REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Güm ifadesini içeren 280 kelime bulundu...

adal

  • Gümüşü az olan para.

agmar

  • (Tekili: Gamr) Yüce kimseler.
  • Seller.
  • (Gumr) Bilgisizler, cahiller.

ahval-i şahsiye

  • Huk: Hakiki şahısların, hukuki varlıklariyle alâkalı olan hukuki durumlar. (Doğum, evlenme, boşanma, evlat edinme, ölüm hadiseleri gibi)

akça

  • (Akçe) Beyaz, oldukça beyaz.
  • Para.
  • Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akd / عقد

  • Anlaşma, sözleşme.
  • Bağlama, düğümleme.
  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi
  • Düğümleme, bağlama. (Arapça)
  • Nikah. (Arapça)
  • Kararlaştırma. (Arapça)
  • Kurma. (Arapça)
  • Akdedilmek: Yapılmak, uygulanmak, icra edilmek. (Arapça)
  • Akdetmek/eylemek: Yapmak, uygulamak, icra etmek, imzalamak, antlaşma yapmak, sözleşme yap (Arapça)

akdiyye

  • Mafsallarda bulunan yumru ve düğüm.

amediye / âmediye

  • Gümrük vergisi. (Farsça)

andezit

  • Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

athar

  • (Tekili: Tâhir) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar.

ayar

  • Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi.
  • Saadete, mutluluğa doğru gitme.

azim / azîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi

bac / bâc / باج

  • Vergi. (Farsça)
  • Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. (Farsça)
  • Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. (Farsça)
  • Renk. (Farsça)
  • Çeşit. (Farsça)
  • Haraç. (Farsça)
  • Vergi. (Farsça)
  • Gümrük vergisi. (Farsça)

bahs

  • Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az.
  • Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.
  • Zulüm. İşkence.
  • Uzaklık.
  • Gümrük almak.
  • Göz çıkarmak.

baj

  • Haraç. Gümrük parası. (Farsça)

baj-ban / baj-bân

  • Haraççı, gümrükçü. (Farsça)

barbaros

  • Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir

bayiiyye / bâyiiyye

  • Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.

beladir

  • Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. (Farsça)
  • Belâyı def etmek için verilen sadaka. (Farsça)

bend / بند

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)
  • Bağ. (Farsça)
  • Zincir. (Farsça)
  • Boğum. (Farsça)
  • Bend, fıkra. (Farsça)
  • Baraj, su bendi. (Farsça)
  • Bend olmak: Bağlanmak. (Farsça)

bendezade / bendezâde / بنده زاده

  • Köle çocuğu. (Farsça)
  • Benim çocuğum. (Farsça)

bendiş

  • Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış. (Farsça)

beracim

  • (Tekili: Bürcume) Boğumlar, mafsallar.

best

  • Düğüm. (Farsça)

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bişar

  • Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. (Farsça)
  • Altın, gümüş kakmalı işlemeler. (Farsça)
  • Takatsiz, dermansız, halsiz. (Farsça)

büharise

  • Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.

bürceme

  • (Çoğulu: Berâcem) Parmak boğumu.

bürud / bürûd

  • Berd, soğuk.
  • İşten soğuma, bıkma.

büteka

  • (Çoğulu: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.

çar-yek

  • Çeyrek, dörtte bir. (Farsça)
  • Saatin dörtte biri, onbeş dakika. (Farsça)
  • Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir. (Farsça)

ceyyid

  • Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve gümüş miktârı fazla olanlar.

cümame

  • (Çoğulu: Cümâm) Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar.

cümaz

  • Gümüşlü boncuk.

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.

dar-ı teklif / dâr-ı teklif

  • Dünya. Allah'ın teklif ve emirleri ile vazifeli olduğumuz yer olan dünya.

darülvilade / dârülvilâde / دارالولاده

  • Doğumevi. (Arapça)

direm / درم

  • (Dirhem) Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. (Farsça)
  • Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça. (Farsça)
  • Dirhem, akçe, gümüş para. (Farsça)

dirhem

  • İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.
  • Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü.
  • Gümüş para.

dirhem-i şer'i / dirhem-i şer'î

  • Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı santigram ağırlığındaki gümüş para.

ebced hesabı

  • Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdiseler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk Ebediyatında hâdiselerin tarihleri Ebced hesâbı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek me

ebrehe

  • Peygamberimizin (A.S.M.) doğumundan elli gün kadar evvel Kâbenin tahribine gelen Habeş Ordu Kumandanının ismi.

eftah

  • Parmaklarının boğumu yassı ve yumuşak olan.
  • Tırnaklarının boğumları yumuşak olan kuş.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

emval-i zahire / emval-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.

emval-ibatına / emvâl-ibâtına

  • Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret eşyâsı cinsinden olan zekât malları.

enabib

  • (Tekili: Ünbube) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.

end-bend

  • Utanmış, mahcub. (Farsça)
  • Boğum boğum, kısım kısım, parça parça. (Farsça)

erzak

  • (Tekili: Rızık) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.

fakfon

  • Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita.

fasur

  • Gümüş tabak.

fels

  • Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.

fettane

  • Mehenk taşı. Altun ve gümüşü muâyeneye yarıyan taş.

fi zamanına / fî zamanına

  • İçinde bulunduğumuz dönemde, zamanda.

fıdda

  • Gümüş.

fidda

  • Gümüş.
  • Gümüş.

fıdda / فضه

  • Gümüş. (Arapça)

fıdda-i halise / fıdda-i hâlise

  • Hâlis ve saf gümüş.

fıkarat / fıkarât

  • (Tekili: Fıkra) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler.
  • Fasıllar, bölümler, kısımlar.
  • Cümleler, parağraflar.
  • Omurga kemiklerindeki boğumlar.

filiz

  • Ağaç ve çiçek fidanı, taze sürgün.
  • Eritilip temizlenmemiş olan altun, gümüş,demir, bakır gibi külçe, ham maden.
  • Erimiş bakır.

fızza

  • Gümüş.

fülus / fülûs

  • Altın ve gümüşten olmayan mâdenî paralar, pul. Fels'in çoğulu.

gaben-i fahiş / gaben-i fâhiş

  • Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte %2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda %5, hayvan için %10, binâ için %20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.

gareb

  • Gümüş kadeh.
  • Kavak ağacı.
  • Havuzla kuyu arasına dökülen su.
  • Bir nevi koyun hastalığı.

gayb

  • Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz.
  • Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.

girih / گره

  • Bağ, düğüm. (Farsça)
  • Düğüm. (Farsça)

girih-bend

  • Bağcı, düğümcü. (Farsça)
  • Uçkur. (Farsça)

girih-bür

  • "Düğüm kesen". Yankesici. (Farsça)

girih-gir / girih-gîr

  • Düğümlü, dolaşık. (Farsça)

girih-küşa

  • Düğüm açan, bağı çözen. (Farsça)
  • Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden. (Farsça)

girihçe

  • Küçük düğüm, düğümcük. (Farsça)

girihgüşa / girihgüşâ / گره گشا

  • Düğüm çözen. (Farsça)
  • Sorunları halleden. (Farsça)

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

gülabdan

  • İçine gülsuyu konularak mevlüt gibi toplantılarda serpmeye mahsus kap. Bu, çiniden, gümüşten veya altundan yapılırdı. Buhurdanlar ile birlikte bir takım teşkil ederdi.

gümaşte

  • (Çoğulu: Gümaştegân) Vekil, vezir. (Farsça)

gümkerde

  • (Gümkerdepey) İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. (Farsça)
  • Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen. (Farsça)

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacereyn

  • İki taş.
  • Mc: Altun ile gümüş.

halahil

  • (Tekili: Halhal) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.

halhal

  • Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği.
  • Kadınların ayak bileklerine taktıkları altın veya gümüş halka, ayak bileziği.

hall ü akd

  • Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.

hallal-ül ukad / hallâl-ül ukad

  • Düğümleri çözen.
  • Mc: Zorlukları yenen.

hallüakd

  • Çözme ve düğümleme.

haly

  • (Çoğulu: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

hanun

  • Gümleyerek esen rüzgâr.

hayat / hayât

  • Diri olmak, dirilik.
  • Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
  • Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
  • Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.

heduc

  • Eserken gümleyen rüzgâr.

hilali saat / hilalî saat

  • Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.

hırka-i saadet

  • Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir.

hırs

  • (Hurs) Takdir, kıyas.
  • Altın veya gümüşten halka.

hış'a

  • Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.

homa

  • Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı ve şimdiki ismi Gümüşsu olan bir kasaba.

hubbazi / hubbazî

  • Ebegümeci.

hübu'

  • (Çoğulu: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu.
  • Devenin boynunu uzatarak yürümesi.

huliyy

  • (Çoğulu: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.

hulliyyat

  • (Tekili: Hulliyy) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları.

humud

  • Düşme. Zayıflama.
  • Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak.
  • Bayılmak ve kendini kaybetmek.
  • Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.

hurs

  • (Çoğulu: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka.
  • Kulağa taktıkları küçük halka.

i'kad

  • Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek.

i'tilan

  • Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma.
  • Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.

ibrik

  • (Çoğulu: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı.
  • Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar.
  • İyi ve parlak kılıç.

ifrazciyan

  • Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

ihhikak

  • Kördüğüm olma.
  • Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme.

ihticab

  • Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme.
  • Doğumun belirli zamanından fazla uzaması.

ikilik

  • t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para.
  • İki kısımdan meydana gelmiş.
  • Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

işhar

  • Ün alma, meşhur olma, şöhret kazanma.
  • Kadın, doğum yapacağı aya girme.

istiksar

  • (Kesret. den) Çok görme, çok görünme. Çoğumsama, çoğumsanma.
  • Çokluğu isteme.

istimare

  • ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri.
  • Baha biçme.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

kabia

  • Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.

kadiyanilik / kâdiyânîlik

  • On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

kald

  • Gümüş bilezik.

kazim

  • (Çoğulu: Kazmân-Kazam) Gümüş.
  • Yazı yazmada kullanılan beyaz deri.
  • Davara verdikleri arpa.

kem-iyar

  • Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş. (Farsça)

kıntar

  • (Çoğulu: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar.
  • Çok mal.
  • Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.

kudas

  • Gümüş boncuk.

küman

  • (Bak: Gümân) (Farsça)

kümun

  • Pusulanıp gizlenmek.
  • Tıb: Gözde "gümne" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.

künye

  • Bir kimsenin adı, soyadı, ülkesi, doğumu, mesleği gibi özelliklerini gösteren kayıt.

kuraze

  • Altun ve gümüş kırıntısı.
  • Kumaş parçaları.

kussabe

  • (Çoğulu: Kısâb) Kamış boğumu.
  • Düdük.

lakat

  • Yabandan toplanan nesne.
  • Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.

lohusa

  • Yeni doğum yapmış kadın.

lücc

  • Engin sular.
  • Gümüş.
  • Ayna.
  • Kalabalık cemaat.

lücce / لجه

  • Kalabalık. (Arapça)
  • Gümüş. (Arapça)
  • Deniz, engin su. (Arapça)

lüceyn

  • Gümüş.

lüha

  • Gümüş.
  • Bahşiş, atâ, hediye.

ma'kid

  • Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer.

ma'kud

  • (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

maakıd

  • (Tekili: Ma'kad) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri.
  • Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları.

magşuşe

  • Gümüş ve bakır karışığı akçe.

mahaz

  • Su akacak yer.
  • Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahmudiye

  • Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi.
  • Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın.
  • Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.

mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır / mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır

  • Dış duyular vasıtasıyla elde edilen bilgiye vehim karışamaz. Zira hakikati sabittir. Dış duyularla gödüğümüz şeyler dış dünyada vardır. Vehimde olduğu gibi kuruntu ile olmayan bir şeyin varlığına hükmetmek değildir.

manahnü fih / manahnü fîh

  • Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.

maskat

  • Düşülen yer, doğum yeri.

maskat-ı re's / مسقط رأس

  • Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer.
  • Doğum yeri.

mebrud

  • Soğuk, soğumuş.

mecidiye

  • Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.

mecmuat-ül ahzab

  • Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası.

mecmuatü'l-ahzab

  • Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevi'nin derlediği üç ciltlik dua kitabı.

mehenk

  • Ölçü. Miyar.
  • Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.

mehr

  • Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir mal yâhut menfaat.

mehr-i misl

  • Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

mehr-i muaccel

  • Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.

mehr-i müeccel

  • Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.

mesiha

  • (Çoğulu: Mesâyih) Gümüş parçası.
  • İyi ve yeni yay.

meskat

  • Doğum yeri.
  • Düşecek yer.
  • Doğum yeri.

meskukat / meskûkât

  • Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.

mevlid / مولد

  • Doğma. Dünyaya gelme.
  • Doğulan yer veya zaman.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume.
  • Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.
  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) doğumu, hayatı ile ilgili eser.
  • Doğum.
  • Doğum yeri, doğuş yeri. (Arapça)
  • Mevlüt. (Arapça)

mevlid-i nebevi / mevlid-i nebevî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu anlatan manzum eser.

mevlid-i nebeviye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu.

mevlid-i şerif

  • Süleyman Çelebinin yazdığı, Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu ve hayatını anlatan manzum eser.

mifras

  • (Çoğulu: Mefâris) Gümüş kesecek âlet.
  • Demir.

milad / milâd / mîlâd / ميلاد

  • (Velâdet. den) Doğum günü.
  • Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
  • Doğum günü.
  • Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi.
  • Doğum günü. (Arapça)

miladi / miladî

  • Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait.
  • İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.

mişvar

  • Tarz, tavır, gidiş, gidişât.
  • Gümeçten bal peteği sağılan âlet.
  • Davar satılacak yer.

muakkad

  • İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz.
  • Ukdeli, düğümlü.

muakkıd

  • Düğümleyen, sihir yapan, cadı.

mubassır

  • Gözetici, bekleyici, bakıcı.
  • Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.

mücessem

  • Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.

mufazzaz

  • Gümüş kaplamalı, gümüşlü.

müfezzaz

  • Gümüşlü, süslü.

mugarrak

  • (Gark. dan) Suya daldırılmış.
  • Gümüşle süslü.

mühr-i nübüvvet

  • Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol küreğine yakın kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü. Gümüş teninde, letâfet vardı, İrice Mühr-i nübüvvet vardı. Sırtında idi, Mühr-i nübüvvet, Sağ tarafına yakındı elbet. Bildirdi bize edenler ta'rîf, Bir büyük ben idi, mühr-i

mukayada satışı / mukâyada satışı

  • Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.

müluhıya

  • Ebemgümeci dedikleri ot.

mün'akıd

  • İn'ikad eden, bağlanan, bağlanmış, düğümlenmiş.
  • Teşkil olunmuş, resmi olarak iki taraf arasında kabul olunmuş. Kurulan, ictima eden.

müştebik

  • (Şebeke. den) Kafes gibi örülü olan.
  • Karışık, düğümlü olan.

müteakkıd

  • (Akd. dan) Düğümlenen, karışık olan.

mütemahhız

  • Fitne çıkaran.
  • Doğum sancısı çeken.

nahil

  • Hurma ağaçları, hurmalık.
  • Hurma ağacı.
  • Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde alayla götürülür ve gelin odalarına süs olarak konurdu.

nakdeyn

  • Basılmış para hâlindeki altın ve gümüş.

naşie

  • Delil. Zuhur.
  • Gündüz veya gecenin evvelki saati.
  • Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal.

natık

  • Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen.
  • Altın ve gümüş gibi olan mal.

nebib

  • (Çoğulu: Enbüb) Boğum, kamış boğumu.

nefsa

  • (Çoğulu: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa.

nesike

  • Hak yoluna kesilen kurban.
  • Altın veya gümüş külçesi.

nevafis

  • (Tekili: Nefsâ) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar.

nifas / nifâs

  • Lohusalık hâli. Kadınların doğumdan sonraki özür hâlleri.

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nukre

  • Külçe hâlinde gümüş.
  • Ense çukuru.

nukud / nukûd

  • Basılmış altın ve gümüş paralar. Müfredi (tekili) Nakddır.

nüşuta

  • Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)

ömr

  • Hayat, yaşama, yaşayış. İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.

para

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.

pervaze

  • Kır gezisi için hazırlanan yemek. (Farsça)
  • Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı. (Farsça)

pota

  • Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur. (Farsça)

pul

  • Altın ve gümüş dışındaki mâdenî paralar.

racibe

  • (Çoğulu: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.

realite

  • Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Fransızca)

resm-i gümrük

  • Gümrük vergisi.

riddet

  • İslâm dininden dönme. İrtidad.
  • Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması.

rüsum

  • Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi.
  • Merasim, usûl.

rüsumat / rüsûmat / رسومات

  • (Tekili: Rüsüm) Gümrük idâresi.
  • Gümrük idaresi. (Arapça)

sace

  • Hatıl ağacı.
  • Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç.

saet

  • Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.

salahaddin-i eyyubi / salahaddin-i eyyubî

  • (Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteye

saliha

  • Safi gümüş.
  • İyi, sâlih kimse.

sanem

  • Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli.

sarf satışı

  • Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.

savat

  • (Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar.
  • Derede hayvanlara su içirilen yer.

savlec

  • Misk.
  • Gümüş.

sebike

  • Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş.
  • Hafif, küçük.

sehale

  • Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.

sempati

  • Cana yakınlık, sıcak kanlılık. (Fransızca)
  • Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. (Fransızca)

settuka

  • İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça.

sim / sîm / سيم

  • Gümüş. Gümüş para. (Farsça)
  • Gümüşten. Sırmadan. (Farsça)
  • Gümüş.
  • Gümüş. (Farsça)
  • Gümüş tel. (Farsça)
  • Gümüş para. (Farsça)

sim ü zer

  • Gümüş ve altın.

sim-ten

  • Gümüş tenli. (Farsça)

simber / sîmber / سيمبر

  • Gümüş gibi beyaz göğüslü. (Farsça)

simendud

  • (Sim-endud) Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı. (Farsça)

simin / sîmîn / سيمين

  • Gümüşten. (Farsça)
  • Gümüş gibi, gümüşe benzer. (Farsça)
  • Gümüşten. (Farsça)
  • Gümüş gibi beyaz. (Farsça)

simin-ten

  • Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu. (Farsça)

simten / sîmten / سيم تن

  • Gümüş tenli. (Farsça)

sümür

  • Gümüş.

sündüs

  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

sündüs-misal / sündüs-misâl

  • Dokunuşunda altın, gümüş tellerin de bulunduğu bir tür ipekli kumaş gibi.

ta'kid

  • Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma.
  • Düğümlenme, düğümleme.

taakkud

  • (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.

tafziz

  • Gümüş kaplama, gümüşleme.

tagziz

  • Gümüşle süslemek.

tal

  • Bakır veya gümüş tepsi. (Farsça)
  • (Parmaklara takılan) zil. (Farsça)

talk

  • Doğum ağrısı.

tarih-i veladet / tarih-i velâdet / târîh-i velâdet / تَارِيخِ وَلَادَتْ

  • Doğum tarihi.
  • Doğum tarihi.

tarraka

  • Gümbürtü.
  • Gümbürtü, gürültü.
  • Gümbürtü.

tatrik

  • Kuşun yumurtalamaya, kadının doğum yapmağa yakın olması.

tebarüd / tebârüd

  • Soğuma.

teberrüd / تبرد

  • Soğuma, serinleme, soğuk hâle gelme.
  • Soğuk suya girme.
  • Soğuma. (Arapça)
  • Teberrüd etmek: Soğumak. (Arapça)

tebrid

  • (Bürudet. den) Soğutma, soğutulma.
  • Mc: Ara açılma, soğuma.

telkari / telkârî / تل كاری

  • Gümüş işleme. (Türkçe - Farsça)

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temcid pilavı

  • Mc: Tekrar tekrar bahsedilen şey, daima öne sürülen madde. Mükerreren ortaya sürülen bahis, yahut söylenilen söz. (Menşei: "Erkeğini sahura bekleyen kadının, pilavı yanmasın diye kaldırması ve soğumasın diye tekrar koyması" diye söylenir.)

temhiz

  • Doğum ağrısı çekmek.

tenvih

  • Sulandırma.
  • Yaldızlama.
  • Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme.
  • Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma.
  • Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.

teşeffi

  • Rahatlamak. Şifâ bulmak.
  • Öc almak. Öc veya intikam almakla yüreği soğumak.

tesrid

  • Davar boğazlandığında daha soğumadan bir yerini kesmek veya kırmak.

tevellüd / تولد

  • Doğma. Doğum.
  • Doğum, doğma.
  • Doğma. (Arapça)
  • Doğum. (Arapça)
  • Doğum tarihi. (Arapça)
  • Tevellüd etmek: Doğmak. (Arapça)

tevellüdat / tevellüdât

  • Doğumlar.
  • (Tekili: Tevellüd) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar.
  • Doğumlar, doğmalar.

tibr

  • Altın parçası. Altın ve gümüş tozu.

tinnin-i felek / tinnîn-i felek

  • Saman yolu, hacılar yolu. Gökteki husuf ve küsuf mevkileri olan iki düğüm.

übne

  • (Çoğulu: İben) Ağaç boğumu.

ucre

  • (Çoğulu: Ucer) Ağaç boğumu.
  • Düğme.
  • Bedenin tomur kabaran yeri.
  • Ayıp.

ukad

  • (Tekili: Ukde) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.
  • Ukdeler, düğümler.

ukad-ı hayatiye

  • Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.
  • Hayat düğümleri; can alıcı noktalar.

ukad-i hayatiye

  • Hayat düğümleri.

ukd

  • Düğüm.
  • Yoğun.
  • Gazap, hiddet.
  • Sâkin olmak.

ukde / عقده / عُقْدَه

  • Düğüm, bağ.
  • Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat.
  • Ağaçlık yer.
  • Pelteklik, kekemelik.
  • Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
  • Düğüm, çözümü zor iş.
  • Düğüm, bilmece.
  • Düğüm, zor iş, muamma.
  • Düğüm. (Arapça)
  • Gönül üzüntüsü. (Arapça)
  • Sorun. (Arapça)
  • Düğüm.

ukde-i hayat

  • Hayat düğümü. (Çekirdek gibi) (Farsça)

ukde-i hayatiye / عُقْدَۀِ حَيَاتِيَه

  • Hayat düğümü.

ukdegir

  • Müşkil, zor. (Farsça)
  • Şüpheli. (Farsça)
  • Düğümlü. (Farsça)

ukdevi / ukdevî

  • Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı.

ünbub

  • (Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım.
  • Parmak uçları.
  • Tüp. İnce boru.

ünşuta

  • Düğüm, ilmik.

urba

  • (Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise.
  • Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm.
  • Zekâvet.
  • Mekir, hile.

ürbe

  • Büklüm.
  • Düğüm.
  • Hile.

uruz / urûz

  • Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal.

ustam

  • Güvenilir, emin. İtimad edilir. (Farsça)
  • Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri. (Farsça)

üstam

  • Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. (Farsça)
  • Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri. (Farsça)

vad'ı haml

  • Doğum yapmak.

vaz'-ı haml / وضع حمل

  • Doğum.

veladet / velâdet / ولادت / وَلَادَتْ

  • Doğum.
  • Doğum. (Arapça)
  • Doğum günü. (Arapça)
  • Doğum.

veladet-i ahmediye / velâdet-i ahmediye / وَلَادَتِ اَحْمَدِيَه

  • Peygamberimiz'in (asm) doğumu.

verık

  • Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para.

verik

  • Sikkesiz gümüş.
  • Gümüş.

vezne

  • Tartı. Terazi.
  • Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir.
  • Barut

viladet / vilâdet / ولادت

  • Doğum. (Arapça)
  • Doğum günü. (Arapça)

vücud-i vehmi / vücûd-i vehmî

  • Tasavvuf ehlinin, eşyânın gördüğümüz varlığına verdikleri isim.

yetn

  • Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.

yuda / yûda

  • Hz. İsâ'yı (a.s.) 30 tane gümüş madeni karşılığında ele veren kişidir.

zad / zâd / زاد

  • Doğmuş. (Farsça)
  • Doğum. (Farsça)

zaman-ı veladet / zaman-ı velâdet

  • Doğum zamanı.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın