REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Kör ifadesini içeren 1096 kelime bulundu...

ayat-ı hırz / âyât-ı hırz

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.

a'ma / a'mâ / اعمى

  • Kör. Gözü görmeyen.
  • Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik.
  • Yağmur bulutları.
  • Kör. (Arapça)

a'ma-i asam / a'mâ-i asam

  • Kör ve sağır.

a'ma-i elvan / a'mâ-i elvan

  • Tıb: Renk körlüğü, renkleri ayırt edememe hastalığı. Akromatopsi.

a'ver

  • Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. (Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)

ab-yari-i himmet / ab-yârî-i himmet

  • Korumak için yapılan yardım, himmet yardımı.

absal

  • Bahçe, koru, park. (Farsça)

acz

  • Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak.
  • Zarardan korunmak gücünün olmaması.
  • Bir şeyin geri tarafı.

adem-i salabet / adem-i salâbet

  • Dinin emirlerini korumada ve uygulamadaki ciddiyetsizlik, gevşeklik.

adem-i tahavvuf

  • Korkusuzluk.

adem-i tahavvüf

  • Korkusuz olma.

aftab-gerdan / aftâb-gerdan

  • Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. (Farsça)
  • Avcı kulübesi. (Farsça)

ahd u eman / ahd u emân

  • And ve emniyet, korkusuzluk, güvenlik.

ahger / اخگر

  • Ateş koru. Yanar halde olan kömür. (Farsça)
  • Kor ateş. (Farsça)

ahger-i suzan

  • Yakıcı kor.

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahker

  • Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. (Farsça)

ahras / ahrâs / احراس

  • (Tekili: Hâris) Bekçiler, muhafızlar, koruyucular.
  • Koruyucular, muhafızlar. (Arapça)

ahşa

  • Pek korkunç. Çok korkunç. Çok korkunç yer.

ahu-dil

  • Ceylan yürekli. (Farsça)
  • Mc: Korkak. (Farsça)

ahudil / âhûdil / آهودل

  • Ödlek, korkak. (Farsça)

ahvef / اخوف

  • En korkak.
  • Çok korkunç.
  • En korkunç. (Arapça)

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akar

  • Köşk, yüksek bina.
  • Bâbil vilayetinde bir yer adı.
  • Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak.
  • Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.

akromatopsi

  • Tıb: Renk körlüğü.

ale / âle

  • Güneş, yağmur gibi etkenlerden korunmak için yapılmış barınak.
  • Fakirlik.

ale'l-amya / ale'l-amyâ

  • Körü körüne.

ale-l-amya

  • Körü körüne.

ale-l-ımıya

  • Körü körüne, körlemeden.

alelamya / alelamyâ / على العميا

  • Körükörüne.
  • Körükörüne. (Arapça)

alil / alîl

  • Kör.

alim-i hafiz / alîm-i hafîz

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

ama / âmâ

  • Kör.
  • Kör.

amin / âmin

  • (Emn. den) Gönlü müsterih, kalbinde korku bulunmayan.
  • Emniyet ver.

amine / âmine

  • Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın.
  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. (R. Aleyha)

amiyane / âmiyâne

  • Körü körüne.
  • Bilgisizce, körü körüne.

amya / amyâ

  • Tam kör.
  • (Müe.) Kör, a'ma.

an / ân

  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

arazi-i emiriyye / arâzi-i emiriyye

  • Huk: Beytülmâle mahsus olup devlet tarafından şahıslara dağıtılan yerler. (Tarla, çayır, koru ve emsali gibi.)

arazi-i mahmiye / arâzi-i mahmiye

  • Huk: Beytülmâle ait araziden, koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına ayrılmış olan arâzi.

asa / asâ

  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.

asabiyet-i kavmiye

  • Kavminin ve milletinin örf, âdet ve değerlerine körükörüne bağlılık, ırkçılık.

asabiyyet-i cahiliyye

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.

asale

  • Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan.

asayiş

  • Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayi (Farsça)

asef

  • (Asf) Büyük kadeh.
  • Bir şeyi almak.
  • Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek.
  • Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek.
  • Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.)

asım

  • Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.

aşu

  • Kör olmak. Görmemek.
  • Mc: Görmemezlikten gelmek.

atıfet

  • Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme.
  • Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.

atıfet-kar / atıfet-kâr

  • Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan. (Farsça)

avani

  • Kapkacak, yemek takımları.
  • "Beni koru, hıfzeyle" meâlinde dua.

avr

  • Bir kimseyi kör etme.
  • A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek.
  • Telef etme.
  • Gözsüzlük.

avra

  • Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü.
  • Mc: Kör fikir.
  • Çirkin ve kabih söz.
  • Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.

ayke

  • Sık koruluk.

ays

  • Sık ağaçlık yer. Koruluk.

aysele

  • Gözsüz, a'mâ, kör.

azırra

  • (Tekili: Zarir) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler.

bahik

  • Tek gözü kör olan adam.

bahika

  • Görmiyen, kör (göz).

bahreyn

  • İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi)
  • Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Hal

bak / bâk / باک

  • Korku, havf, çekinme, sakınma. (Farsça)
  • Korku. (Farsça)

bavehim / bâvehim

  • Vehim ve korku ile, şüpheyle.

baygan

  • Muhafız, koruyucu, bekçi. (Farsça)

be's

  • Azab, şiddet. Korku.
  • Zarar, ziyan.
  • Zorluk, meşakkat, zahmet.
  • Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bed-buk

  • Hâin, korkak. (Farsça)

bed-dil

  • Korkak, yüreksiz. (Farsça)

bed-fercam

  • Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena. (Farsça)

bedel-i öşr

  • Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.

bedzehre

  • Korkak, yüreksiz, ödlek kimse. (Farsça)

beis-be's

  • Zarar, ziyan.
  • Korku, azap, sıkıntı, fenalık.
  • Kuvvet, kudret.

belaha

  • Yetişmemiş hurma koruğu.
  • Kurumak, yebs.
  • Yormak.

beraverde

  • İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. (Farsça)
  • Seçilmiş, ayrılmış şey. (Farsça)
  • Yükseğe kaldırılmış. (Farsça)

berk-i süyuf

  • Kılıçların şimşeği, kılıç korkusu.

beyt-i atik

  • Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)

bi-ciğer / bî-ciğer

  • Korkak, ciğersiz, yüreksiz. (Farsça)

bi-dil / bî-dil

  • Ürkek, korkak. (Farsça)
  • Âşık. (Farsça)
  • Kalbsiz, gönülsüz. (Farsça)
  • Nüktesiz. (Farsça)

bi-perva / bî-perva

  • Korkusuz. Pervasız. (Farsça)

bihak

  • Gözsüz etmek, kör etmek.

bila-perva / bilâ-perva

  • Korkusuz.

bila-şuur / bilâ-şuur

  • Şuursuzca; körü körüne.

bilaperva / bilâperva / bilâpervâ / بلاپروا

  • Korkusuz.
  • Pervasız, korkusuz.
  • Korkusuzca. (Arapça - Farsça)

bim / bîm / بيم

  • Korku, havf. (Farsça)
  • Tehlike. (Farsça)
  • Korku. (Farsça)

bim ü ümid

  • Korku ve ümid.

bim-i can / bim-i cân

  • Can korkusu, ölüm korkusu.

bim-nak

  • Korkmuş. (Farsça)

biperva / bîperva / bîpervâ / بى پروا

  • Korkusuz.
  • Korkusuz. (Farsça)
  • Çekinmeden. (Farsça)

bücal

  • Ateş koru. (Farsça)
  • Kömür. (Farsça)

büsre

  • Herşeyin ucu ve başı.
  • Herşeyin tâzesi.
  • Genç kız veya oğlan.
  • Hurma koruğu.
  • Biraz büyümüş olan ekşi ot.

çağz

  • Kurbağa. (Farsça)
  • Korku, havf. (Farsça)
  • Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. (Farsça)
  • Ah ü fizar. İnilti. (Farsça)

cahb

  • (Çoğulu: Echibe) Ebücehil karpuzu.
  • Korkudan dolayı kederli olmak.

candar / cândâr / جاندار

  • Diri, canlı, zihayat, ziruh. (Farsça)
  • Silâhlı kimse. (Farsça)
  • Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. (Farsça)
  • Yol yiyeceği, azık. (Farsça)
  • Canlı. (Farsça)
  • Koruyucu. (Farsça)

casum / casûm

  • Korkulu rü'ya, kâbus.

ce's

  • Korkutmak, tahvif.

ceban

  • Korkak, ürkek.

cebanet / cebânet / جبانت

  • Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak.
  • Korkaklık, ürkeklik.
  • Korkaklık.
  • Korkaklık. (Arapça)

cebin / cebîn / جبين / جَبِينْ

  • (Cebân) Korkak. Cesaretsiz.
  • Alın.
  • Korkak, cesaretsiz.
  • Korkak.
  • Korkak. (Arapça)
  • Korkak, yüreksiz.

cedalet

  • Yer. Arz. Dünya.
  • Hurma koruğu, ham hurma.

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

cehaletperver / cehâletperver

  • Cahillik sever, bilgisizliği koruyan.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

cemr-ül gada

  • Ateşi çok devam eden ağacın ateşinin koru.

cemre

  • (Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
  • Ateşli kömür parçası, kor.
  • İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
  • Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.

cenab-ı mevla / cenâb-ı mevlâ

  • Herşeyin efendisi, koruyucusu ve sahibi olan Allah.

cenab-ı mevla ve tekaddes / cenâb-ı mevlâ ve tekaddes

  • Her türlü eksiklikten münezzeh, şeref ve yücelik sahibi, koruyup gözetici Allah.

cenah-ı himaye

  • Koruma kanadı.

cenah-ı himaye ve re'fet / cenâh-ı himaye ve re'fet

  • Koruma ve şefkatle muamele etme kanadı.

cenah-ı himayet

  • Koruma kanadı.

cesaret / cesâret

  • Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk.
  • Yüreklilik, korkusuzluk.

cesaret-i medeniye

  • Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.

cesurane / cesurâne

  • Cesurca, korkusuzca.

cezalet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld

cihad etmek

  • Allah için, kutsal değerleri korumak için savaşmak.

cihan-ban / cihan-bân

  • Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar. (Farsça)

cihan-penah

  • Cihanın koruyucusu olan.

cinayet ve ictinadan himayet etmek

  • Kesilme ve mevyelerin toplanma teklikesine karşı korumak.

cizye

  • İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.

cüba'

  • Korkak.

cübcübe

  • (Çoğulu: Cebâcib) Korkutmak.
  • Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti.
  • Çok su.
  • Erimiş yağ.

cübn / جبن

  • (Cübün) Ürkeklik. Korkaklık. Korkak olmak.
  • Peynir.
  • Korkaklık.
  • Korkaklık. (Arapça)

cübne

  • Korkaklık.

cudi-i islamiyet / cûdî-i islâmiyet

  • İslâmiyetin Cûdî Dağı; insanları maddî ve mânevî tufanlardan ve felâketlerden koruyan İslâm dini için bir benzetme olarak kullanılmış.

cümse

  • Hurma koruğu.

cünh

  • Koruma, esirgeme, himâye ve muhafaza etme.

cür'et

  • Yiğitlik, cesaret. Korkmayarak ileri atılmak.

cüvar

  • (Civâr) Yakınlık. Komşuluk.
  • Himâyet, korumak.
  • Riâyet.
  • Süt emen deve yavrusu.
  • Karga sesi.
  • Öküz avazı.

dabs

  • Ahlâkı kötü ve korkak olmak.
  • Anlaması, idrâki az olmak.

dah

  • Hizmetçi, uşak, cariye. (Farsça)
  • On (10). Aşer. (Farsça)
  • Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse. (Farsça)

dahiye / dâhiye

  • Korkunç belâ.

dahül

  • Bostan korkuluğu. (Farsça)

daire-i takva / daire-i takvâ

  • Takvâ dairesi; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma dünyası.

damar-ı müteassıbane / damar-ı müteassıbâne

  • İnandığı şeylere körü körüne, katı bir şekilde bağlılık damarı.

dar-ül aman / dâr-ül amân

  • Sığınılacak, korunulacak yer.

darir / darîr / ضریر

  • (Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
  • Nefis.
  • Cismin bakiyyesi.
  • İri vücutlu fakir kişi.
  • Doğuştan kör. (Arapça)

dariru'l-basar / darîru'l-basar

  • Kör, âmâ.

dehaliz

  • (Tekili: Dehliz) Dehlizler, holler, koridorlar.

dehhaşe

  • Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici.

dehliz / دهليز

  • (Çoğulu: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası.
  • Hol, koridor.
  • Koridor. (Arapça)

dehşet / دهشت

  • Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.
  • Korku, ürkme.
  • Ruhu birden kaplayan korku.
  • Korkma.

dehşet-efşan

  • Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü. (Farsça)

dehşet-engiz

  • Çok dehşet verici. Çok korkutucu. (Farsça)

dehşetengiz

  • Korku verici.

dehşetli

  • Korkunç.

dekoratör

  • Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr. (Fransızca)

dem

  • Nefes. Soluk. (Farsça)
  • Ağız. (Farsça)
  • Nazar. (Farsça)
  • An, vakit, saat. (Farsça)
  • Koku. (Farsça)
  • Kibir, gurur. (Farsça)
  • Âli, yüksek. (Farsça)
  • Körük. (Farsça)

deme

  • Ateş körüğü. (Farsça)

derece-i takva / derece-i takvâ

  • Allah'tan korkma derecesi.

dev

  • Masallarda geçen korkutucu varlık.

diriğ

  • Men'etmek, korumak, esirgemek. (Farsça)
  • Eyvâh, yazık. (Farsça)

dram

  • yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
  • Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.

dumur / dumûr / دمور

  • Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek.
  • Bir yere izinsiz gitmek.
  • Körelme, kuruma.
  • Körelme. (Arapça)

dun-perver / dûn-perver

  • Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan. (Farsça)

dunperver / dûnperver / دون پرور

  • Aşağılık kimseleri koruyan. (Arapça - Farsça)

dürr-i meknun / dürr-i meknûn

  • Korumalı parlak inci.

ebu-l ala-i maarri / ebu-l ala-i maarrî

  • (Mi: 973 - 1057) Kör olmasına rağmen hafızasının fevkalâdeliği ile tanınmış büyük Arap şairlerinden biridir ki, kasideleriyle meşhurdur.

ebz

  • Ürkme, korkma. Kaçma, kaçış.
  • Aniden, birdenbire ölmek.

ecirna / ecirnâ

  • Bizi koru.

ecirni / ecirnî

  • (İcâret. den) Beni hıfzeyle, beni koru (meâlinde).
  • Beni koru.

edeb

  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle

ef'al-i rahmaniyet / ef'âl-i rahmâniyet

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın fiilleri.

efşal

  • (Tekili: Feşil) Korkaklar, cesaretsizler.

efza'

  • (Tekili: Fezâ) Korku ile bağırıp çağırmalar.

eglal

  • (Tekili: Gull) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler.
  • (Galel) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.

ehl-i gayret ve hamiyet

  • Din, aile, millet, vatan gibi değerleri koruma duygusu ve gayretinde olanlar.

ehl-i takva / ehl-i takvâ

  • Takvâ sahipleri; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i takva ve salahat / ehl-i takvâ ve salâhat

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan ve dindarlıkta çok ileri olan kimseler.

ehl-i takva ve vicdan / ehl-i takvâ ve vicdan

  • Allah'tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri.

ehl-i zimmet

  • İslâm Devletinin tâbiiyetinden olan Hıristiyanlar. İslâm Devleti tarafından korunan müslümandan başka kimse. Zimmi.

ehlitakva

  • Allahtan korkup günahtan sakınan kimseler.

ehval / ehvâl

  • (Tekili: Hevl) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar.
  • Korkular.
  • Korkular.

ehval-i haşir

  • Haşir meydanının verdiği korkular, korkulu hâller.

ehval-i muhavvifane / ehvâl-i muhavvifane

  • Dehşetli korkular.
  • Dehşetli korkular.

ehvel

  • Korkunç nesne.

ekmeh

  • Anadan doğma kör.
  • Tepe,bayır, yüksek yer.

ekmehiyyet

  • Ekmehlik, anadan doğma körlük.

el'iyazü billah / el'iyâzü billâh

  • Allah korusun.

el'iyazübillah

  • "Allah korusun" mânâsında bir ifade.

el-iyazü billah / el-iyâzü billâh

  • Allah korusun, Allah'a sığınırım.

el-iyazü-billah

  • Allah'a sığınır, Allah'a iltica ederiz. Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâ).

el-müheymin

  • Her şeye dikkat edip koruyan ve emin eden (Allah C.C.)

eman / emân

  • Korkusuzluk.
  • Af ve yardım dileme. Eminlik.
  • Eminlik, korkusuzluk.
  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.
  • Eminlik, korkusuzluk.
  • Aman dileme.
  • Şikayet.
  • Rica.

emanet

  • Eminlik. İstikamet üzere bulunmak.
  • Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey.
  • Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen.
  • Osmanlılar Devrinde ba

emani

  • Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. (Farsça)
  • Eminlik, korkusuzluk. (Farsça)

emin

  • Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz.
  • Kendisinden korkulmayan.
  • Kendine inanılan. İtimat edilen.
  • İnanan, güvenen.
  • Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.

emled

  • En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)

emn

  • Eminlik, korkusuzluk.
  • Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık.

emn ü asayiş / emn ü âsâyiş

  • Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik.

emn ü eman / emn ü emân

  • Korkusuzluk ve emniyet hâli.
  • Emniyet ve korkusuzluk.

emn ü eman ü emniyet / emn ü emân ü emniyet

  • Emniyet, korkusuzluk ve güvenlik.

emniyet

  • (Emniyyet) : Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik.
  • İtimad, güvenme, inanma.
  • Polis ve zabıta teşkilâtı.

emniyet-i tamme / emniyet-i tâmme

  • Tam bir emniyet ve korkusuzluk.

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)

endişe

  • Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu. (Farsça)

endişe-i mevt

  • Ölüm endişesi. Ölüm korkusu.

erva'

  • Çok güzel olan genç.
  • Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam.
  • Korkmak.

esasat

  • Temel malzemeler, mobilya, dekorasyon, döşeme gibi ev eşyaları.

eser-i himayet

  • Koruma, himaye etme eseri, belirtisi.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

etfal-i bağ

  • Yeni yetişen körpe hâlindeki fidanlar.

etka

  • (Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve maksad edinen.

evcel

  • Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi.

eviy

  • Yerleşme. Yerine gelme. Koruma.

eyne'l-meferr

  • 'Nereye kaçayım?' mânâsına gelen korku ifadesi.

fahir

  • (Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen.
  • Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı.
  • Büyük ve iyi nesne.
  • Koruğu büyük çekirdeksiz hurma.
  • Memeleri büyük deve.

fahişe

  • Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın.
  • Allah'ın menettiği şey.
  • Zâniye. Kahbe.

fahişeler güruhu / fâhişeler gürûhu

  • Namusunu koruyamayan iffetsiz, hayasız kadınlar topluluğu.

faite / fâite

  • Gaflet, uyku, unutmak, hastalık, düşman korkusu gibi bir özürle kaçırılan farz veya vâcib namaz.

faiz

  • (Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan.
  • Kapının üstündeki eşik.

fakfaka

  • Köpeğin korkudan ürümesi.

fayton

  • Tek körüklü, dört tekerlekli, atlı binek arabası.

fazi' / fazî'

  • Korkulu nesne.

fazih / fazîh

  • Hurma koruğundan yapılan şarap.

fazu'

  • Çocukları korkutmak için yapılan çok korkunç suret.

feci' / fecî' / فجيع

  • Çok kötü, korkunç. (Arapça)

fega

  • Buğdayın çürümesi.
  • Hurma koruğunun çürümesi ve çürüğü.

fenek

  • Kursak.
  • Körük yapılan şey.

ferak

  • (Çoğulu: Efrâk) Korku.
  • Büyük ölçek.

ferc

  • Yarık, çatlak. Korkulacak yer.
  • Ud yeri. Dişi tenasül âleti.

ferik / ferîk / فَر۪يقْ

  • Korgeneral.
  • İnsan topluluğu, cemaat.
  • Askerî kolordu kumandanı.
  • Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik.
  • Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral.
  • İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü.
  • Paşa, korgeneral.

ferik-i evvel / ferîk-i evvel / فریق اول

  • Korgeneral. (Arapça - Farsça)

ferikan / ferikân / فریقان

  • Tüm veya korgeneraller. (Arapça - Farsça)

feruka

  • Böğürün yağı.
  • Korkak kişi.

feşel

  • (Çoğulu: Efşâl) Korkak olmak.

feşil

  • (Çoğulu: Efşâl) Korkak, cesaretsiz, yüreksiz.

feza' / fezâ'

  • Korku. Havf.
  • Sığınma, dehalet.
  • Uykuda şiddetli korku ile uyanmak.
  • Korkma, dayanamama, ümitsizlik.

fırat

  • Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra Körfezi'ne dökülür.

fırtına

  • Şiddetli rüzgâr, korkutucu dalgalanma.

fobi

  • (Fobya) Bâzı hal veya şeylere karşı duyulan hastalık halindeki korku. (Fransızca)
  • Bazı şeylere karşı duyulan korku.

fukara-perver

  • Fakire bakan. Fukarayı koruyan. (Farsça)

gabe

  • Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.

gabileşen / gabîleşen

  • Yabancılaşan, âdeta körleşen.

gafa

  • Her şeyin kemi ve yaramazı.
  • Toza benzer bir âfet. (Hurma koruğunun üstüne gelip olgunluktan men'eder ve lezzetini bozar.)

gafilane / gafilâne

  • Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine. (Farsça)

galat-ı rü'yet

  • Renk körlüğü. Bir rengi, aslından başka renkte görme.
  • Görme bozukluğu.

galba

  • Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe.
  • Pek yüksek ve büyük tepe.

galel

  • (Çoğulu: Eğlâl) Koruluktan akan su.
  • Susuzluk.

galeri

  • San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. (Fransızca)
  • Tiyatroda seyircilere ait balkon. (Fransızca)
  • Üstü örtülü uzun yer. (Fransızca)
  • Yer altında açılmış uzun, dar yol. (Fransızca)

garib-nüvaz

  • Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan. (Farsça)

gayret-i cahiliye / gayret-i câhiliye

  • Körü körüne uğraşmak. Allah'ın razı olmadığı lüzumsuz şeylere kıymet vererek didinmek.

gayretullah

  • Allah'ın hak dinini koruma sıfatı.
  • Allahın gayreti, hakkı koruma sıfatı.

gayya

  • Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.

gaza ordusu / gazâ ordusu

  • Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanı korumak için düşmanla savaşan müslüman askerler.

gışavet

  • Göz kararmak.
  • Körlük yapan perde. Kabuk.
  • Baş örtüsü.

golfstrim

  • ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.

gözdağı

  • Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek. (Türkçe)

grev

  • İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da mill (Fransızca)

gul

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet.

gulyabani / gulyabânî

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayalet, hayâlî varlık.

habt

  • Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek.
  • Yanılmak, unutmak, hatâ etmek.
  • Fesada vermek.
  • Hiç umulmayan birisinden yardım istemek.
  • Cin çarpmak.

hachace

  • Korkudan melul olmak.
  • Sırrını demek isteyip yine dememek.

hafaza

  • Muhafızlar, koruyucular, bekçiler.
  • Koruyucu melekler.
  • Koruyucu.

hafaza melekleri

  • Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur.

hafız / hâfız

  • Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan.
  • Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan.
  • Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden.

hafiz / hafîz

  • Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.
  • Daima koruyan.
  • Her şeyi koruyan ve saklayan Allah.
  • Koruyan.

hafız / حافظ

  • Koruyan. (Arapça)
  • Ezberleyen. (Arapça)
  • Kur'ân hafızı. (Arapça)

hafiz-i alim / hafîz-i alîm

  • Herşeyi koruyup saklayan, ilmi herşeyi kuşatan sonsuz ilim sahibi Allah.

hafız-ı hakiki / hâfız-ı hakikî

  • Asıl olarak herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

hafiz-ı hakiki / hafîz-ı hakikî

  • Her şeyin gerçek koruyucusu olan ve her şeyi bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden Allah.

hafiz-i hakim / hafîz-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle yapan ve koruyup saklayan Allah.

hafiz-i rahim / hafîz-i rahîm

  • Sonsuz rahmetiyle kullarını koruyup gözeten Allah.

hafiz-i zülcelal / hafîz-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah.

hafiz-i zülcelal-i ve'l-ikram / hafîz-i zülcelâl-i ve'l-ikram

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve ikram sahibi olan, herşeyi koruyup gözeten ve muhafaza eden Allah.

hafizallah

  • Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).

hafizane / hafîzâne

  • Koruyup gözeten, saklayan.

hafiziyet / hafîziyet

  • Koruyuculuk.
  • Hafîzlik, koruyuculuk.

hafiziyet-i rabbaniye / hâfiziyet-i rabbâniye

  • Her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah'ın her şeyi koruyup saklaması.

hafiziyyet / hafîziyyet

  • Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.

haif / hâif / خائف

  • (Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan.
  • Korkak.
  • Korkan, korkak.
  • Korkak. (Arapça)

haifane

  • Korkakcasına, ödlekçesine.

haifen / hâifen / خائفا

  • Korkarak, korkakçasına.
  • Korkarak. (Arapça)

hail / hâil / هائل

  • Korku ve dehşet veren.
  • Korkunç. (Arapça)

hakim-i hafiz / hâkim-i hafîz

  • Herşeye hükmeden ve herşeyi saklayıp koruyan Allah.

hakkı himaye

  • Hakkı koruma.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî d

hal-i haşiane / hal-i hâşiâne

  • Huşu içinde, Allah'tan korkmayı ve alçakgönüllülüğü gösteren hal.

halic / halîc / خليج

  • Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı.
  • Irmak.
  • Büyük çanak.
  • İp.
  • Deve ağzı.
  • Körfez. (Arapça)

halic-i faris / halîc-i fâris

  • Basra körfezi.

halife-i şahsi / halife-i şahsî

  • Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtın şahsı, kendisi.

halık-ı rahman / hâlık-ı rahmân

  • Rahmeti her şeyi kaplayan, yaratıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran yaratıcı, Allah.

hama

  • Hıfzetmek, korumak.
  • Kovmak, defetmek.

hami / hamî / hâmî / حَام۪ي

  • Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran.
  • Koruyucu.
  • Himaye eden, koruyucu.
  • Himaye edici, koruyucu.
  • Koruyucu.

hami-i meçhul / hâmî-i meçhul

  • Bilinmeyen koruyucu.

hami-i saadet / hâmi-i saadet

  • Mutluluğun koruyucusu.

hamisiz / hâmisiz

  • Koruyucusuz.

hamiyet

  • Gayret.
  • Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma.
  • İstinkâf etmek.
  • Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede
  • Din ve vatan gibi kutsal değerleri ve kendi yakınlarını koruma duygusu ve gayreti.
  • Din ve millet gibi önemli değerleri koruma ve bunlara hizmet etme duygusu.

hamiyet-füruş

  • Kendini beğenerek vatanı ve milleti koruma noktasında çok gayretli olduğunu iddia eden.

hamiyet-i aliye / hamiyet-i âliye

  • Din, millet gibi mukaddes değerleri en üst düzeyde koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet.

hamiyet-i cahiliye / hamiyet-i câhiliye

  • Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. (Farsça)
  • Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti. (Farsça)

hamiyet-i diniye

  • Dinî hamiyet; dini korumak ve yüceltmek maksadıyla çalışma, dinden gelen yüce duygularla din uğruna fedakârlıkta bulunma.

hamiyet-i islamiye / hamiyet-i islâmiye

  • İslâmın değerlerini koruma ve sahip çıkma gayreti.

hamiyetçilik

  • Din gibi mukaddes değerleri ve kendi vatan, aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti içinde oluş.

hamiyetli

  • Din gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti olan.

hamiyetperver

  • Din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan.

hamiyetsizlik

  • Hamiyetsiz olma, mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti içinde olmama.

hamiyyet

  • Din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti.
  • Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.

harak

  • Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.

harf-i atıf

  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

haris-i vatan / hâris-i vatan

  • Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.

hars

  • Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır.
  • Sürme, koruma, ekme, kazanma.

haşa / hâşâ

  • Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun... (mânasına söylenir.)

hasan

  • Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak.

hasanet

  • Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması.
  • Kadının kendisini haramdan koruması.

haşem

  • Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.

haşin

  • Korkak, korkan.

hasle

  • (Çoğulu: Husul) Hurma koruğu.

haşyet / خشيت

  • Korku ve dehşet.
  • Hürmetle karışık korku.
  • Korku, ürperti.
  • Sevgiyle karışık korku.
  • Korkma. (Arapça)

haşyeten

  • Ürkerek, korku ile.

haşyeten lillah

  • Allah için korku.

haşyetengiz / خشيت انگيز

  • Korku salan, korkunç. (Arapça - Farsça)

haşyetullah

  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.

hatar

  • Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku.

hatarkar / hatarkâr

  • Hatarlı, korkulu. (Farsça)

hatarnak / hatarnâk

  • Korkunç, korkulu, tehlikeli. (Farsça)

hatir

  • Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse.

havf / خوف / خَوْفْ

  • Korku, korkutmak.
  • Korku.
  • Korku, korkma.
  • Korku.
  • Korku.
  • Korku. (Arapça)
  • Havf eylemek: Korkmak. (Arapça)
  • Korku.

havf eden

  • Korkan.

havf etmek

  • Korkmak.

havf ve reca / havf ve recâ

  • Korku ve ümit.
  • Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.)
  • Korku ve ümit.

havf vereca / havf verecâ

  • Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).

havf-ı ar / havf-ı âr

  • Utanma korkusu.

havf-ı bari / havf-ı bâri

  • Allah korkusu.

havf-ı fakr

  • Fakirlik korkusu.

havf-ı memat

  • Ölüm korkusu.

havf-ı mevt / خَوْفِ مَوْتْ

  • Ölüm korkusu.

havfen

  • Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile.

havfnak / havfnâk / خوفناک

  • Korkulu, korkutan, korkunç. (Farsça)
  • Korkulu. (Arapça - Farsça)

havfullah

  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.

haviye

  • (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.

havl

  • Kuvvet, korku.

haya

  • Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.

hayal-i hail / hayal-i hâil

  • Korku ve dehşet veren hayal.

hayla'

  • Cin taifesinden bir nesne.
  • Sırtlan.
  • Korku.

haylulet

  • Kibir.
  • Taazzum. Gurur.
  • Su-i zan.
  • Korkmak. Tevehhüm etmek.

haymume

  • Korkaklık, cübün.

hazer

  • Çekinme. Zarar verebilecek şeyden kaçınma. Korunma.
  • Sakınma, kaçınma, korunma, çekinme.

hazine kethudası

  • Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.

hazinedar / hazînedâr / خَز۪ينَه دَارْ

  • Hazineyi koruyan.

hazır

  • Hazer eden. Korkup çekinen.

hazir

  • Korkan, korkak,

hebit

  • Korkak kimse.

hecime

  • Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt.
  • Yoğurt.

hedd

  • Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek.
  • Zayıf ve korkak.

hela'

  • Korku.
  • Feryad.
  • Hırs.

helak

  • Yıkılma, bitme, mahvolma.
  • Harislik ve pek düşkünlük.
  • Azab. Korku, havf.
  • Fakr.

helel

  • Örümcek ağı.
  • Korku.
  • Yağmur evveli.

heri'

  • Acele, sür'at.
  • Akıcı kan.
  • Korkak kimse.
  • Zayıf kimse.

hevl / هول / هَوْلْ

  • Korku. Korku verici.
  • Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak.
  • Korku. (Arapça)
  • Korkma, korku.

hevl-aver / hevl-âver

  • Korkunç, korku getiren, korku veren. (Farsça)

hevl-engiz

  • Korkunç korkulu. (Farsça)

hevl-nak / hevl-nâk

  • Korkulu, korkunç. (Farsça)

hevlnak / hevlnâk / هولناک

  • Korkunç. (Arapça - Farsça)

hey'

  • Gönül dönmek.
  • Yaramaz gönüllü olmak.
  • Korkak olmak.

hey'a

  • Yere dökülen birşeyin akması.
  • Korkutucu ses.

heyban

  • Korkunç, korku getiren.
  • Çok utangaç çekingen.
  • Korkak.
  • Çoban.

heybet / هَيْبَتْ

  • Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
  • Hürmetle beraber korku veren hâl.
  • Hürmetle karışık korku uyandıran hâl.
  • Korku ve hürmet hissini uyandırma.

heybub

  • Korkak.

heyra'

  • Korkak, ahmak kimse.

heyula / heyûla

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.
  • Korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey.

hıba

  • Yağmurdan korunmak için kurulan çadır. Tente.

hicret

  • Bir yerden başka bir yere göç etmek.
  • Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
  • Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.
  • İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere

hıfz / حفظ / حِفْظْ

  • Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza.
  • Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
  • Koruma, ezberleme, saklama.
  • Devâm etmek, yerine getirmek, gözetmek.
  • Ezberlemek.
  • Koruma, muhafaza etme.
  • Saklama, koruma, ezberleme.
  • Saklama, koruma, ezber.
  • Koruma.
  • Koruma. (Arapça)
  • Ezberleme. (Arapça)
  • Hıfzetmek: (Arapça)
  • Ezberlemek. (Arapça)
  • Korumak. (Arapça)
  • Koruma.

hıfz eyle

  • Koru.

hıfz u himaye

  • Koruma ve esirgeme.

hıfz u himayet / hıfz u himâyet

  • Muhafaza etme ve koruma.

hıfz u vikaye

  • Muhafaza etme ve koruma.

hıfz ve inayet-i ilahiye / hıfz ve inayet-i ilâhiye

  • Allah'ın koruması ve yardımı.

hıfz-ı bekà

  • Kalıcılığı, devamlılığı koruma; varlığını koruyarak devam ettirme.

hıfz-ı bilad u ibad

  • Şehirlerin ve şehir ahalisinin korunması.

hıfz-ı din

  • Dinin korunması.

hıfz-ı emanet

  • Canı muhafaza etme.
  • Bırakılan emaneti koruma.

hıfz-ı gaybi / hıfz-ı gaybî

  • Gizli koruma.

hıfz-ı hayat

  • Hayatı koruma.

hıfz-ı ilahi / hıfz-ı ilâhî

  • Allah'ın koruması.

hıfz-ı ilahiye / hıfz-ı ilâhiye

  • Allah'ın koruması, himayesi.

hıfz-ı inayet / hıfz-ı inâyet / حِفْظِ عِنَايَتْ

  • Allahın yardım ile koruması.

hıfz-ı inayet ve himayet / hıfz-ı inâyet ve himâyet

  • Allah'ın yardım ve korumasıyla korunma.

hıfz-ı kur'ani / hıfz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın koruması, himayesi.

hıfz-ı ziynet

  • Süsün korunması, saklanması.

hıfz-ül lisan

  • Dili, günah ve lüzumsuz olan sözlerden korumak. Kötü ve fena sözlerden dilini muhafaza etmek. (İhtiyaçtan fazla söz söylememek mendubdur.)

hıfzetmek

  • Korumak.

hıfzıssıhha / حفظ الصحه

  • Sağlığı koruma.
  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.
  • Sağlık koruma. (Arapça)

hilafetpenah

  • Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah. (Farsça)

hilm

  • Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak.
  • Vakar. Sükûn.

hıma

  • Kimsenin giremediği mahfuz otlak.
  • Sultan için korunup hıfz edilen çayır.

himaye / himâye / حمایه / حِمَايَه

  • Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
  • Koruma.
  • Muhafaza etme, koruma.
  • Koruma, esirgeme. (Arapça)
  • Koruma.

himaye eden

  • Koruyan.

himaye etme

  • Koruma.

himaye etmek

  • Korumak.

himaye-i rabbaniye

  • Her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın koruma ve himâyesi.

himayegerde / himâyegerde

  • Himayesi altında olan, korunmuş.
  • Korunmuş.

himayet / himâyet / حِمَايَتْ

  • Koruma.
  • Koruma.
  • Koruma.

himayet damarı

  • Koruma mizacı, huyu.

himayet-i gaybi / himayet-i gaybî

  • Gaybî olarak koruma altında bulundurma.

himayet-i hıfz-ı ilahiye / himayet-i hıfz-ı ilâhiye

  • Allah'ın koruması ve kollaması.

himayet-i ilahiye / himayet-i ilâhiye

  • İlâhî koruma, muhafaza.

himayet-i rabbaniye / himâyet-i rabbâniye

  • Allah'ın koruma ve himâyesi.

himayetçi

  • Koruyucu.

himayetkar / himayetkâr / himâyetkâr

  • Koruyucu.
  • Koruyucu.

himayetkarane / himayetkârâne

  • Korurcasına.
  • Himaye ederek, koruyarak.

himlac

  • Kuyumcular körüğü.

himmet

  • Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret.
  • Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi.
  • Tabiî şevk ve meyil ve heves.
  • Lütuf, yardım.

hiras / hirâs / هراس

  • Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek. (Farsça)
  • Korku. (Farsça)

hirasan

  • Korkak, ürkek, korkan, çekinen. (Farsça)

hirase

  • Bostan korkuluğu. Korkutacak şey. (Farsça)

hıraset

  • Koruma.
  • Bekleme, bekçilik etme, muhafaza etme.

hirdebe

  • Korkak, ihtiyar, yaşlı kimse.

hırz

  • Koruma, saklama.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hırz-ı can

  • Bağrına basıp canı gibi korumak. Canı koruyan. Canını teslim ederek sığınmak.
  • Ruhu koruma.

hırzıcan / hırzıcân

  • Canı gibi koruma.

hısn

  • Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.

hısn-ı hasin / hısn-ı hasîn

  • Çok kuvvetli, en sağlam korunma.

hısrem

  • Koruk.
  • Bahil kimse.

hiss-i havf

  • Korku damarı, duygusu.

hiss-i şefkat ve himaye / hiss-i şefkat ve himâye

  • Şefkat ve koruma hissi.

hiss-i selim

  • Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi.
  • Sağlam ve insanı yanıltmayan his.

hiştendar / hîştendar

  • Kendine iyi bakan, sağlığını koruyan. (Farsça)

hıyata

  • Hıfzetmek, korumak, muhafaza etmek.

hıyfet

  • Korku. Gizlilik ve havf.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hudu' / hudû'

  • Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü teâlâya itâat etmek.

hulefa / hulefâ

  • Halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar.

humat

  • (Tekili: Hâmî) Himaye edenler, koruyanlar.

huml

  • Kaçmak.
  • Korkmak.

hümluc

  • Demirciler körüğü.

hürriyet

  • Serbestlik, hür oluş.
  • Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

huşşa'

  • (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar.

huşu / huşû / خشوع

  • Korkuyla karışık sevgiden gelen edepli hal.
  • Gönül alçaklığı, tevazu.
  • Korku ile sevgi arası durum, saygı.
  • Sevgiyle karışık korku.
  • Alçakgönüllülük. (Arapça)
  • Tanrı'ya karşı korku ve saygı duyma. (Arapça)

huşu' / huşû'

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
  • Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.

husun

  • (Tekili: Hısn) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.

hüyu'

  • Korkaklık.

i'ad / i'âd

  • Cehennem vs ceza ile korkutma, tehdit etme.

i'ma

  • Kör etme, âmâ yapma.

i'tisam

  • Günahlardan sakınmak.
  • Pâk olmak.
  • Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.

i'var

  • Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma.

iad

  • Korkutmak, tehdit etmek. Vaidde bulunmak.

ibhak

  • Gözünü çıkarma, kör etme.

ibrak

  • Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak.
  • Koyun kurban etmek.
  • Şimşek çakmak.

ical

  • Korkutmak.

icas

  • Gönlüne korku düşürmek.

icfil

  • Yaşlı kadın, ihtiyar kadın.
  • Korkak adam.

id'ad

  • Korkutmak.

idhaş

  • Korkutma, dehşet verme, dehşetlendirme.

ifrit / ifrît / عِفْر۪يتْ

  • Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins.
  • Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan.
  • Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.
  • Çok zararlı ve korkunç cin.

ifza'

  • Korkutmak.
  • Güç olmak.
  • Medet etmek, yardım etmek.
  • Korkutmak.

igbab

  • Korkmak.
  • Bir gün görüp bir gün terketmek.

igtimas

  • Hor ve hâkir görme.
  • Nankörlük.

ıhafe

  • Korkutmak.

ihafe / ihâfe

  • Korkutmak. Havf ettirmek.
  • Korkutma.
  • Korkutma.

ihcam

  • Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma.

ihhikak

  • Kördüğüm olma.
  • Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme.

ihraz

  • Nail olmak. Erişmek.
  • Kazanmak. Kesbetmek.
  • Birisini güzel bir surette korumak.

ihsan

  • (Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek.
  • Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak.
  • Ehl-i azamet olmak.

ihtiras

  • (Hiraset. den) Kaçınmak, kendini korumak, muhafaza etmek.
  • Kesmek.

ihtirasi / ihtirasî

  • Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme.

ihtirazen

  • Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak.

ihtiva

  • İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.

ihtiyaç / ihtiyâç

  • Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.

ihtiyal

  • Korkma, havfetme.

ihtizar

  • Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak.

ikrah-ı mülci / ikrâh-ı mülcî

  • Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.

iktirab

  • Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

iltihab-ı a'ver

  • Tıb: Körbağırsağın iltihabı.

imamü'l-müttakin / imâmü'l-müttakîn

  • Allah'tan korkan takvalıların önderi.

imdadat-ı hassa-i rahmaniye / imdâdât-ı hassa-i rahmâniye

  • Yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın özel yardımları.

in'isam

  • Muhafaza etme, koruma.

inayet ve hıfz-ı ilahi / inayet ve hıfz-ı ilâhî

  • Allah'ın özel yardımı ve koruması.

inayet-i şamile / inâyet-i şâmile

  • Herşeyi içine alan İlâhî yardım ve koruma.

indihaş

  • Çok korkma, dehşete düşme.

infilal

  • Delinme, delik açılma.
  • Keskinliği kaybolma, körlenme, körleşme.

infilal-i seyf

  • Kılıcın keskinliğinin gitmesi, körlenmesi.

inhisaf-ı ayn

  • Kör olma.

inkilal

  • Yavaşça gülme, tebessüm etme.
  • Körlenme, kesmez hâle gelme.

inzar / inzâr

  • Uyarma, korkutma.
  • Korkutmak, sakındırmak.
  • Korkutma.

inziva / inzivâ

  • Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.

ir'ad

  • Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek.
  • Kılıç parlatmak.
  • Kadın yüzünü kendisi açmak.

irhab

  • Korkutma veya korkutulma.
  • Kaçırma.

irtiab

  • (Ru'b. dan) Ürkme, korkma.

irtimaz

  • Yerinden kaldırıp sıçratma.
  • Birini koruma, himâye etme.

irtiya'

  • Ürkme, korkma.

ırz

  • Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet.
  • Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.

ırzal

  • Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak.
  • Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.

işfak

  • Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme.
  • Sevme.
  • Sakınma ve korkma.
  • Azaltma.
  • Lütfetme, bağış, ihsan.

ism-i hafiz / ism-i hafîz

  • Herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden anlamına gelen Allah'ın bir ismi.

ismet

  • Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
  • Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

isticare

  • (Cevr. den) Yardım ve korunma isteme.
  • Sığınak isteme.

istidad-ı isyan ve tehevvür

  • Maddî veya mânevî hiçbir şeyden korkmama ve isyan etme yeteneği.

istihfaz

  • Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek.

istihma'

  • Himâye isteme, korunma arzulama.

istihsan

  • Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak.
  • Sağlam bir yere kapanmak.
  • Korunma.

istiktal

  • Ölümden korkmayarak kendini tehlikeye atma. Tehlikeli işlere yiğitçe atılma.

istirhab

  • Korkutma veya korkutulma.

itaat-i amya / itaat-i amyâ

  • Körü körüne itaat; bilinçsiz ve şuursuz bir şekilde itaat etme.

ittifakıyet-i avra / ittifakıyet-i avrâ

  • Tek gözü kör olan ittifak, beraberlik; arkasında hükmeden İlâhî kudret görülmediği için sadece maddî güce sahip olduğu sanılan birlik ve beraberlik.

ittika / ittikâ

  • Korkup sakınma.
  • Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma.

iza'

  • İyiliğe, iyilikle mukabele etme.
  • Korkma, havfetme.

izade

  • Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme.

ızbandut

  • Eskiden Rum korsanlarına verilen addır.
  • Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya.
  • İri vücutlu, korkunç.

izra'

  • Korkutma.
  • Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme.
  • Altun arama.

jegand

  • Sağlamlık, metanet. (Farsça)
  • Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. (Farsça)

ka'ka'

  • Korkak, zayıf kişi.

kabadayı

  • Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi.
  • Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.

kabus / kâbus

  • Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
  • Sıkıntı ve korku veren.
  • Korkulu rüya.

kafir / kâfir

  • Hakk'ı tanımayan, bilmeyen,
  • Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayan.
  • Küfreden, küfredici.
  • İyilik bilmeyen, nankör.

kafir-i ni'met / kâfir-i ni'met

  • Nankör. Nimeti inkâr eden.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kahl

  • Zemmetmek.
  • Nimete nankörlük etmek.

kal'a-dar / kal'a-dâr

  • Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. (Farsça)

kalp

  • t. Hileli. Sahte. Taklit.
  • Yalandan cesaret satan korkak adam.
  • Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.

karabasan

  • t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya.
  • Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.

kare

  • Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen.
  • Koyun sürüsü.

karun

  • (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden

kaşem

  • Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu.

kassam

  • Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru.
  • Taksim eden.

katil-i ma'fuv

  • Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse.

kefeteyn-i havf ü reca / kefeteyn-i havf ü recâ

  • Ümit ve korku kefeleri, dengeleri.

kefeteyn-i havf u reca / كَفَتَيْنِ خَوْفُ و رَجَا

  • Korku ve ümit kefeleri.

kehb

  • Koruk.

kelale / kelâle

  • Akrabalığı uzaktan olma.
  • Yorulma, tükenme.
  • Bıçak kör olma.

kelalet / kelâlet

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık.
  • Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması.
  • Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi).
  • Kör ve kesmez olan.

kelil

  • Körleşmiş.
  • Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz.
  • Kesmez olan âlet.
  • Çakal.
  • Yorulmuş kişi, yorgun kimse.

kemal-i zühd / kemâl-i zühd

  • Allah korkusuyla tam olarak günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme.

kenef

  • (Çoğulu: Eknâf) Yön, taraf.
  • Sığınılacak yer. Korunulacak mekân.
  • Tuvâlet, helâ, ayakyolu.

kenif

  • (Çoğulu: Künüf) Hıfzedici, koruyan.
  • Örtücü.
  • Kalkan.
  • Deve ağılı.
  • Ayakyolu, tuvalet.

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

kermarik

  • Ilgın ağacının koruğu.

keşni

  • Koruluk, orman. (Farsça)

ketibeperver

  • Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren. (Farsça)

keu'

  • Korkak olmak.

kev'

  • Vurmak.
  • Korkmak.

kezmazic

  • İlgın ağacının koruğu.

kila' / kilâ'

  • Saklamak, korumak.

kilaet

  • Korumak. Gözlemek. Muhafaza.

kırla

  • Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.

kırn

  • Korkak.

kıtmir / kıtmîr

  • Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı.

kiyae

  • Zayıflık.
  • Korkaklık.

kiyr

  • Demirciler körüğü.
  • Dağ, cebel.

konsolos

  • İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.

körhane / körhâne

  • Körlerin kaldığı yer.

korsan gemisi

  • Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

kruvazör

  • Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi. (Fransızca)

küfr

  • Allah'a inanmama ve ona ortak koşma.
  • Dinsizlik, imansızlık, kâfirlik.
  • Nankörlük.
  • Kaba, ayıp söz söyleme, sövme.

küfran / küfrân / كُفْرَانْ

  • Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek.
  • Nankörlük; Allah'ın ihsan ettiği nimetleri bilmeme ve hürmetsizlik etme.
  • Îmansızlık, nankörlük.
  • Nankörlük etme.

küfran-ı ni'met / küfrân-ı ni'met / كُفْرَانِ نِعْمَتْ

  • Ni'mete nankörlük etme.

küfran-ı nimet / küfrân-ı nimet / küfrân-ı nîmet

  • Nankörlük.
  • Nimete karşı nankörlük.
  • Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.

kufuf

  • Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.

külhan

  • Kor hâlinde yanan ateş.

künd

  • Biçimsiz, yakışıksız, kısa.
  • Kesmez, kör.
  • Yiğit, cesaretli, cesur.
  • Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.

künud

  • Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik.

kur / kûr / كور

  • (Çoğulu: Kûrân) Kör, âmâ. (Farsça)
  • Kör. (Farsça)

kur-boğaz / kûr-boğaz

  • Obur, körboğaz. (Farsça)

kuran / kûrân

  • (Tekili: Kur) Körler. âmâlar. (Farsça)

kurane / kûrâne

  • Körcesine. (Farsça)

kurdil / kûrdil

  • Câhil. Gönlü kör. (Farsça)

kuri / kûrî / كوری

  • Körlük, âmâlık. (Farsça)
  • Körlük. (Farsça)

küseyre

  • Hurma koruğu.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuvve-i dafia / kuvve-i dâfia

  • Zararlı şeyleri men'etme ve onlardan korunma hissi. İtme kuvveti.

kuyud-u ihtiraziye

  • Koruyucu tedbirler, bazı hakları kullanabilme şartları, çekince şartları.

kuyud-u ihtiraziyye

  • Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.

la'

  • Korkak.

lakit / lakît

  • Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.

lando

  • Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. (Fransızca)

layetefellel / lâyetefellel

  • Kırılmaz, körelmez.

leşker-i gaza / leşker-i gazâ

  • Gazâ ordusu, savaşan askerler. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanlarını korumak için düşmanla savaşan müslümanlar.

levh-ül-mahfuz / levh-ül-mahfûz

  • Korunmuş levha; Allahü teâlânın takdir ettiği her şeyin yazılı bulunduğu, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve her türlü te'sirden korunmuş levha.

liberal

  • Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. Rusya'daki dinsiz sosyalistliğin zıddı. (Fransızca)

lütf-u rahman / lütf-u rahmân

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın iyilik ve bağışı.

lüzum-u beyyin

  • İspata ihtiyacı olmayan şey, apaçık gereklilik. Meselâ körlük görmemenin, cahillik ilimsizliğin lüzûm-u beyyinidir.
  • İsbata ihtiyacı olmayan şey. Cehil, ilimsizliğe lüzum olması gibi. Ve yine meselâ: Kör olmak, görmemezliğe delildir. (Lüzum-u beyyin'in zıddı: "Lüzum-u gayr-ı beyyin"dir. İsbata ihtiyacı olan şey demektir.)

ma'sum / ma'sûm

  • Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse.

maaz-allah / maâz-allah

  • "Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan korunmak için söylenen bir söz.

maazallah / maâzallah

  • Allah korusun.
  • Allaha sığındık. Allah korusun.
  • Allah korusun, Allah saklasın.
  • Allah korusun, Allah esirgesin.

mahafet

  • Korku. Korkmak.

mahafetullah

  • Allah korkusu.

mahavif

  • (Tekili: Mahuf) Tehlikeli ve korkulu yerler.

mahazir

  • (Tekili: Mahzur) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.

mahfaza / مَحْفَظَه

  • Koruma kılıfı.
  • Koryucu kap.
  • Koruyucu kap.

mahfuz / mahfûz / محفوظ

  • (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış.
  • Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
  • Korunup gözetilmiş.
  • Gizlenmiş, saklanmış.
  • Korunmuş.
  • Saklanmış, korunmuş.
  • Ezberlenmiş.
  • Levhi mahfuz: Allah tarafından takdir edilenlerin ezelde yazılı bulunduğu levha.
  • Korunmuş.
  • Korunmuş, saklanmış. (Arapça)

mahfuz kalma

  • Muhafaza edilme, korunma.

mahfuzat / mahfûzât

  • Hafızadakiler, korunanlar.

mahfuziyet / mahfûziyet

  • Korunmuşluk.
  • Korunurluk.

mahmi

  • Korunan, himaye gören. Hıfzolan.

mahmiye

  • (Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme.
  • (Muhâfazalı) büyük şehir.

mahrus

  • Himâye edilen. Korunan. Gözetilen.

mahuf / mahûf

  • Korkulu. Tehlikeli.
  • Tehlikeli, korkulan.
  • Korkulu.
  • Korkutan, tehlikeli.

mahz-ı inayet / mahz-ı inâyet

  • Yardımın ta kendisi, sırf yardım ve koruma.

mahzur

  • Sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
  • Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.

mahzurat

  • Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.

makam-ı terhib ve tehdit

  • Korkutma ve tehdit makamı.

maneviyat adamı / mâneviyat adamı

  • Fazilet ve ahlâk gibi mânevî değerlerin korunması için gayret gösteren ve yaşayan kişi.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah'ın istediği gibi.
  • Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.)
  • Allah korusun!

masi / masî

  • Pervasız, korkusuz. (Farsça)

masliye

  • Tarhana çorbası.
  • Koruk aşı.

masun / masûn / mâsûn / مصون / مَصُونْ

  • Dokunulmaz, korunan, korunmuş.
  • Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan.
  • Sâlim, sağlam.
  • Korunan, saklanan.
  • Korunan.
  • Korunmuş, saklanmış. (Arapça)
  • Masûn kalmak: Korunmak, zarar gelmemek. (Arapça)
  • Korunan.

masun ve mahfuz buyursun

  • Sağlam bir şekilde korusun ve muhafaza etsin.

masuniyet / mâsûniyet

  • Korunurluk.

matmus

  • Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam.

mavna

  • Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.

mazbut

  • Zabtolunmuş, elegeçirilmiş.
  • Sağlam.
  • Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu.
  • Muhâfazalı. Korunmuş.
  • Belli, belirtilmiş.

me'mun

  • Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan.
  • Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.

me'mun-ül akibe / me'mun-ül âkibe

  • Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz.

medhuş

  • Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş.

mefaz

  • Feyz, halâs, zafer.
  • Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.

mefza'

  • Korku. Korku yeri.
  • Sığınacak yer.

mehabet / mehâbet

  • Heybet.
  • Hürmetle karışık korku.
  • İhtiram. Azamet. Büyüklük.
  • Azamet, ululuk, korkunçluk.
  • Saygı ve sevgiyle karışık korku.

mehafet / mehâfet

  • Korku.

mehafetullah / mehâfetullah

  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.

mehail

  • (Tekili: Mehil) Tehlikeli ve korkunç yerler.

mehal

  • Süre, mühlet, vâde.
  • Korku yeri.

mehalik

  • (Tekili: Mehleke) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.

mehavif

  • Korkulu yerler.

mehbut / mehbût

  • Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış.
  • Korkudan şaşıran.

mehib / mehîb

  • İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse.
  • Arslan, esed, gazanfer.
  • Korkulan.

mehil / mehîl

  • Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.

mehme

  • (Çoğulu: Mehâme) Irak, uzak.
  • Issızlık.
  • Korkunç sahrâ. Büyük çöl.

mehub

  • Heybetli. Azametli. Korkunç.
  • Arslan.

mekfuf-ül ayn

  • Gözü keffolmuş. Kör, âmâ.

melaike-i sıyanet / melâike-i sıyanet

  • Koruyucu melekler.

melda

  • Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.

meled

  • Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.

melek

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.

melek-i sıyanet / melek-i sıyânet

  • Koruyucu melek.

melek-i siyanet / melek-i siyânet

  • Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek.

melek-i sıyanet / melek-i sıyânet / مَلَكِ صِيَانَتْ

  • Koruyucu melek.

mêmun / mêmûn

  • Emin, korkusuz.

menafih

  • (Tekili: Minfâh) Körükler.

menhub

  • Korkak adam.
  • Muhtar, müntehab, seçkin.

mer'abe

  • Ansızın olarak birdenbire korkutmak.
  • Tenha ve korkunç yer.

mer'ub

  • (Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş.

mer'uben

  • Ürkerek, korkarak, korku ile.

meremmet

  • Onarma, tamir.
  • Üstünkörü tamir edip onarma.

merhamet

  • (Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.

merhub

  • Korkulan ve kendisinden kaçılan şey.
  • Aslan.

meşacir

  • (Tekili: Meşcer ve Meşcere ve Meşcire) Koruluklar, ağaçlık yerler.

meşcer

  • (Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan.

meşduh

  • Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.

meşhum

  • Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı.
  • Korkmuş. Korkutulmuş.
  • Çok güzel hareketli at.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

mest-i harab / mest-i harâb / مست خراب

  • Körkütük sarhoş. (Farsça - Arapça)
  • Mest-i harâb olmak: Körkütük sarhoş olmak. (Farsça - Arapça)

metanet / metânet

  • Dinin emirlerini korumadaki kararlılık, dayanıklılık.

meters

  • Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. (Farsça)
  • Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç. (Farsça)

mevbik

  • (Çoğulu: Mevbikat) Korkulu yer.

mevbikat

  • (Tekili: Mevbik) Korkulu yerler.

mevcudat-ı dehhaşe-i seyyale-i mütemevvice

  • Dalgalar hâlinde sürekli akıp gitmekte olan pek korkunç varlıklar.

mevkib

  • Kafile, alay, kortej.

mevla / mevlâ

  • Efendi, sahip, koruyucu; Allah.
  • Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
  • Sevgili, sevilen.
  • Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
  • Âzâd edilmiş köle.
  • Kölesini âzâd etmiş olan kimse.

mevt-alud

  • Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi. (Farsça)

mevt-i hail / mevt-i hâil

  • Korkunç ölüm.

mez'ur

  • (Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.

mia-i a'ver / miâ-i a'ver

  • Körbağırsak.

micdar

  • Bostan korkuluğu. Korkuluk.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

minfah

  • (Çoğulu: Menâfih) Körük.

mişezar

  • Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik. (Farsça)

mü'min

  • Allah'a ve emirlerine, kanunlarına iman eden. İnanan. Allah'a, âhirete, kitablarına, meleklerine, peygamberlerine ve kadere iman edip itaat eden kimse.
  • Emniyete kavuşan.
  • Korkulardan emniyet veren (Allah C.C.)

muafat

  • Afvetmek.
  • Sıhhat vermek.
  • Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse.
  • Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.

muahid / muâhid

  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muasame

  • Hıfzetmek, korumak.

mübareze-i hamiyet

  • Din, millet, vatan gibi değerleri korumak için gayretle verilen mücadele.

müdafaa-i nefs

  • Kendini koruma. Nefsini müdafaa etme.

müdafaaten

  • Müdafaa ve korunma suretiyle.

müdafi / müdâfî

  • Savunan, koruyan.

müdafi'

  • Müdafaa eden. Koruyan. Def eden.

müdafi-i nefs

  • Kendini koruyan, kendini müdafaa eden.

müdafiin / müdafiîn

  • (Tekili: Müdafi') Müdafaa edenler, savunanlar, koruyanlar.

müddei-yi umumi / müddei-yi umumî

  • Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.

müdhiş

  • (Müthiş) Dehşet veren, korkutan.
  • Korkunç.
  • Müthiş, korkutan.

müdhişe

  • Korkunç, ürküten, ürkütücü.

müfşil

  • Korkutucu, korkutan.

muhab

  • Kendisinden ürkülüp korkulan.

muhaba

  • Korku, perva, havf, çekingenlik.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhafaza / muhâfaza / محافظه / مُحَافَظَه

  • Zarar ve ziyandan sakınıp korumak.
  • Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek.
  • Bir şeye devamlı olmak.
  • Koruma.
  • Koruma.
  • Koruma.
  • Koruma. (Arapça)
  • Muhafaza etmek: Korumak, saklamak. (Arapça)
  • Muhafaza olunmak: Korunmak, saklanmak. (Arapça)
  • Koruma.

muhafaza eden

  • Koruyan, saklayan.

muhafaza edilen

  • Korunan.

muhafaza edilme

  • Korunma.

muhafaza etme

  • Koruma.

muhafaza etmek

  • Korumak, saklamak.

muhafaza-i ahiret / muhafaza-i âhiret

  • Âhireti koruma.

muhafaza-i gaybiye

  • Gaybî olarak koruma.

muhafaza-i hıfz

  • Allah'ın hıfzının koruması.

muhafaza-i ilahiye / muhafaza-i ilâhiye

  • İlâhî koruma; Allah'ın yardıma ve korunmaya muhtaç olan kullarını muhafaza etmesi, koruması.

muhafaza-i nefis

  • Kişinin kendisini ve canını koruması.

muhafaza-i şamil / muhafaza-i şâmil

  • Kapsamlı bir koruma.

muhafaza-i şamile / muhafaza-i şâmile

  • Kapsamlı bir koruma.

muhafazakar / muhafazakâr

  • Koruyucu.
  • Koruyucu. (Farsça)
  • Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. (Farsça)
  • Koruyucu.

muhafazat

  • Muhafızlık, koruyuculuk.

muhafız / muhâfız / محافظ

  • Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
  • Koruma, bekçi.
  • Muhafaza eden, saklayan, koruyan, bekçi.
  • Koruyan.
  • Koruyucu. (Arapça)

muhafızin / muhafızîn

  • (Tekili: Muhafız) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.

muhafızlık

  • Korumalık.

muhamat

  • Korumak.
  • Avukatlık etmek.
  • Birinden birşeyi def etmek.

muhannes

  • Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı.
  • Korkak. Nâmerd. Kalleş.

muhareset

  • (Hirâset. den) Muhâfaza, koruma.

muhaşşi / muhaşşî

  • (Haşyet. den) Korkutan, ürküten.

muhassın

  • Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan.

muhatara / muhâtara

  • Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak.
  • Zarar. Ziyan. Korku.
  • Tehlike ve zarar ihtimali olan.
  • Korkulu durum.

muhatarat

  • (Tekili: Muhatara) Zararlar, ziyanlar, hasarlar.
  • Korkular. Tehlikeler.

muhavvef

  • Korkulu. Korkutulmuş.
  • Korkulu.

muhavvif

  • Korkutan. Korkutucu.
  • Korkutan.

muhavvifane / muhavvifâne

  • Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle. (Farsça)

muhazere

  • Birbirini korkutmak.
  • İhtiraz etmek.
  • Uyanık olmak.

muhazzil

  • Korkutucu.

müheddid

  • Korkutan, tehdid eden.

mühevvil

  • Korkunç. Heybetli. Azîm, çok büyük.
  • Korkunç.

müheymin

  • Koruyan.
  • Mü'min.
  • Hazır. Sâdık.
  • Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.

müheyyib

  • Korku veren. Heybetli.

mühib / mühîb

  • Heybetli. Korkunç. Azametli.
  • Tehlikeli.

muhif / muhîf

  • (Muhife) Korkunç. Korkutucu.

muhiş / mûhiş / موحش

  • Korkutan, korku veren.
  • Korkutucu, dehşet verici.
  • Korkutan.
  • Korkunç, korkutucu. (Arapça)

muhtesib

  • Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse.

muhtetıb

  • (Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik.
  • Odun toplıyan.

mukit / mukît

  • Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren.

münakki

  • Pâk edici, temizleyici.
  • Koruyan, hıfzeden.

münzevi / münzevî

  • İslâmiyet'in emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, kötülüklerden korunmak ve kalb huzûru ile ibâdet yapabilmek için bir köşeye çekilmiş olan kimse.

münzir

  • (Nezir. den) Olacak bir şeyi haber vererek korkutan, akibetin kötülüğünü bildiren.
  • Kâfir ve münafıkların Cehennem'e gideceğini haber veren.
  • Korkutan, sakındıran.

münzirat / münzirât

  • Haber verip kötülüğünü söyleyerek korkutanlar.

müraat

  • Riayet, saygı göstermek.
  • Korumak, hıfzetmek, saklamak.
  • Riayet etmek.
  • Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek.
  • Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek.
  • Göz ucuyla bakmak.

murakıb

  • Murakabe eden, koruyan.
  • Allah'a bağlanmış.

mürehheb

  • Korkutulmuş, terhib edilmiş.

mürehhib

  • Korkutan, terhib eden.

mürehhibane / mürehhibâne

  • Korkuturcasına. (Farsça)

mürgdil

  • Kuş yürekli. Korkak. (Farsça)

mürizza

  • Köremez dedikleri taam ki süt ve yoğurt ile yapılır.

mürta'ıb

  • Korkan, korkak.

mürteib

  • (Ru'b. dan) Korkan.

mürteid

  • (Ra'd. dan) Ürken, korkan. Korkup titreyen.

musaytır

  • Bir şeyin üzerine kaim olup, ahvâlini görüp gözetir olan kimse.
  • Musallat.
  • Galip. Yaramaz işlerden men' edip saklayan ve koruyan.

müşrif

  • Yükselen, çıkan.
  • Ölüme pek yakın bulunan.
  • Etrafa bakan, etrafı gören.
  • Vakıf malı koruyan kimse.

müstahfaz

  • (Çoğulu: Müstahfazin) (Hıfz. dan) Koruyan, hıfzeden, muhafaza eden.

mustazill

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan.
  • Birinin koruyuculuğu ve himâyesi altında bulunan.

müstecir

  • (İcaret. den) Eman dileyen, himaye isteyen. Korunmasını dileyen.
  • Korunma dileyen.

müsterhib

  • Korkutan, istirhab eden.

mutaassıb

  • Tutucu, bağnaz, körü körüne bağlanan.
  • Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan.
  • Din, millet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren.

mutaassıbane

  • (Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne.

mutazallil

  • (Zıll. den) Gölgede oturan, gölgede bulunan, gölgelenen.
  • Korunan, muhafaza ve himaye olunan.

müteammi

  • (Amâ. dan) Kör olan, âmâ olan.

müteassıb

  • Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden, haksız yere düşmanlık eden.

müteassıbane

  • Taassup gösterircesine, körükörüne.

mütecennib

  • Sakınan, içtinab eden, korunan, kaçınan.

mütehaffız

  • (Çoğulu: Mütehaffızîn) (Hıfz. dan) Korunup sakınan, tahaffuz eden.

mütehaffızin / mütehaffızîn

  • (Tekili: Mütehaffız) Korunup sakınanlar, tahaffuz edenler.

mütehami

  • Korunan, sakınan, kendini himaye eden.

mütehamiyane

  • Sakınarak, korunarak. Kendini himaye edercesine. (Farsça)

mütehammi

  • Kendini koruyan, kendini himaye eden.

müteharriz

  • Korunan, sakınan.

mütehaşşi

  • Korkan, irkilen. Hürmet ile korkup çekinen.

mütehavvif

  • Korkan. Korkak.
  • Korkan.

mütehavvifane / mütehavvifâne

  • Korkarak, havfederek, korkarcasına. (Farsça)

müteheyyib

  • Heybetlenen. Heybetli. Korku ve hürmet hissini veren.

mütenadd

  • Birbirinden ürken, korkan.

mütenemmirane / mütenemmirâne

  • Kaplanlaşarak. (Farsça)
  • Sert bir dille korkutarak. (Farsça)

mütevahhiş

  • Issız, sakin, korkulu.
  • Tevahhuş eden, ürken, korkan, yadırgayan.
  • Issız, kimsesiz, korkutucu, ürkütücü.

mütevahhişane / mütevahhişâne

  • Korkarak, ürkerek, tevahhuş ederek. (Farsça)

müthiş

  • Dehşetli, korkunç.

muttaki

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

müttaki / müttakî

  • Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan.
  • Takva ehli, Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan.

mütteki / müttekî

  • Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan.

muvahhiş / موحش / مُوَحِّشْ

  • Vahşet veren. Vahşileştiren. Korkutan. Korkutup ürküten.
  • Korkutucu, vahşet verici.
  • Korkutup ürküten.
  • Korkutucu. (Arapça)
  • Korkutan, ruha yalnızlık hissi veren.

muvalat

  • Dostluk, karşılıklı sevgi. Yardım, koruma.
  • Dostluk, karşılıklı sevgi, koruma, yardım.

müzaheret / müzâheret

  • Yardım etme, koruma, arka çıkma.
  • (Zahr. dan) Arkadan yardım etmek, korumak.
  • Koruma, yardım.

müzahir / müzâhir

  • (Zahr. dan) Zahir olan, taraftar çıkan, geriden yardım eden, koruyan.
  • Koruyan, yardımcı.

na-bina

  • (Çoğulu: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör.

na-binayan

  • (Tekili: Na-bina) Gözü görmeyenler, a'mâlar, körler.

na-binayi / na-binayî

  • Körlük, a'mâlık. (Farsça)

na-huda

  • Allah'tan korkmaz. (Farsça)
  • Gemi kaptanı. (Farsça)

na-merd

  • Korkak. (Farsça)
  • İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. (Farsça)

na-merdi / nâ-merdî

  • Namerdlik, alçaklık, zillet. (Farsça)
  • Korkaklık. (Farsça)

na-perva

  • Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. (Farsça)
  • Sersem. (Farsça)

na-reside

  • Yetişmemiş, körpe.
  • Büluğa ermemiş.

na-sipas

  • Nankör. Şükretmeyen. (Farsça)

nabina / nâbîna / نابينا

  • Kör. (Farsça)

nafir

  • Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen.
  • Galip olan.
  • Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun.

nahib

  • Korkak, cebin.

naim

  • Taze, körpe.
  • Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz.
  • Etli sebze.

namerd / nâmerd

  • Korkak, alçak.

naperva / nâpervâ / ناپروا

  • Korkusuz, pervasız. (Farsça)

nar-ı beyza / nâr-ı beyzâ

  • "Akkor, beyaz ateş" mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir.
  • Bir meyve adı.
  • Akkor, beyaz ateş.

nasipas / nâsipas / ناسپاس

  • Nankör. (Farsça)

naşir-i küfr-ü küfran / nâşir-i küfr-ü küfran

  • Küfür ve küfranı yayan; kutsal şeylere karşı inkarcılığı ve nimetlere karşı nankörlüğü yayan.

necdet

  • Yiğitlik, şecaat, kahramanlık.
  • Harp ve kıtal.
  • Yeis, korku.

nehib

  • (Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü.
  • Yağmacı, çapulcu.

nemek-haram

  • Tuz haini. (Farsça)
  • Mc: Nankör. (Farsça)

netaic-i vahime / netâic-i vahîme

  • Vahim, korkunç neticeler.

neuzü billah / neûzü billah / neûzü billâh

  • "Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.
  • Allah korusun.

neuzü-billah / neuzü-billâh

  • Allah'a sığınırız, Allah korusun.

nev / نو

  • Yeni. (Farsça)
  • Taze, körpe. (Farsça)

neva

  • Bir yerden bir yere nakletmek.
  • Hıfzetmek, korumak.
  • Sohbet etmek.

nevar

  • (Çoğulu: Niver) Ürkmek, korkmak.

nezare

  • Korkutmak.

nezir / nezîr

  • (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır)
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.
  • Korkutan, cezayı haber veren.
  • Korkutan, adak.

nezr

  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

ni'me-r rakib

  • Ne iyi gözetici, koruyucu.

nifar

  • İntikal etmek, göçmek.
  • Dağılıp kaçmak.
  • Ürkme, korkma, çekinme.
  • Nefret gösterme.

nigahdar / nigâhdar

  • Bekçi, gözcü. (Farsça)
  • Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. (Farsça)

nigehdar / nigehdâr

  • Gözcü, bekçi. (Farsça)
  • Saklayıcı, koruyucu. (Farsça)

nihale

  • Yeni, taze fidan. (Farsça)
  • Avcı korkuluğu. (Farsça)
  • Sahan altlığı. (Farsça)
  • Döşenecek şey. Döşeme. (Farsça)

nizar

  • Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz.

nuhbe

  • Herşeyin seçkini, iyisi.
  • Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide.
  • Korkak.

nusha

  • Muska; büyü ve tılsım gibi hastalıkve âfetlerden korunmaya vesile olması için yazılan ve üste asılan veya suyu içilen veya tütsülenen dua.

nüzera

  • (Tekili: Nezir) Doğru yola getirmek için korkutmalar.

nüzur

  • Korkutmak.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

pad

  • Saklayan, hıfzeden. (Farsça)
  • Büyük, ulu. (Farsça)
  • Bekleyen, muhafaza eden, koruyan. (Farsça)

perde-i izzet-i kudret-i ilahiye / perde-i izzet-i kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudretinin izzetini koruyan bir perde, örtü.

perva / pervâ / پروا / پَرْوَا

  • Korku, çekinmek. (Farsça)
  • Alâka, ilgi, bağ. (Farsça)
  • Takat. (Farsça)
  • Durup dinlenmek. (Farsça)
  • Bilmek. (Farsça)
  • Vesvese. (Farsça)
  • Kayd. (Farsça)
  • Iztırab. (Farsça)
  • Terk, feragat. (Farsça)
  • Hayran, şaşmış. (Farsça)
  • Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. (Farsça)
  • Gussalanmak. (Farsça)
  • Korku.
  • Çekinme, sakınma, korku.
  • Çekinme. (Farsça)
  • Korku. (Farsça)
  • Korku.

pervasız / pervâsız / پرواسز

  • Korkusuz.
  • Korkusuz.
  • Çekinmeyen. (Farsça - Türkçe)
  • Korkmayan. (Farsça - Türkçe)

pervasızca

  • Korkmadan, çekinmeden.

perver

  • (Pervar) "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Koruyan, besleyen, seven.

perveran / perverân

  • (Tekili: Perver) Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler. (Farsça)

perverde

  • Beslenmiş, korunmuş, sevilmiş.

pest

  • Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. (Farsça)
  • Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. (Farsça)

pür-ateş ü hevl / pür-âteş ü hevl

  • Ateş ve korku dolu.

pür-bim

  • Korkmuş. (Farsça)

ra'd

  • Gök gürültüsü.
  • Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı.
  • Tehdit etmek, korkutmak. (Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz... Lemeat'tan)

ra'd-ı kasıf

  • Korkunç gök gürültüsü.

ra'did

  • Korkak.

ra'şet

  • Titreme, titreyiş.
  • Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak.

rabia-i adeviye

  • (Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliye

rağmen

  • Zıddına, inadına davranma, körlük ve nisbet.

rahib

  • Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan.
  • Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş.
  • Aslan.
  • Kendisinden korkulan şey. Korkulu.

rahm

  • Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek.
  • Hısımlık, karabet, akrabalık.

rahmanane / rahmânâne

  • Allah'ın yarattığı varlıkları esirgeyip koruyarak, rahmetiyle muamele etmesi ve şefkatle idare etmesi.

rai

  • Çoban.
  • Gözetleyici ve koruyan kimse.
  • Vâli.
  • Güvercin kuşundan bir kısım.

raib

  • Korkmuş.
  • Semizliğinden yağı damlar olan.
  • Dolu.

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

rav'

  • Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf.

re'fe

  • Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek.

refet

  • Esirgeme, koruma, acıma, şefkat etme.

refv

  • Sabretmek.
  • Korkudan emin etmek.
  • Islah etmek, düzeltmek.

rehb

  • Korku. Havf.

rehbet

  • Fazla korku, yılmak, çekinmek.

rehbeten

  • Korkup çekinerek, çekingenlikle.

reheb

  • Korkmak, yılmak. Çekinmek.
  • Korku, havf.

rehebut

  • Çok korkmak.

remide

  • Ürkmüş, korkmuş, çekingen. (Farsça)

reşadet-penah / reşâdet-penâh

  • Kendisine sığınanları koruyan ve doğru hedefe ulaştıran; Sultan Reşat.

rev'

  • Korku, halecan. Ürkmek.
  • Nefsanî hareket.

rev'a

  • Korkak kadın.
  • Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.

riayet

  • İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek.
  • Uymak, tâbi olmak.
  • Otlamak veya otlatmak.
  • Hıfzetmek, korumak.

ricl-ül bahr

  • Körfez.

ru'

  • Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer.
  • Zihin ve akıl.

ru'b

  • Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak.
  • Kesmek.
  • Sihir, büyü, efsun.

ru'bub

  • Zayıf, korkak kişi.

ruh

  • Can, nefes, canlılık.
  • Öz, hülâsa, en mühim nokta.
  • His.
  • Kur'an.
  • İsa (A.S.).
  • Cebrail (A.S.).
  • Korkmak.

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

ruhban

  • Korkmak, çekinmek, yılmak.
  • Rahib, Hristiyan din adamı.

ruhum

  • Esirgemek, korumak, rahmet.

sahabet

  • Sâhib olma, sâhib çıkma.
  • Sohbetinde bulunmuş olma.
  • Yardım etme, koruma, arka olma.

sahabetkar / sahabetkâr

  • Koruyan, sahib çıkan, arka olan. (Farsça)

sahabetkarane / sahabetkârane / sahâbetkârâne

  • Sahip çıkarak, koruyarak.
  • Sahip çıkarcasına, korurcasına.

sahib / sâhib

  • (Sohbet. den) Sohbet edilen kimse.
  • Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan.
  • Bir iş yapmış olan.
  • Bir vasfı olan.
  • Sahip, koruyucu, sohbet arkadaşı.

sahib-i zühd ve takva / sahib-i zühd ve takvâ

  • Zühd ve takva sahibi; her türlü nefsanî arzulara karşı koyarak kendini ibadete veren ve Allah korkusuyla dinin yasaklarından kaçınan kimse.

şahsar

  • Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk. (Farsça)

saika-vari

  • Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak. (Farsça)

salabet

  • Metanet, katılık, sulbiyet.
  • Peklik, dayanma. Sağlamlık.
  • Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik)

salabet-i diniye / salâbet-i diniye

  • Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık.
  • Dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet.

salabet-i imaniye / salâbet-i imaniye

  • İman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık.

salim / sâlim

  • Sağlam.
  • Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
  • Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
  • Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
  • İçinde harf-i illet bulunma
  • Sağlam, eksiksiz, korkusuz.

sathi / sathî / سطحى / سَطْح۪ي

  • Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.
  • Yüzeysel, üstünkörü. (Arapça)
  • Üstün körü.

savn

  • Koruma, muhafaza, sıyanet.

saye / sâye / سَايَه

  • Gölge. (Farsça)
  • Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. (Farsça)
  • Muavenet, yardım. (Farsça)
  • Koruma.
  • Koruma.
  • Gölge, koruma.

saye-ban

  • Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye.
  • Mc: Koruyan, himaye eden.

saye-dar

  • Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. (Farsça)
  • Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden. (Farsça)

saye-endaz

  • Gölge salan. (Farsça)
  • Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan. (Farsça)

saye-güster

  • Gölge eden. (Farsça)
  • Koruyan, muhafaza ve himaye eden. (Farsça)

saye-hah

  • Koruma ve himaye isteyen.

saye-i muzlimane / sâye-i muzlimâne

  • Karanlık yapan gölge; kötü koruma.

saye-nişin

  • Gölgede oturan. (Farsça)
  • Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören. (Farsça)

sayeban

  • Koruyan, gölgelik.

sayha

  • Şiddetli ses; korkunç gürültü.

şecaat

  • Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir.

şeceristan

  • Orman, ağaçlık yer, koruluk. (Farsça)

seciye-i avra

  • Bir gözü kör olan seciye; olaylara sadece şahsî çıkar açısından veya sadece dünyevî açıdan bakan seciye, huy.

seciye-i hamiyet

  • Din, vatan, aile gibi değerleri koruma duygusu, karakteri, tabiatı.

şefak

  • Korku, havf.

şefeka

  • Esirgemek, korumak.

segar

  • (Çoğulu: Süğür) Ön dişler.
  • Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.)
  • Yaş hıyar.

sehm

  • Ok.
  • Hisse. nasib
  • Kısım.
  • Hazine geliri.
  • Korku, dehşet.
  • Hazz.
  • Yay.
  • Dehşet, korku. (Farsça)
  • Ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.

şehm

  • Korku.

sehm / سهم

  • Korkunç. (Farsça)

sehm-gin

  • Korkunç, korkulu. (Farsça)

sehm-nak / sehm-nâk

  • Korkunç, korkulu. (Farsça)

sehmgin / sehmgîn / سهمگين

  • Korkunç. (Farsça)

sehmnak / sehmnâk / سهمناک

  • Korkunç. (Farsça)

selam

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer

selamet / selâmet

  • Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak.
  • Neticede imân ile kabre girmek.
  • Edb: Doğruluk, sağlamlık.
  • Her türlü korku ve tehlikeden uzak olma, kurtulma.

semud kavmi / semûd kavmi

  • Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri için büyük bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.

ser-endaz

  • (Çoğulu: Ser-endazân) Çekinmez, pervasız, korkusuz. (Farsça)

serbaz

  • (Çoğulu: Serbâzân) Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit. (Farsça)

serbazi / serbazî

  • Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk. (Farsça)

serdab

  • Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. (Farsça)
  • Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen (Farsça)

settare

  • Dışarıdan gelecek soğuk veya olumsuz şeylerden koruyacak şekilde yapılan küçük kulübe.

şiddet-i havf

  • Şiddetli korku.

şiddet-i takva / şiddet-i takvâ

  • Allah korkusunun nihayet derecesi.

sıfat-ı erbaa / sıfât-ı erbaa

  • Dört sıfat; sağırlık, dilsizlik, körlük, karanlık.

sifleperver

  • Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. (Farsça)

sina

  • Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir.
  • İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)
  • Korunak.

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sir-ab

  • Suya kanma. Suya tok olmak. (Farsça)
  • Sulu. (Farsça)
  • Körpe, tâze. (Farsça)

şisı'

  • Büyük ve çok mal.
  • Dar yer. Bir yerin uç tarafı.
  • Nalın kayışı.
  • Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.

sıyanet

  • Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza.
  • Koruma, muhafaza.

siyanet

  • Koruma, muhafaza, hıfz.
  • Koruma.

sıyanet / sıyânet / صيانت / صِيَانَتْ

  • Koruma. (Arapça)
  • Koruma.

sıyanet etmek / sıyânet etmek

  • Korumak.

sıyanet-i ilahi / sıyanet-i ilâhî

  • İlâhî koruma, muhafaza.

sôfi / sôfî

  • Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

su'-i ef'al / sû'-i ef'âl

  • Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî, Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).

süftece

  • (Çoğulu: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim.
  • Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey.
  • Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.

suret-i vahşiyane / sûret-i vahşiyâne

  • Görenleri ürküten ve korkutan görüntü.

ta'miye

  • (Amâ. dan) Körletme. Kör etme.
  • Kapalı şekilde anlatmak.
  • Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.

ta'vir

  • Gözsüz etmek. Kör etmek.

taammi

  • Kör olma. Görmez hale gelme.

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.
  • Aşırı derecede, körükörüne bağlılık.

taassub-u dini / taassub-u dinî

  • Dine şiddetle bağlılık, körükörüne bağlılık.

taassup

  • Aşırı derecede, körü körüne bağlılık.

tabu

  • (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.
  • Uğursuz, hakkında konuşmaktan korkulan.

tahaffuz / تَحَفَّظْ

  • Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek.
  • Barınmak.
  • Korunmak, sakınmak.
  • Korunma.
  • Korunma.

tahaffuz etme

  • Korunma.

tahaffuz etmek

  • Korunmak.

tahaffuzi / tahaffuzî

  • Korunma ile ilgili.

tahaffuzkar / tahaffuzkâr

  • Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden. (Farsça)

tahammi

  • (Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme.
  • Perhiz etme.

taharrüs

  • Sakınmak, korunmak.

taharrüz

  • Sakınma, çekinme, korunma.

tahaşşi

  • (Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek.

tahassun

  • Sığınma, korunma.
  • Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.

tahassungah / tahassungâh

  • Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak. (Farsça)

tahavvuf

  • Korkma.

tahavvüf / تَخَوُّفْ

  • Korkuya düşmek. Korkmak.
  • Bir şeyi eksiltmek.
  • Korkuya düşme, korkma.
  • Korkma.
  • Korkma.

tahazzür

  • (Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme.

tahbiye

  • Hıfzetmek, korumak.
  • Engel olmak, men'etmek.

tahris

  • Kendini hıfzetmek, kendini korumak.

tahşiye

  • (Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme.

taht-ı hıfz ve muhafaza

  • Koruma altına alıp kollama, kaydetme.

tahvif

  • Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak.
  • Korkutma.
  • Korkutma.

tahvifat / tahvifât

  • (Tekili: Tahvif) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.

tahvifen

  • Korkutarak.

tahzir

  • Korkutmak.

taka

  • Korkutmak.
  • Hazer etmek, çekinmek, korunmak.

taki / takî

  • Kendini koruyan, saklayan.
  • Takvalı kimse. Günahtan çekinen.
  • Allah'tan korkan, emir ve yasaklarını gözeten.

takıyye

  • İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması.
  • Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek.
  • Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi.
  • Mümâşât.
  • Sakınmak, kendini koruyup, çekinmek.
  • Birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.

takva / takvâ / تقوي

  • Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma.
  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.
  • Allah'dan korkma.

takva ehli / takvâ ehli

  • Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar.

takva-yı hakiki / takvâ-yı hakikî

  • Gerçek takva, Allah korkusu.

takva-yı kamile / takvâ-yı kâmile

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma.

takvacı / takvâcı

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan.

takvacılar / takvâcılar

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyanlar.

taraf

  • Yan, yön.
  • Yer, memleket, ülke. Kıt'a.
  • Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak.
  • Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.

taravet

  • Tazelik. Körpelik.

tasavün

  • Hıfzetmek, korumak.

tav'id

  • Korkutmak.

tav'iz

  • Korkutmak.
  • Söz vermek, va'detmek.

taze / tâze / تازه

  • Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. (Farsça)
  • Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. (Farsça)
  • Kuru olmayan, yeşil. (Farsça)
  • Genç, körpe. (Farsça)
  • Körpe, taze. (Farsça)
  • Genç. (Farsça)
  • Yeni. (Farsça)

tazegi / tazegî / tâzegî / تازگى

  • Tazelik, yenilik, körpelik. (Farsça)
  • Gençlik. (Farsça)
  • Körpelik, tazelik. (Farsça)
  • Gençlik. (Farsça)
  • Yenilik. (Farsça)

te'min / te'mîn

  • Korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme.
  • Sağlamlaştırma. Kesin bir hale koyma. Sağlama.

teahhüd

  • Hıfzetmek, korumak.
  • Uymak, tâbi olmak, riâyet etmek.

teassub

  • Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.

tebasbus

  • Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek, yaltaklanmak.

tecbin

  • Birisine "korkaksın" deme, korkak sayma.

tecyif

  • Korkma, korkutulma.
  • Vurmak.
  • Murdar etmek, pisletmek.

tedafüi / tedafüî / tedâfüî

  • Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.
  • Savunma ve korunma ile ilgili.

tedehhüş

  • Dehşete düşme. Korkma. Yılma. Ürperme.
  • Korkma, ürperme.

tederdür

  • Katı deprenmek.
  • Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek.

tedhiş

  • Korkutma.
  • Korkutma. Dehşete düşürme. Ürkütme.

tefaric

  • (Tekili: Tefric) Yırtmalar, genişletmeler.
  • Ferah vermeler.
  • Korkaklar, zaifler, yüreksizler.
  • (Tifrac) Yırtmaçlar, aralıklar.

tefnid

  • Tekzib etmek, yalanlamak.
  • Zayıflatmak.
  • Aciz etmek.
  • Korkutmak.

tefrih

  • Korkusuz kalmak.
  • Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak.

tefrik

  • Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak.
  • Korkutmak.

tefvih

  • Korkutmak.

tefzi'

  • Ürkütme. Korkutma.
  • Hayretle baktırma.

tehami

  • (Çoğulu: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma.
  • Avukatlık etme.

tehaşi

  • (Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma.

tehdid

  • Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.

tehdidat / tehdidât

  • (Tekili: Tehdid) Korkutmalar, göz dağı vermeler.

tehdiden

  • Korkutarak, tehdit ederek.

tehdit

  • Korkutma.

tehevvül

  • Korkunç hâle gelme.
  • Birisinin malına göz koyma.

tehevvür

  • Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek.
  • Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti.
  • Korkusuzca, sonunu düşünmeden âniden karar verme.

teheyyüb

  • (Heybet. den) Korkma. Korkutma.

tehlike

  • Korkulan durum.

tehvil

  • Dehşet göstermek. Korkutma.
  • Dehşetli göstermek, korkutmak.
  • Korkutma.

teke'kü'

  • Cem'olmak, birikmek, toplanmak.
  • Korkak olmak.

tencir

  • Korkutmak.

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

tenezzür

  • Korkmak.
  • Adak adamak, nezretmek.

tenfir

  • (Nefret. den) Ürkütme, korkutma.
  • Nefret ettirme.
  • Mekruh ve müstehcen isim takma.
  • Galibiyetle hükmetme.
  • (Nefir. den) Asker toplama.

tenzir

  • (İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı)

ter ü taze

  • Çok körpe, çok taze. Pek lâtif. (Farsça)

ter'ib / ter'îb / ترعيب

  • Çok korkutma.
  • Korkutma. (Arapça)

terehhüb

  • Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.

teres / تَرَسْ

  • Korkak.

terevvu'

  • Korkma.

tergib / tergîb / ترغيب

  • Rağbet ettirme, istek uyandırma. (Arapça)
  • Tergîb etmek: Rağbet ettirmek, istek uyandırmak. (Arapça)
  • Terhîb etmek: Gözünü korkutmak. (Arapça)

terhib / terhîb

  • Korkutmak. Fazla korkutmak.
  • Korkutma.
  • Korkutma.

terhib etmek

  • Korkutmak.

terhibat / terhibât

  • (Tekili: Tehrib) Çok korkutmalar.

terhiben

  • Korkutmak suretiyle, korkutarak.

terk-i dünya / terk-i dünyâ

  • Dünyâyı terk etmek.
  • Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
  • Haram

terör

  • Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi. (Fransızca)
  • Yıldırma, korkutma.

ters / ترس

  • Korku. (Farsça)
  • Korku. (Farsça)

tersan / tersân / ترسان

  • Korkak, korkan. (Farsça)
  • Korku ile, korkarak. (Farsça)

tersengiz / tersengîz / ترس انگيز

  • (Ters-engiz) Korkutan, korku veren. (Farsça)
  • Korkunç, korku salan. (Farsça)

tersnak / tersnâk / ترسناک

  • Korkak, korkan. (Farsça)
  • Korkunç. (Farsça)

terütaze / terütâze / تروتازه

  • Taptaze, çok körpe. (Farsça)

tesabuhat / tesabuhât

  • (Tekili: Tesâhub) Korumalar, sâhib olmalar.
  • Arkadaşlıklar.

tesadüf-ü a'ma / tesadüf-ü a'mâ

  • Kör raslantı.

tesadüf-ü amya / tesadüf-ü amyâ

  • Kör tesadüf.

tesahub

  • Sahip çıkma, benimseme.
  • Koruma.
  • Arkadaşlık etme.
  • Sahip çıkma; koruma.

tese'sü'

  • Korkmak.

teşennüc

  • (Şenc. den) (Çoğulu: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma.
  • Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması.
  • Korkmak.
  • Titremek.

teşezzür

  • Ayrılmak.
  • Korkmak.
  • Hazırlanmak.
  • Davara binmek.

teşkih

  • Hurma koruğu renklenmeye başlamak.

teslim

  • Bir emâneti verme.
  • Kabul etme.
  • Doğru ve haklı bulma.
  • Selâmetle dua etme.
  • Karşısındakinin hükmü altına girme.
  • Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme.
  • Belâ ve âfetten korunur olma.
  • Bir şeyi, yeni sâhibine verme.
  • Da

tev'id

  • (Çoğulu: Tev'idât) Sözle korkutma.

tevahhuş / توحش / تَوَحُّشْ

  • Korkma, ürkme.
  • Korkmak. Ürkmek. Kaçmak.
  • Hâli, tenhâ ve ıssız olmak.
  • Korkmak, ürkmek.
  • Korku, korkma. (Arapça)
  • Korku ve yalnızlık duyma.

tevahhuş etme

  • Korkma, ürkme.

tevahhuş etmek

  • Korkmak, ürkmek.

tevakki / tevâkki / توقى

  • Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma.
  • Çekinme, sakınma, korunma.
  • Çekinme, korunma.
  • Sakınma, korunma, çekinme. (Arapça)

tevbe

  • Haram, günah işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karar vermek.

tevehhüm

  • Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.

tevhiş / tevhîş

  • Ürkütme, kaçırma, korkutma.
  • Ürkütme, korkutma.

tevkim

  • Zelil etmek.
  • Katletmek, öldürmek.
  • Hıfzetmek, korumak.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezvi'

  • Korkutmak.

tılmesa

  • Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer.
  • Çok karanlık gece.

tuka

  • Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah.

tuyuf

  • (Tekili: Tayf) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller.
  • Uykuda iken görünen hayâller.

ufat

  • Haramdan nefsini koruyanlar.

üfçe

  • Bostan korkuluğu. (Farsça)

ümmid ve korku / ümmîd ve korku

  • Allahü teâlânın rahmetini ummak ve azâbından korkmak.

ümüldan

  • Taze fidan. Körpe dal.
  • Genç, güzel.
  • İnce ve narin vücud.

umyan

  • (Tekili: A'mâ) A'mâlar, körler.

üskun

  • Koruk halinde hurma salkımı.

uvvar

  • (Çoğulu: Avâvir) Korkak adam.
  • Dağ kırlangıcı.

vaad ve vaid-i ilahi / vaad ve vaîd-i ilâhî

  • Cenab-ı Allah'ın mükafat için söz vermesi ve azapla korkutması.

vacife

  • Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan.
  • Sallana sallana yürüyen.

vahama

  • (Tekili: Vahim) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.

vahamet / vahâmet / وخامت

  • Zor, güçlük.
  • Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena.
  • Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
  • Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
  • Korkunçluk, vehamet, tehlikeli durum. (Arapça)

vahim / vahîm / وخيم

  • Ağır.
  • Sonu tehlikeli. Çok korkulu.
  • Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
  • Korku ve dehşet verici.
  • Ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.
  • Korkutucu, tehlikeli.
  • Korkunç. (Arapça)

vahşet / وحشت

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.
  • Yabanîlik. (Arapça)
  • Korku. (Arapça)

vahşet-abad / vahşet-âbâd

  • Issız, korku ve ürkeklik veren yer. (Farsça)

vahşet-agin / vahşet-âgin

  • Çok ıssız, korkulu yer, korkunç.

vahşet-aver / vahşet-âver

  • Korku veren, ürküten. (Farsça)

vahşet-engiz

  • Korkulu. (Farsça)

vahşet-gah / vahşet-gâh

  • Korku yeri. Issız yer. (Farsça)

vahşet-nak / vahşet-nâk

  • Korku veren yer. Issız ve korkulu yer. (Farsça)

vahşetabad / vahşetâbâd

  • Korku veren yabani yer.

vahşetengiz / vahşetengîz / وحشت انگيز

  • Korkunç, ürkütücü.
  • Korkunç, korku salan. (Arapça - Farsça)

vahşetgah / vahşetgâh

  • Korkutucu yer.

vahşetnak / vahşetnâk / وحشتناک

  • Korkunç. (Arapça - Farsça)
  • Issız. (Arapça - Farsça)

vahşi

  • Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan.
  • Merhametsiz, duygusuz.
  • Ürkek, korkak.

vahşiyane

  • Vahşice, korkunç bir şekilde.

vaid / vaîd

  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak.
  • Cehennemi haber vermek.
  • Korkutma, tehdit etme.
  • Allah'ın azap ve cezayla korkutması
  • felâket, cehennem.
  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi haber vermek.

vakār / وَقَارْ

  • Haysiyetini koruma, ağırbaşlılık.

vaki / vâkî

  • (Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen.
  • Önleyici tedbir veya ilaç.

vakvak

  • Korkak kişi.
  • Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.

vatavit

  • (Tekili: Vatvât) Korkak ve geveze olan kimseler.
  • Yarasalar.
  • Dağ kırlangıçları.

vatvat

  • (Çoğulu: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam.
  • Yarasa.
  • Dağ kırlangıcı.

vazife-i hıfz

  • Hıfz etme, koruma görevi.

vecel

  • Ürkme, korkma, havfetme.

vegab

  • (Çoğulu: Evgab) Korkak kimse.
  • İri gövdeli büyük deve.

vehim

  • Belirsiz korku, kuruntu.

vehm

  • (Vehim) Mübhem ve mânasız korku.
  • Belirsiz fikir ve düşünce.
  • Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.

vekvak

  • Korkak kimse.

veli / velî

  • Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata.
  • Velâkin, fakat, amma.
  • Sahip, gözetici, koruyucu.

ver'a

  • Korkaklık, havf.

vesayet

  • Bir başkasının yardımı ve koruması altında bulunma.

vikaye / vikâye / وقایه

  • Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma.
  • Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
  • Koruma.
  • Koruma.
  • Koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.
  • Koruma. (Arapça)
  • Vikâye etmek: Korumak, esirgemek, kayırmak. (Arapça)

vikaye etmek

  • Korumak, arka çıkmak.

vıky

  • Hıfzetmek, korumak.

virat

  • Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.

vülat / vülât

  • (Tekili: Vâli) Vâliler.
  • Sâhib çıkanlar.
  • Koruyan, muhafaza edenler.

vüru'

  • Korkaklık.

yed-i emin

  • Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs.
  • Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse.
  • Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer.
  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir lâkabı.

yenhub

  • Korkak.

za'ar

  • Zâlim kimse ki herkes ondan korkar.

zaar

  • Şiddetli korku.

zabıta / zâbıta

  • Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis.
  • Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.

zahid / zâhid

  • Dünyâya düşkün olmayan kimse.
  • Şüpheli olur korkusu ile mübâhların (dînen izin verilenlerin) çoğunu terk eden.

zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik

  • Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.

zat-ı hafiz / zât-ı hafîz

  • Her şeyi koruyan ve saklayan Zât, Allah.

zat-ı hakim-i hafiz / zât-ı hakîm-i hafîz

  • Herşeyi koruyup saklayan ve hikmetli bir şekilde yapan Zât, Allah.

zehreçak / zehreçâk

  • Çok korkmuş, ödü patlamış. (Farsça)

zehv

  • Bâtıl.
  • Yalan.
  • Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek.
  • Güzel manzara.
  • Taze ot.
  • Otun çiçeği.
  • Titremek.
  • Yürümek.
  • Yel esmek.
  • Alacalanmış hurma koruğu.

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

zerdguş

  • İki yüzlü. Müraî. (Farsça)
  • Ürkek, korkak. (Farsça)

zeur

  • Korkak kimse.

zıll

  • Gölge.
  • Perde.
  • Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.

zırh

  • Demirden yapılmış koruyucu giysi, savaş elbisesi.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın