REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Inçe ifadesini içeren 711 kelime bulundu...

a'cef

  • İnce, zayıf.

a'dad

  • İnce ve kısa kollu adam.

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

abadi / âbâdî / آبادی

  • Bayındırlık. (Farsça)
  • İnce Hint kağıdı. (Farsça)

acaib-i dekaik / acâib-i dekâik

  • Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.

acilen / âcilen

  • Vakit gelince yapılmak üzere. Bir vâdeye veya bir şarta bağlı bulunarak.
  • (اٰجلاً) Vakti gelince, ileride, gelecekte.
  • (عاجلاً) Acele olarak, derhal, peşin olarak.

acmi / acmî

  • İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.

adakk

  • İnce, dakik.

adale

  • Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.

adl

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.

ahker

  • Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. (Farsça)

ahlak

  • (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine

ahlakıyyat / ahlâkıyyât

  • Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim.
  • Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler.

ahmas

  • (Çoğulu: Ehâmis) İnce belli.
  • Ayak altında yere değmeyen yer.

ahmeş

  • İnce, dakik.

akna

  • İnce, yumru burunlu kimse.

alakadrilimkan / alâkadrilimkân / علاقدرالامكان

  • Olabildiğince. (Arapça)

alamat

  • Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.)

alelkifaye / alelkifâye / على الكفایه

  • Yeterince. (Arapça)

alem-i esir / âlem-i esir

  • Bütün kâinatı kapladığı farz edilen ince ve lâtif maddenin bulunduğu âlem.

aleyhissalatü ves-selam / aleyhissalâtü ves-selâm

  • Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.

alpaka

  • Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan.
  • Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş.

amel-i salih / amel-i sâlih

  • Dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş.

amik

  • Dibi çok aşağıda, derin.
  • Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele.

amika / amîka

  • İnceden inceye, derinlemesine yapılan araştırmalar.

ammaba'd / ammâba'd / امابعد

  • Maksada gelince. (Arapça)

anatomi

  • Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.

anef

  • Kabalık (inceliğin zıddıdır).

anik

  • İnce, zarif, güzel. Acaib.

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

arakk

  • Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan.

aşşab

  • (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.

aşşe

  • Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı.
  • Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.

astronomi

  • Gökteki cisimleri inceleyen ilim.

ayasofya

  • İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih

aytemus / aytemûs

  • (Çoğulu: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

bakteriyoloji

  • yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.

balistik

  • yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.

barik / barîk / bârîk / باریك

  • İnce. Nârin. Dakik. (Farsça)
  • İnce. (Farsça)

barik-bin / barik-bîn

  • İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren. (Farsça)

basil

  • İnce, uzun bir bakteri çeşidi. (Fransızca)

basiret / بصيرت

  • İnce anlayış.

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

bedbinane / bedbinâne

  • Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine. (Farsça)

beliğ / belîğ

  • Belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimse.

bene

  • İnce urgan, ip. (Farsça)

ber-endaz

  • İnceden inceye ölçerek.

ber-mucib / ber-mûcib

  • Gereğince, icabına göre. (Farsça)

berahin-i latife / berâhîn-i lâtife

  • İnce ve güçlü deliller.

berahin-i latife-i akliye / berâhin-i lâtife-i akliye

  • Akla dayalı ince, güzel deliller.

bermucib-i / bermûcib-i / برموجب

  • Uyarınca, gereğince. (Farsça - Arapça)

bernun / bernûn

  • İnce tül. Çok ince ipek kumaş. (Farsça)

berzah

  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Can sıkıcı.
  • İnce uzun kara parçası.
  • Dünya.
  • Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.

berzah-ı kübra / berzâh-ı kübrâ

  • Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye kadar geçen zaman.

bevari

  • (Tekili: Bâriyye) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar.

bezyun / bezyûn

  • Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir.
  • İnce kumaş.

bitabane / bîtâbane / بيتابانه

  • Bitkince. (Farsça)

biyofizik

  • Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.

biyokimya

  • Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

biyonik

  • Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.

botanik

  • Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi.

büleğa

  • Belâgatçılar; belâgat ilminin inceliklerini bilen söz ve ifade uzmanları.

büzaa

  • Kibarlık, incelik, zerafet.

cadde-i tetkik

  • İnceleme yolu.

çağrışım

  • Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de

çakşır

  • İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar.
  • Kuşların ayağındaki tüy.

celle celalüh / celle celâlüh

  • "O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi.

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

ceylan

  • Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.

cezalet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld

çığır

  • Patika, ince yol.

cillevez

  • İnce kabuklu, uzunca fındık.
  • Köknar.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cüdür

  • (Tekili: Cidâr) İnce deriler, zarlar.
  • Duvarlar, setler.

çuha

  • Tüysüz ince, sık dokunmuş yün kumaş.

cülbe

  • Yara iyi olduğunda üstünde olan ince deri.

cüzeyr

  • Kök dalı, ince kök.

daele

  • Zayıf ve ince olmak.
  • Hor ve zayıf olmak.

dakaik

  • (Tekili: Dakayık) (Dakik) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.

dakaik-aşina

  • İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. (Farsça)

dakaik-ı fenniye

  • İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları. (Farsça)

dakaik-i umur

  • Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları. (Farsça)

dakayık / dakâyık / دقایق

  • İncelikler. (Arapça)
  • Dakikalar. (Arapça)

dakik / دقيق / dakîk / دَق۪يقْ

  • (Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
  • İnce, ufak, nâzik.
  • Toz haline getirilmiş şey, un.
  • Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse.
  • Pek ince.
  • Pek ince.
  • İnce, hassas. (Arapça)
  • Dakika şaşmayan. (Arapça)
  • İnce.

dakik ve amik / dakik ve amîk

  • İnce ve derin.

dakik ve amik işarat / dakik ve amîk işârât

  • İnce ve derin işaretler, belirtiler.

dakika / dakîka / دقيقه

  • (Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
  • İnce fikir, mülâhaza, nükte.
  • Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.
  • Pek ince olan, zaman birimi.
  • İncelik. (Arapça)
  • Dakika. (Arapça)

dakika-bin

  • İncelikleri bilen, ince noktaları gören. (Farsça)

dakika-şinas

  • İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

damir

  • Zayıf, ince.

dantela

  • Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel. (Fransızca)

dekaik

  • İncelikler, ayrıntılar.
  • İncelikler.

dekaik-ı harekat / dekaik-ı harekât

  • Hareketlerdeki incelikler.

dekaik-i hikmet

  • Hikmet incelikleri.

dekaik-ı ilmiye

  • İlmin incelikleri.

dekaik-i ilmiye

  • İlmin incelikleri.

dekaik-ı mahiyat / dekâik-ı mâhiyat

  • Bir şeyin iç yüzüne ait incelikler.

dekaik-i mesail-i fer'iye / dekaik-i mesâil-i fer'iye

  • Ana meselelerin kollarına ve en alt konularına yönelik incelikler.

dekaik-i nimet ve hikmet

  • Nimet ve hikmet incelikleri.

dekaik-i san'at

  • Sanatın incelikleri.

dekaik-i şefkat

  • Şefkatin incelikleri.

dekaik-i tasavvurat

  • Düşünce incelikleri.

delil / delîl

  • Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
  • Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.

demg

  • Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak.
  • Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.

derk-i dekaik

  • İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.

dik / dîk

  • İnce, dar.

dik-ul elfaz / dîk-ul elfaz

  • İfade zorluğu. Gayet ince ve derin ve ruhen hissedilen bazı mânaların ifade edilemeyişi.

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

dıkk

  • Yufka gibi ince olan şey.
  • Bir nevi sıtma.

dikkat / دقت

  • İncelik.
  • İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme.
  • Duygu ve düşünceyi bir noktada toplama, uyanıklık, incelik.
  • Dakiklik. (Arapça)
  • İncelik. (Arapça)
  • Dikkat. (Arapça)

dikkat-i nazar

  • İnceden inceye düşünme ve bakma. Bakış inceliği.

dikkat-i nazara alınsa

  • İnceden inceye düşünülse, göz önünde bulundurup bakılsa.

dinen / dînen / دینا

  • Din bakımından, diyanet noktasından, dince.
  • Dince, din bakımından. (Arapça)

dirayetli

  • İncelikleri kavrayış gücüne sahip.

dukak

  • (Çoğulu: Dekâyık) İnce nesne.
  • Un.
  • Zor, güç.

ebdal / ebdâl

  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

edakk

  • En dakik, pek ince, çok mühim.

edmas

  • Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.

efnan

  • (Tekili: Fen) Neviler, çeşitler.
  • (Fenen. den) İnce dallar.
  • Üslublar, şubeler.

efvaf

  • Nâzik, ince kumaşlar.

eğe

  • Maden vesaire yontmaya mahsus ince dişli âlet. Törpü.

ehdam

  • İnce belli.

ehl-i tetkik ve tenkid

  • İnceden inceye araştıran ve kritik eden uzmanlar.

ehsas-ı rakika / ehsâs-ı rakika

  • İnce hisler, ince duygular.

ehyef

  • İnce belli ve yakışıklı genç.
  • Çelimli at.

ekabb

  • İnce belli.

em'a-i rakika / em'â-i rakika

  • İnce bağırsaklar.

emarat-ı müteferrika

  • Birbirinden farklı emareler, ince deliller.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emma ba'd / emmâ ba'd

  • Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında; söz başı, besmele, hamdele ve duadan sonra söylenen söz, fasl-ı hitâb (söze başlama).

emma ba'dü / emmâ ba'dü

  • Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında olup, söze başlarken kullanılan ve gelecek ifadenin büyük önemini bildiren söz.

emr-i tekvini / emr-i tekvînî

  • Yaratma emriyle ilgili; Allah'ın birşeye "kün=ol!" deyince onu derhal olduruveren emriyle ilgili.

enik

  • Güzel, ince. Latif şey. Ahsen.

erakk

  • Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.
  • Pek ince.

erakk-ı hissiyat

  • Duyguların en inceleri. Gizli hisler, ince duygular.
  • En rakik, en ince hisler, duygular.

erbab-ı belağat

  • Belağatçılar; belağat ilminin inceliklerini iyi bilen söz ve ifade uzmanları.

esar

  • Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.

esban

  • Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü.
  • Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.

eşi'a

  • Şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri.

esir / esîr

  • Alemi kaplayan incecik madde.
  • Atomların öz maddesi; uzayı dolduran ince madde.

esir maddesi

  • Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

etnoloji

  • yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapı

etüd

  • İnceleme, tetkik etmek. (Fransızca)
  • Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser. (Fransızca)

etvar-ı müdakkikane

  • İnceden inceye araştıran tavırları, davranışları.

ev'iye-i şa'riyye

  • Tıb: Siyah ve kırmızı kan damarları arasındaki gayetle ince olan damarlar.

evkaf

  • (Tekili: Vakıf) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar.Osmanlı devletini asırlar boyu kuvvetli bir devlet olarak ayakta tutan kuruluşlardan biri de vakıftır. Osmanlı tarihini inceleyen

evşeng

  • Sicim. İnce ip. (Farsça)

evveliyat

  • Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler.
  • Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar.
  • Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur edilince aklın kat'iyyetle teslim ve tasdik ettiği kaziyeler.

ezecc

  • Uzun ve ince kaşlı.

ezlef

  • (Çoğulu: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

fark-ı dakik

  • İnce fark.

fe-emma

  • Buna gelince, kaldı ki. Ammâ... (mânasına asıl söze başlama edâtıdır.)

fehvasınca

  • Mânâsınca gereğince.

felsefe

  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

fely

  • Bit toplamak.
  • Şiirin ince mânâlarını çıkarmak.
  • Kesmek.
  • Kılıç ile vurmak.

fenn-i hayvanat

  • Zooloji ilmi; hayvanları inceleyen ve onlar hakkındaki bilgi veren ilim dalı.

fenn-i hikmetü'l-eşya

  • Felsefe ilmi; varlıkların hikmetlerini inceleyen ilim.

fenn-i menafiu'l-aza / fenn-i menâfiu'l-âzâ

  • Organların yararlarını inceleyen fen, anatomi; canlıların yapısını ve bu yapıyı oluşturan organları inceleyen bilim dalı.

fenn-i nebatat

  • Botanik ilmi; bitkileri inceleyen ve onlar hakkında bilgi veren ilim dalı.

feraiz / ferâiz

  • Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilim, mîrâs hukûku.
  • Farzlar. Farîzanın çokluk şekli.

fetiyle

  • Yanmış fitil ucu.
  • Bükülmüş ince sicim.
  • İki parmak arasındaki kir.

fettah-ı allam / fettâh-ı allâm

  • Herşeyi en ince ayrıntılarına varıncaya kadar bilen ve her şeye ayrı ayrı sûretler veren; Allah.

fey-i zeval / fey-i zevâl

  • Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge uzunluğu.

fihi nazarun / fîhi nazarun

  • "Ona bir bakmak, incelemek lâzımdır".

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin
  • İnce anlayış, islâm hukuku.

fıkra-i manidar / fıkra-i mânidar

  • Nükteli, ince ve derin anlamlı kısa yazı.

fizyoloji

  • Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.

flama

  • Mızrak ve süngü ucuna takılan, gemi direğine çekilen ince bayrak.

foya

  • İtl. Gizli oyun, hile. Göz boyacılığı, sahtekârlık.
  • Elmasların yuvalarında yatağına konulan ince madeni yaprak.

fünun-u kainat / fünun-u kâinat

  • Kâinatı inceleyen ilimler, fenler.

gamıza

  • Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin.
  • Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.

gass

  • İncelik, zavallılık.
  • Biçare, zavallı.
  • Tatsız, yavan.

gavamız

  • (Tekili: Gamız) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.

gılaf-ı latif / gılâf-ı lâtif

  • İnce, soyut kılıf, örtü.

gırs

  • (Çoğulu: Egrâs) Dikilmiş ağaç.
  • Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.

gıta-yı rakik

  • İnce örtü.

gubari / gubarî

  • Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin postalarıyla gönderilen mektuplar bu yazı ile yazılırdı.

günah / günâh

  • Dince suç olan şey.

hadde-i tedkik

  • İnceden inceye araştırmak.

hadime / hadîme

  • Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.

hainane / hâinâne / خائنانه

  • Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.
  • Haince, sinsice.
  • Haince.
  • Haince. (Arapça - Farsça)

hakaik-ı dakika

  • İnce hakikatler.

hakaik-i latife / hakaik-i lâtife

  • Tatlı, şirin hakikatlar, ince mânâlı gerçekler.

hakikat-i remziye

  • İnce işaret şeklinde ifade edilen mânânın gerçeği.

hamş

  • Baldırı ince olan.

hannas

  • (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan.

har'abe

  • İnce kemikli, genç ve güzel kadın.
  • Uzun.
  • Yeşil üzüm çubuğu.

haram / harâm

  • Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
  • Dince yasak edilmiş şey.

haramiyet

  • Haramlık, dince yapılmasına izin verilmeyen.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.
  • Göre, nazaran, gereğince.

hav

  • Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy.
  • Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.

hayalat-ı rakika / hayâlât-ı rakika

  • İnce, derin hayâller.

heba

  • İnce toz.
  • Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan.
  • Aklı az olan.

hebit

  • Zayıf, ince deve.

hedeb

  • Ensiz, uzun ve ince yaprak.
  • Servi yaprağı.

hefhefe

  • İnce belli olmak.

helhel

  • Seyrek, ince, dakik şey.
  • Öldürücü zehir.

heman

  • İnce zayıf süngü.
  • Huysuz ve kötü insan.

hendeme

  • Bir şeyi yerli yerince yapmak.

hendese

  • Geo: şekil bilgisi.
  • Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.

herkele

  • İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet.
  • İnce, zarif, lâtif, hoş.

heyef

  • İnce belli olmak.

heyula / heyulâ

  • İnce madde.

hıdane / hıdâne

  • Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hik

  • Devekuşunun erkeği.
  • İnce uzun.

hikem-i dakika

  • İnce hikmetler, maksat ve gayeler.

hikmet-i dakika / حِكْمَتِ دَق۪يقَه

  • Dakik hikmet; ince ve derin olan İlâhî sebep, gaye.
  • İnce hikmet.

hikmet-i hilkat / حِكْمَتِ خِلْقَتْ

  • Yaratılıştaki ilâhî maksad ve incelik.

hikmet-i teşri

  • Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.

hilaf-ı şuur / hilâf-ı şuur

  • Bilince aykırı, şuur dışı.

hilal / hilâl

  • İncecik yeni ay.

hımasa

  • İnce bellilik.

hiss-i sabia-i barika / hiss-i sâbia-i bârika

  • İnce ve parlak olan yedinci his.

hissiyat-ı dakika

  • İnce ve derin hisler.

hissiyat-ı ulviye-i rakika / hissiyat-ı ulviye-i rakîka

  • Yüksek ve ince hisler, duygular.

hodbinane / hodbînâne

  • Hodbince, bencilce.

hoppa

  • Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.

hücre-i seadet / hücre-i seâdet

  • Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî içinde Peygamber efendimizin mübârek kabirlerinin bulunduğu oda. Peygamber efendimizin sağlığında burası, hanımlarından hazret-i Âişe vâlidemizin odasıydı. Peygamberimiz burada vefât etti. "Peygamberler vefât ettikleri yere defnolunurlar" hadîs-i şerîfi gereğince

hüddab

  • Ensiz, ince, uzun yaprak.

hulabis

  • İnce ses.

humsa

  • Boş böğürlü ve ince karınlı olmak.

hurd

  • Küçük. Ufak. İnce. (Farsça)
  • Kırık. (Farsça)
  • Ehemmiyetsiz, önemsiz. (Farsça)

hurde

  • Bir şeyin küçüğü, ufağı. (Farsça)
  • Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. (Farsça)
  • Pek ince ve küçük. (Farsça)

hurde-binane / hurde-bînane

  • İnceden inceye. Kılı kırk yararak.

hurdedan

  • Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen. (Farsça)

hurdedani / hurdedanî

  • Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse. (Farsça)

hurdeşinas

  • Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan. (Farsça)

huremat - hurmat - hurumat / huremat - hurmât - hurumat

  • Haram olan şeyler, dince yasak olan şeyler.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

hurum

  • Haramlar, dince yasak ,olanlar.

hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir

  • O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.

huvela'

  • Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)

huyut-i rakika / huyut-i rakîka

  • İnce iplikler.

ibre

  • İnce iğne gibi âlet.
  • Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet.
  • Çam gibi ağaçların yaprağı.

ibtisam

  • Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek.

idrak-i dakik

  • İnce idrak.

ıdtımar

  • İnce belli, karınsız olmak.

ifakat

  • (Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman.
  • Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma.

ihtikar / ihtikâr

  • İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.

iktisad / iktisâd

  • Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
  • Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.

iktizasınca

  • Gereğince.

ilm-i lügat

  • Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

ilm-i nahiv

  • Gr. Arapçada cümle yapısını inceleyen ilim dalı.

im'an-ı nazar / im'ân-ı nazar

  • Bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tedkik etmek.
  • Bir işi dikkatle düşünmek; bir şeye inceden inceye bakmak.

ima / îmâ

  • İşaret.
  • Gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme.

imaen / îmaen

  • Gizli ve ince bir mânâyı göstererek, işaret ederek.

immisar

  • (İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak.
  • Hâil, perde.

indelicab

  • (İnd-el icab) İcab ettiği zaman, gerekince, iktiza ettiğinde.

indettetkik

  • Tetkik sırasında, inceleme anında.

indi / indî

  • Kendince, keyfî.

indiyyat

  • (Tekili: İndî) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.

inhaf

  • İnceltme, zayıflatma.

inhidad

  • (Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma.
  • Basılıp ezilme, haddeden geçme.

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

intiha-i terakkiyat-ı hayat-ı ahmediye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) hayatı süresince katettiği mânevî mertebelere yükselme ve ilerlemesinin en son noktası.

intikad

  • İyi bilineni kötülemek.
  • Seçip ayırdetmek.
  • Kalp parayı gerçeğinden ayırmak.
  • Tenkid.
  • Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi.

işaret-i latife / işaret-i lâtife

  • Güzel, ince işaret.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

islam alimi / islâm âlimi

  • Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim.

ısli' / ıslî'

  • Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan.

ism-i hakem nüktesi

  • Hakem isminin ince mânâsı; Otuzuncu Lem'a'nın Üçüncü Nüktesi.

ismen

  • İnce isim olarak.

istidad-ı tahkik ve terakki

  • Delilleriyle inceleme ve ilerleme istidadı, yeteneği.

istidkak

  • İncelemek, dakik olmak.

istidlal / istidlâl

  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.

istihale-i latife / istihale-i lâtife

  • Çok ince ve hoş bir şekilde bir halden başka bir hâle geçme; lâtif ve ince dönüşüm.

istihrac-ı esrar-ı kur'ani / istihrac-ı esrar-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın ince sırlarını keşfedip ortaya çıkarmak.

istihza / istihzâ

  • İnce alay.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istikra-i tam / istikrâ-i tâm

  • Tümevarım, endüksiyon; bir bütünü oluşturan parçaların hepsini inceleyerek o bütün hakkında hüküm vermek.

istiksa

  • Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma.
  • Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma.

istinfaz

  • Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.

istinhas

  • Haberi iyice inceleme.

istişmam

  • Koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama.

istizraf

  • (Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme.

ıztımar

  • Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme.
  • İnce belli olma.

jeoloji

  • yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.
  • Yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.

ka'va'

  • İncikleri ince olan kadın.

kabb

  • İnce belli olmak.
  • Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi.
  • Makara ortasındaki ağaç.

kabba

  • İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)

kadib / kadîb

  • (Çoğulu: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk.
  • Erkeklik âleti.

kaf nun / kâf nun

  • Arapça "kün" (ol) emrinin harfleri; Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

kafes

  • Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey.
  • Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper,
  • Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalemkar / kalemkâr

  • Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. (Farsça)
  • Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. (Farsça)
  • Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. (Farsça)

kalemkari / kalemkârî

  • Resimcilik, ince nakkaşlık. (Farsça)
  • İnce nakkaşın elinden çıkmış. (Farsça)

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kamet-i ömr

  • Ömür boyu. Bütün hayat müddetince.

kamis

  • Gömlek.
  • Döl yatağını kaplayan ince deri.
  • Bâzı nebatlardaki ince zar.

kanun-u emri / kanun-u emrî

  • Allah'ın bir şeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun.

kanunşinas

  • Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. (Farsça)

karavana

  • Bakırdan yayvan yemek kabı.
  • Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap.
  • İnce ve yassı elmas.
  • Atışta hedefe vuramama.

kasab / قصب

  • Saz, kamış.
  • Parmak kemikleri.
  • Nefes borusu, bronş.
  • İnce keten bezi.
  • Şeker kamışı. (Arapça)
  • Nefes borusu. (Arapça)
  • İnce keten. (Arapça)

kasıf

  • Deve avazı.
  • Ağacın ince ve kuru olması.
  • Kırılması kolay olan şey.

kasif / kasîf

  • Kuru ince ağaç.
  • Gök gürültüsü.
  • Deniz sesi, dalga sesi.

kavanin-i amika-i dakika / kavânin-i amîka-i dakîka

  • Çok ince ve derin kanunlar.

kavanin-i latife / kavanin-i lâtife

  • Lâtif, ince, şirin olan kanunlar.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kaza / kazâ

  • Allah'ı takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi; kaderde yazılı olanın meydana gelmesi.
  • Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.
  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza ve kader-i ezeli / kaza ve kader-i ezelî

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaza ve kader-i ilahi / kaza ve kader-i ilâhî

  • Hâdiselerin, olmadan önce Allah tarafından takdir olunup plânlanması ve vakti gelince yaratılması.

kaza-i ilahi / kazâ-i ilâhi

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaza-i muallak / kazâ-i muallak

  • Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

kazf

  • (Çoğulu: Kızâf) İncelik, zayıflık.

kefiye

  • Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.

kell

  • (Çoğulu: Külul) Ağırlık.
  • Yorgunluk.
  • Ufak taneli yağmur.
  • Yetim.
  • Semizlik, besililik.
  • Cibinlik dedikleri ince örtü.

kemal-i tahkik / kemâl-i tahkik

  • Mükemmel tahkik, araştırma ve inceleme.

kera'

  • Baldırları ince olmak.
  • Yağmur suyu.

kesb-i letafet

  • İncelik, nuraniyet kazanma.

keşf-i esrar

  • Sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma.

keyfemayeşa / keyfemâyeşâ

  • Kendi keyfince, keyfi nasıl isterse, başıboş.

keyfi / keyfî

  • Keyfince.

keyyefe

  • (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.

kibar

  • (Tekili: Kebir) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas.
  • Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.
  • İnce, nazik.

kile

  • (Çoğulu: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kınneb

  • Kendir otu.
  • Kınnap. İnce sicim.

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kıtmir

  • Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı.
  • Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz.
  • Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.

kızban

  • (Tekili: Kadib) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.

komünizm

  • Komünizm (Latince kökenli communis - ortak, evrensel); üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve harekettir. (Fransızca)

kubtiyye

  • (Çoğulu: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.

kün

  • Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

kün emri

  • "Ol!" emri; Allah'ın birşeye "Ol!" deyince onu hemen olduruveren emri.

kur'an-ı azim-i kainat / kur'ân-ı azîm-i kâinat

  • Büyük bir Kur'ân gibi ince ve derin mânâlar ifade eden kâinat.

kureyş lehçesi

  • Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.

kuşluk vakti

  • Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuvve-i kudsiye

  • Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.

kuyud-u ihtiraziye / kuyûd-u ihtiraziye

  • Koruyucu tedbirler, bazı hakları kullanabilme şartları, çekince şartları.
  • Bazı hakların kullanılabilmesi için öne sürülen şartlar ve çekinceler; tedbir ve çekince kayıtları.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

lasiyyema

  • Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok.

latif / lâtif / lâtîf

  • Yumuşak, güzel, şirin, ince.
  • Hoş, güzel, ince.

latif tevafuk

  • İnce mânâlar içeren hoş, güzel uygunluk.

latife / lâtife

  • Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir)
  • Duygu, his; insanın mânevi yapısında bulunan ince duygular.
  • İnce duygu, hoş söz, nazik şaka.

latife-i insaniye / lâtife-i insaniye

  • İnsandaki ince duygular.

latife-i rabbaniye

  • İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bir mesele hakkında hiçbir delil ve işarete ihtiyaç olmadan, o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey (insan denilince ilim kabiliyetinin akla gelmesi gibi).
  • Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...

lazıme-i zaruriye-i beyyine / lâzıme-i zaruriye-i beyyine

  • Bir meseleyle beraber düşünülmesi ister istemez zaruri olan diğer bir şey ("Allah" denilince Onun ezelî olduğu da zorunlu olarak bilinir).

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

letafet / letâfet

  • Hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık.

letaif / letâif

  • Lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygulardan herbiri.
  • İnce duygular, incelikler, güzellikler.
  • Lâtifeler, incelikler.

letaif-i belağat / letâif-i belâğat

  • Belâğattaki incelikler, ifadelerdeki edebî güzellikler.

letaif-i i'caziye / letaif-i i'câziye

  • Mu'cizelikteki incelik, dakiklik.

letaif-i insaniye / letâif-i insaniye

  • İnsandaki ince ve yüce duygular.

ma'kul ilimler / ma'kûl ilimler

  • His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

ma'nidar

  • Bir mânâyı mutazammın olan. (Farsça)
  • Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.) (Farsça)

ma-dam-el melevan / mâ-dâm-el melevan

  • Gece gündüzün devamı müddetince.

maani-i amika / maanî-i amîka

  • Derin ve ince mânâlar.

maarizu'l-kelam / maârîzu'l-kelâm

  • Sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar.

madde-i esir

  • Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.

madde-i esiriye / madde-i esîriye

  • Esîr maddesi; bütün kâinatı dolduran ince, lâtif madde.

mahkeme-i temyiz

  • Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahmudiye

  • Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi.
  • Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın.
  • Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.

mahrem

  • Gizli.
  • Dince ve şer'an müsaade olunmayan.
  • Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.
  • Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır

mahtelef-el melevan

  • Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince.

mahtumane / mahtûmâne

  • Bitirircesine, bir kitabı bitirince verilen ziyafet gibi.

makine-i dakika-i bedia-i ilahiye / makine-i dakika-i bedîa-i ilâhiye

  • Benzersiz ve çok ince özelliklerle donanmış İlâhî makine.

mananın dikkati / mânânın dikkati

  • Bir sözdeki mânânın derinliği ve inceliği.

masr

  • Parmak uçlarıyla süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)

mayın

  • ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba.

maziye

  • Şarap, hamr.
  • Beyaz iyi bal.
  • Beyaz ince yumuşak gömlek.

mazmun / مضمون / mazmûn / مَضْمُونْ

  • İnce anlamlı söz.
  • Meâl. Mâna. Mefhum.
  • Nükteli, san'atlı, ince söz.
  • Ödenmesi lâzım olan.
  • Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.
  • Kavram. (Arapça)
  • İnce söz. (Arapça)
  • Kavram, ince ma'nalı söz.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

medar-ı tedkik / medâr-ı tedkik

  • Araştırmayı, incelemeyi gerektiren sebep.

megad

  • Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.

megavil

  • (Tekili: Migvel) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar.

mehave

  • Doğru.
  • İnce olmak.

mehmaemken / mehmâemken

  • Olabildiğince.

mehv

  • İnce kılıç.
  • Sulu süt.

mekanik

  • Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap.
  • Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
  • Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.

melda

  • Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.

menacil

  • (Tekili: Mincel) Ekin orakları.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

mesail-i dakika / mesâil-i dakika / مَسَائِلِ دَقِيقَه

  • İnce ve hassas meseleler.
  • İnce meseleler.

mesele-i sırr-ı iman

  • İmanın ince meselesi.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

meşik

  • İnce uzun nesne.
  • Giyilmiş kaftan.

mevkufiyyet

  • Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli.
  • Bağlı olma.

meyl-i taharri / meyl-i taharrî

  • Araştırma, inceleme meyli, isteği, eğilimi.

mezamin / mezâmin / مضامن

  • Kavramlar. (Arapça)
  • İncelikler. (Arapça)
  • Semboller. (Arapça)

mia-i rakik / miâ-i rakik

  • İncebağırsak.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

migvel

  • (Çoğulu: Megavil) İnce kılıç. Hançer.

mihsaf

  • (Çoğulu: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.

mil

  • İbre, ince ve uzun metal çubuk.
  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr
  • İnce metal, sel birikintisi.

minyatür

  • Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi.
  • İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.

mıskal

  • Cilâlayan, parlatan âlet.
  • İnce. Zarif.

miskinane / miskinâne

  • Tenbelcesine, miskincesine. (Farsça)

mısra-ı manidar / mısra-ı mânidâr

  • Nükteli, ince anlamlı mısra.

mizac-ı nazik / mizac-ı nâzik

  • İnce yaradılış. Nâzik tabiat.

mizmar

  • (Çoğulu: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer.
  • İnce belli at.

mu-şikaf / mu-şikâf

  • (Çoğulu: Mu-şikâfan) İnceden inceye araştıran. (Farsça)

mu-şikafan / mu-şikâfan

  • (Tekili: Mu-şikâf) İnceden inceye araştıranlar.

mu-şikafane / mu-şikâfane

  • İnceden inceye. (Farsça)

mu-şikafi / mu-şikâfî

  • İnceden inceye araştırma.

muakkad

  • İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz.
  • Ukdeli, düğümlü.

mubemu

  • Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle. (Farsça)

mucib-i tetkik ve nakz

  • Kararı bozma ve tekrar araştırıp inceleme gerektirici durum, gerekçe.

mucibince / mûcibince

  • Gereğince.
  • Gereğince.

müdakkik / مُدَقِّقْ

  • İnceleyen.
  • Dikkatle inceleyen.

müdakkikane / müdakkikâne

  • İncelercesine.
  • Dikkatlice, araştırıp inceleyerek.

müdakkikin / müdakkikîn

  • İncelemeciler.

müdakkikin-i ulema / müdakkikîn-i ulema

  • Gerçekleri inceden inceye araştıran âlimler.

müdekkik

  • Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeğe, görmeğe çalışan. (Konuşurken ekseriyetle müdakkik denir.)

müdekkikane

  • İnceden inceye tedkik ederek, en ince noktaları, mes'eleleri de görmeğe, bilmeğe çalışarak. (Farsça)

müdekkikin / müdekkikîn

  • (Tekili: Müdekkik) İnceden inceye araştıranlar, tedkik edenler.

muhakeme

  • (Çoğulu: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması.
  • İki tarafın mahkemeye baş vurması.
  • İki tarafı dinleyip hüküm vermek.
  • Düşünmek.
  • Zihinde inceleme yapmak.
  • Karar vermek için iyice düşünmek.

muhakeme etmek

  • Hüküm vermek için delilleri incelemek; yargılamak.

muhakkik

  • Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
  • Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
  • Araştıran, inceleyen.

mühefhef / مُهَفْهَفْ

  • Nârin. İnce. Nâzik.
  • Narin, ince, nazik.
  • Narin, ince.
  • İnce, nârin.

mühefhefe

  • Beli ince olan kadın. (Müz: Mühefhef)

muhkem kaziye

  • Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edil

muhzar

  • İnce belli. Beli ince olan.

mükabere / mükâbere

  • Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük görmek.

mukadderat-ı hayatiye

  • Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri.

mükateb / mükâteb

  • Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.

mukteza

  • İktiza etmiş, lâzım gelmiş.
  • Kanun gereğince yazılmış yazı, derkenar.

muktezasınca

  • Gereğince.

mukvere

  • İnce, zayıf kadın.

mümhat

  • İnce sütlü dişi deve.

mümit / mümît

  • Ölümü yaratan, diriltip can verdiği varlıkları vakti gelince öldüren Allah.

mumiyan

  • Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler. (Farsça)

münasebat-ı dakika-i hafiye / münâsebât-ı dakika-i hafiye

  • Gizli ve ince münasebetler, bağlantılar.

münazara / münâzara

  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.

münkerat

  • Dince yapılması yasak olan şeyler.

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

murakkak

  • (Rikkat. den) İnce. İncelmiş.

murakkık

  • Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel.

müreccim

  • Sözü tam söyleyip yerli yerince edâ ve beyân eden.

mürefref / مُرَفْرَفْ

  • İnce, nazik kumaştan yapılmış.
  • Dalları sallanan nâzik lâtif ağaç.
  • Sürü sürü, grup grup.
  • Yeşil elbise.
  • Grup grup / Nazik, ince.

müsabega

  • Tamamlamak, yerli yerince etmek.

musale

  • Kuyudan ince akan damla.
  • Harman sonunda kalan kesmik.
  • Arpa ve buğday kapçığı. (Tane onun içinde olur.)

müşkilat-ı kur'aniye

  • Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.

muşta

  • Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top.

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

müstenkih

  • Araştıran. İnceliyen, tedkik eden.
  • Ağız koklıyan.

müsteşrik

  • Doğu kültürünü inceleyen Batılı.

mütalaa / mütâlaa / mütâlââ / مطالعه

  • Dikkatle okuma, inceleme.
  • İnceleme, düşünme, okuma.
  • Okuma. (Arapça)
  • Görüş. (Arapça)
  • İnceleme. (Arapça)

mütalaa eden / mütalâa eden

  • Dikkatli okuyan, inceleyen.

mütalaa etme / mütalâa etme

  • Okuma, inceleme.

mütalaacı / mütâlaacı

  • Etraflıca inceleyip düşünen.

mütalaada bulunma / mütalâada bulunma

  • Etraflıca inceleyip düşünme, bir düşünceyi dile getirme.

mütalaagah / mütalâagâh / mütâlââgâh

  • Dikkatlice okuma ve inceleme yeri.
  • İnceleme yeri.

mütali / mütâli / mütâlî

  • Dikkatlice okuyup inceleyen.
  • İnceleyen.

mütefahhıs

  • (Fahs. dan) Dikkatle araştıran, sorup tetkik eden, inceliyen.

müteharri / müteharrî

  • Araştıran, inceleyen.

müteharri-i hakikat / müteharrî-i hakikat

  • Gerçeği araştıran, inceleyen.

mütekehhinane / mütekehhinâne

  • Falcılıkla, kâhincesine. (Farsça)

mütelattıfane

  • Naziklikle, incelikle. (Farsça)

mütenassıs

  • Tedkik edilip incelendikten sonra karar verilen.
  • Delil ve hüccet ile sabit olan.

muvazenet

  • Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek.
  • Düşünmek.
  • İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.

müzeccec

  • Sırçalanmış.
  • İnce uzun nesne.

nafaka-i iddet

  • Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.

nah

  • İp, ince ip. (Farsça)
  • Tel. (Farsça)
  • Halı, kilim. (Farsça)

nahif

  • Çelimsiz, zayıf, ince. Arık.

nahife

  • Zayıf, nazik, ince.

nahil

  • (Nâhile) Zayıf, arık, ince.

nahiv ilmi

  • Arapça dilbigisinde cümle yapısını inceleyen ilim.

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

narin / nârin

  • İnce, zayıf, nazik. (Farsça)
  • İç oda. (Farsça)
  • İnce.

nazar

  • Bakmak. Göz atmak.
  • Düşünme, inceleme.

nazar-ı dekaik-aşina / nazar-ı dekaik-âşinâ

  • İnceliklere nüfuz eden bakış.

nazar-ı teemmül

  • İnceden inceye araştırma, inceden inceye düşünme, dikkate alınma.

nazar-ı tetkik

  • Tetkik etmek, incelemek amacıyla bakmak.

nazarında

  • Göre, fikrince, gözünde. (Arapça - Türkçe)

nazariyye

  • Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilec ek umûmî bir fikirdir.

nazeki / nazekî

  • Nâziklik, incelik.

nazen / nâzen

  • Nazik, ince.

nazenin / nâzenin

  • İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı (Farsça)
  • İnce, duyarlı.
  • Nazlı, ince, edalı.

nazik / nâzik / نازک

  • Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. (Farsça)
  • Ehemmiyet verilmesi icab eden. (Farsça)
  • Tehlikeli husus. (Farsça)
  • Zarif, ince, narin.
  • İnce, kibar.
  • İnce. (Farsça)
  • Kibar. (Farsça)

nazüki / nazükî

  • Nâziklik, incelik. (Farsça)

nebiz

  • Hurma veya kuru üzümü soğuk suda bırakıp, şekeri suya geçince, kaynayıncaya kadar ısıtıldıktan sonra soğuyunca süzülerek elde edilen sıvı.

nehhat

  • Çalıştırılan sığır.
  • İnce.
  • Hımar, eşek.
  • Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.

nehz

  • Süngü demirini inceltmek.
  • Kemik üstündeki eti soyup gidermek.
  • Çok et.

nekba

  • Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına.

nemas

  • Kılın ince olması.

neşut

  • Bir balık cinsi.
  • Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu.

nezahet / nezâhet

  • Ahlâk temizliği, temizlik.
  • İncelik, rikkat.
  • Ahlâk temizliği, temizlik.
  • İncelik, rikkat.
  • Temizlik, incelik.

nezahet-i lisaniye

  • Nezaketli, ince uslup.

nezaket / nezâket / نزاكت

  • İncelik, zariflik.
  • Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
  • Naziklik, incelik, zariflik.
  • İncelik. (Osmanlıca > Arapça)
  • Hassaslık. (Osmanlıca > Arapça)

nezd

  • Yan. Yakın. Karib. (Farsça)
  • Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır) (Farsça)
  • Kat, huzur, göre, fikrince.
  • Yan.
  • Göre, fikrince.

nihal-i zarif

  • İnce, güzel dal.

nikat / nikât

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. İnce mânâlar.
  • İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.
  • Nükteler, incelikler.

nüans

  • İnce fark. (Fransızca)

nükat / nükât

  • Nükteler; ince mânâlar.

nüket

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
  • Nükteler, ince mânâlar.

nüket-i kur'aniye / nüket-i kur'âniye

  • Kur'ân-ı Kerimdeki ince noktalar.

nükte / نكته / نُكْتَه

  • Dikkat edilince anlaşılabilen ince mânâ.
  • İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ.
  • Yere ağaçla vurup eser bırakmak.
  • İnce mânâlı söz.
  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.
  • İnce anlam. (Arapça)
  • İnce mana.

nükte-i azam / nükte-i âzam

  • Büyük nükte; ince ve derin anlamlı söz.

nükte-i azime / nükte-i azîme

  • İnce sözdeki mânâ yüceliği.

nükte-i belagat / nükte-i belâgat

  • Belâgat nüktesi, ifade inceliği.

nükte-i belağat / nükte-i belâğat

  • Belâğat inceliği.

nükte-i ekber

  • En büyük nükte, ince derin mânâ.

nükte-i esasiye

  • Esas nükte, ince ve derin mânâ.

nükte-i hakikat

  • Gerçeği ve doğruyu ifade eden ince ve derin mânâ.

nükte-i i'caz

  • Mu'cizelik özelliği gösteren nükte, ince mânâ.

nükte-i i'caziye / nükte-i i'câziye

  • Mu'cizeli ince mânâ.

nükte-i kur'aniye / nükte-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki çok ince ve zarif mânâ.

nükte-i mühimme

  • Önemli ince nokta.

nükte-i tevhid

  • Allah'ın birliğine dair ince bir mânâ.

nükte-i umumiye

  • Umuma ait, herkesle ilgili ince ve derin bir nokta, mânâ.

nükte-i zarafet

  • Zariflik, incelik nüktesi.

nüktebin / nüktebîn

  • İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. (Farsça)

nüktedan / nüktedân

  • Nükte bilen. İnce ve zarif kimse. (Farsça)

nükteli

  • İnce ve derin anlamlı.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

örfi idare / örfî idare

  • (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.

orhan gazi

  • (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbes

öşür

  • Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.

otomatik

  • Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen. (Fransızca)

patiska / پَاتِسْقهَ

  • İnce ve düzgün beyaz bez.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

pernih

  • İnce düz taş. (Farsça)

pernun

  • İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş. (Farsça)

pervaz

  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

rakıde

  • Mertek adı verilen uzun ince ağaç.

rakik / رقيق

  • (Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan.
  • Köle, câriye.
  • İnce, nazik.
  • İnce, duygulu.
  • İnce. (Arapça)
  • Hassas. (Arapça)
  • Köle. (Arapça)

rakik ü nizar / rakik ü nizâr

  • İnce ve zayıf.

rakik-ül kalb

  • Yufka kalbli, çok merhametli, ince duygulu.

rakk

  • Kitap, sahife.
  • Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası.
  • Tomar.
  • Yama.

rapor

  • İnceleme sonucunu bildiren yazı.

rasih alim / râsih âlim

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan büyük din âlimi.

rauf

  • Herbir canlıya hususî şefkat ve ihsanı çok olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Zât, Allah.

refref

  • Kuşu çok olan çimenlik, kır.
  • Mânevi bir binek.
  • Dalları salkım salkım olan ağaç.
  • Kenar saçağı.
  • Yeşil elbise.
  • İnce yumuşak kumaş.
  • Döşek.
  • Cennet.
  • İnce, yumuşak kumaş.
  • Kemer saçağı.
  • Döşek, döşeme.
  • Kuşu çok çimenlik.
  • Dalları salkım salkım ağaç.
  • İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.

rehafe

  • İncelik.

rehamet

  • Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.

rehaset

  • Tazelik, yumuşaklık, incelik.
  • Ucuzluk.
  • Bir işi gevşek tutma.

rekaik

  • (Tekili: Rakik) İnce ve nâzik olan şeyler.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

remiz / رَمِزْ

  • Gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme.
  • İnce işaret.

remz

  • İnce işaret.

remz-i hikmet / رَمْزِ حِكْمَتْ

  • Hikmetin ince işareti.

remz-i hikmet-i kainat / remz-i hikmet-i kâinat / remz-i hikmet-i kâinât / رَمْزِ حِكْمَتِ كَائِنَاتْ

  • Kâinattaki hikmetin ince işareti.
  • Kâinatın yaratılışındaki gayenin ince işareti.

remz-i kader / رَمْزِ قَدَرْ

  • Kaderin ince işareti.

remz-i nizam / remz-i nizâm / رَمْزِ نِظَامْ

  • Düzenin ince işareti.

remzen / رَمْزًا

  • İnce işaretle.

remzi / remzî / رَمْز۪ي

  • İnce işaret yoluyla kastedilen mânâ.
  • İnce işaretle.

reşakat

  • Bel inceliği.
  • Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.

reşaş

  • (Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur.

reyhani / reyhanî

  • Fesleğen gibi ince nakışlı.
  • Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.

rezag

  • Sıvı balçık.
  • İnce çamur.

rikkat / رقت / رِقَّتْ

  • Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
  • İncelik, yufkalık.
  • Acıma, yürek etkilenmesi.
  • Kalb inceliği ve yumuşaklığı.
  • Acıma, yumuşaklık, yufka yüreklilik, kalb inceliği.
  • İncelik, hassaslık. (Arapça)
  • Acıma. (Arapça)
  • İncelme, acıma.

rikkat-i letafet

  • His ve duyguların son derece ince ve hoş olması.

risale-i esma / risale-i esmâ

  • Allah'ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem'a.

rumuz / رُمُوزْ

  • (Tekili: Remz) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.
  • İnce işaretler.

rumuz-u şathiyat / rumûz-u şathiyât / رُمُوزُ شَطْحِيَاتْ

  • Evliyanın bazı garib ve anlaşılmaz sözlerindeki ince işaretler.

rumuzat / rumuzât

  • Remizler, ince nükteler.

rumuzat-ı kur'an / rumuzat-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın remizleri, ince işaretleri.

rumuzat-ı kur'aniye / rumuzât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın remizleri, ince nükteleri.

rumuzat-ı neşriye / rumuzât-ı neşriye

  • Âhiretteki dirilişin ince delilleri.

rüsg

  • (Çoğulu: Ersâg) Bilek.
  • Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.

rusuh

  • İlim ve fende incelik ve derinliğe sahip olma.

rüsuh

  • Bir ilmin derinliğine, özüne ve inceliğine vakıf olma, sağlam ve geniş bilgi sahibi olma.

rüveyde

  • (Rüvide) İnce, hoş, nazik.
  • Bitmiş, neşvünema bulmuş.

rüveyha

  • Zariflik, incelik.

sabiri / sabirî

  • Bir çeşit ince giyim eşyası.
  • Bir cins hurma.

sabsaba

  • Dövmek.
  • Ateş etmek.
  • Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek.
  • Çok inceltmek.

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

safak

  • Kıllı derinin altında olan ince deri.

safir

  • Islık veya kuş sesi.
  • İnce ve güzel ses
  • Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.

sahe

  • İnce ve zayıf deve.

şahit

  • (Çoğulu: Şihât) İnce yufka olmuş nesne.

sakb

  • (Çoğulu: Sukub) İnce, uzun.
  • Ev ortasında olan direk.
  • İçi boş olmayan kuru cisme vurmak.
  • Yakınlık.

salat u selam / salât u selâm

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyk

salenbac

  • Uzun ince balık.

sanayi-i latife / sanayi-i lâtife

  • Güzel, hoş ve ince san'atlar.

sarf nahiv

  • Dil bilgisi; dilin şekil ve cümle yapılarını inceleyen bölümleri.

şarkiyat

  • Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.

şathiyyat / شطحيات

  • İnce anlamlı ve eğlendirici manzume. (Arapça)

savm

  • Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.

şavt

  • Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.

şazib

  • (Çoğulu: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar.
  • Katı yer, sert arazi.

sebibe

  • (Çoğulu: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu.
  • İnce keten bezi parçası.

secc

  • Gayet ince olan nesne.
  • Duvar sıvamak.
  • Hoş kokulu nesne ezmek.

şeff

  • Yünden yapılan çok ince elbise.

segil

  • Yaramaz huylu kimse.
  • Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.

şehri

  • Şehirli. (Farsça)
  • İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. (Farsça)
  • Mc: Kibar, ince. (Farsça)

şeka'

  • Maraz, hastalık.
  • Hiddet, kızgınlık, gadap.
  • İncelemek.

sela

  • (Çoğulu: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.

selmec

  • (Çoğulu: Selâmic) İnce uzun demir.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

seykane

  • İnce bellilik.

seyyalat / seyyâlât

  • Seyyaleler; maddî olmayan ince ve akıcı lâtif maddeler.

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

şiraze

  • Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. (Farsça)
  • Pehlivan kispetinin paçası. (Farsça)
  • Mc: Düzen, nizam, esas. (Farsça)

sırr-ı dakik / sırr-ı dakîk / سِرِّ دَق۪يقْ

  • İnce sır.
  • İnce sır.

sırr-ı dekaik

  • İnceliklerin sırrı; Kur'ân ve imanın ince hakikatlerinin sırrı.

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

sukuk

  • Şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.

şura-yı devlet

  • İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay.

surrad

  • Yağmuru olmayan ince bulut.

şüsub

  • Atın ince ve zayıf olması.
  • Şiddet.

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

şüzub

  • Davarın ince belli olması.

ta'mik / ta'mîk / تعميق

  • Derinleştirmek, inceden inceye araştırmak.
  • (Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak.
  • İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.
  • Derinleştirme. (Arapça)
  • Derinlemesine inceleme. (Arapça)

ta'mikat

  • (Tekili: Ta'mik) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.

ta'rif

  • (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih.
  • Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak.
  • Gr: Bir ismi marife etmek.
  • Arafat'ta vakfe yapmak.

tabaka'

  • Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi.
  • Cimaı yerince yapamayan kimse.

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tadmir

  • Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.)
  • İnce belli yapmak.

tafa

  • İnce bulut.

tahaf

  • İnce ve şeffaf bulut.

taharri

  • (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.

taharri ettirmek / taharrî ettirmek

  • Araştırtmak, inceletmek.

taharriyat / taharriyât

  • Araştırmalar, incelemeler.

taharriyat-ı amika / taharriyat-ı amîka

  • Çok ince ve derinden yapılan araştırmalar.

tahiyye / تَحِيَّه

  • Mahlûkātın kendince ibâdeti.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahkikan

  • İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.

tahkikat

  • Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.

tahlil / تحليل

  • Bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma.
  • Analiz.
  • İnceleme.

tahrim

  • Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme.
  • Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme.

tahsir

  • İnce belli etmek.

takdih

  • Beğenmeme, zemmetme.
  • Atın belini inceltmek.

tall

  • Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem.
  • Helâk etmek, iptal.
  • Güzel, lâtif şey.
  • Şiddet.

tamik

  • Derinleştirme, iyice inceleme.

tansis etmek

  • İnceden inceye araştırmak ve delille ispat etmek.

taratun

  • Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.

tazarruf

  • Zarafet.
  • Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak.
  • Zerafet, kibarlık, incelik gösterme.

tecrübe-i umumi / tecrübe-i umumî

  • Genele ait tecrübe, umumî deneyler ve incelemeler.

tedkik / tedkîk / تدقيق

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.
  • İnceleme.
  • İnceleme, tetkik. (Arapça)
  • Tedkîk edilmek: İncelenmek. (Arapça)
  • Tedkîk etmek: İncelemek. (Arapça)
  • Tedkîk olunmak: İncelenmek. (Arapça)

tedkikat / tedkîkât / تدقيقات

  • Tedkikler, incelemeler.
  • (Tekili: Tedkik) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
  • İncelemeler, tetkikler. (Arapça)

tedkikat-ı amika

  • Çok inceden ve derinden yapılan tetkik.

teemmel

  • Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir).

teemmül

  • Düşünme, inceden inceye araştırma.

tefahhusat / tefahhusât

  • (Tekili: Tefahhus) İnceden inceye araştırmalar.

teferruat / teferruât

  • Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.

teftiş eden

  • İnceleyen, araştıran.

teheyyüf

  • İnceltmek.

tehiyyet-ül-mescid

  • Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.

tekvini emr-i rabbani / tekvînî emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

telafif / telâfîf

  • Örgü gibi iç içe geçmiş ince mânâ katmanları.

temyiz layihası / temyiz lâyihası

  • Hakkında bir mahkeme tarafından hüküm verilen bir davanın, bir üst mahkemede tekrar görülmesi, incelenmesi için yazılan dilekçe.

temyiz mahkemesi

  • Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam.

tenkib

  • Dolaşıp gezmek.
  • Ticaret yapmak. Tefahhus etmek.
  • İnceden inceye araştırmak.

tentene

  • Tül gibi, ince ve şeffaf.

tenteneli

  • Tül gibi, ince ve şeffaf.

tenük

  • Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. (Farsça)
  • İnce, rakik, nârin. (Farsça)
  • Az, hafif. (Farsça)
  • Yumuşak. (Farsça)

teref

  • İyi ve güzel yemek.
  • Yumuşaklık.
  • İnce, güzel şey.

terhim

  • Atmak.
  • Kolaylaştırmak, âsân etmek.
  • Deveyi sebepsiz kesmek.
  • Yumuşak ve ince etmek.
  • Bir ismi kısaltma.

terhis edilmek

  • Salıverilmek, görevi bitince işine son verilmek.

terkik

  • İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma.
  • Tecvidde: Harfi ince okumak.
  • Bir kimseyi köle veya cariye etme.
  • Yumuşatma.
  • İnceltme.
  • İnceltme .

teşrih

  • Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak.
  • Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.

teşrih-i beden-i insani fenni / teşrih-i beden-i insanî fenni

  • İnsan bedenini tüm yönleriyle ele alan, inceleyen bilim; anatomi.

teşrihat

  • Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak.

tetebbu / tetebbû

  • Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak.
  • Araştırma, inceleme.

tetebbu' / تتبع

  • Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
  • Derinlemesine araştırma, inceleme. (Arapça)
  • Tetebbu' etmek: İncelemek. (Arapça)

tetebbuat / tetebbuât

  • Araştırıp incelemeler.
  • Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
  • Araştırıp incelemeler.

tetebu'at / tetebu'ât / تتبعات

  • İncelemeler. (Arapça)

tetkik

  • İnceleme, araştırma.

tetkik eden

  • İnceleyen, araştıran.

tetkik edilen

  • İncelenen, araştırılan.

tetkik etme

  • Derinlemesine inceleme.

tetkik olunmak

  • İncelenmek.

tetkik-i ilmi / tetkik-i ilmî

  • İlmî inceleme, araştırma.

tetkik-i kütüb-ü diniye heyeti

  • Dinî kitapları inceleme kurulu.

tetkik-i mesahif / tetkik-i mesâhif

  • Mushafların incelenmesi.

tetkikat

  • İncelemeler.

tetkikat-ı amika / tetkikat-ı amîka

  • Etraflı, derin araştırmalar, incelemeler.

tetkikat-ı felsefe

  • Felsefenin inceleme ve araştırmaları.

tetkikat-ı fenniye

  • Bilimsel araştırma ve incelemeler.

tetkikat-ı ilmiye

  • İlmî bakımdan incelemeler, araştırmalar.

tetkiki / tetkikî

  • İnceleyerek, araştırarak.

tetkiksiz

  • İncelemeksizin.

tevafukat-ı latife / tevafukat-ı lâtife

  • İnce ve güzel uygunluklar, uyumluluklar.

tezeccüc

  • (Kaş) İnce olmak.

tılsım-ı kainat / tılsım-ı kâinat

  • Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.

turtur

  • Uzun boylu ince adam.

udi

  • İnce taştan kapak.

ufka

  • İnce deri.
  • Sünnet edilen deri.

ulema-i muhakkik / ulemâ-i muhakkik

  • Meseleleri çok ince ayrıntılarına kadar inceleyerek hüküm veren âlimler.

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye / ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül
  • Vahdetü'l-vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatın eşyaya sirayet etmesi.

ulum-i akliyye / ulûm-i akliyye

  • Tecribî (deneye bağlı) ilimler. His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve hesab edilerek elde edilen ilimler.

ulum-u hafiye

  • Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.

ümüldan

  • Taze fidan. Körpe dal.
  • Genç, güzel.
  • İnce ve narin vücud.

ünbub

  • (Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım.
  • Parmak uçları.
  • Tüp. İnce boru.

üryani erik

  • İnce kabuklu erik türü.

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

vacib / vâcib

  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

vakt-i tefrih

  • Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman.

vazife-i tahkikat

  • Araştırma, inceleme görevi.

vefa

  • Ahdinde, sözünde durma.
  • Sevgi ve dostlukta sebat ve devam.
  • Ödeme.
  • Yetişme.
  • Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.

vez'

  • (Çoğulu: Evzâ) Hapsetmek.
  • Engel olmak, men'etmek.
  • Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek.
  • Topluluk, cemaat.

yazma

  • Kadınların başına örttüğü ince eşarp.

za'bel

  • (Çoğulu: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.

zarafet / zarâfet

  • Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
  • Zariflik, incelik.
  • İncelik, kibarlık.

zaraif

  • Zârif, ince, hoş şeyler.

zarif / zarîf / ظَر۪يفْ

  • Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli.
  • İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
  • Güzel, ince.
  • İnce, nazik, narin.
  • Nârin, ince.

zarif-üt tab'

  • İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu.

zarifane

  • Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. (Farsça)

zaruriyat / zaruriyât

  • Dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen işler.

zaruriyat-ı dini / zaruriyât-ı dinî

  • Dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler.

zaruriyat-ı diniye / zaruriyât-ı diniye

  • Dince yapılması zorunlu olan işler, dinî esaslar.

zebl

  • İnce belli olmak.
  • Çiçeğin solması.
  • Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.

zecec

  • Kaşın uzun ve ince olması.

zelaka

  • (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması.

zemer

  • İnce saçlı.
  • Bahadır, kahraman, yiğit kimse.

zerafet / zerâfet

  • İncelik, zariflik.
  • Zariflik, incelik, güzellik.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın