zayıf düşkün davar.

dar-ül-aceze

  • Düşkünler, acizler evi. Yoksullar yurdu.

darülaceze / dârülaceze / دارالعجزه

  • Düşkünler evi. (Arapça)

debabud

  • İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi.

dehanbeste / dehânbeste / دهان بسته

  • Suskun. (Farsça)

dehhaşe

  • Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici.

dehşet-efşan

  • Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü. (Farsça)

dehşetengiz / dehşetengîz / دهشت انگيز

  • Ürkünç, dehşet verici. (Arapça - Farsça)

dehşetli

  • Korkunç.

demdeme-i nebat / demdeme-i nebât / دَمْدَمَۀِ نَبَاتْ

  • Bitkinin coşkun sesi.

depresyon

  • Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. (Fransızca)
  • Ruhî çöküntü.

dershane

  • Ders okunan yer.

deyabüz

  • İki ırgaçla dokunan bez.

dil-şikaf

  • Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı. (Farsça)

dram

  • yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
  • Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.

dünya sevgisi / dünyâ sevgisi

  • Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi.

dünyaperest / dünyâperest / دنياپرست

  • Dünyaya aşırı düşkün.
  • Dünya düşkünü. (Arapça - Farsça)

dünyaperestlik

  • Dünyaya tutkunluk.

dünyaperver

  • Dünyaya aşırı derecede düşkün.

dürd

  • Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım. (Farsça)

dürdi / dürdî

  • Çöküntü, tortu. (Farsça)

ebahh

  • Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ecel

  • Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek.
  • İleride olacağı şüphesiz olan.
  • Allah'ın takdir ettiği ömür.

ecel-i fıtri / ecel-i fıtrî

  • Her mahlukun yaradılışı itibariyle Cenab-ı Allah (C.C.) tarafından tayin olunan vasati ömrü.
  • Biyolojik ömür.

ecel-i mübrem

  • Elinden kurtulunması mümkün olmayan, kaçınılmaz olan ecel.

ecmal

  • (Tekili: Cemel) Develer.
  • Cümleler.
  • Yekünler.

efgende

  • Yere atılmış, düşürülmüş. Yıkılmış, yıkık. Bozulmuş, tahrib edilmiş. (Farsça)
  • Biçare, zavallı, düşkün. (Farsça)

efsürde / افسرده

  • Donuk. (Farsça)
  • Üzgün, moral çöküntüsü içinde. (Farsça)
  • Duygusuz. (Farsça)

efzar

  • Ayakkabı, kundura. (Farsça)
  • Gemi yelkeni. (Farsça)
  • Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. (Farsça)
  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)

eğlence-perest

  • Eğlence ve oyuna düşkün.

eğlenceperest

  • Eğlenceye pek düşkün.

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ehl-i dalalet ve sefahet / ehl-i dalâlet ve sefahet

  • Doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler.

ehl-i dünya / ehl-i dünyâ

  • Âhireti unutup, dünyâya sarılanlar. Dünyâya düşkün olanlar.

ehl-i hal

  • İlâhî aşka bağlanmış, çoşkunluk ve vecd sahibi.

ehl-i hibre

  • Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât. (Farsça)

ehl-i istiğrak

  • Manevi bir coşkunlukla kendinden geçmiş hâle giren zatlar.

ehl-i sefahet

  • Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler.

ehl-i sefahet ve dalalet / ehl-i sefahet ve dalâlet

  • Yasak eğlence, zevklere düşkün olan, doğru ve hak yoldan sapan, sapık kimseler.

ehl-i taat ve ibadet

  • Allah'ın emirlerini yerine getirenler ve ibadete düşkün olanlar.

ehvel

  • Korkunç nesne.

ekanim / ekânim

  • (Tekili: Uknum) Asıllar, rükünler, zatlar.
  • Asıllar, rükünler.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

elett

  • Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.

elmas-rize

  • Elmas kırıntısı, döküntüsü.

emess

  • Çok fazla temâs eden, dokunan. En çok messeden.

emr-i ademi / emr-i ademî

  • Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak.

emr-i kün

  • "Kün" emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği "Ol" mânasına gelen "Kün" emri. Allah (C.C.) bir şeye "Ol" diye emretse, (Yani, "Kün" dese) o şey derhal olur. (Yâni, "Fe Yekun")

emr-i tekvini / emr-i tekvînî

  • Yaratma emriyle ilgili; Allah'ın birşeye "kün=ol!" deyince onu derhal olduruveren emriyle ilgili.
  • Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.

emval-i zahire / emvâl-i zâhire

  • Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün olmayan mallar.

emval-ibatına / emvâl-ibâtına

  • Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret eşyâsı cinsinden olan zekât malları.

erfeş

  • Nefsî isteklerine düşkün olan.
  • Kulakları uzun ve kaba (adam).

ergande

  • Hırslı, öfkeli. (Farsça)
  • İçkiye düşkün olan sarhoş. (Farsça)

erkan / erkân

  • (Tekili: Rükn) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
  • Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler.
  • Esaslar, rükünler.

erkan-ı imaniye / erkân-ı îmâniye

  • İmanın rükünleri, şartları.

erkan-ı islamiye / erkân-ı islâmiye

  • İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.)

erkan-ı salat / erkân-ı salât

  • Namazın rükünleri.

erkan-ı seb'a / erkân-ı seb'a

  • Yedi rükün.

esakif

  • (Tekili: Eskef) Eskiciler, kunduracılar.

esas

  • Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.

esasiyle / esâsiyle

  • Köküne kadar, ta temelinden.

esbab-ı müşeddide

  • Kuvvetlendiren, artıran sebepler. Cezâ hukukunda; cezâyı ağırlaştıran kanuni veya takdiri sebepler. (Esbâb-ı muhaffifenin zıddıdır.)

eşebb

  • Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.

eskef

  • (Çoğulu: Esâkif) Kunduracı, eskici.

esrar-ı tevafukiye

  • Tevafukun, uygunluğun sırları.

ettehıyyatü / ettehıyyâtü

  • Namazların birinci ve ikinci oturuşlarında okunan duâ.

evrad / evrâd

  • Devamlı okunan dualar, zikirler.

eyyid-allahu mülkehu

  • Allah'ım onun mülkünü devamlı kıl, kuvvet ver (meâlinde duâ.)

eyyühe'n-nefs

  • Ey zevk, lezzet ve eğlenceye düşkün nefis!.

facir / fâcir / فاجر

  • Günah işleyen. (Arapça)
  • Karşı cinse düşkün olan. (Arapça)

faiz

  • Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edile

fakih / fâkih

  • İslâm hukukunu bilen.

farig

  • İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş.
  • Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.

farz

  • Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.)
  • Takdir veya beyan eylemek.
  • Bir şeyi delmek, gedik açmak.
  • Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus.
  • Addet

farzımuhal / farzımuhâl

  • İmkânsızı bir an mümkün sayma.

fazu'

  • Çocukları korkutmak için yapılan çok korkunç suret.

feci' / fecî' / فجيع

  • Çok kötü, korkunç. (Arapça)

fecr

  • Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
  • Fecir; sabaha karşı güneş doğmadan önce, ufkun aydınlığı, tan yerinin ağarması.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.

feletat

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.

fersah

  • Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m.
  • İki şey arasındaki açıklık.
  • Sükun ve hareket arasındaki vakit.
  • Zaman. Saat.
  • Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey.

feşafeş

  • Hışıltı. (Farsça)
  • Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses. (Farsça)

feth-i suver

  • Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.

fetişizm

  • Bazı eşyaları putlaştırıp aşırı düşkünlük gösterme.

fetret

  • Uyuşukluk, zayıflık.
  • Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman.
  • Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi.
  • İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz,

fevc

  • Dalga. Bölük. İnsan kalabalığı. Cemaat. Takım.
  • Koşmak. Sür'at etmek.
  • İyi kokunun dağılıp yayılması.

feveran / feverân

  • Maddi ve manevi kaynayıp fışkırmak.
  • Köpürmek.
  • Coşmak.
  • Kokunun etrafa yayılması.
  • Depreşmek.
  • Şiddet.

fevh

  • Yaradan kan fışkırması.
  • Bolluk, genişlik.
  • Güzel kokunun yayılması.
  • Kaynamak.

feyezan-ı hikmet / feyezân-ı hikmet

  • Hikmetin feyizli coşkunluğu, taşkınlığı.

figende

  • Yıkık, yıkılmış, düşkün. (Farsça)

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)

füru' / fürû'

  • Dal, asıldan türeyen. Fer'in çokluk şeklidir.
  • Fıkıh ilminde (İslâm hukûkunda) çocuklar, torunlar ve onların çocukları.
  • Ahkâm-ı şer'iyye yâni İslâm dîninde ibâdet, münâkehât (nikâh, boşanma, nafaka), muâmelât (alış-veriş, ticâret, kirâlama v.b) ve ukûbâtla (cezâlarla) ilgili hükümler.

fütade / fütâde / فتاده

  • (Çoğulu: Fütâdegân) Mübtelâ, tutkun. (Farsça)
  • Biçare, zavallı. (Farsça)
  • Düşkün, düşmüş. (Farsça)
  • Düşkün. (Farsça)
  • Düşmüş. (Farsça)
  • Aşık. (Farsça)
  • Tutkun. (Farsça)

füzul

  • (Tekili: Fazl) Ganimetten artıp taksimi mümkün olmayan şey.

gabari

  • Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü. (Fransızca)

gadir

  • (A, uzun okunur) Gadreden, fenalık eden, zulmeden, hıyanet eden.

garaibperest / garâibperest

  • Garib, tuhaf şeylere çok düşkün olan ve çok seven. (Farsça)
  • Garip şeylere pek düşkün.

garaipperest

  • Garip ve tuhaf şeylere düşkün olan, çok seven.

garet

  • (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek.
  • Göbek.

garetger

  • (A, uzun okunur) Yağmacı. Çapulcu. (Farsça)

gareyn

  • (A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız.
  • İki gar.

garib

  • (A, uzun okunur) Batan. Gurub eden.
  • İki omuz arası.
  • Devenin hörgücüyle boynu arası.

garp medeniyet-i sefihanesi

  • Batının sefih haldeki medeniyeti, haram zevk ve eğlencelere düşkün medeniyeti.

gavi / gavî

  • (A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.

gavr-ı mes'ele

  • Mes'elenin esası, mevzuun künhü.

gayr-ı kabil

  • Mümkün olmayan, imkânsız.
  • Mümkün ve kabil değil, imkânsız. Mümkün olmayan, olamaz.

gayr-i kabil / gayr-i kâbil / غير قابل

  • Mümkün olmayan, imkansız.

gayr-ı kabil-i tahammül

  • Tahammül etmesi mümkün olmayan.

gayr-ı melfuz

  • Okunmayan.

gayr-ı melfuze

  • Okunmayan.

gayr-ı mümkin

  • Mümkün olmayan, imkânsız.

gayya

  • Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.

gevher

  • Akıl ve edeb. (Farsça)
  • Asıl ve neseb. (Farsça)
  • Elmas, cevher, mücevher. İnci. (Farsça)
  • Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. (Farsça)
  • Noktalı olan harf. (Farsça)

gez

  • Arşın, endaze. (Farsça)
  • İlgın ağacı. (Farsça)
  • Okun çentiği. (Farsça)
  • Tâlim için yapılmış kısa ok. (Farsça)

giriftar / giriftâr

  • Tutulmuş, esir, yakalanmış.
  • Düşkün.

girifte-gi / girifte-gî

  • Tutkunluk. (Farsça)
  • Hastalık hali. (Farsça)
  • Esirlik. (Farsça)

gıyas-üd din

  • Dinin intişar etmesine yardımı dokunan kimse.

gul

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

gulyabani / gulyabânî

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayalet, hayâlî varlık.

gunne

  • Şeddeli "nun" ile şeddeli "mim"in teğanni ile okunması.

gürizgah / gürizgâh

  • (Girizgâh) Kaçacak yer. (Farsça)
  • Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sa (Farsça)

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

habetıktık

  • Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.

habhab

  • Takunye.
  • Canbaz ayaklığı.

habike / habîke

  • (Çoğulu: Habâik) Kehkeşan, samanyolu.
  • Çizgi.
  • (Çoğulu: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

habt

  • (Çoğulu: Ahbât) Sükun. Huşu.
  • Sönmek.
  • Çukur yer.
  • Düz yer.

hacb

  • İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.

hacis / hâcis

  • Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.

hadd-i imkan / hadd-i imkân

  • Mümkünün son haddi. Olabilirlilik. İmkân nisbetinde olan.

hadd-i sirkat

  • İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

hadşe / خدشه

  • Ürküntü. (Arapça)

hadşeaver / hadşeâver / خدشه آور

  • Ürküntü verici. (Arapça - Farsça)

hadsiyyat

  • Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.

hafık

  • Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı.
  • Vuran, çarpan, çırpınan.

hafiziyyet / hafîziyyet

  • Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.

haic

  • (Hâyic) Coşkun, heyecanlı.

hail / hâil / هائل

  • Korkunç. (Arapça)

hakesari / hakesarî

  • Perişanlık, düşkünlük. (Farsça)

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hakikatperest / hakîkatperest

  • Hakikata pek düşkün.

hakikatperestane / hakîkatperestâne

  • Hakikata düşküncesine.

hakperest

  • Hakka pek düşkün.

hakperestane / hakperestâne

  • Hakka pek düşkün biri gibi.

haksari / hâksarî

  • Perişanlık, düşkünlük, rezillik.

halit / halît

  • Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse.
  • Şerik, ortak.
  • Karışmış.

hamuş / hâmûş / خاموش

  • Suskun, sessiz. (Farsça)

hamuşi / hamuşî

  • Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet. (Farsça)

hanif

  • Gururlu, mağrur, kibirli.
  • Dargın, küskün.

harac-ı muvazzaf

  • Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sah

hareke

  • Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme "ötre" fetha "üstün" kesre "esre" (gibi)
  • Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı şekil.
  • Kurân harflerinin okunuşunu belirleyen işaretler.

harem-i şerif

  • Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.

harf-endaz

  • Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen.

harf-i asli / harf-i aslî

  • Gr: Arabça bir kelimenin kökünü teşkil eden harften olan. (Ekserisi üç harften ibaret olur.)

harf-i medd

  • Kendinden evvel gelen harflerin uzun sesli okunmasına vesile olan "elif, vav, yâ" harfleri.

hari / hârî / خواری

  • Düşkünlük. (Farsça)

harim / harîm

  • Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi.
  • Şerik.
  • Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer.
  • Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
  • Harem dairesi; herkesin giremeyeceği yer, dokunamayacağı şey.

haris / harîs

  • Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.

haris-i cah / harîs-i câh

  • Mevki, makam ve rütbe düşkünü.

haris-i şöhret / harîs-i şöhret

  • Şöhret ve nam düşkünü.

haş

  • Süprüntü, kırıntı, döküntü. (Farsça)
  • Kızgınlık, hiddet. (Farsça)

hasaset / hasâset

  • Yoksulluk, düşkünlük.

hasib / hasîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.

hasıl-ı cem' / hâsıl-ı cem'

  • Mat: Toplam. Bir kaç sayının birlikte toplanmasından meydana gelen yekûn.

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

hasse-i lems / hâsse-i lems

  • Elle dokunma kuvveti. Dokunma duyusu.

haşyetengiz / خشيت انگيز

  • Korku salan, korkunç. (Arapça - Farsça)

hatarnak / hatarnâk

  • Korkunç, korkulu, tehlikeli. (Farsça)

hatır-ı rahmani / hatır-ı rahmanî

  • Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.

hatm-ı hacegan / hatm-ı hâcegân

  • Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

hatt-ı butlan

  • İptal etmek gayesiyle bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

havass-ı (hamse-i) zahire / havass-ı (hamse-i) zâhire

  • Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.

havass-ı aşere

  • On hasse, on duyu; görme, işitme, dokunma, koklama, tatma, hayal, akıl, vehim, hafıza ve tasarruf etme duyuları.

havass-ı hamse

  • Beş duyu. (Görme, tatma, işitme, dokunma, koklama)

havass-ı hamse-i zahiri / havass-ı hamse-i zâhirî

  • Zahirî beş duyu; tatma, görme, işitme, koklama, dokunma.

havfnak

  • Korkulu, korkutan, korkunç. (Farsça)

haviye

  • (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.

hay

  • Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. (Farsça)
  • Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen. (Farsça)

hayal-perver

  • Hayale düşkün. (Farsça)

hayatperest

  • Hayata aşırı düşkün olan.
  • Yaşamaya pek düşkün olan.

hayaviye

  • Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)

hayran / حيران

  • Şaşkın. (Arapça)
  • Hayran, tutkun. (Arapça)

hayşe

  • (Çoğulu: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.

hayyeales-salah-hayyealel-felah / hayyeales-salâh-hayyealel-felâh

  • Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.

hazal

  • Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.

hazari / hazarî

  • Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli.
  • Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.

hebreme

  • Obur. Yemeğe düşkün.
  • Geveze.

hedd

  • Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek.
  • Zayıf ve korkak.

hedne

  • Sükun, sessizlik, durgunluk.

heft-kar / heft-kâr

  • Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş. (Farsça)

helak

  • Yıkılma, bitme, mahvolma.
  • Harislik ve pek düşkünlük.
  • Azab. Korku, havf.
  • Fakr.

helal

  • Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan.
  • İhramdan çıkan hacı.

hert

  • Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma.
  • Yırtma.
  • Dürtme.

hetm

  • Ön dişleri kökünden kırmak.

heva

  • İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. Nefsin zararlı ve günah olan arzuları.

hevade

  • Yavaşlık.
  • Yumuşaklık.
  • Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.

hevai / hevaî / hevâî

  • Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik. (Farsça)
  • Uçarı, nefsine düşkün, sorumsuz.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

heveskarane / heveskârâne

  • Hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde.

hevesperverane / hevesperverâne

  • Nefsin istek ve arzularına düşkün bir şekilde.
  • Hevesine düşkün bir biçimde.

hevl-aver / hevl-âver

  • Korkunç, korku getiren, korku veren. (Farsça)

hevl-engiz

  • Korkunç korkulu. (Farsça)

hevl-nak / hevl-nâk

  • Korkulu, korkunç. (Farsça)

hevlnak / hevlnâk / هولناک

  • Korkunç. (Arapça - Farsça)

hevn

  • Kolaylık, sühulet.
  • Vakar. Teenni.
  • Sükunet. Sekine. Rıfk.
  • Ufak şey. Hor ve zelil olmak.

hey'et-i mecmua / hey'et-i mecmûa / هَيْئَتِ مَجْمُوعَه

  • Topyekün görünüş.

heyban

  • Korkunç, korku getiren.
  • Çok utangaç çekingen.
  • Korkak.
  • Çoban.

heyecan / heyecân

  • Birden bire şiddetle hislenme. Ürperme.
  • Coşkunluk. Coşmak.
  • Coşkunluk, şiddetli hislenme.

heyecanat / heyecânât

  • Coşkunluklar.

heyeman

  • (Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık.

heykelperest

  • Heykel düşkünü.

heym

  • (Heyemân) Şaşkınlık.
  • Âşık olma, tutkun olma.
  • Yüzü yere koymak.

heyn

  • (Heyyin) Kolay. Rahat.
  • Vakar. Sükunet.

heyula

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.

hezheze

  • Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.

hilm

  • Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak.
  • Vakar. Sükûn.

hırs

  • Bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek.
  • Aç gözlülük, aşırı düşkünlük.

hırs-ı şöhret

  • Şöhret hırsı, şöhrete düşkünlük.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hisbe

  • Ecir, sevap.
  • İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
  • Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Fık: Müşterek bir malın her bir cüz'üne sirayet eden hisse, pay.
  • Ortaklar arasında taksim edilmemiş olan müşterek mal. Meselâ: Bir kitaba, bir kaç kişi ortak ve taksim de mümkün değil ise; her hissedarın kitabın umumuna sahip olması.

hissiyat-ı sefihe / hissiyât-ı sefihe

  • Sefahet ve eğlenceye düşkün hisler, duygular.

hıtbe

  • Okunmuş.
  • Söz kesilmiş, nişanlı kız veya kadın.

hıyar

  • Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik.
  • Hayırlılar, iyiler.

hıyarat

  • (Tekili: Hıyâr) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.

hizb / حِزْبْ

  • Her gün devamlı olarak okunan, âyet ve salâvatlardan meydana gelen duâ.
  • Bölüm, devamlı okunan yer.

hodperest

  • Kendine düşkün.

hovarda

  • Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.

hu

  • "O" mânasına zamir olup müstakil olarak "hüve" diye okunur.

hubb-ı dünya / hubb-ı dünyâ

  • Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ; haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir.

hubb-u cah

  • Şöhret düşkünlüğü, makam sevgisi. Rütbe hırsı. (Farsça)

hubb-u nefis

  • Kendini sevme, nefse düşkünlük.

hubbüşşehevat / hubbüşşehevât

  • Şehvetleri sevme, nefsin arzu ve istekelerinine aşırı düşkünlük.

hud

  • (Tekili: Hâid) Büyüklük.
  • Çok hürmet.
  • Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh tufanından sonra Yemen diyarında Hadremud civarında Ahkaf denilen yerde Ad Kavmine gönde

hudud-u mülk

  • Mülkün sınırı.

hukuk-u tabiiyye

  • İnsanın fıtratında bilkuvve mevcut olup, hak ile bâtılı, iyi ve fenayı bildiren ve insanların toplu bir şeklide yaşamalarını mümkün kılan hükümler.

hunnes-künnes

  • Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Züh

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

hürriyet

  • Serbestlik, hür oluş.
  • Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.

hürriyet-i diniye

  • Din hürriyeti. Herhangi bir kimsenin mensub olduğu dinin emirlerini ve icablarını yapmakta asayişe ve başkasının haklarına dokunmamak şartiyle serbest olması.

hürriyet-i vicdan

  • Amme hukuku ile ferdî hukuka tecavüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin her hangi bir fikir veya dini kabul etmekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak, İslâmiyeti kabul etmiş olan bir kimse, İslâmın esaslarını kısmen de olsa, inkâr ve reddetmekte serbest değildir; İslâm hukukunda mürted

huruf-i mukattaa

  • Bazı surelerin başında bulunan ve ayrı ayrı okunan harfler.

huruf-u cazime / huruf-u câzime

  • Başına geldiği müzari fiilin sonunu cezm (sükun) olarak okutan edatlar.

huruf-u kameriye

  • Gr: Arapçada kelimenin başında harf-i tarif olduğu vakit, harf-i tarifin lâmı okunan harfler. Meselâ: El-Kamer, El-İnsân, El-Bedi' kelimelerinde olduğu gibi. Burada kelime başında "kaf, elif, bâ" harfleri kameriyeden olduğu için aynen okunuyor. (Bunlar: Elif, bâ, cim, hı, hâ, ayın, gayn, fe, kaf, ke

huruf-u mechure

  • Cehr ile okunan harfler. (Zı, lâm, kaf, vav, ra, bâ, dad, hemze, zel, gayın, ze, elif, cim, nun, dal, mim, tı, yâ, ayın.)

huruf-u şemsiye

  • Gr: "El" harf-i tarifinin "lâm" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp "Lâm" harfine kalboluyorsa, o harflere "huruf-u şemsiye" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. El-şems yazılıyor, eşşems

huşşa'

  • (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar.

huşu' / huşû' / حُشُوعْ

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
  • Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükûnet ve edeb duygusu içinde olmak.

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.

hüsünperest / حُسُنْپَرَسْتْ

  • Güzelliğe düşkün.
  • Güzellik düşkünü.
  • Güzelliğe düşkün.

hüsünperver

  • Güzelliğe düşkün.

hutbe

  • Cuma ve bayram namazlarında minberden okunan Allah'ın emir ve buyrukları.

hüval

  • Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.

huzur-aver

  • Huzur ve rahatlık verici, sükunet veren. (Farsça)

iab

  • Kökünden koparmak.

iare-i mukayyede

  • Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi.

iare-i mutlaka

  • Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.

ibadetkar / ibadetkâr

  • İbadet yapan. İbadete düşkün. (Farsça)

ibdad / ibdâd

  • Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz kılmağa gitmek.

ibtila / ibtilâ / ابتلا

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
  • İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
  • Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.
  • Belaya uğramak, musibete düşmek, kötü şeye düşkünlük.
  • Tiryakilik, düşkünlük.
  • Tutkunluk, müptelalık, düşkünlük. (Arapça)

ibtişak

  • Haysiyet ve nâmusa dokunma.
  • Yalan söyleme.

iç ezan

  • Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken, cuma günleri öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna "iç ezan" denilir. (Türkçe)

ictisas

  • Ağacı kökünden çekip koparmak.

idare-i kelam / idâre-i kelâm

  • Sözü mümkün mertebe yürütmek, işi idare etmek.

idare-i maslahat

  • Bir işi mümkün mertebe iyi-kötü yürütmek.

idbak

  • Ulaştırmak. Yapıştırmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir.

idbar / idbâr

  • Düşkünlük.

iddet

  • Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.

ıfa'

  • Devekuşunun yeleği.
  • Devenin yükünün çok olması.

ifakat-pezir

  • İyileşmesi mümkün, iyileşebilir. (Farsça)

iffet / عفت

  • Namusluluk, namus düşkünlüğü. (Arapça)

ifrat-ı neşat

  • Sevinç coşkunluğu, sevinçten dolayı çoşma.

ifrit / ifrît / عِفْر۪يتْ

  • Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins.
  • Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan.
  • Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.
  • Çok zararlı ve korkunç cin.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftiraş

  • İzine uyma.
  • Namusa dokunur söz söyleme.
  • Yayılma.
  • Cima.
  • Döşemek.

iğnelemek

  • t. İğne ile delmek.
  • Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek.
  • Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.

ihaş

  • Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme.

ihfaf

  • Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak.

ihtimal

  • (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek.
  • Kabul eylemek.
  • Yükselip götürmek.
  • İhsana mukabil şükretmek.
  • Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.

ihtimal-i imkani / ihtimal-i imkânî

  • Mümkün olma ihtimali.

ihtimalat

  • (Tekili: İhtimal) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler.

ihtiras

  • Bir şeyi fazla arzulama ve ona fazla düşkünlük.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

iksam

  • Çok miktarda mal alıp biriktirme.
  • Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme.

iktina'

  • Künyelenme.
  • Anlaşılmayacak şekilde söyleme.
  • Gizlenme, saklanma.

iktinah

  • (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.

ilac na-pezir / ilac nâ-pezir

  • Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. (Farsça)
  • İmkânsız, çaresiz. (Farsça)

ilahi / ilahî

  • Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
  • Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
  • Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.

ilişme

  • Dokunma.

ilm-i feraiz / ilm-i ferâiz

  • İslâm hukukunda miras taksimi ile ilgili bilim dalı.

ilm-i kıraat / ilm-i kırâat

  • Usul ve kaidesine uygun olarak Kur'an-ı Kerimin okunması ilmi. Bak: (Kıraat) ve (Kıraat-ı seb'a) ve (Fenn-i kıraat)
  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim.

iltifat

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...

ilyasin / ilyasîn

  • İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad;

iman-perver

  • İmana düşkün.

imkan / imkân / امكان / اِمْكَانْ

  • Mümkün olma, bir şeyin olabilirlik derecesi.
  • Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak.
  • Mümkün olma.
  • Mümkün olma.

imkan ve cünub / imkân ve cünûb

  • Mümkün ve gereklilik.

imkan-ı adi / imkân-ı âdî

  • Zâtında dâima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia bulunmayan.

imkan-ı akli / imkân-ı aklî / اِمْكَانِ عَقْل۪ي

  • Man: Aklen mümkün bilinen.
  • Aklen mümkün olma.
  • Varlığı aklen mümkün olan, varlığı aklen imkan dahilinde görülme.
  • Aklen mümkün olma.

imkan-ı mevt / imkân-ı mevt / اِمْكَانِ مَوْتْ / اِمْڭَانِ مَوْتْ

  • Ölümün mümkün olması.
  • Ölümün mümkün olması.
  • Ölümün mümkün olması.

imkan-ı vehmi / imkân-ı vehmî

  • Vehimle bir şeyi mümkün görmek, zannetmek.
  • Hayâlî olarak mümkün olma.

imkan-ı zati / imkân-ı zâtî / اِمْكَانِ ذَات۪ي

  • Vukuu mümkün olan iş. Bir şeyin, aslında mümkün olması.
  • Zatında mümkün olma.

imkan-ı zihni / imkân-ı zihnî / اِمْكَانِ ذِهْن۪ي

  • Bir şeyin mümkün olabileceğini zihinle düşünmek.
  • Birşeyin zihnen mümkün olması.
  • Aklen mümkün olma.

imkanat / imkânat

  • Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.

imkanat-ı istikbaliye / imkânat-ı istikbaliye

  • Geleceğe ait imkânlar, olması mümkün olan ihtimaller.

imsak vakti / imsâk vakti

  • Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.

imtina'

  • Feragat edip geri durma.
  • Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe. Yapmama.
  • İmkânsızlık, mümkün olmayış.

imtina-i adi / imtina-i âdi

  • Bir şeyin olması âdeta mümkün olmamak.

imtina-i hakiki

  • Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.)

infitah

  • Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya

inhifaz

  • Aşağılanma, alçaklanma.
  • Çökkünlük.

inhilal-pezir

  • İnhilali mümkün olan. Dağılabilen. Çözülebilen. Eriyebilen. (Farsça)

inhimak / inhimâk / انهماک

  • Bir şeye fazla düşkün olma.
  • Kapılma, düşkünlük.
  • Aşırı düşkünlük. (Arapça)

inhiraf

  • Doğru yoldan sapma.
  • Dönme.
  • Bozulma. Değişme.
  • Kırıklık.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir.

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

inkıla'

  • (Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma.

inkılab-ı hakaik / inkılâb-ı hakaik

  • Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.)

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

iptila / iptilâ

  • Düşkünlük, tiryakilik.

irad

  • Varid kılmak. Getirmek. Söylemek.
  • Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

ishakiyye köşkü

  • Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.

ıskarça

  • İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi.

iskarpin

  • Konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı. Alafranga hafif kundura. (Fransızca)

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî
  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.

ismetmeab / ismetmeâb

  • İsmetlü. Günahsız. Haramdan ve nâmusa dokunur hâllerden çekinen.

ispirtizma

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler. (Fransızca)

ispritizma

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler.

ispritizmacı

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan ve bu maksatla deneyler yapan kişi.

iştek

  • Çocuk kundağı. (Farsça)

isti'la

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak.
  • Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir.

istifale

  • Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler: "Müsta'liye" harflerinin zıddıdır. Bu harfler: "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Dal, Zel, Rı, Ze, Sin, Şın, Ayın, Fe, Kaf, Kef, Lâm, Mim, Nun, Vav, He, Yâ" dır.

istifrag

  • (Ferag. dan) Kusma. Kay.
  • Mümkün olanı sarfetmek.

istiglal

  • (Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi.

istihale

  • Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak.
  • Mümkün olmayış, imkânsızlık.

istikbal-i erkan / istikbal-i erkân

  • Rükünlere yönelmek, şartları yerine getirmek.

istiknah

  • (Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma.

istiksa

  • Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma.
  • Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma.

istisal / istisâl / istîsal

  • (Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak.
  • Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.
  • Kökünden sökmek.
  • Kökünden söküp atmak, kökünü kazımak.
  • Kökünü kazıma.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

itbak

  • (Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak.
  • İttifak etmek.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir.

ıtk-ı müneccez

  • Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben "seni azad ettim." demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur.

itmi'nan / itmi'nân

  • Huzûr, sükûn ve râhata kavuşma.

ıtri / ıtrî

  • Itra mensub, ıtır gibi kokan.
  • Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştu

ittisal

  • Ulaşmak. Bitişmek.
  • Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

ızbandut

  • Eskiden Rum korsanlarına verilen addır.
  • Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya.
  • İri vücutlu, korkunç.

jegand

  • Sağlamlık, metanet. (Farsça)
  • Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. (Farsça)

kabil

  • Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan.

kàbil

  • Mümkün.

kabil / قابل / kâbil / kabîl / قبيل

  • Mümkün.
  • Mümkün. (Arapça)
  • Yetenekli. (Arapça)
  • Gibi, benzeri. (Arapça)
  • Kâbil olmak: Mümkün olmak, elvermek. (Arapça)

kabil olmayan

  • Mümkün olmayan.

kabil-i gayr-i telakkuh

  • Gebeliği mümkün olmayan.

kabil-i hazım

  • Hazmı mümkün, sindirilebilir.

kabil-i ıslah olmayan / kabil-i ıslâh olmayan

  • Düzelmesi mümkün olmayan.

kabil-i kıyas

  • Kıyası mümkün.

kabil-i kıyas olmayan

  • Kıyası mümkün olmayan, karşılaştırılamaz.

kabil-i nesh

  • Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.

kabil-i taklit

  • Taklidi mümkün.

kabil-i tarif / kabil-i târif

  • Tarifi mümkün, tarif edilebilir.

kabil-i tebdil

  • Değiştirilmesi mümkün, değiştirilebilir.

kabil-i tefrik

  • Ayrılabilir olma, ayrılması mümkün.

kàbil-i tefrik

  • Ayrılabilir olma, ayrılması mümkün.

kabil-i telakkuh / kabil-i telâkkuh

  • Gebeliği mümkün olan, döllenebilen.

kabil-i tenkit

  • Tenkit edilmesi mümkün, eleştirilebilir olma.

kabil-i tercüme

  • Tercüme edilebilir, tercümesi mümkün.

kabil-i teshir olmayan

  • Boyun eğdirilmesi mümkün olmayan.

kabil-i tevil

  • Yoruma açık, yorumlanması mümkün.

kabtari / kabtarî

  • Yünden dokunan bir elbise.

kadı / kâdı

  • İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.

kadim

  • (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan.
  • Azanın mukaddemesi olan insanın başı.

kaf nun / kâf nun

  • Arapça "kün" (ol) emrinin harfleri; Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

kaf-nun / kâf-nûn

  • Arap alfabesinde yer alan iki harften oluşan ve Allah'ın varlıkları dilediği şekilde yaratmasını ifade eden "kün", yani "ol" emri.

kafile

  • (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.

kafiyeperest

  • Aşırı kafiye düşkünü.

kahir

  • (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen.
  • Zorlayan. Mecbur eden.

kaid

  • (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden.
  • Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun.
  • Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan.
  • Sıradağ.
  • Geniş ark.

kaim değildir

  • Ayakta durması mümkün değildir.

kainatın imkan-ı mevti / kâinatın imkân-ı mevti

  • Kâinatın ölümünün mümkün olması, ihtimal dahilinde olması; kıyametin kopması ihtimâli.

kal

  • (A, uzun okunur) Söz.

kal'

  • Birşeyi kökünden koparıp atma.
  • Bir şeyi kökünden çekip koparmak.
  • Kendisinden iyi kalay çıkan maden.
  • Azletmek. Bir tarafa ayırmak.

kalb temizliği

  • Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden kurtulması.

kalb-i muntazam

  • Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi.

kale

  • (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi.

kalen

  • (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.

kalender

  • İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.

kali'

  • (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.

kalıb

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey

kalkale

  • Bir şeyi titretmek.
  • Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)

kalu / kalû

  • (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).

kamet / kâmet

  • (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan.
  • Boy. Boy-bos. Endam.
  • Namazın farzından önce okunan ezan.
  • Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler.

kanafiz

  • (Tekili: Kunfuz) Kirpiler.
  • Dağ fareleri.

kanat

  • (Çoğulu: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu.
  • Sopa, mızrak.

kanavat

  • (Tekili: Kanât) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları.
  • Mızraklar, sopalar.

kanazı'

  • (Tekili: Kunzua) Uzamış saç.
  • Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç.

kani / kâni

  • (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.

kani'

  • (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen.
  • Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.

kanit

  • (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden.
  • İtaatlı.
  • Sükût eden.

kanitin / kanitîn

  • Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.

kanunperest

  • Kanun düşkünü.

karabasan

  • t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya.
  • Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.

kari

  • (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.

kari'

  • (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan.
  • Âbid ve zâhid olan.
  • Kur'anı tecvide göre okuyan.

karia / kâria

  • (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet.
  • Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler.
  • Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu.
  • Pek şiddetli rüzgâr.
  • Pek şiddetli rüzgâr,
  • Ansızın gelen büyük belâ.
  • Kıyamet.
  • Belâdan kurtulmak üzere okunan "el-Kariâtü" sûresi.

kartale

  • Eşek yükünün dengi.

karun

  • (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden

karye

  • Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.

kasab-ı mısri / kasab-ı mısrî

  • Mısırda dokunmuş keten bezi.

kasım

  • (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen.
  • (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.

kasır

  • (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
  • (A, uzun okunur) Kısa, eksik.
  • Kusur işleyen. Kusurlu.

kasıtin / kasıtîn

  • (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar.
  • Haklı olanlar.
  • Kısımlara bölenler.

katıbe

  • (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten.
  • Bütün hâllerde.

katil

  • (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan.

kavaf

  • Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan.

kavaid-i imaniye / kavâid-i imanîye

  • İmanın kaideleri, rükûn ve şartları.

kavari'

  • (Tekili: Karia) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime.
  • Şiddetli esen rüzgârlar.
  • Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.

kazi

  • (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı.
  • Yapan, yerine getiren.

kaziye-i ihtimaliyye

  • Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.

kaziye-i mümkine

  • Mümkün olan hüküm, kaziyye.
  • Mümkün olan hüküm; olabilirlik içeren önerme.

kaziye-i vaktiye-i münteşire

  • Hükmü herhangi bir zamanda ve herhangi bir fertte gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan kaziye, önerme.

kaziye-i zaruriyye

  • Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir.

kazz

  • Okun yeleğini kesmek.
  • Yalnız, tek, ferd.

kedkede

  • Ağır ağır seğirtmek.
  • Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.

kef-nun / kef-nûn

  • Allahın "ol" yani "kün" emrindeki harfler.

keffaret-i salat / keffâret-i salât

  • Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.

kelb-ül ma' / kelb-ül mâ'

  • Köpek balığı. (Farsça)
  • Kunduz. (Farsça)

ken'

  • (Çoğulu: Kün'ân) Tilki eniği.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yakın olmak.
  • Mülâyemet.
  • Alçaklık yapmak.
  • Firar, kaçmak.

kenif

  • (Çoğulu: Künüf) Hıfzedici, koruyan.
  • Örtücü.
  • Kalkan.
  • Deve ağılı.
  • Ayakyolu, tuvalet.

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

kesre-i hafife

  • "İ" diye okunan kesre.

kesre-i sakile

  • "I" diye okunan kesre.

kıl ü kal

  • (I ve A, uzun okunur) Dedikodu.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kinaiyyat

  • (Tekili: Kinâye) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.

kinas

  • (Çoğulu: Künüs) Geyik yatağı.

kinaye / kinâye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
  • Mânâyı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtülü dokunaklı söz.

kindar

  • Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün. (Farsça)

kine-i peleng

  • "Kaplan kini" : Kolay kolay sükunet bulmayan kin.

kınyan / kınyân

  • (Bak: KUNYAN)

kınye

  • (Bak: KUNYE)

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kıraat-ı fatiha

  • Fatiha Sûresinin okunması.

kıraat-ı seb'a

  • Kur'ân'ın yedi türlü okunuş şekli.
  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kıraet ilmi / kırâet ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.

kıraet-i aşere / kırâet-i aşere

  • Kur'ân'ın on kırâet üzere okunması. Kırâet imamları şunlardır: Nafi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza, Kisaî, Ebu Cafer, Yakub ve Halef.

kıraet-i şazze / kırâet-i şâzze

  • Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kitab-hane

  • Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer. (Farsça)

kün

  • "Ol" mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.

kün feyekun / kün feyekûn

  • (Bak: Emr-i kün)

künan

  • "Ederek, yaparak, eden, yapan" manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek) (Farsça)

künasat

  • (Tekili: Künâse) Künâseler, süprüntüler.

kunbule

  • (Bak: KUNBUL)

kunbuza

  • (Çoğulu: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)

kunfuze

  • (Bak: KUNFUZ)

küngan / küngân

  • Künk, su borusu.

künnaşe

  • (Çoğulu: Künnâşât) Kök.

kunne

  • (Bak: KUNNET)

kunnet

  • (Çoğulu: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.

kunut

  • Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek.
  • Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.

kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

künye

  • Künye, kişinin kimliğinin yazılı olduğu kâğıt veya levha.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kuran / kurân

  • "Okunan" mânâsında ilâhî kitabımızın adı.

kuraze / kurâze / قراضه

  • Kırıntı, döküntü. (Arapça)

kurra-i seb'a / kurrâ-i seb'a

  • Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.

kurzum

  • Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutafe

  • Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.

kutbe

  • Nişan okunun temreni.
  • Erkek ismi.
  • Nişanlara atılan ufak ok.

kuvve-i lamise / kuvve-i lâmise

  • Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.

kuvvet

  • Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)

la mutasarrife fi'l-hakikati illa hu / lâ mutasarrife fi'l-hakikati illâ hû

  • Mülkünde istediği gibi tasarruf eden O'ndan başka ilâh yoktur.

laalle

  • Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder.

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

lamis / lâmis

  • El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden.

lamise / lâmise / لامسه

  • Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.
  • Dokunma duyusu.
  • Dokunma duyusu.
  • Dokunma duyusu. (Arapça)

lazım / lâzım

  • Birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyden birinci derecede geleni; meselâ Güneş lâzımdır, gündüz melzumdur. Kur'ân lâzımdır, onun açıklaması olan tefsir melzumdur.

lazım-ı gayr-ı müfarık / lâzım-ı gayr-ı müfarık

  • Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu.

leblebe

  • Esirgemek.
  • Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak.

lede-l-mütalaa

  • Mütâlaa edilip okunduktan sonra.

lefif-i makrun

  • Kökündeki "elif" veya "ya" nın yan yana olduğu kelime.

lehle

  • Süst ve zayıf nesne.
  • Seyrek dokunmuş bez.
  • Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz.

lems / لمس

  • Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak.
  • Beş duygudan biri, dokunma duygusu.
  • Dokunma. (Arapça)

lemsi / lemsî

  • Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik.

lemsiyet

  • Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his.

letaif-i tevafukiye / letâif-i tevafukiye

  • Tevafukun güzellikleri, şirinlikleri.

lezzetperest

  • Maddî mânevi zevk ve lezzet peşinde koşan, zevk ve lezzete düşkün.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

liberal

  • Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. Rusya'daki dinsiz sosyalistliğin zıddı. (Fransızca)

lıks

  • Boğazına düşkün, obur.
  • Lokma sezdiği yere can atan kimse.

lugat

  • (Tekili: A, uzun okunur) (Lügat) Lügatlar, kelimeler.
  • Lügat kitapları.

ma'kud

  • (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.

ma'nevi hastalık / ma'nevî hastalık

  • Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

ma'nidar

  • Bir mânâyı mutazammın olan. (Farsça)
  • Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.) (Farsça)

maddeperest

  • Maddeye taparcasına düşkün olan.

maddeperver

  • Maddeye düşkün.

maddi / maddî

  • (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait.
  • Paraca ve malca.
  • Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren.
  • Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.

magrem

  • Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık.
  • Borçlu.
  • Zarar, ziyan.
  • Cürüm, cinayet.

mahiyat-i mümkine / mâhiyât-i mümkine

  • Varlıkları mümkün olan şeylerin özleri.

mahiyet

  • Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.

mahnun

  • Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.

mahv ve sekir

  • Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.

mail / mâil

  • Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri.
  • Meyilli. Hevesli. İstekli.
  • Düşkün.
  • Benzer.

makadir

  • (Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler.

makalid

  • (Ka, uzun okunur) Hazineler.
  • Kilitler. Anahtarlar.

makamperest

  • Makama düşkün.
  • Makam düşkünü.

makàsıd-ı san'atperverane / makàsıd-ı san'atperverâne

  • San'ata olan düşkünlüğü ortaya koyan maksatlar.

makatı'

  • (Tekili: Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler.
  • (Kat') Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.

makdur-üt teslim

  • Ele geçirilmesi mümkün olan.

maklu'

  • Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.

makluan

  • Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.

maklub

  • (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş.
  • Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)

makru / makrû

  • Okunan.

makru'

  • Okunan. Okunmuş olan.

maksur

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i

mal-ı mütekavvim / mâl-ı mütekavvim

  • Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

malik / mâlik

  • Mülkün sahibi.

malik-i mülk / mâlik-i mülk

  • Bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah.

malik-ül mülk

  • Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)

malikü'l-mülk / mâlikü'l-mülk

  • Bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah.
  • Mülkün sahibi, Allah.

malikü'l-mülk ve'l-melekut / mâlikü'l-mülk ve'l-melekût

  • Görünen ve görünmeyen bütün mülkün ve âlemlerin sahibi olan Allah.

malikü'l-mülk-i zü'l-celali ve'l-cemali ve'l-ikram / mâlikü'l-mülk-i zü'l-celâli ve'l-cemâli ve'l-ikram

  • Bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet, güzellik ve ikram sahibi Allah.

malikü'l-mülk-i zülcelal / mâlikü'l-mülk-i zülcelâl

  • Bütün mülkün gerçek sahibi, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

malikü'l-mülki zü'l-celali ve'l-ikram / mâlikü'l-mülki zü'l-celâli ve'l-ikram

  • Bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah.

malperest

  • Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan. (Farsça)

mamhuran

  • Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

masiva-perest / mâsivâ-perest

  • Dünya ile ilgili olan şeylere düşkünlük; Allah'tan başka şeylere aşırı düşkünlük.

mass

  • Yakın olan.
  • Dokunan. Değen.

masun

  • Dokunulmaz, korunan, korunmuş.

masuniyet

  • Dokunulmazlık.
  • Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık.

mazarrat-ı umumiye

  • Herkese zararı dokunan şeyler.

mazmum

  • (Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş.
  • Yapışmış.
  • Zamme ile okunan.

me'zene

  • (Çoğulu: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.

meazin

  • (Tekili: Me'zene) Ezan okunan yerler.

mecelle

  • Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife.
  • Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası.
  • İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.
  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

mechure / mechûre

  • Nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.
  • Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.
  • Harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler.

meclub / meclûb / مجلوب

  • Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış.
  • Tarafdarlığı kazanılmış kimse.
  • Aşık. Tutkun.
  • Tutkun, aşırı bağlı.
  • Celbedilmiş. (Arapça)
  • Aşık, tutkun. (Arapça)

meclubiyet

  • Tutkunluk, meclubluk.

meclup / meclûp

  • Tutkun, aşırı bağlı.

mecmu-u aded

  • Toplamı, yekûnu.

mecrur / mecrûr

  • Sürüklenmiş.
  • Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)
  • Çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime.

meczum

  • Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş.
  • Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.)

medaris

  • Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.

medd işareti

  • Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı.
  • Hemze ile elifin birleşmesi.

medde

  • Uzatma; çekim harfleri; yazıldığı halde okunmayan, kendisi harekesiz olup, kendinden önceki harfi uzatan elif, vav, ye harfleri.

medeniyetperest

  • Medeniyete aşırı düşkün olan.

medine-i fazilet-i eflatuniye / medine-i fazilet-i eflâtuniye

  • Eflâtun'un faziletli şehri; Eflâtun'un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri.

medrus

  • Eskimiş elbise.
  • Deli, mecnun.
  • Ders olarak okunmuş.

meftuh

  • Açılmış. Fethedilmiş.
  • Ele geçirilmiş, zabtedilmiş.
  • Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf.

meftun / meftûn / مفتون / مَفْتُونْ

  • Tutkun, düşkün.
  • Sihirlenmiş, fitneye düşmüş.
  • Gönül vermiş, tutkun, vurgun.
  • Hayran olmuş, şaşmış.
  • Tutkun, vurgun.
  • Tutkun.
  • Tutkun, aşık. (Arapça)
  • Meftûn etmek: Aşık etmek. (Arapça)
  • Meftûn olmak: Aşık olmak, tutulmak. (Arapça)
  • Tutkun.

meftunane

  • Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.

meftuniyet / meftûniyet / مفتونيت / مَفْتُونِيَتْ

  • Tutkunluk. Aşıklık.
  • Düşkünlük.
  • Düşkünlük, aşırı bağlılık.
  • Tutkunluk, vurgunluk.
  • Tutkunluk. (Arapça)
  • Tutkunluk.
  • Tutkunluk.

mehabet

  • Azamet, ululuk, korkunçluk.

mehail

  • (Tekili: Mehil) Tehlikeli ve korkunç yerler.

mehib / mehîb

  • İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse.
  • Arslan, esed, gazanfer.

mehil / mehîl

  • Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.

mehma-emken

  • Olabildiği kadar. Mümkün mertebe.

mehme

  • (Çoğulu: Mehâme) Irak, uzak.
  • Issızlık.
  • Korkunç sahrâ. Büyük çöl.

mehmuse / mehmûse

  • Gizli. Gizlenmiş eşya.
  • Örtülmüş.
  • Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. Bunun zıddı "Huruf-u mechure" dir.
  • Gizli okunan harfler.
  • Fısıltıyla okunan harfler.

mehmuz

  • Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir.

mehmuz-ul ayn

  • Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.

mehub

  • Heybetli. Azametli. Korkunç.
  • Arslan.

mehzul

  • Düşkün. Zayıf. Arık.

meksur

  • (Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş.
  • Gr: "İ" şeklinde kesreli okunan harf.

melfuz

  • (Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş.
  • Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf.

melfuze

  • Okunan.

melmus

  • (Çoğulu: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş.

melmusat

  • (Tekili: Melmus) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.

memluk / memlûk

  • Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle.

memsus

  • Dokunulmuş.

men

  • (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.

menasik-ül hac

  • Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri.

menfaatperest / مَنْفَعَتْپَرَسْتْ

  • Menfaatına çok düşkün.
  • Menfaatine düşkün.

menkub

  • (U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş.

mensec

  • (Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.

mensuc / mensûc / منسوج

  • (Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş.
  • Dokunmuş, örülmüş.
  • Dokunmuş.
  • Dokunmuş. (Arapça)

mensucat / mensûcât

  • Dokunanlar.

mer'abe

  • Ansızın olarak birdenbire korkutmak.
  • Tenha ve korkunç yer.

merak

  • Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük.
  • Dalgınlık. Kara sevdâ.
  • Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.

merbutiyet / merbûtiyet / مربوطيت

  • Bağlılık. (Arapça)
  • Düşkünlük, aşırı ilgi. (Arapça)

merfu'

  • Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş.
  • Hükümsüz bırakılmış.
  • Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.
  • Kaldırılmış, yükseltilmiş.
  • Sonu ötre ile okunan kelime.
  • Merfû Hadis; senedi kuvvetli olsun veya olmasın Hz. Peygamber'e isnad olunan hadistir.

merih

  • Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.)
  • Mars.

merve

  • Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye "sa'y" denir.

mesel

  • Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye.
  • Dokunaklı ve mânalı söz.
  • Benzer. Misil.
  • Delil. Hüccet.
  • Örnek, benzer, nümune.
  • Dokunaklı ve mânâlı söz.
  • Yararlı hikâye.
  • Delil, hüccet.

meşguf

  • (Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.

mesh

  • El sürme, dokunma.

meshur

  • Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış.
  • Büyülü gibi tutkun.

meşhur hadis

  • İlk asırda âhâdî (bir Sahabî tarafından rivayet edilmiş) iken, ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadis.

mess

  • Yapışmak, değmek, dokunmak.
  • Meydana gelmek.

mess-i nisvan

  • Kadınlara dokunma.

meşuk

  • Âşık, tutkun.

mevacid / mevâcid

  • Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri).

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevcudat-ı dehhaşe-i seyyale-i mütemevvice

  • Dalgalar hâlinde sürekli akıp gitmekte olan pek korkunç varlıklar.

mevt-alud

  • Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi. (Farsça)

mevt-i hail / mevt-i hâil

  • Korkunç ölüm.

meyyal

  • Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün.

mezbele / مزبله

  • Çöplük, döküntü alanı. (Arapça)

mezellet / مذلت

  • Düşkünlük. (Arapça)

mezmur

  • Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat.
  • Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri.

mezy

  • Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı.

mi'vez

  • (Çoğulu: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak.
  • Eski kaftan.

mi'zene

  • Ezan okunacak yer.

mikdar-ı kamet

  • Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar.

mıkleb

  • Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.
  • Saban demiri.

milliyetperver

  • Kendi milletine düşkün olma.

milliyetperverlik

  • Kendi milletine düşkün olma.

mimsiz medeniyetperest

  • "Deniyetperst", aşağılık şeylere düşkün kimse.

min-ma

  • (Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden.

minber / مِنْبَرْ

  • Câmide hutbe okunan yer.
  • Camide hutbe okunan yer.
  • Hutbe okunan yer.

misas

  • El sürme, değme, dokunma.
  • Cima etmek.
  • Almak.

moda

  • Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. (Fransızca)

mu'cize-i mensucat

  • Mu'cize dokumalar; nakış nakış dokunmuş olan ve her birisi Allah'ın mu'cizesi olan varlıklar.

mu'cize-i mütevatire

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan mu'cize.

mu'riz

  • İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.

muallak

  • Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış.
  • Havada boşta duran.
  • Sürüncemede kalmış iş.
  • Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece.

muarrız

  • Dokunaklı söz söyliyen.

muavvezetan / muavvezetân

  • (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)

mübaşeret / mübâşeret

  • Bir işe girişmek. Bir işe başlamak.
  • Karşılaşmak.
  • Başlamak ve devam etmek.
  • Temas etmek, dokunmak.
  • İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.
  • Başlama, girişme, dokunma.

mübaşir

  • Temas eden, dokunan.

mübtela / mübtelâ

  • Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun. Tutulmuş.
  • Düşkün, tutkun.

müdbir

  • (Dübur. dan) Tâlihsiz, düşkün.

müdhiş

  • Korkunç.

müdhişe

  • Korkunç, ürküten, ürkütücü.

müessir

  • Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı.
  • Hükmünü yürüten.
  • Eserin sahibi.
  • Tesir eden, etki, iz bırakan.
  • İşleyen, hükmünü yürüten.
  • Çok hissedilen, içe işleyen.
  • Dokunan, dokunaklı.
  • Eser sahibi. Allah Teâlâ.

mugamere

  • (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.

mugasmer

  • Kaba dokunmuş kötü bez.

mugazele

  • (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.

mugber

  • (Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün.
  • Tozlanmış, tozlu.

muğber

  • Küskün, gücenmiş, darılmış.

mugrem

  • Âşık, tutkun.

muhabbet

  • Sevgi. Aşırı düşkünlük.

muhal / muhâl

  • İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz.
  • Hurâfe olan nazariye.
  • Mümkün olmayan, olamaz, imkansız, olanaksız.
  • İmkansız, mümkün olmayan.
  • İmkânsız, olması mümkün olmayan.

muhal-ender-muhal

  • İmkânsızlık içinde imkânsızlık, olması aslâ mümkün olmayan.

muhal-i adi / muhal-i âdi

  • Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.

muhalat

  • (Tekili: Muhal) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.

muhayee

  • Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.

mühevvil

  • Korkunç. Heybetli. Azîm, çok büyük.
  • Korkunç.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

mühib / mühîb

  • Heybetli. Korkunç. Azametli.
  • Tehlikeli.

muhif / muhîf

  • (Muhife) Korkunç. Korkutucu.

muhill-i namus / muhill-i nâmus

  • Nâmusa zarar veren, nâmusa dokunan.

muhiş / mûhiş / موحش

  • Korkunç, korkutucu. (Arapça)

mühtelis

  • Zayıflamış, düşkünleşmiş.

muhtemel / محتمل

  • (Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul.
  • Mümkün.

mukarenet

  • (A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek.
  • Bitişmek. Birleşmek.
  • Uygunluk.
  • Bir yere gelmek.

mukatele

  • (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.

mukdim

  • İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.

mükenna

  • (Künye. den) Künyeli, künyesi olan, künyelenmiş.

muktela'

  • (Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan.

mukteli'

  • (Kal'. den) Kökünden koparan.

mülamese

  • (Lems. den) Birbirine dokunma, değme, el ile tutma, temas etme.
  • Yapışmak.

muli'

  • Tutkun, düşkün, ihtiraslı.

mülkiyet

  • Mülk sahipliği, vakıf olmayan bina ve mülkün durumu.

mümas

  • Temas eden, dokunan.
  • Temas eden, dokunan, ilişen.
  • Temas eden, dokunan.

mümass

  • Temas eden, dokunan.

mümasse

  • Birbirine değme. Dokunma, temâs etme.

mümkin / ممكن

  • Olabilir veya olmayabilir. İmkân dahilinde olan. Mümkün.
  • Mümkün, olabilir.
  • Mümkün. (Arapça)

mümkin-ül vücud

  • Varlığı mümkün olan.

mümkinat / mümkinât

  • Mümkün olanlar.
  • Mümkün olanlar, imkânda olanlar.

mümkine

  • Mümkün olabilen.

mümteni'

  • İmkânsız, muhal, mümkün olmayan.
  • Çekinen, imtina eden.

mümteni'-ul-vücud / mümteni'-ul-vücûd

  • Var olması mümkün olmayan, hep yok olması lâzım olan.

mümteni-ül husul

  • Olması mümkün değil.

mümteni-un bizzat

  • (Mümteniatün bizzât) Varlığı, vücudu hiç bir şekilde mümkün olmayan. Zâtı itibariyle imkânsız olan.

mümteni-üt tahsil

  • Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan.

müncezip

  • Cezbedilmiş, tutkun.

münkali'

  • (Kal'. dan) Kökünden sökülen.

müntesic

  • (Nesc. den) Dokunmuş olan.

münteşire-i muvakkate

  • Hükmü herhangi bir fertte ve herhangi bir zamanda gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan.

müptela / müptelâ

  • Bağımlı, düşkün.

murakkık

  • Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel.

müruk

  • Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi.
  • Dinden huruç etmek, mürtedlik.

muşa

  • İki renk üzere dokunmuş elbise.

müsaade-i sefahet

  • Gayr-i meşrû zevk ve eğlence düşkünlüğüne izin verme.

müsakat

  • (Ka, uzun okunur) Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya ağaçları bir kimseye verme.

müşaş

  • Omuz başı.
  • Yumuşak kemik başları. (Çiğnenmesi mümkündür).
  • Yumuşak yer.

müsebbaa

  • Yedi kere okunması icab eden duâ.

müşedded

  • Kuvvetlendirilmiş, şiddeti artırılmış.
  • Gr: İki defa yanyana okunan harf, şeddeli harf. Böyle harflere huruf-u müşeddede denir.

müşedded ra / müşedded râ

  • Harflerin iki defa okunmasını sağlayan şedde işaretli râ harfi.

müsekkin

  • Teskin eden, sükun veren. Elem ve ağrıyı izâle eden.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

muşta

  • Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top.

müştak / müştâk

  • Düşkün, aşık.

müştak ayinedar / müştak âyinedar

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

müştak olan

  • Arzulu, istekli, düşkün.

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

müste'sal

  • (İstisal. dan) Kökünden koparılmış.
  • Ele geçirilmiş.

müste'sil

  • (İstisal. dan) Kökünden koparan.
  • Ele geçiren.

müstehil / müstehîl

  • (Çoğulu: Müstehilât) (Havl. den) Mânâsız ve boş şey.
  • Mümkün olmayan, imkânsız şey.

müstehilat

  • (Tekili: Müstehil) (Havl. den) Mümkün olmayan şeyler, kabil olmayan şeyler.
  • Mânasız, saçma şeyler.

müsteknih

  • (Künh. den) Künhünü, doğrusunu ve esâsını araştıran.

mutaf

  • (Muy-tâb. dan) Keçi kılından dokunmuş olan. (Farsça)
  • Kıldan yapılan at takımı. (Farsça)
  • Kıldan çul yapan, dokuyan veya satan. (Farsça)

müteazzir

  • Özürlü, özürü bulunan.
  • Mümkün olmayan, güç, zor.

mütedeyyin / متدین

  • Dindar, dinine düşkün. (Arapça)

müteessir

  • Te'sir altında kalmış. Acımış yahut sevinmiş. Hissiyatına dokunmuş.
  • Üzüntülü.

mütehevvisane / mütehevvisâne

  • Hevesine düşkün olarak.

müteheyyic

  • Heyecana gelen, coşan, coşkun, heyecanlı.

müteheyyicane / müteheyyicâne

  • Coşkunlukla, heyecana gelerek. (Farsça)

mütekavvim mal

  • Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.

mütekeyyifane / mütekeyyifâne

  • Keyfine düşkün olarak.

mütelemmis

  • (Lems. den) El ile dokunan. Telemmüs eden.

mütemass

  • Temas eden, dokunan, değen.

mütemehhil

  • Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen.
  • Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.

mütemekkin

  • (Mekân. dan) Yerleşen, Mekânlanan, temekkün eden. İkamet eden, sâkin olan.
  • Gr: Üç harekeyi de kabul eden kelime.

mütenessic

  • (Nesc. den) Dokunan, örülen.

mütereffik

  • (Çoğulu: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.

mütereffikin / mütereffikîn

  • (Tekili: Mütereffik) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele edenler.

mütesahilin / mütesahilîn

  • (Tekili: Mütesahil) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler.

müteseffih

  • Zevk ve eğlenceye düşkün.

mütesekkin

  • Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan.

mütevatir / mütevâtir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden aktardığı haber veya hadis.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir hadis / mütevatir hadîs

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı hadîs.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

müteyakkın

  • (Yakîn. den) Teyakkun eden, yakîn ve kat'î olarak şüphesiz bilen.

müthiş

  • Dehşetli, korkunç.

mutlak adalet / mutlak adâlet

  • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

mutmainne

  • İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.

mutref

  • (Çoğulu: Metârif) Haz kumaşından dokunmuş bir kaç alemli Arap kaftanı.
  • Başı ve kuyruğu beyaz veya siyah olup, vücudu başka renk olan at.

muzaaf fiil

  • Gr: Fiilin kökündeki iki harfin aynısı beraber olan fiil. Medde - Şedde gibi. Başka tâbirle: Fiilin orta harfi ile son harfi (harf-i lâm'ı) aynı harfin tekerrüründen ibaret olan kelime.

müzahrefat / مزخرفات

  • Pislikler, süprüntüler, döküntüler. (Arapça)

müzelzel

  • İpekten dokunmuş.

na-besud

  • El dokunulmamış, el değmemiş, yeni şey. (Farsça)

na-kabil

  • Mümkün olmayan. Kabil olmayan. (Farsça)
  • Câhil, kabiliyetsiz. (Farsça)

na-kabil-i tarif / nâ-kabil-i tarif

  • Anlatılması mümkün olmayan.

nalekünan

  • (Nâle-künân) Feryad ederek, inleyerek. (Farsça)

namaz

  • İslâmın beş şartından birisidir. (Farsça)
  • Duâ. (Farsça)
  • Zikir. (Farsça)
  • Kur'an. (Farsça)
  • Kunut. (Farsça)
  • Rüku. (Farsça)
  • Salât. (Farsça)
  • Şükür. (Farsça)
  • Tesbih. (Farsça)
  • Secde. (Farsça)
  • Hamd. (Farsça)

nasb

  • Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme.
  • Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.

nasl

  • Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar.

nasreddin

  • (Nasr-üd din) Dine yardımı dokunan.

naver

  • (Çoğulu: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil. (Farsça)

naveran / naverân

  • (Tekili: Naver) Olabilir şeyler, mümkün olan şeyler.

nefes

  • Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma.
  • Uzun söz.
  • Bolluk.
  • Hased etmek.
  • Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.

nefh

  • Rüzgâr esmek.
  • Güzel kokunun yayılması. Kokmak.
  • Vurmak.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Vuruşmak, kat'etmek.

nefh-i sur-u israfil / nefh-i sûr-u isrâfil

  • Ölümün ardından topyekun diriliş için Hz. İsrafil'in sûra üflemesi.

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nefis-perver

  • Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün. (Farsça)

nefisperest / نَفِسْپَرَسْتْ

  • Nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan.
  • Nefsine aşırı düşkün olan.
  • Nefsine düşkün.

nefisperestlik

  • Nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olmak.

nefiz

  • Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek.
  • Sözü geçer olmak.

nefsaniyet

  • Nefsine düşkünlük.

nefur

  • Ürken, ürküp kaçan.
  • Herkese iyiliği dokunan kimse.

nehem

  • (Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.

nehib

  • (Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü.
  • Yağmacı, çapulcu.

nehizet

  • Tabiat.
  • At kulağına benzer dokunmuş nesne.

nekam

  • (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.

nekbet

  • (Çoğulu: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık.
  • Musibet, felâket.
  • Düşkünlük.

nesaic

  • (Tekili: Nesice) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular.

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

nescolmak

  • Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi)

nesic

  • (Çoğulu: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.

nesice

  • (Çoğulu: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey.

neşide

  • Manzume. Şiir.
  • Yüksek sesle okunan şiir.
  • Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.

netaic-i vahime / netâic-i vahîme

  • Vahim, korkunç neticeler.

nevm

  • Uyku. Uyumak. Rüya.
  • Sönmek. Sükun.

nezafetperver / nezâfetperver

  • Temizliğe düşkün.

nezr

  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

nısf

  • Yarım, yarı. İslâm mîrâs hukûkunda eshâb-ı ferâiz adı verilen yâni Kur'ân-ı kerîmde payları bildirilenlerden bâzı kimselere verilen yarım hisse.

nizar

  • Zayıf, arık, düşkün, bitkin.

nuk

  • Okun ucu, temren. Kuş gagası. (Farsça)
  • Gaga gibi sivri uçlu olan şey. (Farsça)

nükub

  • Rücu' etmek, geri dönmek.
  • Udul etmek, ayrılmak.
  • (Tekili: Nekbet) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.

nüsare

  • Saçılan şey.
  • Yemek döküntüsü.

nüsuc-u levhiye

  • Dokunmuş, işlenmiş levhalar.

örf

  • İslâm hukûkunun kaynaklarından; dînin ve aklın güzel gördüğü, beğendiği şey.

orsa

  • Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli.
  • Geminin sol tarafı, iskele.

partizan

  • Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse. (Fransızca)

patiska

  • Pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bez.

perest

  • Taparcasına düşkün.

perestiş

  • Aşırı düşkünlük, tapınış.

perestiş etmek

  • Bir şeye aşırı düşkün olmak.

perniyan

  • Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş. (Farsça)

pernun

  • İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş. (Farsça)

pervas

  • El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama. (Farsça)

pest

  • Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. (Farsça)
  • Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. (Farsça)

peykan

  • Okun ucundaki sivri demir.

piç

  • Büklüm, kıvrım, dolaşık. (Farsça)
  • Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. (Farsça)
  • Aslına benzemiyen. (Farsça)
  • Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. (Farsça)
  • Sarmaşık. (Farsça)
  • Vida. (Farsça)

pot

  • Falso, dokunaklı söz.

pot kırmak

  • Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.

pud / pûd / پود

  • Argaç, dokumada enine dokunulan ip. (Farsça)

ra'd-ı kasıf

  • Korkunç gök gürültüsü.

ra'de

  • Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur)

rabbena lekel hamd / rabbenâ lekel hamd

  • "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" mânâsına namazda rükûdan doğrulunca okunması sünnet olan söz.

raci / râci

  • Geri dönen.
  • Dokunan, ilgisi bulunan.

raci'

  • (Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden.
  • Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik.
  • Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.

rağbet

  • Düşkünlük, istek.

rağbet etme

  • Düşkün olma, ilgi gösterme.

raiyetperver / رَعِيَتْپَرْوَرْ

  • Halkına düşkün.

rakan

  • (Rakun) Za'feran çiçeği.
  • Kına.

ravh

  • Rahatlık. Rahmet ve kolaylık.
  • Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa.
  • Koklamak.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

reden

  • Hazz denilen kumaş.
  • Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses.
  • İplik eğirmek.

ref'i kabil

  • Kaldırılması mümkün.

rehk

  • Aradan yetişip yaklaşma.
  • Yürüme.
  • şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma.
  • Kötü şeylere düşkünlük.

revm

  • Maksad. Taleb, istek.
  • Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke.

reyn

  • Leke, kir, pas.
  • Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması.
  • Uyku, mestlik galebe etmek.
  • Çıkması mümkün olmayan şey.

rezzak / rezzâk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.

ric'i / ric'î

  • Geri dönmeye ait ve mensub.
  • Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir.

rihve

  • (Ruhve) Rehâvetli, gevşek.
  • Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.

rişaş

  • Döküntü, serpinti.

rize

  • Döküntü, kırıntı. Ufak parça. (Farsça)

rizeçin

  • Kırıntı ve döküntü toplayan. (Farsça)

rizehar / rizehâr

  • Kırıntı ve döküntü yiyen. (Farsça)

rizehor

  • Kırıntı, döküntü yiyen. (Farsça)

ru'z

  • (Çoğulu: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.

rubu'

  • Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda dörtte bir hisse (pay).

rükn

  • Rükün, direk, sütun.

rükn-ü mühim

  • Mühim bir rükün, esas, önemli şart.

rüsub

  • Kab içinde kalan su.
  • Suyun dibine batmak.
  • Tortu, dibe çöken, çöküntü.

rüsubat

  • Çöküntüler, tortular.

rüya / rüyâ

  • Düş. İnsanın kalbinin ve duyu organlarının dünyâ işleriyle olan meşgûliyetinin kısmen kesildiği, uyku, bayılma ve istiğrak (mânevî coşkunlukla kendinden geçme) gibi hallerde gördüğü şeyler.

sabah vakti

  • Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.

sabb

  • Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek.
  • Aşık, tutkun.

sabıkin / sâbıkîn

  • (Bak: SÂBIKÛN)

sabikin / sabikîn

  • (Bak: Sâbıkûn)

sada'

  • Baş ağrısı. ("Suda"' diye de okunur)

sade

  • (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur.
  • Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.

safal

  • Alçaklık.
  • Rüzgârın dokunduğu yer.

safayab

  • Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş. (Farsça)

safizm

  • Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki homoseksüellik.

sahif

  • (Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse.
  • Gevşek dokunmuş. Boş.

sahih

  • Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele.
  • Hâlis, kusursuz, şüphesiz.
  • Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade.
  • Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, y

şahrah

  • Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. (Farsça)

şakik / şakîk

  • Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.

sakil

  • Ağır, can sıkıcı. Çirkin.
  • Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece.

sakin

  • Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı.
  • Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.

sakit / sâkit / ساكت

  • Suskun, suskunluk.
  • Suskun.
  • Suskun. (Arapça)

sakitane / sâkitâne

  • Sessizce, suskun bir şekilde.

sala / salâ

  • Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı "Essalât" veya "Salât" dır.)
  • Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.
  • Minarede okunan dua.

salik-i meczub / sâlik-i meczûb

  • Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.

salikin / sâlikîn

  • (Bak: SÂLİKÛN)

salim / sâlim

  • Sağlam.
  • Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
  • Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
  • Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
  • İçinde harf-i illet bulunma

salkame

  • Azı dişlerinin birbirine dokunması.

salsale

  • Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.

salvele

  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua.
  • Hz. Muhammed'e okunan salât ve selam duası.
  • Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ.
  • Peygamberimize okunan salavat ve sair dualar.

samite / sâmite

  • Suskun.

sarih tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadîs-i şerifi, bizzat aynen aktarması.

sarm

  • (Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.

sayha

  • Şiddetli ses; korkunç gürültü.

seb'-ül mesani

  • İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi.
  • Mükerrer okunup tekrarlanan.

sebülmesani / sebülmesanî

  • Tekrar tekrar okunan, iki kez nazil olan Fatiha sûresi.

secavend / secâvend

  • Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. (Farsça)
  • Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.

secde ayetleri / secde âyetleri

  • Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.

secde-i tilavet / secde-i tilâvet

  • Kur'an okunurken veya dinlerken edilen secde. Okuma secdesi.

şedde

  • Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret.
  • Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.

şeddeli ra / şeddeli râ

  • Harflerin iki defa okunmasını sağlayan şedde işaretli râ harfi.

şedid

  • Sert, sıkı, şiddetli.
  • Musibet, belâ.
  • Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.

şedide / şedîde

  • Harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması.

sefahat / sefâhat / سفاحت

  • Gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlük.
  • Sefihlik, zevk ve eğlence düşkünlüğü. (Arapça)

sefahet / sefâhet

  • (Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek.
  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık.
  • Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.
  • Kıt akıllılık, düşüncesizlik, günahlara düşkünlük.

sefahet ehli

  • Zevk ve eğlenceye düşkün olan ve sermayesini gereksiz yere harcayanlar.

sefahet-i beşeriye

  • İnsanların zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlükleri, budalalıkları.

sefahet-i hayat

  • Hayattaki dinen yasaklanmış olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.

sefahet-i medeniyet

  • Batı medeniyetinin teşvik ettiği yasak zevk ve eğlenceye düşkünlük.

sefahet-i mutlak

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük.

sefahet-perest

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olan, ahlâksızca davranan.

sefahetçi

  • Gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkün olan.

sefahetçiler

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olanlar.

sefahetkarane / sefahetkârâne

  • Yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce.

sefalet / sefâlet

  • Düşkünlük, aşağılık.

sefalethane / sefâlethâne

  • Sefalet yeri, düşkünlük evi.

sefih / sefîh / سفيه

  • Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan.
  • Kıt akıllı, düşüncesiz, zevke düşkün.
  • Zevk ve eğlenceye düşkün, sefahata düşmüş, malını düşünmeden harcayan.
  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün.
  • Zevk ve eğlence düşkünü. (Arapça)

sefihane / sefîhane / sefîhâne

  • Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak. (Farsça)
  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce.
  • Sefihce, zevkine düşkün biri gibi, düşüncesizce.
  • Dinen yasaklanmış zevk ve eğlencelere düşkün olarak.

sefik

  • (Çoğulu: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid.
  • Sık dokunmuş bez.

sefil / sefîl

  • Düşkün, aşağı.

sefr

  • Arslan.
  • Deve ferci.
  • Eyer kuskunu.
  • Yavaş yürüyen deve.

segabi / segâbi / سگ آبى

  • Kunduz. (Farsça)

sehm / سهم

  • Korkunç. (Farsça)

sehm-gin

  • Korkunç, korkulu. (Farsça)

sehm-nak / sehm-nâk

  • Korkunç, korkulu. (Farsça)

sehmgin / sehmgîn / سهمگين

  • Korkunç. (Farsça)

sehmnak / sehmnâk / سهمناک

  • Korkunç. (Farsça)

şehrah / şehrâh

  • Cadde, ana yol; şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol.

şehvani / şehvanî / şehvânî / شهوانى

  • şehvetle ilgili, şehvete ait.
  • şehvete çok düşkün olan kimse.
  • Şehvetle ilgili. (Arapça)
  • Şehvet düşkünü. (Arapça)

şehvet-perest

  • Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. (Farsça)

şehvetperest / شهوت پرست

  • Şehvet düşkünü. (Arapça - Farsça)

sekine / sekîne

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde
  • İçerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua.
  • Sükun ve imtinan, temkin. Kalp rahatlığı, kalp huzuru veren bir duanın adı.

sekinet

  • Sükun ve imtinan. Temkin. Nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti.
  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

şekir

  • Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar.
  • Fercte olan kıllar.

selvele

  • Peygamberimize okunan dualar.

semud kavmi / semûd kavmi

  • Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri için büyük bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.

seng-endaz

  • Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen. (Farsça)

şerare

  • (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

şerefe

  • Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.
  • Minarenin ezan okunan yeri.

serem

  • Dişin, ağızda kökünden kırılması.

şeriat-ı fıtriye

  • Cenab-ı Hakk'ın kâinatta vaz'ettiği fıtrî kanunlar. Âlemin harekât ve sükûnetini tanzim eden ve Allahın irade sıfatından gelen kanunlar.

sevdaperest

  • İfrat derecede düşkün, tutkun. (Farsça)
  • Tamahkâr. (Farsça)

şeyda / şeydâ

  • Tutkun. Divane. (Farsça)
  • Çok sevgiden hâsıl olan hal. (Farsça)
  • Tutkun.

seyl-i huruşan-ı zaman / seyl-i huruşân-ı zaman

  • Zamanın gürültü ve coşkunluklarının seli.

seylhiz

  • Taşkın ve coşkun su. (Farsça)

şiddet

  • Sertlik, katılık.
  • Ziyadelik.
  • Sıkılık.
  • Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri.<

şiddet-i galeyan

  • Şiddetli coşkunluk, coşup taşma.

sıfat-ı zatiye / sıfât-ı zâtiye

  • (Sıfât-ı lâzime - Sıfât-ı vâcibe) Allah'ın zatından ayrılması mümkün olmayan ve zatına lâzım ve vâcib olan sıfatlar.
  • Tecvidde: Harflerin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlarıdır.

şifte

  • Düşkün, tutkun, meftun. (Farsça)

şiftedil

  • Gönül vermiş, meftun, tutkun. (Farsça)

şiftegi / şiftegî

  • Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet. (Farsça)

şikembende

  • Midesine düşkün. Çok yiyen. (Farsça)

şikemperver / شِكَمْپَرْوَرْ

  • Yemek tiryakisi, boğazına düşkün. (Farsça)
  • Boğazına düşkün.
  • Yeme içmeye düşkün.

sıla

  • Kavuşmak, ulaşmak, vuslat.
  • Âşıkın mâşukuna kavuşması.
  • Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme.
  • Bahşiş, hediye.
  • Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümle

simya

  • Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.

sinimmar

  • Ay, kamer.
  • Gece uyumayan erkek.
  • Harami.
  • Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

şöhretperest

  • Şöhret düşkünü.
  • Şöhret düşkünü.

şöhretperestlik

  • Şöhret düşkünlüğü.

sübhaneke / sübhâneke

  • Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerinin üçüncü rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.

sücv

  • Gece sükuneti, gecenin sessizliği.
  • Zulmet istikrarı.

südüs

  • Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).

süfl

  • Tortu, çöküntü.

şuhh

  • Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek.

suht

  • Haram mal, her nevi haram.
  • Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)

sühve

  • Yumuşak. Sükun, sessizlik.

sukata

  • Kırıntı, döküntü, artık.

sukataçin

  • Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan. (Farsça)

sükun / sükûn

  • Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik.
  • Dinmek, kesilmek.
  • Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması.

sükunet / sükûnet / سكونت

  • Sakinlik, hareketsizlik. (Arapça)
  • Rahatlık. (Arapça)
  • Sükûnet bulmak: Yatışmak, sakinleşmek. (Arapça)

sükunetyab / sükûnetyâb

  • Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran. (Farsça)

sukut-u ahlak / sukut-u ahlâk

  • Ahlâkî alçalış, çöküntü.

sükut-u mutlaka / sükût-u mutlaka

  • Tam bir sessizlik, suskunluk.

sülasi mezidün fih / sülasî mezidün fih

  • Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.

sulbiyye

  • Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.

sulh-perver

  • Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever. (Farsça)

sülüs

  • Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse (pay).

sülüsan / sülüsân

  • Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse (pay).

sümün

  • Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).

sündüs

  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

sündüs-misal / sündüs-misâl

  • Dokunuşunda altın, gümüş tellerin de bulunduğu bir tür ipekli kumaş gibi.

sür'at-i mümkine

  • Mümkün olan çabukluk.

suretperest / sûretperest

  • Sûrete pek düşkün olan.

şuride

  • Perişan, karışık. (Farsça)
  • Tutkun, âşık, meftun. (Farsça)

şuridegi / şuridegî

  • Karışıklık, perişanlık. (Farsça)
  • Tutkunluk, düşkünlük. (Farsça)

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

suziş

  • Yakma. Yanma. (Farsça)
  • Dokunma, te'sir etme, etki yapma. (Farsça)
  • Büyük acı. Yürek yanması. (Farsça)

ta'dil-i erkan / ta'dil-i erkân

  • Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak v

ta'riz / ta'rîz / تعریض

  • Dokunaklı söz söylemek. Kapalıca yapılan sitem. Kinâye ile söylemek.
  • Dokunaklı söz söylemek, kapalıca yapılan sitem, kinaye ile söylemek.
  • Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd etmek.
  • Laf çarpma, dokundurma, taşlama. (Arapça)

ta'rizat / ta'rizât

  • (Tekili: Ta'riz) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.

ta'zir / ta'zîr

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı
  • İslâm hukukunda hakkında belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar.
  • Red, icbar, tedib.

tabu

  • (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.

tahammülü gayr-i kabil

  • Dayanılmaz, katlanılması mümkün olmayan.

tahfif

  • (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma.
  • Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek.
  • Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak.
  • Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.

tahfifat / tahfifât

  • (Tekili: Tahfif) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.

tahiyyat-ı muayyene / tahiyyât-ı muayyene

  • Belirli zamanlarda okunan, canlıların hal dilleriyle ve yaşayışlarıyla dile getirdikleri dualar.

tahiyye / تَحِيَّه

  • Selâmlar, dualar. Hayır duâları.
  • Mülk, beka ve devamlılık.
  • Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası.
  • Selâm verme ve hayır dua etme.
  • Mülk ve mâlikiyet.
  • Selâmlar, dualar, hayır duaları, mülk, beka ve devamlılık, namazın iki ve dört rekâtı sonunda okunan Ettahiyyat duası.
  • Her mahlûkun kendine has ibâdetini selâm ma'nasıyla Allah'a sunması.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

takasur

  • (Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.

takli'

  • (Kal'. den) Yarmak.
  • Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak.

taklid / taklîd / تقليد

  • Benzemeye çalışma, öykünme.
  • Taklit, öykünme. (Arapça)
  • Sahte. (Arapça)

takliden / taklîden / تقليدا

  • Öykünerek, taklit ederek. (Arapça)

takrir

  • İyi ifade etmek. Bildirmek.
  • Ağzından anlatmak.
  • Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek.
  • Resmî olarak yazı ile bildirmek.
  • Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek.
  • Siyasî nota.

takvadarane / takvâdârâne

  • Takvaya düşkün kimse olarak.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini mümkün kılan boşanma şekli.

tama'

  • Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.

tarab-gah / tarab-gâh

  • Coşkunluk ve sevinç yeri. (Farsça)

tarab-nak / tarab-nâk

  • Sevinçli, neşeli, coşkun. (Farsça)

tarem

  • Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh.

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört

tarif-i şer'i / târif-i şer'î

  • Bir şeyin İslâm hukukuna göre tarifi, tanımı.

tarih-i mu'cem

  • Bir mısra, beyit veya cümledeki noktalı harflerin ebced hesabı ile yekûnunun delâlet ettiği tarih.
  • Edb: Ebced hesabında noktalı harflerin hesap edilerek düşürülen tarih. Bir ilmi, müfredâtı ile belirten eser.

tariz / târiz

  • Dokundurma, iğneleme; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı, meselâ; insanlara zarar veren kimseye "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." diyerek o kimsenin hayırlı biri olmadığını söylemek gibi.
  • Dokundurma.

tarizen / târizen

  • Sözle dokundurarak, dokunaklı söz söyleyerek.
  • Dokundurarak.

tasdikat

  • (Tekili: Tasdik) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar.

tav'

  • İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak.
  • Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.

tebarekallah / tebarekâllah

  • "Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli!" diyerek hayret taaccübü. Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm.

tebkiye

  • (Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma.

tecelli-i hassa / tecellî-i hâssa

  • Hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi.

teczir

  • (Cezr. den) Mat: Kare kökünü alma.

teferrug

  • (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma.
  • Bir işi bitirip kurtulma.
  • Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.

tefeşşi

  • İntişar etmek, dağılmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.

tefvik

  • Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması.
  • Okun gezini yayın kirişine koymak.

tehevvül

  • Korkunç hâle gelme.
  • Birisinin malına göz koyma.

tehiyyat / tehiyyât

  • Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.

tehyiç etme

  • Heyecanlandırma, heyecana getirme, çoşkunluk verme.

tekenni

  • (Künye. den) Künye alma. Ad alma.

tekniye

  • (Künye. den) Künyeleme, künye koyma.

tekrir

  • Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama.
  • Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir.

telemmüs

  • (Lems. den) El ile dokunma.

telkin / telkîn

  • Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak okunan, kabir suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.

temas / temâs / تماس

  • Dokunma, değme.
  • Dokunma. (Arapça)
  • Temâs etmek: Dokunmak. (Arapça)

temas eden

  • Dokunan, bahseden.

temkin / temkîn

  • Ağır başlılık, usluluk.
  • Ölçülü hareket sâhibi.
  • Vakar, izzet. İktidar, kudret.
  • Birini bir şeye muktedir kılmak.
  • Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak.
  • Tedbir, ihtiyat.
  • Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna kavuşma.

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

tenasan / tenâsân / تن آسان

  • Canının kıymetini bilen, rahatına düşkün. (Farsça)

tenide

  • Örümcek ağı. (Farsça)
  • Örülmüş, dokunmuş. (Farsça)

tenperver / تن پرور

  • Rahatına düşkün, tembel.
  • Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan. (Farsça)
  • Rahatına düşkün. (Farsça)

terbiyet

  • "Terbiye" kelimesinin Arabi okunuşudur.

tereccuh bila müreccih muhaldir / tereccuh bilâ müreccih muhaldir

  • Sebepsiz üstünlük olmaz. Yani, bir şeyin başka seçeneklere üstün gelen bir sebebi, bir özelliği bulunmazsa onlardan üstün olması mümkün değildir.

terekkün

  • (Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma.
  • Mânen kuvvet bulma.

tersengiz / tersengîz / ترس انگيز

  • Korkunç, korku salan. (Farsça)

tersnak / tersnâk / ترسناک

  • Korkunç. (Farsça)

tesbihat / tesbihât

  • Tesbihler, namazdan sonra okunanlar.

teşbihperest

  • Benzetme düşkünü.

tesekkün

  • (Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma.
  • Miskin ve fakir olma.

tesfih

  • (Sefahet. den) Sefih görme, sefih sayma. Akılsız, müsrif ve eğlenceye düşkün addetmek.
  • Sefih görme, kıt akıllı sayma, eğlence düşkünü olarak tanıma.

teskin

  • Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme.
  • Gr: Bir harfi sâkin okuma.

teva

  • Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması.

tevatür / tevâtür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması.
  • Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.

teyekkunat / teyekkunât

  • (Tekili: Teyekkun) Tam olarak ve iyice bilmeler.

teyemmüm

  • Kasd.
  • Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
  • Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mesh etmek.
  • Kast.
  • Su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.

tıktıka

  • Taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses.

tılmesa

  • Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer.
  • Çok karanlık gece.

tiryaki / tiryâkî / تریاكى

  • Tutkun, bağımlı.
  • Alışmış, tutkun.
  • Esrarkeş. (Arapça)
  • Sigara tutkunu. (Arapça)

tiyaka

  • Cimaa pek ziyade düşkün olmak.
  • Şehvetin galip olması.

ubab

  • Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü.
  • Cemaat, topluluk.
  • Taşkın sel suyu.
  • Pek taşkın, coşkun.

üftade / üftâde / افتاده

  • Düşmüş. Fakir, biçare. (Farsça)
  • Âşık, tutkun. (Farsça)
  • Düşkün, çaresiz.
  • Düşmüş. (Farsça)
  • Düşkün. (Farsça)
  • Aşık. (Farsça)
  • Zavallı. (Farsça)

üftadegan / üftadegân / üftâdegân / افتادگان

  • (Tekili: Üftade) Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar. (Farsça)
  • Düşmüşler. (Farsça)
  • Düşkünler. (Farsça)
  • Aşıklar. (Farsça)
  • Zavallılar. (Farsça)

üftadegi / üftadegî

  • Düşkünlük, biçarelik. (Farsça)

ukad-ı hayatiye

  • Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.

ukunne

  • (Çoğulu: Ukun) Taştan yapılmış nesne.

umra

  • Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi.

umumü'l-belva / umûmü'l-belvâ

  • Umuma yayılmış, genelleşmiş belâ; kaçınılması mümkün olmayan umumî problem.

üskub

  • Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar.
  • Kunduracı.
  • Dökülmüş olan, akan su.
  • Demirci.

üskuf

  • (Çoğulu: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı.

üslubperest / üslûbperest

  • Üslûba aşırı düşkün.

vacib-ül vücud / vâcib-ül vücud

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.

vacibu'l-vücud / vâcibu'l-vücûd

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Allah.

vahamet / vahâmet / وخامت

  • Korkunçluk, vehamet, tehlikeli durum. (Arapça)

vahi

  • Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz.
  • Ahmak. Düşkün. Zaif.

vahim / vahîm / وخيم

  • Korkunç. (Arapça)

vahşet / وَحْشَتْ

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.
  • Ürküntü, yalnızlık.

vahşet-agin / vahşet-âgin

  • Çok ıssız, korkulu yer, korkunç.

vahşet-i mutlaka

  • Tam bir yalnızlık ve ürküntü hali.

vahşetengiz / vahşetengîz / وحشت انگيز

  • Korkunç, ürkütücü.
  • Korkunç, korku salan. (Arapça - Farsça)

vahşetnak / vahşetnâk / وحشتناک

  • Korkunç. (Arapça - Farsça)
  • Issız. (Arapça - Farsça)

vahşetzar

  • Ürküntü ve yalnızlık veren yer.

vahşiyane

  • Vahşice, korkunç bir şekilde.

vakf

  • Arapça bir kelimenin sonunun harekesiz okunması.

vakfiye

  • Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti.

vakıf

  • (ة) harfiyle biten kelimelerde (ﻫ) sesi verilerek durma ("şeceratin" kelimesinin "şecerah" şeklinde okunması gibi).

vakre

  • Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi.

valibe

  • Evvelki ekinin kökünden biten ekin.

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.

vavik

  • Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.

vazifeperver

  • Vazifesini seven, işine düşkün.

vazifeşinas / vazîfeşinas / وظيفه شناس

  • Görevine düşkün. (Arapça)

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.

vecd-alud / vecd-âlud

  • Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal. (Farsça)

vefra'

  • Eksilmeyip değişmeyen.
  • El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot.

vekn

  • (Çoğulu: Evkân - Vükün) Kuş yuvası.

velu'

  • Bir şeye fazla düşkün olan.

velvele-i naz ü niyaz / velvele-i nâz ü niyaz

  • Allah'a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi.

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vird / ورد / وِرْدْ

  • Sık sık ve devamlı okunan dua.
  • Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz.
  • Devamlı okunan şey.
  • Sık sık ve devamlı okunan dua.
  • Düzenli okunan zikir.
  • Devamlı okunan zikir.

vird-i ekber / وِرْدِ اَكْبَرْ

  • Devamlı okunan en büyük zikir.

vird-i şerif

  • Sürekli okunarak tekrar edilen duâ ve zikirler.

virdizeban / virdizebân

  • Dil ile devamlı okunan.

vücub

  • Vâcib ve lâzım olmak.
  • Sâbit olmak.
  • Sukut ve vuku.
  • Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak.
  • Güneşin batması.
  • Muztarib olmak.

vücud-u kasr

  • Köşkün, sarayın varlığı.

vücud-u mümkinat

  • Varlığı mümkün olanlar; varlığı imkân dairesinde olanlar, kâinatın varlığı.

vücuh

  • (Tekili: Vech) Çehreler, yüzler, suretler.
  • Tarzlar.
  • Sebepler.
  • İmkânlar.
  • Münasebetler.
  • Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar.
  • Bir memleketin ileri gelenleri.

vücuh ilmi / vücûh ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

vücuh-u mümkine

  • Mümkün olabilecek yönler.

vücuh-u seb'a

  • Yedi vecih; Kur'ân'ın yedi türlü okunuş şekli.
  • Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu.

vülu'

  • Bir şeye aşırı derece düşkünlük.

yediyy

  • El ile dokunmuş.

yümkin / یمكن

  • Olabilir, mümkün olur.
  • Mümkün, olabilir, olası. (Arapça)

zahid / zâhid

  • Dünyâya düşkün olmayan kimse.
  • Şüpheli olur korkusu ile mübâhların (dînen izin verilenlerin) çoğunu terk eden.

zahir

  • Engin denizler.
  • Taşkın, coşkun.
  • Semiz, tavlı ve bol olan.

zamm

  • Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme.
  • Kenarlarını bitiştirme.
  • Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.

zamm-ı sure / zamm-ı sûre

  • Farz namazın ilk iki rek'atinde, sünnet namazların ve vitrin her rek'atinde ayakta Fâtiha'dan sonra okunan sûre veya en az üç kısa âyet.

zamme

  • Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.

zarafet-perver

  • Zarafete düşkün olan, zarifliği seven. (Farsça)

zarure-i naşie / zarure-i nâşie

  • Kendisinde bulunması zorunlu olan, ondan ayrılması mümkün olmayan zorunlu özellik.

zaruriyet-i naşie / zaruriyet-i nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan.

zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.

zati imkan / zâtî imkân

  • Birşeyin özünde mümkün olması.

zebun / zebûn

  • Düşkün, tutkun, kapılmış.
  • Düşkün, tutkun.

zebun-kuş

  • Düşkünleri ezen. Zâlim. Gaddar.

zebunküş / zebûnküş

  • Düşkünü ezen.

zehk

  • Helâk olmak, mahvolmak.
  • Bâtıl olmak.
  • Okun nişanı aşıp geçmesi.
  • Çıkmak, huruç.
  • Derin kuyu.

zelaka

  • (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması.

zelil / zelîl / ذليل

  • Düşkün, zavallı. (Arapça)

zenperest / زن پرست

  • (Çoğulu: Zenperestegân) Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse. (Farsça)
  • Kadın düşkünü. (Farsça)

zevahir

  • Dolu, taşkın, coşkun denizler.
  • Mc: Yüksek şan ve şerefler.

zevil erham / zevil erhâm

  • İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz (farz hisse sâhibi) ve asabe denilen kimseler dışındaki yakın akrabâ.

zevk-cu / zevk-cû

  • (Çoğulu: Zevkcuyân) Zevkine düşkün. Zevk arıyan. (Farsça)

zevkperest

  • Zevke düşkün.
  • Zevke düşkün.

zımar

  • Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal.
  • Gizli kalmış hazine, iş veya şey.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın