Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
Isik
ifadesini içeren
648
kelime bulundu...
abab
(Abb) Suyu nefes almadan içmek.
Işık, nur, ziyâ.
abb
Işık, nur, ziya.
Güzelleşme.
aczalud / aczâlûd
Güçsüzlükle karışık.
adem-alud / adem-âlûd
Yoklukla karışık.
ademalud / ademâlûd
Yoklukla karışık.
adetullah / âdetullah
(Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y
adgas / adgâs
(Tekili: Dags) Desteler, demetler.
Karışık rüyalar.
Karışık söylentiler.
adgasu ahlam / adgâsu ahlâm
Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
afraze
Nur. Aydınlık, ışık.
(Farsça)
Kandil fitili.
(Farsça)
agiş
İlişik, sarkık.
(Farsça)
Uzatılmış.
(Farsça)
agra
Çok sevimli, yakışıklı.
ahker
Ateşli kül, kül ile karışık ince kor.
(Farsça)
ahlam / ahlâm / احلام
"Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.
Karmakarışık rüyalar.
(Arapça)
Düşazmalar.
(Arapça)
akanyıldız
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.
aks
(Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
Döndürmek.
Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
<
alaka / alâka
İlişik, rabıta, merbutiyet.
Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)
alavere
Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele.
Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi.
Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık.
Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.
alem-efruz / âlem-efruz
Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan.
(Farsça)
alem-i ziya / âlem-i ziya
Işıklı âlem, dünya.
alem-i ziyadar / âlem-i ziyadar
Işıklı âlem.
alotropi
Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi halidir.
alud / âlûd
(Alude) Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış.
(Farsça)
Bulaşık, karışık.
alude / âlûde
Karışık.
alüfte / âlüfte / آلفته
Muhabbet ve sevgiden deli gibi.
(Farsça)
Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe.
(Farsça)
Alışık, iffetsiz kadın.
İffetsiz, fahişe.
(Farsça)
Alışık.
(Farsça)
amelnüvis
Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet.
(Farsça)
amig
Karışık.
(Farsça)
Hakikat.
(Farsça)
Mc: Çiftleşme.
(Farsça)
amihte / âmîhte / آميخته
Karışmış, karışık.
(Farsça)
Karışık, karışmış.
(Arapça)
amije
Şair.
(Farsça)
Karışmış, karışık.
(Farsça)
amiz / âmiz
Karışık, karışmış. (Âmihten) mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır.
(Farsça)
ampul
İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe.
(Fransızca)
İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe.
(Fransızca)
anak
En zarif, en yakışıklı, en güzel.
Çok ferah, çok sürurlu.
anarşi
Karışıklık, kargaşalık, düzensizlik.
anarşilik
Karışıklık, kanunsuzluk.
anarşist
Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.
asced
Halis, karışıksız altın.
ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa
Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse
asime-sar / asime-sâr
Kafası karışık.
(Farsça)
asir
Karmakarışık.
Bitişik komşu.
asraf
(Tekili: Sarf) Masraflar.
Değişiklikler.
aşti / aştî
Barışıklık, sulh.
(Farsça)
aşub-engiz / aşûb-engiz
Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren.
(Farsça)
aşub-gah / aşûb-gâh
Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri.
(Farsça)
aşure / âşure
Bir çok meyve ve hububat karıştırılarak pişirilen tatlı; derleme, karışık.
ayn-ı ziya
Işığın kendisi, bizzat ışık.
azva
(Tekili: Zav ve Zû) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar.
bahir / bâhir
Yalancı, ahmak.
Ekin sulayıcı, sulayan.
Belli, açık.
Işıklı, parlak, güzel.
bar / bâr
Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran.
(Farsça)
barik
Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.
barik-nüma
Işıklı. Parlak.
(Farsça)
becayiş-i mekani / becayiş-i mekânî
Yer değiştirme. Mekân değişikliği.
(Farsça)
bed-ram
Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü.
(Farsça)
Sert başlı at.
(Farsça)
Dâima, devamlı.
(Farsça)
bedihe-gu / bedihe-gû
Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
(Farsça)
behm
Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
bekaalud / bekââlûd
Kalıcılıkla karışık.
bekil
Yakışıklı delikanlı, genç.
berhem
Karışık, çapraşık.
(Farsça)
Toplu, birlikte, berâber.
(Farsça)
berhem-zede
Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş.
(Farsça)
berhem-zen
Karmakarışık eden, altını üstüne getiren.
(Farsça)
beri / berî
(Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan.
berik
Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak)
Parıltı, ışık, ziya.
berze
İpekli kumaş
(Farsça)
Yakışıklı, nâzik.
(Farsça)
Ekin, zirâat.
(Farsça)
Dal, budak.
(Farsça)
Letâfet, zerâfet.
(Farsça)
bevk
Sıçrayıp binme.
Toplanma. Bir araya gelme.
Karışma, karmakarışık olma.
Su kaynağını karıştırarak açma.
bevka'
Kargaşalık, karışıklık.
bi-gışş / bî-gışş
Hilesiz, safi, karışıksız.
(Farsça)
Samimi.
(Farsça)
bid'at
Sonradan ortaya çıkan şey.
İslâm'da Peygamberimizden sonra ortaya çıkan değişik âdetler.
bihah
Ses kısıklığı.
bilinç
Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu
(Türkçe)
blok
Birbirine bitişik yapılar.
(Fransızca)
Büyük ve ağır yığın.
(Fransızca)
Resim kağıtları saklanan karton kap.
(Fransızca)
buhran
Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı.
Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.
buhuh
Ses kısıklığı.
bühur
Işıklı, nurlu, aydınlık.
bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'
İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.
çepel
Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.
çerag
Işık. kandil. Lâmba. Mum.
(Farsça)
Kutlu, mutlu.
(Farsça)
Otlak. Mer'a.
(Farsça)
Otlama.
(Farsça)
Tekaüd.
(Farsça)
Talebe.
(Farsça)
cergand
Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti.
(Farsça)
Işık. Işık konacak yer.
(Farsça)
çin / çîn / چين
Kırışık.
(Farsça)
çin-i cebin / çin-i cebîn / چِينِ جَبِينْ
Alın kırışıklığı.
civan
Yakışıklı genç.
ciz'
Derenin dar ve kısık yeri.
çolpa
Bir ayağı sakat olan.
(Farsça)
Yürürken ilk defa sol ayağını atan.
(Farsça)
Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız.
(Farsça)
cünnab
Bitişik olan iki yemiş.
çüst
Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke.
(Farsça)
Dar, sıkı.
(Farsça)
Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı.
(Farsça)
dags
(Çoğulu: Adgas) Rüyâ karışıklığı.
Karışık olmak.
daire-i vücub
Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi.
dalaletalud / dalaletâlûd
Sapkınlık karışık.
dalgıç
Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam.
(Türkçe)
daravet
Adet, alışıklık, alışkanlık.
dav'
Şule, ziya, ışık.
derhem
Karışık, karmakarışık.
(Farsça)
Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken.
(Farsça)
İncinme.
(Farsça)
derrace
Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
Bisiklet.
dest-be-dest
Elden ele, el ele.
(Farsça)
Peşin satış.
(Farsça)
Birbirine bitişik olan.
(Farsça)
devr-i müşevveş
Karışık dönem.
dıgs
(Çoğulu: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot.
Te'vili sahih olmayan karışık rüya.
dıhye
Çok yakışıklı Medineli bir Sahabî; Hz. Cebrâil Peygamberimize birkaç defa onun şeklinde gelmiştir.
dinde bid'at
Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.
dirahş
Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık.
(Farsça)
dirahşende
Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan.
(Farsça)
dirhem
İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.
diyk
Darlık, sıkışıklık.
donanma
Kendini donatma, deniz kuvveti, ışıklı şenlik.
dürret-i beyza / dürret-i beyzâ
Parlak ve ışık saçan inci.
ebahh
Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)
ecen
Suyun tadı ve rengi değişik olmak.
ecmel
(Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel.
ecuc
Işık veren, parlayan. Parlak nesne.
Suyun tuzlu ve acı olması.
edgas u ahlam / edgâs u ahlâm
Karışık rüyalar.
efanin
(Tekili: Üfnûn) Değişiklikler.
İşler, şartlar, hâller.
Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları.
eflatuni / eflatunî
Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.
efrug
Şu'le, nur, ziya, ışık.
(Farsça)
efruhte
Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış.
(Farsça)
Yanmış, tutuşmuş.
(Farsça)
ehl
(Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v
ehli / ehlî
Alışık olan, evcil.
Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.
ehyef
İnce belli ve yakışıklı genç.
Çelimli at.
elbürz
Kafkas sıradağlarının en yükseği.
(Farsça)
Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı.
(Farsça)
Uzun boylu ve yakışıklı kimse.
(Farsça)
elektrik-i mudi
(Elektrik-i muzi) Parlak ışık veren, parlayan lâmba.
elektrik-i muzi / elektrik-i muzî
Parlak ışık veren, aydınlatan lamba.
eluf
Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.
emşac
(Tekili: Meşc) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.
enid
Ham.
Henüz olmamış çığ nesne.
Değişik olmak.
envar / envâr / انوار
(Tekili: Nur) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
Işıklar.
(Arapça)
envar-ı esrar / envâr-ı esrar
Sırların nurları, bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları.
envar-ı hakikat / envâr-ı hakikat
Hakikat nurları, ışıkları.
envar-ı muhammediye / envâr-ı muhammediye
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) saçtığı nurlar, yaydığı ışıklar.
envar-ı sitte / envâr-ı sitte
Altı nur, ışık.
envar-ı tevhid / envâr-ı tevhid
Allah'ın birliğini gösteren nurlar, ışıklar.
envar-ı vücud / envâr-ı vücud
Varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları.
eşhel
Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ.
Elâ gözlü adam.
eşi'a / اشعه
Şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri.
Işıklar, ışınlar.
(Arapça)
esir
Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen lâtif, rakik, elâstikiyeti hâiz seyyal madde.
etene
Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ.
Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.
evreng
Taht, evrend.
(Farsça)
Şan, şeref, nâm.
(Farsça)
Zinet, süs.
(Farsça)
Akıl, irfan.
(Farsça)
Ağaç kurdu.
(Farsça)
Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu.
(Farsça)
Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun.
(Farsça)
Yakışıklılık.
(Farsça)
fasm
Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.
faz
Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha.
(Fransızca)
faza
Karışık.
fer / فَرْ
Işık, canlılık.
Işık, parlaklık, zinet, süs.
(Farsça)
Fazl ve vakar.
(Farsça)
İktidar; şevket, kuvvet.
(Farsça)
Işık, parıltı, süs.
Işık.
ferhal
Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç.
(Farsça)
ferid-i te'lif
Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.
fesad / fesâd
Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)
Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık.
Bozukluk, karışıklık.
Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
Fesat, bozukluk, karışıklık.
fesad-engiz
Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran.
fesad-ı te'lif
Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.
fesadat / fesadât / fesâdât
(Tekili: Fesad) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar.
Bozukluklar, karışıklıklar.
Fesatlar, bozukluklar, karışıklıklar.
feth-i mübin
Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i
fevza-yı ara / fevzâ-yı ârâ
Fikirlerin karmakarışık olması. Fikre ait anarşi. Fikrî anarşi.
feyizkar / feyizkâr
Feyizli, bereketli, ışıklı.
fitne / فِتْنَه
İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
Muhârebe.
Azdırma.
Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
Küfr. Fikir ihtilâfı.
Şikak. Kavga.
Delilik.
Mihnet ve beliye.
Mal ve evlâd.
Potada altın v
Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.
Kargaşa, karışıklık.
Karışıklık, azgınlık.
fitne-i azime / fitne-i azîme / فِتْنَۀِ عَظ۪يمَه
Büyük karışıklık, azgınlık.
furag
Işık, ziya, parıltı.
(Farsça)
fürug
Işık. Ziya. Aydınlık. Nur.
füruğ / fürûğ / فروغ
Işık.
(Arapça)
Parıltı.
(Arapça)
fürug-efşan
Işık saçan.
(Farsça)
fütüvvet
Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kim
gamız
Anlaşılmaz, anlaşılması güç.
Kapalı ve karışık söz.
Çukur yer.
Zayıf kişi.
gayk
(Gayuk) Fikri karışık olmak.
gayr-ı münfekk
Bitişik, ayrılmaz.
girif
İç içe girmiş, karışık.
girift
Yakalama, tutma.
(Farsça)
Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık.
(Farsça)
Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir.
(Farsça)
Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç
(Farsça)
Karışık, girişik, çapraşık.
girive
İçinden çıkılmaz karışık durum.
gışş
Hıyânet etmek, hâinlik yapmak.
Yaramaz olmak.
Saf olmayıp karışık olmak.
gumuz
Sözün kapalı ve karışık oluşu.
hab-alud
Uykulu. Uyku karışık.
habal
Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık.
Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.
hakaikaşina / hakâikâşinâ
Hakikatlere alışık.
hakaret-amiz / hakaret-âmiz
Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.
(Farsça)
hakaretamiz / hakaretâmiz
Hakaretle karışık.
hal-i ihtilal / hâl-i ihtilâl
Ayaklanma durumu, karışıklık hâli.
haledar / hâledar
Halelenmiş; etrafı parlak ışık gibi çevrilip sarılmış.
halis / hâlis / خالص
Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli.
Pek beyaz.
Evvelce karışık iken kusuru zâil olan.
Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Müennesi: Hâlise'dir)
Saf, duru, katışıksız.
Katışıksız, saf, som.
(Arapça)
halita
Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış.
Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
Karışık halde olan; karışım.
Karışık olan, karma.
halita-i dimaği / halita-i dimağî
Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
(Farsça)
hall
Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
Susam yağı.
Ezmek.
Açmak.
Dühul etmek, girmek.
hals
Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak.
Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
harfiyen
Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.
hass / hâss
(Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
Saf.
Tar: Osman
haşyet
Hürmetle karışık korku.
Sevgiyle karışık korku.
havagazı
Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
(Türkçe)
havas
(Çoğulu: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.
hayal-alud / hayal-âlud
Hayalle karışık.
hayalalud / hayâlâlûd
Hayâlle karışık.
hayat-ı ihtilal / hayat-ı ihtilâl
Karışıklığın, ayaklanmanın hayatı ve sebebi.
hayatalud / hayatâlûd
Hayatla karışık.
hayretalud / hayretâlûd
Hayretle karışık.
hayse-beyse
İleri gidip geri gelmek, bir halde durmak.
Karışıklık.
Şiddet ve darlık.
haysebeyse
Kararsızlık, karışıklık, darlık.
hayt-ı şua
Işık hüzmesinden olan nurlu ip.
hayvanat-ı ehliyye
İnsanlara alışık olan hayvanlar, evcil hayvanlar.
hem-hudud
Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi.
(Farsça)
herc
Karışıklık.
(Farsça)
herç
Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.
herc ü fesadat / herc ü fesâdat
Karışıklıklar ve bozukluklar.
herc ü merc
Karışıklık, dağınıklık.
Alt üst, karmakarışık, allak bullak.
Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
(Farsça)
hercele
Karışık yürümek.
hercümerc
Karmakarışık.
Karmakarışık.
hercümerç
Karışıklık, dağınıklık.
hevb
Yol, tarik.
Ateş alevi.
Karışık sözlü kimse.
heybet
Hürmetle karışık korku uyandıran hâl.
heykel
Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
Güzel ve yakışıklı kişi.
hezlamiz / hezlâmiz
Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.
hikmet-amiz
Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.
(Farsça)
hikmetamiz / hikmetâmiz
Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.
hile-i şer'iye
Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu
hılt
Bir şeye karışık, karışmış bulunan.
Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi.
Soyu, nesebi karışık kimse.
hisbe
Ecir, sevap.
İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.
hor
Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi.
(Farsça)
Güneş, ışık, aydınlık.
(Farsça)
Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen.
(Farsça)
hubanname
Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise "zenanname" denilir.)
hücnet
Kusur, noksan, ayıp.
Bayağılık, karışıklık, soysuzluk.
Sözdeki ayıp.
huh
(Çoğulu: Huvhât) Şeftali.
Duvardaki ışık girecek delik.
hun-ab
Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan.
(Farsça)
Mc: Kanlı gözyaşı.
(Farsça)
hüsn-ü teveccüh
Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.
huşu / huşû
Korkuyla karışık sevgiden gelen edepli hal.
Sevgiyle karışık korku.
huşu'
Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
hususiyet
Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık.
Hususilik.
hutut-u şemsiye
Işıklı güneş yolu.
huvase
(Çoğulu: Huvâsât) Karışık cemaat.
hüve hüvesine
(Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen.
huzme
Işık demeti.
Demet. Deste. Bir kucak şey.
Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.
Işık demeti.
hüzn-amiz
Gam, keder ve hüzünle karışık.
(Farsça)
hüzün-alud / hüzün-âlûd
Hüzünle karışık.
i'rab
Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
ibadette bid'at / ibâdette bid'at
Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan reformlar, değişiklikler.
ibrahim
İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B
ibtika'
Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması.
ıdtıram
Ateş yakılmak.
Şule vermek, ışıklandırmak.
ifratalud / ifratâlûd
Aşırılıkla karışık, aşırılık bulunan.
Aşırılıkla karışık.
ifsad / ifsâd
Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.
ifsatçı
Karıştıran, karışıklık çıkaran.
iglak
Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
Zorla iş yaptırmak.
Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.
iglakat
(Tekili: İglak) Muğlak yapmalar.
Karışık ve anlaşılmaz sözler.
igtişaş
Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak.
Birisinin fena telkinini kabul etmek.
iğtişaş / iğtişâş / اغتشاش
Karışıklık.
Karışıklık, kargaşa, anarşi.
(Arapça)
iğtişaşat / iğtişâşât / اغتشاشات
(Tekili: İgtişaş) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.
Karışıklıklar, anarşiler.
(Arapça)
iğtişaşçı
Karışıklık çıkaran, hilekâr.
ihtilaf
(Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik.
Birisinin halifesi olmak.
ihtilal / ihtilâl / اِخْتِلَالْ
(Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık.
Şerre çalışmak, düzensizlik.
Ayaklanma, karışıklık.
Karışıklık, ayaklanma.
ihtilal-i beşer / ihtilâl-i beşer
İnsanlıktaki bozukluk, karışıklık.
ihtilal-i dimağiye / ihtilâl-i dimâğiye
Akıl karışıklığı.
ihtilal-i ruhiye / ihtilâl-i ruhiye
Ruhî karışıklıklar, çalkantılar.
ihtilal-i umur / ihtilal-i umûr
İşlerin karışıklığı, işlerin bozukluğu.
ihtilalat / ihtilâlât
İhtilâller, karışıklıklar, iç çalkantılar.
ihtilalat-ı beşeriye / ihtilâlât-ı beşeriye
İnsanlardaki ihtilaller, karışıklıklar.
ihtilalat-ı dahiliye / ihtilâlât-ı dahiliye
İç karışıklıklar, çatışmalar.
ihtilalkarane / ihtilâlkârâne
Karışıklık çıkararak.
ihtilat-ı mutlak / ihtilât-ı mutlak
Tam bir karışıklık.
ihtilatat / ihtilâtat
Karışıklıklar.
ilmiye kıyafeti
İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin
iltibas
Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık.
Tereddüt. Şüphe.
ilticac
Karışık olma, karışma.
Sığınma. İltica etme.
iltisak
İki uzvun birbirine yapışık olması.
Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak.
in'ikas
Aksetme, tersine çevrilme.
Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi.
Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü.
inare
(Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma.
inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye / inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye
Kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler.
inşikak-ı asa / inşikak-ı asâ
Değneğin kırılması.
Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin bozulması.
ırk
Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.
irtibak
Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
Bir kazâya uğrama.
irtibas
Perişan ve zor durumda kalma.
Pek karışık ve sıkışık olma.
irtisa'
Dişler sık olma.
İki şey, birbirine bitişik olma.
Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama.
iş'al etmek / iş'âl etmek
Nurlandırmak, ışıklandırmak.
ışık tufanı
Şiddetli ışık, aydınlık.
işkal / işkâl
Güçleştirme, müşkilleştirme.
Zorlaştırma.
Şüpheli ve karışık olma.
işlek
t. Çok işler, fazlaca işlenen.
Tecrübeli, idmanlı, alışık.
işrak / işrâk
Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak.
Güneşlik yere dahil olmak.
Mc: Kalbe mânaların doğması.
Işıklandırma, parlatma.
"Şark"tan:
Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması.
Parlama, ışıklandırma.
iştibah
Birbirine benzeme, karışıklık.
iştibak
Karışıklık; birbirine geçme.
(Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
Karşılıklı birbirine geçmek.
Perişanlık.
Zâhir olmak.
Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.
istibham
Karışık ve belirsiz olma.
Ses çıkarmama, susma.
istihkamat-ı muttasıla / istihkâmât-ı muttasıla
Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır.
istiza'
Işıklanma, aydınlanma.
istizae
(Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.
ittisal / ittisâl / اتصال
Bağlılık, bitişiklik.
Birleşme, kavuşma.
(Arapça)
Bitişik.
(Arapça)
izae / izâe
(İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme.
Aydınlatma, ışıklandırma.
ızaet
Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek.
izzet-alud / izzet-âlûd
Şeref ve yücelikle karışık.
izzetalud / izzetâlûd
İzzetle karışık.
jaji / jajî
Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli.
(Farsça)
jülide / jülîde / ژوليده
Dağınık, perişan, karma karışık.
(Farsça)
Dağınık, karışık.
(Farsça)
kabih
(Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
kabih-kabiha
Çirkin, yakışıksız, fena, ayıp.
kahin / kâhin
Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı.
Âlim.
kahz
İbrişim karışıklı beyaz bez.
kamet-i mevzun
Düzgün ve yakışıklı boy.
kanadil-i nuriye / kanâdil-i nuriye
Işık veren kandiller.
karine / karîne
Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.
karine-i münevvire
Işıklandıran, aydınlatan ipucu.
kaside-i gaybiye
Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Peygamberden (a.s.m.) ders alarak yazdığı gelecekteki hadiselere ışık tutan, Ercûze ve Celcelutiye isimli kasideler.
kehkeşan
Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
(Farsça)
kemal sıfatları / kemâl sıfatları
Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl
kemal-i ihtilat / kemâl-i ihtilât
Tam bir karışıklık.
keşmekeş / كَشْمَكَشْ
Karışıklık.
Karışıklık.
Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme.
(Farsça)
Karma karışıklık.
keşmekeş-i ihtilaf / keşmekeş-i ihtilâf
Anlaşmazlıktan gelen karışıklık.
keşmekeşlik
Karışıklık.
kevkeb-i münevver
Işık saçan parlak yıldız.
kimya
Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
Edb: Aşk.
İlâç.
Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu
kıyas-ı hafi-yi hadsiye / kıyas-ı hafî-yi hadsiye
Zihnin birşey hakkında, sezgi ve âni kavramayla yaptığı gizli kıyas. Meselâ "Eğer Ayın ışığı Güneşten gelmeseydi, durumu değiştikçe ışık yapısı değişmezdi" şeklinde zihne doğan gizli bir kıyasla aklın "O halde Ay ışığını Güneşten alır" şeklinde hükmetmesi.
komşu
Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.
kritik
yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı.
Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.
Tenkit, sıkışık durum.
küf
Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad.
Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.
künd
Biçimsiz, yakışıksız, kısa.
Kesmez, kör.
Yiğit, cesaretli, cesur.
Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.
kütle-i nariye / kütle-i nâriye
Yanan ve ışık veren gök cismi.
kuvve-i an-il-merkeziye
Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.
labirent
Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina.
(Fransızca)
Çok karışık ve birbirini kesen yol.
(Fransızca)
lasık
Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.
lask
Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.
lebs
Giyecek şey.
Giyme. Giyinme.
Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.
leffen / لفا
Ekli, bitişik.
Ekli, bitişik.
İlişikte.
(Arapça)
legat
Sesler kelâmla karışık olmak.
lemean eden / lemeân eden
Parıldayan, ışık saçan.
levend
(Levent) Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker.
(Farsça)
Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse.
(Farsça)
levent
Denizci asker, yakışıklı.
lifafe
(Çoğulu: Lefâif) Sargı.
Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri.
Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.
lüab-alud / lüab-âlud / lüab-âlûd
Salya, tükrük karışık.
Tükrükle karışık.
lübse
Sözün karışıklığı.
lühab
Ateş alevlenmek.
Işıklanmak, şule vermek.
Ateşi yakıp tutuşturmak.
lüks
Lât: Aşırı süs.
Işık ölçü birimi.
Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası.
lüküs
Kuvvetli ışık veren, petrol veya gazla yanan bir tür lamba.
lümey'a
Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.
lüsuk
Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma.
Ulaşma, vâsıl olma, erişme.
ma'den
Maden.
Bir haslet veya hususiyetin kaynağı.
Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.
madde-i nur
Işık maddesi.
magşuş
Katışık. Karışık. Saf olmayan.
mağşuş
Karışık, katışık, saf olmayan.
Sikke-i mağşuş:
Karışık, hileli madenî para.
magşuşiyyet
Halis ve saf olmayış. Karışıklık.
mahlut / mahlût / مخلوط / مَخْلُوطْ
(Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
Karıştırılmış, karışık.
Karışık.
(Arapça)
Karışık, karıştırılan.
mahluta
Bulgurla karışık mercimek çorbası.
mahniye
(Çoğulu: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.
mahs
Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak.
mahya
Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire
makabih
(Tekili: Makbaha) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.
makbaha
(Çoğulu: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.
manzari / manzarî
Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.
matemalud / mâtemâlûd
Yasla karışık.
mazhar-ı tahavvülat / mazhar-ı tahavvülât
Değişikliğe uğramış.
me'ani ilmi / me'ânî ilmi
Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.
me'luf
Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş.
Alışık. Huy edinmiş.
me'lufiyet
Alışıklık, ünsiyet.
me'nus
Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş.
Beğenilmiş. Mergub.
mecmece
Yazının karışık olması.
Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.
mehabet / mehâbet
Heybet.
Hürmetle karışık korku.
İhtiram. Azamet. Büyüklük.
Saygı ve sevgiyle karışık korku.
mehmed
Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.
melez
Irkı karışık.
melfufat
İlişik yazılar; kağıt, mektup ve sair evrak.
(Tekili: Melfuf) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.
melfufen / melfûfen / ملفوفا
İlişikte.
(Arapça)
melsuk / melsûk / ملصوق
Yapışık.
(Arapça)
meluf / melûf / مألوف
Alışık.
(Arapça)
memkure / memkûre
Uysal, yakışıklı.
memzuc / memzûc / ممزوج
Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş.
Şakalaşmak.
Oynamak.
Karışık.
Karışık, karışmış, mezc olmuş.
Karışık.
(Arapça)
menar / menâr
Fener, aydınlatıcı ışık.
Nur, ışık yeri.
Yol işaretleri.
Fener kulesi.
Işık tutucu.
menba-ı envar
Nur, ışık kaynağı.
merbut
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
meric / merîc
Muzdarip, sıkıntılı.
Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.
meş'ale-i hidayet
Hak ve doğru yolu gösteren meş'ale, ışık.
meş'ale-i ilahiye / meş'ale-i ilâhiye
İlâhî ışık, nur.
mesail-i müteferrika / mesâil-i müteferrika
Farklı meseleler, değişik konular.
meşale
Aydınlatan ışık.
mesmese
Karışık ve mültebis olmak.
meşrutiyet
Başında hükümdar bulunmakla birlikte seçimle belirlenmiş bir yasama meclisine dayanan, yürütmesi denetime açık anayasal idare şekli; Osmanlılarda 1876 anayasasıyla başlayan, 1908 değişikliğiyle devam eden hukukî ve siyasi döneme verilen ad.
metal
Lât: Mâden.
Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.
mevtalud / mevtâlûd
Ölümle karışık.
mevzun
Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün.
Yakışıklı.
Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.
mezik / mezîk
Su ile karışık süt.
micsed
Cesede yapışık olan elbise.
mihrak
Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta.
Hareket merkezi.
mişkat
İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer.
Kandil.
mişkat-ı misbah / mişkât-ı misbah
Işık veren lâmba, kandil.
mizlaka
Uzun burunlu ışık fitili makası.
mü'telif
(Ülfet. den) Alışan, ülfet eden, alışık.
Uygun, muvafık, denk.
muafiyet / muâfiyet / معافيت
Muaf tutulma.
(Arapça)
Bağışıklık.
(Arapça)
muamma
(Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
Bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.
muamma-alud / muammâ-âlûd
Anlaşılması zor ve karışık.
mübtedi'
Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.
mücerred
(Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
Çıplak, soyulmuş.
Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.
mucib-i ihtilal / mûcib-i ihtilâl
İhtilâl sebebi, karışıklık nedeni.
mudi / mudî
Işık verici, parlak ve ruşen olan.
müerneb
İpliği tavşan yünüyle karışık nesne.
müfsid
Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.
müfsir
Nur ve ziya veren. Işıklandıran.
mugayeret
Farklılık, değişiklik.
muhtel
Bozuk, karışık.
muhtelifül'ecnas
Değişik cinsler, türler.
muhtelit / مختلط
Karışmış. Karışık. Karma.
Karışık.
(Arapça)
mukarenet
Bitişiklik, yaklaşma, kavuşma, uygunluk, cinsel yaklaşma.
Bitişiklik, yakınlık.
mukarin
Bitişik, yakın.
mukattaa
(Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.
mukavver
Ziftle karışık veya ziftle kaplı.
Yuvarlak kesilmiş.
mülahık
(Lahk. dan) Yapışık, bitişik.
mülasık
(Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.
mülebbes
(Lebs. den) İltibaslı, karışık.
Giyilmiş.
mülemma'
(Lem'. den) Parlak. Revnekdar.
Bulaşmış, sıvanmış.
Karışık dilde söylenmiş manzume.
Renk renk olan.
mülevves
Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
Karışık, intizamsız.
mülha
(Çoğulu: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz.
Lâtif ve güzel olan söz.
mulif
(Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş.
mülsak
Yapışık, bitişik.
mültebis
İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan.
Karışık, şüpheli ve benzer olan.
mültesik
(Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.
mümarese
Alışma, alışıklık, yatkınlık, meleke.
mumdar
Mum tutan. Işık veren. Işık tutan.
(Farsça)
Işık verici.
mümsik / ممسك
Elisıkı.
(Arapça)
mümtezic
İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik.
Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan.
Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan.
Birbiriyle iyi geçinen.
mümteziç
Birleşik, karışık.
münevver
(Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
Parlatılmış.
münevvir
Herşeyi nurlandıran, aydınlatan, ışıklandıran, Allah.
munfasıl zamir
Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.
münir
Nurlandıran, nur veren, ziya veren, ışık veren, parlak.
murtabit
Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.
mürtebit
(Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber.
mürtekış
Birbirine giren. Karmakarışık olan.
müşa'şa
(Şa'şaa. dan) Parlayan, parıldayan.
Dedbedeli, gürültülü, patırtılı.
Karışmış, karışık.
müsalemet / müsâlemet
İki taraf arasında barışıklık, barış içinde olmak, sulh.
Barışıklık.
müşevveş / مشوش / مُشَوَّشْ
Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
Düzensiz, karma karışık.
Düzensiz, karışık.
Karışık.
(Arapça)
Karışık.
müşevveşiyet / مُشَوَّشِيَتْ
Karışıklık.
Karışıklık, karmakarışık vaziyet.
Karışıklık, dağınıklık.
Karışıklık.
müşevveşiyet-i hal
Hal, durum karışıklığı.
müsfir
Ziyâ verici. Işıklandıran, nurlandıran.
mustazi
(Ziya. dan) Ziya alan, ışıklanan.
müstazi / müstazî
(Ziya. dan) Işık ve ziya alan. Işıklanan.
Alâ, makbul, iyi.
müste'nis
Ünsiyet peyda etmiş olan, alışık. Alışılmak istenen.
müştebeh
Zor, karışık.
müştebik
(Şebeke. den) Kafes gibi örülü olan.
Karışık, düğümlü olan.
müstenir
(Nur. dan) Işık ve nur alan, parlak.
müstênis
Alışık.
müteakkıd
(Akd. dan) Düğümlenen, karışık olan.
mütegayir
Değişik, birbirine zıt.
mütehallit
Karışan, karışık olan, tahallüt eden.
mütelaşi
Telaş eden. Izdırab ile karışık acele eden. Telaşlı.
mütelasık
(Lüsuk. dan) Birbiriyle birleşmiş olan. Bitişik.
mütelebbis
Giyinmiş, elbiseli.
Karışık, başkasına bulaşmış, karışmış olan.
müteleffik
Bitişik ve yapışık olan.
mütenazıran
Bakışık olarak, simetrik tarzda.
mütenevvi'
Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
müterafık
Arkadaşlık eden, refekat eden, beraber bulunan.
Bir arada, karışık, karışmış.
müterafik / مترافق
Refakat eden.
(Arapça)
Karışık, bir arada.
(Arapça)
müteşabik
Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.
müteşabike / müteşâbike
Birbirine girmiş, örgülenmiş, karışık.
müteşettit / متشتت
(Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan olan.
Karışık, dağınık.
(Arapça)
müteşevviş
(Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.
muttasıl / مُتَّصِلْ
Yapışık, bitişik.
Bitişik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. Ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.
Bitişik, aralıksız, sürekli.
Bitişik.
muttasılan
Bitişik olarak.
Bir düziye.
muvanis
(Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan.
Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşıyan.
muvazaa / muvâzaa
Bir mes'elede bahse girişmek.
Mc: Danışıklı döğüş.
Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.
Danışıklılık, bahse girişme.
muvazaaten
Danışıklı dövüşle.
Muvâzaa olarak.
müzaheme / müzâheme
Sıkışıklık.
müzdehim
(Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı, pek sıkışık.
müzebzeb
Karmakarışık.
Elinden iş gelmez, bir şeye karar veremeyen. Beceriksiz.
müzebzib
Karıştıran. Karmakarışık eden.
muzi / muzî
Aydınlatan, ışık veren, parlak.
Işık veren, aydınlatan.
muzi' / muzî'
Aydınlatan. Işık veren.
muzie / muzîe
Işık verici, aydınlatıcı.
muztar
Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.
na
Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir.
na-behre
Azim, ulu.
(Farsça)
Karışık.
(Farsça)
Soysuz.
(Farsça)
na-çespan
Uygun ve yakışık olmıyan.
(Farsça)
na-münasib
Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan.
(Farsça)
na-reva
Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.
na-saf
Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan.
(Farsça)
nab / nâb / ناب
Saf, halis, katışıksız.
(Farsça)
nahise
Koyun sütüyle karışık keçi sütü.
nareva / nârevâ / ناروا
Yakışık almaz.
(Farsça)
nekes / نكس
Hayırsız.
(Farsça)
Elisıkı.
(Farsça)
nevmalud / nevmâlûd
Uyku ile karışık.
neyyir
(Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim.
Yıldız. Cisim halindeki nur.
Güneş, şems.
nisar
"Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.
nugz
Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.
nur / nûr / نور
Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık.
Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber.
Zulmeti def eden, şule, ışık.
Işık, aydınlık.
Aydınlık, ışık.
Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
Kur'ân-ı kerîm.
Îmân.
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıld
Işık.
(Arapça)
nur-u asli / nur-u aslî
Asıl nur, gerçek aydınlatıcı nur ve ışık.
nur-u asümani / nur-u âsümânî
Semâvî nur, göksel ışık.
nur-u azam / nur-u âzam
Çok büyük nur, ışık.
nur-u hidayet / nur-u hidâyet
Doğru ve hak yolu gösteren nur, ışık.
nur-u kabir
Kabri mânevî olarak aydınlatan ışık.
nur-u semavi / nur-u semavî
Semavî nur, vahiy ile gelen aydınlık, ışık.
nur-u şerif
Şerefli nur, ışık.
nurani / nuranî / nurânî / nûrânî / نورانى
Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver.
Nurlu, ışıklı.
Nûrlu, ışıklı, parlak, münevver.
Nurlu, ışıklı.
(Arapça)
nurbahş
Işık saçan, aydınlatan, parlatan.
(Farsça)
nurefşan
Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren.
(Farsça)
nurlandırmak
Aydınlatmak, ışıklandırmak.
nüzhet
İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı.
(Farsça)
Temizlik, paklık.
(Farsça)
Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud.
(Farsça)
orijinal
Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan.
(Fransızca)
Değişik.
(Fransızca)
Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus.
(Fransızca)
Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün.
(Fransızca)
Bir nümuneye göre olan.
(Fransızca)
paluş
Karışık.
(Farsça)
pandomima
Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi.
Sessiz tiyatro oyunu.
pandomima kopmak
Karışıklık çıkmak.
Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.
pergaze
Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı.
(Farsça)
pergune
Yakışıksız, çirkin.
(Farsça)
perişan
Dağınık, karışık.
(Farsça)
Bozuk, tertibsiz, düzensiz.
(Farsça)
Kederli, hüzünlü, kaygılı.
(Farsça)
Dağınıklık, karışıklık.
pertev / پرتو
(Pertav) Ziya, ışık.
(Farsça)
Atılma, sıçrama, hız.
(Farsça)
Işık.
(Farsça)
pertev-endaz / pertev-endâz
Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.
pertev-feşan
Işık saçan, ziya saçan.
pertev-suz
Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.
pertevefşan
Işık saçan.
pervane / pervâne
Işık etrafında dönen küçük kelebek.
peyveste
Her zaman, dâima.
(Farsça)
Ulaşmış, ermiş.
(Farsça)
Bitişik, muttasıl.
(Farsça)
peyvestegi / peyvestegî
Bitişme, ulaşma, bitişiklik.
(Farsça)
projeksiyon
Kuvvetli ışık âleti.
(Fransızca)
pür-çin
Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık.
(Farsça)
ra'la'
(Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.
ra'sa'
Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.
racibe
(Çoğulu: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.
radyasyon
(Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması.
(Fransızca)
radyumvari / radyumvârî
Işık saçan radyum elementi gibi.
raik
Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
ratık
Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak.
Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek.
revc
(Revac) Geçmek.
Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.
röntgen
Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.
sade
Basit, karışık olmayan, katıksız.
(Farsça)
Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan.
(Farsça)
Tek katlı.
(Farsça)
Ancak, yalnız.
(Farsça)
Süssüz.
(Farsça)
Derin düşünemiyen, saf adam.
(Farsça)
saf
Katışıksız, berrâk, temiz.
Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.
safha
Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri.
Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri.
Kısım.
Bir şeyin düz yüzü.
El ayası.
Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri.
Yazılmış ve yazılabilir sahife.
safi / sâfî
Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz.
Bozuk olmayan. Hâlis.
Temiz, katışıksız, duru.
safiye
Temiz, katışıksız, bozuk olmayan.
İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.
şahab
Gökteki ışıklı cisim.
sahik
Uzak.
Müretteb olan söz.
Hemen anlaşılmaz derece.
Çok karışık ve anlaşılmaz söz.
şahıs zamiri
İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn
sahl
Ses kısıklığı. Ses bozukluğu.
Boğazını boğup şiddetle çağırmak.
sahte
Düzme, yapmacık, yalandan, taklit.
(Farsça)
Kalp, karışık.
(Farsça)
sarf ve nahv ilmi
Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)
sarife
(Çoğulu: Savârif) Değişiklik. Değişme.
şarıka
(Çoğulu: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.
savarif
(Tekili: Sârife) Değişmeler. Değişiklikler.
savarif-i dehr
Dünya değişiklikleri.
şavk
Işık, parıltı.
Şevk.
Işık, parıltı.
Işık, parıltı.
şayan / şâyân / شایان
Layık, yaraşır, yakışık alır.
(Farsça)
şaygan / şâygân / شایگان
Yaraşır, yakışık alır.
(Farsça)
şebefruz
(Şeb-efruz) Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan.
(Farsça)
şeffaf
Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.
şehd-amiz
Bal gibi tatlı. Balla karışık.
(Farsça)
şehik / şehîk
Hıçkırıkla karışık iç çekme.
sekub
(Sekabe) Ateşin alevlenmesi.
Yıldızın parlaması.
Işıklı, ışık veren.
Parlamak.
şem
Mum, ışık.
şem'
Mum, ışık.
Mum, ışık.
şem'-i ilahi / şem'-i ilâhî
İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları.
şem'a
Işık, çıra. Nur.
Muma batmış fitil.
şem'a-i feyz-i ilahi / şem'a-i feyz-i ilâhî
Allah'ın feyzinden gelen ışık kaynağı.
şem-i ilahi / şem-i ilâhî
İlâhî ışık, nur.
şema / şemâ
Işık, çıra.
şemit
Karışık.
senan
Parlak, ziyâdar, ışıklı.
şerarat-ı neyyirane / şerârât-ı neyyirâne
Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler.
(Farsça)
Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık.
(Farsça)
Aydınlatıcı parlak kıvılcımlar, ışık saçan kıvılcımlar.
şeriat
Doğru yol. Hak din yolu.
Büyük ve geniş cadde.
Nur, aydınlık, ışık.
Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kan
seyyiatalud / seyyiatâlûd
Çirkinliklerle karışık.
şiddet-i tehalüf
Büyük farklılık, aşırı değişiklik.
sidret-ül-münteha / sidret-ül-müntehâ
Yedinci kat semâda (gökte) Arş'ın sağında bulunan ağaç. Bu hususta değişik rivâyetler vardır.
silhem
Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.
silm
Barışmak, sulh, barışıklık.
İtaat. İslâm, müslim olmak.
silsile
Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
Soy, sop.
Sıradağ.
Seri. Dizi.
Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.
şimrac
(Çoğulu: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek.
Yalan karışık söz.
siny
(Çoğulu: Esnâ) Her nesnenin büklümü.
Dağın kısıkdar yeri.
Orta, vasat.
sirac
Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil.
Şevk veren şey.
Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.
siraç
Işık, lamba.
sirac-ı vehhac / sirâc-ı vehhac
Etrafını aydınlatan, ışık saçan lamba; getirdiği dinle tüm karanlıkları iman nuruyla aydınlatan Hz. Muhammed (a.s.m.).
sirac-üs sürc
Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser.
sırf
Sadece, yalnızca.
Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
şirk-alud / şirk-âlud
Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette.
(Farsça)
siyera'
İbrişimle karışık alaca bez.
şu'le-i cevval
Daim hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.
şu'lebar / şu'lebâr
Işıklı.
(Farsça)
şu'ledar / şu'ledâr
Alevlenmiş, alevli. Işıklı.
(Farsça)
şu'lefeşan / şu'lefeşân
Işık saçan, parlatan.
(Farsça)
şu'lepaş / şu'lepâş
Işık saçan.
(Farsça)
şu'leperver
Işıklandıran. Alevlendirici.
(Farsça)
şua / şuâ / şûa
Güneşten veya bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışın.
Işın, ışık teli.
Işın; bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri.
şua'
Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
şuaat / şuâât
Işıklar, parıltılar, nurlar.
Işınlar, ışık hüzmeleri; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinin isbatına dair bir eser olup, 1921 yılında Üstad Said Nursî tarafından telif edilmiştir.
şuaat-ı ayniye / şuâât-ı ayniye
Gözdeki ışık hüzmeleri, göz feri.
şübehat-alud / şübehat-âlûd
Şüphelerle karma karışık olmuş, şüphelerle dolu.
şüf'a
Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
<
suffe
Peygamberimizin Mescidine bitişik olarak inşa edilen ve içinde bazı sahabelerin Peygamber Efendimizden Kur'ân ve Hadis ilimlerini öğrendiği ve barındığı yer.
Peygamberimizin mescidine bitişik yer, bekâr sahabelerin kaldığı mekân.
şule / şûle
Işık.
Işık.
şule-feşan / şûle-feşan
Işık saçan.
Işık saçan, nur saçan.
şule-i cevvale
Sürekli hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.
şuledar / şûledâr
Alevli, ışıklı.
şulefeşan / şûlefeşân
Işık saçan.
Işık saçan.
Işık saçan.
sulhkarane / sulhkârâne
Barışık, barış içinde.
şur-efgen
Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran.
(Farsça)
şuride
Perişan, karışık.
(Farsça)
Tutkun, âşık, meftun.
(Farsça)
şuridegi / şuridegî
Karışıklık, perişanlık.
(Farsça)
Tutkunluk, düşkünlük.
(Farsça)
şuridehatır / şûrîdehâtır / شوریده خاطر
Gönlü perişan, aklı karışık.
(Farsça - Arapça)
şuriş
Karışıklık, kargaşalık.
(Farsça)
şütür gürbe
"Deve ile kedi" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü.
(Farsça)
ta'dilat / ta'dîlat / تعدیلات
Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
Değiştirmeler, değişiklik.
(Arapça)
Ta'dilât yapmak:
Değişiklik yapmak.
(Arapça)
ta'dilen / ta'dîlen / تعدیلا
Değiştirilerek, değişiklik yapılarak.
(Arapça)
taalluk / taallûk
Bağlanmak, ilişme, ilişik olma.
tab
"Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran.
(Farsça)
taban / tâbân
Işıklı. Parlak.
(Farsça)
Parlayan güneş.
(Farsça)
Işıklı.
tabdar
Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı.
(Farsça)
tabdih
Işık veren.
(Farsça)
İplik bükücü.
(Farsça)
tabende / tâbende / تابنده
Işık veren, parlayan.
(Farsça)
Parlak, ışık veren.
(Farsça)
tabnak
Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
(Farsça)
tadavvüc
Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak.
tadilat / tâdilât
Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
Değişiklik.
tağayyür
Başkalaşma, değişikliğe uğrama.
tagayyürat-ı suriye / tagayyürat-ı sûriye
Şekil ve suret değişiklikleri.
tağyirat / tağyîrât / تغييرات
Değişiklikler.
(Arapça)
tahallut
(Halt. dan) Karışma. Karışık olma.
tahavvülat-ı külliye / tahavvülât-ı külliye
Büyük değişiklikler.
tahavvülat-ı muntazam / tahavvülât-ı muntazam
Düzgün ve muntazam değişiklikler, değişmeler, gelişmeler.
tahkir-amiz / tahkir-âmiz
Hakaretle karışık söz.
(Farsça)
Tahkir edici.
(Farsça)
tar ü mar
Dağınık, karmakarışık, perişan.
(Farsça)
tasarruf etme
Bir şeyde değişiklik yapma vs. gibi dilediği gibi hareket etme.
tebdil / tebdîl / تبدیل
Değiştirme, dönüştürme, değişiklik.
(Arapça)
Tebdîl edilmek:
Değiştirilmek, dönüştürülmek.
(Arapça)
Tebdîl etmek:
Değiştirmek, dönüştürmek.
(Arapça)
Tebdîl olmak:
Dönüşmek.
(Arapça)
tebdil-i hava / tebdîl-i hava / تَبْد۪يلِ هَوَا
Hava değişikliği, hava değişimi.
tebdil-i heva / tebdil-i hevâ
Hava tebdili. Hava değişikliği.
tebdil-i kıyafet
Kıyafet değişikliği.
tebeddülat / tebeddülât / تبدلات
(Tekili: Tebeddül) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât.
Değişimler, değişiklikler.
(Arapça)
tebeddülat-ı cesime / tebeddülât-ı cesime
Büyük değişiklikler.
tebelbül
Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi.
Karışıklık.
tebelbül-ü elsine
Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.
tebelleş
Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.
tehdid-amiz / tehdid-âmiz
Tehditle karışık, tehdit eder surette.
(Farsça)
tehviş
Karma karışık etme.
Bir yere toplama.
telasuk
(Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.
telazum
Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.
telif-i müşevveş
Karışık ve anlaşılması zor olan bir kitap.
telvin / telvîn
Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.
tenazuri / tenâzurî / تناظری
Bakışık, simetrik.
(Arapça)
tenvir / tenvîr / تنویر
Aydınlatma, ışıklandırma.
(Arapça)
Düşünce yoluyla aydınlatma.
(Arapça)
Tenvîr etmek:
Aydınlatmak.
(Arapça)
tenvirat / tenvirât
(Tekili: Tenvir) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.
terakruk
Parlama. Işıklı olma.
terkibat-ı mevcudat / terkibât-ı mevcudat
Varlıkların değişik elementlerin birleşmesiyle meydana gelişleri.
teşabük
Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.
teselsül
Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme.
Ulaştırma.
Man:
teşevvüş / تشوش
Karma karışık olma.
Bulanıklık, karışıklık.
Karışıklık, bulanıklık.
Karışıklık.
(Arapça)
teşevvüş-ü fikri / teşevvüş-ü fikrî / تَشَوُّشُ فِكْر۪ي
Fikir açısından karışıklığa düşme.
Fikrin karmakarışık olması.
teşevvüşat-ı akliye
Akılın karmakarışık olması, bulanması.
teşviş
Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
teşvişiyyet
Karışıklık, bozukluk.
tevrat
Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmi
tezebzüb
Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.
tiryaki
Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş.
Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan.
Mc: Huysuz, aksi, titiz.
ucave
Tırnağa bitişik olan sinir.
ukde
Düğüm, bağ.
Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat.
Ağaçlık yer.
Pelteklik, kekemelik.
Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
ümluc
Yaprak.
Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.
ünsiyet / اُنْسِيَتْ
Alışıklık.
uşabe
(Çoğulu: Eşâyib) Karışık olan.
Nesebi karışık kişi.
üşabe
Irkı, nesebi karışık adam.
Karışık cemaat.
Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.
üslupşiken / üslûpşiken
İfade ve anlatımı bozuk, karışık.
vahşet-amiz / vahşet-âmiz
Vahşetle karışık.
(Farsça)
vahşi
Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan.
Merhametsiz, duygusuz.
Ürkek, korkak.
varestegi / varestegî
Kurtulma, halâs bulma.
(Farsça)
Rahatlık, serbestlik.
(Farsça)
İlişiksizlik.
(Farsça)
vaziyet-i semaviye / vaziyet-i semâviye
Gökyüzünün değişik hâl ve vaziyetlere girmesi.
vehecan
Ateşin alevlenmesi.
Işıklandırmak, ziya vermek.
vehm-alud / vehm-âlud
Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık.
(Farsça)
vekkad
Aydınlık, ışıklı, parlak.
velvele
Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.
vemiz
Bulut arasından görünen ışık.
vezr
Nurlu etmek, ışıklandırmak.
Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.
vücub mertebesi
Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu olan ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen İlâhlık derecesi.
za'f-ı te'lif
Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.
zav' / ضوء
Aydınlık. Işık.
Işık.
(Arapça)
zehralud / zehrâlûd
Zehirle karışık.
zelzele-i hercümerc
Karma karışıklığın sarsıntısı.
zenme
Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
zerk-alud / zerk-âlûd
Riyalı, riya karışık.
(Farsça)
zevalalud / zevâlâlûd
Zevalle karışık.
zevk-alud / zevk-âlud
Zevkli, zevk karışık.
(Farsça)
zevkalud / zevkâlûd
Zevkle karışık.
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
Emzik
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
ehl-i nar
sarasıra
mütecasir
samimane
merzi
rub'
dare
şami
tathir
samedaniyet
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
Isik
Susturulma
HUBEK
Hüzün
olgunlukla
Çeviri
safi
Ram olmak
uzun ad
akşamlar.