REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Gulu ifadesini içeren 3372 kelime bulundu...

müteşabih ayet / müteşâbih âyet

  • Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır.

a'bel

  • (Çoğulu: A'bile) Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur.
  • Taşlık dağ.

a'ceb-ül acaib / a'ceb-ül acâib

  • Çok acib ve gülünç olan.

a'da / a'dâ

  • "Adüvv"ün çoğulu. Düşmanlar.
  • Pek zâlim, pek gaddar.

a'dad / a'dâd

  • "Aded"in çoğulu. Sayılar.

a'yes

  • (Çoğulu: İys) Beyaz deve.

abeket

  • (Çoğulu: Abekât) Tâne, az şey.
  • Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
  • Ekmek parçası.
  • Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.

abel

  • (Çoğulu: Abâl) Yassı ve enli yaprak.

abise / abîse

  • (Çoğulu: Abayis) Tarhana.

acemceme

  • (Çoğulu: Acemcemât) Kuvvetli, muhkem deve.

aceme

  • (Çoğulu: Acemât) Çekirdek.
  • Çekirdekten biten hurma ağacı.
  • Sert ve sağlam taş.

aciyy

  • (Çoğulu: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
  • Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.

acm

  • (Çoğulu: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve.
  • Kuyruk dibi.
  • Isırmak.

acüz

  • (Çoğulu: Acâz) her nesnenin dibi, kökü ve sonu.
  • Yay kabzası.

acze

  • (Çoğulu: Acâyiz) Her nesnenin sonu.
  • Kadın dübürü.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adahik

  • (Tekili: Udhuke) Şakalar, gülünç şeyler.

ades

  • (Çoğulu: Adâs) Mercimek.

adiye / âdiye

  • (Çoğulu: Âdiyat) Gaza yolunda seğirten at.

adm

  • (Çoğulu: İdâm) Yay tutamağı.
  • Deve kuyruğu.
  • Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır.
  • Harman savurdukları yaba.

afak / âfâk

  • "Ufuk"un çoğulu. Ufuk, yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak daire. Âfak, ufuklar, dış âlemler.

afat / âfât

  • Âfetin çoğulu, musibetler, büyük felaketler.

aferide

  • (Çoğulu: Aferidegân) Yaratılmış, mahluk. (Farsça)

afetzede

  • (Çoğulu: Afetzedegân) Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın, zelzele gibi bir felâkete uğramış. (Farsça)

ağnam

  • "Ganem"in çoğulu. Davarlar, koyunlar, keçiler.

ağniya / ağniyâ

  • "Ganî"nin çoğulu. Zenginler.

agrel

  • (Çoğulu: Gurl) Sünnet olmamış kişi.

agzel

  • (Çoğulu: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.
  • Silahsız kimse.
  • Yağmursuz bulut.

ahad / âhâd

  • "Ehad'in çoğulu. Birler, birden dokuza kadar olan sayılar.

ahbar / ahbâr

  • "Haber"in çoğulu. Haberler.

ahder

  • (Çoğulu: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak.
  • Şaşı adam.

ahdet

  • (Çoğulu: Ahâd) Yağmur yağdıktan sonra yağan yağmur.

ahfad / ahfâd

  • "Hafîd"in çoğulu. Torunlar.

ahin / âhin

  • (Çoğulu: Uhun) Boyalı yün.
  • (Çoğulu: Avâhin) Fakir.
  • Hazır, sabit kimse.
  • Yumuşak hurma ağacı.

ahlam / ahlâm

  • "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.

ahmas

  • (Çoğulu: Ehâmis) İnce belli.
  • Ayak altında yere değmeyen yer.

ahşeb

  • (Çoğulu: Ehâşib) Sert taşlı büyük dağ.
  • Haşin ve yoğun olan.

ahva

  • (Çoğulu: Huvve) Kararmış nesne.

ahvas

  • (Çoğulu: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan.

aide

  • (Çoğulu: Avâid - Aidat) Kâr, kazanç, fayda, gelir.

aika

  • (Çoğulu: Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel.

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akaid / akâid

  • Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.

akak

  • (Çoğulu: Akâık ) Saksağan kuşu.

akile / akîle / âkile

  • (Çoğulu: Akayil) Baba tarafından akraba.
  • Her şeyin en iyisi.
  • (Çoğulu: Avakil) Baba tarafından olan akraba.
  • Baş tarayıcı kadın.

akim

  • (Çoğulu: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval.

akisa

  • (Çoğulu: İkâs) Saç örgüsü.

akk

  • (Çoğulu: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik.
  • Yarmak.
  • (Koyun) kuzularken ölmek.

aks

  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

akser

  • (Kasir. den) (Çoğulu: Akasır) En kısa, çok kısa.

akşet

  • (Çoğulu: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan.

akval / akvâl

  • "Kavl"in çoğulu. Kaviller, sözler.

akvet

  • (Çoğulu: Ukâ) Hallaç masurası.

alb

  • (Çoğulu: Ulub) Eser.
  • Yaşlı keler.

alc

  • (Çoğulu: Uluc) Yaramaz huylu kişi.

ale / âle

  • (Çoğulu: Al) Harbe.
  • (C. Alât) Çadır direği.
  • Edât.

alebe

  • (Çoğulu: Alebât) Yemek kabı, çanak.

aleka

  • (Çoğulu: Alekat) Yapışkan balçık, çamur.
  • Kan pıhtısı.
  • Uyuşmuş kan.
  • Sülük.

alemi / âlemî

  • (Çoğulu: Âlemiyan) (Âlem. den) Dünyaya ait. İnsan.

alenda

  • (Çoğulu: Alânid) Çok sağlam nesne.

alih / âlih

  • (Çoğulu: Alihât) Mabud; tapınılan, ibadet edilen şey.

aliye / âliye

  • Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan.
  • Necid ve Hicaz ülkesi.
  • (Çoğulu: Avali) Süngü başı.

aliyye / âliyye

  • Âlete mensup. Âletle alâkalı.
  • (Çoğulu: Alâyâ) Yemin etmek.

alz

  • (Çoğulu: Alzât) Sabırsızlık.
  • Hastaya ârız olan titremek.
  • Hafiflik.
  • Acele

amare

  • (Çoğulu: İmâr) Fes gibi başa giyilen nesne.

ami / âmî

  • İlmi olmayan kimse. Mukallid. Çoğulu avâm'dır.

amile / âmile

  • (Çoğulu: Avâmil) (Amel. den) Bacak, ayak.

amim / amîm

  • Herkese mahsus. Umuma âit.
  • (Çoğulu: Umem) Tam, tamam.

amin-han

  • (Çoğulu: Aminhânân) Amin diyen. (Farsça)

amit

  • (Çoğulu: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse.

amrus

  • (Çoğulu: Amâris) Kuzu.
  • Çok yürütmek istediklerinde yürümeyen davar.

amrut

  • (Çoğulu: Amârit) Hırsız.

amur

  • (Çoğulu: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti.

anak / anâk

  • (Çoğulu: Ânuk) Dişi keçi yavrusu.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Karakulak dedikleri hayvan.

anbes

  • (Çoğulu: Anâbis) Arslan.

ancec

  • (Çoğulu: Anâcic) Büyük nesne.
  • Fesliğen adı verilen çiçek.

anet

  • (Çoğulu:Anât) Fâsık.
  • Diz kılı.
  • Yaban eşeği sürüsü.
  • Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı.

ani

  • (Çoğulu: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü.
  • Köle
  • Meşgul.
  • Iztırab çeken. Muztarib.
  • İşçi.
  • Müfettiş.
  • Tahsildar. (Müennesi: Aniye)

ankebet

  • (Çoğulu: Anâkıb) Dişi örümcek.

anşet

  • (Çoğulu: Anâşit) Yaramaz.
  • Uzun.

anter

  • (Çoğulu: Anâtir) Gök sinek.

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arafet

  • (Çoğulu: Avârif) Atâ, ihsan, hediye.

arare

  • (Çoğulu: Arâr) İyi kokulu bir ot.
  • Şiddet
  • Kötü ahlâk.
  • Evin avlusu, ev içi.
  • Soğuk şiddetli olmak.

arf

  • (Çoğulu: A'râf) Rüzgâr.
  • El ayasında çıkan çıban.

ariyy

  • (Çoğulu: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.

arrade

  • (Çoğulu: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu.
  • Dişi çekirge.

arsa

  • (Çoğulu: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.

arub

  • (Çoğulu: Urub) Erkeğini seven kadın.

as'as

  • (Çoğulu: Asâis) Bir yerin adı.
  • Kurt, zi'b.
  • Kirpi.

aşa

  • (Çoğulu: A'şiye) Akşam yemeği.
  • (Çoğulu: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi.

asal

  • (Çoğulu: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak.
  • Bağırsak.

aşb

  • (Çoğulu: A'şâb) Yaş ot.

aşennet

  • (Çoğulu: Aşânit) Yaramaz huylu kimse.

aşi

  • (Çoğulu: Avâş) Kastedici.

asıf

  • (Çoğulu: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına.

asif

  • (Çoğulu: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.

asil / âsil

  • (Çoğulu: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi.
  • Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse.

asil-zade

  • Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan. (Farsça)

asile

  • (Çoğulu: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü.
  • Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri.
  • Ölüm, mevt.

asire

  • (Çoğulu: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek.

asker

  • (Çoğulu: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer.

askul

  • (Çoğulu: Asâkil) Beyaz, büyük mantar.

asmani / asmanî

  • (Çoğulu: Asmâniyân) Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. (Farsça)
  • Açık mavi. (Farsça)

asnam / asnâm

  • "Sanem"in çoğulu. Putlar.

asr

  • (Çoğulu: Evâsır) Kırmak.
  • Hapsetmek.

asre

  • (Çoğulu: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma.

asur / âsûr

  • (Çoğulu: Avâsir) Tuzak, ağ.
  • Şer.
  • Şiddet.

asvad

  • (Çoğulu: Asâvid) Büyük emir.

aşvez

  • (Çoğulu: Aşâviz) Sağlam yer.
  • Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl.
  • Sağlam, kuvvetli deve.
  • Çok et.

atan

  • (Çoğulu: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu.
  • Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer.
  • Su kenarı.
  • Kokmak.
  • Dibâgat etmek.

atebe

  • (Çoğulu: Atebât) Basamak, eşik.

atele

  • (Çoğulu: Utül) Rende.
  • Kalın ve büyük asâ.
  • Fârisi yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

atik

  • (Çoğulu: Avâtik) Sırtın üst kısmı. Omuz ile boyun arası.
  • Eski şarap.

atime

  • (Çoğulu: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal.

atud / atûd

  • (Çoğulu: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avan

  • (Çoğulu: Uven) Her şeyin orta yaşlısı.
  • (Çoğulu: Avine-Avân) Esir.
  • Yardımcı, nâsır.

avk

  • (Çoğulu: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.

aybe

  • (Çoğulu: İyâb) Heybe, deri çanta.

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayende / âyende

  • (Çoğulu: Âyendegân) Gelen, geçici. (Farsça)

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayet-i muhkeme / âyet-i muhkeme

  • Muhkem âyet. Çoğulu âyât-ı muhkemât'tır.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olan âyet-i kerîmelere verilen ad.

ayiz

  • (Çoğulu: Ayizât) Yeni doğurmuş hayvan.

aylem

  • (Çoğulu: Ayâlim) Yumuşak nesne.
  • Suyu çok olan kuyu.

ayn

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.

ayna

  • (Çoğulu: În) Gözü güzel ve iri olan.

ayr

  • (Çoğulu: A'yâr) Eşek, himar.
  • Medine-i Münevvere yakınında bir dağ.
  • Uzun demir mıh.

aytemus / aytemûs

  • (Çoğulu: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.

ayyil

  • (Çoğulu: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.

aza

  • (Çoğulu: Uzâ) Kertenkele.

azam

  • (Çoğulu: Azamât) Kin, husûmet, adâvet, garaz, fena niyet.
  • Öfke, hiddet.
  • Kıskançlık.

azaye

  • (Çoğulu: Izâ-Izâyâ) Kertenkele.

azbe

  • (Çoğulu: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp.
  • Her bir şeyin ucu, tarafı.

azime

  • (Çoğulu: Azâim) Büyük iş, fevkalâde ve çok mühim iş.
  • Tılsım, efsun, sihir.
  • Sebat. Verilmiş olan kararda kat'ilik.
  • Kasdetmek, yemin etmek.

azire

  • (Çoğulu: Uzrât) Ön yanı, önü.

aziyy

  • (Çoğulu: Ezavî) Deniz dalgası.

azla'

  • (Çoğulu: İzâl) Kırba ağzı.

azm

  • Büyüklük, ululuk.
  • (Çoğulu: İzâm) Kemik.

ba'l

  • (Çoğulu: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer.
  • Hayret.
  • Zaaf, zayıflık.

bad'a

  • (Çoğulu: Bida') Et parçası.

badile

  • (Çoğulu: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et.

bagal

  • (Çoğulu: Bigâl) Katır.

baği / bâğî

  • Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır.

bagiyy

  • (Çoğulu: Begâyâ) Haddini tecavüz eden.
  • Zina edici, zâni.

bagşe

  • (Çoğulu: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur.

bahr

  • (Çoğulu: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz.
  • Âlim. Çok bilen.
  • Büyük göl veya nehir.
  • Yarmak, yırtmak.
  • Çok yürüyen at.
  • İyi kimse.
  • Deve hastalığı.
  • Aruzda aslî bir vezinle ondan tevellüd eden vezinler mecmuası.

baika

  • (Çoğulu: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.

bakar

  • (Çoğulu: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.

baki' / bakî'

  • (Çoğulu: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

barih

  • (Çoğulu: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.

barika / bârika

  • (Çoğulu: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt.
  • (Çoğulu: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.

bariya

  • (Çoğulu: Bevâri) Hasır.

bariyy

  • (Çoğulu: Bevâri) Kaba hasır.

barr

  • (Çoğulu: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin.

basar

  • (Çoğulu: Ebsâr) Görme duygusu.
  • Kalble hissetme. Kalb gözü.
  • Gözün görmesi.
  • İdrak. Fikir.
  • İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.

basi'

  • (Çoğulu: Busu') Ter.

başik

  • (Çoğulu: Bevâşık) Atmaca denilen kuş.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

başure / bâşûre

  • (Çoğulu: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne.

bath

  • (Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
  • Yüz üzeri düşme.
  • Serilip yatan adamın boyu.
  • Bırakma.

batiha

  • (Çoğulu: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere.

batir

  • (Çoğulu: Bevâtir) Keskin kılıç.

bayice

  • (Çoğulu: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye.

bayika / bâyika

  • (Çoğulu: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye.

bazil

  • (Çoğulu: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve.
  • Devenin, önce biten dişi.
  • Şey.
  • Kan akan baş yarığına "şecce-i bâzile" denir.

beçe

  • (Çoğulu: Beçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. (Farsça)

becrem

  • (Çoğulu: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye.

bed'

  • (Çoğulu: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu.
  • Evvel, ibtidâ, başlangıç.
  • Hisse, nasip.
  • Başlama, başlayış, ilk.

bedah

  • (Çoğulu: Büduh) Geniş yer.

bedel

  • (Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
  • Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
  • Başkasının adına hacca giden.
  • Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ

beden

  • (Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
  • Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
  • Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
  • Kale bedeni.

bedene

  • (Çoğulu: Büdün) Kurbanlık deve.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bedre

  • (Çoğulu: Bider) Kuzu veya oğlak derisi.
  • İçi altun dolu olan kese.
  • Onbin dirhem.

behlül

  • Çok gülen, çok gülücü.
  • Hayır sahibi, çok iyi adam.
  • Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.

behme

  • (Çoğulu: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı.
  • Keçi otu.

behsale

  • (Çoğulu: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.

behut

  • (Çoğulu: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.

behzere

  • (Çoğulu: Behâzere) Semiz davar.

bek'

  • (Çoğulu: Bilkâ) Sütü az olan davar.

belbele

  • (Çoğulu: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek.

beliyye

  • (Çoğulu: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.

bellet

  • (Çoğulu: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.

benane

  • (Çoğulu: Benân-Benânât) Parmak başı.

bender

  • (Çoğulu: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.

benika

  • (Çoğulu: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.

benne

  • (Çoğulu: Binân) Güzel, hoş koku.

berak

  • (Çoğulu: Berkân) Göz kamaşmak.
  • Bir yaşındaki kuzu.

berem

  • (Çoğulu: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.

bergal

  • (Çoğulu: Beragil) Sırtlan eniği.

bergaş

  • (Çoğulu: Berâgiş) Sivrisinek.
  • Tahta biti.

berhemen

  • (Çoğulu: Berhemûn) Hakîm.
  • Efsun okuyucu.

berit

  • (Çoğulu: Berâyıt) Halk, beriyye.

berk

  • (Çoğulu: Bürük) Göğüs, sadr.
  • Çok çöken deve.

berka'

  • (Çoğulu: Berkavât) Yüksek yer.
  • Taşlı balçık.

berniye

  • (Çoğulu: Berâni) Büyük küp.
  • Küçük horoz.
  • Bir hurma cinsi.

berr

  • (Çoğulu: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr.
  • Nimetleri herkese, umuma ihsan eden.
  • Gerçeklik, sıdk.
  • Susuz, kuru yerler.
  • Toprak. Yeryüzü, yer.

bers

  • (Çoğulu: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer.

bertil

  • (Çoğulu: Beratil) Uzun taş.
  • Uzun, sağlam demir.

beşare

  • (Çoğulu: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.

besbes

  • (Çoğulu: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler.

besit

  • (Çoğulu: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü.
  • Yalnız tek.
  • Geniş yer.

besr

  • (Besere) (Çoğulu: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce.

betan

  • (Çoğulu: Bitnân) Çukur yer.

betiha

  • (Çoğulu: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere.
  • Kamışlık ve sazlık yer.

betile

  • (Çoğulu: Betâil) Hurma fidanı.

bett

  • (Çoğulu: Betût) Kesmek, kat'.
  • Kilim.

bevvan

  • (Çoğulu: Büven-Ebvine) Çadır direği.

beyah

  • (Çoğulu: Büyâh) Küçük balık.

beyanat-ı medhiye / beyânât-ı medhiye / بَيَانَاتِ مَدْحِيَه

  • Övgülü açıklamalar.

beydane

  • (Çoğulu: Beydânât) Yabani dişi eşek.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

beyz

  • (Çoğulu: Büyuz) Yumurta.
  • Kuşun yumurtlaması.
  • Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.

beyza'

  • (Çoğulu: Biyâz) Kasaba, köy.
  • Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)

bezec

  • (Çoğulu: Bezecât) Boyun çekmek.
  • Laf vurmak.
  • Kuzu, hamel.

bia

  • (Çoğulu: Biyâ) Kilise.

bilye

  • (Çoğulu: Belâya) Belâ,
  • Zahmet.
  • Tecrübe, imtihan.

bimar

  • (Çoğulu: Bimârân) Mariz, hasta, alil. (Farsça)

bina'

  • (Çoğulu: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma.
  • Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.

birkaş

  • (Çoğulu: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı.

bırtıl

  • (Çoğulu: Berâtıl) Rüşvet.
  • Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır.

birzevn

  • (Çoğulu: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde "esb-i palanî" derler)

bisat

  • (Çoğulu: Büsüt) Döşek.
  • Döşeme, kilim, minder.

bist

  • (Çoğulu: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve.
  • Salıverilmiş, bırakılmış olan şey.

bıtaka

  • (Çoğulu: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı.

bitane

  • (Çoğulu: Betâyin) Çarşaf.
  • Kaftan astarı.
  • Dostluk.
  • Hâlis olmak.
  • Kuvvetli olmak.

bıtrik

  • (Çoğulu: Betârika) Reis.
  • Emir.
  • Çavuş.

biyaet

  • (Çoğulu: Biyâât) Satılık mal.

biyah

  • (Çoğulu: Büyâh) Ufak balık.

bizr

  • (Çoğulu: Büzûr) Sebzevât.
  • Kuru ot tohumu.

bu'd

  • (Çoğulu: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma.
  • Aralık.
  • Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.

bügas

  • (Çoğulu: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.

bühme

  • (Çoğulu: Bühüm) Cemaat, topluluk.
  • Leşker.
  • Bahâdır, kahraman.

bülbül

  • (Çoğulu: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş.

bülbül-ü gül

  • Gülün âşığı bülbül.

bülbüle

  • (Çoğulu: Belâbil) Emzikli bardak.

bülkut

  • (Çoğulu: Belâki) Bir hurma cinsi.
  • Ot ve su olmayan harap ve boş yer.
  • Yalan yere yemin etmek.

büllet

  • (Çoğulu: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması.

büm

  • (Çoğulu: Ebvam) Baykuş.

bünduka

  • (Çoğulu: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi.
  • Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.

büniyye

  • (Çoğulu: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat.
  • Sazan balığı.
  • Meçhul yol.

bür'ume / bür'ûme

  • (Çoğulu: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.
  • Gül gılafı.

bürc

  • (Çoğulu: Bürûc-Ebrac) Hisar.
  • Yıldız.

bürceme

  • (Çoğulu: Berâcem) Parmak boğumu.

büre

  • (Çoğulu: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar.
  • Bilezik gibi olan halkaların her birisi.

bürgus

  • (Çoğulu: Beragis) Pire.

bürka

  • (Çoğulu: Birak) Taşlık yer.

bürme

  • (Çoğulu: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş.
  • Çömlek.
  • Baş örtüsü.

bürnüs

  • (Çoğulu: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)

bürsün

  • (Çoğulu: Berâsin) İnsan eli.
  • Vahşi hayvanların pençesi.
  • Develere vurulan bir nevi damga.

bürtule

  • (Çoğulu: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke.
  • Rüşvet.

bürzea

  • (Çoğulu: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler.

büstuka / büstûka

  • (Çoğulu: Besâtik) Küçük küp. Küpçük.

butakat

  • (Çoğulu: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler.

büteka

  • (Çoğulu: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.

büvan

  • (Çoğulu: Ebvine) Çadır direği, direk.

büzürg

  • (Çoğulu: Büzürgân) Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. (Farsça)
  • Reis, baş, başkan, şef. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı. (Farsça)

ca'ber

  • (Çoğulu: Ceâbir) Kısa boylu kimse.

ca'ca'

  • (Çoğulu: Ceâci) Taşsız yer.
  • Zindan.

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

ca'le

  • (Çoğulu: Cüul) Küçük hurma ağacı.

ca'mus

  • (Çoğulu: Ceâmis) Pis, necis.

ca'sus / ca'sûs

  • (Çoğulu: Ceâsis) Kötü huylu, kısa boylu.

cabiye

  • (Çoğulu: Cevâbi) Cemaat.
  • İçinde su toplanan büyük havuz.
  • Şam diyarında bir şehir adı.

cadi

  • (Çoğulu: Cüdât) Sâil, dilenci.

cahb

  • (Çoğulu: Echibe) Ebücehil karpuzu.
  • Korkudan dolayı kederli olmak.

cahcah

  • (Çoğulu: Cehâcih) Ulu, şerif kişi.

cahdem

  • (Çoğulu: Cehâdim) Ekin tarlası.

cahfele

  • (Çoğulu: Cehâfil) At dudağı.

cahile

  • (Çoğulu: Cevâhil) Değirmen çarkı.

cahmeriş

  • (Çoğulu: Cehâmir) Çok yaşlı kadın.
  • Eşek sıpası.

cahş

  • (Çoğulu: Cihaş-Cuhşâ) Eşek sıpası.
  • Kolan eşeğinin erkeği.

caibe

  • (Çoğulu: Cevâib) Halkın ağzında gezen haber.

caize

  • (Cevaz. dan) (Çoğulu: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği.
  • Hediye, armağan, bahşiş.
  • Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve bahşişler.

calis

  • (Çoğulu: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan.

cameşuy

  • (Çoğulu: Câmeşuyân) Çamaşırcı, çamaşır yıkayan. (Farsça)

canbaz

  • (Çoğulu: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz.
  • Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse.
  • Aldatan, hilekâr, hile yapan.
  • Eskiden atlı fedai asker.

casus

  • (Çoğulu: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına dair haberleri başka bir devlet menfaatına olarak toplayıp bildiren kimse.

cayi'

  • (Çoğulu: Ciya') Aç, acıkmış; aç olan.

ce've

  • (Çoğulu: Cââ-Cevâ) Çömlek.
  • Örtü.

ceb'

  • (Çoğulu: Cebeât) Kızıl mantar.
  • (Çoğulu: Ecbu) Nakir dedikleri ağzı dar kap ki, içine su koyarlar.
  • Tehir etmek, sonraya bırakmak.

cebban

  • (Çoğulu: Cebâbin) Peynirci.

cedde

  • (Çoğulu: Ceddât) Büyük vâlide. Annâne, nine.
  • Yeni olmak.

cedef

  • (Çoğulu: Ecdâf) Makbere, kabir, mezar.
  • Yemen diyarından gelir bir otun adı. (Bir kimse bu otu yese su içmeye muhtaç olmaz.)

cedeme

  • (Çoğulu: Cüdem) Yaramaz dişi koyun.
  • Kısa boylu erkek.

cediyye

  • (Çoğulu: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.

cedud / cedûd

  • (Çoğulu: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.

cedy

  • (Çoğulu: Cidâ-Ecd) Oğlak.
  • Burç adı.

cedye

  • (Çoğulu: Cedâyât) Eyer altına konulan keçe.

cefne

  • (Çoğulu: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak.

cehbez

  • (Çoğulu: Cehâbize) Basiretli, ileri görüşlü kimse.

cehir

  • (Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
  • Güzel, dikkate değer.

celabib / celâbib

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Cilbâb'ın çoğuludur.

celece

  • (Çoğulu: Cülec) Kafa, baş.

celhe

  • (Çoğulu: Cülâhet) Gidermek. Yerinden ayırmak.
  • Nâhiye.

cell

  • (Çoğulu: Cülûl) Yerden birşey toplamak.
  • Gemi yelkeni.
  • Yaşlı olmak.
  • Kadr ve mertebesi büyük olmak.
  • Celil, büyük, ulu.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cemre

  • (Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
  • Ateşli kömür parçası, kor.
  • İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
  • Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.
  • Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı

cenab

  • (Çoğulu: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi.
  • Cânib.
  • Nâhiye.

cenaze

  • (Çoğulu: Cenâiz) İnsan ölüsü.

cenedil

  • (Çoğulu: Cenâdil) Taşlı yer.
  • Yuvarlak taş.

cengaver

  • (Çoğulu: Cengâverân ) Cenkçi. Yiğit olan. Kahraman. İyi harbeden. (Farsça)

cenibe

  • (Çoğulu: Cenâib) Yedek hayvanı.

centilmen

  • ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi.

cerad

  • "Cerâde"nin çoğulu.
  • Çekirgeler.
  • Yağmacılar.

cerade

  • (Çoğulu: Cerâd) Çekirge.

cercer

  • (Çoğulu: Cerâcir) Kağnı.

cerdak

  • (Çoğulu: Cerâdik) Yufka ekmeği.

cerea

  • (Çoğulu: Cere') Ot bitmeyen kumlu yer.

cerid

  • (Çoğulu: Cerâyid) Hurma budağı.
  • Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı.

cerim

  • Kabahatli, câni, suç işlemiş.
  • (Çoğulu: Cirâm) Kuru hurma.
  • Hurma çekirdeği.

cerime

  • "Cürm"ün çoğulu. Suçlar, günahlar.

cerin

  • (Çoğulu: Ecrân-Ecrine-Cürün) Hurma kurutma yeri.

cerir

  • (Çoğulu: Cürür) Devenin boynuna taktıkları ip.

cerm

  • (Çoğulu: Cürüm) Bir cins Arap sandalı.
  • Kat'. Kesme.
  • Günahkâr olma, günah işleme.
  • Koyun kırkma.
  • Sıcak, sıcaklık.

cerre

  • (Çoğulu: Cürr-Cirar) Topraktan yapılan desti ve bardak.
  • Ağaçtan yaptıkları su kabı.

cerze

  • (Çoğulu: Cürüz) Yaş ot bağı.

cevebe

  • (Çoğulu: Cüveb) Bulut aralığı.
  • Dağ aralığı.

cevreb

  • (Çoğulu: Cevârib, Cevâribe) Çorap.

cevş

  • (Çoğulu: Cevâşin) Demir gömlek.
  • Göğüs.
  • Orta.

cevz

  • (Çoğulu: Ecvâz-Cevzât) Ceviz.
  • Her nesnenin ortası.

cevzeka

  • (Çoğulu: Cevzek-Cevâzik) Pamuk kozağı.

cevzel

  • (Çoğulu: Cevâzil) Güvercin yavrusu.
  • İğne deliği.

ceyb

  • (Çoğulu: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı.
  • Yaka.
  • Kalb.
  • Geo: Sinüs.

ceyd

  • (Çoğulu: Ecyed) Uzun boylu olmak.

ceyl

  • (Çoğulu: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim.
  • Nesil, batın, kuşak.
  • Yengeç.

ceza'

  • (Çoğulu: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir).
  • İki yaşına girmiş koyun.
  • Arslan, esed.
  • Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek.

cezea

  • (Çoğulu: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve.
  • İki yaşına girmiş koyun.
  • Üç yaşına girmiş sığır ve at.

cezel

  • (Çoğulu: Cezlan) şâd olmak.

cezia

  • (Çoğulu: Cezâyi) Koyun sürüsü.

cezur

  • (Çoğulu: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)

cial

  • (Çoğulu: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.

cibill

  • (Çoğulu: Cibillât) Yaratılmak.
  • İnsanlardan bir grup.

cifne

  • (Çoğulu: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas.
  • Bağ çubuğu.

cihet

  • (Çoğulu: Cihât) Yan, yön, taraf.
  • Sebeb, mucib.
  • Vesile, bahane.
  • Evkafça olan vazife, maaş.
  • Yer, mahâl, semt.

cıhre

  • (Çoğulu: Cihar-Echâr) Bir kimseye sığınmak.

cilbab / cilbâb

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb'dir.

cilvaz

  • (Çoğulu: Celâvize) Kethudâ. Reis.

cilze

  • (Çoğulu: Cilzâ) Sert ve sağlam yer.

cincin

  • (Çoğulu: Cenâcin) Göğüs kemiği.

cirab

  • (Çoğulu: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık.

ciraha

  • (Çoğulu: Cirâh-Cirâhât) Yara.

ciran

  • (Çoğulu: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer.

cisr

  • (Çoğulu: Cüsûr-Ecsür) Köprü. Ağaçtan olan köprü.

cizl

  • (Çoğulu: Cüzul-Eczâl) Büyük odun ağacının kökü, tomruk.

cu'bub

  • (Çoğulu: Ceâbib) Fitil ucu.
  • Çirkin ve kısa boylu adam.

cu'şuş

  • (Çoğulu: Ceâşiş) Kötü huylu, kısa boylu.

cü'zer

  • (Çoğulu: Câzer) Geyik buzağısı.
  • Yaban sığırının buzağısı.

cübbe

  • (Çoğulu: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas.

cübcübe

  • (Çoğulu: Cebâcib) Korkutmak.
  • Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti.
  • Çok su.
  • Erimiş yağ.

cübüll

  • (Çoğulu: Cübüllât) Yaratılmak, hilkat.
  • Kesir, çok.

cüdcüd

  • (Çoğulu: Cedâcid) Orak kuşu derler bir büyük böcek ki yaz aylarında öter.

cüddet

  • (Çoğulu: Cüded) Dağ arasındaki yol.
  • Şekil, tarz, işaret.
  • Çizgi.

cüdere

  • (Çoğulu: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar)

cuhdub

  • (Çoğulu: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge.

cul

  • (Çoğulu: Ecvâl) Akıl.
  • Rey.
  • Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı.

cülcül

  • (Çoğulu: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan.

cüll

  • (Çoğulu: Cilâl-Ecille) Çul.
  • Gül.
  • Her nesnenin büyüğü ve muazzamı.

cülla

  • (Çoğulu: Cilel) Büyük emir.

cümale

  • (Çoğulu: Cümâlât) Gemi urganı.

cümame

  • (Çoğulu: Cümâm) Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar.

cümcüme

  • (Çoğulu: Cemâcim) Baş kemiği, kafatası.
  • Ağaç çanak.
  • Arabdan bir kabile.

cümd

  • (Çoğulu: Cümâd-Ecmâd) Yüce, sağlam mekân.

cündüb

  • (Çoğulu: Cenâdib) Bir nevi çekirge.

cune / cûne

  • (Çoğulu: Cuven) Attarların kutusu ve tablası.

cüraşe

  • Tuz döğülürken etrafına düşen iri parçalar.

cürce

  • (Çoğulu: Cürâc) Heybeye benzer bir kap.

cürez

  • (Çoğulu: Cirzân) Tarla faresi.

cürh

  • (Çoğulu: Cüruh) Yara.

cürmuk

  • (Çoğulu: Cerâmik) Çizme.

cürn

  • (Çoğulu: Cüren) Hurma kurutulan ve harman yapılan yer.

cürsum

  • (Çoğulu: Cerâsim) Her nesnenin aslı.

cüryaz

  • (Çoğulu: Cerâyız) Karnı büyük olan.

cürz

  • (Çoğulu: Cirzan) Köstebek.

cürzum

  • (Çoğulu: Cürâzim) Çok yiyen kişi.

cüvalik

  • (Çoğulu: Cevâlik) Çuval.

cüzaze

  • (Çoğulu: Cüzâzât) Pâre pâre etmek, ayırmak, kesmek. Ağaçtan yemiş düşürmek.

cüzve

  • (Cezve-Cizve) (Çoğulu: Cezey-Cizey) Kalın ağaç parçası.
  • Ateş közü.

da' / dâ'

  • (Çoğulu: Edvâ) Maraz, hastalık.
  • Meşakkat, zahmet.

dabar

  • (Çoğulu: Debabir) Cemaat, topluluk.

dabb

  • (Çoğulu: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele.
  • Yaraya merhem sürmek.
  • Akmak.
  • Süt sağmak.
  • Yere yapışmak.
  • Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar).
  • Hurma çiçeği.

dabbe

  • (Çoğulu: Dıbâb) Dişi kertenkele.
  • Kapıya koyulan yassı enli demir.

dabs

  • (Çoğulu: Ezbâs) El ile tutmak.

dacin

  • (Çoğulu: Devâcin) Evi öğrenmiş olan davar.

dagbus

  • (Çoğulu: Dagabis) Küçük hıyar.
  • Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot.

dagısa

  • (Çoğulu: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik.
  • Sâfi su.

dags

  • (Çoğulu: Adgas) Rüyâ karışıklığı.
  • Karışık olmak.

dagve

  • (Çoğulu: Degavât-Degayât) Huyu yaramaz olmak, hulku çirkin olmak.

dahdah

  • (Çoğulu: Dahazıh) Arzu, istek.

dahhak

  • Çok gülen. Çok gülücü.
  • İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı.

dahhas

  • (Çoğulu: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek.

dahık

  • Gülen, gülücü.

dahıke

  • (Çoğulu: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.

dahike

  • (Çoğulu: Davâhik) Azı dişlerinden her biri.

dahile

  • (Çoğulu: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü.

dahine

  • (Çoğulu: Devâhin) Duman çıkan baca.

dahir

  • (Çoğulu: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal.

dahl

  • (Çoğulu: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere.
  • Çukur yer.

dahya'

  • (Çoğulu: Duhâ) Hayız görmez kadın.
  • Ağaç ismi.

dain

  • (Çoğulu: Daân) Yünlü olan koyun.

dakdak

  • (Çoğulu: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.

dakika

  • (Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
  • İnce fikir, mülâhaza, nükte.
  • Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.

dalif

  • (Çoğulu: Düllef) Nişandan öteye düşen ok.
  • Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.

daliye

  • (Çoğulu: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)

dam'

  • (Çoğulu: Dümu-Edmu) Helâk olmak.
  • Göz yaşı.

damik

  • (Çoğulu: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.

damime

  • (Çoğulu: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.

damir

  • (Çoğulu: Damâr) Kalb.
  • Niyyet.

damzer

  • (Çoğulu: Damazir) Sütü az olan deve.
  • Sağlam ve sert yer.
  • Şişman kadın.

danık

  • (Çoğulu: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.)
  • Zayıf düşkün davar.

danişmend

  • (Çoğulu: Dânişmendân) Bilgili, ilimli. (Farsça)
  • Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. (Farsça)

dar'

  • (Çoğulu: Durâ-Duru) Davar emziği.

daraka

  • (Çoğulu: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan.
  • Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.

darb

  • (Çoğulu: Dürub) Kapı, bâb.
  • Büyük, geniş sokak.
  • Dâr-ı İslâmla dâr-ı harp arasında olan sınır ve hudut.
  • (Çoğulu: Durub-Edrub) Vurmak, vuruş, çarpmak.
  • Beyan etmek.
  • Seyretmek.
  • Nev, cins.
  • Benzer, nazir.
  • Eti hafif olan.

darbe

  • (Çoğulu: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma.
  • Musibet, belâ, âfet, felâket.

darir

  • (Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
  • Nefis.
  • Cismin bakiyyesi.
  • İri vücutlu fakir kişi.

davc

  • (Çoğulu: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması.

dayf

  • (Çoğulu: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir.
  • Meyletmek, yönelmek.

dayine

  • (Çoğulu: Davâyin) Dişi koyun.

dayis

  • (Çoğulu: Dâsse) Hırsız.

debat

  • (Çoğulu:Debâ) Uçmayan çekirge.

debbe

  • (Çoğulu: Debbât) Matara dedikleri su kabı.
  • Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar.

debbus

  • (Çoğulu: Debâbis) Topuz.

debr

  • (Çoğulu: Dübur) Oğul kız topluluğu.
  • Bal arısı.

debre

  • (Çoğulu: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması.
  • Bir evlek yer.
  • Vaktinden sonra gelmek.

decac

  • (Çoğulu: Dücüc) Tavuk.
  • Horoz, tavuk ve piliç cinsi.

decye

  • (Çoğulu: Dücâ) Karanlık, zulmet.

defter

  • (Çoğulu: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula.
  • Liste.

dehliz

  • (Çoğulu: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası.

dehm

  • (Çoğulu: Dühum) Ansızdan gelmek.
  • Çok fazla miktarda asker.
  • Çok adet, kesret.

deka'

  • (Çoğulu: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.
  • Kaygan yer.

dekdak

  • (Çoğulu: Dekâdik) Kum yığını.

dekk

  • (Çoğulu: Dekeke) Vurmak.
  • Dökmek.
  • Parça parça etmek. Delil.

delab

  • (Dülâb) (Çoğulu: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark.

dele

  • (Çoğulu: Delâ) Kova.

demcele

  • (Çoğulu: Demâcil) Şişman kadın.
  • Huyu, hilkati güzel, iyi kadın.

demes

  • (Çoğulu: Dimâs) Yumuşak kumlu yer.

denes

  • (Çoğulu: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.

deni

  • (Çoğulu: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız.
  • Dünyaya âit, fâni ve geçici.
  • Yakın, karib.

denn

  • (Çoğulu: Denân) Küp.

derdak

  • (Çoğulu: Derâdik) Küçük çocuklar.
  • Her şeyin küçüğü.

derece

  • (Çoğulu: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak.
  • Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar.
  • Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye.
  • Miktar, rütbe.

dereka

  • (Çoğulu: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.

deris

  • (Çoğulu: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.

dermande

  • (Çoğulu: Dermândegân) Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı. (Farsça)

desem

  • (Çoğulu: Düsum) Yağ.
  • Uyuz.

desfan

  • (Çoğulu: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.

desis

  • (Çoğulu: Desâyis) Gizlenmiş, gizli.

deskere

  • (Çoğulu: Desâkir) Dağ başında olan harab kale.
  • Küçük köy.

desmere

  • (Çoğulu: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale.

desr

  • (Çoğulu: Dusur) Bürünmek, örtünmek.
  • Çok olan mal.

dest

  • (Çoğulu: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise.
  • Hile.

devat

  • (Çoğulu: Devâyât) Divit.

devha

  • (Çoğulu: Devah-Devâyih) Büyük ağaç.

devir

  • (Devr) (Çoğulu: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek.
  • Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama.
  • Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme.
  • Seyahat. Bir memleketi dolaşmak.
  • Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi.

devre

  • (Çoğulu: Devrât) Dönüş dönme, dönem.
  • Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi.
  • Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.

deycuc

  • (Çoğulu: Deyâcic) Karanlık, zulmet.

deycur

  • (Çoğulu: Deyâcir) Karanlık.

deyh

  • (Çoğulu: Diyeha) Hor ve rezil olmak.

deymas

  • (Çoğulu: Deyâmis) Hamam.
  • Alçak zemin.

deyr

  • (Çoğulu: Edyâr) Kilise, manastır.
  • Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.

deysak

  • (Çoğulu: Deyâsik) Uzun yol.
  • Beyaz olan şey.

dı'f

  • (Çoğulu: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı.

dıame

  • (Çoğulu: Diam-Deâyim) Evin direği.
  • Ulu, şerif kişi, seyyid.

dıb'an

  • (Çoğulu: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan.

dibac

  • (Çoğulu: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez.

dibare

  • (Çoğulu: Dibâr) Bir evlek yer.

dıdd

  • (Çoğulu: Ezdad) Mugâyir, aykırı.
  • Düşman.
  • Nazir, misil, benzer.

dif

  • (Çoğulu: Edfâ) Çok hararet.
  • Derin duvar.
  • Deveden gelen fayda, menfaat.

dıfda'

  • (Çoğulu: Defâdı') Kurbağa.

dıfdı'

  • (Çoğulu: Dafâdi) Kurbağa.

dıgs

  • (Çoğulu: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot.
  • Te'vili sahih olmayan karışık rüya.

dih

  • (Çoğulu: Diha) Hurma salkımı.

dihkan

  • (Çoğulu: Dehâkin) Sipâhi.
  • Köy kethüdâsı.
  • Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam.
  • Bezirgân.
  • Acem fellahlarının maslahatgüzarı.

dihliz

  • (Çoğulu: Dehâliz) Ev ile kapı arası.

dıhrıs

  • (Çoğulu: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.

dıkka

  • (Çoğulu: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak.
  • Uzaklaşmış olan şey.

dıkrar

  • (Çoğulu: Dekârir) Koğucu, dedikoducu.
  • Belâ. Zahmet.
  • Yalan söz.
  • Fuhşiyât.

dil-agah / dil-âgâh

  • Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. (Farsça)

dilas

  • (Çoğulu: Düles) Hızlı, seri.

dilir

  • (Çoğulu: Dilirân ) Bahadır, cesur, cesaretli, yiğit, yürekli.

dime

  • (Çoğulu: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur.

dimne

  • (Çoğulu: Dimen) Ters.
  • Duvar temeli.
  • Kin, düşmanlık.
  • Süprüntülük.

dır'

  • (Çoğulu: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh.

dırgam

  • (Çoğulu: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar.

dirham

  • (Çoğulu: Derâhim) Kuruş.

dırre

  • (Çoğulu: Direr) Sütün çokluğu.
  • Sütün akanı.
  • Turra.
  • Kırbaç.

dırs

  • (Çoğulu: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği.

dirz

  • (Çoğulu: Duruz) Dünya nimetleri.
  • Lezzet.

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.
  • (Çoğulu: Düsür) Kenet, urgan, halat, perçin, mismar.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

dost

  • (Çoğulu: Dostân) Sevilen insan, muhib, yâr. (Farsça)
  • Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. (Farsça)
  • Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah. (Farsça)

dramatik

  • yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı.
  • Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.

du'

  • (Çoğulu: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş.

dü'lul

  • (Çoğulu: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye.

du'mus

  • (Çoğulu: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.

dü'sur

  • (Çoğulu: Deâsir) Yıkılmış havuz.

dücne

  • (Çoğulu: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık.

dücünne

  • (Çoğulu: Dücünnât) Bulut kat kat olma.
  • Karanlık, zulmet.
  • Yağmur yağma.

dücye

  • (Çoğulu: Dücâ) Bal arısının kovanı.
  • Avcılar kümesi.
  • Zulmet, karanlık.

düf

  • (Çoğulu: Düfuf) Def.

düf'a

  • (Çoğulu: Difâ) Çok çabuk akan su.

dugmus

  • (Çoğulu: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı.

duhl

  • (Çoğulu: Dehâhil) Ufak kuşlar.

duhruce

  • (Çoğulu: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters.
  • Deve kuşunun yavrusu.

dukak

  • (Çoğulu: Dekâyık) İnce nesne.
  • Un.
  • Zor, güç.

dülbe

  • (Çoğulu: Düleb) Çınar ağacı.

dümye

  • (Çoğulu: Dümâ) Oyun.
  • Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem.

dürnuk

  • (Çoğulu: Derânik) Bir cins döşek.

dürrace

  • (Çoğulu: Derrâc) Türac denilen kuş.

dürrae

  • (Çoğulu: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise.

durre

  • (Çoğulu: Dür-Dürrât-Dürer) İnci.

dürzi

  • (Çoğulu: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır.

duşize

  • (Çoğulu: Duşizegân) Kız, bâkire. El değmemiş. (Farsça)

düzd

  • (Çoğulu: Düzdân) Sârık, hırsız. (Farsça)

ebaet

  • (Çoğulu: Abâ) Kamışlık yer.
  • Kamış.

ebb

  • (Çoğulu: Abâb) Kuru ot. Taze ot.
  • Mer'a, otlak, çayır.
  • Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.

ebsar / ebsâr

  • "Basar"ın çoğulu. Gözler, görme hassaları.

ebtah

  • (Çoğulu: Ebâtih) Kumlu ırmak ve dere.

ebtal

  • (Çoğulu: Ebâtil) İnsanın böğrü.
  • En boş. Boşuboşuna. Çok bâtıl.

ecc

  • (Çoğulu: İcâc) Devekuşu seğirtmek.

ecce

  • (Çoğulu: İcâc) Sıcak fazla olmak.
  • Karışmak.

ecdel

  • (Çoğulu: Ecâdil) Çakır doğan kuşu.

ecem

  • (Çoğulu: Acâm) Çok fazla sıcak.

eceme

  • (Çoğulu: Acâm-Ecemât - Ecem-Ücüm) Meşelik.
  • Kamışlık.

ecme

  • (Çoğulu: Ücem-Ecmât) Orman, sık ağaçlı yer.

ecr

  • (Çoğulu: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey.
  • Ahirete aid mükâfat, hayır ceza.
  • Ücret, mukabil, karşılık. Sevab.
  • Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.

ecra'

  • (Çoğulu: Ecâri) Bir şey yetişmeyen kumlu yer.

edd

  • (Çoğulu: Üdüd) Kuvvet.
  • Yetişmek.
  • Ric'at etmek.

edhem

  • (Çoğulu: Dühem-Edâhim) Karayağız at.

efike

  • (Çoğulu: Efâik) Yalan, dolan, iftira.

efil

  • (Çoğulu: Afâl-Efâil) Genç küçük deve.

efkel

  • (Çoğulu: Efâkil) Titremek.

eftel

  • (Çoğulu: Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at.

ekir

  • (Çoğulu: Ekere) Ekinci.

ekme

  • (Çoğulu: Ekemât-Üküm) Yüksek yer.

elye

  • (Çoğulu: Eleyât) Koyun kuyruğu.
  • Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.

em'az

  • (Çoğulu: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer.

eme

  • (Çoğulu: İmâ-İmât) Câriye, kadın köle.

emere

  • (Çoğulu: İmer) Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler.

emvat / emvât

  • Ölüler. Meyyitin çoğulu.

enbiya / enbiyâ

  • Nebîler, peygamberler. Yeni din ile gönderilmeyip, insanları önceki dîne dâvet eden peygamberler Nebî kelimesinin çoğulu. Yeni bir din ile gönderilen peygambere ise, resûl denir.

ender

  • (Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir.
  • (Çoğulu: Enâdir) Harman yeri.

enfal / enfâl

  • "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur'ân-ı Kerim'in 8. Sûresi.

enfüs

  • "Nefs"in çoğulu. Canlar, ruhlar.

enmele

  • (Çoğulu: Enâmil) Parmak ucu.

envek

  • (Çoğulu: Nevkâ) Ahmak.

ercaf

  • (Çoğulu: Eracif) Yalan haber.

erdan / erdân

  • "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.

ereda

  • (Çoğulu: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve.

erkam

  • (Çoğulu: Erâkım) Alaca yılan.

erkan / erkân

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.

erkaş

  • (Çoğulu: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan.

erkat

  • (Çoğulu: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan.
  • Yer yer beyazlığı olan her kara nesne.

ermel

  • (Çoğulu: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun.
  • Kadını olmayan erkek.

ermele

  • (Çoğulu: Erâmil) Erkeği olmayan kadın.

ernebe

  • (Çoğulu: Eranib) Burun ucu.

erume

  • (Çoğulu: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba.
  • Ağacın ve boynuzun kökleri.

eş'ar

  • (Çoğulu: Eşâir) En iyi şâir.
  • Kılı çok olan kimse.
  • Davarın tırnağı çevresinde olan kıl.

eş'em

  • (Çoğulu: Eşâim) En uğursuz, pek şom.

eşa

  • (Çoğulu: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü.

esabe

  • (Çoğulu: Esâib) Bir nevi ağaç.

esamm

  • (Çoğulu: Summun) Kulağı sağır olan.
  • Katı taş.

esatt

  • (Çoğulu: Sitât) Köse.

eşcar / eşcâr

  • "Şecer"in çoğulu. Ağaçlar.

esele

  • (Çoğulu: Eslâl-Üsül) Ilgın ağacı.
  • Asıl.

eser

  • Nişan, alâmet. Çoğulu âsârdır.
  • Haber, hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâm ve tâbiîne âit iş, söz ve takrirler yâni görüp de mâni olmadıkları hususlar.

eshab / eshâb

  • Arkadaşlar. Sâhib kelimesinin çoğuludur.
  • Peygamber efendimizi görüp îmân eden ve mü'min olarak vefât eden mübârek kimseler.
  • Bir âlimin talebeleri.

esi

  • (Çoğulu: Esât) İlaç yapmak.

esil

  • (Çoğulu: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit.
  • Kavi, muhkem, sağlam.

eskef

  • (Çoğulu: Esâkif) Kunduracı, eskici.

eslaf / eslâf

  • "Selef"in çoğulu. Eskiler, yerlerine geçilmiş kimseler.

esmat

  • (Çoğulu: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.

esra'

  • Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri.
  • (Çoğulu: Esâri) Asma filizi.
  • Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.

etime

  • (Çoğulu: Etâyim) Ateş yakacak yer.

ettun

  • (Çoğulu: Etâtin) Hamam külhanı.

evk

  • (Çoğulu: Evâk) Ağırlık, yük.
  • İçinde su biriken çukur yer.

evliya / evliyâ

  • "Velî"nin çoğulu. Allah'ın ermiş kulları.
  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

evrad / evrâd

  • Îtiyâd ve vazîfe olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Vird kelimesinin çoğuludur.

evrak

  • (Çoğulu: Vuruk) Sivri ve uzun dişli.
  • Yüzü renkli güvercin.
  • Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka)

eyalet

  • (Çoğulu: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir.

eym

  • (Çoğulu: Üyum) Yılan.

eytal

  • (Çoğulu: Eyatil) Boş böğürlü.

ezame

  • (Çoğulu: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek.

ezat

  • (Çoğulu: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.

ezec

  • (Çoğulu: Azec) Süleyman Aleyhisselâm'ın yaptığı bir bina adı.

ezlef

  • (Çoğulu: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.

ezr

  • (Çoğulu: Uzur) Arka ve sırt.
  • Kuvvet.

fadır

  • (Çoğulu: Füdr) Zayıf.
  • Âciz, güçsüz.
  • Yaşlı dağ keçisi.

fahite

  • (Çoğulu: Fevâhit) Yabani güvercin.

faide / fâide

  • (Çoğulu: Fevaid) Kazanç, kâr, nef', menfaat. İstifadeye sebeb. Yararlılık, işe yarama.

faih

  • (Çoğulu: Fevâih) Meyve ve çiçek kokusu.

fak'

  • (Çoğulu: Fıkıa) Bir cins beyaz yumuşak mantar.

fakare

  • (Çoğulu: Fikar) Omurga kemiği.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

fakihe

  • (Çoğulu: Fevâkih) Yemiş, yaş meyve.

faliz / falîz

  • (Çoğulu: Fevâliz) Bostan.

farih

  • (Çoğulu: Fevârih-Füreh) Gayretli davar.
  • Akıllı kişi.

farziye

  • (Çoğulu: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.

fasil / fasîl

  • (Çoğulu: Fisâl-Fuslân)
  • Hâkim.
  • Kale duvarından kısa duvar.
  • Deve yavrusu.

fasile / fasîle

  • (Çoğulu: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile.
  • Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.

faşiye

  • (Çoğulu: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.

fatik

  • (Çoğulu: Fitâk) Çeri ve öncü olan kimse.
  • (Çoğulu: Futtâk-Fevatik) Eline fırsat geçtikçe adam öldüren kimse.

fayiha

  • (Çoğulu: Fevâyıh) Meyve ve çiçek kokusu.
  • Güzel kokulu nesne.

faza

  • (Çoğulu: Fivâz) Zahmet, meşakkat.

fazahat

  • (Çoğulu: Fazâyih) Alçaklık, edepsizlik, hayâsızlık.

faziha / fazîha

  • (Çoğulu: Fazayıh) Alçaklığı, edebsizliği gerektiren iş veya şey.

fazıle

  • (Çoğulu: Fevâzıl) İnsandan başkalarına da geçebilen huy, haslet.

fazla

  • Çok ziyâde, artık, artan.
  • İleri.
  • Gereksiz, lüzumsuz.
  • (Çoğulu: Fazalât) Kazurat, pislik.

fecc

  • (Çoğulu: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'.

fecia / fecîa

  • (Çoğulu: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia.

feddan

  • (Çoğulu: Fedâdin) Bir çift öküz.
  • Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi.
  • Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.

fedfed

  • (Çoğulu: Fedâfid) Düz yer.
  • Büyük sahrâ.
  • Yaban.
  • Yüksek mekân.
  • Sığır buzağısı.

fedgam

  • (Çoğulu: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi.

feel

  • (Çoğulu: Fuul) Fal tutmak.

feha

  • (Çoğulu: Efhâ) Çorbaya katılan veya dövüp yemek üzerine ekilen bir ot.
  • Soğan.

fehc

  • (Çoğulu: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması.

fehd

  • (Çoğulu: Fühud) Pars denilen canavar.
  • Semer ortasındaki mıh.
  • Gafil olmak.

feheka

  • (Çoğulu: Fihâk) Buzağı başı.

fehh

  • (Çoğulu: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet.
  • Kapan.

fehme

  • (Çoğulu: Fuhem-Fuhum) Kömür.
  • Karanlık.

fehs

  • (Çoğulu: Efhâs) Her nesnenin içi.

fehva

  • (Çoğulu: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ.

fehz

  • (Çoğulu: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi.
  • Uyluk.

fela

  • (Çoğulu: Felevât) Sahra, çöl.

felh

  • (Çoğulu: Füluh) Yarmak, şakk.
  • Kesmek.

felha

  • (Çoğulu: Eflâh-Felhâ) Alt dudakta yarık olması.

fell

  • (Çoğulu: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne.
  • Yaralamak.
  • Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması.
  • Kılınç yüzündeki açılan gedik.
  • Susuz kır yer.
  • Güruh, cemaat.
  • Muvakkat delilik.

felluce

  • (Çoğulu: Felâlic) Ziraate müsait yer.

fels

  • (Füls) (Çoğulu: Fülüs) Pul, Bakır para.
  • Balık pulu.
  • Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.

felüvv

  • (Çoğulu: Eflâ-Felâvâ) Atın yavrusu. Tay.

fenat

  • (Çoğulu: Fenevât) Tilki üzümü.
  • Vahşi sığır.

fenen

  • (Çoğulu: Efnân-Efânın) Budak.
  • Üslup.

fenik

  • (Çoğulu: Finak-Efnâk) Gayet kerim ve necip olan.

fer'a

  • (Çoğulu: Furu') Bit.
  • Yüksek yer.

ferak

  • (Çoğulu: Efrâk) Korku.
  • Büyük ölçek.

ferhan

  • (Çoğulu: Ferâhî) Ferahlı. Sevinçli. Şâdan. Mesrur.

feris / ferîs

  • (Çoğulu: Fersâ) Ağaç halka, çenber.
  • Yaralı. Maktul.

ferisa / ferîsa

  • (Çoğulu: Feris-Ferâyis) Boş böğür ile kürek arasındaki et.

ferla

  • (Çoğulu: Ferala) Kırba ağzı.

ferruc

  • (Çoğulu: Ferâric) Tavuk pilici.

ferve

  • (Çoğulu: Füre'-Firâ) Baş derisi.
  • Bir parça toplanmış kuru ot.
  • Servet, zenginlik.
  • Kürk.

ferzend

  • (Çoğulu: Ferzendân) Yavru. Çocuk. Veled. (Farsça)

feşel

  • (Çoğulu: Efşâl) Korkak olmak.

fesil / fesîl

  • (Çoğulu: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse.
  • Bağ çubukları dikmek.
  • (Çoğulu: Füslân) Hurma ağaçlarının küçüğü.
  • Her nesnenin kemi ve yaramazı.

feşil

  • (Çoğulu: Efşâl) Korkak, cesaretsiz, yüreksiz.

feta

  • (Çoğulu: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı.
  • Cömert.
  • (Fetâne) (Çoğulu: Eftâ) Yassı ve çökük burunlu olmak.

fetha

  • (Çoğulu: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük.
  • Büyük yüzük.
  • Tavşancıl kuşu.

fevait / fevâit

  • Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur.

fevdec

  • (Çoğulu: Fevâdic) Mahfe.

fevha

  • (Çoğulu: Fevehât) Güzel koku.

feyc

  • (Çoğulu: Füyuc-Feycân) Haber getiren peyk.

feyfa'

  • (Çoğulu: Feyâfi) Büyük çöl, sahra.

feylak

  • Büyük adam.
  • Çok asker. Kolordu.
  • (Çoğulu: Feyâlik) İpek böceği ve kozası.

feyşe

  • (Çoğulu: Feyâşil-Fiyeş-Fiyâş) Zeker başı.

feyz

  • (Çoğulu: Füyuz) Bolluk, bereket.
  • İlim, irfan. Mübareklik.
  • Şan, şöhret.
  • İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak.
  • Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
  • Bir haberi fâş etmek.
  • İçindeki düşüncesini izhar etmek.

fi / fî

  • (Çoğulu: Fîat) Baha, fiat, kıymet.

fif / fîf

  • (Çoğulu: Efyâf- Füyuf) Düz yer.

fihr

  • (Çoğulu: Efhâr) Destesenk dedikleri taş.
  • Taş.

fihris

  • (Fihrist) Bir dükkânda veya bir kitabın içerisinde ne bulunduğunu sıra ile gösteren liste. (Kataloğ)
  • (Çoğulu: Fehâris) Her nesnenin aslı.
  • Kanun.

fil

  • (Çoğulu: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.

filze

  • (Çoğulu: Fülüz-Eflâz) Parça, kıt'a.

firezdek

  • (Çoğulu: Ferâzık) Hamur yuvarlağı, hamur parçası.

firistade

  • (Çoğulu: Firistâdegân) Elçi, gönderilmiş. (Farsça)
  • Peygamber. (Farsça)

firişte

  • (Çoğulu: Firiştegân) Mâsum, suçsuz, günahsız. (Farsça)
  • Melek. (Farsça)
  • Mc: İyi huylu kimse. (Farsça)

firnas

  • (Çoğulu: Ferânis) Boynu kalın arslan.
  • Köylü reisi.

firsa

  • (Çoğulu: Firâs) hayız bezi.

firsek

  • (Çoğulu: Ferâsik) Çekirdeğinden ayrılmayan şeftali.

firzan

  • (Çoğulu: Ferâzine) Arif.
  • Fen sahibi kimse.

fısfısa

  • (Çoğulu: Fısfıs-Fesâfıs) Yaş yonca.

fıtr

  • (Çoğulu: Eftâr) Açıldığında baş parmakla şehadet parmağının arası. Karış.

füds

  • (Çoğulu: Fedese) Örümcek.

fükahet

  • (Çoğulu: Fükâhât) Hoşa giden söz, lâtife, şaka, mizah.

fuku'

  • (Çoğulu: Faki) Çok sarı olmak.
  • Safi olmak.

fukve

  • (Çoğulu: Fukâ) Ok gezi.

fülc

  • (Çoğulu: Füluc) Fevz ve zafer.
  • Yarık.

fülfül

  • (Çoğulu: Felâfil) Karabiber.

fülus / fülûs

  • Altın ve gümüşten olmayan mâdenî paralar, pul. Fels'in çoğulu.

fürayık

  • (Çoğulu: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit.

fursa

  • (Çoğulu: Furus) İçmek, şirb.
  • Nöbet.

fürut

  • (Çoğulu: Efrât) Haddini tecavüz eden.
  • İsraf.
  • Zayi.
  • Yüksek mevzi.

fütade

  • (Çoğulu: Fütâdegân) Mübtelâ, tutkun. (Farsça)
  • Biçare, zavallı. (Farsça)
  • Düşkün, düşmüş. (Farsça)

fütuh

  • (Tekili: Feth) Fetihler.
  • (Çoğulu: Fütuhât) Açılmak.
  • Yardım.
  • Lütf-u İlâhîye ulaşmak.
  • Zafer. Galibiyet.
  • Açıklık. Gönül ferahlıkları.

füvak

  • (Çoğulu: Efâvık) Hıçkırık.

füvfe

  • (Çoğulu: Füvek) Pamuk.
  • Tırnakta olan beyazlık.
  • Hurma çekirdeği içinde olan beyaz tane. (Hurma ağacı ondan biter).
  • Çekirdek içinde olan yufka kabuk.
  • Şey.

füvh

  • (Çoğulu: Efvâh) Hoş koku.

füvk

  • (Çoğulu: Efvâk) Ok gezi.
  • Rum meliklerinden birinin adı.

füvle

  • (Çoğulu: Füvel) Bakla.
  • Sırtlan eniği.

gabeş

  • (Çoğulu: Agbâş) Gecenin sonu.

gabgab

  • (Çoğulu: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak.

gabit / gabît

  • (Çoğulu: Gubut) Çukur yer.
  • Bir dere ismi.
  • Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.

gadire / gadîre

  • (Çoğulu: Gadâir) Saç örgüsü.
  • Çulha çukuru.

gadiyye

  • (Çoğulu: Gadiyyât) Tan ağarmasıyla güneş doğması arası, sabahın erken saatleri.

gal

  • (Çoğulu: Gılâl) Ağaçlı çukur yer.
  • Muz ağacı.
  • Selem ağacının bittiği yer.
  • Bir ot cinsi.

galak

  • (Çoğulu: Ağlak) Kapı kilidi.

galel

  • (Çoğulu: Eğlâl) Koruluktan akan su.
  • Susuzluk.

galil

  • (Çoğulu: Gılâl) Güneşin harareti.
  • Susuzluk harareti.
  • Kin, hased.
  • Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.

galuta

  • (Çoğulu: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.

galve

  • (Çoğulu: Galevât) Bir okatımı miktarı yer.

gamre

  • (Çoğulu: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık.
  • İzdiham, kalabalık.
  • Fenalığa dalmak.
  • Şiddet.
  • Zahmet.

gamz

  • (Çoğulu: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek.
  • Kolay görerek ihmal etmek.
  • Çukur yer.

garamet

  • (Çoğulu: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi.

garare

  • (Çoğulu: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar.
  • Gafil olmak.

garaz

  • (Çoğulu: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin.
  • Ok atılan nişan.
  • Izdırab. Acı.
  • Zelillik.

garb

  • (Çoğulu: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
  • Sığır derisinden yapılan büyük kova.
  • Sakaların su koydukları büyük tulum.
  • Atıldıktan sonra bulunmayan ok.
  • Yürügen at.
  • Nasır acısı (gözde olur).
  • Göz yaşı.
  • Göz yaşının geldiği damar.
  • Ke

garde

  • (Çoğulu: Megârid) Mantar.

gare

  • (Çoğulu: Gârât) Bükmek.

garf

  • (Çoğulu: Guref-Agrâf) Kurtarmak.
  • El ile su almak.
  • Bir şeyi kesmek.

garif / garîf

  • (Çoğulu: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç.

gaşam

  • (Çoğulu: Guşâm) Mübâlağa ile zulmeden.

gata

  • (Gıtâ) (Çoğulu: Agtıye) Perde, örtü.

gataş

  • (Çoğulu: Agtaş) Karanlık.
  • Devamlı su akan gözdeki zayıflık.

gatata

  • (Çoğulu: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş.

gavl

  • (Çoğulu: Gavâyil) Helâk etmek.
  • Kin tutmak.
  • Çok miktar toprak.
  • Feyizden uzaklık.

gayda

  • (Çoğulu: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz.: Agyed)

gayheb

  • (Çoğulu: Gayâhib) Gece karanlığı.

gayıt

  • (Çoğulu: Gaytân-Agvât) Çukur yer.
  • Kenef.

gaytale

  • (Çoğulu: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç.
  • Seslerin karışması.

gaza

  • (Çoğulu: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.

gazal

  • (Çoğulu: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu.
  • Şarkıcı, mızıkacı.
  • Güzel göz.

gazat

  • (Çoğulu: Guzâ) Dağ armudunun ağacı.
  • Dikenli ağaç.
  • Seksek ağacı.

gazavat / gazavât

  • Gazâ kelimesinin çoğulu.

gaziyy

  • (Çoğulu: Gazâ) Yeni doğmuş kuzu.

gazr

  • (Gazâre) (Çoğulu: Gazâyir) Men etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Geçim kolaylığı, maişet genişliği.
  • Büyük çanak.

gazreme

  • (Çoğulu: Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak.

gazruf

  • (Çoğulu: Gazârif) Kıkırdak.

gendümnüma

  • Yüze gülüp aldatan. Hilekâr. (Farsça)

gev

  • (Çoğulu: Gevân) Yiğit, bahadır, kahraman. (Farsça)

gil / gîl

  • (Çoğulu: Guyul) Meşelik ve çalılık yer.
  • Arslan yatağı. Arslanların bulunduğu yer.

gılale

  • (Çoğulu: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek.
  • Küçük kaftan zıbını.

gımd

  • (Çoğulu: Agmâd) Kılıf, kın, mahfaza.
  • Bakla, bezelye, fasulya ve benzerleri gibi şeylerin kabuğu.

giran-dest

  • (Çoğulu: Girandestân) İşini ağır yapan kimse. Eli ağır kişi. (Farsça)

giran-guş

  • (Çoğulu: Giranguşân) Sağır, kulağı ağır işiten. (Farsça)

giran-ser

  • (Çoğulu: Giranserân) Mağrur, kibirli, gururlu, kendini beğenmiş. (Farsça)

giran-seyr

  • (Çoğulu: Giranseyrân) Hareketleri ve yürüyüşü ağır olan. (Farsça)

giran-sirişt

  • (Çoğulu: Giransiriştân) Tembel, ağır tabiatlı, ağır kanlı. (Farsça)

gırbal

  • (Çoğulu: Garâbil) İri delikleri olan elek, kalbur.

gire

  • (Çoğulu: Guyer) Diyet.

gırgıra

  • (Çoğulu: Garâgır) Yaban tavuğu.

girifte-leb

  • (Çoğulu: Giriftelebân) Dudağı tutulmuş. (Farsça)
  • Mc: Sessiz, sakin (kimse). (Farsça)

gırnevk

  • (Çoğulu: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu.

gırs

  • (Çoğulu: Egrâs) Dikilmiş ağaç.
  • Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.

gıtarres

  • (Çoğulu: Gatâris) Zâlim, mütekebbir, kibirli kimse.

gıtrif

  • (Çoğulu: Gatârif) Başkan, reis.
  • Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi.

gudaf

  • (Çoğulu: Gudfân) Kuzgun.

gudruf

  • (Çoğulu: Gadârıf) Kıkırdak, kıkırdak kemiği.

gudve

  • (Çoğulu: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası.

gufr

  • (Çoğulu: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı.
  • Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.

gül-i muhammedi / gül-i muhammedî

  • Muhammed gülü denilen bir gül çeşidi.

gül-ü muhammedi / gül-ü muhammedî

  • Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi.

gül-ü tevhid

  • Tevhit gülü (burada her şeyin bir olan Allah'a ait olması güle benzetilmiş.

gülabdan / گلابدان

  • Gülüptan. (Farsça)

gulf

  • (Çoğulu: Eglaf) Kılıf. Kışır, kabuk.

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gümaşte

  • (Çoğulu: Gümaştegân) Vekil, vezir. (Farsça)

gumr

  • (Çoğulu: Agmâr) Bön, ahmak kişi. Gafil kimse.

günahpişe

  • (Çoğulu: Günahpişegân) Günah işlemeyi âdet haline getiren.

gurab

  • (Çoğulu: Garbân-Egribe) Karga.

gürg

  • (Çoğulu: Gürgân) Canavar, kurt, zi'b. (Farsça)

gürisne

  • (Çoğulu: Gürisnegân) Aç, fukara, fakir. (Farsça)

gürizende

  • (Çoğulu: Gürizendegân) Kaçan, kaçıcı. (Farsça)

gurmul

  • (Çoğulu: Garâmil) Erkek eşek.
  • At zekeri.

gurz

  • (Çoğulu: Guruz-Ağraz-Guraz) Su taksim olunan yer.
  • Eyer kolanı.

gurze

  • (Çoğulu: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.

güşade-dest

  • (Çoğulu: Güşadedestân) Civanmert, cömert, eli açık. (Farsça)

gutguta

  • (Çoğulu: Gatâgıt) Yeni doğmuş kuzu.

guvl

  • (Çoğulu: Agvâl-Gaylân) Cinden bir tâife.

guzn

  • (Çoğulu: Guzun) Derinin büklümü.

guzruf

  • (Çoğulu: Gazârif) Kulak kemiği.
  • Kıkırdak.

habais / habâis

  • Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu.

habar

  • (Çoğulu: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.

habhab

  • (Çoğulu: Habâhıb) Kısa boylu adam.

habide / habîde

  • (Çoğulu: Hâbidegân) Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş. (Farsça)

habike / habîke

  • (Çoğulu: Habâik) Kehkeşan, samanyolu.
  • Çizgi.
  • (Çoğulu: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.

habiye

  • (Çoğulu: Havâbi) Küp.
  • Küçük havuz.
  • Kuyu.

habr

  • (Çoğulu: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim.
  • Ferahlık.
  • Nimet, vüs'at.
  • Refah, sürur.
  • Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık.
  • (Çoğulu: Hubur) Büyük tuluk.

habra'

  • (Çoğulu: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.

habt

  • (Çoğulu: Ahbât) Sükun. Huşu.
  • Sönmek.
  • Çukur yer.
  • Düz yer.

haby

  • (Çoğulu: Hıbâyâ) Örtmek.
  • Gizli olan.

haca'

  • (Çoğulu: Ahcâ) Akıl.
  • Nahiye.

hacace

  • (Çoğulu: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.

hacc / hâcc

  • (Çoğulu: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı.

hacce / hâcce

  • (Çoğulu: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız.
  • (Çoğulu: Hâcc) Bir cins diken.

hacele

  • (Çoğulu: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik.
  • Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.

hacet / hâcet

  • (Çoğulu: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.

hacfe

  • (Çoğulu: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.

hacı

  • (Çoğulu: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman.

hacire

  • (Çoğulu: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan.
  • (Çoğulu: Hevâcir) Günün en sıcak anları.

hacise

  • (Çoğulu: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe.

hacl

  • (Çoğulu: Ahcâl-Hucul) Köstek.
  • Bukağı.
  • Küçük deve yavruları.

hacur

  • (Çoğulu: Hucerât) Dere kenarı.

hadba'

  • (Çoğulu: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve.

hademe

  • Hizmetçiler, hâdimler.
  • (Çoğulu: Hıdâm) Halhal.
  • Devenin ayağını bağladıkları kayış.

hadia / hadîa

  • (Çoğulu: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma.

hadim / hâdim

  • (Hidmet. den) (Çoğulu: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan.
  • İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan.
  • Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunla

hadin / hadîn

  • (Çoğulu: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.

hadir

  • (Çoğulu: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ.

hadise / hâdise

  • (Çoğulu: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.

hadşe

  • (Çoğulu: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.

hafe / hâfe

  • (Çoğulu: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı.
  • İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.

hafeş

  • (Çoğulu: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap.
  • Sel.

haffane

  • (Çoğulu: Haffân) Deve kuşu yavrusu.
  • Hizmet.
  • Maiyyet.

haffe

  • (Çoğulu: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.

hafhafa

  • (Çoğulu: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması.
  • Sırtlan sesi.

hafir

  • (Çoğulu: Havâfir) Davar tırnağı.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.

hafne

  • (Çoğulu: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.

haik

  • (Çoğulu: Hayyak) Çulha.

hakeme

  • (Çoğulu: Hakemât) Damak geminin halkası.

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hakle

  • (Çoğulu: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.

hakv

  • (Çoğulu: Ahkâ-Hukka) Fota. Don.
  • Böğür.

hala

  • (Çoğulu: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.

halbe

  • (Çoğulu: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.

halbes

  • (Çoğulu: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.

haleme

  • (Çoğulu: Halem-Halemât) Meme başı.
  • Büyük kene.
  • Bir ot cinsi.

halenc

  • (Çoğulu: Halânic) Ağaç, şecer.

halhal

  • (Çoğulu: Halâhil) Ulu, şerif kişi.

halib

  • (Çoğulu: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.)

halife

  • (Çoğulu: Hülef-Hulefât) Gebe deve.
  • (Çoğulu: Havâlif) Türklerin kıldan veya keçeden yaptıkları çadırların direği, çadır direği.
  • (Çoğulu: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede "kandıra" derler.)

halık

  • (Çoğulu: Huluk-Havâlık) Büyük dağ.
  • Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu.
  • Süt ile dolu olan koyun memesi.
  • Tıraş eden. Berber.

halika

  • (Çoğulu: Halayık) Tabiat, mahlukât.

haliye

  • (Çoğulu: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.

haliyye

  • Bağından boşanmış deve.
  • Yabancı bir yavru emziren deve.
  • Büyük gemi.
  • Arı kovanı.
  • Ahlâktan kinâyedir.
  • (Çoğulu: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.

haly

  • (Çoğulu: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.

ham'

  • (Çoğulu: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.

hamam

  • (Çoğulu: Hamâim) Güvercin kuşu.

hamime / hamîme

  • (Çoğulu: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.

hamiyet-mend

  • (Çoğulu: Hamiyyet-mendân) Hamiyetli. (Farsça)

hamke

  • (Çoğulu: Humuk) Bit.

hamme / hâmme

  • (Çoğulu: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu.
  • Kuyruk yağının kıkırdağı.
  • Kızdırmak mânasına mastar da olur.
  • (Çoğulu: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler.
  • Binek hayvanı.

hanak

  • (Çoğulu: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.

handan

  • Gülen, gülücü, mesrur. (Farsça)

hande / خنده

  • Gülme, gülüş. (Farsça)
  • Gülüş.
  • Gülüş. (Farsça)

hande-i gül

  • Gülün açması.

handefeşan

  • Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan. (Farsça)

handekar / handekâr

  • Gülen, tebessüm eden, gülücü. (Farsça)

handeriz

  • Gülüp duran, devamlı gülen. (Farsça)

haneş

  • (Çoğulu: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş.
  • Yılan.

hanfes

  • (Çoğulu: Hanâfis) Yellengen böceği.
  • Pislik yuvarlayan böcek.

hanif / hanîf

  • Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

hansir

  • (Çoğulu: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız.
  • Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.

hantem

  • (Çoğulu: Hanâtim) Kara bulut.
  • Desti.
  • İbrik.
  • Topraktan yapılan kap.

hanut

  • (Çoğulu: Havânit) Meyhane, içki içilen yer.
  • Dükkân.

harb

  • (Çoğulu: Hırbân) Toy kuşunun erkeği.
  • Yarmak.
  • "Delmek" mânasına mastar.

harce

  • (Çoğulu: Hurc-Haracât) Deve sürüsü.
  • Sık bitmiş ağaç.

harez

  • (Çoğulu: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz.

hareze

  • (Çoğulu: Harez-Harezât) Boncuk.

haribe / harîbe

  • (Çoğulu: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey.

harid

  • (Çoğulu: Harâid) Kız, evlenmemiş kız.
  • Delinmemiş inci.

harife

  • (Çoğulu: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı.

harik-zede / harîk-zede

  • (Çoğulu: Harikzedegân) Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse. (Farsça)

hariset / harîset

  • (Çoğulu: Harâyis) Zayıf deve.

harkafa

  • (Çoğulu: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı.

harkeket

  • (Çoğulu: Harâkîk) Uyluk başı.

harre

  • (Çoğulu: Hurer) Değirmenin buğday konulan deliği.
  • (Çoğulu: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer.

hars

  • (Çoğulu: Hırâs) Küp.

harşef

  • (Çoğulu: Harâşif) Kalkan balığı.
  • Balık pulu.
  • Enginar bitkisi.

haşa' / haşâ'

  • (Çoğulu: Ehşâ) Nefes tutukluğu.
  • Nefesin tutulması.
  • Nâhiye.
  • Kalb.

hasafe

  • (Çoğulu: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap.
  • Hurma yaprağı.

hasar

  • (Çoğulu: Hasâret) Ziyan, zarar.

hasasa

  • (Çoğulu: Hasâs) Fakirlik.
  • Hali yaramaz olmak.
  • Küçük delik.
  • İki kişinin arasındaki açıklık.

hasb

  • (Çoğulu: Havâsıb) Taş atmak.
  • Ufak taşları savuran rüzgâr.

hasba'

  • (Çoğulu: Hasubâ) Ufak taş.

haşebe

  • (Çoğulu: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga.

haşefe

  • (Çoğulu: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı.
  • Yaşlanmış kuru kadın.
  • Kuru hamur.
  • Yumuşak taş.

haseke

  • (Çoğulu: Husek) Kin tutmak, adavet etmek.
  • Demir dikeni denilen üç köşeli diken.
  • Demirden yapılan üç köşeli "bıtırak" denilen harp âletleri.

haşeme

  • (Çoğulu: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr.

hasid / hasîd

  • (Çoğulu: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.

hasif / hasîf

  • (Çoğulu: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu.
  • Yağmuru çok olan bulut.

hasile / hasîle

  • (Çoğulu: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan.

hasın

  • (Çoğulu: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın.

haşiyye

  • (Çoğulu: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek.
  • Nihalî adı verilen sofra altı.

hasle

  • (Çoğulu: Husul) Hurma koruğu.

hasret-zede

  • (Çoğulu: Hasret-zedegân) Hasrete düşmüş, hasrete uğramış. (Farsça)

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

hassa

  • (Çoğulu: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat.
  • Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.

hassas / حساس

  • Duygulu, içli.
  • Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse.
  • Duygulu, hassas. (Arapça)

hassasane

  • Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hassasiyet

  • Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.

haste

  • (Çoğulu: Hastegân) Rahatsız, hasta. (Farsça)

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

hasve

  • (Çoğulu: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme.

hatb

  • (Çoğulu: Hatub) Mühim iş.
  • İstemek.
  • Konuşmak.
  • Nidâ.

hateb

  • (Çoğulu: Ahtâb) Odun.
  • Koğuculuk.

haten

  • (Çoğulu: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi)
  • Araplar, damat mânasına kullanırlar.

hatene

  • (Çoğulu: Hatenât) Kaynana.

hatım

  • (Çoğulu: Havâtim) Yüzük.

hatita

  • (Çoğulu: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer.

hattiyye

  • (Çoğulu: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak.
  • Küçük ok.

hatun

  • (Çoğulu: Havâtın) Kadın. Hanım.
  • Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.

havai / havaî

  • (Çoğulu: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı.
  • Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.

havas

  • (Çoğulu: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.

havaze

  • (Çoğulu: Havâzât) Ziyafet.

havceb

  • (Çoğulu: Havâcib) Kırmızı gül.

havceme

  • (Çoğulu: Havâcim) Kırmızı gül.

havil

  • (Çoğulu: Huvel) Hizmetkâr.

haviyye

  • (Çoğulu: Havâyâ) Yağlı bağırsak.
  • Bağırsak.
  • Deve palanı.

havkale

  • (Çoğulu: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam.
  • Hızlı yürüme.

havmane

  • (Çoğulu: Havâmin) Çok sağlam yer.

havtek

  • (Çoğulu: Havâtik) Kısa boylu.

havz

  • (Çoğulu: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu.

hayal

  • (Çoğulu: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey.
  • Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.

hayd

  • (Çoğulu: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu.

hayfane

  • (Çoğulu: Hayfân) Alacalı çekirge.
  • Ayakları uzun olan at.

hayre

  • (Çoğulu: Hayrât) İyilik, kerem.
  • Her nesnenin iyisi.

hayşe

  • (Çoğulu: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.

hayye

  • (Çoğulu: Hayyât) Yılan.

hayyir

  • (Çoğulu: Ahyâr) Çok hayırlı.
  • Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.

hayz

  • (Çoğulu: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiye

hayzum

  • (Çoğulu: Hayazim) Göğüs tahtası.

hazefe

  • (Çoğulu: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.

hazeme

  • (Çoğulu: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi.

hazen

  • (Çoğulu: Hızân) Etin kokması.
  • Toplamak, cem'edip yığmak.
  • Gizlemek, saklamak.

hazık

  • (Çoğulu: Havâzik) Mesti dar olan.
  • Cânip, taraf.

hazve

  • (Çoğulu: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.

hazz

  • (Çoğulu: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur)
  • "Vurmak" mânâsına masdar.
  • Duvar üstüne direk koymak.

he'le

  • (Çoğulu: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer.

hebr

  • (Çoğulu: Hübur) Çukur yer.
  • Kesmek.
  • İki dağ arasında olan düz yer.
  • Etli, semiz olmak.

hebre

  • (Çoğulu: Heberât) Et parçası.

hecace

  • (Çoğulu: Hecâcât) Kurbağa.

hedi / hedî

  • (Çoğulu: Hevâdî) Mürşid.
  • Boyun.

hedm

  • (Çoğulu: Ehdâm) Eski elbiseler.

hedmele

  • (Çoğulu: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer.

hefve

  • (Çoğulu: Hefevât) Sürçme, ayak kayması.
  • Mc: Hata, yanılma. Zelle.

helle

  • (Çoğulu: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.

hem-dest

  • (Çoğulu: Hemdestân) Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. (Farsça)
  • Ortak, şerik. (Farsça)

hem-paye

  • (Çoğulu: Hempâyegân) Bir pâye ve rütbede olanların beheri. (Farsça)

hem-rah

  • (Çoğulu: Hem-râhân) Yol arkadaşı, yoldaş. (Farsça)

heşeme

  • (Çoğulu: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı.

heva

  • (Çoğulu: Ehviye) İki şeyin arasının uzaklığı.
  • Yer ile gök arası.
  • Yukarıdan aşağıya inmek.
  • Her bir boş, ıssız yer.

hevc

  • (Çoğulu: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak.
  • Rüzgârın sert esmesi.

hevdec

  • (Çoğulu: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.

heyneme

  • (Çoğulu: Heynem) Gizli ses.

heyşe

  • (Çoğulu: Heyşât) Husumet, hasımlık.
  • Çekişmek, nizâ etmek.

heytale

  • (Çoğulu: Heyâtıl) Helva kazanı.

hezb

  • (Çoğulu: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.

hezbe

  • (Çoğulu: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur.
  • Otu az olan yüksek tepe.

hezra

  • (Çoğulu: Hezrât) Vurmak.

hiba

  • (Çoğulu: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba.

hıbab

  • (Çoğulu: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet.

hibale

  • (Çoğulu: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ.
  • Kement, bağ.

hibbe

  • (Çoğulu: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra.

hibe

  • (Çoğulu: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hıbne

  • (Çoğulu: Hıben) Büyük çıban.

hibr

  • (Çoğulu: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi.
  • Salih âlim.
  • Sürur.
  • Ni'met.
  • Mürekkeb.
  • Eser, nişâne.

hıbre

  • (Çoğulu: Hıber-Hıberât) Yemeni, alaca renkli bez.

hibrir

  • (Çoğulu: Habârîr) Dağ çiçeği.

hıbve

  • (Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
  • Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
  • Bele takılan şey.

hicare

  • (Çoğulu: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık.
  • Taş.

hıcce

  • (Çoğulu: Hıcec) Bir kere haccetmek.
  • Sünnet.

hicv

  • (Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume.
  • Alay etmek.
  • Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek.

hicviyye

  • (Çoğulu: Hicviyyât) Hiciv tarzında yazılmış manzume.

hidace

  • (Çoğulu: Hadâic) Devenin sırtına yüklenen yük.

hidae

  • (Çoğulu: Hıdâ') Dölengeç kuşu.
  • Sarfetmek, harcamak.

hidbar

  • (Çoğulu: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve.

hidc

  • (Çoğulu: Ahdac-Huduc) Yük.
  • Deveye konulan mahfel.

hıfze

  • (Çoğulu: Hafâyiz) Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
  • Gayret etmek.

hıkb

  • (Çoğulu: Ahkâb) Uzun zaman, dehr.

hıkbe

  • (Çoğulu: Hıkeb) Yıl, sene.
  • Seksen yıl.

hıkk

  • (Çoğulu: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve.

hikke

  • (Çoğulu: Hikek) Kaşıntı.

hılaf

  • (Çoğulu: Ahlâf) Söğüt ağacı.
  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.

hilafgir

  • (Çoğulu: Hilâfgirân) Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan. (Farsça)

hılal

  • (Çoğulu: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.

hilf

  • (Çoğulu: Ahlâf) Sözleşme, söz verme.
  • Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.

hilhal

  • (Çoğulu: Helâhil) Hallacın bezi iyi dokuması.
  • Seyrek kalbur.

hillet

  • (Çoğulu: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık.
  • Kılınç gediği.
  • Nakışlı deri.
  • Ağızda bâki kalan dişler.
  • Dişler arasında kalan yemek artığı.

hıls

  • (Çoğulu: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek.
  • Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.

himale

  • (Çoğulu: Hamayil). Kılıç kayışı.

hımar

  • (Çoğulu: Hamir - Humur) Eşek.
  • (Çoğulu: Humr-Humur) Kadınların başlarına sardıkları bez.

hımare

  • (Çoğulu: Hamâyir) Ayak üstü.
  • Havuzun etrafına koydukları taş.
  • Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.

hımlak

  • (Çoğulu: Hamâlik) Gözün etrafı.

hinber

  • (Çoğulu: Henâbir) Eşek sıpası.

hıncer

  • (Çoğulu: Hanâcir) Hançer.

hındis

  • (Çoğulu: Hanâdis) Katı karanlık.

hınnus

  • (Çoğulu: Hanânis) Hınzır eniği.

hins

  • (Çoğulu: Ahnâs) Günah.
  • Yemin.
  • Ahdi bozmak.
  • Ağır yük.

hınzır

  • (Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
  • Pis ve katı kalbli kimse.

hınzire / hınzîre

  • (Çoğulu: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın.
  • Dişi domuz.

hınziz / hınzîz

  • (Çoğulu: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar.

hirbiz

  • (Çoğulu: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.

hirc

  • (Çoğulu: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk.
  • Günah.
  • Göz kamaşmak.

hıred-mend

  • (Çoğulu: Hıredmendân) Akıllı, anlayışlı. (Farsça)

hirfet

  • (Çoğulu: Hiref) Meslek, san'at.

hırnık

  • (Çoğulu: Harânik) Tavşan yavrusu.
  • Bir şâire kadın.

hırrik

  • (Çoğulu: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif.

hırrit

  • (Çoğulu: Harârit) Delil.
  • Hâzık.
  • Mâhir, maharetli.

hirta

  • (Çoğulu: Hırâ) Zayıf dişi koyun.

hiş / hîş

  • (Çoğulu: Hişân) Akraba. Aynı soydan olan. (Farsça)

hısa

  • (Çoğulu: Ahsâ) Sığır tersi.

hisa

  • (Çoğulu: Ahsâ) Kumlu yerde olan dibi yakın kuyu.

hisab

  • (Çoğulu: Hisâbât) Hesap, aritmetik.

hiskil

  • (Çoğulu: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.

hisl

  • (Çoğulu: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu.

hıss

  • (Çoğulu: Hısas) Nasip, hisse.

hissi / hissî / حسى

  • Duygulu. (Arapça)

hissiyet

  • Duygululuk, hissîlik.

hısve

  • (Çoğulu: Haseyât) İki avuç dolusu.
  • Azeryun otu.

hıtam

  • (Çoğulu: Hutum) Dizgin, yular.

hıtr

  • (Çoğulu: Ahtâr) Boya otu.
  • Çok miktar deve.
  • Suyu çok olan süt.

hıtta

  • Günahlardan istiğfar etmek.
  • Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak.
  • (Çoğulu: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.

hıva'

  • (Çoğulu: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler.
  • Kaplayıp, toplayıcı olan.

hıvan

  • (Çoğulu: Huvn) Sofra.

hıyar

  • Hayırlılar.
  • (Çoğulu: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.

hizame

  • (Çoğulu: Hazâyim) Yular burunluğu.

hizba

  • (Çoğulu: Hazâbî) Engebeli arazi, ârızalı toprak.

hizber

  • (Hizebr) (Çoğulu: Hezâbir) Aslan, gazanfer. (Farsça)
  • Mc: Cesur, yiğit, kahraman, yürekli adam. (Farsça)

hızc

  • (Çoğulu: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su.
  • Ateş yakmak.

hızecr

  • (Çoğulu: Hazâcir) Karnı büyük kişi.

hizfer

  • (Çoğulu: Hazâfır) Taraf. Nâhiye.

hizriyye

  • (Çoğulu: Hızari) Sağlam, sert yer.

hoşayende

  • (Çoğulu: Hoşâyendegân) Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen. (Farsça)

hoşnişin

  • (Çoğulu: Hoş-nişinân) Göçebe. (Farsça)
  • Rahat yerleşmiş. (Farsça)

huba'sen

  • (Çoğulu: Huba'senât) Yoğun ve katı nesne.

hubak

  • (Çoğulu: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler.

hubara

  • (Çoğulu: Hubârât) Toy kuşu.

hübaşe

  • (Çoğulu: Hübâşât) Kesbetmek, kazanmak, çalışmak.

hubeyb

  • (Hubeybe) (Çoğulu: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.

hubruy

  • (Çoğulu: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.

hübu'

  • (Çoğulu: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu.
  • Devenin boynunu uzatarak yürümesi.

hücr

  • (Çoğulu: Hevacir) Fuhş, hezeyan, kötü sözler.

hücre

  • (Çoğulu: Hucer-Hucerât) Deve ağılı.
  • Duvar çevrilmiş yer.

hucze

  • (Çoğulu: Hucez) Kuşak yeri.
  • Ateşli odun parçası.

hüdb

  • (Çoğulu: Ehdâb) Kirpik.
  • Mendil.
  • Testere çevresinde olan saçak.

hüdbe

  • (Çoğulu: Hüdeb) Hamle yapmak.

hüdüb

  • (Çoğulu: Ehdâb) Sarık.
  • Kirpik, müjgân.
  • Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez.
  • Minder kenarında olan püskül.

hufne

  • (Çoğulu: Hufün) Çukur.

hufte

  • (Çoğulu: Huftegân) Yatmış, uyumuş.

huh

  • (Çoğulu: Huvhât) Şeftali.
  • Duvardaki ışık girecek delik.

hukb

  • (Çoğulu: Ahkâb) Seksen yıl.

hukk

  • (Çoğulu: Hukuk-Hıkâk) Hokka.

hukka

  • (Çoğulu: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.

hulave

  • (Çoğulu: Halâvi) Kafanın ortası.

hulbe

  • (Çoğulu: Huleb) Liften yapılan urgan.

huleyme

  • (Çoğulu: Huleymât) Memecik.
  • Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.

hülhül

  • (Çoğulu: Helâhil) Öldürücü zehir.

huliyy

  • (Çoğulu: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.

hulle

  • (Çoğulu: Hılâl) Dostluk.

hullet

  • (Çoğulu: Hulel) İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet.

huluka

  • (Çoğulu: Ahlâk-Halkân) Eski olmak.

hulüm

  • (Çoğulu: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.)
  • İhtilam olmak.
  • Akıl.

humeme

  • (Çoğulu: Humem) Kömür.
  • Kara kül.
  • Her ateşte yanan nesne.

hümma

  • (Çoğulu: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret.
  • Nöbetli hastalık.
  • Sıtma.

hummere

  • (Çoğulu: Hummer) Kaya kuşu denilen başı kızılca serçe gibi bir kuş.

hummisa

  • (Çoğulu: Hummis) Nohut.

humre

  • (Çoğulu: Humur) Küçük seccade.
  • Namaz kılacak yer.
  • Küçük hasır parçası.
  • Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.

hunak

  • (Çoğulu: Havânik) Boğazda olan şiş.

huncur

  • (Çoğulu: Hanâcir) Sütlü deve.

hunefa'

  • "Hanif"in çoğulu. Allah'ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar.

hunnes-künnes

  • Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Züh

hunzüb

  • (Çoğulu: Hanâzıb) Erkek çekirge.

hur'

  • (Çoğulu: Hurü') Kuş tersi, necis.

hurbe

  • (Çoğulu: Hureb) Kalça kemiğinin deliği.
  • Her yuvarlak delik.

huri

  • (Ahver ve Havrâ kelimelerinin çoğulu) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları.

hurre

  • (Çoğulu: Harâyir) İyi.
  • Câriye olmayan kadın.

hurs

  • (Çoğulu: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka.
  • Kulağa taktıkları küçük halka.

hurşun

  • (Çoğulu: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)

hurt

  • (Çoğulu: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği.

hurtum

  • (Çoğulu: Harâtim) Burun.
  • şarap.

hurze

  • (Çoğulu: Hurez) Dikiş.

husm

  • (Çoğulu: Ahsam) Çuval ve heybe bucağı.

huşmend

  • (Çoğulu: Huşmendân) Akıllı, aklı başında. (Farsça)

huss

  • (Çoğulu: Husas) Kamıştan yapılmış ev.

huşş

  • (Çoğulu: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet.
  • Necâset mahreci.

huşuf

  • (Çoğulu: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı.
  • Geceleyin yola giden deve.

hutae

  • (Çoğulu: Hatâit) Kısa boylu kimse.

hutaf

  • (Çoğulu: Hatâtif) Demir çengel.
  • Makaranın iki tarafında olan eğri demir.

huttaf

  • (Çoğulu: Hatâtîf) Kırlangıç kuşu.

huvar

  • (Çoğulu: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa "fasil" derler.)

huvase

  • (Çoğulu: Huvâsât) Karışık cemaat.

huveysal

  • (Çoğulu: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.

hüvve

  • (Çoğulu: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer.

huza'bil / huza'bîl

  • (Çoğulu: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler.

hüzlul

  • (Çoğulu: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe.
  • Hafif adam.

huzne

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlam ve sert olan.

huzruf

  • (Çoğulu: Hazârif) Fırıldak.
  • Değirmen çarkının birisi.
  • Pervâne.

huzunet

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.

huzuz

  • (Çoğulu: Hızzân) Erkek tavşan.

huzye

  • (Çoğulu: Huzâyât) Küçük ok.

ıbb

  • (Çoğulu: E'bâ) Yük dengi, ağır yük.

ibn-i ırs

  • (Çoğulu: Benât-ı ırs) Gelincik dedikleri küçük hayvan.

ibrik

  • (Çoğulu: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı.
  • Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar.
  • İyi ve parlak kılıç.

ibşar

  • (Büşr. den) (Çoğulu: İbşarât) Müjdeleme, tebşir etme, sevinçli bir haber bildirme.

ibtisam

  • Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek.

icane

  • (Çoğulu: Ecanin) Hamam taşı.
  • İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap.

iccar

  • (Çoğulu: Ecâcir) Dam, çatı.

icl

  • (Çoğulu: İcâl) Boyun ağrısı.
  • Sığır sürüsü.

iclet

  • (Çoğulu: Ucul) Dişi buzağı.
  • Bir cins ot.
  • Kırba.

içli

  • t. İçi dolu.
  • Çabuk müteessir olan, hassas duygulu.
  • Kin tutan, haset eden.

idave

  • (Çoğulu: Edâvâ) Deriden yapılmış su kabı. Asker matarası.

ıdd

  • (Çoğulu: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su.
  • Çokluk, kesret.

ıdk

  • (Çoğulu: Adâk-Uduk) Hurma salkımı.

ıdmame

  • (Çoğulu: Ezâmim) Cemaat, topluluk.

ıdve

  • (Çoğulu: Udât) Yüksek yer.
  • Dere kenarı.

ıfdac

  • (Çoğulu: Ufâzic) Semiz, besili hayvan.
  • Yumuşak nesne.

ifşa

  • (Çoğulu: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.

igfal

  • (Çoğulu: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek.
  • Gaflette bırakmak.
  • Kandırmak. Aldatmak.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ihsandide

  • (Çoğulu: İhsandidegân) İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar. (Farsça)

ihticac

  • (Çoğulu: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek.

ihtilal

  • (Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık.
  • Şerre çalışmak, düzensizlik.

ihtilas

  • (Çoğulu: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık.
  • Usulca ve elçabukluğu ile aşırma.
  • Bir çeşit ok atma tavrı.

ihtirai / ihtiraî

  • (Çoğulu: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı.

ıklid / ıklîd

  • (Çoğulu: Akalîd) Anahtar, miftah.

iktirah

  • (Çoğulu: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme.

ılat

  • (Çoğulu: Alât) Devenin boynuna takılan ip.

ilave

  • (Çoğulu: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam.
  • Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil.
  • Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı.
  • İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey.

ılba'

  • (Çoğulu: Alâbâ) Boyun siniri.

ılc

  • (Çoğulu: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan.
  • Yabani eşek.
  • Acem küffarından bir erkeğin adı.

ılk

  • (Çoğulu: Alâk) Kurumak.
  • şarap, hamr.
  • Her nesnenin iyisi.

ınan

  • (Çoğulu: Aınne) Atın dizgini.

incaz

  • (Çoğulu: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma.

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

insihak

  • Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak.

inzar

  • (Çoğulu: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek.

ırv

  • (Çoğulu: Arâ) Cemaat, topluluk.

ısabe

  • (Çoğulu: Asâib) Cemaat, topluluk.
  • Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı.
  • Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.

isbi'

  • (Çoğulu: Esâbi) Parmak.
  • Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri.

ışir

  • (Çoğulu: Aşâr) Çanak çömlek parçaları.

istar

  • Yüzletme, astar çekme.
  • (Çoğulu: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü.
  • Dört tane.
  • Dört veya dört buçuk miskal.

istihza

  • Alay etmek, birisi ile eğlenmek.
  • Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.

istikşaf

  • (Çoğulu: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma.
  • Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.

istıtla'

  • (Çoğulu: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme.

ıtar

  • (Çoğulu: Utur) Dudak kenarı.
  • Elin kasnağı.
  • Diğerlerini ihâta eden nesne.

itave

  • (Çoğulu: Etâvâ) Rüşvet verme.

ıtl

  • (Çoğulu: Atâl) Böğür.

ivezze

  • (Çoğulu: İvezz) Kaz. Ördek.
  • Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan.

ız

  • (Çoğulu: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam.
  • Dikenli ağaçların küçüğü.

ızahet

  • (Çoğulu: Izât) Dikenli büyük ağaç.
  • Yalan, sihir, bühtan.

ızat

  • (Çoğulu: Izât) Nasihat, öğüt.

ızk

  • (Çoğulu: Azâk) Hurma salkımı.

ızmame

  • (Çoğulu: Ezâmim) Cemaat, topluluk.

ka'

  • (Çoğulu: Akva') Düz yer.

ka'b

  • (Çoğulu: Kıâb) Ağaç çanak.

ka'f

  • (Çoğulu: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak.
  • Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek.
  • Kap içindeki suyun tamamını içmek.
  • Koparmak.

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

ka's

  • (Çoğulu: Kiâs) Parmak kemiği.

ka'ş

  • (Çoğulu: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek.
  • Cem etmek, toplamak.
  • Kadınların bindiği merkep.

kaba'

  • (Çoğulu: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.

kaba'ser

  • (Çoğulu: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu.
  • Deniz canavarlarından bir canavar.

kabce

  • (Çoğulu: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.

kabele

  • (Çoğulu: Kıbel) Göz boncuğu.

kabiha

  • (Çoğulu: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.

kadib / kadîb

  • (Çoğulu: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk.
  • Erkeklik âleti.

kadum

  • (Çoğulu: Kudm) Keser.
  • Şam yakınında bir köyün adı.

kafa

  • (Çoğulu: Akfâ) Baş. Kafa.
  • Ense, arka.
  • Akıl, zekâ, anlayış.

kafiz

  • (Çoğulu: Kufzân-Akfize) Ölçek.

kafzea

  • (Çoğulu: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.

kahde

  • (Çoğulu: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.

kahraman

  • (Çoğulu: Kahramanan) Yiğit, cesur, bahadır. (Farsça)
  • Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. (Farsça)
  • İş buyuran, hüküm sâhibi. (Farsça)

kaib

  • (Çoğulu: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.

kaid / kaîd

  • (Çoğulu: Kavayid) Çekirge.
  • Ulu, yüce kişi.

kaıle

  • (Çoğulu: Kavâil) Dağ başı.

kakuze

  • (Çoğulu: Kavâkiz) Boş maşrapa.

kalansuve

  • (Çoğulu: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk.

kaleb

  • (Çoğulu: Kavâlib) Kalıp.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kalet

  • (Çoğulu: Kılât) Helâk olmak.
  • Dağlarda, içinde su biriken çukur.
  • Göz çukuru.
  • Baş parmağın dibinde olan çukur.

kalus

  • (Çoğulu: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve.
  • Yüksek.
  • Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

kam-perver / kâm-perver

  • (Çoğulu: Kâmperverân) Emel besleyici.

kame

  • (Çoğulu: Kumme) Başını sudan kaldıran davar.

kamea

  • (Çoğulu: Kamâ) Büyük gök sinek.
  • Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.

kamil / kâmil

  • (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
  • Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır.
  • Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse.
  • Âlim, bilgin kişi.
  • Bir aruz kalıbı ismi.

kamkam

  • (Çoğulu: Kumâkım) Ulu, şerif kimse.
  • İyi, keskin kılıç.
  • Büyük deniz.
  • Çok adet.
  • Saç dibine düşen yavşak.
  • Küçük kene.

kamkame

  • (Çoğulu: Kamkâm) Büyük, derin deniz.

kanah

  • (Çoğulu: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu.
  • Kendir ağacı.

kanat

  • (Çoğulu: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu.
  • Sopa, mızrak.

kanisa

  • (Çoğulu: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.

kanun

  • (Çoğulu: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar.
  • Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.

kar

  • (Çoğulu: Kur-Kirân) Zift, kara boya.
  • Deve. Dağ keçisi.
  • Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek.
  • Küçük tepe.
  • Kara taşlı yer.
  • Kara büyük taş.

kar'

  • (Çoğulu: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak.
  • Okumak, kıraat.

kar-azmayi / kâr-âzmayî

  • Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş. (Farsça)

kar-azmude / kâr-azmude

  • Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş. (Farsça)

kara

  • (Çoğulu: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı.
  • Su ile karışmış süt.
  • (Çoğulu: Ekrâ) Arka.

karah

  • (Çoğulu: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.

karazma / kârazma

  • Görgülü, tecrübeli. (Farsça)

karbus

  • (Çoğulu: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı.
  • Saç.

kardide / kârdide

  • (Çoğulu: Kâr-didegân) Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü. (Farsça)

kare

  • (Çoğulu: Kâr-Kur) Dişi ayı.
  • Meşe.
  • Yüksek yer.
  • Kabile ismi.

karen

  • (Çoğulu: Akrân) Ok mahfazası.
  • Kılıç.
  • Ok.
  • İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve.
  • Çatık kaşlı olmak.
  • "Yakınlık" mânâsına mastar.
  • Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.

karha

  • (Çoğulu: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser.

karib

  • (Çoğulu: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı.

karie

  • (Çoğulu: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.

karih

  • (Çoğulu: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan.
  • Dişleri tam olan davar.

karikatür

  • Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi.
  • Kaba, âdi ve mizahi resim.

karısa

  • (Çoğulu: Kavâris) İncitici söz.

kariye

  • (Çoğulu: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş.
  • Süngü demirinin keskin yeri.
  • Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.

karkal

  • (Çoğulu: Karâkıl) Kadın gömleği.
  • Yeleksiz elbise.

karkar

  • (Çoğulu: Karâkır) Düz açık yer.

karm

  • (Çoğulu: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.

karra'

  • (Çoğulu: Karrâun) Güzel okuyan.

kartak

  • (Çoğulu: Karâtit) Kadife.
  • Terlik.
  • Etekli kaftan.

karure

  • (Çoğulu: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı.
  • Şişe.

kas'a

  • (Çoğulu: Kısâ') Çanak, kâse.
  • Yemek kabı.

kasaba

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.

kasara

  • (Çoğulu: Kasr-Kasarât) Boyun kökü.
  • Yoğun ağaç.
  • Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.

kasfe

  • (Çoğulu: Kasf-Kasefât) Deve sesi.
  • Merdiven ayağı.
  • Bir parça kum yığını.

kasib

  • (Çoğulu: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.

kaşib

  • (Çoğulu: Kuşbâ) Yeni veya eski.

kasid

  • (Çoğulu: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden.
  • Haberci, postacı.

kaside

  • (Çoğulu: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume.

kasime / kasîme

  • (Çoğulu: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.

kasisa

  • (Çoğulu: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve.
  • Bir ot.

kastar

  • (Çoğulu: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse.
  • Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.

kaşur

  • (Çoğulu: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni.

katade

  • (Çoğulu: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni.

katea

  • (Çoğulu: Kutâ) Güve.
  • Ağaç kurdu.

kateb

  • (Çoğulu: Aktâb) Deve palanı.

kated

  • (Çoğulu: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.

kati'

  • (Çoğulu: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı.
  • Deve ve koyun sürüleri.

katia

  • (Çoğulu: Katâi') Kesme, kat etme.
  • Kırılma.
  • Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme.
  • Vergi.
  • Arazi.

katife

  • (Çoğulu: Katâif) Kadife.

katın

  • (Çoğulu: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı.

katl

  • (Çoğulu: Mekâtıl) Kesmek.

katmer

  • t. Bir şeyin kat kat olması.
  • Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.)

kav'

  • (Çoğulu: Akvâ) Erkek dişiye aşmak.
  • Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.

kavda

  • (Çoğulu: Kud) Uzun boyunlu kadın.
  • Alt dişlerin uzun başlısı.

kavnes

  • (Çoğulu: Kavânis) Atın iki kulağı arası.
  • Başa giyilen miğferin tepesi.

kavt

  • (Çoğulu: Akvât) Koyun sürüsü.

kavz

  • (Çoğulu: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi.
  • Düşmek.
  • Bağlamak.

kay'am

  • (Çoğulu: Kayâım) Kedi.

kayh

  • (Çoğulu: Kuyuh) İrin.

kayıd

  • (Çoğulu: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken.
  • Çavuş.
  • Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun.

kayısa

  • (Çoğulu: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.

kayl

  • (Çoğulu: Akyâl) Ulu şerif kimse.
  • Öğle vakti şarap içmek.

kayn

  • (Çoğulu: Kuyun) Demirci, haddad,
  • Kul, köle.

kayseri / kayserî

  • (Çoğulu: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh.
  • Büyük deve.

kaytun

  • (Çoğulu: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.

kazal

  • (Çoğulu: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.

kazbe

  • (Çoğulu: Kuzub) Yonca otu.

kazf

  • (Çoğulu: Kızâf) İncelik, zayıflık.

kazıb

  • (Çoğulu: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen.

kazib

  • (Çoğulu: Kuzıbân) Ağaç dalı.

kazim

  • (Çoğulu: Kazmân-Kazam) Gümüş.
  • Yazı yazmada kullanılan beyaz deri.
  • Davara verdikleri arpa.

kazıme / kâzıme

  • (Çoğulu: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu.
  • Büyük şehir.

kazure

  • (Çoğulu: Kazurât) Pislik.
  • Mezbele, süprüntülük.

kazze

  • (Çoğulu: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp.
  • Göze düşen çöp.
  • Gözün çapağı.

kebş

  • (Çoğulu: Kibâş) Erkek koyun. Koç.

keffaret / keffâret

  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş

keffe

  • (Çoğulu: Kifef) Terazi kefesi.
  • Her yuvarlak cisim.
  • (Çoğulu: Ükef) El ayası.

kefr

  • (Çoğulu: Küfur) Örtme, sarma,
  • Köy, karye.

kelb

  • (Çoğulu: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it.
  • Meşhur bir yıldız.
  • İki adım arasına koyarak dikilen kayış.
  • Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel.
  • Şiddet.
  • Hırs.

kelde

  • (Çoğulu: Külud) Bir parça kaba yer.

keleb

  • (Çoğulu: Kelâlib) İt sürüsü.
  • İncitip eza etmek.

kelkel

  • (Çoğulu: Kelâkil) Göğüs, sadr.

kell

  • (Çoğulu: Külul) Ağırlık.
  • Yorgunluk.
  • Ufak taneli yağmur.
  • Yetim.
  • Semizlik, besililik.
  • Cibinlik dedikleri ince örtü.

kellub

  • (Çoğulu: Kelâlib) Kerpeten.
  • Çengel.

kelm

  • (Çoğulu: Külum-Kilâm) Cerâhat.

kemi / kemî

  • (Çoğulu: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.

kemin

  • (Çoğulu: Kemâin) Pusuya saklanmış adam.
  • Pusu.
  • Belirsiz. Gizli yer.

ken'

  • (Çoğulu: Kün'ân) Tilki eniği.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yakın olmak.
  • Mülâyemet.
  • Alçaklık yapmak.
  • Firar, kaçmak.

ken'ad

  • (Çoğulu: Kenâıd) Balık kılçığı.

kenane

  • (Çoğulu: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.

kenef

  • (Çoğulu: Eknâf) Yön, taraf.
  • Sığınılacak yer. Korunulacak mekân.
  • Tuvâlet, helâ, ayakyolu.

kenif

  • (Çoğulu: Künüf) Hıfzedici, koruyan.
  • Örtücü.
  • Kalkan.
  • Deve ağılı.
  • Ayakyolu, tuvalet.

kenisa

  • (Kenise) (Çoğulu: Kenâis) Kilise.

kenne

  • (Çoğulu: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.

kenni / kennî

  • (Çoğulu: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.

ker'

  • (Çoğulu: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek.
  • Yağmur suyu.
  • (Kız) erkek istemek.

kerb

  • (Çoğulu: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak.
  • Dar etmek.
  • Yakın olmak.
  • Gam, tasa, keder, endişe.

kerebe

  • (Çoğulu: Kirâb) Suyun aktığı yer.

keribe

  • (Çoğulu: Kerâyib) Katı, sert.

kerihe

  • (Çoğulu: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey.

keriş

  • (Çoğulu: Küruş) İşkembe.

kerm

  • (Çoğulu: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.

kernaf

  • (Çoğulu: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)

kernafe

  • (Çoğulu: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.

kervan

  • (Çoğulu: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.

keşih

  • (Çoğulu: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak.
  • Böğür.
  • Cânip, taraf.

kesil

  • (Çoğulu: Küsâlâ) Tenbel kimse.

kesir

  • (Çoğulu: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.

kesm

  • (Çoğulu: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak.
  • Çok miktar atlar.

keşr

  • Gülünce dişlerin görünmesi.

kesra

  • (Çoğulu: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı.

keter

  • (Çoğulu: Ektâr) Kadr, mertebe, derece.

ketif

  • (Kitf-Ketef) (Çoğulu: Ektâf) Omuz.
  • Kürek kemiği, omuz küreği.

kevden

  • (Çoğulu: Kevâdân) Semerli at.
  • Akılsız, ahmak, düşüncesiz.

kevs

  • (Çoğulu: Ekvâs) Pabuç.

kezame

  • (Çoğulu: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar).
  • Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.

kibarane

  • Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette. (Farsça)

kıbbe

  • (Çoğulu: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.

kıbti / kıbtî

  • (Çoğulu: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene.
  • Çingene ile alâkalı.

kıdr

  • (Çoğulu: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.

kiffe

  • (Çoğulu: Kifef) Ağ. Tuzak.
  • Terazi kefesi.
  • Her yuvarlak nesne.

kift

  • (Çoğulu: Kifât) Küçük çömlek.
  • Çuval ve buna benzer kap.

kih

  • (Çoğulu: Kihân) Küçük, sagir. (Farsça)

kıhf

  • (Çoğulu: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.

kıl'

  • (Çoğulu: Kılâ) Gemi kanadı.
  • Eyerde oturmayan kimse.

kile

  • (Çoğulu: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.

kilece

  • (Çoğulu: Kilecât-Keyalic) Arpa.
  • Kile, mikyal.

kıls

  • (Çoğulu: Kulus) İftira etmek.
  • Atmak.
  • Liften yapılmış kalın ip.
  • Kusmak.
  • Kap dolup dökülmek.

kımme

  • (Çoğulu: Kumem) Boy, kamet.
  • Beden.
  • Başın tepesi.
  • Dağ tepesi.
  • Her şeyin yükseği.
  • İnsan cemaati, topluluk.

kinan

  • (Çoğulu: Eknan-Ekinne) Perde, örtü.

kinane

  • (Çoğulu: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.

kinas

  • (Çoğulu: Künüs) Geyik yatağı.

kınn

  • (Çoğulu: Aknân-Akınne) Köle.

kinn

  • (Çoğulu: Eknân) Perde, örtü.

kınne

  • (Çoğulu: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması.
  • Dâne çadırı dedikleri ot.
  • Bir nevi devâ.

kıntar

  • (Çoğulu: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar.
  • Çok mal.
  • Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.

kıran

  • (Çoğulu: Kırânât) Yakınlık, mukarenet.
  • Ayrı iki şeyin birleşmesi.
  • İki gezegenin bir burçta bulunması.

kırba

  • (Çoğulu: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı.
  • Tıb: Çocuklarda karın şişmesi.
  • Süt tulumuna da kırba denir.
  • 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.

kirbal

  • (Çoğulu: Kerâbil) Hallaç yayı.
  • Kalbur.

kirbas

  • (Çoğulu: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez.

kirdide

  • (Çoğulu: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma.
  • Sepet dibinde geri kalan hurma.

kirkire

  • (Çoğulu: Kerâkir) Şecaat.
  • Deve göğsü.

kırm

  • (Çoğulu: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi.

kırmid / kırmîd

  • (Çoğulu: Karâmid) Pişmiş kiremit.

kırmil

  • (Çoğulu: Karâmil) Azgın devenin yavrusu.
  • İki hörgüçlü deve.

kirs

  • (Çoğulu: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı.
  • Bir araya getirilmiş beytler.
  • Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.

kırtale

  • (Çoğulu: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.

kırtas

  • (Çoğulu: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife.
  • Kâğıtçı.

kırzab

  • (Çoğulu: Karâzıbe) Keskin kılıç.
  • Hırsız.

kirzim

  • (Çoğulu: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse.
  • Büyük balta.

kırzin / kırzîn

  • (Çoğulu: Kerâzin) Büyük balta.

kis

  • (Çoğulu: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi.
  • Rahimde döl yatağı.
  • Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.

kışa'

  • (Çoğulu: Kuşu) Hamam süprüntüsü.
  • Kuru deri.
  • Deriden olan ev.

kısde

  • (Çoğulu: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.

kisfe

  • (Çoğulu: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.

kisre

  • (Çoğulu: Kiser) Ekmek parçası.
  • Parçalanmış olan şeyin bir parçası.

kıt'

  • (Çoğulu: Aktâ-Aktu) Deve palası.
  • Yük üstüne örttükleri palas.
  • Gecenin bir miktarı.
  • Yassı ve büyük olan ok temreni.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kıtar

  • (Çoğulu: Kutur-Kuturât) Deve katarı.

kıtb

  • (Çoğulu: Aktâb) Bağırsak.

kıtl

  • (Çoğulu: Aktâl) Düşman, adüvv.
  • Misil, benzer, eş.

kıtt

  • (Çoğulu: Kutut) Nasib, hisse.
  • Kitab ve kâğıt.
  • Erkek kedi.

kıyemi / kıyemî

  • (Çoğulu: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey.

komedi

  • yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri.
  • Uydurma, yapmacık hareket veya söz.
  • Gülünecek hareketler.

küayt

  • (Çoğulu: Ki'tân) Bülbül.

kübbe

  • (Çoğulu: Kübb) At sürüsü.
  • İplik yumağı.

kubbere

  • (Çoğulu: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş.
  • Bacaksız, kısa boylu kimse.

kubtiyye

  • (Çoğulu: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.

kubza

  • (Çoğulu: Kubzât) Bir tutam nesne.

kudek

  • (Çoğulu: Kudegân) Çocuk, sabi. (Farsça)

kuffe

  • (Çoğulu: Kıfâf) Pamuk sepeti.
  • İçine kumaş konan nesne.
  • Yüksek yer.
  • Kurumuş.
  • Çürük ağaç.

küffe

  • (Çoğulu: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.

kufl

  • (Çoğulu: Akfâl) Kilit, sürgü.

kul'at

  • (Çoğulu: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.

kule

  • (Çoğulu: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.

kullab

  • (Çoğulu: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.

küllab

  • (Çoğulu: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir.

kulle

  • (Çoğulu: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve.
  • Kule.
  • Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.

külse

  • (Çoğulu: Ekles) Kireç renginde olmak.

külve

  • (Çoğulu: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri.
  • Tirşe dedikleri kayış.

kumame

  • (Çoğulu: Kumâm) Cemaat, topluluk.
  • Süprüntü.

kumkuma

  • (Çoğulu: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi.
  • Bakır şişe, bakır ibrik.

kümm

  • (Çoğulu: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni.

kummele

  • (Çoğulu: Kummel) Kene cinsinden bir böcek.

kumri / kumrî

  • (Çoğulu: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler.

kümserat

  • (Çoğulu: Kümsereyât) Armut.

kümter

  • (Çoğulu: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam.
  • Yabani eşek. Vahşi hımar.

kunais

  • (Çoğulu: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.

kunbua

  • (Çoğulu: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)

kunbul

  • (Çoğulu: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan.
  • 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse.
  • At.
  • Bomba.

kunbura

  • (Çoğulu: Kanâbir) Çökük kuşu.

kunbuza

  • (Çoğulu: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)

kündür

  • (Çoğulu: Kenadir) "Günlük" denilen nesne.
  • Şişman ve kısa boylu kimse.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.
  • Büyük çuval.

kunfuz

  • (Çoğulu: Kanâfiz) Kirpi.
  • Fare.
  • Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri.
  • Otları dolaşık yer.

künnaşe

  • (Çoğulu: Künnâşât) Kök.

kunnebit

  • (Çoğulu: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.

kunnet

  • (Çoğulu: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.

kunv

  • (Çoğulu: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.

kunzua

  • (Çoğulu: Kanâzı') Çakıl taşı.
  • Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.

kur / kûr

  • (Çoğulu: Kûrân) Kör, âmâ. (Farsça)

küra'

  • (Çoğulu: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı.
  • Koyun ve sığır baldırı.

kurad

  • (Çoğulu: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek.

kürde

  • (Çoğulu: Kürüd) Sürülmüş tarla.

kürdevs

  • (Çoğulu: Kerâdis) Kemik başı.
  • At sürüsü.

küreyve

  • (Çoğulu: Küreyvât) Küçük yuvarlak.

kurha

  • (Çoğulu: Kuruh) Silâh yarası.
  • Çıban.

kurhane

  • (Çoğulu: Kurhân) Bir cins mantar.

kürki / kürkî

  • (Çoğulu: Kürâki) Turna kuşu.

kurmus

  • (Çoğulu: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.

kürr

  • (Çoğulu: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem.
  • Ölçek.

kurrasa

  • (Çoğulu: Kırâs) Papatya çiçeği.

kürrase

  • (Çoğulu: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.

kürsüf

  • (Çoğulu: Kerâsif) Pamuk.

kurt

  • (Çoğulu: Kırta-Kırat) Küpe.

kurtum

  • (Çoğulu: Karâtım) Usfur otunun tohumu.

kürz

  • (Çoğulu: Karaze) Çan.
  • Dağarcık, torba.

kuş'am

  • (Çoğulu: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse.
  • Belâ.
  • Arslan.
  • Sırtlan.
  • Örümcek.
  • Karınca yuvası.

kusb

  • (Çoğulu: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.

kusbe

  • (Çoğulu: Kuseb) Göden bağırsak.

kuskus

  • (Çoğulu: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.

kussabe

  • (Çoğulu: Kısâb) Kamış boğumu.
  • Düdük.

küşte

  • (Çoğulu: Küştegân) Öldürülmüş, maktul. (Farsça)

küstic

  • (Çoğulu: Kesticât) Mecusiler kuşağı.

kuta'

  • (Çoğulu: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri.
  • Bağırtlak kuşu.

küta'

  • (Çoğulu: Küt'ân) Tilki eniği.
  • Kötü adam.
  • Tamamlanmak, toplanmak.

kütfane

  • (Çoğulu: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.

kutn

  • (Çoğulu: Aktân) Pamuk.

küvb

  • (Çoğulu: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp.

küvh

  • (Çoğulu: Ekvâh) Penceresiz ev.

küvr

  • (Çoğulu: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı.
  • İz.
  • Ateş yakacak yer.
  • Arı kovanı.

küvre

  • (Çoğulu: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer.
  • Düz nâhiye.
  • şehir.

küvvare

  • (Çoğulu: Küvvârât) Arı kovanı.

küvve

  • (Çoğulu: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere.

küvz

  • (Çoğulu: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak.

kuzfe

  • (Çoğulu: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.

kuzha

  • (Çoğulu: Kuzeh) Yol, tarik.

kuzze

  • (Çoğulu: Kuzze) Ok yeleği.
  • Pire, bürgus.

la'c

  • (Çoğulu: Levâıc) Halecan etmek.
  • Acı vermek, elem vermek.
  • Yakmak.
  • Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lahd

  • (Çoğulu: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar.
  • Eğilmek.
  • Bir tarafına meyilli olan çukur.

lahike

  • (Çoğulu: Levâhik) Gr: Ek, ilâve.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

laic

  • (Çoğulu: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse.

laime / lâime

  • (Çoğulu: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama.

laka'

  • (Çoğulu: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne.

lakıh / lâkıh

  • (Çoğulu: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr.
  • Yağmur yağdıran rüzgâr.
  • Karnında yavrusu olan hamile deve.

laklak

  • (Çoğulu: Lekâlik) Leylek.

lasıb

  • (Çoğulu: Levâsıb) Yapışkan.
  • Dar ve derin kuyu.

lass

  • (Çoğulu: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.

latime / latîme

  • (Çoğulu: Letâyim) Misk.
  • Güzel kokular konulan kap.
  • Attarlar pazarı.
  • Güzel kokulu nesneleri götüren deve.

latt

  • (Çoğulu: Litât) Gerdanlık.
  • Lâzım olmak.
  • İnkâr etmek.
  • Sarkıtmak.
  • Örtmek.

lebeb

  • (Çoğulu: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer.
  • Atın göğsüne yapılan sinebend.
  • Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne.
  • Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.

lebine

  • (Çoğulu: Lebin) Kerpiç.

lebteşne

  • (Çoğulu: Lebteşnegân) Susamış. (Farsça)

lecebe

  • (Çoğulu: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar.

ledn

  • (Çoğulu: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı.

ledüd

  • (Çoğulu: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç.
  • Çok husumet, şiddetli düşmanlık.

lefz

  • (Çoğulu: Elfâz) Atmak.
  • Söz.

lehat

  • (Çoğulu: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil.

leken

  • (Çoğulu: Elkân) Leğen.

lekik / lekîk

  • (Çoğulu: Likâk) Zayıf ağaç.
  • Kemik aralarında olan et.

lem'a

  • (Çoğulu: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak.
  • El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.

lemme

  • (Çoğulu: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk.
  • Az şey.

leüm

  • (Çoğulu: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi.

lev'a

  • (Çoğulu: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı.

levma

  • (Çoğulu: Levâyim) Azarlama.

leys

  • (Çoğulu: Lüyus) Arslan.
  • Sinek avlayan örümcek.
  • Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot.
  • Birbirine girmiş ot.
  • Semiz ve şişman kimse.

lezbe

  • (Çoğulu: Lezbât) Şiddet.
  • Kıtlık.

lezzet

  • (Çoğulu: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.

liame

  • (Çoğulu: Liem-Lüum) Kadın gömleği.

lib'e

  • (Çoğulu: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.)

libd

  • (Çoğulu: Lübud) Yün.
  • Keçe.

lifafe

  • (Çoğulu: Lefâif) Sargı.
  • Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri.
  • Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.

liff

  • (Çoğulu: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç.

lihaf

  • (Çoğulu: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey.
  • Yorgan. Sargı.
  • Kabuk, zar.

lihat

  • (Çoğulu: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik.

line / lîne

  • (Çoğulu: Lun-Elvan) Hurma ağacı.

lise

  • (Çoğulu: Lisât) Diş eti.

lıss

  • (Çoğulu: Lüsus-Elsâs) Hırsız.

lisse

  • (Çoğulu: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti.

lita / lîta

  • (Çoğulu: Lit) Kamış kabuğu.
  • Karnın dışarısındaki derisi.

liyakatmend

  • (Çoğulu: Liyâkatmendân) Değerli, liyâkatli. (Farsça)
  • Faziletli. (Farsça)

lübane

  • (Çoğulu: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç.
  • Önemli ve ehemmiyetli iş.

lüga

  • (Çoğulu: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz.

lügaz

  • (Çoğulu: Elgâz) Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
  • Yaban fâresinin delikleri.
  • Yolcuya zahmet veren çapraşık yol.
  • Bilmece.

lügnun

  • (Çoğulu: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et.

lühkuk

  • (Çoğulu: Lehâkik) Yer yarığı.

lühle

  • (Çoğulu: Lehalih) Serap görünen geniş çöl.

lühmum

  • (Çoğulu: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar.
  • Sütü çok olan deve.

lühve

  • (Çoğulu: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)

lüm'a

  • (Çoğulu: Limâ') El ayası miktarı.
  • İnsan topluluğu.
  • Kuruması gelmiş olan bir parça ot.

luss

  • (Çoğulu: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.

lüss

  • (Çoğulu: Lüsus) Hırsız.

lüvbe

  • (Çoğulu: Lüeb-Lub) Kara taşlı yer.

ma'ber

  • (Çoğulu: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü.
  • Geçilecek yer.

ma'cel

  • (Çoğulu: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol.

ma'din

  • (Çoğulu: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği.
  • İkamet ettikleri mevzi.

ma'hed

  • (Çoğulu: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri.

ma'k

  • (Çoğulu: Emâık-Emâik) Derinlik.
  • Sahradan bir taraf.

ma'kal

  • (Çoğulu: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer.
  • Kale.

ma'ked

  • (Çoğulu: Meâkıd) Akdedecek yer.

ma'lat

  • (Çoğulu: Maâli) Derin ve yüksek fikir.
  • Ululuk, şeref, itibar.

ma'leb

  • (Çoğulu: Meâlib) Oyun yeri.

ma'lef

  • (Çoğulu: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık.

ma'lem

  • (Çoğulu: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet.

ma'maa

  • (Çoğulu: Meâmi) Acele etmek.
  • Ateşten çıkan ses.
  • Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.

ma'tab

  • (Çoğulu: Meâtıb) Helâk olacak yer.

ma'tuk

  • (Çoğulu: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı.

ma'zel

  • (Çoğulu: Meâzil) Irak, uzak, baid.

ma'zire

  • (Çoğulu: Meâzir) Özür etmek.

maarif-mend

  • (Çoğulu: Maarifmendân) Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü. (Farsça)

mabtaha

  • (Çoğulu: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer.

macin

  • (Çoğulu: Micân) Her dileğini yapan kimse.
  • Hile yolunu öğreten.

maddiyet

  • (Çoğulu: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.

madhek

  • Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik.

madreb

  • (Çoğulu: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer.
  • Kakma, çakma yeri.

magare

  • (Çoğulu: Magarât) Mağara.

magas

  • (Çoğulu: Emgâs) Kıymetli iyi deve.

magbat

  • (Çoğulu: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer.

magben

  • (Çoğulu: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık.

magbut

  • (Çoğulu: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş.

magmas

  • (Çoğulu: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer.

magn

  • (Çoğulu: Megân) Menzil.

magnem

  • (Çoğulu: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.

magre

  • (Çoğulu: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık.

magsel

  • (Çoğulu: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer.

magza

  • Maksad, gaye, meram, istek, arzu.
  • (Çoğulu: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler.
  • Savaş, muharebe, gaza, harb.

mahalle

  • (Çoğulu: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.

mahba

  • (Çoğulu: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.

mahbez

  • (Çoğulu: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.

mahcir

  • (Çoğulu: Mehâcir) Göz çukuru.
  • Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler.
  • Bahçe.

mahfed

  • (Çoğulu: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer.
  • Bir renk cinsi.

mahfel

  • (Çoğulu: Mehâfil) Dernek yeri.

mahfil

  • (Çoğulu: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri.
  • Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.

mahile

  • (Çoğulu: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet.

mahin

  • (Çoğulu: Mihne-Mihan) Hizmetkâr.

mahız

  • (Çoğulu: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.

mahiza / mahîza

  • (Çoğulu: Mehâyız) Hayız bezi.

mahleb

  • (Çoğulu: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi.

mahlece

  • (Çoğulu: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer.

mahmidet

  • (Çoğulu: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme.

mahniye

  • (Çoğulu: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.

mahr

  • (Çoğulu: Mevâhır) Yarmak.
  • Yükseltmek.
  • Rüzgârın çıkardığı gürültü.

mahrab

  • (Çoğulu: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer.

mahru

  • (Çoğulu: Mâhruyân) Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel. (Farsça)

mahtab

  • (Çoğulu: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk.

mahtam

  • (Çoğulu: Mehâtım) Burun.

mahzem

  • (Çoğulu: Mehazim) Atın kolan yeri.

mahzure

  • (Çoğulu: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey.

maib / maîb

  • (Çoğulu: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke.
  • Ayıplanmış.

maız

  • (Çoğulu: Mevâız) Keçi.

mak

  • (Çoğulu: Amâk-Emâık) Göz pınarı.

makame

  • (Çoğulu: Makamât) Meclis.
  • Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık.
  • Nutuk tarzında söylenen sözler.

makbah

  • (Çoğulu: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer.

makbaha

  • (Çoğulu: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.

makber

  • (Çoğulu: Mekabir) Mezar. Kabir.

makdem

  • (Çoğulu: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme.

maksad

  • (Çoğulu: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye.

maksara

  • (Çoğulu: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr.

maksim

  • (Çoğulu: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer.
  • Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.

maksure

  • (Çoğulu: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer.

maktu'

  • (Maktua) (Çoğulu: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş.
  • Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş.
  • Götürü.

manzam

  • (Çoğulu: Menâzım) Sıra, dizi.

mas'ad

  • (Çoğulu: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.

masad

  • (Çoğulu: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.

masbug

  • (Çoğulu: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.

masduka

  • (Çoğulu: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.

mashara

  • Maskara, soytarı.
  • Tuhaflıklar yapan kimse.
  • Komik, gülünç.
  • Zevklenme, eğlenme.
  • Kepaze, utanmaz, rezil.
  • (Çoğulu: Mesâhır) Büyük taşlı yer.

mashub

  • (Çoğulu: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış.

maşi / maşî

  • (Mâşiyye) (Çoğulu: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü.

masif

  • (Çoğulu: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri.

masir / masîr

  • (Çoğulu: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden.
  • Karargâh.
  • Suyun aktığı yer.
  • Rücu etmek, dönüp gitmek.
  • Dönüp varılacak yer.

maşiye

  • (Çoğulu: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan.
  • Oğlu ve kızı çok olan kadın.

maskara

  • Gülünç, rezil.
  • Kendisine gülünen.

maskara-alud / maskara-âlûd

  • Gülünç duruma düşmüş.

maskaraca

  • Gülünç, rezil olarak.

maskaralık

  • Gülünç ve alay edilir hale gelme.

maslahat

  • Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

mastaba

  • (Çoğulu: Masâtıb) Sedir, peyke.

masyef

  • (Çoğulu: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer.
  • Su yolunun eğri büğrü yeri.

mat'am

  • (Çoğulu: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası.

mat'um

  • (Çoğulu: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam.

mata

  • (Çoğulu: Emtâ) Arka.

mataf

  • (Çoğulu: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.

matar

  • (Çoğulu: Emtâr) Yağmur.

matbuh

  • (Çoğulu: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç).
  • Pişirilmiş yemek.

mathare

  • (Çoğulu: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer.
  • Su kabı, matara.

matin / matîn

  • (Çoğulu: Metâyın) Balçıklı yer.

matita / matîta

  • (Çoğulu: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.

matlul

  • (Çoğulu: Matâlil) Yaş, ıslâk.
  • Islanmış, nemlenmiş.

matneb

  • (Çoğulu: Metânib) Omuz.
  • Omuzla boyun arası.

matrah

  • (Çoğulu: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer.
  • Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne.
  • Bir şey atılan yer.

mavtın

  • (Çoğulu: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer.

mayıh

  • (Çoğulu: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi.
  • Bahşiş veren, atâ eden.

mayir

  • (Çoğulu: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren.

mazalle

  • (Çoğulu: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer.

mazcer

  • (Çoğulu: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.

mazhak

  • (Çoğulu: Mezâhık) Gülünç kimse.

mazınne

  • (Çoğulu: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.

mazleme

  • (Çoğulu: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma.

mazrac

  • (Çoğulu: Mezaric) Eski elbise.

me'baz

  • (Çoğulu: Meâbiz) Diz altındaki çukur.

me'cel

  • (Çoğulu: Meâcil) Su toplanan yer.

me'kele

  • (Çoğulu: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey.

me'le

  • (Çoğulu: Miâl) Hazırlanmak.
  • Şişman kadın, semiz avret.
  • Bahçe.

me'n

  • (Çoğulu: Müün-Me'nât) Böğür.
  • Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.

me'rebe

  • (Çoğulu: Meârib) İhtiyaç.
  • Ümitli bulunma. Ümitvar olmak.

me'sar

  • (Çoğulu: Meâsır) Hapsetmek.
  • Hapsedecek yer.

me'tem

  • (Çoğulu: Meâtim) Kadınlar cemiyeti.

me'zem

  • (Çoğulu: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.

me'zene

  • (Çoğulu: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.

me'zer

  • (Çoğulu: Meâzir) Sığınacak yer, melce.

meb'as

  • (Çoğulu: Mebâis) Yollanma, gönderilme.

meberre

  • (Çoğulu: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş.

mebiz

  • (Çoğulu: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık.

mebkale

  • (Çoğulu: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer.

mebsem

  • (Çoğulu: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek.

mebşuş

  • (Çoğulu: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış.

mechel

  • (Çoğulu: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız.
  • Yolu ve izi olmayan çöl.

mecla

  • (Çoğulu: Mecâli) Ayna, mir'at.
  • Çıkma ve görünme yeri.
  • Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.

meczir

  • (Çoğulu: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer.

medeni / medenî / مدنى

  • Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.
  • Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.
  • Şehirli. (Arapça)
  • Uygar. (Arapça)
  • Görgülü. (Arapça)
  • Medineli. (Arapça)
  • Medenîleşmek: Uygarlaşmak. (Arapça)

medfa'

  • (Çoğulu: Medâfi') Ask: Top.

medhaza

  • (Çoğulu: Medâhız) Ayak kayacak yer.

medi

  • (Çoğulu: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.

medma'

  • (Çoğulu: Medâmi') Göz. Ayn.
  • Gözyaşı.

medrec

  • (Çoğulu: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven.
  • Meslek.
  • Tarikat.
  • Dar yol. Dağ yolu.

mefaze

  • (Çoğulu: Mefâviz) Çöl, sahra.

mefhas

  • (Çoğulu: Mefâhis) Kuş yuvası.

mefkuk

  • (Çoğulu: Mefakik) Ayrılmış olan.
  • Sökülmüş, çıkarılmış.

mefkur

  • (Çoğulu: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.

mefrak

  • (Çoğulu: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.

mefrug

  • (Çoğulu: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş.

mefsil

  • (Çoğulu: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal.

meh-ru

  • (Çoğulu: Mehruyân) Ay yüzlü, güzel. (Farsça)

mehat

  • (Çoğulu: Mehâ-Mehevât) Billur taşı.
  • Güneş.
  • Dağ sığırı.
  • Tazelik.
  • Güzellik.

mehbil

  • (Çoğulu: Mehâbil) Rahim yolu.
  • Rahim, döl yatağı.

mehebb

  • (Çoğulu: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer.

mehel

  • (Çoğulu: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak.
  • Sonraya bırakmak, te'hir etmek.

mehleke

  • (Çoğulu: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş.

mehme

  • (Çoğulu: Mehâme) Irak, uzak.
  • Issızlık.
  • Korkunç sahrâ. Büyük çöl.

mehrak

  • (Çoğulu: Mehârik) Sahife, sayfa.

mehva

  • (Çoğulu: Mehâvâ) Sahrâ, çöl,
  • Uçurum, yar.
  • İki dağ arası.
  • İki şeyin arası.

meka

  • (Çoğulu: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar.
  • Canavarların inleri ve yatakları.

mekane / mekâne

  • (Çoğulu: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç.

meker

  • (Çoğulu: Mükur) Bir ağaç cinsi.

mekide / mekîde

  • (Çoğulu: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere.

mekkuk

  • (Çoğulu: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile.

mekmen

  • (Çoğulu: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri.

mekne

  • (Çoğulu: Miken-Mekenât) Kuş yuvası.

mekre

  • (Çoğulu: Mekârih) Şiddet.
  • Bıkkınlık.
  • Kerahet, iğrençlik.

meks

  • (Çoğulu: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma.
  • Öşür. Vergi. Vergi almak.

mekseb

  • (Çoğulu: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir.
  • Kazanç yeri. Kazanç vasıtası.

mekteb

  • (Çoğulu: Mekâtib) Yazı yazacak yer.
  • Okul.

mela

  • (Çoğulu: Emlâ) Ova, sahra.
  • Vakit.
  • Sıcak kül.

melametzede

  • (Çoğulu: Melametzedegân) Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış. (Farsça)

mele'

  • (Çoğulu: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri.
  • Hırs, tama'.
  • Zan.
  • Güzellik.
  • Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir.
  • Dolu mekân.
  • Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk.

melfuha

  • (Çoğulu: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk.

melhec

  • (Çoğulu: Melâhic) Darlık.

melhez

  • (Çoğulu: Melâhız) Darlık çekecek yer.

melih / melîh

  • (Çoğulu: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat.
  • Tuzlu.

melkuha

  • (Çoğulu: Melakih) Anasının karnında olan çocuk.

mellah

  • (Çoğulu: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci.

melmus

  • (Çoğulu: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş.

melsun

  • (Çoğulu: Melâsin) Yalancı, kezzâb.

memkur / memkûr

  • (Çoğulu: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş.
  • Kızıla boyanmış.

memleket

  • (Çoğulu: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt.
  • Şehir. İl, kasaba.
  • Bir insanın doğup büyüdüğü yer.

men'af

  • (Çoğulu: Menâif) Dağın sivri tepesi.

menahe

  • (Çoğulu: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.

menare

  • (Çoğulu: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret.
  • Kandil.
  • Minare.

menasik / menâsik

  • Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur.

menber

  • (Çoğulu: Menâbir) Yüksek olacak yer.

menced

  • (Çoğulu: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık.

mencem

  • (Çoğulu: Menâcim) Terazi kolu.
  • Maden.

mencenun

  • (Çoğulu: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap.
  • Sığırların çektiği kağnı.

mencınık

  • (Çoğulu: Mencınıkât) Mancınık.

mendil

  • (Mindîl) (Çoğulu: Menâdîl) Mendil.
  • Küçük havlu, peçete.

menhar

  • (Çoğulu: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.

menhec

  • (Çoğulu: Menâhic) Geniş, açık yol.

menhel

  • (Çoğulu: Menâhil) Hayvan sulanan yer.
  • Menzil, durak. Konaklanacak yer.

menhere

  • (Çoğulu: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük.

menhir

  • (Çoğulu: Menâhir) Burun deliği.

menkab

  • (Çoğulu: Menâkıb) Dağ arasında olan yol.
  • Dar yol.
  • Güzel hareket ve fiil.
  • Delik açılacak yer.

menkib

  • (Çoğulu: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer.

menkıbe

  • Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır.

mensaf

  • (Çoğulu: Menâsıf) Her şeyin yarısı.

menşat

  • (Çoğulu: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe.

mensea

  • (Çoğulu: Menâsi') Otu tez biten yer.

mensek

  • (Çoğulu: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh.
  • İbâdet yapma usulü.
  • Kurban kesecek yer.

mensıb

  • (Çoğulu: Menâsıb) Demir sayacak.
  • Asıl.
  • Mertebe, derece.

mensic

  • (Çoğulu: Menâsic) Bez dokuyacak yer.
  • Boyun ile kürek arası.

mensik

  • (Çoğulu: Menâsik) İbadet edecek yer.
  • Kurban kesilecek yer.
  • Kesilmiş kurban.

mensim

  • (Çoğulu: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser.
  • Yol, tarik.
  • Deve tırnağı.

menzam

  • (Çoğulu: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.

mer'

  • (Çoğulu: Müru') Er, erkek.
  • Güzel manzara.

mera

  • (Çoğulu: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve.

merah

  • (Çoğulu: Merahân) Aşırı derecede sevinme.

merare

  • (Çoğulu: Merâir) Öd kesesi.

merba'

  • (Çoğulu: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken.

merda'

  • (Çoğulu: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer.

merdega

  • (Çoğulu: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası.

merere

  • (Çoğulu: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip.
  • Arsa.

merese

  • (Çoğulu: Mires-Emrâs) İp.

mergam

  • (Çoğulu: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer.

merha

  • (Çoğulu: Merâhi) Değirmen yeri.

merhaz

  • (Çoğulu: Merâhiz) Don yıkayacak yer.
  • Abdest alacak yer.

merheb

  • (Çoğulu: Merahib) Kaçacak yer.

merhesa

  • (Çoğulu: Merâhis) Mertebe, derece.

meri'

  • (Çoğulu: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer.
  • Ucuzluk olan yer.

merir

  • (Çoğulu: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.

merkel

  • (Çoğulu: Merâkil) Yol.
  • Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer.

mermaz

  • (Çoğulu: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.

mermuze

  • (Çoğulu: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler.

mern

  • (Çoğulu: Emrân) Kürek.

merş

  • (Çoğulu: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak.
  • Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer.
  • İncitici söz.

mersa

  • (Çoğulu: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer.

mervaha

  • (Çoğulu: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer.

merveb

  • (Çoğulu: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı.

merveha

  • (Çoğulu: Merâvih) Ova, sahrâ.

merzuban

  • (Çoğulu: Merazibe) Mecusiler reisi.

mes'a

  • (Çoğulu: Mesâi) "Sa'y: Çalışma" manasına mimli masdar.

meş'ar

  • (Çoğulu: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu.
  • Hacıların ziyaret ettikleri yerler.

mesaff

  • (Saff. dan) (Çoğulu: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri.

meşayıh / meşâyıh

  • Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.

meşbub

  • (Çoğulu: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at.
  • Güzel nesne.

meşden

  • (Çoğulu: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.

meseke

  • (Çoğulu: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik.

mesemm

  • (Çoğulu: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.

mesemme

  • (Çoğulu: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.

meşfer

  • (Çoğulu: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.

meshara

  • (Çoğulu: Mesâhir) Maskara.

mesiha

  • (Çoğulu: Mesâyih) Gümüş parçası.
  • İyi ve yeni yay.

meşime

  • (Çoğulu: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.

mesk

  • (Çoğulu: Müsuk) Deri.

meskat

  • (Çoğulu: Mesâk-Mesâki) Su maslağı.

mesl

  • (Çoğulu: Mislân) Yer yarığı.

meslah

  • (Çoğulu: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer.
  • Bir şey gözetecek yüksek yer.

meslebe

  • (Çoğulu: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp.

mesles

  • (Çoğulu: Mesâlis) Üçer üçer olmak.
  • Üç kıllı tanbur.

mesrah

  • (Çoğulu: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a.

mesrebe

  • (Çoğulu: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları.
  • Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.

meşrebe

  • (Çoğulu: Meşârib) Maşrapa.

meşta

  • (Çoğulu: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla.

meştat

  • (Çoğulu: Meşâti) Kışlak.

mesube

  • (Çoğulu: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat.
  • (Çoğulu: Mesâyib) Belâ, zahmet.
  • Mekruh emir.

mesule

  • (Çoğulu: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek.
  • Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.

mesvere

  • (Çoğulu: Mesâvir) Minder.

met'abe

  • (Çoğulu: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk.

mevacib

  • (Çoğulu: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar.
  • Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri.

mevbik

  • (Çoğulu: Mevbikat) Korkulu yer.

mevhub

  • (Çoğulu: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış.
  • Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.

mevkin

  • (Çoğulu: Mevâkin) Kuş yuvası.

mevkit

  • (Çoğulu: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman.

mevmat

  • (Çoğulu: Mevâmi) Sahrâ. Çöl.
  • Yazı.

mevrud

  • (Çoğulu: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen.

mevrude

  • (Çoğulu: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş.

mevsim

  • (Çoğulu: Mevâsim) Pazar yeri.
  • Arap pazargâhları.
  • Yılın dört kısmından biri.
  • Zaman. Vakit. Alâmet.

mevtın

  • (Çoğulu: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer.

mey-perest

  • (Çoğulu: Meyperestân) Devamlı şarap içen. (Farsça)

meyn

  • (Çoğulu: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.

meysa

  • (Çoğulu: Miyes) Yumuşak yer.

meysere

  • (Çoğulu: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh.
  • Zenginlik, servet.

meyve

  • (Çoğulu: Meyvecât) Meyva, yemiş. (Farsça)

meyzer

  • (Çoğulu: Meyâzir) Peştemal.

mezade

  • (Çoğulu: Mezaid) Tuluk, dağarcık.

mezbele

  • (Çoğulu: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer.

mezhar

  • (Çoğulu: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi.
  • Damar.

mezneb

  • (Çoğulu: Mezânib) Kepçe.
  • Suyun akacak olduğu yer.

mezru'

  • (Çoğulu: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş.

mezza'

  • (Çoğulu: Mezâyi) Koğucu.
  • Yalan.
  • Sırrını gizlemeyen kişi.

mi'de

  • (Çoğulu: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.

mı'lak

  • (Çoğulu: Meâlik) Üzengi kayışı.
  • Üzüm hevneği.
  • Et ve üzüm asılan çengel.

mi'lat

  • (Çoğulu: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.

mi'raz

  • (Çoğulu: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok.
  • Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.

mi're

  • (Çoğulu: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık.

mı'sam

  • (Çoğulu: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri.

mı'sar

  • (Çoğulu: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız.

mi'şar

  • (Çoğulu: Meâşir) Dülger testeresi.

mı'ta

  • (Çoğulu: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.

mı'tar

  • (Çoğulu: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.

mı'vel

  • (Çoğulu: Meâvi) Sivri külünk ve balta.

mi'vel

  • (Çoğulu: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma.

mi'vez

  • (Çoğulu: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak.
  • Eski kaftan.

mi'zab

  • (Çoğulu: Meâzib) Dam oluğu.

mi'zal

  • (Çoğulu: Meâzil) Zayıf ahmak adam.
  • Silâhsız kimse.
  • Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.

mi'zar

  • (Çoğulu: Meâzir) Örtü, perde.

mi'zer

  • (Çoğulu: Meâzir) Peştemal.

mia' / miâ'

  • (Çoğulu: Em'â) Bağırsak.

mibzel

  • (Çoğulu: Mebâzil) Süzgeç.

mibzele

  • (Çoğulu: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise.

micdaf

  • (Çoğulu: Mecâdif) Sandal, kayık küreği.

micdah

  • (Çoğulu: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç.
  • Menazil-i Kamerden bir yıldız.

micdel

  • (Çoğulu: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne.

micene

  • (Çoğulu: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı.

micerre

  • (Çoğulu: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü.
  • Demir kürek. ("Bel" denir)

micrefe

  • (Çoğulu: Micref-Mecarif) Ateş küreği.

miczaf

  • (Çoğulu: Mecâzif) Gemi küreği.

mida'

  • (Çoğulu: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise.

midfa'

  • (Çoğulu: Medâfi') Ask: Top.

midles

  • (Çoğulu: Medâlis) Def'edecek yer.

midmek

  • (Çoğulu: Medâmik) Ziynet verecek âlet.
  • Haberi şâyi eden, duyuran nesne.

midyan

  • (Çoğulu: Medâyin) Daima borç eden kimse.

mifrak

  • (Çoğulu: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.)

mifras

  • (Çoğulu: Mefâris) Gümüş kesecek âlet.
  • Demir.

miglak

  • (Çoğulu: Megalik) Kilit, mandal.

mıgrefe

  • (Çoğulu: Megârif) Kepçe.

migvel

  • (Çoğulu: Megavil) İnce kılıç. Hançer.

migzel

  • (Çoğulu: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.

mih

  • (Çoğulu: Mihâ) Ulu, büyük. Azim, kebir. (Farsça)

mıhbasa

  • (Çoğulu: Mehâbıs) Helva küreği.

mıhbaz

  • (Çoğulu: Mehâbız) Hallaç tokmağı.

mihbaz

  • (Çoğulu: Mehâbiz) Hallaç tokmağı.

mihbere

  • (Çoğulu: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap.

mihcem

  • (Çoğulu: Mehâcim) Hacamat şişesi.
  • Çekip emmeğe mahsus âlet.

mıhcen

  • (Çoğulu: Mehâcin) Çomak.
  • Başı eğri ağaç.

mihfer

  • (Çoğulu: Mahâfir) Kazma. Bel.

mihleb

  • (Çoğulu: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi.
  • Orak, bıçak.

mihmel

  • (Çoğulu: Mehâmil) Kılıç bağı.
  • Büyük mahfe.

mihmer

  • (Çoğulu: Mehâmir) Semer atı.

mihneka

  • (Çoğulu: Mehânık) Maktul.
  • Gerdanlık.
  • Boğacak âlet.

mihrak

  • (Çoğulu: Mehârik) Ağaç kılıç.
  • Yırtıp parçalayacak âlet.

mihras

  • (Çoğulu: Mehâris) Dibek taşı.

mihrat

  • (Çoğulu: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan.

mihref

  • (Çoğulu: Meharif) İçine yemiş koydukları kap.

mihsaf

  • (Çoğulu: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.

mihşah

  • (Çoğulu: Mehâşi) Kaba kilim.

mihter

  • (Çoğulu: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu.

mik'ab

  • (Çoğulu: Mekâıb) Topuk mesti.

mıkass

  • (Çoğulu: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.

mikatt

  • (Çoğulu: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.

mıkbes

  • (Çoğulu: Mekâbis) Ateş parçası.

mikdam

  • (Çoğulu: Makadim) Çok ayaklı.
  • Kıdemli.
  • Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.

mıkdeha

  • (Çoğulu: Mekâdih) Kepçe.
  • Çakmak.

mikhal

  • (Çoğulu: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.

mıkla'

  • (Mıklât) (Çoğulu: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç.
  • Kebap tavası.

mıklad

  • (Çoğulu: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili.
  • Hazine.

mıklem

  • (Çoğulu: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.

mıkma'

  • (Çoğulu: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak.

mıkmaa

  • (Çoğulu: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.

mıkna'

  • (Mıknaa) (Çoğulu: Mekani') Başörtüsü.

mikne

  • (Çoğulu: Mekenât) Süpürge.

mıkneb

  • (Çoğulu: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü.
  • Avcılar torbası.

mikraa

  • (Çoğulu: Mekâri) Davul çomağı.
  • Çoban değneği.

mikram

  • (Çoğulu: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.

mikrat

  • (Çoğulu: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.)
  • Büyük havuz.
  • Büyük çanak.

mıkraz

  • (Çoğulu: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.

mikraz

  • (Çoğulu: Mekariz) Makas.

mikreb

  • (Çoğulu: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.

miksaha

  • (Çoğulu: Mekâsih) Süpürge.

mikseha

  • (Çoğulu: Mekâsih) Süpürge.

mıktal

  • (Çoğulu: Mekâtıl) Bıçkı.

mikved

  • (Çoğulu: Mekavid) Yular.

mıkvem

  • (Çoğulu: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.

mikyal

  • (Çoğulu: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği.

mil'aka

  • (Çoğulu: Melâik) Tahta kaşık.

milh

  • (Çoğulu: Emlâh-Milha-Milah) Tuz.

milha

  • (Milhât) (Çoğulu: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş.

milhab

  • (Çoğulu: Melâhib) Kesecek âlet.
  • Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.

milkat

  • (Çoğulu: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.

milsah

  • (Çoğulu: Melâsıh) Keten tarağı.

milzab

  • (Çoğulu: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.

mina'

  • (Çoğulu: Miyâni) Liman.

minare

  • (Çoğulu: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii.

mincel

  • (Çoğulu: Menâcil) Orak. Ekin orağı.

mincem

  • (Çoğulu: Menâcim) Terâzi kolu.

mindef

  • (Çoğulu: Menâdif) Hallaç yayı.

mindil

  • (Çoğulu: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.

minfah

  • (Çoğulu: Menâfih) Körük.

minh

  • (Çoğulu: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)

minha

  • (Çoğulu: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli)
  • (Çoğulu: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş.

minhas

  • (Çoğulu: Menâhis) Uğursuz şey.

minhat

  • (Çoğulu: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.

minkal

  • (Çoğulu: Menâkıl) Çamur teknesi.

minkar

  • (Çoğulu: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası.
  • Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem.

minnetkeş

  • (Çoğulu: Minnetkeşân) Minnet altında bulunan. Minnet çeken. (Farsça)

minnetşinas / minnetşinâs

  • (Çoğulu: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.

minsaf

  • (Çoğulu: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi.

minşar

  • (Çoğulu: Menâşir) Testere, biçki.

minsec

  • (Çoğulu: Menâsic) Çulhaların bez tarağı.

minsef

  • (Çoğulu: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.

minsega

  • (Çoğulu: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne.
  • Yufka yuvarlağı.

minşel

  • (Çoğulu: Menâşil) Yemek çatalı.

minser

  • (Çoğulu: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası.
  • Taşçı kalemi.
  • Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker.
  • Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker.
  • Otuz ile kırk arasında olan at.
  • Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.

mintaş

  • (Çoğulu: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.

mirades

  • (Çoğulu: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş.
  • El değirmeni.

miran

  • (Çoğulu: Mârin) Vahşi canavar yatağı.

mirbed

  • (Çoğulu: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar).
  • Davar ahırı.
  • Davar duracak yer.
  • Hurma kuruttukları yer.

mircel

  • (Çoğulu: Merâcil) Kazan.

mirhat

  • (Çoğulu: Merâhâ) Yürüyücü at.

mirkam

  • (Çoğulu: Merâkım) Kalem.

mirken

  • (Çoğulu: Merâkin) Don yıkayacak kap.
  • Küçük leğen.

mirmat

  • (Çoğulu: Merâmâ) Nişan oku.

mirsad

  • (Çoğulu: Merâsıd) Geniş yol.

mirsal

  • (Çoğulu: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar.
  • Küçük ok.

mirşeka

  • (Çoğulu: Merâşik) Terzi yüksüğü.

mirt

  • (Çoğulu: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise.
  • Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.

mirvaha

  • (Çoğulu: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze.

mirved

  • (Çoğulu: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver.

mirzab

  • (Çoğulu: Merâzib) Ululuk.
  • Uzun ve büyük gemi.

mirzah

  • (Çoğulu: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş.

mirzebe

  • (Çoğulu: Merâzib) Tokmak.

mis'ab

  • (Çoğulu: Mesâib) Değirmen oluğu.
  • Havuz oluğu.

miş'al

  • (Çoğulu: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp.

mis'ar

  • (Çoğulu: Mesâir) Uzun.
  • Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.

miş'at

  • (Çoğulu: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.

misbar

  • (Çoğulu: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.

mişceb

  • (Çoğulu: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes.
  • Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.

mişcer

  • (Çoğulu: Meşâcir) Çamaşır asacak yer.
  • Mahfe ağacı.
  • Ağaçlık.

miselle

  • (Çoğulu: Misâl) Çuvaldız.

mishab

  • (Çoğulu: Mesâhib) Sacayak.

mishat

  • (Çoğulu: Mesâhi) Demir kürek, bel.

mıska'

  • (Çoğulu: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.

miskab

  • (Çoğulu: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.

mişkas

  • (Çoğulu: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.

miskat

  • (Çoğulu: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.

mislat

  • (Çoğulu: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.

misma'

  • (Çoğulu: Mesâmi') (Sem'den) Kulak.
  • Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.

mısr

  • (Çoğulu: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil.
  • Memleket. Şehir.
  • Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi.
  • Bir hububat adı.

mısram

  • (Çoğulu: Mesârim) Orak.

mişrat

  • (Çoğulu: Meşârit) Keskin bıçak.

mıstaba

  • (Çoğulu: Mesâtıb) Peyke, sedir.

mısvele

  • (Çoğulu: Mesâvil) Harman süpürgesi.

mişvez

  • (Çoğulu: Meşâviz) Tülbend.

mit'am

  • (Çoğulu: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan.

mıt'an

  • (Çoğulu: Metâin) At sürücüsü.

mitan

  • (Çoğulu: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer.

mıtla

  • (Çoğulu: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.

mıtrak

  • (Çoğulu: Metârık) Sopa, değnek.
  • Tokmak.
  • Mızrak.
  • Çekiç.

mıtred

  • (Çoğulu: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.

mıtv

  • (Çoğulu: Mitâ) Hurma salkımı.

miysere

  • (Çoğulu: Mevâsir) Eyer yastığı.
  • Eyer altına koydukları keçe.
  • Çul içine koyulan keçe.
  • Yatacak döşek, yatak.

mizab

  • (Çoğulu: Meâzib) Oluk, su yolu.

mizban

  • (Çoğulu: Mizbanân) Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. (Farsça)

mizbed

  • (Çoğulu: Mezâbid) Hayvan ahırı.

mizber

  • (Çoğulu: Mezâbir) Kamış kalem.

mızmar

  • (Çoğulu: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.

mizmar

  • (Çoğulu: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer.
  • İnce belli at.

mizra

  • (Çoğulu: Mezâri) Yaba, kürek.

mızrab

  • (Çoğulu: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).

mizrak

  • (Çoğulu: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.

mizved

  • (Çoğulu: Mezâvid) Azık koyacak kab.

mu'bile

  • (Çoğulu: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.

mü'biz

  • (Çoğulu: Meâbize) Mecusiler danişmendi.

mu'dil

  • (Çoğulu: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.

mü'hir

  • (Çoğulu: Meâhır) Göz ucu.

mu'lat

  • (Çoğulu: Meâli) şeref kazanmak.
  • Yüksek derece.

mü'mine

  • (Çoğulu: Mü'minât) (Emn. den) İman etmiş olan kadın. Müslüman kadın veya kız.

mü'ne

  • (Çoğulu: Müen) Zahmet.
  • Ağırlık.

mu'sır

  • (Çoğulu: Mu'sırât) Sıkıcı, sıkan.

mu'zıl

  • (Çoğulu: Mu'zalât) şiddetli. Müşkil, zor.

mu-şikaf / mu-şikâf

  • (Çoğulu: Mu-şikâfan) İnceden inceye araştıran. (Farsça)

mualleka

  • (Çoğulu: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar.
  • Kocası kaybolan kadın.
  • İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.

muamele

  • (Çoğulu: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş.
  • Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.

muareke

  • (Çoğulu: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme.

muayyeb

  • (Çoğulu: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış.

mübahis

  • (Çoğulu: Mübahisîn) (Bahs. dan) Bir mes'ele hususunda konuşanlar.

mubik

  • (Çoğulu: Mubikat) Helâk edici.
  • İsyan.
  • Büyük günah.

mübtega

  • (Çoğulu: Mübtegıyyât) İstenen ve arzu edilen şey.

mübtesim

  • (Tebessüm. den) Gülümsiyen, tebessüm eden.

mücahede

  • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
  • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
  • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu

mücan

  • (Çoğulu: Meccân) Murdar, pis.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mücmel

  • Kısa ve az sözle anlatılmış, öz. Kapalı ifade. (Çoğulu) Mücmelat.

mücun

  • (Çoğulu: Meccân) Kim olursa olsun kayırmamak.
  • İnsanların sözünden hazer etmeyip derdi olmamak.

müdara / müdârâ

  • Yüze gülme, yüze gülücülük.

müdemlic

  • (Çoğulu: Demâlic) Yuvarlak nesne.
  • Yumuşak nesne.

mudhak

  • Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.

müdhen

  • (Çoğulu: Medâhin) Yağ koyacak kap.
  • Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.)

mudhikat / mudhikât

  • (Tekili: Mudhike) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.

mudhike

  • Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
  • Gülünç hâle düşen.
  • Gülünecek şey, komedi.

müdhike

  • Gülünç, komedi.

mudhike / مضحكه / مُضْحِكَه

  • Gülünç. (Arapça)
  • Gülünç şey.

müeddib

  • (Çoğulu: Müeddibîn) (Edeb. den) Terbiye eden. Edeblendiren. Terbiye, bilgi ve görgü veren.

müessese

  • (Çoğulu: Müessesât) (Esas. dan) Bina, kuruluş.
  • Kurum.

müezzin

  • (Çoğulu: Müezzinîn) Ezan okuyan.

mug

  • (Çoğulu: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.

mugayyeb

  • (Çoğulu: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.

mugbeçe

  • (Çoğulu: Mugbeçegân) Meyhaneci çırağı. (Farsça)
  • Mecusi çocuğu. (Farsça)

mugve

  • (Çoğulu: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.

muhaddis

  • Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

muhakeme

  • (Çoğulu: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması.
  • İki tarafın mahkemeye baş vurması.
  • İki tarafı dinleyip hüküm vermek.
  • Düşünmek.
  • Zihinde inceleme yapmak.
  • Karar vermek için iyice düşünmek.

muharebe

  • (Çoğulu: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.

muhasama

  • (Muhasamet) (Çoğulu: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.

muhasır

  • (Çoğulu: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.

muhassir

  • (Çoğulu: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.

mühat

  • (Çoğulu: Mühâ) Deve rahminde olan zeker suyu.

muhavere

  • (Çoğulu: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.

muhazara

  • (Çoğulu: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler.
  • Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma.
  • Konferans verme.

mühce

  • (Çoğulu: Mühec) Can, ruh.

mühendis

  • (Çoğulu: Mühendisûn) Hendese bilen. Geometri bilen ve tatbik eden.

muhh

  • (Çoğulu: Mihâh) İlik.
  • Beyin.
  • Cevher, madde.

muhkem

  • Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır.

muhkemat / muhkemât

  • Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu.

muhnak

  • (Çoğulu: Mehânik) Zayıflamış davar.

muhraza

  • (Çoğulu: Mehârız) Çöğen koyacak kap.

muhtass

  • (Çoğulu: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan.

muhterib

  • (Çoğulu: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib.

muhyem

  • (Çoğulu: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri.

müje

  • (Çoğulu: Müjgân) Kirpik. (Farsça)

mukabbil

  • (Çoğulu: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden.

mukarrih

  • (Çoğulu: Mukarrihât) Yara açan ilâç.

mukarriz

  • (Çoğulu: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden.

mükeffef

  • (Çoğulu: Mekâfif) Kürklü kaftan.

mükhule

  • (Çoğulu: Mekâhıl) Sürme koydukları kap.

mukka

  • (Çoğulu: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş.

mukle

  • (Çoğulu: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği.
  • Göz.
  • Su taksimi için kullanılan taş.

mükle

  • (Çoğulu: Mükül) Kuyu dibinde az az birikip toplanan su.

muktataf

  • (Çoğulu: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş.
  • Derleme, toplama. Derlenmiş.

mukteb

  • (Çoğulu: Mekâtib) Yazı talim eden kimse.

muktebis

  • (Çoğulu: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.

mülaet

  • (Çoğulu: Mulâ) Midedeki rahatsızlıktan dolayı husule gelen zükkâm hastalığı.
  • Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.), Hz. Abbas'ı ve dört erkek evlâd-ı mübarekelerini örttüğü perde.
  • Büyük ihram.

mülha

  • (Çoğulu: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz.
  • Lâtif ve güzel olan söz.

mültemes

  • (Çoğulu: Mültemesât) (Lems. den) Kayırılan, iltimaslı.

mültemis

  • (Çoğulu: Mültemisin) (Lems. den) Kayıran, iltimas eden.

mümarese

  • (Çoğulu: Mümaresat) Çalışarak meharet kazanmak, üstadlık etmek. Bir işe devam ederek ihtisas sahibi olmak.
  • Duruşmak.

münakasa

  • (Çoğulu: Münakasât) (Noksan. dan) İhale ve alışveriş gibi şeylerde eksiltme.

münakeha

  • (Çoğulu: Münâkehât) (Nikâh. dan) Nikâhlanma. Nikâh kıyışma.

müncibe

  • (Çoğulu: Müncibât) İyi kimseler doğuran kadın.

münhi / münhî

  • (Çoğulu: Münhiyân) (Nehy. den) Haberci. Haber getiren.

münhul

  • (Çoğulu: Menâhül) Elek.

münkur

  • (Çoğulu: Menâkır) Dar açılmış kuyunun ağzı.

münşee

  • (Çoğulu: Münşaât) Müsvedde yazılan kâğıt.
  • Yelkeni çekilmiş gemi.

mürare

  • (Çoğulu: Mirâr) Bir acı otun ismidir. (Acılığından yerken hayvanın dudağı yarılır.)

mürea

  • (Çoğulu: Müru) Turaca benzer bir kuşun adı.

mürre

  • (Çoğulu: Mür) Acı.

mus'a

  • (Çoğulu: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi.
  • Bir kuşun adı.

müsademe

  • (Çoğulu: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma.
  • Silâhlı çarpışma.

musaff

  • (Çoğulu: Misâf) Cenk etmek için durulan yer. Dövüş yeri.

müşahedat / müşâhedât

  • Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.

müsakkaf

  • (Çoğulu: Müsakkafât) (Sakf. dan) Üstü dam veya tavanla örtülmüş. Tavanı veya damı olan.

müsamaha

  • (Çoğulu: Müsamahât) Hoş görürlük, dikkat etmemek, aldırış etmemek. Kusurlara göz yummak.

musannef

  • (Çoğulu: Musannefât) (Sınf. dan) Sıraya konulup tasnif edilmiş.
  • Te'lif edilmiş, yazılmış.

müsaraa

  • (Çoğulu: Müsâraât) Acele etmek. Bir şeye doğru koşmak. Sür'atle teşebbüse geçmek.

müsemmem

  • (Semm. den) Zehirlenmiş, ağulu, içine zehir atılmış.

müsennat

  • (Çoğulu: Müsenneyât) Su bentlerinin veya arkların kenarı.

müşerrih

  • (Çoğulu: Müşerrihîn) (Şerh. den) Açıklayan, şerheden.
  • Teşrih yapan doktor.

müsevveg

  • (Çoğulu: Müsevvegat) Râzı olunmuş, rıza gösterilmiş, izin verilmiş.

müsevvif

  • (Çoğulu: Müsevvifin) (Sevf. den) Geciktiren, atlatan.

müşfir

  • (Çoğulu: Meşâfir) Deve dudağı.

müshil

  • (Çoğulu: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran.
  • Bağırsakları temizleyen. İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç.

müşk-füruş

  • (Çoğulu: Müşk-füruşân) Misk satan. (Farsça)

muskıt

  • (Çoğulu: Muskıtât) (Sukut. dan) Düşüren, ıskat eden.

müsned

  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

muşt

  • (Çoğulu: Mışât) Tarak.

müşt

  • (Çoğulu: Emşât) Taramak.
  • Ayak üstündeki ufak kemikler. (Ayak tarağı derler.)

müsta'bir

  • (Çoğulu: Müsta'birîn) Rüya tabir ettiren.

müstagrib

  • (Çoğulu: Müstagribîn) Gurbete gitmek isteyen.
  • (Garabet. den) Şaşakalan, şaşıran, garibine giden.

müstahber

  • (Çoğulu: Müstahberât) (Haber. den) Haber alınmış, işitilmiş, duyulmuş.

müstahfaz

  • (Çoğulu: Müstahfazin) (Hıfz. dan) Koruyan, hıfzeden, muhafaza eden.

müstahsal

  • (Çoğulu: Müstahsalât) (Hâsıl. dan) Yetiştirilmiş, hâsıl olmuş, üretilmiş.

müstakraz

  • (Çoğulu: Müstakrazât) (Karz. dan) Borç alınmış, istikraz olunmuş.

müstakriz

  • (Çoğulu: Müstakrizin) (Karz. dan) Borç eden, medyun.

müsted'a

  • (Çoğulu: Müsted'ayât) İstenen, arzu edilen, istidâ edilen, dilenen.
  • Dilekçe ile istenilen şey.

müstefid

  • (Çoğulu: Müstefidân) İstifade eden, fayda gören, faydalanan.

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.

müstegis

  • (Çoğulu: Müstegîsîn) (Gıyas. dan) Yardım dileyen, istigase eden.

müstehil / müstehîl

  • (Çoğulu: Müstehilât) (Havl. den) Mânâsız ve boş şey.
  • Mümkün olmayan, imkânsız şey.

müsteka

  • (Çoğulu: Mesâtık) Uzun yünlü kürk.

müstelezz

  • (Çoğulu: Müstelezzât) (Lezzet. den) Lezzet alınmış, tadına varılmış.

müsterşid

  • (Çoğulu: Müsterşidîn) (Rüşd. den) Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen.

müsteşhed

  • (Çoğulu: Müsteşhedât) şâhid olarak gösterilen. şâhid tutulan.

müsteslim

  • (Çoğulu: Müsteslimîn) Müslüman olan. İslâm dinini kabul eden.
  • Teslim olan, boyun eğen.

müstmend

  • (Çoğulu: Müstmendân) Kederli, hüzünlü, mahzun. Zavallı, miskin, biçâre. (Farsça)

mutalebe

  • (Çoğulu: Mutâlebât) (Taleb. den) Hakkını isteme, talebde bulunma.
  • Dâvâ, iddia.

mütalebe

  • (Çoğulu: Mütalebât) Hakkını isteme. İddia, dâvâ.

mutarede

  • (Çoğulu: Mutaredat) (Tard. dan) Saldırma, vuruşma, çarpışma.

mutasaddır

  • (Çoğulu: Mutasaddırin) (Sadr. dan) Baş köşeye kurulan. Başa geçip oturan.

mutasanni'

  • (Çoğulu: Mutasanniîn) Kendini güzel ve süslü göstermek isteyen.

mutasarrım

  • (Çoğulu: Mutasarrımin) Kahramanlık ve yiğitlik gösteren.

mutatarrib

  • (Çoğulu: Mutatarribin) Coşan, şevke gelen, sevinen.

mutazallim

  • (Çoğulu: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.

mutazarrıf

  • (Çoğulu: Mutazarrıfîn) (Zarf. dan) Zarafet taslayan, tazarruf eden.

müteakkıl

  • (Çoğulu: Müteakkılîn) Biraz düşünerek anlayan.

mütebessim / متبسم

  • (Besm. den) Tebessüm eden. Hafif ve lâtif tarz ile gülen. Gülümseyen.
  • Gülümseyen.
  • Gülümseyen, tebessüm eden. (Arapça)

mütebessimane / mütebessimâne

  • Gülümseyerek, tebessüm ederek, mütebessim olarak. (Farsça)

mütecasir

  • (Çoğulu: Mütecasirîn) (Cesaret. den.) Küstah, cür'et gösteren, tecasür eden.

mütecellid

  • (Çoğulu: Mütecellidin) Kahramanlık ve celâdet gösteren.

mütecemmi'

  • (Çoğulu: Mütecemmiîn) (Cem'. den) Toplanan, yığılan, biriken, tecemmü' eden.

mütedahik

  • (Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden.

müteellih

  • (Çoğulu: Müteellihîn) Allah'ın birliğine inanan.

mütefakkıh

  • (Çoğulu: Mütefakkıhin) (Fıkh. dan) Fıkıh âlimi. Fıkıh ilmiyle uğraşan kimse.

mütefazzıl

  • (Çoğulu: Mütefazzılîn) (Fazl. dan) Meziyet, fazilet ve bilgi yarışına çıkan.

mütefe'il

  • (Çoğulu: Mütefe'ilîn) (Fâl. dan) Fala bakan, fal açan.
  • Hayra yoran, uğur sayan.

müteferric

  • (Çoğulu: Müteferricîn) (Ferc. den) Gezinen, dolaşan. Gezip eğlenmeğe giden.

müteferrid

  • (Çoğulu: Müteferridîn) (Ferd. den) Tek ve yalnız olan. Eşi benzeri olmıyan.
  • Kendi başına idare olan.

mütefevvik

  • (Çoğulu: Mütefevvikîn) (Fevk. den) Üstün gelen, tefevvuk eden, üstün.

mütegamız

  • (Çoğulu: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.

mütegarrib

  • (Çoğulu: Mütegarribîn) (Gurbet. den) Gurbete çıkan.

mütehaffız

  • (Çoğulu: Mütehaffızîn) (Hıfz. dan) Korunup sakınan, tahaffuz eden.

müteharrim

  • (Çoğulu: Müteharimîn) İhtiyar gibi görünen. Kendini ihtiyar gösteren, yaşlı gösteren.

mütehasım

  • (Çoğulu: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine hasım olan.
  • Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri.

mütehaşşid

  • (Çoğulu: Mütehaşşidîn) Yardım için koşuşup toplanan, biriken, yığılan.

mütehassis / متحسس

  • İnsan sözüne kulak verip dinleyen.
  • Hayırlı işlere dair haberlere dikkat edip araştıran.
  • Çok duygulu, duygulanmış, hisli.
  • Duygulu. (Arapça)

mütehezzic

  • (Çoğulu: Mütehezzicin) Makamla şarkı söyliyen. Terennüm eden.

mütekalib / mütekâlib

  • (Çoğulu: Mütekâlibîn) (Kelb. den) Köpek gibi birbirinin üstüne atılan.

mütekarrib

  • (Çoğulu: Mütekarribîn) (Kurb. dan) Yaklaşan, yaklaşmağa çalışan, yakın olan, takarrüb eden.

mütekasım

  • (Çoğulu: Mütekasımîn) (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen. Bir şeyi paylaşanların beheri.

mütekasır

  • (Çoğulu: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren.
  • Elinden gelip gücü yettiği hâlde iş yapmıyan.

mütekavvil

  • (Çoğulu: Mütekavvilîn) (Kavl. den) Yalan uydurup söyleyen.

mütekayid / mütekâyid

  • (Çoğulu: Mütekâyidîn) Birbirine hile yapan.

mütekayyid

  • (Çoğulu: Mütekayyidîn) (Kayd. dan) Dikkatli davranan.

mütekeddir

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.

mütekehhil

  • (Çoğulu: Mütekehhilîn) Gözüne sürme çeken.

mütekehhin

  • (Çoğulu: Mütekehhinîn) (Kehânet. den) Kâhinlik yapan.

mütekeyyis

  • (Çoğulu: Mütekeyyisîn) Zeki ve akıllı gibi görünen.

mütela'sim

  • (Çoğulu: Mütela'simîn) Saçmasapan cevap veren, kemküm eden.

mütelahiz

  • (Çoğulu: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.

mütelehhif

  • (Çoğulu: Mütelehhifîn) (Lehef. den) Hasret çeken. Özleyen. Yanıp yakılan. Hüzünlü olan.

mütelemmiz

  • (Çoğulu: Mütelemmizîn) Talebelik etmek suretiyle öğrenen. Telemmüz eden.

mütelessim

  • (Çoğulu: Mütelessimîn) Yüzü peçeli, yaşmaklı.

mütemahhız

  • (Çoğulu: Mütemahhızîn) Candan ve gönülden inanarak çalışan.

mütemeddih

  • (Çoğulu: Mütemeddihîn) (Medh. den) Kendini medhedip öven. Temeddüh eden, övünen.

mütemeddin

  • Medeni, görgülü, terakki etmiş. Şehirleşmiş olan. Bedeviliği, göçebeliği bırakıp medenileşmiş olan.

mütemehhir

  • (Çoğulu: Mütemehhirîn) Mâhir olan, temehhür eden.

mütemevvil

  • (Çoğulu: Mütemevvilin) (Mâl. den) Zengin. Mal mülk sâhibi.

mütemeyyiz

  • (Çoğulu: Mütemeyyizîn) Seçilen, seçkin.

mütenahnih

  • (Çoğulu: Mütenahnihîn) Hırıltı ile soluyan. Hırıltı ile ses çıkaran.

mütenavim

  • (Çoğulu: Mütenavimîn) (Nevm. den) Uyur gibi görünen. Yalandan uyuyan.

mütereffik

  • (Çoğulu: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.

müteremrim

  • (Çoğulu: Müteremrimîn) Bir şey söyleyecekmiş gibi harekette bulunduğu halde söylemeyip susan.

müteşacir

  • (Çoğulu: Müteşâcirin) Birbirlerine sopayla, ağaçla vuran.

mütesahib

  • (Çoğulu: Mütesâhibin) Sahib çıkan, arka olan.

mütesahil

  • (Çoğulu: Mütesahilîn) Yumuşak davranan, iyi muâmelede bulunan.

müteşair / müteşâir

  • (Çoğulu: Müteşâirîn) (Şi'r. den) Şâirlik taslayan.

mütesallit

  • (Çoğulu: Mütesallitîn) Musallat olan, peşini bırakmıyan, tasallut eden, sırnaşan.

mütesavvıf

  • Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

müteşecci'

  • (Çoğulu: Müteşecciîn) Yiğit gibi görünen.

müteşeddik

  • (Çoğulu: Müteşeddikîn) Söz ebeliği eden.

müteseffil

  • (Çoğulu: Müteseffilîn) Sefil ve aşağı olan, bayağılaşan.

mütesehhir

  • (Çoğulu: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.

mütesellih

  • (Çoğulu: Mütesellihîn) Silâhlanan, silâh kuşanan.

müteseyyib

  • (Çoğulu: Müteseyyibîn) Aldırış etmiyen, kayıtsız davranan.

mütevakkır

  • (Çoğulu: Mütevakkırîn) (Vakar. dan) Onurlanan, vakarlanan.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

mütezahif

  • (Çoğulu: Mütezahifîn) Harpte birbirinin üzerine yürüyüp çatan.

mütezahim

  • (Çoğulu: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık.
  • Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.

mütezakkım

  • (Çoğulu: Mütezakkımîn) Güçlükle ve zorla yutan. Tezakkum eden.

mütezavir

  • (Çoğulu: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören.

mütezehhid

  • (Çoğulu: Mütezehhidîn) Dine son derece bağlı olan.

mütezevvic

  • (Çoğulu: Mütezevvicîn) (Zevc. den) Evli, evlenmiş, evlenen.

mütezevvid

  • (Çoğulu: Mütezevvidîn) (Zâd. dan) Yanına azık veya erzak alan.

mutfil

  • (Çoğulu: Metâfil) Yanında genç buzağısı olan geyik.
  • Yavrulu deve.

mutref

  • (Çoğulu: Metârif) Haz kumaşından dokunmuş bir kaç alemli Arap kaftanı.
  • Başı ve kuyruğu beyaz veya siyah olup, vücudu başka renk olan at.

muvaffakiyet

  • (Çoğulu: Muvaffakiyât) (Vefk. den) Allah'ın yardımıyla başarı gösterme.
  • Ele geçirme, başarma.

muvarede

  • (Çoğulu: Muvâredât) (Vürud. dan) Girip gelme.
  • İki şâirin, birbirlerinden habersiz olarak, tesâdüfen aynı beyitleri söylemeleri.

muytab / muytâb

  • (Çoğulu: Muytâbân) Kıl dokuyan. Kıldan eşya yapan.

müz'ıc

  • (Çoğulu: Müzacât) Gece haramisi.

muze-duz

  • (Çoğulu: Muze-duzân) Çizmeci, çizme yapan.

na'c

  • (Çoğulu: Niâc-Neacât) Koyun.

na'ce

  • (Çoğulu: Niâc-Na'cât) Dişi koyun.
  • Dişi sülün.
  • Kadına da istiare ile söylenir.

na'na

  • (Çoğulu: Neâni-Ne'nâ') Nâne.
  • Uzun boylu adam.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na-bina

  • (Çoğulu: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör.

nab

  • (Çoğulu: Enyâb) Azı dişi.
  • Yaşlı deve.

nabiga

  • (Çoğulu: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse.
  • Sonradan şâir olan.
  • Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.

nabıza / nâbıza

  • (Çoğulu: Nevâbız) Nabız damarı.

naciye

  • (Çoğulu: Nâciyât) Sür'atli deve.

nadıc

  • (Çoğulu: Nevadıc) Olgunlaşmış, olmuş, kıvama gelmiş.

nafic

  • (Çoğulu: Nevâfic) Kaburga kemiklerinin sonu.

nafice

  • (Çoğulu: Enfice) Misk göbeği.

nafıka

  • (Çoğulu: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği

nafika

  • (Nüfeka) (Çoğulu: Nevâfık) Keler yuvalarından biri.

nagam-perver

  • (Çoğulu: Nagamperverân) Türkü söyleyen, nağmeci. Nağme seven. (Farsça)

nagk

  • (Çoğulu: Nuguk) Karga çağırmak.

nağme

  • (Çoğulu: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni.

nahabe

  • (Çoğulu: Nuhab) Geçit ağzı.
  • Çokluk asker.
  • Her nesnenin iyisi.

nahika

  • (Çoğulu: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı.

naire

  • (Çoğulu: Nevâir) Alev, ateş.
  • Hararet, sıcaklık.

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

naka

  • (Çoğulu: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe.

nakb

  • (Çoğulu: Enkâb) Delmek, delik açmak.
  • Girmek.
  • Dağ içindeki yol.

nakf

  • (Çoğulu: Nuküf-Enkâf) Başı dimağından yarmak.
  • Bakış, nazar.

naki'

  • (Çoğulu: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap.
  • İçinde hurma ıslatılan havuz.
  • Suyu çok olan kuyu.
  • Kandıran, kandırıcı.

nakia

  • (Çoğulu: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek.
  • Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun.
  • Damat için hazırlanan yemek.
  • Ziyafet.

nakıbe

  • (Çoğulu: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban.

nakıh

  • (Çoğulu: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan.

nakile

  • (Çoğulu: Nekâyil) Ayakkabıya yapılan yama.

nakliye

  • (Çoğulu: Nakliyat) Eşya taşıma işi.
  • Taşıma parası.

naknaka

  • (Çoğulu: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması.
  • Ses.

nakz

  • (Nakazân) (Çoğulu: Nevâkız) Sıçramak.
  • Talep etmek, istemek.

nam-aver

  • (Çoğulu: Nam-âverân) Ünlü, meşhur, ad salmış. (Farsça)

namcuy

  • (Çoğulu: Namcuyân) Nam arayan. (Farsça)
  • Yiğit. (Farsça)

namisa

  • (Çoğulu: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın.

namver

  • (Çoğulu: Namverân) Namlı, adlı, meşhur, ünlü.

nar

  • (Çoğulu: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem.
  • Bir meyve adı.
  • Mc: Allahın gadabı.
  • Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet.

nasibe

  • (Çoğulu: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş.

nasıfe

  • (Çoğulu: Nevâsıf) Su mecrası, su yolu.

naşire

  • (Çoğulu: Nevâşir) Kolu açan adale.
  • Kuruyup yağmurdan yeşeren ot.

nasrani / nasrânî

  • Îsâ aleyhisselâma inanan. Çoğulu, nasârâdır. Hazret-i Îsâ'nın bildirdiği dîne nasrâniyyet (nasrânîlik) adı verilir.

nass

  • Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
  • Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

nat'

  • (Çoğulu: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek.
  • Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek.

natafe

  • (Çoğulu: Nutuf) Küpe.

nates

  • (Çoğulu: Entâs) Üstad, âlim.

natıh

  • (Çoğulu: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan.
  • Keder, sıkıntı, elem, mihnet.

natih

  • (Nâtıh) : (Çoğulu: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan.
  • Şiddetli emir.

natiha

  • (Çoğulu: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar.

natnat

  • (Çoğulu: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.

naure

  • (Çoğulu: Nevâir) Bostan dolabı.

naver

  • (Çoğulu: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil. (Farsça)

navus

  • (Çoğulu: Nevâyis) Kâfirlerin ve Mecusilerin mevtalarını koydukları yer.

nayibe

  • (Çoğulu: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Şiddet.

nazad

  • (Çoğulu: Enzâd) şeref.
  • Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer.

nazah

  • (Çoğulu: Enzâh) Havuz.

nazıh

  • (Çoğulu: Nevâzıh) Deve ile su çekilen kuyu.

nazır

  • (Çoğulu: Nüzzâr) Nazar eden, bakan.
  • Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis.
  • Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan.
  • Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayi

nazıyy

  • (Çoğulu: Enzâ) Boğaz.

naziz

  • (Çoğulu: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su.
  • Az yağmur.
  • Az az akmak.

nazr

  • (Nazir) : (Çoğulu: Enzur) Altın.

nazur

  • (Çoğulu: Nevâzır) Gece bekçisi.

ne'b

  • (Çoğulu: Niyeb) Sâfi nesne.
  • Yaşlı dişi deve.

ne'be

  • (Çoğulu: Nâibat) Musibet, belâ.

neame

  • (Çoğulu: Neâm-Neamât) Deve kuşu.
  • Cemaat.
  • Gölgelik, gölgelenecek yer.

nebat

  • (Çoğulu: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki.
  • Yemen diyarında bir kabile adı.

nebeke

  • (Çoğulu: Nübük-Nebâk) Tepe.

nebez

  • (Çoğulu: Enbâz) Lâkab.

nebh

  • (Çoğulu: Nevâbih) Kabarcık.
  • Toprak.

nebib

  • (Çoğulu: Enbüb) Boğum, kamış boğumu.

nebik

  • (Çoğulu: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi.

nebiz

  • (Çoğulu: Enbize) Hurma şarabı.
  • Yola bırakılıp atılan çocuk.

nebr

  • (Nibr) : (Çoğulu: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek.
  • Yukarı kaldırmak, yükseltmek.

nebras

  • (Nibrâs) (Çoğulu: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba.
  • Mc: Nur merkezi.

necef

  • (Necefe) : (Çoğulu: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt.
  • Irakta bir şehrin adı.

necif

  • (Çoğulu: Nicef) Geniş temrenli olan ok.

necl

  • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
  • Kuşak, nesil, sülâle.
  • Atmak.
  • Ayak ucuyla vurmak.
  • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
  • Yerden çıkan su.

necv

  • (Çoğulu: Nicâ) Yüzmek.
  • İki kişi arasında olan sır.
  • Karından çıkan necis.

nedid

  • (Çoğulu: Nedâid) Emsâl, akran, eş.

nedim

  • (Çoğulu: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı.
  • Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan.
  • Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.

nefak

  • (Çoğulu: Enfâk) İki kapılı ev.

nefeza

  • (Çoğulu: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim.

neffase

  • (Çoğulu: Neffâsât) Büyücü kadın.

nefsa

  • (Çoğulu: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa.

nefta

  • (Nifta) (Çoğulu: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.

nehar

  • (Çoğulu: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık.
  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Altın.

nehec

  • (Çoğulu: Menâhic) Yol, tarik.
  • İstikâmet.

neheng

  • (Çoğulu: Nehengân) Timsah. (Farsça)

nehite

  • (Çoğulu: Nehâyet) Tabiat.

nehus

  • (Çoğulu: Nehâyıs) Gebe eşek.

nekad

  • (Çoğulu: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun.
  • Büyümesi geç olan çocuk.
  • Ağızda dişler çürüyüp ufanmak.
  • Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.

nekaz

  • (Çoğulu: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi.

nekbe

  • (Çoğulu: Nekebât) şiddet, meşakkat.
  • Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.

nekbet

  • (Çoğulu: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık.
  • Musibet, felâket.
  • Düşkünlük.

nekd

  • (Nekâde) (Çoğulu: Enkâd) Hayırsız olmak.

nekefe

  • (Çoğulu: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez.

nekh

  • (Nikâh) (Çoğulu: Enkihe) Tezevvüc, evlenme, cimâ etme.
  • Akit.

nekib

  • (Çoğulu: Nukabâ) Halkın iyisi.
  • Kâhya.
  • Kefil.
  • Müfettiş, kontrolcü.

nekire

  • (Çoğulu: Nekerât) Belirsiz.

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.

nekre-gu / nekre-gû

  • Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen. (Farsça)

nekt

  • (Çoğulu: Nikât) Süngüyü yere vurmak.
  • Taan etmek, çekiştirmek.

nemat

  • (Çoğulu: Enmut-Nimât) Usul, tarz.
  • Yol, tarik.
  • Örtü, ihram.
  • Topluluk, insan cemaati.
  • Döşek yüzü, yatak yüzü.

nemika

  • (Çoğulu: Nemâik) Mektub. Name.

nemir

  • (Çoğulu: Nümur) Kaplan.

nemreka

  • (Çoğulu: Nemârık) Yastık.

nesa

  • (Çoğulu: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar.
  • Te'hir etmek, sonraya bırakmak.

nesaik / nesâik

  • Kesilen kurbanlar. Nesîke kelimesinin çoğuludur.

nesar

  • (Çoğulu: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir.

neşc

  • (Çoğulu: Enşâc) Sesli sesli ağlamak.
  • Ses.

neşefe

  • (Çoğulu: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.

neseme

  • (Nesme) : (Çoğulu: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.

nesi'

  • (Çoğulu: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap.
  • Unutkan.
  • Unutulan. Unutulmuş olmak.

nesic

  • (Çoğulu: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.

nesice

  • (Çoğulu: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey.

nesise

  • (Çoğulu: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı.

nesrin / نسرین

  • Yaban gülü. (Farsça)

nester

  • (Nesteren-Nesterin-Nesterun) Ağustos gülü, yaban gülü. (Farsça)

nesteren / نسترن

  • Yaban gülü. (Farsça)

neşz

  • (Çoğulu: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.

netice

  • (Çoğulu: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa.
  • Döl, evlâd.

nev-arus

  • (Çoğulu: Nev-arusân) Yeni gelin. (Farsça)

nevar

  • (Çoğulu: Niver) Ürkmek, korkmak.

nevbe

  • (Çoğulu: Nüveb) Nöbet.

nevf

  • (Çoğulu: Envâf) Hörgüç.
  • Uzun ve yüksek olmak.

nevheves

  • (Çoğulu: Nevhevesân) Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. (Farsça)
  • Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen. (Farsça)

nevr

  • (Çoğulu: Envâr) Parlaklık.
  • Ağaç çiçeği. Tomurcuk.

nevreste

  • (Çoğulu: Nevrestegân) Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş. (Farsça)

nevt

  • (Çoğulu: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.

nevz

  • (Çoğulu: Envâz) Dere, vâdi.

neyrenc

  • (Çoğulu: Neyrencât) Tılsım.

neytal

  • (Çoğulu: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat.
  • Kova.
  • İçki ölçeği.

nezia

  • (Çoğulu: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.

nezle

  • (Çoğulu: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık.
  • Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.

nı'me

  • (Çoğulu: Niam) Mal.
  • Sanat.

nıhle

  • (Çoğulu: Nihal) Millet.
  • Yol.
  • Diyânet.
  • Bahşiş, atâ.
  • Dâva.

nihrir

  • (Çoğulu: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse.

nıhv

  • (Çoğulu: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu.

nik

  • (Çoğulu: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi.
  • Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse.

nıkbe

  • (Çoğulu: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet.

nikl

  • (Çoğulu: Enkâl) Köstek.
  • Kayd.
  • Dizgin demiri.

nıkris

  • (Nıkrîs) (Çoğulu: Nekaris) Ayak ağrısı.

nikz

  • (Çoğulu: Enkaz) Bina yıkıntısı.

nimhande

  • Gülümseme, tebessüm. (Farsça)

nimr

  • (Çoğulu: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan.

nir

  • (Çoğulu: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu.
  • Bez damgası.
  • Irgaç.

nirenc

  • (Çoğulu: Nirencât) Düzen, hile.
  • Resim, taslak.

nis'

  • (Çoğulu: Ensu') Gizlemek.
  • Gitmek.
  • Sarkık olmak.
  • Kuzey rüzgârı.

nis'a

  • (Çoğulu: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan.

nisa

  • (Çoğulu: Nisvân) Kadınlar.

nişeste

  • (Çoğulu: Nişeste-gân) Oturan, oturmuş. (Farsça)

nita'

  • (Çoğulu: Nutu') Deri döşek.

niya

  • (Çoğulu: Niyâgân) Dede, cedd.

niyamger

  • (Çoğulu: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr.

niyazmend

  • (Çoğulu: Niyazmendân) İhtiyacı olan, muhtaç. (Farsça)
  • Yalvaran, yakaran, niyaz eden. (Farsça)

nızar

  • (Çoğulu: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir.

nizedar / nizedâr

  • Mızraklı. Kargılı. Süngülü. (Farsça)

nızv

  • (Çoğulu: Nuzuv, Enzâ') Gitmek.
  • Sebkat etmek.
  • Kesmek, kat'etmek.
  • Çekip çıkarmak.
  • Bırakmak.
  • Zayıf deve.
  • Eski elbise.

nu're

  • (Çoğulu: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek.

nübele

  • (Çoğulu: Nübel) İstincâ taşı.
  • Kesek parçası.

nüda

  • (Çoğulu: Endâ-Endiye) Yağmur.
  • Boğaz ıslatıcı nesne.
  • Çiy, rutubet.
  • Atâ, bahşiş.
  • Sesin uzaklara gitmesi.

nüf'e

  • (Çoğulu: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot.

nüffaha

  • (Çoğulu: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.

nüfture

  • (Çoğulu: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot.

nugbe

  • (Çoğulu: Nugab) Bir içim su.

nugnug

  • (Çoğulu: Negânig) Boğaz içinde olan et.
  • Kulak içinde fazlalık olan nesne.

nugre

  • (Çoğulu: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı.

nuhas

  • Bakır. Bakır para.
  • Kızgın mâden.
  • Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre.
  • Dumansız alev.
  • Bir şeyin aslı.
  • Tütün.

nühbe

  • (Çoğulu: Nuheb) Her nesnenin iyisi.

nühbur

  • (Çoğulu: Nehâbir) Kum yığını.

nuhrub

  • (Çoğulu: Nehârib) Kaya yarığı.
  • Arı kovanı.
  • Arı sesi.

nühye

  • (Çoğulu: Nühâ) Akıl.
  • Gayet. Son.

nukbe

  • (Çoğulu: Nukab) Yol.
  • Yırtık, delik.
  • Paçasız don.
  • Levn, renk.
  • Pas.

nukta

  • (Çoğulu: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta.

nükteperdaz

  • (Çoğulu: Nükteperdâzân) Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan. (Farsça)

nüktesenc

  • (Çoğulu: Nüktesencân) Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan. (Farsça)

nukz

  • (Çoğulu: Enkâz) Binâ yıkıntısı.

nümruk

  • (Çoğulu: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.

numruka

  • (Çoğulu: Nemarik) Küçük yastık.

nüşabe

  • (Çoğulu: Nüşab) Ok. Temrenli ok.

nusb

  • (Çoğulu: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem.
  • Zehir, ağu.
  • Belâ, musibet.
  • Put, sanem, heykel.

nuşende

  • (Çoğulu: Nuşendegân) İçki içen kimse. (Farsça)

nüsha

  • (Çoğulu: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret.
  • Muska, duâlı kâğıt.
  • Gazete ve dergilerde (sayı).

nuşhand

  • Tatlı gülüşlü. (Farsça)

nutfe

  • (Çoğulu: Nütef) Parmak ile yolunan şey.

nuti / nutî

  • (Çoğulu: Nevâti) Gemici.

nüüti / nüütî

  • (Çoğulu: Nevat) Gemi reisi, kaptan.

nüvati / nüvatî

  • (Çoğulu: Nüvâta) Gemici, mellah.

nüvvar

  • (Çoğulu: Nevâre) Ağaç çiçeği.

nüzfe

  • (Çoğulu: Nüzüf) Az miktar, cüz'î.

nüzl

  • (Çoğulu: Enzâl) Konak yeri.
  • Misafir için hazırlanan yemek.

padaş

  • (Çoğulu: Padaşân) Mükâfat, ecr. (Farsça)
  • Yoldaş. Yol arkadaşı. (Farsça)

pak-baz

  • (Çoğulu: Pâk-bâzân) Temiz oynayan. (Farsça)
  • Mc: Sadakatli âşık. (Farsça)

payende

  • (Çoğulu: Payendegân) Payanda, destek, dayak. (Farsça)
  • Duran, sürekli. (Farsça)

peçe

  • (Çoğulu: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu.
  • Oğlan, çocuk.
  • Sarmaşık bitkisi.

pendkar / pendkâr

  • (Çoğulu: Pendkârân) Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren. (Farsça)

perdegi / perdegî

  • (Çoğulu: Perdegiyân) İyi örtünmüş ve namuslu kadın. (Farsça)

perest

  • (Çoğulu: Perestân) Tapan, tapınan, taparcasına seven. (Farsça)

perestar

  • (Çoğulu: Perestarân) Hizmetçi. (Farsça)
  • Kul. (Farsça)
  • Tapan, tapıcı. (Farsça)
  • Dalkavuk. (Farsça)

pestpaye

  • (Çoğulu: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.

peyam-aver / peyam-âver

  • (Çoğulu: Peyamâverân) Haber getiren. (Farsça)

peyug

  • (Çoğulu: Peyugân) Gelin. (Farsça)

pişini / pişinî

  • (Çoğulu: Pişiniyan) Evvel zaman adamı. (Farsça)

puhte

  • (Çoğulu: Puhtegân) Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan. (Farsça)

pur

  • (Çoğulu: Purân) Oğul. Evlâd.

pür-dil

  • (Çoğulu: Pür-dilân) Yürekli, cesur. (Farsça)

püser

  • (Çoğulu: Püserân) Erkek çocuk, oğul. (Farsça)

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'le

  • (Çoğulu: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü.
  • Hurma ağacının uzunu.

ra'n

  • (Çoğulu: Ruun-Riân) Ahmaklık.
  • Sarp dağ.
  • Önüne sivrilmiş dağ burnu.

ra'se

  • (Çoğulu: Riâs) Kulağa takılan küpe.

rab'at

  • (Çoğulu: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu.
  • Orta boylu kimse.

rabiye

  • (Çoğulu: Revâbi) Yüce, yüksek yer.

racibe

  • (Çoğulu: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.

radafe

  • (Çoğulu: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.)

radga

  • (Çoğulu: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık.

radhe

  • (Çoğulu: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi.
  • Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)

radi'

  • (Çoğulu: Ruzâa-Ruzâ) Süt emen çocuk.

ragame

  • (Çoğulu: Rugâm) Toprak.

ragibet / ragîbet

  • İhsân ve ikrâm. Çoğulu regâibdir.

rah

  • (Çoğulu: Rayâh) Şarap, içki, hamr.
  • El ayası mânâsına olan "Râha'nın C."
  • Gitmek.

rahal

  • (Çoğulu: Rihâl) Semer. Palan.

rahil

  • (Çoğulu: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine "hamel" derler.)

rahiye

  • (Çoğulu: Revâhi) Bal arısı.

rahl

  • (Çoğulu: Rihâl) Semer, palan.
  • Yağmurluk ve saire gibi yol levâzımı.

rahme

  • (Çoğulu: Ruham) Kartal.
  • Rahmet, muhabbet.

raht

  • (Çoğulu: Ruhut) Binek atlarına vurulan eyer, takım.
  • Pencere ve kapıların menteşe takımı.
  • Yol levazımı.
  • Döşeme ve ev takımı.

raide

  • (Çoğulu: Revâid) Gürleyen bulut.
  • Sözü çok olan kişi.

raiyye

  • (Çoğulu: Raâyâ) Saklı, mahfuz.

rakik

  • İnce, duygulu.

rakik-ül kalb

  • Yufka kalbli, çok merhametli, ince duygulu.

rakle

  • (Çoğulu: Rikal) At sürüsü.
  • Uzun hurma ağacı.

rakşa'

  • (Çoğulu: Rukaşâ) Alaca yılan.
  • Süslü kadın.

rakud

  • (Çoğulu: Revâkıd) Derinliği fazla olan küp.

ral

  • (Çoğulu: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu.

rasaa

  • (Çoğulu: Rusâ) Bal arısının yavrusu.

rasafe

  • (Çoğulu: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.

rasia

  • (Çoğulu: Rasâyi) Halka.

rasıd

  • (Çoğulu: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan.

rasih

  • (Çoğulu: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam.
  • Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan.
  • İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.

rasiye

  • (Çoğulu: Revâsi) Büyük dağ.

rastgu / rastgû

  • (Çoğulu: Râstguyân) Doğru konuşan, hak konuşan. (Farsça)

ratbe

  • (Çoğulu: Ritâb) Genç ve güzel sevgili.
  • Yonca otu.

ratibe

  • (Çoğulu: Revâtib) Maaş. Vazife.

re'l

  • (Çoğulu: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği.

rebabe

  • (Çoğulu: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut.

rebaiye

  • (Çoğulu: Rebâıyyât) Seniyye ile nâb arasında olan dört diş.

rebeze

  • (Çoğulu: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü.

rebib

  • (Çoğulu: Rebâib) Üvey oğul.
  • Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe)

rebie

  • (Çoğulu: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.

rebil

  • (Çoğulu: Rubul) Yoğun, semiz, besili.
  • Yer kuruyunca biten bir ot.
  • Uyluğun iç yanı.

recah

  • (Çoğulu: Rucah) Oturak yeri etli ve büyük olan kimse.

recfe

  • (Çoğulu: Recefât) Zelzele, deprem.

reclan

  • (Çoğulu: Raclâ-Rıccâl) Yayan kimse.

redah

  • (Çoğulu: Rudüh) Dolu büyük çanak.
  • Etli ve şişman kadın.

redm

  • (Çoğulu: Rüdum) Bir şeyin önüne sed yapma.
  • Bir şey dâimi olmak ve akmak.
  • Pencere, kapı ve delik gibi yerleri tıkama. Tamâmen kapama.
  • Zülkarneyn seddinin ismi.

refez

  • Bölük bölük olan cemaat. (Çoğulu: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su.

regaib gecesi / regâib gecesi

  • Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.

rehakar / rehakâr

  • (Çoğulu: Rehakâran) Kurtarıcı. (Farsça)

rehden

  • (Çoğulu: Rahâdin) Serçeden büyük bir kuş.

reht

  • (Çoğulu: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık.
  • Kavim, kabile.
  • Ondan az olan adamlar.
  • Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler)

rehv

  • (Çoğulu: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer.
  • Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır)
  • Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark.
  • Üveyik kuşu.
  • Arası açılmış ve ayrılmış.

reim

  • (Çoğulu: Arâm) Beyaz geyik.

rekeb

  • (Çoğulu: Erkâb) Kasığın kıl bittiği yeri.

rekve

  • (Çoğulu: Rukâ-Rekavât) İbrik.

rekye

  • (Çoğulu: Rekâyâ-Rekâ) Örülmemiş kuyu.

remeke

  • (Çoğulu: Rimâk-Ramek-Ramekât-Ermâk) Kısrak.

remel

  • (Çoğulu: Ermâl) Yelmek.
  • Yağmurun az yağması.
  • Vahşi sığırın ayağında olan hatlar.

remes

  • (Çoğulu: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal.
  • Kalan süt artığı.

remi

  • (Çoğulu: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut.

rems

  • (Çoğulu: Rumus) Mezar, kabir.

resel

  • (Çoğulu: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat.

resen

  • (Çoğulu: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak.
  • İp, halat, urgan.

resibe

  • (Çoğulu: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık.

resil

  • (Çoğulu: Rüsül - Rüselâ) Elçi.

resse

  • (Çoğulu: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne.
  • Ev eşyasından eskiyip atılanı.

reste

  • (Çoğulu: Restegân) Kurtulmuş. (Farsça)

resve

  • (Çoğulu: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı.

reteme

  • (Çoğulu: Ratem) Bir ağaç cinsi.

retime

  • (Çoğulu: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.

revban

  • (Çoğulu: Rübâ) Sütün yoğurt olması.
  • Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.

reviyyet

  • (Çoğulu: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme.

revk

  • (Çoğulu: Ervâk) Perde, hicâb.
  • Boynuz.
  • Ev önü.
  • Saf, hâlis, katıksız.

revzat

  • (Çoğulu: Ravz-Ravzât-Riyaz-Rizât) Çayırlı, çimenli ve sulu yer.
  • Bostan.

revzeke

  • (Çoğulu: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak.

revzen

  • (Çoğulu: Revâzin) Pencere.

revzene

  • (Çoğulu: Revâzin) Pencere.

reyde

  • (Çoğulu: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı.
  • Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr.

reyta

  • (Çoğulu: Riyat-Riyâtâ) Car denilen örtü.

reyyan

  • (Çoğulu: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş.
  • Sarhoş.

rezeme

  • (Çoğulu: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses.

rezen

  • (Çoğulu: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.

rezie

  • (Çoğulu: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ.

rezile

  • (Çoğulu: Rezâil) Fenâ ve kötü huy.

ri'be

  • (Çoğulu: Riâb) Sihir.

ri'ye

  • (Çoğulu: Riin) Sihir.

ribat

  • (Çoğulu: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke.
  • Bağ, ip.
  • Sağlam yapı.

ribbi / ribbî

  • (Çoğulu: Ribbiyyun) Büyük kalabalık.

ribet

  • (Çoğulu: Riyeb) şüphelilik. şüpheye düşme.

rıbka

  • (Çoğulu: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.

ridf

  • (Çoğulu: Erdâf) Arka.

rıdfe

  • (Çoğulu: Ruzuf) Diş aşığı kemiği.

rif

  • (Çoğulu: Eryâf) Mâmur, bayındır yer.
  • Ekini bol ve ucuz olan yer.

rifd

  • (Çoğulu: Erfâd - Rufud) Atâ, hediye, bahşiş.
  • Yardım, muavenet.

rihme

  • (Çoğulu: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi.

rihs

  • (Çoğulu: Revâhıs) Alçak duvar.

rihte-ger

  • (Çoğulu: Rihte-gerân) Dökmeci.

rikbe

  • (Çoğulu: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)

rıkk

  • (Çoğulu: Erkâ) Kul, abd.
  • Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet.
  • Yufka nesne.

rikk

  • (Çoğulu: Rikâk-Rekâik) Yağmur çisintisi.

rim

  • (Çoğulu: Arâyim) Beyaz geyik.

rimme

  • (Çoğulu: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik.

rişa'

  • (Çoğulu: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan.
  • Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı.

risar

  • (Çoğulu: Ravâsır) Reçel.
  • Turşu.

rişhand / rîşhand / ریشخند

  • Bıyık altından gülüş. (Farsça)

riva'

  • (Çoğulu: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.

rü'be

  • (Çoğulu: Rüâb) Ağaç parçası.

ru'z

  • (Çoğulu: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.

rüba

  • (Çoğulu: Ravâbi) Tepe, yüksek yer.

rübb

  • (Çoğulu: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.

rübba

  • (Çoğulu: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun.

rübye

  • (Çoğulu: Rubâ) Arz haşeratından bir cins.
  • Çok, ziyâde.

rüceme

  • (Çoğulu: Rucâm-Rucum) Büyük taş.

rude

  • (Çoğulu: Rudegân) Bağırsak. (Farsça)

rüdn

  • (Çoğulu: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı.

rüfka

  • (Çoğulu: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini

ruk'a

  • (Çoğulu: Rıka'-Ruka') Kısa mektub.
  • Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası.
  • Dilekçe.
  • Yama.

rükbe

  • (Çoğulu: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı.

rukk

  • (Çoğulu: Rikâk) Yer, arz.

rukye

  • (Çoğulu: Rukâ) Duâ, efsun.

rumh

  • (Çoğulu: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.

rümh

  • (Çoğulu: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü.
  • Mc: Yoksulluk, fakirlik.

rümle

  • (Çoğulu: Ermal-Rumul) Siyah hat.

rümme

  • (Çoğulu: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası.

rusde

  • (Çoğulu: Risâd) Ziynet, süs.

rüsg

  • (Çoğulu: Ersâg) Bilek.
  • Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.

rustak

  • (Çoğulu: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik.

rüstak

  • (Çoğulu: Resâtik) Büyük köy.

rutube

  • (Çoğulu: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma.

rüzdak

  • (Çoğulu: Rezâdik) Köy.

sa'b

  • (Çoğulu: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin.
  • Zorlu, güçlü kuvvetli.

şa'b

  • (Çoğulu: şuub) Tâife, cemaat. Kabile.

sa'dane

  • (Çoğulu: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot.
  • Devenin göğsü.
  • Tırnak dibinin siniri.
  • Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme.
  • Kadın memesinin etrafı.

sa'de

  • (Çoğulu: Siad) Yumuşak hurma.

sa'leb

  • (Çoğulu: Seâlib) Tilki.
  • Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri.

şa'r

  • (Çoğulu: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç.
  • Ateş yakmak.
  • Cenk koparmak, kavga çıkarmak.

şa'ra

  • (Çoğulu: Şüâr) Çok miktar ağaç.
  • Bir nevi zerdali.
  • Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek.

sa've

  • (Çoğulu: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.

sabat

  • (Çoğulu: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)

sabeb

  • (Çoğulu: Asbâb) Çukur yer, iniş yer.

sabiha / sâbiha

  • (Çoğulu: Sâbihât) Gemi.
  • Yüzen.

sabir

  • (Çoğulu: Sıber) Kefil.
  • Yağmursuz beyaz bulut.

sabiyy

  • (Çoğulu: Sıbye-Sıbyan) Oğlan.
  • Meyl ve muhabbet eden kimse.

şabub

  • (Çoğulu: Şeabib) Sağanak yağmur.

sacim

  • (Çoğulu: Secâm) Akıcı, akan, sâil.

şacine

  • (Çoğulu: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere.

sadefe

  • (Çoğulu: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu.
  • Kulak içi.

saderu

  • (Çoğulu: Sâderuyân) Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. (Farsça)

sadin

  • (Çoğulu: Sedene) Kapıcı. Perdedar.
  • Kâbe hizmetçisi.

saf'an

  • (Çoğulu: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.

safa-cu

  • (Çoğulu: Safacuyân) Rahat ve eğlence arıyan. (Farsça)

safe

  • (Çoğulu: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.

safed

  • (Çoğulu: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ.
  • Atâ, bahşiş, hediye.

safen

  • (Çoğulu: Esfan) Haya derisi.

safer

  • (Çoğulu: Esfâr) Boş ve hâli olmak.
  • Arabi aylardan ikincisi.
  • Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

saff-der

  • (Çoğulu: Saff-derân) Düşman saflarını yaran yiğit. (Farsça)

saffat

  • (Çoğulu: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.

safiha

  • (Çoğulu: Safayih) Yüzün derisi.
  • Kapı tahtası.
  • Kâğıdın bir tarafı.
  • Yassı ve düz nesne.
  • Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)

safin

  • (Çoğulu: Sâfinât) Cins at.
  • Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.

safine

  • (Çoğulu: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh.

safiye

  • (Çoğulu: Sevâfi) Toz.
  • Rüzgâr, yel.

safsaf

  • (Çoğulu: Safâsıf) Yüksek düz yer.
  • Serçe kuşu.
  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

saga

  • (Çoğulu: Sayâg) Kuyumcu.

sagire

  • (Çoğulu: Sagair) Küçük günah.

şagrabiyye

  • (Çoğulu: Şegârib) Ayak bağlamak.

şagva'

  • (Çoğulu: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın.

şagzebiyye

  • (Çoğulu: Şegâzib) Ayak bağlamak.

sahfe

  • (Çoğulu: Sıhâf) Küçük çanak.

sahıb

  • Yoldaş, yol arkadaşı.
  • Gözcü. (Çoğulu: Sıhab-suhban)

şahid

  • (Çoğulu: Şevâhid-Şühud) Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri.

sahife / sahîfe

  • Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.

şahih

  • (Çoğulu: Şihah) Bahil kişi.

şahin

  • (Çoğulu: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur.

sahıre

  • (Çoğulu: Savahır) Topraktan yapılmış bir kap.

şahıs

  • (Çoğulu: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti.
  • İnsanın uzaktan görülen karaltısı.

şahit

  • (Çoğulu: Şihât) İnce yufka olmuş nesne.

sahle

  • (Çoğulu: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)

sahra

  • (Çoğulu: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl.
  • Yazı.
  • Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar)

sahsah

  • (Çoğulu: Sahâsıh) Düz yer.

şahsüvar

  • (Çoğulu: şâhsüvârân) Ata iyi binen. (Farsça)

sahva'

  • (Çoğulu: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.

şaile

  • (Çoğulu: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve.

şair

  • (Çoğulu: Şairât) Arpa.
  • Kurban devesi.

şaire

  • (Çoğulu: Şâirât - Şevâir) Kadın şair.
  • Bir tek arpa, arpa tanesi.
  • (Çoğulu: Şaâyir) Tıb: Arpacık.

sakar

  • (Çoğulu: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu.
  • Çok ekşimiş süt ve pekmez.
  • Bir şeyi kırmak.

sakb

  • (Çoğulu: Sukub) Delinme, delme.
  • Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik.
  • Sütü çok olan deve.
  • Çok kırmızı, koyu kırmızı.
  • (Çoğulu: Sukub) İnce, uzun.
  • Ev ortasında olan direk.
  • İçi boş olmayan kuru cisme vurmak.
  • Yakınlık.

sakıa

  • (Çoğulu: Savâkı) Yıldırım.

şakife

  • (Çoğulu: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.

şakika

  • (Çoğulu: Şakayık) Yarım baş ağrısı.
  • Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş.
  • Çatlak, yarık.

sakıye

  • (Çoğulu: Sevâki) Su arkı, su dolabı.

sakıyy

  • (Çoğulu: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut.
  • Hurma ağacı.

sakk

  • (Çoğulu: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap.
  • Kapı yapmak.
  • Vurmak, darbetmek.

sakta

  • (Çoğulu: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık.

salaet

  • (Çoğulu: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.

salaye

  • (Çoğulu: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.

salib

  • (Çoğulu: Sulub-Salbân) Haç.
  • Şiddetli, şedit.
  • Heybetli.

salig

  • (Çoğulu: Sulag) Altı yaşındaki sığır.

sall

  • (Çoğulu: Sellât) Dar su yolu.

salle

  • (Çoğulu: Sılât) Kuru yer.
  • Deri, cild.

samece

  • (Çoğulu: Samec) Kandil.

samm

  • Zehirleyen. Ağulu.
  • Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr.

samme

  • (Çoğulu: Sevvâm) Zehirli hayvan.

şan

  • (Çoğulu: Şuun) Büyük sevap.
  • Şeref.
  • Irz, namus.
  • Nam, şöhret, şan, ün.
  • Mahiyet.
  • Gösteriş, çalım.
  • Tabiat, huy, âdet.
  • Hal, keyfiyet.

sance

  • (Çoğulu: Sanecât) Terazi.
  • Taş.

sandal

  • (Çoğulu: Sanâdil) Büyük başlı deve.
  • Güzel kokulu bir ağaç.

sanduk

  • (Çoğulu: Sanadik) Sandık.

şanezen

  • (Çoğulu: Şanezenân) Baş tarayan. (Farsça)
  • Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen. (Farsça)

saniye

  • (Çoğulu: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve.

sanvan

  • (Sunvân) (Çoğulu: Esvane) Kaftan.
  • Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık.

sarari / sararî

  • (Çoğulu: Sarariyyûn) Gemici.

sare

  • (Çoğulu: Savâr) Hâcet, ihtiyaç.
  • Susuzluk.

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sarh

  • (Çoğulu: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı.

sari / sarî

  • (Çoğulu: Surrâ) Gemici.

şarib

  • (Şürb. den) İçen. Şürbeden.
  • (Çoğulu: Şevarib) Bıyık.

şarif

  • (Çoğulu: Şürüf) Yaşlı deve.

sarife

  • (Çoğulu: Savârif) Değişiklik. Değişme.

şarih

  • (Çoğulu: Şurah) Yiğit, kahraman.

şarik

  • (Çoğulu: Şevârık) Güneş.
  • Parlak cisim.

şarıka

  • (Çoğulu: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.

sariye

  • (Çoğulu: Sevari) Direk.
  • Gece yağmur yağdıran bulut.

şarkiyyun / şarkiyyûn / شرقيون

  • Doğulular, şarklılar.
  • Doğulular. (Arapça)

şarklı

  • Doğulu.

sarsarani

  • (Çoğulu: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi.
  • Bir cins balık.

şasıye

  • (Çoğulu: şevâss-şasâyât) Dolu sokak.

şass

  • (Çoğulu: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.

şat

  • (Çoğulu: şutut) Büyük nehir.
  • (Çoğulu: Şiyâh-Şiyât) Koyun.
  • Vahşi sığır.

şatbe

  • (Çoğulu: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı.
  • Yaş ekin yaprağı.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Uzun boylu kadın.

şati'

  • (Çoğulu: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön.

satim

  • (Çoğulu: Sutem) Galiz, kaba.

satr

  • (Çoğulu: Sutur) Satır. Yazı sırası.

satur

  • (Çoğulu: Sevâtir) Satır, büyük bıçak.

savlecan

  • (Çoğulu: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.

savmaa

  • (Savmea) (Çoğulu: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer.
  • Hücre.

savr

  • (Çoğulu: Savâri) Hamle yapmak.
  • Parçalamak, pâre pâre etmek.
  • Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.

savt

  • (Çoğulu: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç.
  • Bir şeyi diğerine karıştırmak.

şavt

  • (Çoğulu: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması.
  • Bir tur.
  • İşin bir kısmı.
  • Sesin gidebileceği mesafe.

savvane

  • (Çoğulu: Savân) Bir cins çakmak taşı.

saydelan

  • (Çoğulu: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi.

saye

  • (Çoğulu: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.

sayha

  • (Çoğulu: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra.
  • Azab, eziyet.

şayib

  • (Çoğulu: Şevâyib) Ayıp. Noksan.
  • Pis, murdar.
  • Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.

sayibe

  • (Çoğulu: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve.
  • "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.

sayife

  • (Çoğulu: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.

sayime

  • (Çoğulu: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar.

sayref

  • (Çoğulu: Seyârif) Sarraf.
  • İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.

sayrefi / sayrefî

  • (Çoğulu: Sayârife) Sarraf.

sazec

  • (Çoğulu: Sevâzic) Sâde, basit.

sazende

  • (Çoğulu: Sâzendegân) Çalgıcı. (Farsça)
  • Düzenleyici, yapıcı. (Farsça)

şazib

  • (Çoğulu: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar.
  • Katı yer, sert arazi.

şaziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Kavis, yay.
  • Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça.
  • Kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
  • İncik kemiği.

se'bül

  • (Çoğulu: Sevâbil) Aş havucu.
  • Pirinç, buğday, nohut, mercimek.

se'te

  • (Çoğulu: Set) Kara balçık.

seab

  • (Çoğulu: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.

şeafe

  • (Çoğulu: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı.
  • Her nesnenin âlâsı ve üstü.

şebah

  • (Çoğulu: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı.

sebak

  • (Çoğulu: Esbâk) Ders.
  • Yarış.
  • Koşu yapanların aralarında koydukları ödül.

şebat

  • (Çoğulu: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk.
  • Cihet, yön, taraf.

şebbake

  • (Çoğulu: şebâbik) Birbirine girmiş nesne.

sebc

  • (Çoğulu: Esbâc) Orta vasat.

sebca'

  • (Çoğulu: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec)

şebeh

  • (Çoğulu: Eşbâh) Karaltı.
  • Şahıs.
  • Ceset.

sebete

  • (Çoğulu: Sebât) Ot, nebat, bitki.
  • Otu çok olan yer.

şebhiz

  • (Çoğulu: Şebhizân) Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. (Farsça)

sebi

  • (Çoğulu: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.

sebibe

  • (Çoğulu: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu.
  • İnce keten bezi parçası.

seblet

  • (Çoğulu: Sibâl) Bıyık.

sebre

  • (Çoğulu: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit.

sebseb

  • (Çoğulu: Sebâsib) Issız büyük çöl.
  • Kâfirlerin bayramı.

sebt

  • (Çoğulu: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek.
  • Boyun vurmak.
  • Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü.
  • Cumartesi günü.
  • Şaşırmak, hayrette kalmak.
  • Çok zeki, dâhiye.
  • Başı tıraş etmek.

sebu'

  • (Çoğulu: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar.

sebükser

  • (Çoğulu: Sebükserân) Hafif düşünceli. (Farsça)
  • Sefih, aşağılık. (Farsça)

sec'

  • (Çoğulu: Escâ-Esâci) Kumru sesi.
  • Kafiyeli söz.

şecen

  • (Çoğulu: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Keder, hüzün.

şecn

  • (Çoğulu: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.

seda'

  • (Çoğulu: Esdiye) Bezin hatâsı.

şedef

  • (Çoğulu: Şüduf) Her nesnenin şahsı.

sedel

  • (Çoğulu: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı.
  • Örtmek, setretmek.

sedil

  • (Çoğulu: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar.

sefat

  • (Çoğulu: Esfât) Sele, sepet.
  • Ağaç veya balık pulu.

sefercel

  • (Çoğulu: Sefâric) Ayva.

seffud

  • (Çoğulu: Sefafid) Kebap pişirilen demir.

sefh

  • (Çoğulu: Süfuh) Dağ eteği.
  • Su dökmek.
  • Kan dökmek.

sefik

  • (Çoğulu: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid.
  • Sık dokunmuş bez.

sefne

  • (Çoğulu: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.

sefsaf

  • (Çoğulu: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş.
  • Un elerken elekten kalkan toz.

segab

  • (Çoğulu: Sügbân) Kesmek.
  • Dere içinde yağmurdan biriken su.
  • İyi ve tatlı su.

segame

  • (Çoğulu: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot.

segar

  • (Çoğulu: Süğür) Ön dişler.
  • Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.)
  • Yaş hıyar.

seha

  • (Çoğulu: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu.
  • Yarasa kuşu.

sehab

  • (Çoğulu: Sehâib) Bulut.
  • Karanlık.
  • Bulut gibi uçuşan böcekler.

sehem

  • (Çoğulu: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok.
  • Nâsib.

sehl

  • (Çoğulu: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise.
  • Nakit, para. nakit akçe.
  • İpliği bir kat bükmek.
  • Ezmek.
  • Dövmek.

şehreka

  • (Çoğulu: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.

sehuk

  • (Çoğulu: Sühuk) Uzun.
  • Çok uzun hurma ağacı.

şeile / şeîle

  • (Çoğulu: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil.

sekal

  • (Çoğulu: Eskâl) Misafir.
  • Mal, mülk, metâ.
  • Ev metaı, ev eşyası.
  • İns ve cinnin bir ünvanı.

sekbe

  • (Çoğulu: Sekebât) Başta olan kepek.
  • Takke.

şekerhand / شكرخند

  • Tatlı gülüş, sevgilinin tatlı gülüşü. (Farsça)

şekimet

  • (Çoğulu: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat.
  • Dizgin, gem.
  • Kazan ve çömlek kulpu.

sekk

  • (Çoğulu: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi.
  • Alçaklık.
  • Dar nesne.

şekk

  • (Çoğulu: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek.
  • Lüzum.
  • Yarmak.
  • Yapışmak.

sela

  • (Çoğulu: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.

sela'

  • Bir acı ağaç.
  • Medine'de bir dağ.
  • Yarmak. Parçalamak.
  • Ayak yarığı. (Bu mânâya Çoğulu: Sülu)

selah

  • (Çoğulu: Selhân) Keklik yavrusu.

selak

  • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
  • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

selc

  • (Çoğulu: Süluc) Kar.

selcem

  • (Çoğulu: Selâcim) Uzun, tavil.
  • Uzun ok. şalgam.

şelcem

  • (Çoğulu: şelâcim) şalgam.

şelil

  • (Çoğulu: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas.
  • Çok sulu dere ortası.
  • Kısa gömlek.

selka'

  • (Çoğulu: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer.

selle

  • (Çoğulu: Sellât - Silâl) Sepet, sele.

selmec

  • (Çoğulu: Selâmic) İnce uzun demir.

selub

  • (Çoğulu: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve.

şema'

  • (Çoğulu: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum.
  • Oyun.
  • Mizaç, huy.

şemal

  • (Çoğulu: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel.
  • Ahlâk.
  • Kılıç.

semale

  • (Çoğulu: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık.
  • Tereyağı.
  • Araptan bir kabile.

semame

  • (Çoğulu: Semâm) Bir nevi kuş.
  • Sür'atle yürüyen dişi deve.

semik

  • (Çoğulu: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.)

şemime

  • (Çoğulu: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.

semlak

  • (Çoğulu: Semâlik) Düz, yüksek yer.

şemle

  • (Çoğulu: şümül) Kilim.
  • Az miktar su.

semm

  • (Simm - Sümm) (Çoğulu: Sümum) Delik.

semre

  • (Çoğulu: Semür-Semürât) Sakız ağacı.

semsam

  • (Çoğulu: Semâsim) Hafif edepsiz kişi.
  • Aceleci kimse.

şemşir-ger

  • (Çoğulu: Şemşirgerân) Kılıççı. (Farsça)

şemu'

  • Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı.

senam

  • (Çoğulu: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü.
  • Her nesnenin yücesi, yükseği.

sence

  • (Çoğulu: Senecât) Terazi taşı.

sendüve

  • (Çoğulu: Senâdâ) Meme.

sener

  • (Çoğulu: Senânir) Kedi.
  • Ulu kişi.
  • Boğaz kemiği.
  • Kuyruk sokumu.

şenf

  • (Çoğulu: Şünuf) Salkım küpe.

sengdil

  • (Çoğulu: Sengdilân) Taş yürekli, merhametsiz, acımaz. (Farsça)

senine

  • (Çoğulu: Senayin) Kumdan tepe.

seniy

  • (Çoğulu: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan.

seniyye

  • (Çoğulu: Senâyâ) Ön dişlerin birisi.
  • Sarp ve yokuş yerde olan yol.

şenn

  • (Çoğulu: Şinân) Eski kırba.
  • Araptan bir kabile.
  • Dağılıp perâkende olmak.

şennar

  • (Çoğulu: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük.

ser-amed

  • (Çoğulu: Ser-âmedan) İleri gelen, başta bulunan. (Farsça)

ser-efgende

  • (Çoğulu: Serefgendegân) Başını eğen. (Farsça)

ser-endaz

  • (Çoğulu: Ser-endazân) Çekinmez, pervasız, korkusuz. (Farsça)

serafil

  • (Çoğulu: Serâfilât) Şalvar. Don.

şerat

  • (Çoğulu: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân.
  • Bir şeyin en bayağı ve âdisi.

seravil

  • (Çoğulu: Serâvilât) İç donu.
  • Şalvar.

serayende

  • (Çoğulu: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen.

serb

  • (Çoğulu: Sürub) İçyağı.
  • Helâk olmak.
  • Bozulmak, fâsid olmak.
  • Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.

serbaz

  • (Çoğulu: Serbâzân) Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit. (Farsça)

serbülend

  • (Çoğulu: Serbülendân) Yüce. Başı yüksek. (Farsça)

serc

  • (Çoğulu: Süruc) At takımı, eyer.

şercem

  • (Çoğulu: şerâcim) şalgam.

serçeşme

  • (Çoğulu: Serçeşmegân) Çeşme başı, su başı. Pınar. (Farsça)
  • Pir, şeyh. Baş. (Farsça)
  • (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse. (Farsça)

sereb

  • (Çoğulu: Esrâb) Yer altında olan ev.
  • Kırbadan akan su.
  • Ot.

şerebe

  • (Çoğulu: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz.

şerec

  • (Çoğulu: Şüruc) Donyağı.

şereke

  • (c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak.
  • Ulu yol, büyük yol.
  • Yol ortası. (Bu mânaya. Çoğulu: Şürek)

serer

  • (Çoğulu: Esirre) Ayın son gecesi.
  • Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça.
  • Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya Çoğulu: Esrâr ve C: Esârir).

şerere

  • (Çoğulu: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı.

şeret

  • (Çoğulu: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti.

şeretiyy

  • (Çoğulu: Şurut-Şuratâ) Çeri başı.
  • Pazar başı.

serih

  • (Çoğulu: Serâyih) Nâlin kayışı.

şeriha

  • (Çoğulu: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası.
  • Et dilimi.

serire

  • (Çoğulu: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir.
  • Yatak.

seriyy

  • (Çoğulu: Esriye-Seryân) Nefis.
  • Kavi, kuvvetli.
  • Reis.
  • Küçük nehir, ırmak.

şerşere

  • Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Meta, mal mülk.
  • Ağırlık. (Bu mânâya Çoğulu: Şerâşir)

şerz

  • (Çoğulu: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet.
  • Zorluk.
  • Kuvvet.
  • Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek.

şess

  • (Çoğulu: şisâs) Boya otu.

şesus

  • (Çoğulu: Şesâyıs) Sütü az olan deve.

seteh

  • (Çoğulu: Estâh) Oturak yeri.

şeten

  • (Çoğulu: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan.
  • Uzak olmak.
  • Sağlam yapmak.

setl

  • (Çoğulu: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak.
  • Hamam tası.
  • Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap.

setv

  • (Çoğulu: Setavât) Hamle etmek.
  • Kahretmek.
  • Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek.

şevat

  • (Çoğulu: şivâ) Baş derisi.

sevb

  • (Çoğulu: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine "sevvab" derler.)
  • Rücu' manasına mastar.

sevdager

  • (Çoğulu: Sevdagerân) Sevdalı, âşık. Meftun. (Farsça)

şevheb

  • (Çoğulu: şevahib) Kirpi.

sevik

  • (Çoğulu: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına "sevvâk" denir.

seviyye

  • (Çoğulu: Sevâyât) Koyun yatağı.

sevla'

  • (Çoğulu: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel)

sevleb

  • (Çoğulu: Sevâlib) Tilki.

seyb

  • (Çoğulu: Süyub) Su akmak.
  • Bahşiş, hediye, atâ.
  • Medfun mal, gömülü mal.

şeyhem

  • (Çoğulu: şeyâhim) Erkek kirpi.

şeyyir

  • (Çoğulu: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan.

şezb

  • Ağaçtan budanan kuru odun.
  • Geçmek, intikal etmek.
  • Sınır. (Bu mânâya Çoğulu: Eşzâb)

şezebe

  • (Çoğulu: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan.

şeziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Bir parça nesne.

şezre

  • (Çoğulu: Şezerât-Şüzur) İşlenmemiş ham altun.
  • Süs için asılan inci ve altun.

şi'b

  • (Çoğulu: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu.

si'la'

  • (Çoğulu: Seâli) Helâk.
  • Cin sâhirleri.

şiare

  • (Çoğulu: Şeâyir) Hac amelleri.
  • Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne.

sıbag

  • (Çoğulu: Esbiga) Boya.
  • Yaradılış.

sibd

  • (Çoğulu: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye.

şibdi'

  • (Çoğulu: Şebâdi) Akrep.
  • Dil, lisan.
  • Belâ.
  • Şiddet.

sıbr

  • (Çoğulu: Esbâr) Beyaz bulut.
  • Taraf, yön, cânip.
  • Çoğul, cemi.

sıbt

  • (Çoğulu: Esbât) Torun.

sibt

  • (Çoğulu: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı.
  • Torun.

sıbtır

  • (Çoğulu: Sibetrât) Uzun, tavil.
  • Uzun boyunlu bir kuş.

sicn

  • (Çoğulu: Sücun) Hapis, zindan.

sid

  • (Çoğulu: Sidân) Kurt,
  • Yaşlı keçi.
  • Arslan.

şıdk

  • (Çoğulu: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı.
  • Ağzın kenarı.

sif

  • (Çoğulu: Esyâf) Deniz sahili.
  • Hurma lifi.

sıfrid

  • (Çoğulu: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.

sifsir

  • (Çoğulu: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan.
  • Zarif, zerâfetli.
  • Hizmetçi, hâdim.
  • Tabi, itaat eden, uyan.

sihae

  • (Çoğulu: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı.

sıhle

  • (Çoğulu: Sehil) Yoğun, büyük nesne.

sıhve

  • (Çoğulu: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc.

sika

  • (Çoğulu: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet.
  • Güvenilir ve inanılır kimse.
  • (Çoğulu: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh.
  • Ses.

sika'

  • (Çoğulu: Eskiye-Eskıyât-Esâk-Esâki) Su kurbağası.

şıkb

  • (Çoğulu: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı.
  • Çukur yer.

şikke

  • (Çoğulu: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı.
  • Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.

şıks

  • (Çoğulu: Aşkâs) Bir parça yer.
  • Her nesnenin bir miktarı.

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

şıkz

  • (Çoğulu: Şekazân) Keler eniği.

sil'

  • (Çoğulu: Eslâ) Dağ yarığı.

silab

  • (Çoğulu: Sülüb) Kara mâtem donu.

sılame

  • (Çoğulu: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka.

silb

  • (Çoğulu: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve.

sıll

  • (Çoğulu: Aslâl) Bir nevi ot.
  • Bir nevi yılan.

sılle

  • (Çoğulu: Sılât) Vuslat, kavuşma.
  • Hediye, atâ.

sılyane

  • (Çoğulu: Salayan) Bakla.

simat

  • (Çoğulu: Sümut) Sofra. Yemek masası.
  • Yemek.
  • Ziyâfet.

sıme

  • (Çoğulu: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse.
  • Berk, muhkem nesne.
  • Büyük erkek yılan.

sime

  • (Çoğulu: Simât) Damga, alâmet, nişan.

şime

  • (Çoğulu: Şiyem) Huy, tabiat.

simer

  • (Çoğulu: Esmâr) Kıssa, hikâye.
  • Akşamdan sonra olan.

simm

  • (Çoğulu: Simâm-Sümum) Küçük dar delik.
  • İğne deliği.
  • Ağu, zehir.
  • Kast.
  • Düzeltme, ıslah.
  • Set.

simmi / simmî

  • (Çoğulu: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.

şimrac

  • (Çoğulu: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek.
  • Yalan karışık söz.

şimrah

  • (Çoğulu: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı.
  • Dağ tepesi.

simsar

  • (Çoğulu: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı.

sımsım

  • (Çoğulu: Semâsım) Şişman ve etli adam.

sımt

  • (Çoğulu: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.

simt

  • (Çoğulu: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik.

sınaat

  • (Çoğulu: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık.

şinak

  • (Çoğulu: Eşnâk) Sivri başlı kimse.
  • Kırba bağladıkları ip.
  • Başı büyük olan at.
  • Kuş tuzağı.

sinan

  • (Çoğulu: Esinne) Mızrak, süngü.

sındid

  • (Çoğulu: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen.

sinh

  • (Çoğulu: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü.
  • (Çoğulu: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası.

sinn

  • (Çoğulu: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman.
  • Diş.
  • Medine'de bir dağın ismi.
  • Yaban öküzü.

sinne

  • (Çoğulu: Sinen) Kalem başı.
  • Sapan demiri.

sinnevr

  • (Çoğulu: Senânir) Kedi.

sinsin

  • (Çoğulu: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.

siny

  • (Çoğulu: Esnâ) Her nesnenin büklümü.
  • Dağın kısıkdar yeri.
  • Orta, vasat.

sipah

  • (Çoğulu: Sipâhan) Asker, leşker, nefer.
  • Ordu.

şirak

  • (Çoğulu: Şürük) Nalbant kayışı.

sirar

  • (Çoğulu: Esirre) Sürur, sevinç.
  • Sırayla konuşmak.
  • Ay sonu.

sirb

  • (Çoğulu: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası.
  • Sığır sürüsü.

sirbal

  • (Çoğulu: Serâbil) Gömlek, kamis.

sirdab

  • (Çoğulu: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.

şirdil

  • (Çoğulu: Şirdilân) Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur. (Farsça)

sire

  • (Çoğulu: Sıyer) Koyun ağılı.

sirhan

  • (Çoğulu: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.

sırm

  • (Çoğulu: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek.
  • Ekin biçmek.
  • Cem'olmuş beytler.

sırme

  • (Çoğulu: Sırm) Bulut parçası.
  • Deve ve koyun sürüsü.

sirr

  • (Çoğulu: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar.
  • Gizli nesne.
  • Cima etmek.
  • Zikir.
  • Hâlis.
  • En iyi, en faziletli.

şirrir

  • (Çoğulu: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir.

sirval

  • (Çoğulu: Serâvil) şalvar.

sirve

  • (Çoğulu: Sirâ) Küçük ok.
  • Çekirge yumurtası.

şis'

  • (Çoğulu: Şüsu') Nâline tasma vurmak.
  • Nâlin tasması.

sisa

  • (Çoğulu: Sıyas-Sıyasâ) Köşk.
  • Kale.
  • Sığınacak yer.
  • Çulha mekiği.
  • Horoz mahmuzu.
  • Sığır boynuzu.

sisa'

  • (Çoğulu: Seyâsi) Davar arkası.
  • Omuz başı.

şısb

  • (Çoğulu: şesâyib) şiddet.
  • Nasip.

sitare

  • (Setr. den) (Çoğulu: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey.

sitem-dide

  • (Çoğulu: Sitemdidegân) Zulme uğramış, haksızlık görmüş.

sitem-kar / sitem-kâr

  • (Çoğulu: Sitemkârân) Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim. (Farsça)

sitr

  • (Çoğulu: Estâr) Örtü.
  • Perde.

sivak

  • (Çoğulu: Süvük) Misvak.
  • Dişini yıkamak.

sıvar

  • (Çoğulu: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü.
  • Misk kabı.

sivar

  • (Çoğulu: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.

siyahkar / siyahkâr

  • (Çoğulu: Siyâhkârân) Günah işlemiş, suçlu. (Farsça)

sıyar

  • (Çoğulu: Sirân-Asvire) Misk kabı.
  • Sığır sürüsü.

sıydane

  • (Çoğulu: Saydân) Taş çömlek.

sıysa

  • (Çoğulu: Sıyâs) Kale. Kal'a.
  • Sığınacak yer.
  • Köşk.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

su'bub

  • (Çoğulu: Seâbib) Saf su akan yer.

su'l

  • (Çoğulu: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme.
  • Koyunda küçük meme.
  • Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.

su'luk

  • (Çoğulu: Saâlik) Fakir.
  • Dilenci.
  • Serseri.

su'n

  • (Çoğulu: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.

su'r

  • (Çoğulu: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı.

şua

  • (Çoğulu: Şu') Sorgun ağacı.

suba

  • (Çoğulu: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.

şübhe

  • (Çoğulu: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.

şübke

  • (Çoğulu: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.

sübrut

  • (Çoğulu: Sebâriyet) Az.
  • Otsuz ve susuz yer.
  • Fakir adam.

sübüha

  • (Çoğulu: Sübühât) Nur.
  • Azamet, büyüklük.

sücre

  • (Çoğulu: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.

suddad

  • (Çoğulu: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele.
  • Suya varacak yol.

südde

  • (Çoğulu: Süded) Kapı, eşik.

sudg

  • (Çoğulu: Esdâg) şakak.
  • şakaklardan sarkan saç.

südg

  • (Çoğulu: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.

suf

  • (Çoğulu: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma.
  • Yün, yapağı, ibrişim.

süfae

  • (Çoğulu: Süfâ) Bir ot cinsi.

sufi

  • (Çoğulu: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.

şüfr

  • (Çoğulu: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer.
  • Her şeyin kenarı.

süfre

  • Sofra, mâide.
  • (Çoğulu: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.

şüfre

  • (Çoğulu: Eşfâr) Yassı büyük bıçak.
  • Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı.
  • Kılıç ağızı.
  • Kirpik biten yer.

sufrit

  • (Çoğulu: Safârit) Fakir.

süftece

  • (Çoğulu: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim.
  • Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey.
  • Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.

süfül

  • (Çoğulu: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu.
  • Örtmek.
  • Yemek.

sugre

  • (Çoğulu: Sügur) Göğüs çukuru.
  • Boğaz çukuru.
  • Gedik.

şügül

  • (Çoğulu: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak.

sühan-senc

  • (Çoğulu: Sühansencân) Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan. (Farsça)

suhansera

  • (Çoğulu: Suhanserâyân) Ahenkli söz söyleyen. (Farsça)

suhd

  • (Çoğulu: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su.

suhre

  • Maskara, gülünç, eğlenceli.
  • Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.
  • (Çoğulu: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı.
  • Kırmızıya benzer renk.

suhriyen

  • (Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan.
  • Gülünç olan.

suhte

  • Yanmış, tutuşmuş. Yanık. (Farsça)
  • (Çoğulu: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. (Farsça)

sukb

  • (Çoğulu: Sükub) Delmek.
  • Yırtmak.

sukbe

  • (Çoğulu: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.

sukm

  • (Çoğulu: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz.

sulahfat

  • (Çoğulu: Selâhif) Kaplumbağa.

sülehfat

  • (Çoğulu: Selâhıf) Kaplumbağa.

sülek

  • (Çoğulu: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke)

sulla'

  • (Çoğulu: Sıllâ) Enli yassı taş.
  • Ot bitmeyen mevzi.

sulsul

  • (Çoğulu: Salâsıl) Üveyik kuşu.

sult

  • (Çoğulu: Eslât) Büyük bıçak.

sümame

  • (Çoğulu: Sümâm) Bir zayıf ot.
  • Cem etmek, toplamak, biriktirmek.

sümanat

  • (Çoğulu: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.

şüms

  • (Çoğulu: Şümus) Vahşi erkek davar.
  • Bir nevi gerdanlık.

sünat

  • (Çoğulu: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.

sünbük

  • (Çoğulu: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.

sunbur

  • (Çoğulu: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği.
  • Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.

şünhub

  • (Çoğulu: Şenâhıb) Dağbaşı.

şüntür

  • (Çoğulu: şenâtir) Parmak.

sünuh

  • (Çoğulu: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ.
  • Zuhur etmek. Vaki olmak.
  • Sözü kinâye ve târiz ile söylemek.
  • Kolay olmak.
  • Birini güçlüğe düşürmek.

sünyan

  • (Çoğulu: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.

şünzuve

  • (Çoğulu: Şenazi) Dağ kenarı.

sürbe

  • (Çoğulu: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat.
  • Yığın, küme.
  • Sürü.
  • Gidecek yer.

sürdah

  • (Çoğulu: Serâdih) Semiz etli dişi deve.
  • Ufak otlar yetişen yumuşak yer.

sürdak

  • (Çoğulu: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak.
  • Çadır. Bezden olan ev.

sured

  • (Çoğulu: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş.
  • Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.

suret

  • (Çoğulu: Sur - Suver) Biçim, görünüş.
  • Kılık. Tarz.
  • Yol. Gidiş. Hal.
  • Tasvir. Dıştan görünen şekil.
  • Çare.

süriyye

  • (Çoğulu: Serâri) Cariye, odalık.

sürm

  • (Çoğulu: Esrem) Necisin çıktığı yer.

surre

  • (Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
  • Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.

sürre

  • (Çoğulu: Sürer - Sürrât) Göbek.

şürsuf

  • (Çoğulu: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı.

şürta

  • (Çoğulu: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse.
  • Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.

süruş

  • (Çoğulu: Süruşân) Melek. (Farsça)
  • Cebrâil (A.S.) (Farsça)

sut

  • (Çoğulu: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş.

şutbe

  • (Çoğulu: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.

sütude

  • (Çoğulu: Sütudegân) Övülmüş, medhedilmiş. (Farsça)
  • Övülüp medhedilmeğe değer. (Farsça)

suvab

  • (Çoğulu: Su'bân) Bit sirkesi.

suvan

  • (Çoğulu: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.

süvre

  • (Çoğulu: Sivere-Sire) Dişi sığır.

suzer

  • (Çoğulu: Suzerât) Necis, pis, murdar.

ta'sir

  • (Çoğulu: Ta'sirât) (Usr. dan) Güçleştirme.
  • (Çoğulu: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma.

ta'şir

  • (Çoğulu: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma.
  • Ona bölme.

ta'yir

  • (Çoğulu: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.

ta'zil

  • (Çoğulu: Ta'zilat) Ayıplama.

taabbüs

  • (Çoğulu: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.

taarrus

  • (Çoğulu: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

taavvüc

  • (Çoğulu: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma.

tabak

  • (Çoğulu: Etbâk) Örtü.
  • Hâl.
  • Cemaat, topluluk.
  • Kabile.

tabbah

  • (Çoğulu: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı.

tabel

  • (Tâbil) (Çoğulu: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat.

tabib

  • (Çoğulu: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim.

tabil

  • (Çoğulu: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler.
  • Çömlek içinde pişen nesne.

tabut

  • (Çoğulu: Tevâbit) Sandık.
  • Ölü nakline mahsus sandık.
  • Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll.
  • Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık.
  • Su kovası.

tadahuk

  • Gülüşmek.

taftafe

  • (Çoğulu: Tavâtıf) Böğür, hâsıra.

tafzih

  • (Çoğulu: Tafzihât) Rezil etme.

tagame

  • (Çoğulu: Tıgâm) Hor ve zelil kimse.
  • Ufacık kuşlar.

tagazzi

  • (Çoğulu: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.

tagbir

  • (Çoğulu: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma.
  • Gücendirme, muğber etme.

tagfil

  • (Çoğulu: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma.

taglik

  • (Çoğulu: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma.
  • Kilitleme.
  • Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme.

tagr

  • (Çoğulu: Tagrân) Bir küçük kuş.

tagrir

  • (Çoğulu: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma.
  • Tehlikeli yerlere düşürmek.

tahaddüb

  • (Çoğulu: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma.

taharrüş

  • (Çoğulu: Taharrüşât) Tırmalanma.

tahayyül

  • (Çoğulu: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak.

tahcil

  • (Çoğulu: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma.

tahfir

  • (Çoğulu: Tahfirat) (Hufre. den) Çukur kazma.

tahıne

  • (Çoğulu: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi.

tahine

  • (Çoğulu: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.

tahlik

  • (Çoğulu: Tahlikat) Tıraş etme.

tahmel

  • (Çoğulu: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse.

tahn

  • (Çoğulu: Tahniyât) Öğütme, öğütülme.

tahrib

  • (Çoğulu: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma.

tahris

  • (Çoğulu: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma.

tahriş

  • (Çoğulu: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma.
  • Azdırma. Rencide etmek.

tahriz

  • (Çoğulu: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma.
  • Kandırmak.
  • Koparmak.

tahun

  • (Çoğulu: Tavâhin) Su değirmeni.

tahvin

  • (Çoğulu: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.

tahyil

  • (Çoğulu: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.

tahzir

  • (Çoğulu: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme.

takabbuz

  • (Çoğulu: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme.
  • Kabız olmak, peklik.

takallüd

  • (Çoğulu: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak.
  • Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme.
  • (Kılıç) kuşanma.

takdime

  • (Çoğulu: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye.
  • Takdim.

takhir

  • (Çoğulu: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme.

taklib

  • (Çoğulu: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme.
  • Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme.

takri'

  • (Çoğulu: Takriât) Tevbih. Azarlama.
  • Birini telâşa düşürme.
  • Te'nif. Başa kakma.

takvil

  • (Çoğulu: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek.
  • Haber vermek.

tala'

  • (Çoğulu: Etlâ) Geyik buzağısı.
  • Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu.
  • Buzağının ayağını bağladıkları ip.
  • Şahıs.

talel

  • (Çoğulu: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli.

talib

  • (Çoğulu: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli.
  • Talebe, öğrenci.

talibe

  • (Çoğulu: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız.

tals

  • (Çoğulu: Atlâs) Mahvetmek.

tancir

  • (Çoğulu: Tanâcir) Tencere.

tanfese

  • (Çoğulu: Tanâfis) Uzun saçaklı halı.
  • Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.

tarah

  • (Çoğulu: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet.

tarhun

  • (Çoğulu: Tarâhin) Tarhun otu.

tarihnüvis

  • (Çoğulu: Tarihnüvisân) Tarih yazan. Müverrih. (Farsça)

tarım

  • (Çoğulu: Tıram) Kara çadır.

tas

  • (Çoğulu: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas.

tasfif

  • (Çoğulu: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme.
  • Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak.

tasfih

  • (Safh. dan) (Çoğulu: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma.
  • Yaprak yapma.
  • Tağyir etme, değiştirme.

tasfik

  • (Çoğulu: Tasfikat) Kanat çırpma.

tasfir

  • (Çoğulu: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama.
  • Islık çalma.

tashif

  • (Çoğulu: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma.
  • Hatâ yapma.
  • Tağyir etme, değiştirme.

tass

  • (Çoğulu: Tâs-Tusûs-Tassât) Tas, çukurca kap.

tassuc

  • (Çoğulu: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane.

tast

  • (Çoğulu: Tısâs-Tısât) Büyük tas.

tasvig

  • (Çoğulu: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme.
  • Batırmak.
  • Kuyumculuk yapmak.

tathin

  • (Çoğulu: Tathinât) (Tahn. dan) Öğütme. Un haline getirme.

tavaşi

  • (Çoğulu: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası.

tavsit

  • (Çoğulu: Tavsitât) (Vasat. dan) Aracı bulma. Aracılık yaptırma.

taycan

  • (Çoğulu: Tâyâcin) Tava.

taylasan

  • (Çoğulu: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal.
  • Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.

tayr

  • (Çoğulu: Atyâr-Tuyur) Kuş.
  • Uçmak (mânasına mastardır.)

tazi

  • (Çoğulu: Tâziyân) Araplar.

tazyi'

  • (Çoğulu: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama.

te'bid

  • (Çoğulu: Te'bidât) (Ebed. den) Ebedileştirme, sonsuzlaştırma.

te'diye

  • (Çoğulu: Te'diyat) Eda etmek.
  • Ödenmiş para. Verilmiş borç.
  • Borcunu vermek.

te'fik

  • (Çoğulu: Te'fikât) Yalan söyleme.
  • Yalan ve iftirâ etme.

te'yid

  • (Çoğulu: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme.
  • Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.

teadi

  • (Çoğulu: Teâdiyât) (Adu. dan) Ara açılma. Düşmanlık.

teadül

  • (Çoğulu: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.

tealli

  • (Çoğulu: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme.

teb-zede

  • (Çoğulu: Teb-zedegân) Sıtmaya tutulmuş. (Farsça)

tebaguz

  • (Çoğulu: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.

tebah-kar / tebah-kâr

  • (Çoğulu: Tebâhkârân) Mahveden, harab eden, bitiren. (Farsça)

tebehkar

  • (Çoğulu: Tebehkâran) Mahveden, harab eden. Bitiren. (Farsça)

tebellül

  • (Çoğulu: Tebellülât) Nemlenme, ıslanma.

tebessüm / تبسم

  • Gülümseme. Nazikâne ve dişlerini göstermeyerek gülme.
  • Gülümseme.
  • Gülümseme, kendinin işitmeyeceği şekilde sessiz gülme.
  • Gülümseme.
  • Gülümseme. (Arapça)
  • Tebessüm etmek: Gülümsemek. (Arapça)

tebessüm etme

  • Gülümseme.

tebessüm-künan

  • Gülümser tarzda, gülümseyerek. (Farsça)

tebessümat

  • (Tekili: Tebessüm) Gülümsemeler, tebessümler.

tebessümkarane / tebessümkârane / tebessümkârâne

  • Gülümsercesine.
  • Gülümsercesine.

tebn

  • (Çoğulu: Etbân) Saman.

tebrih

  • (Çoğulu: Tebârih) İncitmek. Eza vermek.

tecavül

  • (Çoğulu: Tecâvülât) (Cevelân. dan) Dolaşma. Cevelân etme.

tecavüzkar / tecavüzkâr

  • (Çoğulu: Tecavüzkârân) Sataşan, saldıran, tecavüz eden. (Farsça)

tecebbür

  • (Cebr. den) (Çoğulu: Tecebbürat) Kibirlenme, büyüklenme.

tecevvüz

  • (Çoğulu: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme.
  • Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme.

tecmil

  • (Çoğulu: Tecmilât) Süs, tezyin.

tecvif

  • (Çoğulu: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma.
  • Oyuk yer.

tedahük

  • Karşılıklı gülüşme.

tedelli

  • (Çoğulu: Tedelliyât) Tevazu gösterme.
  • Nazlanma.
  • Aşağıya inme.
  • Eğilme.

tederrüs

  • (Çoğulu: Tederrüsât) Ders alma, okuyup öğrenme.

tednis

  • (Çoğulu: Tednisât) Kirletme, kirletilme.

teeffüf

  • (Çoğulu: Teeffüfât) Oflama. Of çekme.

teevvüh

  • (Çoğulu: Teevvühât) İnleme, figân etme.

tefahhur

  • (Çoğulu: Tefahhurât) (Fahr. dan) Övünme, fahirlenme.

tefakkud

  • (Çoğulu: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma.

tefazul

  • (Çoğulu: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark.
  • Meziyet ve fazilet yarışına çıkma.

tefci'

  • (Çoğulu: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma.

tefeccür

  • (Fecr. den) (Çoğulu: Tefeccürât) Yerden su kaynayıp akma.
  • Tan yeri ağarma.
  • Çatlama, yarılma.

tefevvüh

  • (Çoğulu: Tefevvühât) (Fevh. den) Söyleme, ağza alma.
  • Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme.

tefrice

  • (Çoğulu: Tefâric) Aralık, yırtmaç.

teftih

  • (Çoğulu: Teftihât) (Feth. den) Açmak.
  • Bırakmak.
  • Yarmak, yardırmak.
  • Geğirmek.

tegallüt

  • (Çoğulu: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme.

tegamüz

  • (Gamze. den) (Çoğulu: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.

tegannuc

  • (Çoğulu: Tegannücât) (Ganc. dan) Nazlanma.

tegarrüd

  • (Çoğulu: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi.

tegayüz

  • (Çoğulu: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.

tegayyüm

  • (Çoğulu: Tegayyümât) (Gayb. dan) Bulutlanma.

tegayyüz

  • (Çoğulu: Tegayyüzât) (Gayz. dan) Hiddetlenme, kızma.

tegazzül

  • (Çoğulu: Tegazzülât) (Gazel. den) Gazel tarzında şiir yazma.
  • Gazel söyleme.

tehalük

  • (Çoğulu: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.

tehami

  • (Çoğulu: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma.
  • Avukatlık etme.

tehdin

  • Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme.
  • Teskin etmek.

teheddüm

  • (Çoğulu: Teheddümât) Yıkılma.

tehettük

  • (Çoğulu: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma.
  • Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma.

tehvim

  • (Çoğulu: Tehvimât) Hafif uyku.

tehyi'

  • (Tehyie - Tehiyye) (Çoğulu: Tehiyyât) Hazırlama, hazırlanma.

tehyib

  • (Çoğulu: Tehyibât) Heybetli gösterme, heybetli gösterilme.

tehyie

  • (Çoğulu: Tehyiât) Hazırlama, hazırlanma.

tehzic

  • (Çoğulu: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme.

tehzil

  • (Çoğulu: Tehzilât) Zayıflatma.
  • Alaya alma. Alay şekline sokma.

tehziz

  • (Çoğulu: Tehzizât) Hafif titreme, hareket ettirme. Deprendirme.

tekaya / tekâyâ

  • Tekkeler. Tekkenin çoğulu.

tekayüd / tekâyüd

  • (Çoğulu: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma.

tekellüm

  • (Çoğulu: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek.

tekellüs

  • (Çoğulu: Tekellüsât) (Kils. den) Kireçleşme.

tekevvün

  • (Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş.
  • şekillenmek.
  • Var olmak.

teksir

  • (Çoğulu: Teksirât) Çoğaltmak, artırmak, çoğaltılmak.

tel'a

  • (Çoğulu: Tilâ) Su yolu, su mecrası.
  • Sel yolu.
  • Yerin alçağı ve yükseği. Çukurluk ve tepe.

telattuf

  • (Çoğulu: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma.

telatuf

  • (Çoğulu: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma.

telbib

  • (Çoğulu: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek.
  • Boyun.

televvün

  • (Levn. den) (Çoğulu: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme.
  • Döneklik, kararsızlık.

telhib

  • (Çoğulu: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma.

telhif

  • (Çoğulu: Telhifât) Acınma, acıklanma.

telhin

  • (Çoğulu: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme.
  • Yanlışını çıkarma.

telkin

  • (Çoğulu: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce.
  • Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak.
  • Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz. (Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (L

tell

  • (Çoğulu: Tilâl) Tepe, yığın, küme.
  • Düz yer üstüne yatırmak.

telmih

  • (Çoğulu: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek.
  • Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek.
  • Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir

telvi'

  • (Çoğulu: Telviât) İçini yakıp dertlendirme.

telvim

  • (Çoğulu: Telvimât) (Levm. den) Azarlama, paylama.

telvis

  • (Çoğulu: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek.
  • Mc: Bozmak, berbat etmek.

temayül

  • (Çoğulu: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek.
  • Bir yana çarpılmak.
  • Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.

temeshur

  • (Çoğulu: Temeshurât) Maskaralık yapma.

temettu'

  • (Çoğulu: Temettuât) Kazanma, kâr etme.
  • Kâr, fayda, menfaat.
  • Toplamak, cem'etmek.
  • Mühlet vermek.
  • Yoldaş olmak.

temevvüc

  • (Çoğulu: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak.

temime

  • (Çoğulu: Temâyim) Heykel.

temvih

  • (Çoğulu: Temvihât) Sulandırma, su katma.
  • Haksız bir şeyi haklı gösterme.

temzik

  • (Çoğulu: Temzikat) Yırtma, paralama, perakende etmek.

ten-aver

  • (Çoğulu: Ten-âverân) Vücutlu, etine dolgun. (Farsça)

tenafüs

  • (Çoğulu: Tenâfüsât) Hased etme. Çekememe.

tenbih

  • (Çoğulu: Tenbihât) Göz açtırmak.
  • Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak.
  • Sıkı emir vermek.
  • Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat.

teneffu'

  • (Çoğulu: Teneffuât) Faydalanma, menfaatlenme.

tenevvü'

  • (Çoğulu: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak.

tenevvüme

  • (Çoğulu: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenfih

  • (Çoğulu: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme.
  • Çok üfleme.

tenfis

  • (Çoğulu: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.

tenfiş

  • (Çoğulu: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme.

tengdil

  • (Çoğulu: Tengdilân) Yüreği dar. İçi sıkıntılı. (Farsça)

tenkiş

  • (Çoğulu: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma.

tennur

  • (Çoğulu: Tenânir) Tandır.
  • Fırın.

tenşif

  • (Çoğulu: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama.
  • Ter kurulama.

tensis

  • (Çoğulu: Tensisât) Tedkik ederek karar verme.

tenşit

  • (Çoğulu: Tenşitât) (Neşât. dan) Keyiflendirme, şenlendirme.

tenufe

  • (Çoğulu: Tenânif) Helâk olacak yer.
  • Sahra.
  • Yazı.

tenvi'

  • (Çoğulu: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme.

tenvir

  • (Çoğulu: Tenvirât) Aydınlatma.
  • Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma.

terahhul

  • (Çoğulu: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme.
  • Yola çıkma.
  • Menzile konma.

terasül

  • (Çoğulu: Terasülât) Haberleşme, mektublaşma.

tercib

  • (Çoğulu: Tercibât) Ululama, tazim.
  • Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma.

terdest

  • (Çoğulu: Terdestân) Eli işe yatkın, usta, mâhir. (Farsça)

terdif

  • (Çoğulu: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme.

terennüh

  • (Çoğulu: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme.

tereşşuh

  • (Çoğulu: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.

terhib

  • (Çoğulu: Terhibât) Hal hatır sorma.

teribe

  • (Çoğulu: Terâyib) Göğüs.

terike

  • (Çoğulu: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız.
  • Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.

terkiş

  • (Çoğulu: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme.
  • Nakışlama, süsleme.

termim

  • (Çoğulu: Termimât) Onarma, tamir etme.
  • Kırık kemikleri iyi etme.

tersa

  • (Çoğulu: Tersâyâ) Hristiyan. İsevi.

tersabeçe

  • (Çoğulu: Tersabecegân) Hristiyan çocuğu. (Farsça)

terşih

  • (Çoğulu: Terşihât) Süzme, sızdırma.
  • Besleyip eğitme, terbiye etme.
  • Edb: Sözü özlü söyleme.
  • Tezyin etmek, süslemek.

tertib

  • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
  • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
  • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
  • Mertebelere göre davranmak.
  • Hile ile aldatma.

tervih

  • (Çoğulu: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma.
  • Rahatlandırma.

terviha

  • (Çoğulu: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı.
  • Teravih namazının her dördünden sonra oturmak.

teş'ib

  • (Çoğulu: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma.

tesahhun

  • (Çoğulu: Tesahhunât) Isınma, kızma.

tesahhur

  • (Çoğulu: Tesahhurât) Zevklenip alay etme.
  • Aleme gülünç olma. Maskara olma.

teşahhus

  • (Çoğulu: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme.

tesakkub

  • (Çoğulu: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme.
  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Parlamak, ruşen olmak.

teşam

  • Yılışmak, gülüşmek.
  • Koklaşmak.

tesaud

  • (Çoğulu: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma.

teşbih

  • (Çoğulu: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek.
  • Edb: Aralarında maddi veya mânevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san'atı.

tesbik

  • (Çoğulu: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme.

tesdis

  • (Çoğulu: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek.

teseccüd

  • (Secde. den) (Çoğulu: Teseccüdât) Secde etme, secdeye kapanma.

teşekki

  • (Çoğulu: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme.

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

teşennüc

  • (Şenc. den) (Çoğulu: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma.
  • Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması.
  • Korkmak.
  • Titremek.

teşeyyüb

  • (Çoğulu: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık.

tesfil

  • (Çoğulu: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma.

teshil

  • (Çoğulu: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma.

teşhiz

  • (Çoğulu: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme.
  • Bileme.
  • Gücünü, kuvvetini artırma.
  • Uyandırma.

tesmi'

  • (Çoğulu: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma.

teşnedil

  • (Çoğulu: Teşnedilân) Candan ve yürekten isteyen.

tesrik

  • (Sirkat. den) (Çoğulu: Tesrikat) Bir kimseye hırsız deme.

tesrir

  • (Çoğulu: Tesrirât) (Sürur. dan) Sevindirme.

tesvif

  • (Sevf. den) (Çoğulu: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme.

tesvil

  • (Çoğulu: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma.
  • Tezyin etmek, süslemek.

tesyir

  • (Seyr. den) (Çoğulu: Tesyirât) Gönderme, yollama. Seyrettirme.
  • Sürmek.
  • Bezi yol yol alaca edip dokumak.

tetimme

  • (Tetümme) (Çoğulu: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama.
  • Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen.

tetvic

  • (Çoğulu: Tetvicât) Tac giydirme.

tev'id

  • (Çoğulu: Tev'idât) Sözle korkutma.

tevafür

  • (Çoğulu: Tevafürât) Artma, çoğalma.

tevakku'

  • (Çoğulu: Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme.

teveccu'

  • (Çoğulu: Teveccuât) Ağrıma, vecâlanma. Acımak.

tevellüh

  • (Çoğulu: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme.
  • Hayran etme.
  • Kadını çocuğunden ayırma.

tevelvül

  • (Çoğulu: Tevelvülât) (Velvele. den) Gürültü patırdı etme.

teverruk

  • (Çoğulu: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma.

tevessü'

  • (Çoğulu: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma.
  • Zahmetsiz herkese yer bulunma.

teveşşuh

  • (Çoğulu: Teveşşuhât) Süslenme, takıp takıştırma.
  • Kadın gerdanlığını takma.

teveyyül

  • (Çoğulu: Teveyyülât) Vâveylâ etme. Çığlık koparma.

tevhim

  • (Çoğulu: Tevhimât) (Vehm. den) Vehme düşürme. Vehimlendirme.

tevr

  • (Çoğulu: Etvâr) Ağzı büyük gönden olan bardak.
  • Su bardağı. Abdest ibriği.

tevşih

  • (Vişah. dan) (Çoğulu: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme.
  • Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma.
  • Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak.
  • Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yaz

tevşim

  • (Çoğulu: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma.

teyebbüs

  • (Çoğulu: Teyebbüsât) Kuruma, kuru olma.

teykin

  • (Çoğulu: Teykinât) Tam olarak ve iyice bildirme.

teys

  • (Çoğulu: Tüyüs-Tiyese-Etyâs) Erkek keçi, teke.

tezavür

  • (Çoğulu: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme.
  • Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek.
  • Eğilip meyletme.

tezbir

  • (Çoğulu: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma.
  • Bez kenarına saçak yapmak.

tezehhür

  • (Çoğulu: Tezehhürat) Çiçeklenme.
  • Yıldıramak, parlamak.

tezevvüc

  • (Çoğulu: Tezevvücât) (Zevc. den) Evlenme, kadın eş alma, zevce edinme.

tezevvuk

  • (Çoğulu: Tezevvukat) (Zevk. den) Tad alma, zevk alma. Tatma.

tezhib

  • (Zeheb. den) (Çoğulu: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı.
  • Süsleme.
  • Altın sürme.
  • Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.

tezlik

  • (Çoğulu: Tezlikât) Sürçtürme, kaydırma.
  • Başın saçını yolmak.

tezrice

  • (Çoğulu: Tüzrüc-Tezâric) Sülün kuşu.

tezvib

  • (Çoğulu: Tezvibât) Eritme, eritilme.

tib / tîb

  • (Çoğulu: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.

tıb'

  • (Çoğulu: Atbâ) Nehir.

tıbbe

  • (Çoğulu: Tıbeb) Bir parça uzun bez.

tıbl

  • (Çoğulu: Tubul-Atbal) Davul.

ticfaf

  • (Çoğulu: Tecâfif) Zırh.

tih / tîh

  • (Çoğulu: Etyâh) Çöl. Susuz sahra. Sina yarımadasındaki çöl.

tıla

  • (Çoğulu: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak.
  • Mahpus kimse.
  • Diş sarılığı.

tılh

  • (Çoğulu: Tılâh-Talâyıh) Zayıf.
  • Yorulmuş.
  • Geç gelmek.

tıls

  • (Çoğulu: Atlâs) Sahife.
  • Mahvolmuş nesne.
  • Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi.
  • Elbisenin eskimesi.

tımr

  • (Çoğulu: Etmâr) Eski kaftan.
  • şakrak kuşu.

timrad

  • (Çoğulu: Temârid). Güvercin yuvası.

tin / tîn

  • (Çoğulu: Etyân) Balçık.
  • Mektup gibi şeyleri mühürlemek.

tınab

  • (Çoğulu: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.

tirb

  • (Çoğulu: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan.
  • Yaşta diğerine eşit olan nesne.
  • Lezzet.

tırbal

  • (Çoğulu: Tarâbil) Büyük taş.

tırs

  • (Çoğulu: Etrâs) Kâğıt, sahife.

tishan

  • (Çoğulu: Tesâhin) Çizme.

tubale

  • (Çoğulu: Tubâlât) Dişi koyun.

tuhaf / تحف

  • (Tekili: Tuhfe) Hediyeler.
  • Münâsebetsiz hâl.
  • Eğlenceli, gülünç.
  • Garip iş veya şey.
  • Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
  • İlginç. (Arapça)
  • Hediyeler. (Arapça)
  • Gülünç. (Arapça)

tuhlüb

  • (Çoğulu: Tahâlib) Soysop, sülâle.

tuhm

  • (Çoğulu: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.

tuhrure

  • (Çoğulu: Tahârir) Bulut parçası.

tuhur

  • (Çoğulu: Tahârir) Bulut parçası.

tulatıle

  • (Talâtıla) (Çoğulu: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı.
  • Zahmet.

tulme

  • (Çoğulu: Tulum) Ekmek.
  • Havuz dibinde kalan su.

tulye

  • (Çoğulu: Tulâ) Boyun önü.
  • Göğüs önü.

tumar

  • (Çoğulu: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.

tunub

  • (Çoğulu: Etnâb) Ağaç kökleri.
  • Gövdenin siniri.
  • Süngü eğriliği.
  • Çadır ipleri.

tür'a

  • (Çoğulu: Türa' - Türüât) Kanal.
  • Suyun taştığı yer.
  • (Çoğulu: Türa') Kapı. Derece.
  • Bağ ve bostan.
  • Kanal.
  • Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.

turfe

  • (Çoğulu: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık.
  • Nimet.
  • Güzel yemek.
  • Zarif, iyi nesne.
  • Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.

türre

  • (Çoğulu: Terârih) Bâtıl, herze söz.

türrehe

  • (Çoğulu: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.

türs

  • (Çoğulu: Etrâs-Tirâs-Türus) Ask: Kalkan.

tursus

  • (Çoğulu: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot.

türüş-ruy

  • (Çoğulu: Türüşruyan) Asık suratlı, ekşi yüzlü.

tuvmar

  • (Çoğulu: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.

u'lume

  • (Çoğulu: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan.

übne

  • (Çoğulu: İben) Ağaç boğumu.

ucab

  • (Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.

ucacet

  • (Çoğulu: İcâc) Dişi deve sürüsü.
  • Toz.
  • Yüce avazlı, yüksek sesli.

ücahin

  • (Çoğulu: Acâhine) Hizmetkâr.
  • Aşçı. Dost.
  • Deyyus.

uccab

  • (Çoğulu: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.

ucre

  • (Çoğulu: Ucer) Ağaç boğumu.
  • Düğme.
  • Bedenin tomur kabaran yeri.
  • Ayıp.

ucruf

  • (Çoğulu: Acârif) Uzun ayaklı karınca.

ud'iyye

  • (Çoğulu: Eda'i) Mesel, hikâyat.
  • Bilmece, yanıltmaç.

udhuke

  • Gülünç şeyler. Komedi.

udlet

  • (Çoğulu: Uzul) Zahmet, meşakkat.
  • şiddet.

üfhus

  • (Çoğulu: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası.

ufuc

  • (Çoğulu: Afâc) Vurmak.
  • Göden bağırsağı denilen bağırsak.

ugluta

  • (Çoğulu: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.

ugniyye

  • (Çoğulu: Egâni) Ahenk.

uhdud

  • (Çoğulu: Ahâdid) Çukur.
  • Uzun hat.
  • Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak.
  • Hendek.
  • Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.

uhfuk

  • (Çoğulu: Ehâfik) Yer yarığı.

uhne

  • (Çoğulu: Ühan) Kin tutmak.

uht

  • (Çoğulu: Ahavât) Kızkardeş.

ukab

  • (Çoğulu: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu.

ukkaze

  • (Çoğulu: Akâkiz) Ucu demirli sopa.

ükle

  • (Çoğulu: Ükel) Lokma.

ukne

  • (Çoğulu: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.)

uknum

  • (Çoğulu: Ekanim) Asıl.

uksume

  • (Çoğulu: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay.

ukubet

  • (Çoğulu: Ukubât) İşkence, azab, eziyet.
  • Ceza.

ukunne

  • (Çoğulu: Ukun) Taştan yapılmış nesne.

ulbe

  • (Çoğulu: Uleb-İlâb) Fıçı.
  • Büyük kutu.
  • Sandık.

ulcum

  • (Çoğulu: Alâcim) Erkek kurbağa.
  • Dağ keçisinin erkeği.
  • Deve kuşu.
  • Sağlam ve dayanıklı deve.
  • Çok su.
  • Gece karanlığı.

ulkum

  • (Çoğulu: Alâkım) Çok karanlık gece.
  • Pek sağlam deve.

ulufe-har / ulufe-hâr

  • (Çoğulu: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci.

ümlud

  • (Çoğulu: Müled) Kamış dalı.

umurdide

  • (Çoğulu: Umurdidegân) İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse. (Farsça)

unayil

  • (Çoğulu: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.

üncuc

  • (Çoğulu: Anâcic) Hızlı yürüyen at.

unzub

  • (Çoğulu: Anâzıb) Erkek çekirge.

ura'ır

  • (Çoğulu: Arâır) Semiz etli deve.
  • Şerefli adam.
  • Kavmin reisi.

ürcufe

  • (Çoğulu: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.

urf

  • (Çoğulu: A'râf) At yelesi.
  • Horuz ibiği.
  • Âdet.
  • Cennet ile Cehennem arasında bir makam.
  • İhsan.

ürmule

  • (Çoğulu: Erâmil) Ergen delikanlı.

urret

  • (Çoğulu: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban.
  • Ulaşmak, varmak.
  • Kuş tersi.

urve

  • (Çoğulu: Urâ) Düğme iliği.
  • Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç.
  • Daima bâki olan nesne.
  • Arslan. Kudretten kinaye olur.
  • Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.

ürviyye

  • (Çoğulu: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.

us

  • (Çoğulu: İsâs) Büyük kadeh.

uşabe

  • (Çoğulu: Eşâyib) Karışık olan.
  • Nesebi karışık kişi.

uşb

  • (Çoğulu: A'şeb) Taze ot.

üsbube

  • (Çoğulu: Esâbib) Sövme, küfür.

uşere

  • (Çoğulu: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç.

useybe

  • (Çoğulu: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

üskuf

  • (Çoğulu: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.
  • (Çoğulu: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı.

usluc

  • (Çoğulu: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı.

usmur

  • (Çoğulu: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.

usnun

  • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
  • Her nesnenin evveli.
  • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

usr

  • (Çoğulu: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'.
  • Dehr, zaman, devir.

üstükus

  • (Çoğulu: Üstükusât) Cevher, madde, asıl.
  • Geometri.

üstümm

  • (Çoğulu: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.

utbul

  • (Çoğulu: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.

uvvar

  • (Çoğulu: Avâvir) Korkak adam.
  • Dağ kırlangıcı.

üyel

  • (Çoğulu: Eyâyil) Dağ keçisi.

uzeym

  • (Çoğulu: Uzeymât) Kemikcik.

üzfur

  • (Çoğulu: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak.

uzhul

  • (Çoğulu: Azâhil) Yeyni, hafif.
  • Yük vurulmayan deve.

üzlufe

  • (Çoğulu: Ezâlif) Sarp kayalı yer.

va's

  • (Çoğulu: Vuasâ) şiddet, mihnet.

vacib / vâcib

  • (Vücub. dan) (Çoğulu: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan.
  • Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit

vafid

  • (Çoğulu: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.

vahal

  • (Çoğulu: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer.

vahş

  • (Çoğulu: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan.
  • Tenha ve ıssız yer.

vai / vaî

  • (Çoğulu: Vuât) Hâfız.

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vakt

  • (Çoğulu: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur.
  • Su ile faydalanacak mekân.
  • (Horoz) tavuğa binmek.

varik

  • (Çoğulu: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap.
  • Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.

vasaa

  • (Çoğulu: Vusu) Kız kuşu.

vasab

  • (Çoğulu: Evsâb) Hastalık. Ağrı.

vaşi

  • (Çoğulu: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.

vasif / vasîf

  • (Çoğulu: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.

vasvas

  • (Çoğulu: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik.

vatan

  • (Çoğulu: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt.

vatb

  • (Çoğulu: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu.

vatis / vatîs

  • (Çoğulu: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.

vatş

  • (Çoğulu: Evtâş) Açmak.

vatvat

  • (Çoğulu: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam.
  • Yarasa.
  • Dağ kırlangıcı.

vaz'

  • (Çoğulu: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz.

vazifedar / vazifedâr

  • (Çoğulu: Vazifedârân) Vazifeli, görevli. (Farsça)
  • Memur. (Farsça)

vazifehar / vazifehâr

  • (Çoğulu: Vazifehârân) Ücret alan. (Farsça)

vecar

  • (Çoğulu: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

vecne

  • (Çoğulu: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.

vecr

  • (Çoğulu: Evcâr) Mağara.

vefz

  • (Çoğulu: Evfaz) Evmek, acele etmek.

vefza

  • (Çoğulu: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap.

vegab

  • (Çoğulu: Evgab) Korkak kimse.
  • İri gövdeli büyük deve.

vegd

  • (Çoğulu: Evgad) Alçak adam.

vehd

  • (Çoğulu: Vihad) Derin vadi. Uçurum.

veht

  • (Çoğulu: Vihât) Vurmak.
  • Kırmak.

vekde

  • (Çoğulu: Viked) Gitmek.

vekn

  • (Çoğulu: Evkân - Vükün) Kuş yuvası.

vekte

  • (Çoğulu: Vikat) Gözün karasına ak düşmek.
  • Nokta.
  • Eser.

velice

  • (Çoğulu: Velyüc) Büyük çuval.
  • Kişinin sırdaşı.

velide

  • (Çoğulu: Velâid) Cariye.

veliyy

  • (Çoğulu: Evliyâ) Yakın.
  • Amcazâde, emmi oğlu.
  • Yar, dost.

veliyye

  • (Çoğulu: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın.

velka

  • (Çoğulu: Velkât) Vurmak.

verd-i muhammedi / verd-i muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) gülü.

verek

  • (Çoğulu: Evrâk) Kalça kemiği.

verel

  • (Çoğulu: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.

verem

  • (Çoğulu: Evrâm) şiş, yumru.
  • şişme.

verka'

  • (Çoğulu: Verâki') Yabâni güvercin.
  • Açık boz renk.

verşan

  • (Çoğulu: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini.
  • Kumru kuşunun erkeği.

verta

  • (Çoğulu: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum.
  • Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.

vesah

  • (Çoğulu: Evsâh) Kir, pas.
  • Murdarlık, pislik.

veşi'

  • (Çoğulu: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca.
  • Sümâme otundan yapılan hasır.
  • Ağaçlardan kuruyup düşen nesne.
  • Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken.
  • Az nesne.

veşia

  • (Çoğulu: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç.
  • Tarikat.

veşic

  • (Çoğulu: Veşâyic) Süngü ağacı.

vesik

  • (Çoğulu: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.

veşik

  • (Çoğulu: Veşâyık) Kuru et.

vesim

  • (Çoğulu: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre.
  • Damgalı.

veşize

  • (Çoğulu: Veşâyız) Kırık kemik parçası.

vesk

  • (Çoğulu: Evsük) Cem'etmek, toplamak.
  • Altmış sa'.

vetire

  • (Çoğulu: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol.
  • Tarz, üslub.
  • Burnun iki deliğini ayıran zar.

vez'

  • (Çoğulu: Evzâ) Hapsetmek.
  • Engel olmak, men'etmek.
  • Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek.
  • Topluluk, cemaat.

vezile

  • (Çoğulu: Vezâil) Cilâlı, parlak para.
  • Parlak madeni ayna.

via' / viâ'

  • (Çoğulu: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf.

viata

  • (Çoğulu: Viât) Sarı gül.

vicar

  • (Çoğulu: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

vika' / vikâ'

  • (Çoğulu: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.

vıkr

  • (Çoğulu: Evkar) Ağır yük.
  • Çok su taşıyan bulut.

vikr

  • (Çoğulu: Evkar) Ağır yük.

vird

  • Nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Çoğulu evrâddır.

virk

  • (Çoğulu: Evrâk) Uyluk üstü.

visl

  • (Çoğulu: Evsâl) Benzer. Misil.
  • Uzuv, âzâ, organ.

vücud-u hissi / vücud-u hissî

  • His ile bilinen vücud. Hisse aid vücud, varlık. Duygulu cesed.

ya'fur

  • (Çoğulu: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân.
  • Ceylân yavrusu.
  • Gecenin beşte veya altıda bir bölümü.
  • Peygamberimizin merkebinin adı.

ya'lul

  • (Çoğulu: Yeâlil) Beyaz bulut.
  • Su üzerinde peydâ olan kabarcık.
  • Çift hörgüçlü deve.

ya'mur

  • (Çoğulu: Yeâmir) Bir nevi ağaç.
  • Oğlak. Kuzu.

yağmager

  • (Çoğulu: Yağmagerân) Çapulcu, yağmacı, zorba. (Farsça)

yahmum

  • (Çoğulu: Yahâmîm) Kara duman.
  • Tütün.
  • Kara nesne.

yakız

  • (Çoğulu: Eykâz) Uyanık.

yave-gu / yâve-gû

  • (Çoğulu: Yâve-guyân) Saçmasapan konuşan, saçmalayan. (Farsça)

yeksüvare

  • (Çoğulu: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen.
  • Mc: Arkadaşı olmayan kimse.

yel

  • (Çoğulu: Yelân) Pehlivan. şampiyon.

yelmek

  • (Çoğulu: Yelâmık) Kalın kaftan.

yenbu'

  • (Çoğulu: Yenâbi) Pınar, kaynak.
  • Kedi yavrusu.

yenme

  • (Çoğulu: Yünem) Bir nevi ot.

yeraa

  • (Çoğulu: Yerâ) Kamış düdük.
  • Yontulmamış kalem.

yerbu'

  • (Çoğulu: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.

yerma'

  • (Çoğulu: Yerâmi) Alçı taşı.

za'bel

  • (Çoğulu: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.

za'feran

  • (Çoğulu: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.

zabit / zâbit

  • (Çoğulu: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker.
  • Kuvvetli, yavuz.
  • Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan.
  • Subay.
  • Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse.

zabu'

  • (Çoğulu: Zıbâ) Sırtlan.

zag

  • (Çoğulu: Ziygan) Karga ve kuzgun. (Farsça)
  • Fitneci, gammaz. (Farsça)

zagafe

  • (Çoğulu: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek.
  • Geniş nesne.

zagine

  • (Çoğulu: Zagain) Kin, nefret.

zahf

  • (Çoğulu: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme.
  • (Çocuk) emekleme.
  • Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.

zahif

  • Nişandan beri düşen ok.
  • (Çoğulu: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.

zahife

  • (Çoğulu: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.

zahire

  • (Çoğulu: Zevâhir) Parlak.

zahr

  • (Çoğulu: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi.
  • Kuş yeleklerinin kısa tarafı.
  • Kara yolu.
  • Sırt, arka.
  • Yüksek yer.
  • Kur'an'ın lâfz-ı şerifi.
  • Haber.

zaine

  • (Çoğulu: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.

zakıne

  • (Çoğulu: Zevâkın) Enek çukuru.

zali'

  • (Çoğulu: Zulu') Eğri, meyilli.
  • Müttehem kimse. Töhmetli.
  • Aksak hayvan.

zalim

  • (Çoğulu: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği.
  • Kaymağı alınmadan içilen süt.
  • Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.

zalma

  • (Çoğulu: Zulem) Karanlık.

zamile

  • (Çoğulu: Zevâmil) Yük hayvanı.
  • Küçük yük.

zamzam

  • (Çoğulu: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan.
  • Gadaplı ve kızgın kimse.

zar'

  • (Çoğulu: Zuru') Meme.
  • Süt veren hayvan memesi.

zarib

  • (Çoğulu: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş.
  • Küçük tepe.

zarir

  • (Çoğulu: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.

zay'a

  • (Çoğulu: Zıyâ') Geliri olan bina.
  • Tarla. Çiftlik.
  • Binasız arsa.

zayven

  • (Çoğulu: Zayâvin) Yaban kedisi.
  • Erkek kedi.
  • Hırçın ve vahşi adam.

ze've

  • (Çoğulu: Ze'vât) Zayıf koyun.

zebed

  • (Çoğulu: Ezbâd-Zübed) Köpük.
  • Kir ve pas, tüfl.

zebzeb

  • (Çoğulu: Zebâzib) Adam zekeri.

zehen

  • (Çoğulu: Zehân) Zeyreklik, akıllılık.
  • Hıfz.
  • Kuvvet.

zeher

  • (Çoğulu: Ezhâr - Ezâhir) Çiçek.

zehim

  • (Çoğulu: Zühüm) Yağlı ve kirli.

zehr-nak

  • Zehirli, ağulu. (Farsça)

zehre

  • (Çoğulu: Ezhâr) Çiçek.
  • Beyaz, berrak. Süs, ziynet.

zehredar / zehredâr

  • (Çoğulu: Zehredârân) Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli. (Farsça)

zehrhand / زهرخند

  • Acı gülüş. (Farsça)

zekan

  • (Çoğulu: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ("Enek" de derler.)

zeker

  • (Çoğulu: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek.
  • Erkeklik organı.

zelahlah

  • (Çoğulu: Zelahlahât) Büyük çanak.
  • Aceleci ve uzun boylu adam.
  • Derin olmayan ırmak.

zelefe

  • (Çoğulu: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim.
  • Kaypak, düz yer.

zemcere

  • (Çoğulu: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.

zeme

  • (Çoğulu: Zemmâm) Suyu az olan kuyu.
  • Tenbellik.

zemhare

  • (Çoğulu: Zemâhir) Ok.

zemin-dar / zemin-dâr

  • (Çoğulu: Zemindârân) Hâkim. Vâli. (Farsça)

zend

  • (Çoğulu: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı.
  • Çakmak taşı ve demiri.

zenperest

  • (Çoğulu: Zenperestegân) Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse. (Farsça)

zer'i / zer'î

  • (Çoğulu: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.

zerafe

  • (Çoğulu: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.

zerd

  • (Zered) (Çoğulu: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı.
  • Yutmak.
  • Boğmak.

zereb

  • (Çoğulu: Zerâib) Koyun ağılı.

zeref

  • (Zerefân-Zerâfe-Zerif) (Çoğulu: Zevârif) Gözden yaş akmak.
  • Yavaş yürümek.

zerger

  • (Çoğulu: Zergerân) Altın işleyen.
  • Kuyumcu.

zeria

  • (Çoğulu: Zerâi) Vesile.
  • Yol.
  • Geçit.
  • Avcının, arkasında gizlendiği deve.

zerire

  • (Çoğulu: Ezirre) Göz otu. Tutya.

zerre

  • (Çoğulu: Zerrat) Pek ufak parça.
  • Atom.
  • Çok küçük karınca.
  • Güneş ışığında görünen ufacık tozlar.
  • Küçük boylu adam.

zevabe

  • (Çoğulu: Zevâib) Saç bölüğü.
  • Zülüf.
  • Kılıç tasması.

zevk-cu / zevk-cû

  • (Çoğulu: Zevkcuyân) Zevkine düşkün. Zevk arıyan. (Farsça)

zevl

  • (Çoğulu: Ezvâl) Acib nesne.
  • Zâil olmak, geçici olmak.

zevreka

  • (Çoğulu: Zevrak-Zevârik) Ölçek.
  • Küçük gemi.

zeyf

  • (Çoğulu: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.

zı'r

  • (Çoğulu: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.

zıhri / zıhrî

  • (Çoğulu: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.

zımad

  • (Çoğulu: Zamâid) İlâç.
  • Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.

zırban

  • (Çoğulu: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.

zırgam

  • (Çoğulu: Zarâgım) Aslan, gazanfer.

zırhpuş

  • (Çoğulu: Zırhpuşân) Zırh giyinmiş, zırh giyen. (Farsça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın