REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Kali ifadesini içeren 757 kelime bulundu...

abl

  • Kalın, büyük nesne.
  • Bükmek.

acibe-i san'at / acîbe-i san'at

  • San'atın acipliği, harikalığı.

adli / adlî

  • Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.
  • Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.

afaki / âfâkî / آفاَقِي

  • Dışa âit, çevreyle alâkalı.

ağbiya / ağbiyâ / اغبيا

  • Kalın kafalılar. (Arapça)

ahkam-ı adliye / ahkâm-ı adliye

  • Adaletle alâkalı hükümler, emirler.
  • Adliye nezaretinin eski ismi.

ahlakıyyat / ahlâkıyyât

  • Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim.
  • Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler.

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahval-i şahsiye

  • Huk: Hakiki şahısların, hukuki varlıklariyle alâkalı olan hukuki durumlar. (Doğum, evlenme, boşanma, evlat edinme, ölüm hadiseleri gibi)

aidiyyet

  • Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma.

akalim

  • (Tekili: Ekalim) (İklim) İklimler.
  • Dünyanın kıt'a ve memleketleri.

akb

  • Sakalın kaba ve sık olması.

akfen

  • Kulağı küçük ve kalın olan.

akl-ı feal / akl-ı feâl

  • İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.

akmed

  • Ensesi uzun ve kalın olan kimse.
  • Uzun boylu.

aksab

  • (Tekili: Kusb) Kalın bağırsaklar.

aktivizm

  • Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.

alakadar / alâkadar / alâkadâr / علاقه دار

  • Alâkalı, münâsebetdar.
  • Alâkalı, ilgili.
  • İlgili, alakalı. (Arapça - Farsça)
  • Alâkadar etmek: İlgilendirmek. (Arapça - Farsça)
  • Alâkadar olmak: İlgilenmek. (Arapça - Farsça)

alat-ı basariye / âlât-ı basariye

  • Gözle alâkalı gözlük, dürbün gibi optik âletler.

alem-i baki / âlem-i bâkî

  • Devamlı ve kalıcı âlem.

alem-i bakiye / âlem-i bâkiye

  • Sürekli ve kalıcı dünya.

alem-i beka / âlem-i beka

  • Devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi.

alem-i bekà / âlem-i bekà

  • Devamlı ve kalıcı olan âlem, âhiret.

alemi / alemî

  • (Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid.

aliyye / âliyye

  • Âlete mensup. Âletle alâkalı.
  • (Çoğulu: Alâyâ) Yemin etmek.

amize-muy / âmize-muy

  • Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse. (Farsça)

an'anevi / an'anevî

  • An'ane ile alâkalı.

andezit

  • Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

arzi / arzî

  • (Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı.
  • Semavî olmayan. Beşerî olan.

aşk-ı bekà

  • Devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı.

aşş

  • Zayıf adam.
  • Az, kalil.
  • Kuş yuvası.

atele

  • (Çoğulu: Utül) Rende.
  • Kalın ve büyük asâ.
  • Fârisi yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

ati

  • İnatçı, muannid. Kalın kafalı.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

avrupai / avrupaî

  • Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi.

ayıklanma

  • (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. (Türkçe)

azame

  • Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.

azeret

  • Yetişip kuvvetlenme.
  • Kalınlaşma.
  • Ekinin yetişip tanelerinin çıkması.

ba'de harabi'l-basra

  • "Basra yıkıldıktan sonra" mânâsında olan ve bir iş için çok geç kalındığını ifade eden bir deyim.

ba'ziyet

  • Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.

bahri / bahrî

  • Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı.

bahz

  • Sıkıntılı olma, can sıkma.
  • Yük ağır gelip hayvanı çökertme.
  • Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.

bakaya / bakayâ

  • Kalıntılar.

baki / bâkî / باقى

  • Sürekli, kalıcı.
  • Sonsuz, kalıcı.
  • Kalıcı, ölümsüz. (Arapça)
  • Artan, geri kalan. (Arapça)

baki-i layezal / bâkî-i lâyezâl

  • Hiçbir zaman yok olmayan, varlığı kalıcı ve sürekli olan Allah.

baki-i zülcelal / bâkî-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah.

baki-i zülkemal / bâkî-i zülkemâl

  • Sınırsız mükemmellik sahibi ve varlığı devamlı ve kalıcı olan Allah.

bakıl

  • Sakalı belirmiş kişi.

bakiyane / bâkiyâne

  • Devamlı ve kalıcı bir biçimde.

bakiyat / bâkiyat / bâkiyât

  • Bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar.
  • Baki olanlar, kalıcılar.

bakiye / bâkiye

  • Kalıcı olan, kalan.

bam

  • Dam.
  • Çatı.
  • Kubbe.
  • Kemer
  • Sakf.
  • Sabah vakti.
  • Telli sazlarda en kalın tel.

bame

  • Sakalı gür olan. (Farsça)
  • Sık, uzun ve kaba olan sakal. (Farsça)

bari'

  • Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

bedarf

  • Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.

bedri / bedrî

  • Bedr'e ait ve onunla alâkalı.
  • Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)

behreme

  • Saç ve sakalın kınayla boyanması.
  • Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı.
  • Hindlilerin ibadeti.

beka / bekâ / بقا

  • Devamlılık, kalıcı olma.
  • Devamlılık, kalıcılık, sonsuzluk.
  • Kalıcılık. (Arapça)

bekà-i ahiret / bekà-i âhiret

  • Âhiretin hayatının devamlılığı, kalıcılığı.

bekà-i daimiye / bekà-i daimîye

  • Devamlı olarak kalma, kalıcı olma.

bekà-i ilahi / bekà-i ilâhî

  • Allah'ın varlığının sürekli ve kalıcı olması.

bekà-i uhreviye

  • Âhiretteki devamlılık, kalıcılık.

beka-yı ervah

  • Ruhların kalıcılığı, devamlılığı.

beka-yı ruh

  • Ruhun kalıcılığı, ölmezliği.

bekaalud / bekââlûd

  • Kalıcılıkla karışık.

bekaya / bekâya / بقایا

  • Geriye kalanlar; kalıntılar. (Arapça)

beladet

  • Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.

bende-i halka-beguş / bende-i halka-begûş

  • Kulağı halkalı olan köle, esir.
  • Mc: İtaatli, muti'.

beraz

  • Az olan şey, kalil.

berced

  • Kalın kilim.
  • Halı.

bertam

  • Dudağı kalın adam.

beyin

  • Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkez (Türkçe)

beyniye

  • Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)

bina-i meçhul

  • Gr. edilgen kalıp, yapı.

bina-i meçhul sigası

  • Gr. edilgen kip, kalıp.

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

bürcüd

  • Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.

ca'z

  • Yoğun, kalın nesne.

cah-ı masiva / câh-ı mâsiva

  • İtibar, makam, mevki gibi Allah'tan başka, dünya ile alâkalı şeyler ve onların oluşturduğu tehlike çukuru.

cahfel

  • Dudakları kalın olan kimse.
  • Asker.
  • Zenginlik.

calinos

  • (Kalinos) yun. İlk devirlerde yaşamış olan bir Yunan Filozofunun adı.

camiiyet ve harikiyet-i lafziye / câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye

  • Sözün harikalığı ve kapsamlılığı.

camiiyyet

  • Câmi'lik, toplayıcılık.
  • Çok şeylerle alâkalılık.
  • Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.

çarmıh

  • (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. (Farsça)
  • Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler. (Farsça)

cavid / câvid / جاود

  • Kalıcı, sonsuz, ebedi. (Farsça)

cavidan / câvidân / جاودان

  • Kalıcı, sonsuz, ebedi. (Farsça)

celali / celalî

  • Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan.
  • Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad.
  • Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.

celcelutiye

  • Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir.

cem'i / cem'î

  • (Cem'. den) Cemiyete mahsus, cemiyetle alâkalı.

cemal-i baki / cemâl-i bâkî

  • Kalıcı ve devamlı güzellik.

cemiyet-i hayatiye

  • Hayatın kapsamlılığı; insanın hayatının herşeyle alâkalı ve irtibatlı oluşu.

cendere

  • yun. Tazyik. Baskı, basınç.
  • Dar dere, boğaz.
  • Kalın oklava.
  • Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet.
  • Mc: Sıkı ve dar yer.

cennet-i bakiye / cennet-i bâkiye

  • Devamlı ve kalıcı olan Cennet hayatı.

cezl

  • Kalın odun. Tomruk.
  • Sağlam. Metin.
  • Güzel ve muhkem fikir.
  • Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime.
  • Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.

cihadi / cihadî

  • (Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı.
  • II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.

çilehane / çilehâne

  • Çile yeri; yalnız başına kalınan ve çile içinde ibadet edilen yer; hapishane.

cinai / cinaî

  • (Cinâiyye) Cinayetle alâkalı.

cinsi / cinsî

  • Cinsle ilgili, cinsle alâkalı.

cinsiyet

  • Bir kavim ve kabileye mensub olma.
  • Bir cins ile alâkalı olma.

cismani / cismanî

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.

cizirman

  • Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

cünbuh

  • Kalın, uzun ve yüksek nesne.
  • Büyük bit.

cüses

  • (Tekili: Cüsse) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler.

cüsse

  • Gövde, kalıp, beden.
  • Gövde, kalıp, beden,

cüzve

  • (Cezve-Cizve) (Çoğulu: Cezey-Cizey) Kalın ağaç parçası.
  • Ateş közü.

dahim

  • (Dahâmet. den) Yoğun ve fazla koyu olan. Kalın olan.

dahm

  • İri, büyük, kocaman, cüsseli, kalın.

daim-i baki / dâim-i bâkî

  • Kendi varlığı sonsuza kadar devam eden, dilediği varlığa da bekà veren, onları sonsuz ve kalıcı yapan Allah.

dair / دائر

  • Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan.
  • Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.
  • Alâkalı.

daire-i melekut / daire-i melekût

  • Varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire.

dar-ı baki / dâr-ı bâki

  • Devamlı ve kalıcı yer, âhiret.

dar-ı saadet-i bakiye / dâr-ı saadet-i bâkiye

  • Devamlı ve kalıcı olan mutluluk yeri.

dar-ül karar / dâr-ül karar

  • Kararlı surette kalınan, kıyametten sonraki yer. Cennet. Dâr-ül Beka.

dar-ül-beka / dâr-ül-bekâ

  • Ahiret, sonsuz kalınacak yer.

daverane / dâverâne

  • Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. (Farsça)
  • Hâkim ve vezirle alâkalı olan. (Farsça)

davudi / davudî

  • Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.

debkel

  • Bir araya toplanmış mal.
  • Derisi kalın, çirkin kimse.

deha-i fenni / deha-i fennî

  • Fen ve dünyevi ilimlerde çok ileri görüşlülük ve harika zekâlı olmak.

devahi / devâhî

  • Büyük belâlar, üstün zekâlılar.

devam / devâm / دوام

  • Süreklilik. (Arapça)
  • Kalıcılık. (Arapça)
  • Devam. (Arapça)

devam-ı bekà

  • Devamlı ve kalıcı olma.

dıham

  • (Tekili: Dahm) Kalın ve iri olan şeyler.

diku'l-elfaz / dîku'l-elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin bir mânâyı aktarmada yetersiz kalışı, lâfız darlığı.

dimişki / dimişkî

  • Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik.
  • Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.

dirvas

  • Büyük deve.
  • Boynu kalın olan adam.
  • Arslan.
  • Köpek ve devenin sütü.

dü-muy

  • Saçına sakalına kır düşmüş adam. (Farsça)

dühat / dühât

  • Dahiler, üstün zekalılar.

dünyevi / dünyevî

  • (Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.

dürüşt / درشت

  • Katı, kalın, yağun. (Farsça)
  • Kaba, sert. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)
  • İri. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)

dürüşti / dürüştî

  • Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk. (Farsça)

düveli / düvelî

  • (Düveliyye) Devletlerle alâkalı.

eariz

  • (Tekili: Aruz) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.

ebedi haps-i münferit / ebedî haps-i münferit

  • Sonsuza kadar tek başına kalınacak olan hapis, hücre hapsi; Cehennem.

eblehiyyet

  • Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık.

eblem

  • Kalın dudaklı adam.

ediyye

  • Az, kalil.

edmas

  • Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.

efrenci / efrencî

  • Frenklere yani Avrupalılara mahsus ve aid.
  • Frengi hastalığıyla alâkalı ve münasebetdar.

ehl-i suffe

  • Suffe ehli ki bunlar, Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin sofasında kalırlar ve burada Hz. Peygamber'den dni öğrenirlerdi.

em'a-i galiza / em'â-i galiza

  • Kalın bağırsaklar.

emred

  • Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
  • Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enbuh

  • Ziyade, çok, kalabalık. (Farsça)
  • Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. (Farsça)
  • Meclis, kurultay. (Farsça)
  • Kalın, yoğun. (Farsça)
  • Duvarın yıkılıp dökülmesi. (Farsça)

endek

  • Az, kalil. (Farsça)
  • Yaşı küçük, küçük yaşlı. (Farsça)

enderi / enderî

  • Kalın ip, halat.
  • Şam yakınında bir köyün adı.
  • Bir dağ adı.

erkab

  • Boynu kalın olan adam veya arslan.

esalib-i arab / esâlîb-i arab

  • Arap edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları.

esasiyye

  • Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.

esiri / esirî

  • Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif.

esma-i bakiye / esmâ-i bâkiye

  • Allah'ın devamlı ve kalıcı olan isimleri.

esmat

  • (Çoğulu: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.

eşyeb

  • (Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.

ezani / ezanî

  • Ezan ile alâkalı.

ezfeli / ezfelî

  • Cemaat-ı kalile. Az cemaat. Ufak topluluk.

ezkiya

  • (Tekili: Zeki) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.

fahmi / fahmî

  • (Fahmiyye) Kömürümsü, kömürle alâkalı.

farat

  • Öne çıkan, geçen.
  • Issız yerlerde konan nişan ve işaret.
  • Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.

farisi / farisî

  • Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.

fark

  • Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme,
  • Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.
  • Ayrılık, başkalık.

favori

  • Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. (Fransızca)
  • Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan. (Fransızca)

federal

  • Bir devletler federasyonu ile alâkalı, yahut ona ait. (Fransızca)

fedm

  • Ahmak, bön, kalın kafalı, budala.
  • Yaşamak.
  • Yaşlanmak, ihtiyarlamak.
  • Yorulmuş, sakil kimse.

felc

  • Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı.
  • İki kısma yarılmak.
  • Küçük nehir.
  • Fevz, zafer.

felsefi / felsefî

  • Felsefeye mensub ve felsefe ile alâkalı.

femi / femî

  • Ağızla alâkalı. Ağıza âit.

feraşe

  • Pervane denilen kelebek.
  • Kilit damağı.
  • Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık.
  • Az su.
  • Hafif kimse.

fethi / fethî

  • Fetih ile alâkalı. Fethe âit.
  • Ferahlık verici.

fevzai / fevzaî

  • Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan.
  • Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı.

fezai / fezaî

  • Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.

fiil-i mazi / fiil-i mâzi

  • Gr. geçmiş zaman fiil kalıbı, kipi.

fikri / fikrî

  • (Fikriye) Fikir cinsinden, fikirle alâkalı. Fikre âit ve müteallik.

fırancala

  • Kaliteli undan yapılan bir ekmek çeşidi.

firnas

  • (Çoğulu: Ferânis) Boynu kalın arslan.
  • Köylü reisi.

fistan

  • Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir.
  • Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın bırandadan çevrilen kılıf.

fuadi / fuadî

  • Gönül ve kalble alâkalı.

gabavet / gabâvet / غباوت

  • Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
  • Anlayışsızlık, kalın kafalılık.
  • Bönlük, dangalaklık, kalınkafalılık. (Arapça)

gabi / gabî / غبى

  • Bön, dangalak, kalınkafalı. (Arapça)

gabiyy

  • Zekâsı az olan. Geri zekâlı.

gaiyye

  • Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği.
  • Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)

gamize / gamîze

  • Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.

garaib-i nukuş

  • Nakışlardaki harikâlıklar.

garaib-i san'at

  • Sanatın gariplikleri, hârikalıkları.

gılaz

  • (Tekili: Galiz) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler.

gılzet / غلظت

  • Kabalık, sertlik.
  • Kalınlık, galizlik.
  • Yoğunluk. (Arapça)
  • Kabalık. (Arapça)
  • Kalınlık. (Arapça)

girgin

  • Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan.
  • Mensub, alâkalı, müteallik.

gışaş

  • Az, kalil.
  • Evmek, acele.

göden

  • Kalın barsağın son kısmı.

gulaz

  • Kalın, kaba.

hadsen

  • Sezgiyle, zihnin hızlı intikali sûretiyle.

haki / hakî

  • Toprak rengi. Toprakla alâkalı. (Farsça)

hakikat-i bakiye / hakikat-i bâkiye

  • Devamlı, kalıcı hakikat.

halat

  • Kalın ip, gemi ipi.
  • Kalın, sağlam ip.

halfi / halfî

  • Arka, ard ile alâkalı olan.

haliçe

  • Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)

halkabeguş

  • Kulağı küpeli, kulağı halkalı. (Farsça)
  • Mc: Köle, esir. (Farsça)

hallak-ı baki / hallâk-ı bâkî

  • Hiçbir zaman yok olmayan, varlığı kalıcı ve devamlı olan, her şeyi sürekli olarak çokça yaratan Allah.

hallas

  • Yakalıyan, tutan kimse.

halvetgah / halvetgâh / خلوتگاه

  • Başbaşa kalınacak yer. (Arapça - Farsça)

halvethane / halvethâne / خَلْوَتْخَانَه

  • Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.
  • Yalnız kalınan yer.
  • Yalnız kalınan yer.

halveti / halvetî

  • Halvete müteallik, halvetle alakalı.
  • İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı.
  • Halvetiye Tarikatından olan kimse.

hamasi / hamasî

  • Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hanif / hanîf

  • İslâmdan önce eski dinlerin kalıntılarıyla kulluk eden kimse.

hannasi / hannasî

  • Şeytanla alâkalı.

harbat

  • Ahmak, bön, ebleh. (Farsça)
  • İri yapılı kaz. (Farsça)
  • Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse. (Farsça)

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

harici / haricî

  • Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit.
  • Zorba ve âsi olan.
  • Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden.
  • Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.

hariciyye

  • Hariçle alâkalı. Dış işleri.
  • Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar.
  • Haricilik.

harifi / harifî

  • Sonbaharla alâkalı.

harika-i ilmiye

  • İlimdeki harikalığı, mükemmelliği.

harika-pişe / hârika-pişe

  • Hârikalı. Hârika işler yapan. (Farsça)

harikanüma / hârikanümâ

  • Harikalı.

harikıyet

  • Harikalık.

haşeb

  • Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.

haşib

  • Yoğun, kalın.
  • Tam düzelmemiş olan kılıç.
  • Süslü, zinetli.

hassa

  • Saç ve sakalı döken bir hastalık.

hatemi

  • Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.

havai / havaî

  • (Çoğulu: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı.
  • Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.

hayat-ı baki / hayat-ı bâki

  • Devamlı ve kalıcı âhiret hayatı.

hayat-ı bakıye / hayat-ı bâkıye

  • Devamlı ve kalıcı âhiret hayatı.

hayat-ı bakiye / hayat-ı bâkiye

  • Devamlı ve kalıcı olan âhiret hayatı.

hayat-ı bakiye ve ebediye / hayat-ı bâkiye ve ebediye

  • Kalıcı ve sonsuz olan âhiret hayatı.

hayat-ı maneviye ve bakiye / hayat-ı mâneviye ve bâkiye

  • Mânevî ve kalıcı ve sürekli olan hayat.

hayat-memat

  • Ölüm-kalım.

hayat-memat meselesi

  • Ölüm-kalım meselesi.

hayati / hayatî

  • Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan.
  • Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.

hayaviye

  • Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)

haykan

  • Büyük ve kalın olan.
  • Kısa boylu bir kimsenin yürümesi.
  • Omuzunu oynatmak.

hays

  • Az, kalil.

hayt

  • İp. Kalın ip.
  • İplik. Bağ.
  • İki şeyi birbirine bağlayan.
  • Dikiş dikmek.
  • Tanyeri ağarması.

hazani / hazanî

  • Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait. (Farsça)

hazari / hazarî

  • Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli.
  • Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.

hazefi / hazefî

  • Çanak çömlek ile alâkalı.

hazm-ı nefs

  • Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek. (Farsça)

helali / helalî

  • Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez.
  • Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat.
  • Helâl ile alâkalı olan.

hendesi / hendesî

  • Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir.
  • Geometri ile alâkalı ve müteallik.

hercan

  • Uzun ve kalın olan şey.
  • Hayvanın yab yab yürümesi.

hey'at / hey'ât

  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hicabi / hicabî

  • Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit.
  • Mahcub. Utangaç.

hical

  • (Tekili: Hacle) Gerdekler, gelin odaları.
  • Çadır kapısına asılan kalın perde.

hicazi / hicazî

  • (Hicaziyye) Hicaza mensub. Hicazla alâkalı.
  • Hicazlı Arap.

hicvi / hicvî

  • Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.

hıfz-ı bekà

  • Kalıcılığı, devamlılığı koruma; varlığını koruyarak devam ettirme.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hikmet-i amme / hikmet-i âmme

  • Her şeyin alakâlı olduğu İlâhî gaye. Her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren umumi faydalar. Yaratılıştaki, kâinattaki umumi ve ilâhi gaye.

hilali saat / hilalî saat

  • Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.

hilallemek / hilâllemek

  • Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın ve kadınlarda sık saçların arasına ıslak parmaklarını sokarak hareket ettirmek.

hilkıyyat

  • Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf.

himari / himarî

  • Himarla alâkalı.
  • Eşek gibi.

himyevi / himyevî

  • Perhiz ile alâkalı.

hırka

  • Kalınca kumaştan yapılmış elbise.

hırvani / hırvanî

  • Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.

hissiyat-ı bakiye / hissiyat-ı bâkiye

  • Kalıcı olmayı ve sonsuzluğu isteyen duygular.

hizlan

  • (Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak.
  • Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet.

hücrevi / hücrevî

  • Hücre gibi, hücre ile alâkalı, hücreye dâir.

hudumme

  • Kolları kalın olan.
  • Büyük emir.

hukuk-u ibad

  • Fık: Akidler ve muamelelerle alâkalı hukuk. İnsanlarla olan muamelelerimizdeki haklar. Ferde ait olan hususi haklar.

hukuki / hukukî

  • (Hukukiyye) Hukuka ait, hukuk işleriyle alâkalı.

hukukullah

  • Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
  • Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir.

hulb

  • Domuz kılı. Kalın kıl. Yele kılı.
  • Kıldan yapılmış kalem, kıl fırça.

hülb

  • Kıl fırça, kıl kalem.
  • Kalın kıl kuyruk, yele kılı.

hulki / hulkî

  • Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.

hunat'e

  • Kalın, yassı nesne.

huntuf

  • Sakalını yolan.

huşam

  • Kalın burunlu.
  • Uzun dağ burnu.

huşkcan

  • Kalın kafalı, câhil kimse. (Farsça)

husure

  • Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

hüval

  • Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.

i'tikadi / i'tikadî

  • İtikad ve inançla alâkalı.

i'tikaf / i'tikâf

  • Bir şeye devam etmek.
  • Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.

ibkà

  • Bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme.

ibka / ibkâ

  • Sürekli ve kalıcı hale getirme.

ibka etmek

  • Devam ettirmek, kalıcı hale getirmek.

ibkà etmek

  • Sürekli ve kalıcı hâle getirmek.

idari / idarî

  • İdare.
  • İdare ile alâkalı.

iddiai / iddiaî

  • İddia ile alâkalı. Şahitsiz, delilsiz ve boş söz.

idi / îdî

  • Bayramla alâkalı.

ifrag

  • Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek.
  • Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak.

ifrağ / اِفْرَاغْ

  • Bir şeyi kalıba dökme, boşaltma.
  • Bir halden başka bir hale sokma, kalıba dökme.

iğnelemek

  • t. İğne ile delmek.
  • Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek.
  • Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.

ihbari / ihbarî

  • Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair.
  • Gr: Bir işin ne zaman olacağını bildiren fiil.

ihbariyyat

  • Haberle alâkalı, habere âit cümleler.

ihbarname

  • Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. (Farsça)
  • Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. (Farsça)
  • Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme. (Farsça)

ihsai / ihsaî

  • Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait.

ihsasi / ihsasî

  • Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı.

ihtidab

  • Kına ile saç ve sakalı boyama.
  • Boyanma, renklenme.

ihtirai / ihtiraî

  • (Çoğulu: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı.

ihtirazi / ihtirazî

  • Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı.

ihtiyac

  • Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali.

ihtiyati / ihtiyatî

  • İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan.

ihtizazi / ihtizazî

  • İhtizaza ait. Titremekle alâkalı.

ıklid / ıklîd

  • (Çoğulu: Akalîd) Anahtar, miftah.

ikrar / ikrâr

  • Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
  • Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.

iktidari / iktidarî

  • Güç ve iktidarla alâkalı ve mensub.

iktisadi / iktisadî

  • İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik.

iktisadiyat

  • İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.

ilahi / ilahî / ilâhî

  • Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
  • Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
  • Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.
  • "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.
  • Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği.

ilhami / ilhamî

  • İlham ile elde edilen ve nâil olunan. İlham ile alâkalı.
  • Erkek adı.

ilhani / ilhanî

  • İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli.

illi / illî

  • Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı.

illiyet

  • Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış.

ilmi / ilmî

  • İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan.

iltihabi / iltihabî

  • İltihabla alâkalı.

iltisaki / iltisakî

  • İltisakla alâkalı.
  • Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

indifai / indifaî

  • Püskürme ile alâkalı.
  • Püskürük.

inkari / inkârî

  • İnkârla alâkalı.

inşaat

  • Yapmak, inşa etmek.
  • Yapı. Bina ve gemi yapımıyla alâkalı işler.

insani / insanî

  • İnsana ait, insanla alâkalı.

insiyag

  • Kalıba dökülüp düzelme.

insiyaki / insiyakî

  • İnsiyak ile alâkalı. İnsiyak, İlâhî sevk ve his ile alâkadar.

intaniye

  • Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı.

intihabi / intihabî

  • İntihabla alâkalı, seçim ve seçme işlerine ait.

intihai / intihaî

  • (İntihaiyye) Sona ve nihayete ait. Bitme ile alâkalı.

inzibati / inzibatî

  • Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı.

inzımam

  • (Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş.

iradi / iradî

  • İrade ile alâkalı, iradeye dâir.

irs / ارث

  • Miras, kalıtım.
  • Miras. (Arapça)
  • Soyaçekim, kalıtım. (Arapça)

irsen / ارثا

  • Kalıtımsal, miras yoluyla. (Arapça)

irsi / irsî / ارثى

  • Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik.
  • Kalıtımsal. (Arapça)

irsiyet

  • Kalıtım.

irsiyyet / ارثيت

  • Kalıtımsallık, irsîlik. (Arapça)

irticai / irticaî

  • (İrticaiye) İrtica ile alâkalı.

irtiva'

  • Suya içerek kanma.
  • Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip kalınlaşması.

ısaga

  • Kuyumculuk yapma.
  • Eritilmiş maddeleri kalıba dökme.

isaga

  • Kalıba dökme veya dökülme.

işgerf

  • Dayanıklı, sağlam, kalın. (Farsça)
  • Şan, nam, ün, şeref. (Farsça)

ishan

  • Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak,

ıslahi / ıslahî

  • (Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı.

islami / islamî

  • İslâm dinine mensub, İslâm ile alâkalı.

ism-i fail sigası

  • Özne kalıbı, kipi.

ismi / ismî

  • (İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden.
  • Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle.

isnadi / isnadî

  • İsnad etmekle alâkalı.

isnevi / isnevî

  • İki ile alâkalı.
  • Pazartesi günü ile alâkalı.
  • Her pazartesi günleri oruç tutan kimse.

ıspavli

  • Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.

istebrak

  • İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş.

istibka

  • Kalıcı kılma.

istidlal

  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.

istikbali / istikbalî

  • Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub.

istinadi / istinadî

  • İstinad etmekle alâkalı.

iştiraki / iştirakî

  • Ortaklığa ait, ortaklıkla alâkalı.
  • Komünist.

istisnai / istisnaî

  • İstisnaya âit. Ayırmayla alâkalı.

istitradi / istitradî

  • İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan.

ız

  • (Çoğulu: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam.
  • Dikenli ağaçların küçüğü.

izafi / izafî

  • İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.

izafiyye

  • Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık.

ıztırar vakti

  • Çaresizlik içinde kalındığı zaman dilimi.

ka'seb

  • Büyük karınlı, kalın.

ka'sere

  • Yoğun, sağlam, kalın, katı.

kabas

  • Ciğer hastalığı.
  • Yüksek ve kalın.
  • Hafiflik.
  • Neşat, sevinç.

kademi / kademî

  • Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.

kaderi / kaderî

  • Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.

kafavi / kafavî

  • Kafa ile alâkalı.

kaidevi / kaidevî

  • Kaide ve kural ile alâkalı.
  • Mat: Tabana ait.

kalail

  • (Tekili: Kalil) Az şeyler, kaliller.

kalbüd / kâlbüd / كالبد

  • Kalıp, şekil. (Farsça)
  • Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. (Farsça)
  • Beden. (Farsça)
  • Kalıp. (Farsça)
  • Kireç kalıpı. (Farsça)

kaleb

  • (Çoğulu: Kavâlib) Kalıp.

kalemi / kalemî

  • (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.

kalıb / kâlıb / قالب

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey
  • Kalıp. (Arapça)
  • Beden. (Arapça)

kalıb-ı ilmi / kalıb-ı ilmî

  • İlim yoluyla belirlenen kalıp.

kalıb-ı kelam / kalıb-ı kelâm

  • Söz kalıbı; söz ve ifadelerin içine döküldüğü kalıp.

kalıb-ı manevi / kalıb-ı mânevî

  • Mânevî kalıp, ölçü.

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kameri / kamerî

  • Ay ile alâkalı.

kamil / kâmil

  • (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
  • Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır.
  • Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse.
  • Âlim, bilgin kişi.
  • Bir aruz kalıbı ismi.

kanef

  • Kulağın küçük ve kalın olması.

karaca ahmed sultan

  • Barla ile Barla Gölü arasında "Karadut" mevkiinde, bir ziyaretgâhtır. Barla'ya yaya yirmi dakikalık bir mesafededir.

kashab

  • Kalın, yoğun, büyük.

kassi / kassî

  • Göğüsle alâkalı. Sadrî.

kavalib

  • (Tekili: Kalıb) Kalıplar.

kavli / kavlî

  • Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.

kavmi / kavmî

  • Kavme âit, kavimle alâkalı.

kazai / kazaî

  • Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.

kelami / kelâmî

  • Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.

kelb

  • (Çoğulu: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it.
  • Meşhur bir yıldız.
  • İki adım arasına koyarak dikilen kayış.
  • Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel.
  • Şiddet.
  • Hırs.

kelbi / kelbî

  • Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.

kelib

  • (Bak: KÂLİB)

kernaf

  • (Çoğulu: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)

kerşeb

  • Yaşlı, ihtiyar.
  • Hali kötü olan kimse.
  • Kalın ve uzun nesne.
  • Arslan.
  • Çok yiyen, obur.

kesafet

  • Sıkılık, tokluk.
  • Kalınlık, yoğunluk.
  • Saydam olmama.
  • Koyuluk.
  • Kalabalık.
  • Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak.
  • Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

keşfi / keşfî

  • Keşifle alâkalı.

kesif / kesîf / كثيف

  • Yoğun. (Arapça)
  • Kalın. (Arapça)
  • Koyu. (Arapça)

kevni / kevnî

  • Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.

keyani / keyanî

  • Şaha ait. Hükümdarla alâkalı. (Farsça)

keyfiyyet

  • Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti.
  • Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)

kibriti / kibritî

  • Kükürtle alâkalı.
  • Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.

kıbti / kıbtî

  • (Çoğulu: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene.
  • Çingene ile alâkalı.

kıls

  • (Çoğulu: Kulus) İftira etmek.
  • Atmak.
  • Liften yapılmış kalın ip.
  • Kusmak.
  • Kap dolup dökülmek.

kimyevi / kimyevî

  • Kimyâ ile alâkalı

kinetik

  • Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. (Fransızca)

kırtasiye

  • Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.

kisbi / kisbî

  • Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.

kısved

  • Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.

kıyas-ı hadsi-i hafi / kıyas-ı hadsî-i hafî

  • Gizli olan hükmün illetine (sebebine) güçlü bir sezgi ile (zihnin hemen intikali olan hads ile) ulaşmak sûretiyle yapılan kıyas; yani peygamberlik sebebi olan bütün peygamberlerdeki esasların Peygamber Efendimizdeki (a.s.m.) esaslar ile kıyaslanmasıdır ki, zihin bu esasların Peygamber Efendimizde da

komprime

  • Tablet; bir konuyla ilgili olarak kalıplaşmış bilgi.

kontenjan

  • Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. (Fransızca)

kufi / kufî

  • Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı.

kuhi / kuhî

  • Dağa mensub. (Farsça)
  • Dağla alâkalı. (Farsça)
  • Dağlı. (Farsça)

kulal

  • Az, kalil.

kunbul

  • (Çoğulu: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan.
  • 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse.
  • At.
  • Bomba.

künde

  • Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. (Farsça)
  • Kalın ve yüksek ağaç. (Farsça)

küpeşte

  • Geminin kenarlarındaki tahta siper.
  • Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta.

küsv

  • Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne.
  • Az, kalil.

küsve

  • Az, kalil.

kutb

  • İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.

kutbi / kutbî

  • (Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.

laedriyye / lâedriyye

  • Şüphecilerle alakalı. Şüphecilik üzerine kurulu felsefe ekolü.

lafzi / lafzî

  • Lafza ait ve müteallik.
  • Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.

lahuti / lahutî

  • Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.

lahy

  • Sakalın bittiği yer.

laklak

  • (Çoğulu: Lekâlik) Leylek.

lauk

  • Yalanmış nesne.
  • Az, kalil.

lebeni / lebenî

  • (Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü.

lefc

  • (Lefce) Kalın dudak.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

lemyezel / لم یزل

  • Yok olmayan, kalıcı. (Arapça)
  • Tanrı. (Arapça)

leşkeri / leşkerî

  • Askere ait. Askerle alâkalı. (Farsça)

levha

  • Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt.
  • Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.

lihevi / lihevî

  • Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı.

lüabi / lüabî

  • Tükrük ve salya ile alâkalı.
  • Salya gibi yapışkan.

lübbi / lübbî

  • Öz ile alâkalı. Lübbe ait.

lük

  • Kalın ve yoğun şey. (Farsça)
  • Kırmızı boya. (Farsça)

ma'deni / ma'denî

  • Madenden yapılmış.
  • Madenle alâkalı.

ma'zuliyet

  • Azledilme hâli. Açıkta kalınış.

ma-ba'dettabia

  • (Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan.

ma-verai / mâ-veraî

  • Öteye mensub ve âid.
  • Diğer âlemle alâkalı.

maddi / maddî

  • Maddeyle alâkalı.
  • (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait.
  • Paraca ve malca.
  • Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren.
  • Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.

mahall-i taalluk-u kudret / مَحَلِّ تَعَلُّقُ قُدْرَتْ

  • Kudretin alakalı olduğu, iş gördüğü yer.

mahbusiyet

  • Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet.

mahya

  • Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

makarr-ı ebedi / makarr-ı ebedî

  • Sonsuza kadar kalınacak yer.

maliyat

  • Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.

mantıkiyyat / mantıkiyyât

  • Mantıkla alâkalı mes'eleler.

marazi / marazî

  • (Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı.

masiva

  • Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.

masug

  • Kalıba dökülmüş.
  • Örneğe uygun.
  • Düz.

matris

  • Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. (Fransızca)
  • Dizme makinelerinde harf kalıbı. (Fransızca)

mazi sigası / mâzi sigası

  • Gr. geçmiş zaman kipi, kalıbı.

mear

  • Saç ve sakalın dökülmesi.

mebit

  • (Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.

mebyet

  • Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.

mecfer

  • Beli kalın olan at.

meclisi / meclisî

  • Meclisle alâkalı. Meclise ait.

mefhum-u kıyasi / mefhum-u kıyasî

  • Kıyâsî kavram; bir ölçüye göre yapılmış kavram, kalıplaşmış kavram.

mekanik

  • Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap.
  • Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
  • Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.

meleki / melekî

  • (Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı.
  • Paklık, temizlik, ismet.
  • Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı.

melhufin / melhufîn

  • Hasrette kalıp yardım isteyenler.

melikane / melîkâne

  • Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı. (Farsça)

mensubiyyet

  • Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.

merkezi / merkezî

  • (Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı.

merkuz / merkûz

  • Saplanmış, sabit kalınmış.

mesbuk

  • (Sebk. den) Kalıba dökülmüş.

mesdud / mesdûd / مسدود

  • Kapalı, set çekili, tıkalı. (Arapça)

mesele-i şeriat

  • Dikkat; şeriat ile alâkalı mesele.

mesken-i ebedi / mesken-i ebedî

  • Sonsuza dek kalınacak yer.

meskub

  • Kalıba dökülmüş. Akıtılmış.

mesleki / meslekî

  • (Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait.

mesnun

  • Sünnet olan. Sünnet olmuş olan.
  • Âdet edilen şey.
  • Bilenmiş bıçak.
  • Üzerinden ömürler geçmiş olan.
  • Şekillendirilmiş.
  • Kalıba dökülmüş.
  • Kokusu değişmiş.

meşruat

  • (Tekili: Meşru) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler.
  • Şeriatla alâkalı şeyler.

mevati / mevatî

  • Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı.
  • İşlenmemiş toprağa ait.

mevfur

  • (Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer.
  • Edb: Aruz kalıblarından biri.

mevrus

  • İrsî, kalıtım olarak geçen.

mevsuk / mevsûk

  • Güvenilir, delilli, vesikalı.
  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
  • Vesikalı, belgeli, sağlam.

meyve-i baki / meyve-i bâki

  • Kalıcı, sonsuzluğa ait meyve.

mezci / mezcî

  • Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.

mi'mari / mi'marî

  • (Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit.
  • Bir yapı için mimara verilen para.

mia-i galiz / miâ-i galiz

  • Kalınbağırsak.

miai / miâî

  • (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.

midevi / midevî

  • Mide ile alâkalı mideye ait.
  • Mideye yarar.

mıkla'

  • (Mıklât) (Çoğulu: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç.
  • Kebap tavası.

mıklad

  • (Çoğulu: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili.
  • Hazine.

mıklem

  • (Çoğulu: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.

milben

  • Kerpiç kalıbı.
  • Süt sağacak kap.

milhi / milhî

  • (Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan.

milli / millî

  • (Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.

mim'siz medeniyet

  • Deniyet, ahlâksızlık, alçaklık; Arapça'da medeniyet kelimesinden "mim" harfi atılınca geriye alçaklık anlamında "deniyet" kelimesi kalır.

mimi / mimî

  • (Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

mınkari / mınkarî

  • Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan.
  • Gaga ile alâkalı.

minnetdar

  • Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. (Farsça)

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

mısri / mısrî

  • (Mısriyye) Mısırlı.
  • Mısır ülkesiyle alâkalı.

mistik

  • Mistisizm ile âlâkalı. (Fransızca)
  • Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi. (Fransızca)

mısyaf

  • Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer.
  • Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.

mu'cize-i baki / mu'cize-i bâki

  • Devamlı ve kalıcı mu'cize.

mu'cize-i sahabiye / mu'cize-i sahâbiye

  • Sahabelerle alâkalı olup, pekçoğunun gördüğü, tasdik ettiği mu'cizeler.

muahede-i ticari / muahede-i ticarî

  • Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.

mübalağalı ism-i fail / mübalağalı ism-i fâil

  • Gr: ( : fa'âl) ve ( : faul) gibi bazı kalıplara giren kelimelere denir. Bu vezinden gelen kelimeler "mübalağa" ifade ederler. "En, pek, çok" mânasına gelirler.

mübayenet

  • Zıddıyet. Ayrılık. Tutmazlık. Başkalık.
  • Farklılık, başkalık, uyuşmazlık.

mücessem

  • Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.

müddet-i ikamet

  • Kalış süresi.

müfred siga

  • Gr. tekil kalıp, kip.

mugassas

  • Kalıba dökülmüş.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhibbi / muhibbî

  • Muhibb ile alâkalı.
  • Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.

muhled

  • Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.

muhlis

  • Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse.

muhzır

  • (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.

mükelsem

  • Yuvarlak yüzlü.
  • Büyük, kalın.

muksa

  • Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış.

müksif

  • Kalınlaştırıcı.
  • Tortu çöktürücü.

mülk-ü baki / mülk-ü bâki

  • Devamlı ve kalıcı mülk.

mültehi / mültehî

  • (Lihye. den) Sakalı çıkmış olan genç.

münakehat

  • Nikâhlanmalar.
  • Fık: Nikâhla alâkalı olan bahisler.

münasebetdar

  • Bağlantılı, alâkalı.

munkalib / منقلب

  • Değişen, dönüşen. (Arapça)
  • Munkalib olmak: Değişmek, dönüşmek. (Arapça)

münsebik

  • (Sebk. den) Kalıba dökülmüş olan.

münsed

  • Tıkanmış, tıkalı.

münsedd

  • (Sedd. den) Seddedilen, kapanan, tıkanan. Tıkalı.

münzeviyane / münzeviyâne

  • İnzivaya çekilircesine, tek başına kalır gibi. (Farsça)

mürd

  • (Tekili: Emrüd) Sakalı belirmemiş genç yiğitler.

müsag

  • (Tekili: İsâga) Kalıba dökülmüş, akıtılmış olan.

müşareket babı

  • Fiilin iki veya daha fazla şahıs tarafından meydana geldiğini gösteren fiil kalıbı.

müşekkel / مشكل

  • (Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti gösterişli ve yerinde.
  • Şekil verilmiş, şekillendirilmiş.
  • Biçimli, kalıplı. (Arapça)

müstehas

  • Toprağın altında kalıp saklanmış.

müstezad

  • (Ziyade. den) Artmış, çoğalmış.
  • Edb: Aruz kalıplarından " Bahr-i recez" denilen vezin ile yazılmış manzume. (Mef'ulü mefâîlü mefâîlü faûlün) gibi. Veya (Mef'ûlü faûlün) veznine denk parça ilâvesi ile yapılır. Ziyadeli mısralı manzumelerdir.

mutavvak

  • (Tavk. dan) Boynu halkalı, zincirli.
  • Boynuna gerdanlık vs. takılmış. Boynuna halka olan.

müteaccibane

  • Şaşıp kalırcasına.

müteallik / مُتَعَلِّقْ

  • Alakalı, ilgili.
  • Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.
  • Alâkalı, ilgili.
  • Alâkalı.

müteallikat

  • Alâkalılar, ilgililer, yakınlar, akrabalar.

mütedair

  • Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için.

mütedehhi

  • Üstün zekâlı ve anlayış sahibi gibi harekette bulunan.

müteferri'

  • (Fer'. den) Dallanan, bir kökten ayrılan.
  • Bir kökle alâkalı olan.

mütehayyer

  • Hayrette kalınan şey, şaşılacak şey.

mütekalib / mütekâlib

  • (Çoğulu: Mütekâlibîn) (Kelb. den) Köpek gibi birbirinin üstüne atılan.

mütekalibin / mütekâlibin

  • (Tekili: Mütekâlib) Köpek gibi birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlar.

mütemaşşit

  • Saçını sakalını tarayan.

mütesabike

  • Bir şeyin kalıba dökülmesi.
  • Mâdeni eritip süzmek.

muzari sigası / muzâri sigası

  • Gr. Arapçada şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipi, kalıbı.

muzari'

  • Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih.
  • Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi.
  • Edb: Aruz kalıplarından birisinin ismi.

muztar

  • Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan.

nabiga

  • (Çoğulu: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse.
  • Sonradan şâir olan.
  • Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.

nakdi / nakdî

  • Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.

nakz

  • Bozmak. Çözmek. Kırmak.
  • Bir sözleşmeyi yok saymak.
  • Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak.
  • Parmaklarda veya âzâda oynak yerler.
  • Kiriş.
  • Palan. Deri.

napayidar / nâpâyidar / ناپایدار

  • Kalıcı olmayan. (Farsça)

nariyye

  • Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey.

nasrani

  • Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan.

nasut

  • İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler.

nebevi / nebevî

  • Nebiye ait. Peygambere dâir. Peygamberle alâkalı.

necmi / necmî

  • Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı.

nef'i / nef'î

  • Menfaat ile alâkalı, faydacı.
  • Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.

nefsani / nefsanî

  • Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.

nefsi / nefsî

  • Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair.

nehari / neharî

  • Gündüzlü, gündüz ile alâkalı.
  • Yatılı olmayan mekteb veya talebe.

nehide

  • Kalın kaymak.

nesci / nescî

  • Nesc ile alâkalı.

nesebi / nesebî

  • Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı.

nesevi / nesevî

  • (Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık.

neshi / neshî

  • Nesihle alâkalı, neshe ait.
  • Bir cins yazı.

neşri / neşrî

  • Neşir ile alâkalı.

netice-i bakiye / netice-i bâkiye

  • Ebedi, kalıcı meyve, sonuç.

nev'i / nev'î

  • Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.

nevhat

  • Sakalı yeni çıkmış genç.

nevmi / nevmî

  • Uyku ile alâkalı, uykuya âit.

nifaki / nifakî

  • Nifakla alâkalı.

nihai / nihaî

  • (Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu.

nikat / nikât

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. İnce mânâlar.
  • İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.

nisai / nisaî

  • (Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir.

nisvi / nisvî

  • Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.

nizami / nizamî

  • Düzenli, tertipli, usulüne uygun.
  • Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı.

noksani / noksanî

  • Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı.

nuhasi / nuhasî

  • Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan.

nur-u baki / nur-u bâkî

  • Kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekâ veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Allah'ın nuru.

objektif

  • Hakikatı olduğu gibi aksettiren. (Fransızca)
  • Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. (Fransızca)
  • Gaye. (Fransızca)
  • Fls: Varlıkla alâkalı. (Fransızca)

ömr-i baki / ömr-i bâkî

  • Bâkî, devamlı ve kalıcı ömür.

ömr-ü baki / ömr-ü bâki

  • Devamlı, kalıcı ömür.

ömr-ü bakiye / ömr-ü bâkiye

  • Devamlı ve kalıcı ömür.

örfi / örfî

  • Âdete âit ve onunla alâkalı.

örs

  • Üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet.

osmani / osmanî

  • (Osmaniye) Osman'a ait, mensup.
  • Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.

pala

  • Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.

paydar / pâydâr / پایدار

  • Kalıcı, sağlam, sürekli, devamlı. (Farsça)

payende / pâyende / پاینده

  • Kalıcı, sürekli. (Farsça)
  • Payanda, destek. (Farsça)

payidar / pâyidâr / pâyidar / پایدار

  • Kalıcı, kalımlı.
  • Kalıcı, sağlam, sürekli, devamlı. (Farsça)

payidar olma / pâyidar olma

  • Devamlı ve sürekli olma, tam yerleşik ve kalıcı olma.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

pest

  • Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. (Farsça)
  • Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. (Farsça)

peygamberi / peygamberî

  • Peygamberlik. (Farsça)
  • Peygamberle alâkalı. (Farsça)

pota-i furkan

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân-ı Kerim potası ve kalıbı.

pranga

  • İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir.
  • Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır.
  • Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.

püştvare

  • Bir hamal yükü. Bir arkalık yük. (Farsça)

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

radhe

  • (Çoğulu: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi.
  • Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)

rahi

  • Yola ait, yolla alâkalı, yola dâir. (Farsça)

rahmi

  • Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik.

rai

  • (Rü'yet. den) Görücü, gören.
  • Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub.

rakami / rakamî

  • Rakam ve sayıya ait. Rakamla alâkalı.

remzi / remzî

  • İşarete ait, işaretle alâkalı.

rikkat

  • İncelik, yufkalık.
  • Acıma, yürek etkilenmesi.

rikkat-i kalb

  • Kalb rikkati, kalb yufkalığı.

rişbüz

  • Keçi sakalı gibi sivri olan sakal. (Farsça)

riyazi / riyâzî / رِيَاض۪ي

  • Matematikle alâkalı.

riyaziye

  • Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı.
  • Bir yazı çeşidi.

ruh-u baki / ruh-u bâki

  • Devamlı ve kalıcı ruh.

ruhani / ruhanî

  • Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek.
  • Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.

ruzi / ruzî

  • Azık, rızık. Nasib, kısmet. (Farsça)
  • Gündüzle alâkalı. Gündüze âit. (Farsça)

sa'teri / sa'terî

  • şen ve keyifli kimse.
  • Kekik otu ile alâkalı.
  • Soytarı.

saat / sâat

  • Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman.
  • Kıyâmet.
  • Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri.
  • Kıyâmet.

şabb-ı emred

  • Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.

şabb-i emred / şâbb-i emred

  • Henüz sakalı, bıyığı çıkmamış genç.

sadr

  • Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi.
  • Kalb, göğüs, ön.
  • Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer.
  • Rücu.
  • Bir aruz kalıbı.
  • Baş, reis, başkan.
  • Oturulacak yerlerin en iyisi.

sahari / saharî

  • Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı.

sahin

  • (Sihan. dan) Sık.
  • Kalın, sıkı.
  • Katı, pek.

şahsi / şahsî

  • Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.

sakil

  • Ağır, can sıkıcı. Çirkin.
  • Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece.

şakuli / şakulî

  • Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.

salif

  • Boynun genişliği, kalınlığı.

saltanat-ı bakiye

  • Devamlı, kalıcı saltanat.

samedani / samedanî

  • Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.

şami / şamî

  • Şam şehrinden olan, Şamlı.
  • Şam şehri ile alâkalı.

saray-ı dar-ı beka / saray-ı dâr-ı beka

  • Devamlı ve kalıcı olan âhiret sarayı.

şarki / şarkî

  • Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.

sayfi / sayfî

  • Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı.

şayib

  • (Çoğulu: Şevâyib) Ayıp. Noksan.
  • Pis, murdar.
  • Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.

şeair

  • (Tekili: Şiâr) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.

sebaik

  • (Tekili: Sebika) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.

şebane

  • Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik. (Farsça)

sebbak

  • Eritip kalıba döken, eritici.

sebike

  • Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş.
  • Hafif, küçük.

sebk

  • Bir şeyi eritme. Kalıba dökme.
  • Edb: İbarenin tarz ve terkibi.

şecere-i bakiye / şecere-i bâkiye

  • Devamlı ve kalıcı ağaç.

şefellec

  • Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam.
  • Ferci vasi avret.

seferi / seferî

  • Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı.
  • Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir.

şefevi / şefevî

  • (Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı.

sehabi / sehabî

  • Bulut ile alâkalı.

sehanet

  • Kalınlık.
  • Sıklık.
  • Katılık, peklik.

şehevani / şehevânî

  • Şehvetle ilgili, şehvetle alâkalı.

şehevi / şehevî

  • Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.

sehin

  • Altı görünmeyen sık ve kalın nesne.

sekenat / sekenât

  • Oturumlar; bir yerde kalıp ikamet etme halleri; Durgunluklar.

şekli / şeklî

  • Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.

selbi / selbî

  • Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan.

sema'

  • Yağlı yemek yedirmek.
  • Baş yarmak.
  • Ekmeği terid etmek.
  • Sakalı boyamak.

semavi / semavî

  • Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik.
  • İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.

semmi / semmî

  • (Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli.

şemsi / şemsî

  • Güneşe ait. Güneşle alâkalı.

şerayin-i sübatiyye

  • Boynun iki tarafında olup kalbden gelen ve kafaya çıkan iki kalın atar damar.

seriülintikal / serîülintikal / سریع الانتقال

  • Kıvrak zekalı. (Arapça)

sermele

  • Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.

şernak

  • Göz kapağının ağır ve kalın olması.
  • Ekinin bir mertebe uzun olması.

setat

  • Sakalın hafif olması.

setre

  • Yarı resmi ceket.
  • Düz yakalı ilikli çuha elbise.

sevdavi / sevdavî

  • Kuruntulu, meraklı.
  • Sevda ile âlâkalı.

şevki / şevkî

  • Neşe ve şevk ile alâkalı.

seyfi / seyfî

  • (Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı.
  • Kılıç şeklinde.

şeytani / şeytanî

  • Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.

sıfat-ı cemaliye / sıfât-ı cemaliye

  • Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar.

siga / sîga

  • Gr. kip, kalıp.

siga-i cem / sîga-i cem

  • Çoğul kipi, kalıbı.

siga-i emir

  • Emir kipi, kalıbı.

sıga-i mübalağa / sıga-i mübalâğa

  • Arapça dilbilgisinde bir şeyin çokluğunu ve fazlalığını ifade için kullanılan kalıp, kip.

siga-yı meçhul

  • Gr. belirsizlik kipi; öznenin zikredilmediği fiil kalıbı; meselâ "denildi" fiilinde, kimin dediği belli değildir.

sihan

  • Kalınlık.
  • İçi boş zarf.
  • Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı.
  • Sımsıkı madde.

şıkn

  • Az, kalil.

sınai / sınaî

  • (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı.
  • İnsan yapısı.

sınıfi / sınıfî

  • Sınıfla alâkalı, kısıma ait.

şirvaz

  • Yoğun, kalın ve büyük.

sitebr / ستبر

  • Kalın, kaba, yoğun. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)
  • Yoğun. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)

siyahi / siyahî

  • Siyahla alâkalı. (Farsça)
  • Zenci. (Farsça)
  • Siyahlık, karalık. (Farsça)

stratosfer

  • Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. (Fransızca)

sübhani / sübhanî

  • Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.

sübjektif

  • Bilen akıl ile alâkalı. (Fransızca)
  • Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. (Fransızca)

süfliyat

  • Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.

suki / sukî

  • Çarşı ve pazarla alâkalı.
  • Çarşılı, pazarlı.

sükkeri / sükkerî

  • şekerden yapılma tatlı.
  • Şekerle alâkalı.

sükut edilme / sükût edilme

  • Sessiz kalınma.

sünat

  • (Çoğulu: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.

sürri / sürrî

  • Göbekle alâkalı. Göbeğe ait.

taalluk / تَعَلُّقْ

  • Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
  • Dünya alâkası.
  • Sevme.
  • Alâkalı olma.

taallukat

  • Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.

taammüdi / taammüdî

  • (Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı.

tabii / tabiî

  • Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.

tafif

  • Az, kalil.

tağliz / tağlîz

  • Katılaştırma, kalınlaştırma, sertleştirme.

tahkiki / tahkikî

  • Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait.

tahlil etmek / tahlîl etmek

  • Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak.

tahmini / tahminî

  • Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı.

tahtani / tahtanî

  • Alt kat. Alt katla alâkalı.

takallüb

  • Bir taraftan diğer tarafa dönmek.
  • Bir halden başka bir hale değişmek.
  • Başka kalıba girmek.

taklib

  • (Çoğulu: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme.
  • Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme.

tanagguz

  • Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.

tarim

  • Kalın bulut.
  • Elleri ve ayakları kaba olan kimse.

tasallüp

  • Sertleşme, kalıba girme.

tasavvufi / tasavvufî

  • Tasavvufla alâkalı, tasavvufa ait.
  • Tasavvufla alâkalı. Tasavvufa ait.

tasavvuri / tasavvurî

  • Tasavvurla alâkalı. Tasavvura ait.

tasvig

  • (Çoğulu: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme.
  • Batırmak.
  • Kuyumculuk yapmak.

tatbiki / tatbikî

  • Tatbike ait. Pratik ile alâkalı. Fiilen işlemek suretiyle.

tealluk

  • Muhabbet etmek, sevmek.
  • Alâkalı olmak.

tedafüi / tedafüî

  • Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.

tef'il babı / tef'îl bâbı

  • Tef'il kalıbı.

tefaul babı / tefâul bâbı

  • "Tefâul" kalıbı.

tefhim

  • Ta'zim.
  • Bir şeyi kalınlaştırmak.
  • Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir. Şunlardır: Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u isti'lâda tefhim vâcibdir.

tefil / tefîl

  • Fiilleri etken hâle getiren kalıp.

teftiş

  • Kontrol etmek. İşlerin alâkalı vazifeliler tarafından ele alınıp iyi ve tamam yapılmasına çalışmak.
  • Sormak.
  • Ayırmak.

tegabbi

  • Birisini geri zekâlı sayma.

tekevvüni / tekevvünî

  • Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı.

tekviniye

  • Yaratmağa, tekvine ait. Tekvinle alâkalı.

telcin

  • Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak.
  • Kalınlaştırmak.

temeşşut

  • (Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama.

terbiyevi / terbiyevî

  • Terbiyeli. Terbiye ile alâkalı.

termik

  • Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili. (Fransızca)

tersimi / tersimî

  • Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik.

tesbik

  • (Çoğulu: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme.

teşekkür

  • Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi.
  • Şükür etmek.
  • Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri.

teşrii / teşriî

  • (Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair.

tevarüs / tevârüs

  • Miras intikali.

teveşşi

  • Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak.

tezelzüli / tezelzülî

  • Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden.

tıbbi / tıbbî

  • Hekimliğe ait. Doktorlukla alâkalı.
  • Hekimce.

tımtım

  • Kalın etli, cüsseli adam.
  • Dilinde pelteklik olan, kekeme.

uhrevi / uhrevî

  • Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.

ukdevi / ukdevî

  • Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı.

ümmi / ümmî

  • Anasından doğduğu gibi kalıp, okuyup yazma öğrenmeyen kimse.

umumi / umumî

  • Herkesle alâkalı, herkese dâir.

unsuri / unsurî

  • Irkî, ırkla alâkalı.

urgan

  • Kalın ip.

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

uzlethane / uzlethâne

  • Yalnız kalınan yer.

vafir

  • (Vefret. den) Bir çok, bol, çok.
  • Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.

vahdani / vahdanî

  • Allah'ın birliği ile alâkalı.

vahdet

  • Birlik, bir ve tek olma.
  • Yalnızlık, kendi kendine kalış.

vahdet-gah / vahdet-gâh

  • Yalnız kalınacak yer. (Farsça)

vakfi / vakfî

  • Vakfa âit, vakıfla alâkalı.

vasfi / vasfî

  • Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair.

vatan-ı ikamet / vatan-ı ikâmet

  • Geçici olarak ikâmet edilen yer. Hanefî mezhebinde on beş gün veya daha çok kalıp sonra çıkmaya niyet edilen yer.

vatani / vatanî

  • (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.

vavi / vavî

  • Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı.

vehn

  • Gevşeklik, kuvvetsizlik.
  • Zayıf.
  • Gövdesi kalın ve kısa adam.
  • Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.

veter

  • Yayın çilesi. İp ve kiriş.
  • Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi.
  • Kasları hareket ettiren kalın sinir.

vezin

  • Nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı.

vezn-i mahsus

  • Özgül ağırlık. Bir cismin bir santimetre küp hacmindeki parçasının ağırlığı.
  • Edb: Nazmın veya kelimenin belli kalıplarından her biri. Nazmın ahenk ölçüsü.

visak

  • Kuvvetli, kalın bağ.
  • Yeminle söz vermeler. Muahedeler.
  • Peyman.

vücubi / vücubî

  • Vücuba ait ve onunla alâkalı.
  • Müsbet.

vücudi / vücudî

  • Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

yelmek

  • (Çoğulu: Yelâmık) Kalın kaftan.

yesari / yesarî

  • Sola ait. Sol ile alâkalı.

yesir

  • Az şey, az, kalil.
  • Kumarbaz.
  • Kolay.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.

zabt-name / zabt-nâme

  • Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt. (Farsça)

zahri / zahrî

  • (Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı.
  • Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.

zarf

  • Kap, kılıf. Mahfaza.
  • İçine mektup konulan kılıf kâğıt.
  • Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.

zat-ı baki / zât-ı bâkî

  • Kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekâ veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Zât; Allah.

zat-ı bari / zât-ı bâri

  • Herşeye bir kalıp ve bir şekil veren ve güzelce yaratan Zât, Allah.

zati / zâtî

  • (Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.

zehid

  • Az, kalil.

zenane

  • Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi. (Farsça)

zerrevi / zerrevî

  • Zerre ile alâkalı, zerreye âit.

zevalnapezir / zevâlnâpezîr / زوال ناپذیر

  • Yok olmayan, kalıcı. (Arapça - Farsça)

zevki / zevkî

  • Zevkle alâkalı. Zevke âit.

zılli / zıllî

  • Gölge ile alâkalı.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın