REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Kars ifadesini içeren 903 kelime bulundu...

a'vaz

  • Karşılıklar. Bedeller.

ab-berin

  • Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk. (Farsça)

acizane / âcizâne

  • Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) "Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler." (Farsça)

adab-ı muaşeret / âdâb-ı muaşeret

  • Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin (A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.

adem-i inkar / adem-i inkâr

  • İnkâr etmeme. İnkârsızlık.

adem-i kabul

  • İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz kapamak gibi câhilâne bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak.

aftab-ru

  • Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). (Farsça)
  • Sevimli, dilber. (Farsça)
  • Güneşe karşı olan (yer). (Farsça)

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.

afv-i anilkat'

  • Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.

ahrarane

  • Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır surette. (İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyyeti intac eder. Mün.) (Farsça)

aiz

  • Karşılık olarak veren.
  • Karşılık olarak verilmiş olan.

akademi heyeti muvacehesinde

  • Aydın, âlim ve bilginlerden oluşan ilmî kurul önünde, karşısında.

akika / akîka

  • Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.

akkam / akkâm

  • Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam.
  • Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe.
  • Çadır mehteri.

aks-i dava / aks-i dâva

  • Zıt hüküm. Karşı dâvâ (Zıt teorem.)

aks-i nakiz / aks-i nakîz

  • Antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme.

ala-ruus-ileşhad / alâ-ruus-ileşhad

  • Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.

alaturka

  • Eski Türk gelenek, görenek, töre ve hayatına uygun, alafranga karşıtı.

aler-re'si-vel-ayn

  • Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)

aleyh / عليه

  • Ona, onun üzerine, karşıt, zıt.
  • Karşı, karşıt; üzerine. (Arapça)

aleyhdar / عليه دار

  • Onun tersi yönünde, karşı.
  • Karşıt, zıt. (Arapça - Farsça)

aleyhinde

  • Karşıt olarak.

aleyhtar

  • Karşı olan, karşıtçı.

aleyhtarlık

  • Karşıt olma.

an

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına

anarşist

  • Hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kanun ve düzen karşıtı.

anarşistlik

  • Kural tanımama, her türlü düzen ve otoriteye karşı çıkma.

anese

  • Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı)

ara-i mütekabile / ârâ-i mütekâbile

  • Karşılıklı görüşler.

arak

  • Ter, rutubet.
  • Dağdaki yol.
  • Çukur.
  • Deve izleri.
  • Sıra sıra olan şey.
  • Zenbil.
  • Menfaat, sevab, karşılık.
  • Süt.

arazi-i haraciyye / arâzi-i harâciyye

  • Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile alınıp harac vergisi karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan sâhiplerinin elinde bırakılan, yâhut zımmînin (müslüman olmayan vata ndaşın) müslüman hükümdârın izni ile işlediği ölü

arazi-i muhtekere / arâzi-i muhtekere

  • Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)

ariye

  • (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.

arz-ı tazimat / arz-ı tâzimât

  • Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket.

arzu-yu hilaf / arzu-yu hilâf

  • Muhalefet etme, karşı koyma arzusu.
  • Muhalefet etme, karşı koyma arzusu.

arzu-yu muaraza

  • Muaraza isteği, karşı koyma arzusu.

asi / âsî

  • İsyân eden, emre karşı gelen, itâatsizlik eden.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, günâhkâr.
  • Hükûmete, devlete baş kaldıran. Bâgî.

aşk-ı kimyevi / aşk-ı kimyevî

  • Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir.

aşk-ı mecazi / aşk-ı mecazî

  • Gerçek sevgiliye değil, geçici ve sınırlı bir güzelliğe karşı duyulan sevgi.

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

atba'

  • (Tekili: Tıb') Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları.

atıfet / âtıfet

  • Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme.
  • Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.
  • Karşılıksız sevgi, acıyıp esirgeme.

atil

  • Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan.

atuf / atûf

  • Karşılıksız seven ve acıyıp esirgeyen Allah.

ayiz

  • Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş.

azab / azâb

  • Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza.
  • Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.
  • Büyük sıkıntı, şiddetli elem.
  • Dünyada işlenen günahlara karşı ahirette çekilecek ceza.

azdad / azdâd / اضداد

  • Zıtlar, karşıtlar. (Arapça)

bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip

bahs

  • Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az.
  • Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.
  • Zulüm. İşkence.
  • Uzaklık.
  • Gümrük almak.
  • Göz çıkarmak.

banka

  • İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu mal

baraj

  • Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. (Fransızca)

batman

  • Eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

bazoka

  • (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.

becayiş

  • Karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş.

becayiş-i mekani / becâyiş-i mekânî

  • Karşılıklı yer değiştirme.

bedava

  • Parasız, meccanen, karşılıksız. (Farsça)
  • Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.) (Farsça)

bedel

  • (Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
  • Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
  • Başkasının adına hacca giden.
  • Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ
  • Karşılık.
  • Karşılık.

bedel-i ferag

  • Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.

bedel-i rakabe

  • Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet akçesi.

bedelen

  • Bedel ve karşılık olarak.
  • Mukabilinde, karşılığında, yerine.

bedeleyn

  • İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bedr muharebesi

  • Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 1

behs

  • Neşe ve güleryüzle karşılama.
  • Kahraman, yiğit, mert adam.
  • Cür'etkârlık.

bek'

  • Birbiri ardınca şiddetle vurmak.
  • Karşılayıp istikbâl etmek.

ber-vech-i maktu'

  • Muayyen bir bedel karşılığı olarak.

beray-ı istikbal / berây-ı istikbâl

  • Karşılamak için.

berr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
  • Îtikâdı doğru, amelleri i

bi-kar / bî-kâr

  • Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât) (Farsça)

bila bedel / bilâ bedel

  • Bedelsiz, karşılıksız.

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilmukabele / بالمقابله

  • Karşılık olarak.
  • Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
  • Karşılık vermekle.
  • Karşılığında, aynen, mukabele ederek, mukâbil olarak. (Arapça)

bir miktar-ı mukabil

  • Az bir karşılık.

biraz

  • Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma.

blöf

  • ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

boykot

  • (Boykotaj) Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. (Fransızca)
  • Bir işten geçici olarak çekilme; işe, çalışmaya hep birlikte katılmama. (Fransızca)

buğat / buğât

  • Bâğîler, âsîler. Haksız olarak devlete isyan eden, karşı gelenler. Bâğî'nin çokluk şeklidir.

ç

  • Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında "cim" harfi gibi üç sayısının karşılıdır.

ca'fer

  • Küçük akarsu, çay.

caize

  • (Cevaz. dan) (Çoğulu: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği.
  • Hediye, armağan, bahşiş.
  • Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve bahşişler.

çaliş / çâliş

  • Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. (Farsça)
  • Mukabil, karşı durma. (Farsça)
  • Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. (Farsça)
  • Birleşme. (Farsça)

camekıyye / câmekıyye

  • Hizmet karşılığı olarak alınacak ücretin veya maaşın çeki, bonosu.

celadet / celâdet

  • Ululara karşı gösterilen cesaret.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

cemal-i ba-kemal-i rabbaniye / cemâl-i bâ-kemâl-i rabbaniye

  • Her bir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan Allah'ın mükemmel güzelliği.

cemel vak'ası

  • Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakat

cesaret-i medeniye

  • Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.

cevab / cevâb / جواب

  • Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık.
  • Kabul etmemek. Reddetmek.
  • (Tekili: Câbiye) Havuzlar.
  • Cevap, soruya verilen karşılık.
  • Yanıt. (Arapça)
  • Karşılık. (Arapça)

cevab-ı kat'i / cevab-ı kat'î

  • Kesin cevap, karşılık.

cevab-ı na-savab / cevab-ı nâ-savab

  • Doğru olmayan karşılık. Yanlış cevab.

cevab-ı savap / cevâb-ı savap

  • Doğru cevap, karşılık.

cevabat

  • (Tekili: Cevâb) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler.

cevaben

  • Karşılık ve cevap olarak.

cevabi / cevabî

  • Karşılık, cevap.
  • (Tekili: Câbi) Tahsildarlar, câbiler.

cevi

  • Akarsu, nehir, dere, çay. (Farsça)

ceza / cezâ / جزاء / جَزَا

  • Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab.
  • Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım.
  • İyi veya kötü karşılık.
  • Şart cümlesinde cevap, karşılık olarak gelen kısım.
  • Suça karşılık verilen acı.
  • Karşılık. (Arapça)
  • Ceza. (Arapça)
  • Karşılık.

ceza-üş şart

  • Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.

ceza-yı amel / cezâ-yı amel / جَزَايِ عَمَلْ

  • Yapılan işin karşılığı.
  • Amelin karşılığı.

cezaü'ş-şart

  • Şart cümlesinin karşılığı ve cevabı olarak gelen kısım, meselâ, "gelirsen görüşürüz" cümlesinde "görüşürüz" cezaü'ş-şarttır.

cihad-ı harici / cihad-ı haricî

  • Dış düşmana karşı yapılan cihad, mücadele.

cihad-ı manevi / cihad-ı manevî

  • İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.

cihad-ı maneviye / cihâd-ı mâneviye

  • İlim, fikir, dua gibi mânevî unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele.

cim

  • ( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır.

cinayet ve ictinadan himayet etmek

  • Kesilme ve mevyelerin toplanma teklikesine karşı korumak.

cinayet-i amme / cinayet-i âmme

  • Umuma karşı işlenen cinayet.

cins-i ceza / cins-i cezâ / جنْسِ جَزَا

  • Cezanın (Karşılığın) cinsi.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

cismani / cismanî

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.

cizye

  • Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.
  • Devlet teminatı karşılığında fethedilen yerlerde Müslüman olmayanlardan alınan vergi.
  • İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.

cu

  • Akarsu, ırmak, nehir, çay. (Farsça)

cu'l

  • Ücret, mukabil, karşılık.
  • Ayak kirası.
  • Padişahın etbâından aldığı mal.

cud / cûd

  • Cömertlik. Karşılık beklemeden yapılan cömertlik.

cuy

  • Nehir, akarsu, ırmak, dere, çay. (Farsça)

cuybar

  • Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. (Farsça)
  • Irmak kenarı. (Farsça)

dad

  • Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir.
  • Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir.

dar-ı ceza / dâr-ı ceza

  • İyi veya kötü işlerin karşılığının verildiği ceza ve mükafat yeri.

dar-ül-ceza / dâr-ül-cezâ

  • Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ.

dar-ul-ukba / dâr-ul-ukbâ

  • Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

def-i ihtiyaç

  • İhtiyacın giderilmesi, ihtiyacın karşılanması.

delta

  • yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

dergah-ı kàdiyü'l-hacat / dergâh-ı kàdiyü'l-hâcât

  • Bütün ihtiyaçları karşılayan Allah'ın yüce katı.

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

dikte

  • Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. (Fransızca)
  • Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. (Fransızca)

dirhem

  • Eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

dolunay

  • t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri.
  • Bedir.

dua

  • Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru.
  • Salât, namaz.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak.
  • Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek.
  • Birisini çağırmak.
  • Birisini

ecir

  • Ücret, karşılık.
  • Karşılık, ücret.
  • İyi bir amelin karşılığı olarak verilen manevî mükâfat.

ecr

  • (Çoğulu: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey.
  • Ahirete aid mükâfat, hayır ceza.
  • Ücret, mukabil, karşılık. Sevab.
  • Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.
  • Sevap, karşılık.
  • İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara verdiği sevâb.
  • Yapılan bir iş karşılığında verilen ücret.
  • Ücret, karşılık.

ecr u mesubat / ecr u mesubât

  • Karşılık ve mükâfat. İyi amele karşılık Allah tarafından ahirette verilen sevap.

ecr u savab / ecr u savâb

  • Yapılan bir şeyin karşılığı olarak verilen ücret ve sevab.

ecr-i naim / ecr-i naîm

  • Bolluğun, bereketin karşılığı, ücreti.

ehl-i gaflet

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan kimseler.

ehl-i gaflet ve dalalet / ehl-i gaflet ve dalâlet

  • Âhirete ve Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız ve hak yoldan sapmış kimseler.

ehl-i isyan

  • Allah'a karşı isyan eden kimseler.

ehl-i salib / ehl-i salîb

  • Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.

elips

  • Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş bir çemberi andırır. (Fransızca)

emniyet-i mütekabile

  • Karşılıklı güven.

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)
  • 16. ve 17. yüzyılda Hıristiyan Katolik mezhebinden ayrılan veya papaya karşı gelen kimselere karşı, arslana parçalatma, ateşte yakma gibi cezalar uygulayan mahkeme.

engizisyon mahkemeleri

  • Fransa'da 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan Katolik Mezhebine ait kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenleri ağır işkence ve zor ölümlere mahkûm eden mahkemelere verilen isim.

enhür

  • (Tekili: Nehr) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular.

enis / enîs

  • Dost, arkadaş.
  • Yarattığı varlıklara karşı çok yakın, dost olan Allah.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erga

  • (Ergav) : Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. (Farsça)
  • Su akıtmak için açılan yol, ark. (Farsça)

esfar

  • (Tekili: Sefer) Seferler, yolculuklar, yola gidişler.
  • Düşmana karşı gidişler, akınlar.
  • (Sifr) Büyük kitaplar, ciltler.

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

esham-ı umumiye

  • Tanzimat devrinde devletin, halka borç karşılığı olarak verdiği hisse bedelleri.

esir / esîr

  • Köle. Savaşan iki taraftan birinin eline geçen karşı tarafa âit kimse.

eşkiya

  • Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.

eşreş

  • Muhalefet eden, karşı gelen.

essalavat

  • Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar.

estağfirullah

  • Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.)

esyah

  • (Tekili: Seyh) Nehirler, akarsular.
  • Çizgili elbiseler.

et-tahiyyatü

  • Bütün mahlukatın hayatları, kal ve hâl dilleri ile Hâlıkları olan Allah'a (C.C.) karşı yaptıkları hamdler, şükürler, mânevi hayat hediyeleri.

etnik

  • yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.

ezdad / ezdâd / اضداد

  • Karşıtlar, zıtlar. (Arapça)

facir / fâcir / فاجر

  • Günah işleyen. (Arapça)
  • Karşı cinse düşkün olan. (Arapça)

fahamet

  • (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)

fahri / fahrî

  • Karşılıksız olarak. Parasız olarak.
  • İftiharla. Övünerek.
  • Karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma.
  • Karşılıksız, parasız.

fahriyyen

  • Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.

faiz / fâiz

  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.

fakir

  • Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni

fakr / فَقْرْ

  • İhtiyaç, yoksulluk.
  • Azlık, muhtaçlık.
  • Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek.
  • Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.
  • Fakirlik, ihtiyacını karşılayamama.

fakr-ı mutlak

  • Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.

fasık / fâsık

  • (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.

fazail / fazâil

  • İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel huylar.

fazli / fazlî

  • Karşılıksız verilen.

fecr

  • Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
  • Fecir; sabaha karşı güneş doğmadan önce, ufkun aydınlığı, tan yerinin ağarması.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.

ferkadan

  • Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).

feyyaz-ı rahmani / feyyaz-ı rahmânî

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın feyiz, bereket ve ihsanı.

feyz-i rahman / feyz-i rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın lûtfu, ihsanı.

fi sebilillah / fî sebilillah

  • Allah yolunda, karşılık beklemeksizin.

fi'l-i mün'akis

  • Organizmanın bir uyarmaya karşı birdenbire aldığı vaziyet, refleks.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge
  • Can kurtarma karşılığı verilen akçe vesaire.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fikak

  • Halas, kurtulma.
  • Bir şeyin karşılığında verilen şey.

fisebilillah / fîsebîlillâh

  • Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden bir tâbir.

fısk / فسق

  • Hak yolundan çıkmak, Allah'a karşı isyan etmek.
  • Sefahete dalma, ahlâksızlık, gü-nahkârlık.
  • Kötülük, sefihlik. (Arapça)
  • Dinsizlik. (Arapça)
  • Tanrı'ya karşı isyan. (Arapça)

fobi

  • (Fobya) Bâzı hal veya şeylere karşı duyulan hastalık halindeki korku. (Fransızca)
  • Bazı şeylere karşı duyulan korku.

gadab

  • Hiddet, öfke, kızgınlık.
  • Allahü teâlânın, emrine karşı gelen kullarından intikam almak istemesi.

ganiyy-i muğni / ganiyy-i muğnî

  • Bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah.

gayr-i kabil-i mukavemet / gayr-i kâbil-i mukavemet / غير قابل مقاومت

  • Karşı konulmaz.

gayret

  • Dikkatle ve sebatla çalışmak.
  • Kıskanmak, çekememek.
  • Hareketli ve temiz hislerle çalışmak.
  • Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek.

gaza

  • Din uğrunda kâfirlere karşı yapılan savaş, cihad.

gerilla

  • (İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi.

gibet / gîbet

  • Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.

gin

  • Türkçedeki "li, lu, lı" eklerinin karşılığıdır. (Farsça)

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

grafik

  • yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.

gurre

  • Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.

güzel telakki etmek / güzel telâkki etmek

  • Güzel karşılayıp anlamak, kabullenmek.

habt

  • Yanlış hareket.
  • Maktulün kanının heder olması.
  • Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme.
  • Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.

hacat-ı zaruriye-i diniye / hâcât-ı zaruriye-i diniye

  • Dinen yapılması ve karşılanması zorunlu olan ihtiyaçlar.

hacegan / hâcegân

  • (Tekili: Hâce) Hocalar. (Farsça)
  • Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. (Farsça)
  • Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam. (Farsça)

hadd-i kazif

  • Nâmuslu bir kadına zina isnad edene karşı verilen şer'î ceza.

hafi

  • Yalın ayak yürüyen veya koşan.
  • Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.

hain

  • Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

halif

  • Karşılıklı olarak yapılan bir antlaşmanın şartlarını yerine getirmeye yemin eden, and içen, müttefik.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

hamd

  • Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri.

hammal

  • (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam.
  • Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

harac

  • Güçlük, sıkıntı, eziyet.
  • Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
  • Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.

hareket-i milliye

  • Birinci Dünya Savaşının ardından İstanbul'u işgal eden İngilizler'e karşı ortaya çıkan direniş hareketi.

harık

  • Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen.
  • Yırtıcı, yırtan.

hasbeten lillah / hasbeten lillâh

  • Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
  • Allah rızası için, Allah yolunda, karşılık istemeksizin.

hasbi / hasbî / حَسْب۪ي

  • Karşılıksız; sırf Allah rızası için.
  • Karşılıksız. Allah rızası için.
  • Karşılık beklemeyen.
  • Karşılıksız.

haşem

  • Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.

hasm

  • (Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman.

haşmetmeab

  • Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.

hass / hâss

  • Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
  • Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

hatib / hatîb

  • Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse.
  • Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
  • Hitap eden, topluluğa karşı konuşan.

hatt-ı vasıt / hatt-ı vâsıt

  • Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.

havadis

  • (Tekili: Hâdise) Yeni hâdiseler, yeni sözler.
  • Alâka ile karşılanan haberler.

hazret-i kahhar / hazret-i kahhâr

  • Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah.

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hem-aviz

  • Harpte karşılaşan iki kişiden biri. (Farsça)

hibe

  • Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey.
  • Hal ve şân.
  • Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir.

hıkd

  • Başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.

hikmet-i hakiki / hikmet-i hakikî

  • Felsefenin karşısında Kur'ân'ın koyduğu gerçek hikmet.

hılaf

  • (Çoğulu: Ahlâf) Söğüt ağacı.
  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.

hilaf / hilâf

  • Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
  • Karşı, zıt.
  • Yalan.
  • Karşı, muhâlif, âdet ve kâidenin aksine.
  • Karşı, zıt, aykırı.

hilaf-giri / hilaf-girî

  • Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik. (Farsça)

hilaf-ül-ade / hilaf-ül-âde

  • Kaide ve usule karşı.

hilafet / hilâfet

  • Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).
  • Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi.
  • İnsanları

hilafgir

  • (Çoğulu: Hilâfgirân) Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan. (Farsça)

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hılfe

  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.
  • Biri gidip diğeri geriye gelmek.
  • Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot.
  • Sonra biten yemiş.

hipotenüs

  • Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.) (Fransızca)

hırs-ı dünya

  • Dünyaya karşı gösterilen açgözlülük.

hırs-ı muaraza / hırs-ı muâraza

  • Karşı koymak için aşırı istek.

hitab

  • Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.

hitabet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.

hiza

  • Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra.
  • Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler.
  • Nalin.
  • Taraf.

hizmet-i cihadiye

  • Allah yolunda düşmanlara karşı savaşma görevi.

hoşamedi etme / hoşâmedî etme

  • Karşılama, hoş geldin deme.

hüccetü'l-kur'an ala hizbi'ş-şeytan / hüccetü'l-kur'ân alâ hizbi'ş-şeytan

  • Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur'ân'ın kesin delili.

hüccetü'l-kur'an ale'ş-şeytan ve hizbihi / hüccetü'l-kur'ân ale'ş-şeytan ve hizbihî

  • Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur'ân'ın delili.

hücum

  • Saldırma. Hamle ile ileri atılmak.
  • Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hudud-u şer'iyye

  • Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.

hukuk-u zevciye

  • Karı ile kocanın birbirlerine karşı hâiz olduğu haklar. Aile hukuku.

hul

  • (Tekili: Hâyil) Bela. Zahmet.
  • Mukabele etmek, karşılık vermek.

hul'

  • Zevceyi mal karşılığında boşamak.

huluskar / huluskâr

  • Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. (Farsça)
  • Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren. (Farsça)

hulvan

  • Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey.
  • Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar.
  • Vermek, bahşetmek.
  • Bir belde ismi.

huneyn vak'ası

  • Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç

hürmet-i mütekabile

  • Karşılıklı saygı göstermek.

huruc alessultan

  • Meşru hükümete karşı kıyam ve isyan etme.

huruf-u şartiye

  • Şart edatları; Türkçe'de "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan Arapça edatlar, in, lev gibi.

husema'

  • (Tekili: Hasım) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar.
  • Adüvler, düşmanlar.

hüsn-i kabul

  • Hüsn-i kabul görmek: İyi karşılanmak.
  • Hüsn-i kabul göstermek: İlgi göstermek, iyi karşılamak.

hüsn-ü istikbal

  • Güzel karşılama.

hüsn-ü kabul

  • İyi karşılamak. Güzellikle kabul etmek.

hüsn-ü rıza / hüsn-ü rızâ

  • Güzel bir şekilde razı olma, hoş karşılama.

hüsn-ü telakki / hüsn-ü telâkki

  • İyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama.

hüsn-ü teveccüh

  • Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.

huşu / huşû / خشوع

  • Alçakgönüllülük. (Arapça)
  • Tanrı'ya karşı korku ve saygı duyma. (Arapça)

hutbe

  • Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd, Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.

huyela / huyelâ

  • Harbde düşmana karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, üstün görünmek), kibirlenmek.

huzur-u irfanınıza baş koydum

  • "Üstün ilim ve zekâdan hâsıl olan olgun şahsiyetinizin önüne baş koydum" anlamında karşısındakine karşı bir saygı ve hürmet bildiren ifade.

huzur-u mehabetinde

  • Büyüklük ve ihtişamın karşısında.

i'sar

  • Fakirlik.
  • Borçluya karşı takaza etmek, sıkıştırarak alacağını istemek, güçleştirmek.

iade

  • Geri vermek. Eski haline getirme.
  • Mukabilini yapma. Karşılığını yapma.
  • Avdet ettirmek.
  • Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.

iade-i ziyaret / iâde-i ziyâret

  • Karşı ziyarette bulunma.
  • İâde-i ziyâret etmek: Ziyarete karşılık vermek.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

iare

  • Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.

iaza

  • (İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek.

ibret

  • İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.

icab

  • Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
  • Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.

icare / icâre

  • Kira. Gelir, irâd. Ücret.
  • Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık ile satmak.
  • Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.

icra

  • Bir işi yürütmek.
  • Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme.
  • Vekil göndermek.
  • Mahkeme kararını yerine getirmek.
  • Suyu akıtmak.
  • Huk: Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla ödetme.

icra dairesi

  • Borçlunun, alacaklıya karşı ödemekle yükümlü bulunduğu bir şeyi hukukî yollarla almasını sağlayan daire, kurum.

ihanet / ihânet

  • Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
  • İsyân etmek, karşı gelmek.
  • Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.

ihbat

  • Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak.
  • Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek.
  • İşin karşılığını vermek.
  • Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek.

ihdaf

  • Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak.

ihlas

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm

  • Tam ihlâs, yaptığı her işinde Allah'ın emrini ve rızasını gözetme, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık beklememe.

ihsan-ı rahmani / ihsan-ı rahmânî

  • Bütün yarattıklarına karşı çok merhametli olan Allah'ın ikramı, bağışı.

ihtica'

  • Karşılıklı olarak birbirini hicvetme.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ihzariye

  • Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi.
  • Birinin mahkemeye çağrılması için

ikbal / ikbâl

  • Yönelme.
  • Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.
  • Baht açıklığı.

ikmah

  • Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme.
  • Kafa tutmak, kibir ve azametle karşı gelmek.

ikramiye

  • Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye.
  • Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para.
  • Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para.
  • Satıcı tarafından pazarlığın hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

ilham-ı fıtri / ilham-ı fıtrî

  • Cenâb-ı Hakkın ihtiyaçlarını karşılamaları için varlıklara yaratılışta vermiş olduğu duygu.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

iltizam-ı muhalif

  • Karşı tarafın fikrine taraftar olma.

iltizam-ı taraf-ı muhalif

  • Muhalif tarafı destekleme, karşı tarafın fikirlerine sarılma.

ilzam eden

  • Delil getirerek karşısındakini susturan.

imamet-i kübra / imâmet-i kübrâ

  • Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet.

iman-ı hakiki / îmân-ı hakîkî

  • Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.

imdadiye

  • Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.

inad / inâd

  • Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.

inayet

  • Yardım, lütuf meded etmek.
  • Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.

inayet-i rahmaniye / inayet-i rahmâniye

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın özel yardımı.

inhizal

  • Beli kırılmış gibi ağır yürüme.
  • Soruya karşılık verme.

inni / innî

  • Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.

inşaallahü'r-rahman / inşaallahü'r-rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah dilerse.

insan-ı gafil

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan.

ırmak

  • Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir.

irtibat

  • Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık.
  • Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.

isabet

  • Ecir, mükâfât, karşılık vermek.
  • Doldurmak.

isam

  • (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.

ism-i tafdil

  • "En üstün, daha üstün, daha iyi" gibi karşılaştırma ve üstünlük ifâde eden sözler.

istiare-i mekniye

  • (Kapalı istiare) Teşbihin temel unsurlarından yalnız benzetilenle yapılan istiare. Meselâ: Merhum Mehmed Akif'in:Şu karşımızda mahşer kudursa, çıldırsa,Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz.Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz...beyitlerinde düşman k

istiaza

  • Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek.

iştibak

  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî

  • Gr: Menfî cihetle sual sormak. (İnkâr ettiğini bildirir şekilde "Olmaz" diyen birisine karşı, "Olur mu? diye sormak gibi.)

iştiha

  • Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu.
  • Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla isteklilik.

istihdaf

  • Hedef edinmek, hedef saymak.
  • Hedef gibi karşıda durmak.
  • Erişilmek istenilen netice ve gaye.

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.

istihsan

  • Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak.
  • Sağlam bir yere kapanmak.

istikbal / istikbâl / استقبال / اِسْتِقْبَالْ

  • Ati, gelecek zaman.
  • Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.
  • Gelecek zaman.
  • Gelen bir kimseyi karşılamak.
  • Gelecek, karşılama.
  • Karşılama. (Arapça)
  • Gelecek. (Arapça)
  • Kıbleye dönme. (Arapça)
  • İstikbal etmek: Karşılamak. (Arapça)
  • Karşılama.

istikbal etmek

  • Karşılamak.

istikbal-i siyasi / istikbal-i siyasî

  • Siyasî karşılama.

istikbalen

  • Karşılayarak, karşılamak üzere.
  • Gelecek zamanda, ilerde.

istikbalinde

  • Karşısında.

istikbaliyye

  • Edb: Yeni gelen bir kimsenin karşılanması sebebiyle yazılan manzume.

istimlak

  • İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi.
  • Mülk satın almak.
  • Mülk sahibi olmak.

istiskal / istiskâl / استثقال

  • Hoşnutsuzluğu belli ederek karşı tarafı çekilmez görme.
  • Hoş karşılamama, yüz vermeme. (Arapça)

isyan / isyân

  • İtaatsizlik. Emre karşı gelmek. Ayaklanmak.
  • Karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma.

itilafçılar / itilâfçılar

  • Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler.

itiraz / îtiraz

  • Kabul etmediğini belirtme, karşı çıkma.
  • Karşı çıkma, karşı söz.

ittihab

  • (Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme.

ıvaz

  • Karşılık, bedel.

ivaz / عوض

  • Karşılık olarak verilen şey. Bedel.
  • Karşılık, bedel.
  • Karşılık olarak verilen şey, bedel.
  • Karşılık.
  • Karşılık, bedel. (Arapça)

ivazan / عوضا

  • Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında.
  • Karşılığında, karşılık olarak. (Arapça)

ivazsız

  • Karşılıksız, bedelsiz.

izhar-ı muhalefet

  • Karşı olduğunu ortaya koyma; açık bir şekilde muhalefet yapma.

izn-i rabbani / izn-i rabbânî

  • Her bir varlığı yaratan ve her türlü ihtiyacını karşılayan Allah'ın izni.

k

  • Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.

kabil-i kıyas / kâbil-i kıyas / قابل قياس

  • Kıyaslanabilir, karşılaştırılabilir.

kabil-i kıyas olmayan

  • Kıyası mümkün olmayan, karşılaştırılamaz.

kademiyye

  • Ayak bastı parası.
  • Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.

kàdıu'l-hacat / kàdıu'l-hâcât

  • Bütün ihtiyaçları karşılayan Allah.

kadr

  • Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.

kalaid

  • (Tekili: Kılâde) Gerdanlıklar.
  • Akarsular.

kalemiyye

  • Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.

kanun-u mübareze

  • Karşılıklı mücadele, çatışma kanunu.

kar / kâr

  • (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. (Farsça)

karisa / karisâ

  • (Bak: KARSA)

karsel

  • Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)

kaydahr

  • Halkın her işine karşı gelen.
  • İri gövdeli deve.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kefalet / kefâlet

  • Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

kefaret-i yemin vermek

  • Yerine getirilemeyen yeminin karşılığını ödemek.

kefaret-keffaret

  • İşlenen bir günaha, bir yeminin bozulmasına karşılık verilen sadaka.

keffaret / keffâret

  • İşlenen bir hata veya günahın bağışlanmasına vesile olması için verilen sadaka veya tutulan oruç, karşılık.

kefh

  • Karşı karşıya savaşma.

kemal-i iftikar / kemâl-i iftikar

  • Allah'a karşı fakirliğini tam hissetme.

keyfer

  • Karşılık, mukabil. (Farsça)
  • Mükâfat veya ceza. (Farsça)

kıbal

  • (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme.
  • Pabucun ayak üstüne gelen yeri.

kılade

  • Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey.
  • Akarsu.

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kira'

  • Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi.
  • Böyle bir şey karşılığı alınan para.

kitab-ı ilzam ve iskat / kitab-ı ilzam ve iskât

  • Karşısındakini delillerle mağlup edip susturan kitap.

kitabet / kitâbet

  • Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
  • Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
  • Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme.

kıtal

  • Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.

kıyam

  • Kalkma, ayakta durma, ayağa kalkma.
  • Namazın ayakta kılınan kısmı.
  • Bir işe kalkışma.
  • Karşı koyma, ayaklanma.

kıyas / kıyâs / قياس

  • Karşılaştırma.
  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille
  • Karşılaştırma.
  • Karşılaştırma, mukayese. (Arapça)

kıyas etme

  • Karşılaştırma.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyasat / kıyâsât

  • Karşılaştırmalar.

kıyasen / kıyâsen / قِيَاسًا

  • Karşılaştırarak.
  • Karşılaştırarak.

kıyasımaalfarık / kıyâsımaâlfârık

  • Birbirine benzemeyenlerin karşılaştırılması.

kızılhaç

  • Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.

komplo

  • Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. (Fransızca)

kozmopolit

  • Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. (Fransızca)
  • Çeşitli milletlerden insanları içine alan. (Fransızca)

kudsiyetşiken / قدسيت شكن

  • Kutsallığı bozan; kutsal olan şeylere karşı saygısız. (Arapça - Farsça)

küfr-i mutlak

  • Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.

küfran-ı nimet / küfrân-ı nimet

  • Nimete karşı nankörlük.

külfet-i tahsil

  • Bir ilmi tahsil etme sırasında karşılaşılan zorluklar.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.

kumar

  • Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır.
  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

küreyvat-ı beyza

  • Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

lahk

  • (Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek.
  • Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.

laik cumhuriyet / lâik cumhuriyet

  • Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, her türlü inanç sahibine karşı tarafsız olarak din ve vicdan hürriyetinin sağlandığı cumhuriyet.

lala

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. (Farsça)
  • Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. (Farsça)
  • Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine (Farsça)

levaim

  • (Tekili: Lâime) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.

levm

  • Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.

ma'ruz

  • Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak.
  • Arzolunmuş, arzolunan.
  • Serilmiş, yayılmış.
  • Verilmiş, sunulmuş.
  • Anlatılmış.
  • Bir şeye karşı siper alan.

ma-i cari / mâ-i câri

  • Devamlı akan su; akarsu.
  • Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.)

mahv ve sekir

  • Allah'ın varlığı karşısında kendini ve herşeyi yok sayma ve Onun karşısında mânevî sarhoşluk hâlinde olma.

makam-ı ifham ve ilzam

  • Karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı.

makbuz

  • (Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan.
  • Daraltılmış, sıkılmış.
  • Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt.

makis / mâkis

  • Karşılaştırma.

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.

manevi mücahede / mânevî mücahede

  • Nefis ve şeytana karşı yapılan cihad, mücadele.

maruz / mâruz / معروض

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.
  • Arzolunan, verilen, anlatılan, karşı karşıya kalan.
  • Arzedilen, sunulan. (Arapça)
  • Karşı karşıya kalma, tutulma. (Arapça)
  • Maruz olmak: Karşı karşıya kalmak. (Arapça)

maruz bırakmak

  • Karşı karşıya bırakmak.

maruz olan

  • Yüz yüze gelen, karşılaşan.

maruz olma / mâruz olma

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

mazhar / مظهر

  • Ortaya çıkış yeri. (Arapça)
  • Şereflenme, nail olma. (Arapça)
  • Mazhar olmak: Karşılaşmak, nail olmak. (Arapça)

me'cur

  • Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse.
  • Kiraya verilen.

meccan

  • Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen.

meclis-i a'yan / meclis-i a'yân

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)

medar-ı müfaharet

  • Karşılıklı övünç vesilesi, gurur sebebi.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

mekruh

  • İstenmeyen, hoş karşılanmayan.

menfaat

  • Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.

merhamet-i mütekabile

  • Karşılıklı merhamet besleme.

meşakka / meşâkka

  • Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak.

mesele

  • Sorulup karşılığı istenen problem.
  • Önemli iş.

meşrık

  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

mesubat

  • (Tekili: Mesube) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar.

mesube

  • (Çoğulu: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat.

mevahib / mevâhib

  • Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler.
  • Karşılıksız verilenler, ihsanlar.

mevhub

  • (Çoğulu: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış.
  • Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.

mevhube

  • Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.
  • Karşılıksız olarak verilen; hibe edilen.

mevlana / mevlânâ

  • "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

mevt-i ahmer

  • Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek.
  • Tas: Nefse karşı koymak.

meylü't-tehaddi / meylü't-tehaddî

  • Karşı koyma meyli, eğilimi.

miktar-ı mukabil

  • Karşılığının bir miktarı, en ufak karşılık.

miktar-ı mukabili

  • Karşılığı olan miktarı.

mim

  • Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır.
  • Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir.
  • Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir.<

minnet

  • İyiliğe karşı duyulan şükür hissi.
  • Birisine iyilik etmek.
  • Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmek.
  • Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır.
  • Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
  • Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
  • Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı o
  • İyiliğe karşı duyulan şükür hissi, başa kakma.

minnet etmek

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmek.

minnetdar / minnetdâr

  • Şükran duyan, iyilik karşısında kendini borçlu hisseden.
  • Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. (Farsça)
  • Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.

minnetsiz

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmeme.

minnettar / minnettâr

  • İyilik yapan birisine karşı duyulan teşekkür hissi.

minnettar etmek

  • Yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi uyandırmak.

minnettar olmak

  • Minnet duymak, yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu hissetmek.

minnettarane / minnettârâne

  • Minnet duyarak, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi taşıyarak.

mir'at-ı vacibü'l-vücud ve'l-mennan / mir'ât-ı vâcibü'l-vücud ve'l-mennân

  • Varlığı zorunlu olup var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan ve yarattıklarına herşeyi karşılıksız veren Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna.

miskal

  • Yirmidört kıratlık bir ağırlık ölçüsü. (Ondört kırat bir şer'î dirhem karşılığıdır).

mu'aşeret / mu'âşeret

  • İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar.

muadat

  • Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muadelet / muâdelet

  • Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
  • Eşitlik, denklik, karşılıklı denge ve uygunluk.

muafiyyet

  • Bir hastalığa karşı aşı ile elde edilen hâl.
  • Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.

muahede / muâhede

  • Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
  • Karşılıklı and içme, antlaşma.

muaheze

  • Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.

muahid / muâhid

  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muamelat

  • İnsanların birbirine karşı tutum ve davranışları.
  • Resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.

müanese

  • Dostane görmek, görüşmek. Karşılıklı ünsiyet etmek.

muanid / muânid

  • Karşı, zıt.

muanne

  • Muhâlefet etmek, karşı gelmek.

muaraza / معارضه / muâraza / مُعَارَضَه

  • Bir şeyden yan verip sapmak.
  • Biri ile yarışmak.
  • Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
  • Karşı gelme.
  • Karşı çıkma.

muaraza-i bil-huruf

  • Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele.

muaraza-i bis-süyuf

  • Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.

muarefe / muârefe

  • Karşılıklı görüşme ve tanışma.
  • Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak.
  • Karşılıklı görüşme, tanışma.

muarız / muârız / معارض / مُعَارِضْ

  • Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen.
  • Karşı gelen.
  • Karşıt, itirazcı. (Arapça)
  • Karşı çıkan.

muarız kalma

  • Karşı gelme, aykırı tavır sergileme.

muarız kalmak

  • Karşı gelmek, muhalif kalmak.

muarız olma

  • Karşı olma, karşı gelme.

muarızin / muarızîn

  • (Tekili: Muârız) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler.

muaşaka

  • Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.

muatat

  • Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek.
  • Vermek.

mübahasat

  • (Tekili: Mübâhese) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.
  • Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.

mübahase / mübâhase / مُبَاحَثَه

  • Karşılıklı konuşma, fikir belirtme, sohbet.
  • Karşılıklı konuşma.

mübahese

  • Karşılıklı konuşma, bahse giriş.

mübareze / mübâreze

  • Mücadele, karşı karşıya gelme.

mübareze etmek

  • Karşı koymak, çarpışmak.

mübarezekarane / mübarezekârâne

  • Karşı koyarcasına.

mübaşeret

  • Bir işe girişmek. Bir işe başlamak.
  • Karşılaşmak.
  • Başlamak ve devam etmek.
  • Temas etmek, dokunmak.
  • İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.

mübatana

  • Bir mevzu üzerinde karşılıklı çekişme.

mücadele / mücâdele

  • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

mücahede / mücâhede

  • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
  • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
  • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu
  • Cihad etme, din düşmanına karşı mücadele yapma.

mücahid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz

mücameat

  • Karşılıklı iyi ilişkiler kurmak.
  • Cinsî münasebette bulunmak.

mücamelet

  • Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme.

mücaraha

  • (Cerh. den) Karşılıklı birbirini yaralama.

mücavebet

  • (Cevab. dan) Birbirine cevap verme, cevaplaşma, mektuplaşma. Karşılıklı cevap verme.

mücavedet

  • Bir kimseye karşı ihsan ve kerem etme.

mücazat / مجازات

  • Ceza. Suçlara karşı verilen karşılık.
  • Karşılık.
  • Karşılık.
  • Bir suça verilen ceza.
  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Karşılık verme. (Arapça)

mücazebe

  • Karşılıklı birbirini çekme ve cezbetme.

mücazefe / mücâzefe

  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak.
  • Fık: Tartıp ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.

müdaabe

  • (Müdâabet) Karşılıklı takılma, lâtife yapma, şakalaşma.

müdafaa

  • Bir hücuma ve zarar veren bir harekete karşı durmak. Def'etmek. Savmak.
  • Düşman hücumunu men'etmek.
  • Mahkemede: İddiacının dâvasını def' edecek bir surette bir iddia dermeyân etmek, beyânatta bulunmak.

müdafaat

  • Müdafaalar. Karşı hücuma mukabil müteaddit def'edici hareketler. Savunmalar.

müdahene

  • Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medhetmek. Koltuklamak. Bir kimsenin yüzüne karşı iyi görünmek. Münâfıklık.

müdahin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.

müdaree

  • Def'edişmek.
  • Muhalefet edişmek, birbirine zıt ve karşı olmak.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müdavele-i hissiyat

  • Duyguların karşılıklı alışverişi.

müfadat-ı üsera / müfadat-ı üserâ

  • Eskiden muhârib iki kavmin karşılıklı olarak esirlerini değişmeleri.

müfahare

  • Karşılıklı övünme.

müfaharet

  • (Fahr. den) Karşılıklı övünme.

müftehirane / müftehirâne

  • İftihar ederek, karşılık beklemeden. (Farsça)
  • Elbette. Memnuniyetle. (Farsça)

mugalata / mugâlata

  • (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji.
  • Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
  • Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz.

mugazebe

  • Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.

muhabbet-i zati / muhabbet-i zâtî

  • Allah'ın kendi Zâtına karşı duyulan sevgi.

muhabbetullah

  • Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.

muhabere

  • Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.

muhacat

  • (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.

muhacet

  • (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.

muhadat

  • Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.

muhalaa / muhâlaa

  • Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması.

muhalefet / muhâlefet / مخالفت

  • Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
  • Karşı gelme, ayrı düşünme, uymama.
  • Karşıt olma, aykırılık.
  • Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.
  • Karşı çıkma.
  • Karşı düşüncede olma. (Arapça)

muhalefet etme

  • Karşıt olma, aykırı davranma.

muhalefet-i şeriat

  • Şeriata karşı muhalefet; şeriata aykırı davranma.

muhalif / muhâlif / مخالف

  • Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan.
  • Başka şekilde düşünen.
  • Karşı duran.
  • Aykırı, karşıt.
  • Karşı, zıt, aykırı, uymaz.
  • Karşı olan.

muharebe

  • (Çoğulu: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.

muhasamet

  • Karşılıklı düşmanlık besleme.

muhasım

  • Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.

muhasımeyn

  • Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.

muhatab ittihaz etmek

  • Karşısındakilerini dinleyen.
  • Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek.
  • Konuşmaya lâyık görmek.

muhaverat / muhaverât

  • (Tekili: Muhavere) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
  • Karşılıklı konuşmalar.

muhavere / muhâvere / مُحَاوَرَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma.

muhavere-i latife / muhâvere-i lâtife

  • Karşılıklı olarak yapılan güzel ve nükteli bir sohbet.

muhazah

  • Mukabele olmak, karşılık olmak.

muhazat

  • Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak.
  • Yüz yüze gelme, karşılaşma.

muhazi / muhazî

  • (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.

müjde-gan / müjde-gân

  • Müjdeye karşılık verilen bahşiş veya hediye. (Farsça)

mukabele / مقابله

  • Karşılık, karşılamak.
  • Mücadele.
  • Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
  • Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
  • Yüz yüze olmak.
  • Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm
  • Karşılık.
  • Karşılık verme.
  • Karşılık verme.

mukabele eden

  • Karşılık veren.

mukabele etmek / mukâbele etmek

  • Karşılık vermek.

mukabele ve muvazene

  • Terazinin iki kefesi gibi karşılıklı tartılma.

mukabele-i bilhuruf

  • Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek.

mukabele-i bilmisil

  • Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.
  • Misilleme yaparak karşılık verme.

mukabele-i bilmisl

  • Benzeriyle, aynıyla karşılıkta bulunma.

mukabele-i bissüyuf

  • Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak.

mukabele-i maneviye / mukabele-i mâneviye

  • Mânevi karşılık.

mukabele-i rahmani / mukabele-i rahmânî

  • Rahmân olan Allah'ın Zâtına has ve yaraşır şekilde karşılık vermesi.

mukabelesiz

  • Karşılık vermeksizin.

mukabeleten

  • Karşılık olarak.
  • Karşılık vererek.

mükabere / mükâbere

  • (Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük görmek.
  • Münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme.

mukabil

  • Karşılık.
  • Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.

mukàbil

  • Karşılık.

mukabil / mukâbil / مقابل

  • Karşılık.
  • Karşı olan.
  • Karşılığında. (Arapça)
  • Karşılık. (Arapça)

mukabildir

  • Karşı karşıyadır, karşısındadır.

mukabilinde

  • Karşılığında.

mukàbilinde

  • Karşılığında.

mukabilsiz

  • Karşılıksız.

mükabir / mükâbir

  • Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan.

mükafaha / mükâfaha

  • Karşılaşma. Yüzyüze gelme.
  • Savaşma.

mükafat / mükâfat / mükâfât

  • (Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık.
  • Berâberlik.
  • Takdirnâme.
  • İyi karşılık.

mükafat-ı maneviye / mükâfat-ı mâneviye

  • Mânevî mükâfat, karşılık.

mükafaten / mükâfaten

  • Mükâfat ve karşılık olarak.

mükafele / mükâfele

  • Karşılıklı olarak birbirine kefil olma.

mükafil / mükâfil

  • Karşılıklı kefillerden herbiri.

mükaleme / mükâleme / مُكَالَمَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme.
  • Karşılıklı konuşma.

mükaleme-i kudsiye / mükâleme-i kudsiye

  • Karşılıklı kutsal konuşma.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mukataa

  • (Kat'. dan) Kesişmek.
  • Ülfeti terk eylemek.
  • Birbirinden kesmek ve kesişmek.
  • Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi.
  • Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.

mukavele

  • Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek.
  • Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.

mukavemet / مقاومت

  • Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
  • Karşı koyma, direnme. (Arapça)
  • Mukavemet etmek: Karşı koymak, direnmek. (Arapça)

mukavemet etme

  • Direnme, karşı koyma.

mukavemet etmek

  • Dayanmak, karşı koymak.

mukavemet-suz / mukavemet-sûz

  • Karşı konulmaz.

mukavemetsiz

  • Karşı konulmaz, direnilmez.

mukavim / مقاوم

  • Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
  • Karşı koyan, direnen, dirençli. (Arapça)

mukavimin / mukavimîn

  • (Tekili: Mukavim) Karşı koyanlar, direnenler.

mukayada satışı / mukâyada satışı

  • Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.

mükayele / mükâyele

  • (Mükâyelet) Bir kimsenin davranışına aynıyla karşılık verme.
  • Ölçülmek.

mukayese / مقايسه / mukâyese / مقایسه

  • (Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma.
  • Kıyas etme, karşılaştırma.
  • Karşılaştırma.
  • Karşılaştırma.
  • Kıyaslama, karşılaştırma. (Arapça)

mükazebe / mükâzebe

  • (Kizb. den) Karşılıklı olarak yalan söyleme.

mülaane / mülâane

  • Karşılıklı beddua etme, ilenme, lânet etme.
  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülakat / mülâkat

  • Karşılıklı görüşme.

mülaki / mülâki

  • Mülâki olmak:
  • Karşılaşmak.
  • Görüşmek.

mülatafe / mülâtafe

  • Lâtifede bulunma, espiri yapmak, edep sınırlarını aşmadan şaka ile takılma, karşılıklı şakalaşma.

mülatefe / mülâtefe

  • Karşılıklı lâtifede bulunma, espiri yapma.

mümalata / mümâlata

  • Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere karşılıklı şiir söylemek.
  • Karşılıklı şiir söyleme.

mümanea / mümânea

  • Karşılıklı menetme, ruhsat vermeyip önleme.
  • Karşılıklı engelleme.

mumatala

  • Sohbet eder gibi karşılıklı konuşma.

münaferat

  • Nefret etmeler, karşılıklı soğuk davranmalar.

münaferet / münâferet

  • Birbirinden kaçıp nefret etmek, karşılıklı huzursuzluk.
  • Adâvet, hased ve şeref cihetinde hakeme müracaat eylemek.
  • Birbiri ile müfahere eylemek.
  • Karşılıklı nefret.

münakale

  • Karşılıklı iletişim, etkileşim, alış-veriş.

münakare

  • Talep edişmek, karşılıklı istemek.

münakaşa

  • Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok ileri götürerek çekişmek.

münakere

  • Kavga ve niza etmek.
  • Karşılıklı inkâr.

münaşede

  • (Neşide. den) Karşılıklı neşide söyleme.

münazara / münâzara

  • Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan münakaşa. Mübahese.
  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı fikir alışverişi, ilmi tartışma.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

murabıt

  • Kalbini Allah'a bağlayan.
  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

mürtecil

  • Hemen, düşünmeden şiir söyliyen veya karşılık veren. Hazırcevap.

müşaare

  • (Şiir. den) Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek. Şiir yarışı.

musab

  • Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan.

müsab

  • Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören.

müsabaka

  • Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.

musaberet

  • Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.

müşacere

  • Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza.
  • Birbirine ağaçla vurma.

musadakat

  • (Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk.

müsademe-i efkar / müsademe-i efkâr

  • Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi.

müsadere etmek

  • Suç karşılığı olarak, malın tamamına ya da bir bölümüne el konulması.

müşafehe

  • Yakından karşılıklı konuşmak, karşı karşıya konuşmak.

musahabe / musâhabe

  • Karşılıklı sohbet etme, konuşma.

musahabet

  • Karşılıklı sohbet.

musalaha

  • Karşılıklı anlaşmak. Barışmak. Sulh akd etmek.

musalahat

  • (Tekili: Musâlaha) (Sulh. dan) Karşılıklı anlaşmalar. Barışlar.

müsalemet / müsâlemet

  • Karşılıklı barış içinde olma.

musaraa etmek

  • Mücadele vermek, karşı koymak.

müşareket

  • Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak.
  • Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil.
  • Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.

müsemmen

  • Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.
  • Sekiz renkli. Sekiz parçadan meydana gelen.
  • Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet karşılığında satılmış olan şey.

müstahsen

  • Güzel karşılanan, beğenilen.

müstakbel

  • Karşılanan, istikbâl edilen, önde bulunan. İlerdeki, gelecek.
  • Gelecek zaman.

müstakbil

  • İstikbâl eden, karşılayan.
  • Kıbleye dönen.

müstakbilin / müstakbilîn

  • (Tekili: Müstakbil) (Kabl. dan) Karşılayanlar, karşılayıcılar, istikbâl edenler.
  • Kıbleye dönenler.

müstaktil

  • (Katl. dan) Ölüme karşı göğüs geren. İstiktal eden.

müste'di / müste'dî

  • Birinin zulmüne karşı başka birinden yardım dileyen.
  • Birini sıkıştırıp malını zorla alan.

müsteskıl

  • (Sıklet. den) İstiskal eden. Birine karşı kovarcasına muamelede bulunan.

mutabaat

  • Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.

mütareke / متاركه / mütâreke / مُتَارَكَه

  • Bir mes'eleyi hal için bir şeyi terketmek.
  • Karşılıklı olarak anlaşmak, kuvvet ve silâhı bırakmak.
  • Bırakışma, karşılıklı silah bırakma. (Arapça)
  • Karşılıklı ateşkes.

mütarik

  • Karşılıklı olarak terkeden, bırakan. Mütâreke eden.

mütasarrıfa

  • İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

mütecavib

  • Karşılıklı cevap veren.

mütedahik

  • (Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden.

mütedarib

  • (Darb. dan) Birbirine vuran karşılıklı vuruşan.

müteferrika

  • Çeşitli işler gören.
  • Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini götüren kimse.
  • Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret.

mütehalif / mütehâlif

  • Birbirine karşı, uymaz.

mütehasım

  • (Çoğulu: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine hasım olan.
  • Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri.
  • Karşılıklı düşmanlık eden; karşılıklı olarak dâvâ eden.

mütehasımin / mütehasımîn

  • (Tekili: Mütehasım) Çekişenler, birbirlerine düşmanlık ve husumet edenler. Hasım olanlar. Karşılıklı dâva edenler.

mütekabil / mütekâbil / متقابل

  • Karşılıklı, bir diğerinin karşısında.
  • Karşılıklı.
  • Karşılıklı.
  • Karşılıklı. (Arapça)

mütekabile / mütekâbile / متقابله

  • Karşılıklı olan.
  • Karşılıklı davranış veya vaziyet.
  • Karşılıklı. (Arapça)

mütekabilen / mütekâbilen / متقابلا

  • Karşılıklı olarak, karşı karşıya.
  • Karşılıklı olarak. (Arapça)

mütekabiletan

  • Birbirine karşı olan iki şey.

mütekabiliyet

  • Karşılıklı vaziyet, karşılıklı durum.

mütekatı'

  • Karşılıklı kesişen, birbirini kesen.

mütekatil

  • (Katl. den) Karşılıklı olarak birbirine öldüren, katleden.

mütenazır

  • (Nazar. dan) Tenazür eden, birbirinin karşısında bulunan. Simetrik olan.

müterazi

  • (Rıza. dan) Karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut ve razı olan.

muteriz / mûteriz

  • İtiraz eden, karşı çıkan.
  • İtiraz eden, karşı çıkan.

mütesadif

  • Tesadüf eden, rastgelen. Karşılaşan.

müteşatim

  • (Müteşâtime) Karşılıklı olarak birbirine söven.

müteşekkir

  • Şükreden, iyiliğe karşı nazikâne davranan.

mütevacihen

  • Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.
  • Bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan.
  • Birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.

muvacehe / muvâcehe

  • Karşı, ön.
  • Yüzyüze gelme. Yüzleşmek.
  • Huzurunda olmak.
  • Karşı, ön, yüz yüze geliş.
  • Karşı, ön, yüzleşme.

müvacehe

  • Mânen yüz yüze bulunma, karşısında olma.

muvacehe / مواجهه

  • Karşı, yüzyüze. (Arapça)

muvacehesinde

  • Karşısında, önünde, çerçevesinde.

muvaceheten

  • Karşı karşıya. Yüz yüze.

muvafakat

  • Uygunluk. Uymak. Anlaşmak. Karşılıklı anlaşma. Râzı olma. Müsâade.

muvalat

  • Dostluk, karşılıklı sevgi. Yardım, koruma.
  • Dostluk, karşılıklı sevgi, koruma, yardım.

müvalat / müvâlât

  • Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.
  • Dostluk, karşılıklı sevgi.Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu, Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.

müvaseka

  • Ahdedişmek, karşılıklı yeminleşmek.

müvazat

  • Mukabele olmak, karşılıklı olmak.

muvazene / muvâzene

  • Karşılaştırma.
  • Denge.

muvazene etmek

  • Karşılaştırmak; dengeye getirmek.

muvazene-i hal

  • Halin, durumun karşılaştırıması.

muzad

  • (Zıd. dan) Karşı. Zıd.

müzahemet / müzâhemet

  • Karşılıklı olarak sıkıntı ve zahmet verme.

müzakerat

  • (Tekili: Müzâkere) Müzâkereler. Bir fikir hakkında karşılıklı görüşmeler. Bir arada muhtelif fikirleri beyan etmek.
  • Bir mesele hakkında karşılıklı görüş alışverişleri.

müzakere / müzâkere

  • Karşılıklı fikir alışverişi, görüşme.
  • Bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.

müzd

  • Ücret, karşılık, kira. (Farsça)
  • Mükâfat. (Farsça)

müzeyyelen

  • Kâğıdın altına, ek karşılığı yazılarak.

müzzemmil

  • Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan.
  • Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır.
  • Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek.
  • Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek.
  • Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Ce

nabız-aşna / nabız-âşnâ

  • Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. (Farsça)

nakiz

  • (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş.
  • Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyni

nakizeyn

  • Karşılıklı iki zıt şey.

naşir-i küfr-ü küfran / nâşir-i küfr-ü küfran

  • Küfür ve küfranı yayan; kutsal şeylere karşı inkarcılığı ve nimetlere karşı nankörlüğü yayan.

naşiz

  • Karısına karşı çok zâlim olan koca.
  • (Kalb) heyecanla coşma.
  • Kalkmış, kabarmış, atan (damar).

natakte

  • Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)

natih

  • (Nâtıh) : (Çoğulu: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan.
  • Şiddetli emir.

nazar-ı gaflet ve dalalet / nazar-ı gaflet ve dalâlet

  • İman hakikatlerine karşı duyarsız davranan ve hak yoldan sapanların bakışı.

neciyyullah

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. (Devamlı Cenab-ı Hakk'a karşı teveccühle meşgul ve münacatla, İlâhî feyizlerle inşirah bulan meâlindedir.)

nefel

  • Düşmandan alınan mal, ganimet.
  • Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nehme

  • Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu.

nemrud

  • Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâb
  • Zalim ve gaddar olarak tanınmış ve Allah'a karşı isyan etmiş, büyüklük taslamış bir kral. Hz. İbrahim zamanında yaşamıştır.

nilüfer

  • Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. (Farsça)
  • Bursa yakınlarında akan bir akarsu. (Farsça)

nokta-i istinad

  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

nokta-i telaki / nokta-i telâki

  • Karşılaşma noktası. Uygun ve karşılıklı nokta. Buluşma noktası, yeri.
  • Münâsebet. Uygunluk.

nuhl

  • Karşılıksız hediye ve hibe.

nühur

  • Akarsular, nehirler, ırmaklar.

nüşuze

  • Kadının, kocasından nefret edip kaçması.
  • Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.

okka

  • 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.

panzehir

  • Zehire karşı ilâç.
  • Zehire karşı ilâç.
  • Zehire karşı ilaç.

pasinler cephesi

  • Birinci Dünya Savaşı'nın ilk çıktığı sıralarda Erzurum yakınlarındaki Pasinler yöresinde Ruslar'a karşı açılan cephe.

pasuh

  • Karşılık, cevap. (Farsça)

pasuhgüzar

  • Cevap veren, karşılık veren. (Farsça)

pertev-suz

  • Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

pezire

  • Karşılama, karşılayış. (Farsça)

pot kırmak

  • Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.

rabb-i hakim / rabb-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayıp idare eden Allah.

rabb-i muhtar-ı hakim / rabb-i muhtar-ı hakîm

  • Herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan, dilediğini dilediği gibi yapan, herşeyi belirli maksat ve faydalara uygun ve tam yerli yerinde yaratan Allah.

ragabat

  • Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar.

rahim-i rahman / rahîm-i rahmân

  • Rahmân ve Rahîm olan Allah; herbir kuluna karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah.

rahim-i zülcelal / rahîm-i zülcelâl

  • Kullarına karşı özel rahmeti olan haşmet ve ikram sahibi Allah.

rahman-ı rahim-i zülcelali ve'l-ikram / rahmân-ı rahîm-i zülcelâli ve'l-ikram

  • Kullarına karşı özel rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran haşmet ve ikram sahibi Allah.

rahman-ı rezzak / rahmân-ı rezzâk

  • Rahmet ve merhameti bütün varlıkları kuşatan ve bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah.

rahmet-i hassa / rahmet-i hâssa

  • Allah'ın yarattığı varlıklara karşı gösterdiği özel şefkati.

rauf / raûf

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

redd

  • Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek.
  • Bir şeyin karşılığını icra etmek.
  • Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir.
  • Cerhetmek.
  • Kötü ve fena şey.

redd-i kelam / redd-i kelâm

  • Söze itiraz etme, karşılık verme.

reddiye

  • Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.

rehn

  • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

revasim

  • Akarsu.

rezzak / rezzâk

  • Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah)
  • Bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah.

riayet

  • İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek.
  • Uymak, tâbi olmak.
  • Otlamak veya otlatmak.
  • Hıfzetmek, korumak.

riba / ribâ

  • Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir.
  • Faiz.
  • Muamelede meşru miktardan tecavüz.
  • Bir şeyin artması, çoğalması.
  • Verilen borç para veya mal karşılığında
  • Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal.

riba'l-fadl / ribâ'l-fadl

  • Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.

riba-i fazl

  • Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

rikkat-i cinsiye

  • Kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi.

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

rükn-i ıraki / rükn-i ırâkî

  • Kâbe'nin Bağdâd'a karşı olan köşesi.

rükn-i şami / rükn-i şâmî

  • Kâbe'nin Şam'a karşı olan köşesi.

ruz-i ceza / rûz-i cezâ

  • İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü.

ruz-u ceza / rûz-u cezâ / رُوزِ جَزَا

  • Amellerin karşılıklarının verildiği gün.

sabikun-ı evvelun / sâbikûn-ı evvelûn

  • Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâ

sabir

  • Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.

sadaka

  • Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
  • Zekât.
  • Ganîmet.

sadakte

  • "Doğru söyledin, sâdıksın" mânasına karşısındakine söylenilen söz.

saffeyn

  • İki sıra.
  • Muharebede karşılaşan iki taraf.

sahib-i zühd ve takva / sahib-i zühd ve takvâ

  • Zühd ve takva sahibi; her türlü nefsanî arzulara karşı koyarak kendini ibadete veren ve Allah korkusuyla dinin yasaklarından kaçınan kimse.

sahib-i zuhur

  • Zuhur sahibi; inkârcılık fikrine karşı ortaya çıkıp insanları hidayete ulaştırmaya vesile olan ve âhirzamanda ortaya çıkması beklenilen.

şahid / şâhid

  • Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren.

sahil

  • Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı.

sail-i müteannid / sâil-i müteannid

  • Israrla soru soran; karşı tarafı zora sormak için soru soran.

samite-i meyyite

  • Ses çıkarmayan ölü.
  • Hareketsiz.
  • Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.

sarf satışı

  • Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.

sarf-ı kuva / sarf-ı kuvâ

  • Kuvvetlerin geri çevrilmesi, karşı tarafın gücünü etkisiz bırakma.

şarlatan

  • Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. (Fransızca)

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

se

  • Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır.

sebilullah

  • Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.

şedidü'ş-sekime / şedîdü'ş-sekîme

  • Karşı koymaya muktedir, sebatlı ve çok güçlü.

şefakat

  • Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • Herkesin yaptığı tüm amellerin karşılığını alacağı mahşer gününde, mü'minlere şefaat edecek olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

şefkat

  • İçten ve karşılıksız merhamet.
  • Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.
  • Acıyarak karşılıksız sevme.

şefkat-i akraba

  • Akrabaya karşı duyulan şefkat.

şefkat-i imaniye / şefkat-i imâniye

  • İmandan gelen ve başkalarına karşı beslenen şefkat ve merhamet.

şehadet / şehâdet

  • Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
  • Şehîdlik, şehîd olmak.

şekt

  • Bedel etmek, karşılık vermek.

şekur

  • Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.).

şelale

  • Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.

selam / selâm

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer
  • Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette sel

selamün aleyküm / selâmün aleyküm

  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.

semen

  • Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.

semen-i müsemma / semen-i müsemmâ

  • Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

şere

  • Yemeğe karşı çok hırslı.

şeref-i mülaki / şeref-i mülâki

  • Karşılaşma ve tanışma şerefi.

sevab / sevâb

  • Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
  • Hayır, hayırlı iş, Allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.
  • İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek mükâfât, iyi karşılık. Ecir.

sevab-ı a'mal / sevab-ı a'mâl

  • Amellerin sevabı, karşılığı.

sevap

  • İyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilen mükâfat.

şevk ve cezbe

  • İlâhî hakikat ve tecellîler karşısında duyulan sevinç ve coşku.

şevk-i nefsani / şevk-i nefsanî

  • Nefsin helâl olmayan arzularına karşı duyulan istek.

seyda

  • Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.

seyh

  • Yere batmak.
  • Sefer.
  • Akarsu.
  • Dikilmiş aba.
  • Atâ etmek, hediye vermek.
  • Çizgili elbise.

şeytan

  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis.

seyyiat

  • (Tekili: Seyyie) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.

siga-i hitap

  • Karşılıklı konuşma kipi.

şıkak

  • Ayak yarığı.
  • Ot.
  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.

şıkk-ı muhalif / şıkk-ı muhâlif / شِقِّ مُخَالِفْ

  • Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı.
  • Karşıt görüş.
  • Karşı taraf.

sıle

  • Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.

şirrib

  • Şaraba karşı hırsı olan.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

sosyal adalet / sosyal adâlet

  • Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

sübhanallah

  • Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.

şükm

  • Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti.

şükr

  • (Tekili: Şükür) Allah'ın (C) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür.
  • Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.
  • Şükür, nimete karşı memnuniyetini gösterme.

şükr-ü mutlak

  • Allah'a karşı sınırsız minnet duyma, teşekkür etme.

şükretme

  • Nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah'a teşekkür etme.

şükretmek

  • Allah'ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek; Allah'a teşekkür etmek.

şükür

  • Şükr, nimete karşı memnunluk göstermek.
  • Allah'a karşı minnet duyma, teşekkür etme.

şükür etmek

  • Allah'a karşı minnet duymak, teşekkür etmek.

süreyya

  • Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.

sutur-u kainat-ı dehr / sutur-u kâinat-ı dehr

  • Kâinatın her biri asırlara karşılık gelen satırları, kâinat zamanlarının satırları.

süyuh

  • (Tekili: Seyh) Akarsular, nehirler, ırmaklar.
  • Çizgili elbiseler.

şüzuz

  • (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak.
  • Karşı olmak, muhalif olmak.

ta'biye

  • Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
  • Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
  • Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)

ta'kibat / ta'kibât

  • Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.

ta'viz

  • Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek.
  • Değiştirmek.

ta'vizat / ta'vizât

  • (Tekili: Ta'viz) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para.

ta'vizen

  • Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.

taarrüf

  • Karşılıklı anlaşma, tanışma.
  • Bir şeyi herkesin bilmesi.
  • Kendini hünerleriyle tanıttırma.

taarrus

  • (Çoğulu: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

taarüf

  • Karşılıklı tanışma, birbirini tanıma.

taavvuz

  • (İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak.
  • Bir şey karşılığı olarak alınmak.

tabiat tağutları / tabiat tâğutları

  • Tabiat putları; insanları Allah'a karşı isyana sevk eden tabiattaki her şey.

tabiat-ı masiyet / tabiat-ı mâsiyet

  • Günahın tabiatı, doğası; Allah'a karşı yapılan isyankârlığın ve günahın temel özellikleri, yapısı.

tabldot

  • Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek. (Fransızca)

tagut

  • İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr.
  • Her bâtıl mâbud.
  • Şeytan.
  • İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.

tağut / tâğût

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler.

tahabbüb

  • Karşılıklı sevgi gösterme.

tahacüz

  • Men'edişmek, karşılıklı engel olmak.

tahadd

  • Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek.

tahaddi mu'cizesi

  • Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.

tahdis-i nimet

  • Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek.

tahkimat / tahkimât

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.
  • Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.

takas

  • Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.
  • Karşılıklı değişme.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

talha bin ubeydullah

  • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

taraf-ı muhalif

  • Karşıt taraf.

tarafeyn

  • İki taraf, davada, karşılıklı iki hasım, her iki taraf.
  • İki taraf. İki nihayet.
  • Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf.

tarik-i aczmendi / tarik-i aczmendî

  • Cenâb-ı Hakka karşı âcizliğini ve fakirliğini hissetme ve bunu bildirme yolu.

tarz-ı mükaleme / tarz-ı mükâleme

  • Karşılıklı konuşma tarzı.

tas'ir

  • Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.

tasavül

  • Karşılıklı hamle etmek.

tatavül

  • Uzun olmak.
  • Büyüklenmek, kibirlenmek.
  • Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek.

tatbik

  • Yakıştırmak. Yerine getirmek.
  • Karşılaştırmak.
  • Bir kaide, kanun veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek.
  • Benzetme, uydurma.

taviz / tâviz

  • Karşılık, bedel.

tavtiş

  • Karşılıklı olarak reddetmek.

tazmin / tazmîn / تضمين

  • Zararı karşılama.
  • Zarar ödeme, tazminat verme, zarar karşılama. (Arapça)
  • Bir başka şaire ait beyti sahibinin adını da bildirerek kendi şiirinde kullanma. (Arapça)
  • Tazmîn edilmek: Tazminat verilmek, zarar karşılanmak. (Arapça)
  • Tazmîn etmek:
  • (Arapça)

tazminat / tazminât

  • Maddî veya mânevî zarara karşılık ödetilen maddî bedel, mal.
  • (Tekili: Tazmin) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller.
  • Zararların bedellerini ödetme.
  • Zarara karşılık verilen para.

te'bin

  • Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme.
  • Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.

teadud

  • (Adud. dan) Kol kola girme.
  • Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.

teakub / teâkub / تعاقب

  • Birbirini izleme. (Arapça)
  • Teâkub etmek: Birbirini izlemek. (Arapça)
  • Teâkud etmek: Karşılıklı akitleşmek. (Arapça)

tearuz / teâruz / تعارض

  • İki kişi arasındaki zıddıyet. Karşıtlık.
  • Çatışma.
  • Karşılıklı zıtlık, çelişme. (Arapça)
  • Teâruz etmek: Çelişmek. (Arapça)

teassi

  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.
  • Sopayla vurmak, asâ ile darbetmek.

teati

  • Karşılıklı alıp vermek.
  • Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak.
  • Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.

teatufat / teatufât

  • (Tekili: Teâtuf) Karşılıklı sevgiler.

tebadül

  • Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.

tebahi

  • Övünme, tefahur.
  • Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek.

teberru

  • Bağış, bir malın veya paranın karşılıksız olarak verilmesi.

teberru etmek

  • Bağışlamak, karşılıksız olarak vermek.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tecavüb

  • Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme.

tecazüb / tecâzüb

  • Birbirine karşı duyulan yakınlık.
  • İncizab etme. Çekme.
  • Karşılıklı çekicilik.

tecelli-i hassa / tecellî-i hâssa

  • Hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi.

tedafü / tedâfü

  • Birbirine karşı savunma vaziyeti alma.

tedahük

  • Karşılıklı gülüşme.

tedavür

  • Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak.

tedbir ve tedvir etmek

  • Çekip çevirmek, idare etmek, ihtiyaçlarını karşılamak.

tedbir-i menzil / tedbîr-i menzil

  • İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi ile ilgili husûslardan bahseden ilim.

tederrü'

  • Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek.

tefaküh

  • (Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma.
  • Mc: Şakalaşma.

tegabün

  • (Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru.

tegayüz

  • (Çoğulu: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.

tehabbüb / tehâbbüb

  • Karşılıklı sevme.

tehatub

  • (Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme.

tekabül / تقابل

  • Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama.
  • Tezat.
  • Birbirine karşılık olma, bir ayna gibi karşısında olma.
  • Karşılıklı olma.
  • Karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.
  • Karşılama. (Arapça)
  • Tekabül etmek: Karşılamak. (Arapça)

tekabül edecek

  • Karşılığı olacak, yerini tutacak.

tekaüd

  • Oturma. Fârig olma.
  • Karşılıklı oturma.
  • Emeklilik.

tekaz

  • Birbiriyle ödeşme.
  • Karşılaştırma.

telafi / telâfî / تلافى

  • Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak.
  • Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
  • Zarar karşılama. (Arapça)

telakki

  • Karşılamak. Almak. Kabul etmek.
  • Şahsi anlayış ve görüş.

telakki-i bi-l-kabul

  • Kabul ile karşılamak, kabul etmek.

telakki-i bilkabul / telâkki-i bilkabul

  • Kabul ile karşılama.

telaun

  • Birbirine karşılıklı lânet okuma.

telazum / telâzum

  • Karşılıklı gerektirme, birbirini gerekli kılma.

telkin / telkîn

  • Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak okunan, kabir suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.

temasül / temâsül

  • Birbirinin aynısı olma, karşılıklı benzeyiş.

temerrüd

  • İnat, karşı gelme.

temerrüd-ü irtidadi / temerrüd-ü irtidadî

  • Dinden çıkıp dine karşı direniş göstermek.

tenafür / tenâfür

  • Karşılıklı nefret.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tenasur

  • Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme.
  • Haberler birbirini tasdik eylemek.

tenazur

  • Birbirine karşı olmak. Simetri hâli.
  • Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

terahün

  • Karşılıklı olarak rehin vermek.

terakus

  • Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme.

terami

  • Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak.

terdid

  • Geri çevirmek, geriletmek.
  • Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek.
  • İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.

tereccuh bila müreccih / tereccuh bilâ müreccih

  • Bir şeyin kendi zâtında diğer şeye karşı bir üstünlük vasfı olmadığı hâlde, hiç sebebsiz üstün bulunması ki; böyle bir hal imkânsızdır, muhaldir.

tertibat / tertibât

  • (Tekili: Tertib) Düzen, düzenleme.
  • Karşılayıcı hazırlıklar.

tervic

  • Revaç vermek. Değerini arttırmak.
  • Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak.

teşabür

  • Birbiriyle karışlarını ölçmek.
  • Kavga etmek için birbirine karşı gelmek.

tesakutan

  • Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle.

tesanüd

  • Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.

teşekkür

  • Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi.
  • Şükür etmek.
  • Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri.

teslim

  • Bir emâneti verme.
  • Kabul etme.
  • Doğru ve haklı bulma.
  • Selâmetle dua etme.
  • Karşısındakinin hükmü altına girme.
  • Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme.
  • Belâ ve âfetten korunur olma.
  • Bir şeyi, yeni sâhibine verme.
  • Da

teşmiyet

  • Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek. (Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek.

tesvib

  • Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır.

tevacüh

  • (Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme.

tevazün

  • Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

tezahüf

  • Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması.

timar / timâr

  • Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.

tücah

  • (Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön.

tugyan

  • Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık.
  • Kan galebe etmesi hali.
  • Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak.
  • Su baskını.

tul-ü emel / tûl-ü emel

  • Dünya hayatının kısa ve geçiciliğine rağmen devamlı yaşayacakmış gibi dünyaya ait işlere karşı gösterilen aşırı arzu, istek.

ücret / اجرت

  • İşin karşılığı.
  • Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya mal, karşılık.
  • Hizmet karşılığı verilen şey.
  • Hizmet karşılığında verilen para. (Arapça)

uhuvvetkarane / uhuvvetkârane

  • Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile. (Farsça)

ulemaü's-su / ulemâü's-sû

  • Kötü âlimler; geçici menfaatlar veya baskılar karşısında hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler.

umale

  • Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

va'd

  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

vahdetü'ş-şühud

  • İlâhi tecellilerin karşısında Allah'tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah'tan başka herşeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi.

vahibü'l-a'mal ve'l-amal / vâhibü'l-a'mâl ve'l-âmâl

  • Amellerin ve emellerin karşılığını veren Allah.

vakfetmek

  • Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak.
  • Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.

vav

  • Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.

vazife-i rabbaniye / vazife-i rabbâniye

  • Her şeyin Rabbi olan Allah'a karşı yapılan görev.

vech

  • (Vecih) Yüz, çehre, surat.
  • Tarz, üslub.
  • Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe.
  • Tarih.
  • Suret.
  • Sebeb.
  • Bir şeyin nefsi ve zatı.
  • Semt. Cihet.
  • Münasebet.

vehhab / vehhâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

velvele-i istiğrab

  • Garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı.

vesen

  • Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel.

veyl

  • Vay hâline, yazıklar olsun.
  • Bir kimse veya topluluğun işledikleri kötülükler sebebiyle karşılaşacakları azâbı, kötü hâlleri ve acınacak bir hâlde bulunduklarını ifâde eden bir söz.
  • Cehennem'de bir vâdinin adı.

vicahen / vicâhen / وجاها

  • Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
  • Yüzleşerek, yüzüne karşı. (Arapça)

vicahi / vicahî

  • (Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.

yed-i beyza-i musa / yed-i beyzâ-i mûsâ

  • Hz. Mûsâ'nın beyaz ve parlak eli Hz. Mûsâ'nın firavuna karşı, mu'cize olarak nurlu görünen parlak eli.

yuda / yûda

  • Hz. İsâ'yı (a.s.) 30 tane gümüş madeni karşılığında ele veren kişidir.

yuh

  • (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir.
  • Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.

zahf

  • (Çoğulu: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme.
  • (Çocuk) emekleme.
  • Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.

zaman

  • Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti.

zat-ı rahman ve rahim / zât-ı rahmân ve rahîm

  • Kullarına karşı sınırsız rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah.

zat-ı rahman-ı rahim / zât-ı rahmân-ı rahîm

  • Kullarına karşı özel rahmet ve şefkat tecellîleri olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah.

zemzem

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zıd

  • Ters, karşıt, zıt.

zıdd / ضد

  • Zıt, karşıt. (Arapça)

zıddiyyet / ضدیت

  • Zıtlık, karşıtlık. (Arapça)

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

zıman

  • Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.

zırar

  • Karşılıklı zarar vermek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın