REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Geň ifadesini içeren 1360 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

aba' / âbâ' / آباء

  • Babalar. (Arapça)
  • Gezegenler. (Arapça)

abede-i esnam

  • Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler. (Farsça)

abey-seran

  • Fesliğen.
  • Şiddetli emir.
  • Şer ve mekruh nesne.
  • Bir dikenli ağaç.

acbü'z-zeneb

  • Kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.

adet / âdet

  • Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf.
  • Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.

adet görme / âdet görme

  • Aybaşı hâli. Kadınlardan ve ergenlik, evlenme çağına gelmiş olan kızlardan her ay belli günlerde kan gelmesi hâli.

adet zamanı / âdet zamânı

  • Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.

adet-i kavmiye ve muhitiye / âdet-i kavmiye ve muhitiye

  • Yerel ve genel çerçevede âdet olan uygulama.

aferin / âferin

  • Beğenmek, alkış, yaşa, varol. (Farsça)
  • Yaratan, yaratıcı. (Farsça)
  • Beğenme sözü.

aff-ı umumi / aff-ı umumî

  • Genel af.

agarr

  • Çok sıcak gün.
  • Kendini beğenmiş.
  • Asil, âlicenâb.
  • Beyaz.

ağleb / اغلب

  • Çoğunlukla, genellikle, sık sık. (Arapça)

ağleben

  • Çoğunlukla, genellikle.
  • Ekseriyetle, genellikle.

ağlebi / ağlebî

  • Yaygın, genel.

ahdas / ahdâs / احداث

  • (Tekili: Hades) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler.
  • Gençler.
  • Yeni olaylar. (Arapça)
  • Dertler. (Arapça)
  • Gençler. (Arapça)

ahdeb

  • Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak.
  • Uzun boylu.

aheng-i umumiye / âheng-i umumiye

  • Genel ahenk, uyum.

ahir zaman / âhir zaman

  • Dünyânın son zamânı, son devresi. Genel olarak Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) teşriflerinden, özel olarak hicrî bin senesinden sonraki zaman.

ahlak-ı hamide / ahlâk-ı hamide

  • Beğenilen güzel ahlâk.

ahlak-ı hasene / ahlâk-ı hasene

  • Güzel huylar. Dînin ve aklın beğendiği huylar.

ahlak-ı umumiye / ahlâk-ı umumiye

  • Genel ahlâk.

ahlak-ı zemime / ahlâk-ı zemîme

  • Kötü ahlâk. Dînin ve aklın beğenmediği huylar.

ahmed

  • Daha çok hamdeden.
  • Çok övülmeğe ve medhedilmeğe lâyık.
  • Çok sevilen. Beğenilmiş.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi.

ahsem

  • Geniş yüzlü kılıç.
  • Arslan.
  • Enli, yassı ve yayvan burun.
  • Enli, yassı ve yayvan burunlu adam.

ahval-i umumiye / ahvâl-i umumiye

  • Genel haller, durumlar.

ajir

  • Göl, havuz. (Farsça)
  • Kalabalık, izdiham. (Farsça)
  • Bağırma, feryât. (Farsça)
  • Çekingen. (Farsça)
  • Akıllı, uyanık. (Farsça)
  • Amâde, hazır. (Farsça)

akbel

  • Eğri gözlü.
  • Kabiliyetli kimse.
  • En çok beğenilen

akide-i avam / akîde-i avâm

  • Geniş halk tabakasının akidesi, inancı.

akide-i umumiye

  • Genele ait iman, inanç esasları.

akıl baliğ / âkıl bâliğ

  • Ergenlik, olgunluk çağına gelen.

akılfuruş

  • Aklını beğendirmeye çalışan.

akl-ı baliğ / akl-ı bâliğ

  • Yetişmiş genç. Erginlik hâli. Onbeşini doldurmuş genç.

akl-ı küll / عقل كل

  • Doğadaki genel uyum.
  • Cebrail.

alay

  • Genel olarak üç taburdan oluşan askerî birlik.

albay

  • Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay.

ale'l-ekser

  • Çoğunlukla, genellikle.

alelıtlak / alelıtlâk / على الاطلاق

  • Genellikle. (Arapça)
  • Rastgele. (Arapça)

alelumum / alelumûm / على العموم

  • Genellikle, bütünüyle.
  • Genellikle.
  • Genellikle, genelde, genel olarak. (Arapça)

alempesend / âlempesend

  • Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey. (Farsça)

allah razı olsun / allah râzı olsun

  • Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği) hâle getirsin, mânâsında duâ.

amel-i salih / amel-i sâlih

  • İyi amel, yararlı iş. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iş, ibâdet.

amil / âmil

  • İş yapan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
  • Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

amiral

  • Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali.

amiriyet-i külliye / âmiriyet-i külliye

  • Genel âmirlik, emredicilik.

amm / âmm / عام

  • Umumi, genel.
  • Genel.
  • Umumî, genel.
  • Genel, yaygın. (Arapça)

amme / âmme

  • Genel, umumi.

ammeten

  • Umumi olarak, herkese ait olarak, genel tarzda.

amnezi

  • Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.

ancec

  • (Çoğulu: Anâcic) Büyük nesne.
  • Fesliğen adı verilen çiçek.

anife / ânife

  • Gençlik çağının başlangıcı.

ankara emniyet-i umumi müdürü / ankara emniyet-i umumî müdürü

  • Ankara Emniyet Genel Müdürü.

ankara emniyet-i umumisi / ankara emniyet-i umumîsi

  • Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü.

ankara emniyet-i umumiye müdürü

  • Ankara Emniyet Genel Müdürü.

ara / arâ

  • Mıntıka, bölge.
  • Komşuluk.
  • Avlu.
  • Çıplaklık.
  • Geniş, çıplak arazi.

arab

  • Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı.

arazet

  • Genişlik.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

ariz / arîz / عریض

  • Enli, geniş.
  • Geniş, genişlemesine. (Arapça)

ariz ve amik

  • Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde.

arşın

  • Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği. (Farsça)
  • Zirâ'. (Farsça)

arz / عرض

  • yeryüzü, dünya, genişlik.
  • Genişlik, en. (Arapça)
  • Enlem. (Arapça)

arz-ı belde

  • Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi.

arz-ı tahsin-i eser / arz-ı tahsîn-i eser

  • Eseri beğendiğini arz etme, söyleme.

arzan / ارضا

  • Enine, genişliğine.
  • Enine, genişliğine. (Arapça)

arzani / arzanî

  • Enine, genişliğine olarak.

arzi / arzî

  • Genişliğine ait. Bir yerin enine ait.

arzu-yu umumi / arzu-yu umumî

  • Genel arzu; herkesin istediği.

asa

  • Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh.

asakir-i seyyare

  • Gezegen denen askerler.

aşk-ı şebabi / aşk-ı şebabî

  • Gençliğe ait aşk.

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

asr-ı sani / asr-ı sâni

  • İkinci asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

atık / âtık

  • Azad edilmiş, Serbest bırakılmış kimse.
  • Yaşlı.
  • Genç kız.
  • Temiz soylu.
  • Eski.
  • Yavru kuş.

atik

  • (Atika) Esaretten serbest bırakılmış olan.
  • Soyu temiz. Necib.
  • Genç kız.
  • Kadim. İhtiyar.
  • Yavru kuş.
  • Eski.
  • Hz. Ebû Bekir'in (R.A.) bir nâmı.

avam-pesend

  • Halk tarafından beğenilecek olan şey. (Farsça)

avampesend / avâmpesend / عوام پسند

  • Halkın beğendiği. (Arapça - Farsça)

avatık

  • (Tekili: Atık) Yaşlılar.
  • Genç kızlar.
  • Hür ve serbest olanlar.
  • Yavru kuşlar.

avijgan

  • Mahremler, yakınlar. (Farsça)
  • Güzeller, gençler. (Farsça)

avret

  • İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (günâh) olan yerleri.
  • Kadın, hanım.

ayet-i camia / âyet-i câmia

  • Geniş, kapsamlı âyet.

ayin / âyin

  • Gözü değen kişi. Nazarı değen kimse.

babayiğit

  • Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.

bad-per

  • Kağıttan yapılmış olan uçurtma. (Farsça)
  • Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. (Farsça)
  • Kamçı topacı. (Farsça)

bahar-ı hayat

  • Hayatın baharı olan gençlik çağı.

bahar-ı ömr

  • Ömrün baharı, gençlik.

bahr-i muhit-i havai / bahr-i muhit-i havâî

  • Hava okyanusu; yıldızların, gezegenlerin içinde dolaştığı geniş feza denizi.

bahteri / bahterî

  • Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam.
  • Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.

bain / bâin

  • Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu.
  • Dibi geniş kuyu, bostan kuyusu.

bak'

  • Geniş olmak, büyük olmak.

bakara

  • Sığır, inek.
  • Kur'ân-ı Kerim'in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır.

baki' / bâki'

  • Geniş, vâsi.

bakır

  • Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü.
  • Geniş.
  • Aslan.
  • Göz damarı.
  • Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.

bakr

  • Açmak.
  • Genişletmek.

baliğ / bâliğ

  • Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Cünüp olup, gusül (boy) abdesti almağa başlayan, evlenecek yaşa gelen erkek.

baliğa / bâliğa

  • Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Hayız (regl) görmeye başlayan, evlenecek yaşa gelen kız.

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

barekallah / bârekâllah

  • "Allah ne mübarek yaratmış".
  • Allah hayırlı ve mübarek kılsın anlamında, beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

basıt / bâsıt

  • Açan. Yayan. Serici.
  • Ferahlık veren.
  • Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.).
  • Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan.
  • Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.
  • Açan, yayan, genişleten.

basit / bâsit

  • Kıymetsiz.
  • Geniş
  • Yaygın olan.
  • Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan.
  • Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz.
  • Edb: Aruz vezinlerinden biri.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"
  • Genişletme.

bast edilme

  • Yayılma, genişleme.

bast etmek

  • Yaymak, genişletmek.

bast-ı zaman / بَسْطِ زَمَانْ

  • Zamanın genişlemesi.

bastızaman

  • Zamanın genişlemesi, az zamanda normalden fazla yaşama.

bath

  • (Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
  • Yüz üzeri düşme.
  • Serilip yatan adamın boyu.
  • Bırakma.

batih

  • Zengin. Gani. Mâldâr.
  • Geniş yer.

bayrak

  • Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem.

bazi / bâzi

  • Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen.
  • Küfürbaz.

beca'

  • Geniş, bol.

bed-çeşm

  • Nazarı değen, haset kimse. (Farsça)

bedah

  • (Çoğulu: Büduh) Geniş yer.

bedbin

  • Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan. (Farsça)

beded

  • İki uyluk arasının geniş olması.

bedel-i ba'z

  • Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.

bedel-i iştim'al / bedel-i iştim'âl

  • Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.

bedi'

  • (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan.
  • Garib. Acib.
  • Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan.
  • Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan.
  • Beğenilen.
  • Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan.
  • Edb: Sözün

bedia / bedîa

  • Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
  • Eşsiz, benzersiz güzellik, beğenilen ve çok takdir edilen güzel şey.

bedid

  • Büyük sahra, geniş çöl.

bedii / bediî

  • Güzel, beğenilen, sanatlı söz.

bedpesend

  • Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. (Farsça)
  • Güç beğenir, müşkülpesend. (Farsça)

behv

  • (Behve) Misafir odası.
  • Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir)
  • Geniş meydan, yer.
  • Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık.
  • Rahim ile mahrecinin arası.

bekil

  • Yakışıklı delikanlı, genç.

bekr

  • Genç erkek deve. (Müe: Bekre)

bencillik

  • Kendini beğenmek, kendini büyük görmek, enâniyet.

ber

  • Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) (Farsça)
  • Göğüs, sine, bağır, sadır. (Farsça)
  • Fayda. (Farsça)
  • Hamil. (Farsça)
  • Hıfz. (Farsça)
  • Yan. (Farsça)
  • Taraf. (Farsça)
  • Nâkil. Götürücü. (Farsça)
  • Meyve. (Farsça)
  • Yaprak. Varak. (Farsça)
  • Meme. (Farsça)
  • Genç kadın. (Farsça)
  • E (Farsça)

berari

  • (Tekili: Berriyye) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar.

bercis

  • Müşteri denilen gezegen.
  • Bol sütü olan deve.

berid-i felek

  • Satürn (Zühal) gezegeni.

berna / bernâ / برنا

  • Delikanlı, yiğit, genç. (Farsça)
  • Genç. (Farsça)

besat

  • (Bisât) Düz.
  • Döşenmiş.
  • Geniş.
  • Yayvan kab.
  • Düz açık yer.

besit

  • (Çoğulu: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü.
  • Yalnız tek.
  • Geniş yer.

besta

  • Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak.

bevbat

  • Sahra, çöl, geniş kumluk araziler.

beyun / beyûn

  • Dip tarafı geniş olan kuyu, bostan kuyusu.

bi-diriğ / bî-diriğ

  • Esirgemeyen, elinden geleni yapan. (Farsça)
  • Esirgenmeyen. (Farsça)

bibliyograf

  • yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.

bid'at-ı hasene

  • Beğenilebilir, güzel yenilikler.

bidh

  • Geniş ova.

bil'umum

  • Bütün, genel olarak.

bilumum

  • Genel olarak, bütün, hep.

bina-i meçhul

  • Gr. edilgen kalıp, yapı.

bina-i meçhul sigası

  • Gr. edilgen kip, kalıp.

biraderzade / biraderzâde

  • Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.) (Farsça)
  • Kardeş oğlu, yeğen.

bolis çukuru

  • Kendini beğenenlerin, kibirlilerin, büyüklük taslayanların, Cehennem'de şiddetli azâba uğrayacakları yer.

bu'd

  • (Çoğulu: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma.
  • Aralık.
  • Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.

bühre

  • Geniş yer, büyük mekân.
  • Kesik kesik soluyuş.
  • Dere içindeki sazlık ve çayırlık.

bülcet

  • Genişlik, vüsat.
  • İki kaş arasında olan açıklık.

bülehniye

  • Maişet genişliği.
  • Gani olmak, zenginleşmek.

büluğ

  • Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur.
  • Yaklaşıp çatma.

bulvar

  • Geniş ve ağaçlı cadde. (Fransızca)

bürna / bürnâ / برنا

  • Genç. (Farsça)

bürnah

  • Yiğit, delikanlı, genç. (Farsça)

bürnak

  • Delikanlı, yiğit, genç. (Farsça)

büsre

  • Herşeyin ucu ve başı.
  • Herşeyin tâzesi.
  • Genç kız veya oğlan.
  • Hurma koruğu.
  • Biraz büyümüş olan ekşi ot.

büsuta / büsûta

  • Genişlik.
  • Tekellüfsüzlük.

büyun

  • Geniş ve derin kuyu.
  • Mıntıkalar, bölgeler, yerler.

cadde

  • Geniş, işlek, büyük yol. Anayol. şah-rah.
  • Geniş yol.

cadde-i kübra-yı maneviye / cadde-i kübrâ-yı mâneviye

  • Mânevî, büyük ve geniş cadde.

cadde-i kur'aniye / cadde-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın gösterdiği, çizdiği yol; Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi, ehli sünnet yolu, Kur'ân yolu.

cahar

  • Kuyunun içinin geniş olması.

cahd-ı mutlak, cahd-ı müstağrak

  • Arab gramerinde menfî olan iki geniş zaman sigası. Muzari fiillerinin başına (Lem) ve (Len) getirilerek olur.

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

cahuf / cahûf

  • Mağrur, kibirli, kendini beğenmiş.

camiiyet / câmiiyet

  • Genişlik, kapsamlılık.

camiiyet-i lafziye / câmiiyet-i lâfziye

  • Sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması.

cariye

  • Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden.
  • Güneş, şems.
  • Gemi.
  • Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet.
  • Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.

cazibe-i umumi / câzibe-i umumi

  • Genel çekim gücü.

cazibe-i umumi kanunu / cazibe-i umumî kanunu

  • Genel çekim kanunu.

cazibe-i umumi-i vatani / cazibe-i umumî-i vatanî

  • Vatana ait genel çekim gücü.

cazibe-i umumiye / câzibe-i umumîye

  • Genel çekim kanunu.

cazibe-i umumiye-i islamiye / câzibe-i umumiye-i islâmiye

  • İslâm dininin genel çekim gücü.

cazibe-i umumiye-i kainat / cazibe-i umumiye-i kâinat

  • Kainatın her yerinde olan genel çekim özelliği.

cebbar-ı hodfuruş / cebbâr-ı hodfuruş

  • Kendini beğendirmeye çalışan zorba.

cebr-i umumi / cebr-i umumî

  • Genel zorlama, bütün herkesi zorlama.

cefr

  • Dört aylık keçi oğlağı.
  • Geniş ve örülmemiş kuyu.

cehl

  • Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.

celabib / celâbib

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Cilbâb'ın çoğuludur.

cemiyyet

  • Cemiyet, toplum, genişlik.

cencene

  • Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.

çengi

  • Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır.

cerec

  • Yüzüğün, parmağa geniş olması.
  • Taşlı, sert yer.
  • Muztarib. Iztırab ve acı çeken.

cerece

  • Büyük, geniş yol.
  • Ulu yol.

cereyan-ı ahval

  • Hal ve durumların akışı, genel gidişatı.

cereyan-ı umumi / cereyan-ı umumî

  • Genel akış.

cereyan-ı umumiye / cereyan-ı umumîye

  • Genel cereyan, akım, hareket.

ceva'

  • Geniş.
  • Hasta.
  • Kokmuş su.
  • Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.

cevan / cevân / جوان

  • Genç. (Farsça)

çevgan / çevgân / چوگان

  • Çevgen. (Farsça)

cezire-i vasia / cezire-i vâsia

  • Geniş ada; Arap yarımadası.

cifar

  • (Tekili: Cefr) Geniş kuyular.

cihanpesendane / cihânpesendâne

  • Bütün dünyanın beğenip hayran kaldığı gibi.
  • Dünyanın beğeneceği şekilde.

cilbab / cilbâb

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb'dir.

cilvah

  • Geniş ve dolu olan deve.

cisim

  • (Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.

civan / جوان

  • Cevan. Taze. Genç. (Farsça)
  • Yakışıklı genç.
  • Genç. (Farsça)

civanan / civânân / جوانان

  • (Tekili: Civân) Gençler. (Farsça)
  • Gençler. (Farsça)

civani / civanî / civânî / جوانى

  • Gençlik. (Farsça)
  • Gençlik. (Farsça)

civelek

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler.
  • Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.

cüşa'

  • Çok yemekten dolayı genirmek.

cüsam

  • Büyük, geniş. Eni fazla olan.

da'fak

  • Bol ve geniş olan şey. Vâsi.

dagfasa

  • Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik.
  • Bol geniş nesne.

dahuk

  • Geniş yol.

daire-i afak / daire-i âfâk

  • Ufuklar dairesi. Çok geniş ve büyük dâire, kâinat.

daire-i külliye

  • Büyük ve geniş kapsamlı daire.

daire-i muhita / dâire-i muhîta

  • Kuşatıcı, geniş daire.

dara'

  • Zayıf. Zelil, hakir.
  • Muti, itâat eden, boyun eğen.

darb

  • (Çoğulu: Dürub) Kapı, bâb.
  • Büyük, geniş sokak.
  • Dâr-ı İslâmla dâr-ı harp arasında olan sınır ve hudut.

dari'

  • Adımı geniş olan kişi.

davmeran

  • Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.

debş

  • Çekirgenin ot yemesi.

deh-sal

  • Gezegen, seyyare, yıldız. (Farsça)

deha

  • Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.

dehna

  • Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova.
  • Bir yer ismi.

Deist

  • Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır.

Deizm

  • Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır.

dem-i civani / dem-i civânî

  • Gençlik çağı.

demeşk

  • Şam şehri.
  • Yürüğen kuvvetli, seri deve.

derebeyi

  • Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri.
  • Mc: Asi, zorba.

derece-i kıymet ve rağbet ve ehemmiyet

  • Kıymet, beğenilme ve önem derecesi.

derece-i vüs'at

  • Genişliğin derecesi.

derir

  • Yürügen davar.

desatir-i külliye

  • Her yerde ve konumda geçerli olan genel kurallar, prensipler, kanunlar; evrensel kanunlar.

desatir-i umumiye / desâtir-i umumiye

  • Genel prensipler.

deşt

  • Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi. (Farsça)

deşt-i kıpçak

  • Dinyester ile İrtiş arasında bulunan geniş step.

devair-i külliye / devâir-i külliye

  • Geniş ve kapsamlı daireler.

deveran-ı umumi / deveran-ı umumî

  • Genel dönüş, akış; birinin diğerine sebep zannedilecek biçimde iki şeyin devamlı bir şekilde var ve yok sanılması.

dilpesend / دل پسند

  • Gönlün beğendiği. (Farsça)

divanhane / divanhâne / dîvanhâne / د۪يوَانْ خَانَه

  • Geniş sofa, salon.
  • Geniş sofa, salon.

duhruce

  • (Çoğulu: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters.
  • Deve kuşunun yavrusu.

düstur-u külli / düstur-u küllî

  • Büyük ve genel prensip.

düstur-u külliye-i meşhude

  • Görünen büyük ve genel prensip.

düstur-u umumi / düstur-u umumî

  • Genel prensip.

düstur-u umumiye / düstur-u umumîye

  • Genel düstur, kural.

eamm / eâmm / اعم

  • Pek şumullü, daha umumi ve geniş.
  • Daha umumi ve daha genel.
  • Daha geniş, pek şümullü, en umumî.
  • Pek umumi, en genel.
  • Genelde, yaygın haliyle. (Arapça)

eb'ad-ı vasia / eb'âd-ı vâsia

  • Geniş mesafeler, boyutlar, uzaklıklar.

eb'ad-ı vasia-i alem / eb'âd-ı vâsia-i âlem

  • Kâinatın geniş boyutları.

ebedd

  • Gövdeli, iri cüsseli kimse. İki uyluğunun arası geniş ve etli olan kimse.

ebhar-ı vasia / ebhâr-ı vâsia

  • Geniş denizler.

ecbe

  • Alnı geniş olan adam.

ecebe

  • Büyük alınlı. Alnı geniş olan kimse.

eclec

  • Yumru ve geniş alınlı.

ecr

  • İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara verdiği sevâb.

ecred

  • Tüysüz adam, köse. Genç.
  • Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi.
  • Tüyü yumuşak ve kısa olan at.

ef'al-i umumiye-i muhita / ef'âl-i umumiye-i muhîta

  • Herşeyi kuşatan genel fiiller, işler.

efaim

  • Vâsi olmak, geniş olmak, bol olmak.

efder

  • (Evder) Amca. Babanın erkek kardeşleri. (Farsça)
  • Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları. (Farsça)

efgen

  • (Figen) Düşüren, yere atan, yıkan, yere atıcı, düşürücü, yıkıcı. (Farsça)

efil

  • (Çoğulu: Afâl-Efâil) Genç küçük deve.

efkar-ı amme / efkâr-ı âmme

  • Genel düşünce, kamuoyu.

efkar-ı umumi / efkâr-ı umumî

  • Kamuoyu; genelin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı umumiye / efkâr-ı umumiye

  • Kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri.

eflak / eflâk

  • Felekler, gökler.
  • Her gezegene ait gök tabakaları.

eflec

  • (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş.
  • Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam.
  • Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.

efrenc

  • (Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız. (Fransızca)

eftel

  • (Çoğulu: Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at.

egoist

  • Bencil, hodpesent, hodbin, kendini beğenmiş, menfaatperest.

ehann

  • Genzinden konuşan kimse, hımhım.

ehl-i islam / ehl-i islâm

  • Müslümanlar. Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsini beğenen, kalbiyle inanıp, diliyle söyleyen müslüman.

ehl-i vifak

  • Beğenilen işlerde birbirine muvafakat edip uyanlar, anlaşanlar.

ehram-ı mürebbai / ehram-ı mürebbaî

  • Dörtgen piramit. Dört köşeli ehram.

ehram-ı müsellesi / ehram-ı müsellesî

  • Üçgen piramit.

ehyef

  • İnce belli ve yakışıklı genç.
  • Çelimli at.

ekser-i mutlak

  • Genel çoğunluk.

elips

  • Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş bir çemberi andırır. (Fransızca)

emanet-i hilafet / emanet-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık emaneti.

emarid

  • (Tekili: Emred) Bıyıkları terlememiş gençler.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emled

  • En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)

emniyet-i umumiye / emniyet-i umûmiye

  • Genel güvenlik.
  • Genel emniyet, güvenlik.

emniyet-i umumiye müdürü

  • Emniyet Genel Müdürü.

emniyet-i umumiye reisi

  • Emniyet Genel Müdürü.

emperyalizm

  • Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sins (Fransızca)
  • Bir ülkenin sınırlarını genişletme politikası.

emred / امرد

  • Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
  • Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.
  • Bıyıkları yeni terlemiş genç. (Arapça)

enahid

  • Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi. (Farsça)

enaniyet / enâniyet

  • Kendini beğenip büyük görme, bencillik. Egoistlik.

enaniyet-i nefsiye / enâniyet-i nefsiye

  • Nefsin bencilliği, kedini beğenmesi.

enaniyet-i taassubkarane / enaniyet-i taassubkârâne

  • Kendisini beğenme ve üstün görmede çok katı ve inatçı davranma.

enaniyetsiz / enâniyetsiz

  • Kendini beğenmeme, gurursuz.

enuşe

  • Hoş, mes'ut, saadetli. (Farsça)
  • Genç padişah. (Farsça)
  • şarab, içki. (Farsça)

epürnak

  • Delikanlı, genç yiğit, bahadır. (Farsça)

erahh

  • Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan.

erendiz

  • Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı.

ergad

  • Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet.

ergen

  • (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğre

erhab

  • Vâsi, geniş, açık.

erkan-ı harbiye-i umumiye reisi / erkân-ı harbiye-i umumiye reisi

  • Genelkurmay Başkanı.

erkan-ı harbiyye-i umumiyye / erkân-ı harbiyye-i umûmiyye / اركان حربيهء عموميه

  • Genel kurmay başkanlığı.

erkan-ı harp reisi / erkân-ı harp reisi

  • Genel Kurmay Başkanı.

errahmanirrahim / errahmânirrahîm

  • Bütün varlıklara genel olarak ve her bir varlığa özel olarak rahmet tecellîleri olan Allah.

erva'

  • Çok güzel olan genç.
  • Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam.
  • Korkmak.

eşmel

  • En kapsamlı; en geniş.

eşve

  • Gözü değen kişi.

ev'ac

  • Geniş, vâsi.

evamir-i umumiye-i külliye / evâmir-i umumiye-i külliye

  • Her bir şeyi kapsayan genel emirler.

evcer

  • Çok çekingen, utangaç kimse.

evleviyet

  • Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak.

evsa'

  • Daha geniş. Çok vasi'.

fahhar / fahhâr / فخار

  • Övüngen. (Arapça)

fahir

  • (Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen.
  • Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı.
  • Büyük ve iyi nesne.
  • Koruğu büyük çekirdeksiz hurma.
  • Memeleri büyük deve.

fahişehane / fâhişehâne / fâhişehane / فاحشه خانه

  • Genelev.
  • Genelev. (Arapça - Farsça)

fahşa / fahşâ

  • Çirkin. Dînin ve aklın beğenmediği şeyler.

fahur / fahûr / فخور

  • Bir fesliğen cinsi.
  • Övüngen. (Arapça)

fahurane

  • Kendini beğenerek. Kendini medhederek. Çok övünerek. (Farsça)

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

farfara

  • Gürültücü, övüngen.

fasid kan / fâsid kan

  • Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadın

fazfaz

  • Geniş ve bol nesne.

fazfaza

  • Elbisenin çok geniş ve bol olması.

fazilet-i külliye

  • Genel üstünlük, erdem.

fazir

  • Kırmızı, büyük karınca.
  • Geniş, bol nesne.

fecc

  • (Çoğulu: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'.

fecm

  • Geniş.
  • Bevletmek, işemek.

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fecr-i ati / fecr-i âtî

  • Gelecekteki fecr. 1908 meşrutiyet inkılâbından sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafından toplanan bir kısım gençlerin kurmak istedikleri ekolün (cemiyetin) adıdır.

fecve

  • Avlu.
  • Genişlik.

felkam

  • Geniş, vâsi'.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

fena fillah / fenâ fillah

  • Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.

ferace

  • Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe.
  • Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü.

ferah / ferâh / فراخ

  • Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık. (Farsça)
  • Geniş, iç açıcı, tasasız.
  • Geniş. (Farsça)

ferah-dehen

  • Geveze, boşboğaz. (Farsça)
  • Geniş ağızlı, ağzı büyük. (Farsça)

ferah-na

  • Geniş yer. Büyük saha. (Farsça)
  • Bolluk, bereket. Genişlik. (Farsça)

ferah-rev

  • Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen. (Farsça)

ferahi / ferahî

  • Genişlik, bolluk. Ucuzluk. (Farsça)

ferec

  • Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat.
  • Girecek yerler.
  • Ferahlık, genişlik, rahatlık.

ferec-i umumi / ferec-i umumî

  • Genel ferahlık, sıkıntıdan kurtulma.

ferengis / ferengîs

  • Zühre yıldızı, Venüs gezegeni, çoban yıldızı. (Farsça)

ferik / ferîk / فَر۪يقْ

  • Korgeneral.
  • General.
  • Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral.
  • İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü.
  • Paşa, korgeneral.

ferik-i evvel / ferîk-i evvel / فریق اول

  • Korgeneral. (Arapça - Farsça)

ferik-i sani / ferîk-i sânî / فریق ثانى

  • Tümgeneral. (Arapça - Farsça)

ferikan / ferikân / فریقان

  • Tüm veya korgeneraller. (Arapça - Farsça)

ferikiyet

  • Generallik.
  • Generallik.

fermanber

  • Boyun eğen, itaat eden.

fesh

  • Genişletmek.

fesih / fesîh

  • (Füshat. den) Açık, geniş.

feta / fetâ / فتى

  • (Çoğulu: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı.
  • Cömert.
  • Genç. (Arapça)
  • Cömert. (Arapça)

fetat

  • Kuvvetli, genç kadın.

fevh

  • Yaradan kan fışkırması.
  • Bolluk, genişlik.
  • Güzel kokunun yayılması.
  • Kaynamak.

feyayih

  • (Tekili: Feyhâ) Genişlikler, enginlikler, boşluklar.

feyha

  • Geniş ve büyük olan. Engin.
  • Bir nevi toprak çanak.
  • Genişlik, vüs'at.

feyhak

  • Geniş nesne.

feylem

  • Geniş, büyük nesne.

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

feyz-i amm / feyz-i âmm

  • Umumî, genel bolluk.

feza / fezâ / فضا

  • Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü.
  • Yer geniş olmak.
  • Açık sahra.
  • Saha.
  • Yerde akan su.
  • Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği.
  • Uzay. (Arapça)
  • Geniş düzlük. (Arapça)

feza-yı vasia / feza-yı vâsia

  • Geniş gökyüzü, uzay.

fezai / fezaî

  • Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.

fi'l-i mechul

  • Gr: Faili yani öznesi bilinmeyen fiil. Edilgen fiil. Mesela: Yazılmak, içilmek, vurulmak gibi.

fi'l-i muzari / fi'l-i muzâri

  • Gr. şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı gösteren fiil kipi.

ficac

  • İki dağ arasında geniş yol.

ficacen sübüla / ficacen sübülâ

  • Turuk-u vâsia, geniş yollar.

fihriste-i umumiye

  • Genel içerik.

fiil

  • (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş.
  • Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)

fiil-i muzari / fiil-i muzâri

  • Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı ifade eden fiil kipi.

filcümle

  • Genellikle, bütünüyle.

finhan

  • Leğen dedikleri kap.

firavunluk

  • Firavun gibi kendini beğenen, kendini üstün gören.

firaz

  • Geniş, vâsi.
  • Irmak ağzı.
  • Sokak ağzı.
  • Elbise.

firşat

  • Genişlik, vüs'at.
  • İki ayağının arasını ayırıp genişletmek.

firzah

  • Göğsü geniş, etli kimse.

fistan

  • Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir.
  • Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın bırandadan çevrilen kılıf.

fityan / fityân / فتيان

  • (Tekili: Fetâ) Delikanlılar, yiğitler, bahadırlar, gençler, mertler.
  • Gençler. (Arapça)

fitye

  • (Tekili: Fetâ) Gençler. Genç yiğitler.

füruat

  • Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.

füsham

  • Göğsü geniş olan.

füshat / فسحت

  • Vüs'at, genişlik, açıklık.
  • Genişlik. (Arapça)

füshat-kede

  • Geniş yer. (Farsça)

füshat-seray / füshat-serây

  • Geniş yer, geniş saray. (Farsça)

füshat-zar / füshat-zâr

  • Geniş yer. (Farsça)

fütüvvet / فتوت

  • Gençlik. (Arapça)
  • Yiğitlik. (Arapça)
  • Eskiden Anadolu'da kurulup gelişen esnaf teşkilatı. (Arapça)

gaflet-i umumiye

  • Genel vurdumduymazlık.

gait

  • Necaset, neces, insan pisliği.
  • Çukur yer. Düz ve geniş yer.
  • İnsan pisliği, necaset,
  • Çukur yer, düz ve geniş yer.

galfak

  • Geniş, vâsi.
  • Yumuşak.
  • Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot.
  • Kurbağa yosunu.

galva'

  • Yiğitliğin başlangıcı.
  • Gençlik sür'ati.

gamr

  • Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz.
  • Uzun, geniş libas.
  • Cehalet, gaflet.
  • Şiddet.

garaz-ı külli / garaz-ı küllî

  • Genel hedef, bütün unsurları içine alan kapsamlı gaye.

garb

  • (Çoğulu: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
  • Sığır derisinden yapılan büyük kova.
  • Sakaların su koydukları büyük tulum.
  • Atıldıktan sonra bulunmayan ok.
  • Yürügen at.
  • Nasır acısı (gözde olur).
  • Göz yaşı.
  • Göz yaşının geldiği damar.
  • Ke

gasul

  • Çöğen denilen şey.

gayda

  • (Çoğulu: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz.: Agyed)

gaydak

  • Geniş.
  • Yumuşak.
  • Kerim kişi. İyi huylu kimse.
  • Keler yavrusu.
  • Büluğ çağına varmamış çocuk.

gayret-i ilahiyye / gayret-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.

gaysan

  • Gençlik şiddeti.

gazete

  • Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Fransızca)

gazıf

  • Yumuşak, geniş.

gazr

  • (Gazâre) (Çoğulu: Gazâyir) Men etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Geçim kolaylığı, maişet genişliği.
  • Büyük çanak.

genc-i mücehhez

  • Donatılmış iki genç.

gencine

  • (Bak: GENC)

gerden-dade-i inkıyad ve teslim / gerden-dâde-i inkıyâd ve teslim

  • İtaatle boyun eğen, itaat ederek teslim olan.

gerdenbeste-i inkıyad / gerdenbeste-i inkıyâd

  • İtaatle boyun eğen.

germ ü serd

  • Sıcak ve soğuk.
  • Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı.

gılman / gılmân / غلمان

  • Cennet genci.
  • (Tekili: Gulâm) Bıyığı yeni bitmiş gençler.
  • Cennet'te hizmet gören delikanlılar.
  • Köleler, esirler.
  • Köle. (Arapça)
  • Genç, yeni yetme. (Arapça)

gılme

  • (Tekili: Gulâm) Delikanlılar, gençler.
  • Esirler, köleler.

gına-i rahmet / gınâ-i rahmet

  • Rahmetin zenginliği, rahmet ve merhametin geniş tecellîleri.

gıpta

  • Beğeni, hayranlık.

giran-ser

  • (Çoğulu: Giranserân) Mağrur, kibirli, gururlu, kendini beğenmiş. (Farsça)

giran-seri / giran-serî

  • Kibirlilik, mağrurluk, enaniyetli oluş, kendini beğenmişlik. (Farsça)

giranser / girânser / گران سر

  • Mağrur, kendini beğenmiş, kasıntı. (Farsça)

gıtrif

  • Mütekebbir, gururlu, kendini beğenmiş.

gulam / gulâm / غلام

  • Genç, delikanlı. Bıyığı henüz bitmemiş genç.
  • Esir, hizmetçi, köle.
  • Genç, esir, çocuk.
  • Köle. (Arapça)
  • Genç. (Arapça)

gulüvv-i amm / gulüvv-i âmm

  • Genel ayaklanma, umumi isyan.

gunne

  • Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses. (Tecvidde harfin vasıflarındandır)

gürbüz

  • Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. (Farsça)
  • Cerbezeli. (Farsça)
  • Anlayışlı. İdrakli. (Farsça)
  • Kahraman, yiğit. (Farsça)

gurur / gurûr

  • Kendini beğenme duygusu, böbürlenme.

guss

  • Leîm, zayıf adam.
  • Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak.

guy / gûy / گوی

  • Çevgen topu, polo topu. (Farsça)

güzide / güzîde

  • (Güzin) Seçilmiş. İntihab edilmiş. Beğenilmiş. (Farsça)

güzide-gan / güzîde-gân

  • (Tekili: Güzide) Seçkinler, beğenilmişler, seçilmiş olanlar. (Farsça)

güzide-suhen / güzîde-suhen

  • Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan. (Farsça)

hab-dide

  • "Rüya görmüş." Büluğa ermiş genç. (Farsça)

habbülbüluğ / habbülbülûğ / حب البلوغ

  • Ergenlik sivilcesi. (Arapça)

habil / habîl

  • Yiğit, bahadır, genç, delikanlı.
  • Tuzak, ağ.

hac

  • İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

hacet-i amme / hâcet-i âmme

  • Genel ihtiyaç.

hadaka

  • Elmas.
  • Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.

hadaret / hadâret

  • Gençlik, tazelik.

hadaset

  • Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası.

hadd-ı büluğ / hadd-ı bülûğ

  • Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı.

hadd-i buluğ / hadd-i bulûğ

  • Ergenlik çağı.

hadd-i büluğ / hadd-i bülûğ

  • Ergenlik çağı.

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

haddibüluğ / haddibülûğ

  • Ergenlik sınırı.

hades

  • Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek.
  • Taze. Yiğit. Genç.
  • Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal.
  • Pislik.

hadis-üs sinn / hâdis-üs sinn

  • Yaşı taze. Genç delikanlı.

hadise-i umumiye

  • Geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay.

haher-zade

  • Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen. (Farsça)

haherzade / hâherzâde / خواهرزاده

  • Yeğen, kızkardeşin çocuğu. (Farsça)

hakem

  • Her şey hakkında küllî ve genel hükmü veren ve her şeyi küllî hükme göre adalet ve denge ile yaratan Allah.

hakem-i zülcelal / hakem-i zülcelâl

  • Herbir şey nasıl olacaksa onun keyfiyeti hakkında genel hükmü veren sonsuz haşmet sahibi Allah.

hakikat-i külliye

  • Herşeyle ilgisi olan, çok büyük ve geniş hakikat.

hakikat-i külliye-i daime

  • Devam eden büyük ve geniş hakikat.

hakimiyet-i amme / hâkimiyet-i âmme

  • Genel hâkimiyet, egemenlik.

hakimiyet-i umumiye

  • Genel hâkimiyet, hükümranlık, egemenlik.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî d

halas-ı umumi / halâs-ı umumi

  • Umumî, genel kurtuluş.

hamhama

  • Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma.

hamiyet-füruş

  • Kendini beğenerek vatanı ve milleti koruma noktasında çok gayretli olduğunu iddia eden.
  • Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan. (Farsça)

hamse

  • Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"

hanadık

  • (Tekili: Handek) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.

handek

  • Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.

hanfes

  • (Çoğulu: Hanâfis) Yellengen böceği.
  • Pislik yuvarlayan böcek.

har'abe

  • İnce kemikli, genç ve güzel kadın.
  • Uzun.
  • Yeşil üzüm çubuğu.

harb-i umumi / harb-i umumî

  • Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.

harekat-ı müstahsene / harekât-ı müstahsene

  • Herkesin beğendiği güzel davranış ve hareketler.

harem

  • Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
  • Müslümanların evlerinde, saray, konak ve be

hari' / harî'

  • Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın.
  • Çok gülen, gülegen.

hasem

  • Burnun yassı ve geniş olması.

haşem

  • Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir.
  • Genzin tıkanıp burnun koku almaması.
  • Etin kokması.

hasenat / hasenât

  • Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.

hass / hâss

  • Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
  • Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hata-yı umumi / hatâ-yı umumî

  • Genelin yaptığı hatâlar; genele yönelik yapılan hatâlar.

hatem-i vahidiyet / hâtem-i vâhidiyet

  • Varlık dünyası üzerinde genel olarak Allah'ın birliğini gösteren mühür.

hatib-i umumi / hatîb-i umumî

  • Genele hitap eden, seslenen hatip.

hatır-ı şeytani / hâtır-ı şeytânî

  • Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir.

hatme-i ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) geniş halk kitleleriyle beraber belirli dua ve zikirleri yapıp bitirdiği oturum veya zikir halkası.

hatme-i kübra

  • Büyük ve geniş bir topluluğun belirli zikir ve duaları okuyup bitirdikleri oturum veya zikir halkası.

hatme-i muazzama-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) geniş halk kitleleriyle beraber belirli dua ve zikirleri yapıp bitirdiği oturum veya zikir halkası.

hatreşe

  • Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-aver

  • Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.

hatt-ı vasıt / hatt-ı vâsıt

  • Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.

hav'eb

  • Basra yakınında bir mevkinin adı.
  • Çeşme.
  • Geniş dere.
  • Pek büyük kova.

havak

  • Geniş yer, vâsi.

havz-ı kebir

  • Fık: Büyüklüğü 45 - 50 metre kare genişliğinde olan akmayan, durgun su bulunan havuzdur. Genişliği bu ölçüden küçük olursa ona havz-ı sagir denilir.

hayadar

  • Utangaç, çekingen, mahcub. (Farsça)

hayat-ı amme / hayat-ı âmme

  • Genel hayat, hayatın genel mânâsı.

hayat-ı umumiye

  • Umuma ait, genel hayat.

hayr

  • İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.

hayran / hayrân

  • Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
  • Çok beğenmiş, şaşıp kalmış.

hayrat / hayrât

  • Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.

hayşum

  • Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)

hayşumi / hayşumî

  • Genizden gelen.

hazur

  • (Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen.

he'he'

  • Deveyi yulafa çağırmak.
  • Gülegen adam.

heft-ahter

  • Yedi gezegen. Yedi seyyâre. (Farsça)

helva-hane

  • İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. (Farsça)
  • Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. (Farsça)

hengam-ı şebab / hengâm-ı şebab

  • Gençlik zamanı, delikanlılık çağı.

her dem taze

  • Parlaklık ve tazeliğini dâima muhafaza eden.
  • Mc: Daima genç görülen, gençliğe heveskâr.

hevai / hevâî

  • Nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları doğrultusunda hareket eden.

hevcele

  • Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ.
  • Yürügen deve.
  • Uzun boylu, ahmak erkek.

hey'at / hey'ât

  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

heyban

  • Korkunç, korku getiren.
  • Çok utangaç çekingen.
  • Korkak.
  • Çoban.

heyet

  • Bir şeyi oluşturan unsunlar, bileşenler, genel yapı.

heyet-i mecmua / هيئت مجموعه

  • Ferdlerinin toplamından meydana gelen heyet, genel yapı.
  • Genel, tüm.

heyet-i mecmua-i insaniye

  • İnsanın genel yapısı.

heyet-i umumiye

  • Genel yapı, bütün.

hicaz demiryolu

  • Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hikmet-i vasia / hikmet-i vâsia

  • Geniş ve büyük hikmet, sebep ve gaye.

hil'at

  • Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.

hilafet / hilâfet

  • Halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik.

hilb

  • Asma yaprağı.
  • Ciğer.
  • Tırnak.
  • Tarp bitkisi
  • Zampara genç.

hindu

  • Satürn (Zühal) gezegeni. (Farsça)
  • Benek, ben. (Farsça)
  • Hind'in Brahman ahalisinden olan. (Farsça)
  • Hindliler gibi pek esmer adam. (Farsça)

hınzır

  • (Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
  • Pis ve katı kalbli kimse.

hipotenüs

  • Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.) (Fransızca)

hirek

  • Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.

hırran

  • Boyun eğen, itaat eden, muti.

hiss-i amme / hiss-i âmme

  • Genelin hissi.

hiss-i umumi / hiss-i umumî

  • Umumî his, genel ortak duygu.

hiss-i umumiye / hiss-i umumîye

  • Umumun hisleri, genelin duyguları.

hissiyat-ı cumhur

  • Genel halk kitlelerinin hisleri, algılamaları.

hitab-ı amm / hitab-ı âmm

  • Genel sesleniş.

hıyar

  • Hayırlılar.
  • (Çoğulu: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.

hiyela

  • Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik.

hıyere

  • Beğenme, seçme. Benzerlerinden ayırma.
  • Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, ayrılmış.

hod-pesend

  • Kendini beğenen.

hodbin / hodbîn / خُودْب۪ينْ

  • Kendini gören, kendini beğenmiş.

hodbinane

  • Kendini beğenerek, kibirli bir şekilde.

hodfikir

  • Kendi fikrini beğenen.

hodfikirlik

  • Sadece kendi düşüncesini beğenme; düşüncelerinde bencil davranma.

hodfuruş

  • Kendini beğenerek satmaya çalışmak.
  • Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen. (Farsça)

hodfuruşane / hodfuruşâne / hodfurûşâne

  • Kendini beğendirmeye çalışır bir şekilde.
  • Kendini övüp beğendirmeye çalışarak.

hodfuruşluk

  • Kendini beğendirmeye çalışmak, övünmek.

hodfüruşluk

  • Kendi kendini beğenme, pahalıya satma.

hodgam / hodgâm

  • Bencil, egoist, kendini beğenmiş.
  • (Hodkâm) Kendi keyfini düşünen. Kendini beğenmiş. (Farsça)
  • Kendini beğenmiş, bencil.

hodkam / hodkâm / خودكام

  • Kendini beğenmiş, kendini düşünen. (Farsça)

hodperest

  • Mağrur. Kendini çok beğenen. Kibirli. (Farsça)
  • Kendini çok beğenen, kendine tapan.

hodpesend

  • Kendini beğenen.
  • Kendini beğenen.
  • Kendini beğenen. Mağrur. (Farsça)

hodpesendane / hodpesendâne

  • Kendini beğenerek, mağrur bir şekilde.
  • Kendini beğenmişcesine.

hodpesent

  • Kendini beğenen.

hodsita / hodsitâ / خودستا

  • Övüngen. (Farsça)

hormon

  • yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hoşayende

  • (Çoğulu: Hoşâyendegân) Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen. (Farsça)

hubanname

  • Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise "zenanname" denilir.)

hüccet-i külliye

  • Kapsamlı geniş delil.

hudapesend

  • Allah'ın beğeneceği şey. (Farsça)

hudud-u azamet-i rububiyet

  • Allah'ın varlıklar üzerindeki terbiye ve idare ediciliğinin ve egemenliğinin geniş sınırları.

hükmberdar

  • Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen. (Farsça)

hükmkeş

  • Emre itaat eden, hükme boyun eğen.

hukuk-u umumiye ve hususiye

  • Kişisel ve genel haklar.

hukuk-u umumiye-i kainat / hukuk-u umumiye-i kâinat

  • Genel kâinat hukûku; kâinattaki bütün varlıkların hakları.

huni

  • yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.

hunzüba'

  • Kuru.
  • Yellengen böceği.

huran

  • Dimeşk eyaletine bağlı çok geniş bir bölgenin adı.

hurde tezyinat

  • Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.

hurdsal

  • Genç. Yaşı küçük. (Farsça)

hürriyet-i umumi / hürriyet-i umumî

  • Genel serbestlik ve özgürlük.

huru'

  • Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç.
  • Sütleğen otu.
  • Yumuşak ot.

huruf-u nasibe / huruf-u nâsibe

  • Gr: Muzari (geniş zaman) fiilinin başına getirildiğinde o fiili nasbeden harfler. (En), (Len), (İzen), (Key) harfleri gibi.

hüval

  • Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.

hüvve

  • (Çoğulu: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer.

hz. hasan

  • Hz. Ali'nin (R.A.) oğludur. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sevgili torunudur. Cennet'le tebşir olunmuştur. Hz. Peygamber (A.S.M.) kendisi için cennet gençlerinin seyyidi buyurmuştur.

i'cab

  • Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek.
  • Hodpesendlik. Kendini beğenmişlik.

ibka

  • Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek.
  • Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi.
  • Mc: Sınıfta bırakmak.<

ibn-i üsbuayn

  • Çok güzel genç.
  • Ayın ondördü.

ibrikdar

  • Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken ve leğen ibrik işlerine bakan kimse.

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

ictima-i a'zam

  • Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf etmiş gibi görünmeleri.

ictima-i sakineyn / ictima-i sâkineyn

  • İki sessiz harfin yanyana bulunması.
  • Ast: İki gezegenin yan yana gelmesi.

idare-i umumi / idare-i umumî

  • Genel idare.

idbar

  • Geriye gitmek. Geri dönmek.
  • İşlerin ters gitmesi.
  • Talihsizlik.
  • Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.)

ifca'

  • Geçimini genişletme.

ifrac

  • Açılma.
  • Ayrılmak.
  • Genişletmek.
  • Açmak.

ifsah

  • Açmak, genişletmek.

iftihar

  • Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek.
  • Başkasının iyi bir hali ile sevinmek.

ihata / ihâta

  • Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak.
  • Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
  • Kuşatma, etrafını çevirme.
  • Geniş tam bilgi ve ihtisas.

ihata-i fikriye

  • Fikir ve düşüncenin genişliği, kapsayıcılığı, kuşatıcılığı.

ihata-i ilim

  • İlmin kuşatıcılığı ve genişliği.

ihata-i ilmiye

  • İlmin kuşatıcılığı ve genişliği.

ihata-i ummani / ihata-i ummânî

  • Deniz gibi geniş bir şekilde kuşatma.

ihfa / ihfâ

  • Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.

ihsanperver

  • İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir (Farsça)

ihtilam / ihtilâm

  • Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik.
  • Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.

ihtirak

  • Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak.
  • Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması.

ihtisas / ihtisâs / اِخْتِصَاصْ

  • Bir sahada geniş bilgi sâhibi olma.

iktiran-ı kevakib

  • Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.

ilka-ı külli / ilka-ı küllî

  • Allah tarafından bir kişinin kalbine geniş mânâların verilmesi.

iltihab

  • Caddede gitmek. Geniş yolda yürümek.

imam

  • Bir ilimde sözü delil kabul edilebilecek derecede derin ve geniş bilgi sahibi olan âlim.

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had

iman-ı icmali / iman-ı icmâlî

  • İcmâl-i iman; Resûl-i Ekrem‘in (a.s.m.) tebliğ ettiği detaya girmeden genel olarak inanma.

iman-ı kesbi / îmân-ı kesbî

  • Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

iman-ı makbul / îmân-ı makbûl

  • Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.

imarat

  • (Tekili: İmaret) İmaretler, genel aşevleri.

imkan-ı örfi / imkân-ı örfî

  • Bir şeyin olabilirliğinin genel kabul görmesi.

imtinan

  • Çok sevilen ve beğenilen bir şeye nail olmak.

inbiga

  • Liyâkat, lâyıklık, beğenilme.

inbisat / inbisât / انبساط

  • Genişleme. Yayılma.
  • Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
  • Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
  • Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.
  • Genişleme, yayılma.
  • Genişleme.
  • Genişleme.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

inbisat-ı ruh

  • Ruh genişlemesi.

infisah

  • Bollaşma. Genişleme.

inkıyad eden

  • Boyun eğen.

inşibab

  • Gençleşme, delikanlı olma.

intihab

  • Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek.
  • Bir şey yerinden çıkmak.

intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubudiyet / intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubûdiyet

  • Kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği.

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

irhab

  • Bollanma, bol olma. Genişleme.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

irşad-ı cumhur / irşâd-ı cumhur

  • Geniş halk kitlelerine doğru yolun gösterilmesi.

irtiyah

  • (Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme.
  • Rüzgârlanıp rahatlama.

irtiza'

  • (Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul etme.
  • Beğenme, seçme.

isa'

  • Zenginleştirme veya zenginleştirilme.
  • Genişletme.

işabe

  • Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması.

işaret-i amme / işaret-i âmme

  • Genel işaret.

işkampaviya

  • İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği

ism-i umumi / ism-i umumî

  • Genel isim.

işmam

  • Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek.
  • Kibirden dolayı başı dik yürümek.
  • Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden hissettirmek, biraz duyurmak, harfi çıtlatmak.

ispergam

  • Fesleğen çiçeği. (Farsça)
  • Gül. (Farsça)
  • Yeşillik. (Farsça)

isperhem

  • Fesleğen. (Farsça)

israf

  • Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak.
  • En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.

istibdad-ı manevi-i umumi / istibdad-ı mânevî-i umumî

  • Genel mânevî baskı, zorbalık ve despotluk.

istibhar

  • Çok geniş bilgiye sahib olma.
  • Deniz gibi büyük ve geniş olma.

istihsan / istihsân / استحسان / اِسْتِحْسَانْ

  • Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek.
  • Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.
  • Beğenme, iyi ve güzel bulma.
  • Beğenme, güzel bulma.
  • Beğenme.
  • Güzel bulma, beğenme. (Arapça)
  • Beğenme.

istihsan edici

  • Beğenen, güzel bulan.

istihsan etme

  • Beğenme, güzel bulma.

istihsan etmek

  • Beğenmek, güzel bulmak.

istihsan-ı akli / istihsan-ı aklî

  • Akıl tarafından beğenilme, güzel bulunma.

istihsancı

  • Güzel bulan, beğenen.

istihsanen

  • Beğenerek, istihsan ederek.

istihsankarane / istihsankârâne / istihsânkârane

  • Güzel bulup beğenerek.
  • Beğenircesine.

istikamet / istikâmet

  • Allahü teâlânın beğendiği, doğru, hak yolda bulunma.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm
  • Ayrı ayrı olaylardan genel bir hüküm çıkarma.

istikraen / istikrâen

  • Eldeki verilerden hareketle genel bir hüküm verme şeklinde.

istikrah / istikrâh

  • Beğenmeme, kötü ve kerih görme.
  • Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek.
  • Kerih ve kötü görmek, tiksinmek bir şeyi beğenmemek, bir şeyi zorla yapma.

istinaf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.

istirahat-i umumi / istirahat-i umumî

  • Genelin rahatı, umumun huzuru.

istirahat-ı umumiye

  • Genel huzur ortamı.

istisa'

  • Bollaşma, bollanma, genişleme.

istisvab

  • (Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme.

istisvaben

  • Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek.

istisvabgerde

  • Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş. (Farsça)

istizah / istîzâh / استيضاح

  • Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
  • Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.
  • Gensoru. (Arapça)

istizmam

  • Zemmetme, yerme, tenkid etme.
  • Kötü ve beğenilmeyen işler yapma.

itikad-ı umumi / itikad-ı umumî

  • Genelin inancı.

itikadat-ı umumiye

  • Çoğunluğun, genelin inançları.

ıtlak etmek

  • Belli bir sınır getirmeden genelleme yapma; Allah'ın kitap gönderdiği bir peygambere ve dine inanan insanları, yani Hıristiyan ve Yahudileri de hükmün kapsamı altına almak.

ittihad-ı umumi / ittihâd-ı umumî

  • Genel birlik, herkesin bir noktada birleşmesi.

ittisa / ittisâ / اتساع

  • Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at.
  • Genişlik. (Arapça)
  • Genişleme. (Arapça)

izar / izâr

  • Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.

jandarma umum kumandanı

  • Jandarma Genel Komutanı.

jön türk

  • Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim. (Fransızca)

jöntürk

  • Osmanlıların son döneminde yaşayan yenilik sevdalısı gençler.

ka'ka

  • Kuru, yâbis. Meşakkatli yol.
  • Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.

kabati / kabatî

  • (Tekili: Kıbtî) Çingeneler.

kabiliyet-i tevessü

  • Genişleme, yayılma kabiliyeti.

kable'l-büluğ / kable'l-bülûğ

  • Ergenlik yaşından önce.

kablelbüluğ / kablelbülûğ

  • Ergenlikten önce.

kabul-i amme / kabul-i âmme

  • Genelin kabulü.

kabul-ü umumi / kabul-ü umumî

  • Bir fikrin genel kabul görmesi.

kabz u bast

  • Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık.
  • Birini diğeri üzerine tercih etme.
  • Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek.
  • Beyan ve ifâde etmek.
  • Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.

kafir / kâfir

  • İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.

kaid

  • (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden.
  • Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun.
  • Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan.
  • Sıradağ.
  • Geniş ark.

kaide-i külliye

  • Genel, kapsamlı kural; kendisine cüz'î, detay meselelerin tatbik edilebildiği genel kural.

kaide-i külliyye

  • Açık, sarih olan hükümler, genel kurallar.

kalb tasfiyesi

  • Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.

kalb-i külli / kalb-i küllî

  • Genele ait kalp, toplumun duyguları.

kalb-i umumi / kalb-i umumî

  • Genele ait kalp, toplumun ortak yüreği.

kalb-i umumi-i müşterek-i millet / kalb-i umumî-i müşterek-i millet

  • Milletin genel olarak kalbi.

kalfa

  • Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
  • Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
  • Bir san'atta usta ile çırak ara

kalus

  • (Çoğulu: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve.
  • Yüksek.
  • Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

kamil / kâmil

  • Bütün, eksiksiz, tam.
  • Kemale ermiş, olgun.
  • Geniş bilgili, kültürlü, bilgin.

kanun-u umumi / kanun-u umumî

  • Genel kanun.

karha-i akile / karha-i âkile

  • Tıb: Etrâfını yiyip, genişleyerek büyüyen yara.

kart

  • Tazeliği geçmiş, katılaşmış.
  • Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük.

kaside-i bürde

  • Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.

katalog

  • Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi. (Fransızca)

katib-i umumi / kâtib-i umumî

  • Genel sekreter.

katt

  • Kuru yonca.
  • Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak.
  • Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak.

kavaid-i külliye / kavâid-i külliye

  • Bütün fertleri içine alan kapsamlı, genel kurallar, prensipler.

kavaid-i külliyye / kavâid-i külliyye

  • Genel kaideler, kurallar.

kavanin-i umumiye-i içtimaiye / kavânin-i umumiye-i içtimaiye

  • Genel sosyal kanunlar, prensipler.

kavra

  • Geniş yer.

kehdel

  • Genç hâtun.
  • Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)

kelam-ı pür-meal / kelâm-ı pür-meâl

  • Geniş mânâlı söz.

kelan

  • İri, cüsseli, büyük. Heybetli. (Farsça)
  • Geniş, enli. (Farsça)
  • Baş. (Farsça)

kemal-i gurur / kemâl-i gurur

  • Tam bir gurur, kendini beğenmişlikle aldanma.

kemal-i hayret ve istihsan / kemâl-i hayret ve istihsan

  • Tam bir hayret ve beğenmişlik.

kemal-i istihsan / kemâl-i istihsan

  • Tam bir beğeni, güzel buluş.

kemal-i şebabet / kemâl-i şebâbet

  • Mükemmel derecedeki gençlik.

kemal-i takdir / kemâl-i takdir

  • Eksiksiz bir takdir; çok beğenme.

kemal-i takdir ve tahsin / kemâl-i takdir ve tahsin

  • Mükemmel bir takdir ve güzel bulma; çok beğenme.

kemal-i vüs'at / kemâl-i vüs'at

  • Son derece genişlik.

kemsal

  • Genç. Yaşı küçük. (Farsça)

kendu

  • Epey genişçe toprak. (Farsça)

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

kesb-i külliyet

  • Kapsamlılık, genellik özelliği kazanma.

kevakib / kevâkib

  • Gezegenler,.

keyvan

  • Satürn (Zuhal) gezegeni. (Farsça)

kıbti / kıbtî / قبطى

  • (Çoğulu: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene.
  • Çingene ile alâkalı.
  • Çingene. (Arapça)

kıbtiyan

  • (Tekili: Kıbti) Kıbtiler, çingeneler.

kıpti

  • Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.

kıraathane

  • Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.

kıran / قران

  • (Çoğulu: Kırânât) Yakınlık, mukarenet.
  • Ayrı iki şeyin birleşmesi.
  • İki gezegenin bir burçta bulunması.
  • Yakınlık.
  • İki gezegenin bir burçta bulunması.
  • Yakınlaşma. (Arapça)
  • İki gezegenin aynı burçta birbirine yaklaşması. (Arapça)

kıyamet-i umumiye

  • Genel, herşeyi içine alan kıyamet.

kıyas

  • Bir şeyi bir şeye benzeterek veya ona göre tutarak hüküm verme.
  • Benzetme, genel kurala uydurma.
  • Hakkında âyet ve hadis olan benzerlerine göre hükmetme.

kıyas-ı istikrai / kıyâs-ı istikrâî

  • Tüme varım; ayrı ayrı hâdiselerden yola çıkarak bir genelleme yapma.

kıyasi / kıyasî

  • (Kıyâsiyye) Benzetme ile olan.
  • Genel kaideye uygun ve muvafık olan.

kızan

  • Oğlan, erkek çocuk.
  • Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç.

klasör

  • Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. (Fransızca)
  • Geniş mukavva dosya. (Fransızca)

kötü huy

  • Dînin ve aklın beğenmediği huy.

küffe

  • (Çoğulu: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.

kuftehar

  • Köfte yiyen. (Farsça)
  • Geveze, çenesi düşük. (Farsça)
  • Şarlatan. Kendini beğenmiş. (Farsça)
  • Çapkın. (Farsça)

küll

  • Bütün, genel.

kullam

  • Çöğene benzer bir otun adı.

külli / küllî / كلى

  • Genel, bütün, çok, tümel.
  • Bütün fertleri ihtiva eden genel kavram, genel, kapsamlı.
  • Genel. (Arapça)
  • Çok. (Arapça)

külli kaide / küllî kaide

  • Belli bir sınıf veya türe ait genel kanun ve kural.

küllileştirmek / küllîleştirmek

  • Genelleştirmek, kapsayıcı hale getirmek.

külliyat-ı umur

  • Genel, evrensel işler.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.

külliye ise

  • Kapsamlı ve genel ise; hüküm bir sınıf veya türün bütün fertlerini kapsıyor ise.

külliyet

  • Bütünlük, genellik, kapsamlılık.
  • Bütün ferdleri içine alan, kapsamlılık, genellik.
  • Genellik, bütünlük, çokluk.

külliyet-i kaide

  • Kuralın genelliği, kapsamlılığı.

kültür

  • Bir milletin maddî ve mânevî varlıkları, yaşayış ve davranış şekli, kazanılan genel bilgi.

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

küre-i ahar / küre-i âhar

  • Başka gezegen.

kurkus

  • Geniş, bol, vâsi.

kuss ibn-i saide

  • İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir d

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kütfane

  • (Çoğulu: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.

kuva-yı umumiye / kuvâ-yı umumiye

  • Kâinatın genelinde işleyen güçler, kuvvetler.

küvet

  • Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı. (Fransızca)

küvsiyy

  • Küçük yürügen at.

kuvvet ve vüs'at-i iman

  • İmanın kuvveti ve genişliği.

lac

  • Dar şey. Geniş ve bol olmayan nesne.

lafiyun

  • Sütleğen cinsinden bir ot.

lafz-ı umumi

  • Genel söz.

lahd

  • Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.

lando

  • Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. (Fransızca)

latin

  • Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir.
  • Eski Roma.
  • Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.

lehcem

  • Geniş yol.
  • Büyük kadeh.

leken

  • (Çoğulu: Elkân) Leğen.

lenger

  • Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. (Farsça)
  • Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi. (Farsça)

lüffah

  • Kokulu geniş yapraklı bir ot.

lühle

  • (Çoğulu: Lehalih) Serap görünen geniş çöl.

lütufname-i fazılane-i mergube / lütûfname-i fâzılane-i mergube

  • Beğeniyi ifade eden üstün, yüksek iltifatlara mazhar olan mektup.

ma'mer

  • Geniş menzil.

ma'ruf / ma'rûf

  • Dînin ve aklın beğendiği şey.

ma'siyyet

  • İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.

magrefe

  • Geniş yer.

mağrur / مغرور

  • Gururlu, kendini beğenmiş. (Arapça)
  • Mağrûr olmak: Gururlanmak. (Arapça)

magrurane

  • Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Farsça)

mağrurane / mağrûrane / مغرورانه

  • Gururlanarak, kendini beğenerek. (Arapça - Farsça)

mahacce

  • Geniş yol.

mahmud-üş şiyem

  • Medhedilecek huylara sâhib olan. Beğenilen ve takdir edilen hasletler kendinde bulunan.

mahrek

  • Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu.
  • Hareketli bir noktanın takip ettiği yol.
  • Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzolunan dairevî hat, yörünge.

mahrek-i senevi / mahrek-i senevî

  • Bir gezegenin bir sene boyunca döndüğü daire, hareket yolu, yıllık yörüngesi.

mahyere

  • Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik.

makam-ı külliye / makam-ı küllîye

  • Genele bakan kapsamlı makam.

makamat-ı asliye-i külliye / makamât-ı asliye-i külliye

  • Asıl geniş makamlar, yüce meclis ve mevkiler.

makbuh

  • Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen.

makbuha

  • Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.

makbul / مقبول

  • (Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı.
  • Kabul edilen, beğenilen. (Arapça)

makbuliyet

  • Beğenilmişlik, makbullük.

makduh

  • (Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.

mana-yı hilafet / mânâ-yı hilâfet

  • Hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı.

mana-yı külli / mânâ-yı küllî

  • Geniş ve kapsamlı mânâ.

manzur

  • Görülen, bakılan, nazar edilen.
  • Beğenilen.

marife / mârife

  • Arapça'da genellikle başına belirlilik takısı "elif-lâm"ı alan ve belirli bir şeyi gösteren kelime.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.
  • Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

masbu'

  • Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş.

maslahat-ı umumiye

  • Genel fayda ve yarar.

maslahat-ı vasia-i içtimaiye / maslahat-ı vâsia-i içtimaiye

  • Geniş toplumsal yarar, geniş sosyal fayda.

mass

  • Yakın olan.
  • Dokunan. Değen.

matem-i umumi / matem-i umumî

  • Herkesin yas tutması, genel hüzün.

matemhane-i umumiye / matemhâne-i umumiye

  • Genel yas evi.

mazgal

  • yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.

me'nus

  • Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş.
  • Beğenilmiş. Mergub.

me'sur

  • Ecdaddan rivayet edilen.
  • Meşhur.
  • İtibarlı. Beğenilmiş olan.
  • Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler.
  • Bir kılınç ismi.

meann

  • Enli, geniş.
  • şişman gövdeli kimse.
  • Hatip.

mebahis-i külliye / mebâhis-i külliye

  • Geniş, büyük ve çok şeyle ilgili konular.

mebde-i ruh

  • Ruhun başlangıç ve çıkış noktası; ruhun başlangıç noktası olan kâinattaki genel hayat; kâinatın ruhu.

mebrur

  • Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan.

mebsut / mebsût

  • Genişleyen.

mebsuten / mebsûten

  • Genişleterek.

mecbe

  • Geniş ve işlek yol.

medar

  • Sebeb, vesile.
  • Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
  • Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
  • Bir şeyin döneceği yer, etrafında hareket edilen nokta.
  • Yörünge, gezegenin güneş etrafında dönerken çizdiği daire.

medeniyet-i am / medeniyet-i âm

  • Genel medeniyet.

medrese-i umumi / medrese-i umumî

  • Genele ve herkese açık olan medrese.

mef'em

  • Karnı geniş olan kişi.

mef'uliyet

  • Edilgenlik, yapılmışlık; bir failin fiilinin tesiriyle olma durumu.

mefsah

  • Geniş olacak yer.

mejeng

  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen. (Farsça)

mekarim / mekârim

  • (Tekili: Kerem) Keremler. İyilikler.
  • Güzel ahlâk sahibi olmak.
  • Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.

mekruh / mekrûh

  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

mektub-u mergub / mektub-u mergûb

  • Rağbet edilen, çok beğenilen mektup.
  • Rağbet edilen, çok beğenilen mektup.

melda

  • Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.

meled

  • Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.

memduh / memdûh

  • Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş.
  • Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş.
  • Beğenilen, övülen.

memduhiyyet

  • Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş.

memleket-i vasia / memleket-i vâsia

  • Geniş, büyük memleket.

memnun

  • (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan.
  • Kesilmiş.

menafi-i umumiye / menâfi-i umumiye

  • Genel yararlar, herkesin yararına olan şeyler.

menah

  • Geniş, bol, ferâh. (Farsça)
  • Dar. (Farsça)

menahic

  • (Tekili: Minhac-Menhec) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar.

mencub

  • Dibâgat olunmuş deri.
  • Geniş kadeh.

mendub

  • Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab.
  • İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.

menduha

  • Genişlik.
  • Kifâyet, kâfi gelmek.
  • Mahlas.

menfaat-i umumi / menfaat-i umumî

  • Genelin menfaati, yararı.

menfaat-ı umumiye

  • Toplumun genelini ilgilendiren fayda.

menfur-u umumi / menfur-u umumî

  • Genelin nefretini kazanan.

menhec

  • (Çoğulu: Menâhic) Geniş, açık yol.

meratib-i külliye-i esmaiye / merâtib-i külliye-i esmâiye

  • Allah'ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri.

meratib-i külliye-i rububiyet

  • Rububiyetin geniş, kapsamlı mertebeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mertebeleri.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

mercefan

  • Leğen ve ibrik.

mergub

  • Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen.
  • Rağbet edilen, beğenilen.

mergup

  • Beğenilen, taleb edilen, istenilen.

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.

merih

  • Bir gezegen.

mertus

  • Bir fesleğen çeşidi.

mesaha

  • Genişlik.
  • Genişlik ölçme.

mesalih-i külliye

  • Küllî maslahatlar, geniş kapsamlı faydalar.

mesalih-i umumiye / mesâlih-i umumiye

  • Genele ait menfaatlar, yararlar.

meşamm

  • (şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz.

mesele-i umumi / mesele-i umumî

  • Genel mesele, problem.

meshut

  • Beğenilmeyen iş.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

meşkur / meşkûr / مشكور

  • Övülen, beğenilen. (Arapça)

mesrue

  • Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer.

meth

  • Yerinden koparmak ve çıkarmak.
  • Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması.
  • Vurmak ve uzaklaştırmak.

mevcet-üş şebab / mevcet-üş şebâb

  • Gençlik çağı.

meyadin

  • (Tekili: Meydan) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.

meydan

  • Arsa.
  • Geniş yer.
  • Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer.

meyelan-ı amme / meyelân-ı âmme

  • Genel eğilim, umumun isteği, eğilimi.

meyelan-ı inbisat / meyelân-ı inbisat

  • Genişleme, yayılma meyli, eğilimi.

meyl-i inbisat

  • Genişleme arzusu, meyil.

meyl-i tevessü

  • Genişleme eğilimi.

meyl-üt tevessü'

  • Genişleme isteği. Genişleme meyli.

meylü't-tevessü

  • Genişleme eğilimi.

meylü't-tevsi

  • Genişletme eğilimi.

mezmum / mezmûm

  • Yerilmiş, beğenilmemiş ayıplanmış.
  • Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.

mi'sar

  • (Mi'sara) Mengene.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

milhafe

  • Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.

mıntıka-i kübra / mıntıka-i kübrâ

  • Geniş ve büyük alan.

mınzar

  • Röntgen.
  • Bakma âleti.

mirken

  • (Çoğulu: Merâkin) Don yıkayacak kap.
  • Küçük leğen.

mirliva / mirlivâ / ميرلوا

  • Tugay kumandanı. Tuğgeneral.
  • Tuğgeneral.
  • Tuğgeneral. (Farsça - Arapça)

mirsad

  • (Çoğulu: Merâsıd) Geniş yol.

misket

  • Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. (Fransızca)
  • Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) (Fransızca)

mita'

  • Bir şeyin son bulduğu yerin sonu.
  • Geniş yol.
  • Yolların birleştiği yer.

moğol

  • Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı tarafla

mu'teber

  • İtibâr gören. Beğenilen.
  • İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen.

mu'teriz

  • İtiraz eden. Kabul etmeyen. Bir şeyi beğenmeyip bozulmasını isteyen, aksini iddia eden.

muallakat-ı seb'a / muallâkat-ı seb'a

  • Yedi askı; Kur'ân nâzil olmadan önce, cahiliyet devrinde meşhur Arap şairlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yazılar ve şiirler.

muallekat-ı seb'a

  • (Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.

mübarek

  • İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud.
  • Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.

mücessem

  • Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.

mufarakat-i umumi

  • Geniş çaplı ayrılık.

mufarakat-ı umumiye

  • Umumî ayrılıklar, genel göç.

mufassal

  • Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.

mufassalan

  • Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.

müfaza

  • Geniş, vâsi, bol.

müferrec

  • Meydanı olan. Geniş.

müfettiş-i umumi / müfettiş-i umumî

  • Genel müfettiş.

müfti / müftî

  • (Fetva. dan) Fıkha dair mes'elelerin şeriattaki hükümlerini beyan ve açıklamağa memur olan zat.
  • Genç ve kavi.

muhaba

  • Korku, perva, havf, çekingenlik.

muhabbet-i umumiye

  • Toplum genelinde meydana gelen sevgi.

muhaceret-i umumi / muhaceret-i umumî

  • Genel göç.

muhakeme-i akliye

  • Akıl yoluyla geniş araştırmalar yaparak bir hükme ulaşma.

muhammes / مخمس

  • Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş.
  • Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume.
  • Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.
  • Beşli. (Arapça)
  • Beşgen. (Arapça)
  • Beş dizeli şiir. (Arapça)

muhammes-i muntazam

  • Geo: Düzgün beşgen.

muhayyer

  • (Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
  • Seçilmesi serbest olan seçmece, beğenmece.

muhayyir

  • İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan.

mühevan

  • Geniş büyük sahrâ.

muhraza

  • (Çoğulu: Mehârız) Çöğen koyacak kap.

muhtazı'

  • Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.

muhteris

  • (Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen.

muhteriz

  • Sakınan. Çekinen. Çekingen.

mukadder

  • Tâyin olunmuş.
  • Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan.
  • Kazâ.
  • Kıymeti biçilmiş.
  • Beğenilmiş.
  • Yazılmış olan.
  • Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Ker

mukaddir

  • Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.

mukannit

  • Yer altından kanalla su akıtan kişi.
  • Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.

mükellef

  • Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse.

mülhid

  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.

mültehi / mültehî

  • (Lihye. den) Sakalı çıkmış olan genç.

mumil / mumîl

  • Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren.

münbasıt

  • Yayılan, genişleyen.
  • Yayılan, genişleyen.

münbasit

  • Yayılan, genişleyen.
  • İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık. Şen.

münferic

  • İnfirac eden. Çok açık. Açılan, genişleyen.
  • Gam, gussa ve kederden kurtulmuş.
  • Arası geniş. Açık olan. İki tarafı birbirinden uzak olan.

münfesih

  • (Füsh. den) İnfisah eden, bollaşan, genişleyen.

munika

  • Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.

münkad

  • Boyun eğen.
  • (Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden.
  • İnkıyad eden, uyan, boyun eğen.

munzalim

  • Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen.

murabba / مربع

  • Dörtgen. (Arapça)
  • Kare. (Arapça)

murabbauşşekl / مربع الشكل

  • Dörtgen şeklinde, kare şeklinde. (Arapça)

mürahık / mürâhık

  • Âkıl ve bâlig yâni ergenlik çağına ulaşmadığı hâlde ulaşmış gibi gösteren erkek çocuk.

mürahıka / mürâhıka

  • Dokuz yaşına girdiği hâlde henüz bâliğa olmamış yâni ergenlik çağına gelmemiş kız çocuğu.

mürd

  • (Tekili: Emrüd) Sakalı belirmemiş genç yiğitler.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürşid-i umumi / mürşid-i umumî

  • Herkese her yönden doğru yolu gösteren, genel mürşid.

murteza

  • Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen.
  • Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı.

mürteza / mürtezâ

  • Beğenilmiş, seçilmiş, ihtiyar olunmuş.
  • Beğenilmiş, râzı olunmuş mânâsına hazret-i Ali'nin lakabı.

musalahat-ı umumiye / musalâhat-ı umumiye

  • Genel barışlar.

müşarata / müşârata

  • Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme.

müseddes

  • Altı kısımdan meydana gelmiş.
  • Altılı. Altıgen.

müsellemat-ı şer'i / müsellemât-ı şer'î

  • Doğruluğuna şüphe olmayan, şeriatın hükümleri; kabul ve tasdik edilmiş genel düsturları.

müselles / مثلث

  • (Selase. den) Üç, üçlü. Üçleştirilen. Üç köşeli olan. Üçgen.
  • Üçgen. (Arapça)

müsellesi / müsellesî

  • Üçgen biçiminde olan.

müsellesüşşekl / مثلث الشكل

  • Üçgen şeklinde. (Arapça)

müshanfer

  • Vâsi, bol, geniş.

musi'

  • Genişlendiren. Ferahlık veren.
  • Zengin. Muktedir.

musibet-i amme / musibet-i âmme

  • Geneli içine alan felâket.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

müşkil-pesend

  • Zorla beğenen. Her şeyi kolay kolay beğenmiyen. Zorlaştıran. (Farsça)

müşkil-pesendan / müşkil-pesendân

  • (Tekili: Müşkil- pesend) Herşeyi kolay kolay beğenmiyenler.

müşkilpesend / مشكل پسند

  • Zor beğenen.
  • Güç beğenen. (Arapça - Farsça)

müşkilpesent

  • Zor beğenen.

müşkülpesent

  • Aşırı itina gösteren, titiz, zorla beğenen.

müstagni

  • (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı.
  • Gerekli ve lüzumlu bulmayan.

müstağni / müstağnî

  • Tok gözlü, çekingen, başkalarından bir şey beklemeyen.
  • Doygun, yönlü, tek.
  • Çekingen, nazlı davranan.
  • Gerekli bulmayan.

müstahsen / مُسْتَحْسَنْ

  • Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği.
  • Dinimizin güzel gördüğü şeylerin her biri.
  • Güzel karşılanan, beğenilen.
  • Beğenilen.
  • Beğenilen.

müstahsin

  • Beğenen, iyi gören, iyi bulan.
  • Beğenen, güzel bulan.
  • Beğenen.

müstahsinane / müstahsinâne

  • Beğenerek, güzel bularak.
  • Beğenerek, beğenmek suretiyle, beğenircesine. (Farsça)

müstakbeh

  • (Kubh. dan) Tiksinilen, beğenilmeyen, kabih görülen.

müstakbih

  • (Kubh. dan) Tiksinen, beğenmiyen.

mustatil

  • (Tul. den) Uzayan, İstitâle eden.
  • Geo: Dikdörtgen.
  • Uzayan, diktörtgen.

müstatil

  • İstitâle eden, uzanan.
  • Geo: Dikdörtgen.
  • Tecvidde müstatil harfi için

müstebhir

  • (Bahr. den) Deniz gibi geniş olan (kimse).

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.

müstehab

  • Sevilen, beğenilen. Peygamber efendimizin bâzan âdet olarak yaptıkları; yapılınca sevâb verilen yapılmayınca günâh olmayan şeyler.

müstehabb

  • Sevilen, beğenilen.
  • Farz ve vacip olmayıp da yapılması sevap olan iş, hareket.

müstelim / müstelîm

  • (Levm. den) Beğenilmeyecek iş yapan.

müstenkifane / müstenkifâne

  • Çekinerek, çekingenlik göstererek.

müsterat

  • İhtiyar olunmuş, beğenilmiş, seçilmiş.

müşteri

  • Jüpiter gezegeni.
  • Bir gezegen.

müsteslim

  • (Çoğulu: Müsteslimîn) Müslüman olan. İslâm dinini kabul eden.
  • Teslim olan, boyun eğen.

müsteslimin / müsteslimîn

  • (Tekili: Müsteslim) Müslüman olanlar. İslâm dinini kabul edenler.
  • Boyun eğenler, teslim olanlar.

müstevsi'

  • Bollaşmış olan. Genişleyen.

mutbik

  • (Tıbk. dan) Genel ve umumi olan. Değişmeyip devam eden. Bütün. Tam.
  • Bir şeyin etrâfını örten, bürüyen.

mütebahhir / مُتَبَحِّرْ

  • İlmi deniz gibi derin ve geniş olan.

mütebahhirin

  • Deryalar gibi geniş ilim sahibi âlimler.

mütebbahhirin-i ulema / mütebbahhirîn-i ulema

  • Çok büyük, geniş ilim sahibi olan âlimler, allâmeler.

mütefessih

  • (Füshat. den) Genişleyen, bollaşan, genişlemiş olan.

mütehaşi / mütehâşi / متحاشى

  • (Haşy. den) Çekingen, sakıngan.
  • Çekingen. (Arapça)

mütehaşiyane / mütehaşiyâne

  • Çekingenlikle, sakınganlıkla, kaçınırcasına. (Farsça)

mütekebbir / متكبر

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.
  • Kendini beğenmiş, şişinen, büyüklenen. (Arapça)

mütekebbirin / mütekebbirîn

  • (Tekili: Mütekebbir) Tekebbür edip kibirlenenler. Kendini beğenmişler.

mütemass

  • Temas eden, dokunan, değen.

mütenahhi

  • Bir tarafa çekilen. Çekingen.

mütevessi / mütevessî

  • Genişleyen.

mütevessi'

  • Tevessü' eden, genişleyen, geniş.

mutfil

  • (Çoğulu: Metâfil) Yanında genç buzağısı olan geyik.
  • Yavrulu deve.

muti / mutî / مطيع

  • İtaat eden, boyun eğen. (Arapça)
  • Mutî olmak: İtaat etmek, boyun eğmek. (Arapça)

mutlak kemal / mutlak kemâl

  • Genel mânâda kemâl, olgunluk; yani kemâl kelimesinin teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylerine bakmaksızın konulduğu genel mânâsına, "mutlak kemâl" denir.

müttesi'

  • Tevessü' eden, genişleyen, vüs'at kesbetmiş olan.

muvazene-i amme / muvazene-i âmme

  • Umumi, genel denge.

muvazene-i cereyan-ı umumi / muvâzene-i cereyan-ı umumî

  • Genel gidişat ve hareketin dengesi.

muvazene-i umumiye

  • Genel denge, ölçü.

muvazene-i vasia / muvazene-i vâsia

  • Geniş alandaki denge.

müvessi / müvessî

  • Genişlettiren.

müvessi'

  • Genişlettiren.

muzari / muzâri

  • Şimdiki zaman veya geniş zaman kipi.
  • Arapçada hem şimdiki zamanı hem de geniş zamanı ihtiva eden fiil kipi.
  • Arapçada şimdiki ve geniş zamanı ifade eden fiil kipi.

muzari sigası / muzâri sigası

  • Gr. Arapçada şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipi, kalıbı.

muzari'

  • Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih.
  • Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi.
  • Edb: Aruz kalıplarından birisinin ismi.

müzmin / مزمن

  • Kronik, süreğen. (Arapça)

na-marzi

  • Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan. (Farsça)

na-mergub

  • Beğenilmeyen, rağbet olunmayan. (Farsça)

na-pesend

  • Beğenilmez. (Farsça)

nacak

  • Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.

nahif

  • Sümkürdüğünde genizden gelen ses.

nahis

  • Dönmekten dolayı genişlemiş olan makara deliği.

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

nakis

  • Bayağı, alçak.
  • Başını daima öne eğen adam.

namazgah / namazgâh

  • Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır.
  • Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köy

name-i mergube / nâme-i mergube

  • Rağbet edilen, beğenilen mektup.

narkotik

  • yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.

nasihat / nasîhat

  • Dînin ve aklın beğendiği şeyleri tavsiye, öğüt.

naz

  • Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. (Farsça)
  • Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. (Farsça)
  • Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. (Farsça)
  • Yalvarma, rica. (Farsça)

nazar değmesi

  • Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

nazar-ı amme / nazar-ı âmme

  • Umumun bakışı, genel bakış.

nazar-ı istihsan

  • Güzel gören ve beğenen bakış.

nazar-ı umum

  • Genelin bakışı.

nazar-ı umumi / nazar-ı umumî

  • Genelin bakışı, görüşü.

nazarı amm / nazarı âmm

  • Bakışı geniş ve kuşatıcı.

nazır-ı umumi / nâzır-ı umumî

  • Genel gözetici.

nazre

  • Cin gözü.
  • Nazarı değen adam.

necaset-i kalile

  • Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır.

necif

  • (Çoğulu: Nicef) Geniş temrenli olan ok.

nedh

  • Geniş yer.

nefais

  • (Tekili: Nefise) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.

nefais-perest

  • Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven. (Farsça)

nefaset

  • Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.

neffac

  • Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur.
  • Şişkin.

nefis

  • Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
  • Can, kişi, kendi, öz varlık.
  • Bir şeyin zatı olan kendisi.
  • Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.

nefret-i amme / nefret-i âmme

  • Umumun, genelin nefreti.

nefret-i umumiye

  • Genel nefret, kamunun nefreti.

nefsaniyet

  • Kendini çok beğenmişlik.
  • Gizli düşmanlık, garez, kin.
  • Nefsini çok beğenmişlik.
  • Gizli düşmanlık, garez, kin.

neher

  • Genişlik, bolluk.
  • Nehir, ırmak.

nehr

  • Çay, ırmak.
  • Vüs'at, bolluk. Genişlik.

nesimi küre / nesîmî küre

  • Atmosferi olan küre, yerküre gibi atmosferi olan gök cismi, gezegen.

nesle

  • Geniş gömlek.

neşr ü tamim / neşr ü tâmim

  • Herkese yayarak genelleştirme.

nesre

  • Büyük geniş gömlek.
  • Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması.
  • Menazil-i kamerden iki yıldız.

nevabit

  • (Tekili: Nabite) Nebatlar. Bitkiler.
  • İmar ve ihdas.
  • Dünya ahvâlinden habersiz.
  • Taze, genç kimse.

nevakıs

  • (Tekili: Nâkis) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar.

nevcivan / نوجوان

  • Genç, delikanlı. (Farsça)
  • Delikanlı, genç. (Farsça)

nevcivani / nevcivanî

  • Gençlik, delikanlılık.

nevhast

  • Taze ve genç hayvan.

nevhat

  • Sakalı yeni çıkmış genç.

nevhiz

  • Genç, taze. (Farsça)
  • Yeni çıkmış, yeni yetişmiş. (Farsça)

nevnihal / نونهال

  • Genç fidan. (Farsça)

nevres

  • (Nevrese) Yeni yetişmiş, yeni yetişen, yeni biten. (Farsça)
  • Genç, taze. (Farsça)

nevreside / nevresîde

  • Yeni yetişmiş, yeni yetişme. (Farsça)
  • Tâze, genç. (Farsça)
  • Genç, taze.

nevresidegan / nevresidegân

  • (Tekili: Nev-reside) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.

nevsale

  • Genç. Küçük. Tâze. (Farsça)

nevşe

  • Genç hükümdar. (Farsça)
  • Yeni damat. (Farsça)

nihvar

  • Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam. (Farsça)

nikkirdar

  • (Nîk-kirdâr) Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan. (Farsça)

nikter

  • (Nik-ter) Çok beğenilmiş, çok iyi. (Farsça)

nizam-ı umumi / nizam-ı umumî

  • Varlıkları kaplayan nizam, genel düzen.

nizamat-ı umumi

  • Genel düzen ve kanun.

nokta-i hilafet / nokta-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası.

nübüvvet

  • Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi.

nübüvvet-i mutlaka

  • Genel olarak peygamberlik.

nücum-u seyyare

  • Gezen yıldızlar, gezegenler.

nüdha

  • Genişlik, vüs'at.

nühat

  • Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan.

nur-u münbasıt

  • Yayılan, genişleyen nur.

nüsha-i camia / nüsha-i câmia

  • Çok geniş ve kapsamlı nüsha.

örf

  • İslâm hukûkunun kaynaklarından; dînin ve aklın güzel gördüğü, beğendiği şey.

örf-i nas / örf-i nâs

  • İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri. (Farsça)

örfünas

  • İnsanlar arasındaki genel anlayış.

orhan gazi

  • (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbes

pala

  • Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.

palaska

  • Askerlerin kullandığı geniş kemer.

palikarya

  • Mc: Kabadayı, yiğit, cesur.
  • Rum gençleri.

paşa

  • General.

pehn / پهن

  • Enli, geniş, yassı. (Farsça)
  • Genişlik, enlilik. (Farsça)
  • Geniş. (Farsça)

pehna

  • Genişlik, enlilik. (Farsça)
  • Enli, geniş, yaygın. (Farsça)

pehnaver / pehnâver / پهناور

  • Pek geniş. Pek açık. (Farsça)
  • Soluk, solmuş. (Farsça)
  • Engin. (Farsça)
  • Geniş. (Farsça)

pehnaveri / pehnaverî

  • Enlilik, genişlik. Vüs'at. (Farsça)

pencere-i camia / pencere-i câmia

  • Geniş, kapsamlı pencere.

pesend / پسند

  • Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık. (Farsça)
  • Beğenen.
  • Beğenen. (Farsça)

pesendane / pesendâne

  • Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle.

pesendide / pesendîde / پسندیده

  • Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab. (Farsça)
  • Beğenilmiş, makbul. (Farsça)

pir ü berna

  • İhtiyar ve genç.

piskopos

  • Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.

propaganda

  • Bir fikri, ya da malı beğendirmek için yapılan ilân, reklâm.

pur-i duht

  • Hemşirezâde, yeğen.

raabe

  • Genişlik, vüs'at.
  • Büyük olmak.

radiyen

  • Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle.

ragad

  • Refah, genişlik, kolaylık.
  • Geçim kolaylığı.

rağbet-i amme / rağbet-i âmme / رَغْبَتِ عَامَّه

  • Genel kabul görme.
  • Umûmun beğenmesi ve kabullenmesi.

rağbet-i umumiye

  • Umum tarafından rağbet edilip beğenilme. Herkes tarafından istenme.

rağbetli

  • Beğenilen, taleb edilen, istenilen.

ragd

  • Maişet genişliği, geçim bolluğu.

ragib

  • İçi geniş olan nesne.

rahabe

  • Genişlik, vüs'at.

rahah

  • Davanın tırnağının geniş ve büyük olması.

rahib

  • Bol, geniş.
  • Obur, çok yiyen kişi.

rahib-ür rahe / rahib-ür râhe

  • Cömert, eli geniş.

rahmet-i muhita

  • Herşeyi kuşatan geniş rahmet.

rahmet-i vasia / rahmet-i vâsia

  • Geniş rahmet.

rahmet-i vasia-i külliye / rahmet-i vâsia-i külliye

  • Herşeyi kuşatan geniş İlâhî şefkat ve merhamet.

rahmet-i vasia-i muhita / rahmet-i vâsia-i muhîta

  • Allah'ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti.

ram / râm / رام

  • İtaat eden, boyun eğen. (Farsça)
  • Râm etmek: Boyun eğdirmek, itaat ettirmek. (Farsça)
  • Râm olmak: Boyun eğmek, itaat etmek. (Farsça)

ram olmak / ram

  • İtaat etmek, boyun eğmek.
    Ram: İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad.
    Teslim olmak, hükmü altına girmek (Farsça)

rasih

  • (Çoğulu: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam.
  • Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan.
  • İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.

ratbe

  • (Çoğulu: Ritâb) Genç ve güzel sevgili.
  • Yonca otu.

razı

  • Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden.
  • Boyun eğen, itaat eden.

reddiye

  • Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.

refahet / رَفَاهَتْ

  • Geçimde kolaylık ve genişlik.

regad

  • Varlık, genişlik.

reha'

  • Geniş yer.
  • Geçim bolluğu.
  • Genişlik, gevşeklik, pörsüklük, yumuşaklık.

rehah

  • Yumuşak.
  • Geniş.

rehber

  • Gençlik Rehberi adlı eser.

rehbeten

  • Korkup çekinerek, çekingenlikle.

remide

  • Ürkmüş, korkmuş, çekingen. (Farsça)

revk-uş şebab

  • Gençlik başlangıcı.

reyean-ı şebab

  • Gençlik çağı.

reyhan / ریحان

  • Fesleğen, hoş ve güzel koku.
  • Hoş güzel koku.
  • Rızık ve maişet, rahmet.
  • Ekin yaprağı.
  • Fesleğen denilen kokulu bir ot.
  • Fesleğen. (Arapça)

reyhani / reyhanî

  • Fesleğen gibi ince nakışlı.
  • Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.

rezz

  • Bir şeyi yere batırmak.
  • Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi.

rıdvan / rıdvân

  • Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
  • Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.

rızk-ı amm / rızk-ı âmm

  • Genel rızık; herkesin faydalandığı rızık.

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

röntgen-misal

  • Röntgen gibi.

ruhb

  • Genişlik, vüs'at.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini

rüşd

  • Hak, doğru yol. Allahü teâlânın birliği (tevhid) inancı.
  • Aklın kuvvetli ve tamam olması. Malını dînin ve aklın beğendiği yere sarf etmek, boş yere harcamamak, telef etmemek.

rüsuh

  • Bir ilmin derinliğine, özüne ve inceliğine vakıf olma, sağlam ve geniş bilgi sahibi olma.

rüşvet-i umumi / rüşvet-i umumî

  • Genel rüşvet.

rüüd

  • Genç kadın. Kız.

sa' / sâ'

  • Genelde tahıl ve yiyeceklerde kullanılan yaklaşık olarak 3 kg. ağırlığında ölçü birimi.

sa'd yıldızı

  • Jüpiter veya Çoban yıldızı da denilen Venüs gezegeni.

şabaşhan / şabaşhân

  • Beğenip alkışlayan. (Farsça)

şabb

  • Genç, delikanlı, yiğit.

şabb-i emred / şâbb-i emred

  • Henüz sakalı, bıyığı çıkmamış genç.

şabbe

  • Genç kadın.

sabi / sabî

  • Ergenlik çağına gelmemiş çocuk.
  • Bülûğ (ergenlik) çağına gelmemiş oğlan çocuğu. Kıza sabiyye denir.

sac

  • Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç.
  • Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler)

sadaka-i fıtr

  • Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri

saderu

  • (Çoğulu: Sâderuyân) Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. (Farsça)

saha

  • Meydan, yer, avlu, geniş yer.

sahife-i efkar / sahife-i efkâr

  • Düşünceler sayfası; kamuoyu, insanlığın genel düşünce sayfası.

sahih temizlik / sahîh temizlik

  • Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.

sahik

  • Ezip döğen.

sahra-yı vesia / sahrâ-yı vesîa

  • Pek geniş olan sahra, geniş çöl.

sahsah

  • Geniş, düz yer.

sahva'

  • (Çoğulu: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.

şakız

  • Gözü değen kişi.
  • Gözüne uyku gelmeyen.
  • Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.

salif

  • Boynun genişliği, kalınlığı.

salih amel / sâlih amel

  • Allahü teâlânın beğendiği iş.

salihat

  • Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler.
  • Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar.

salt

  • Bileyi taşı.
  • Kişinin kendi öz kızı.
  • Erkek ismi.
  • Geniş alın.
  • Vurmak mânâsına mastar.

şamil / şâmil

  • Kaplayan, çevreleyen, içine alan, genel.

sanayi-i umumiye

  • Genel sanayi, endüstri.

sani-i hakem-i hakim / sâni-i hakem-i hakîm

  • Her bir varlığın bütün keyfiyetleri hakkında genel hüküm veren ve o hükme göre sebepleri ve eşyayı hikmetle sevk edip san'atla yaratan Allah.

sari

  • (Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan.

şarid

  • Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler.
  • Şiir tarzındaki ata sözleri.

sati

  • Adımlarını geniş atan at.

satıh

  • Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü.
  • Evin damı.
  • Yayıp döşemek.
  • Genişlik.

satl

  • Kova, tas, küçük leğen.

savabdide

  • Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş. (Farsça)

savtal

  • Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki.

şaz

  • Kural dışı, kurala uymayan, genel düzenden ayrılmış olan.

se'b

  • Tuluk.
  • Genişletmek.
  • Boğmak.

seb'a-i seyyare

  • Yedi gezegen.

şebab / şebâb / شباب

  • (Şebibe) Gençlik.
  • Yiğit, civan.
  • Gençler.
  • Genç.
  • Gençlik, tazelik.
  • Gençlik. (Arapça)

şebabane

  • Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine. (Farsça)

şebabet / şebâbet

  • Gençlik.
  • Gençlik.

şebabiyet / şebâbiyet

  • Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.
  • Gençlik, tazelik.
  • Gençlik, tazelik.

şebbe

  • Genç kadın.

sebh

  • Genişlik.
  • Hafiflik.

şebibe

  • Gençlik. Yiğitlik.

seccade

  • Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.

secel

  • Genişlik, vüs'at.
  • Büyüklük, azamet.

şecere-i külliye

  • Geniş soy ağacı.

şedak

  • Ağızın her iki yanının geniş olması.

şedkam

  • Geniş, vâsi.

sefahet / sefâhet

  • Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.

sefain-i kibriya / sefâin-i kibriyâ

  • Sonsuz azamet ve büyüklük sahibi Allah'ın gemileri; yani gazegenler, yıldızlar.

sefne

  • (Çoğulu: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.

sehbel

  • Büyük, iri vücutlu, şişman deve.
  • Büyük ve geniş tuluk.
  • Büyük keler.

şehlevend

  • Boylu boslu, güzel genç. (Farsça)

şehvet

  • Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu.
  • Bir şeyi fazla istemek.
  • Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

sekiz zılı'lı

  • Sekizgen, sekiz kenarlı. (Türkçe - Arapça)

şekl-i umumi / şekl-i umumî

  • Genel şekil.

selentah

  • Geniş, açık yer.

selil

  • Netice, semere.
  • Yeni doğmuş erkek çocuk.
  • Büyük, geniş dere.

semehder

  • Geniş, bol, vâsi.

senceref

  • Sülügen adı verilen kızıl taş.

ser-efgende

  • (Çoğulu: Serefgendegân) Başını eğen. (Farsça)

serb

  • (Çoğulu: Sürub) İçyağı.
  • Helâk olmak.
  • Bozulmak, fâsid olmak.
  • Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.

serdah

  • Geniş ve düz yer.

sere

  • Suyun çok olması.
  • Devenin meme deliğinin geniş olması.

şerh

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.
  • Geniş açıklama, izah etme.

şeriat

  • Doğru yol. Hak din yolu.
  • Büyük ve geniş cadde.
  • Nur, aydınlık, ışık.
  • Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kan

sermaye / sermâye / سرمایه

  • Anapara. (Farsça)
  • Genelev kadını. (Farsça)

serra

  • Kolaylık, rahatlık, genişlik.
  • Sevinçli oluş.
  • Bolluk.

setr-i avret

  • Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek.

şevha

  • Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın.

sevmele

  • Leğen.

seyehan

  • Gezi, seyahat.
  • Gölgenin güneşle birlikte dönmesi.

seyr-i fillah

  • Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).

seyr-i umumi / seyr-i umumî

  • Umumi, geniş bir seyahat.

seyyar

  • Bir yerde durmayıp yer değiştiren.
  • Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen.
  • Kervan, kafile.
  • Otomobil.

seyyarat / seyyarât / seyyârât / سيارات

  • (Tekili: Seyyare) Seyyareler, gezegenler.
  • Seyyareler, gezegenler.
  • Gezegenler.
  • Gezegenler. (Arapça)

seyyarat-ı seb'a / seyyarât-ı seb'a

  • Yedi gezegen.

seyyare / seyyâre / سياره / سَيَّارَه

  • Gezegen.
  • Güneş etrafında dolaşan gezegen.
  • Gezegen.
  • Gezegen. (Arapça)
  • Gezegen.

sia

  • Genişlik, bolluk.
  • Açlıklık. Zenginlik.

sia-i hal / sia-i hâl

  • Rahatlık, genişlik, bolluk.

şibh-i münharif

  • Geo: Yamuk. Yalnız iki kenarı paralel olan dörtgen.

siga-i muzari / siga-i muzâri

  • Gr. Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipi.

sıhaf

  • (Tekili: Sahfe) Geniş düz kaplar.

silk

  • Çöğenler adı verilen havuç.
  • Pancar.
  • Kurt, zi'b.
  • Şerli, ahlâksız kadın.

sinn-i büluğ / sinn-i bülûğ

  • Büluğ yaşı, ergenlik (evlilik) çağı.
  • Ergenlik yaşı.

sinn-i rüşd

  • Ergenlik çağı, yaşı.

sinniteklif

  • Dinî mesuliyetin başladığı ergenlik çağı.

sirac-ı musahhar / sirâc-ı musahhar

  • Emre boyun eğen lamba.

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

sırat

  • Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol.

sohbet

  • Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

sual-i umumiye / sual-i umumîye

  • Genel soru.

şübban

  • Gençler, delikanlılar.

şübban-ı vatan

  • Vatanın gençleri.
  • Vatan gençleri, vatan yiğitleri.

sücle

  • Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık.

sücre

  • Derenin orta geniş yeri.

suhre

  • (Çoğulu: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı.
  • Kırmızıya benzer renk.

sükunet-i umumiye / sükûnet-i umumiye

  • Genel sakinlik.

sulh ve müsalemet-i umumiye

  • Genel barış ve huzur.

sulh-u umumi / sulh-u umumî

  • Genel barış, dünya barışı.

sulh-ü umumi / sulh-ü umumî

  • Genel barış, dünya barışı.

sultan-ül-ulema / sultân-ül-ulemâ

  • İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

şünşün

  • Zeyrek ve akıllı genç yiğit.

sür'at ve vüs'at-i mutlaka

  • Sınırsız hız ve genişlik.

sured

  • (Çoğulu: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş.
  • Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.

suret-i mesele

  • Bir meselenin sûreti, genel yapısı; asıl yapısı.

suret-i umumiye

  • Genel görünüm, şekil.

ta'at / tâ'at

  • İbâdet. Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu şeyler. Hasene.

ta'mim / ta'mîm / تعميم

  • Umumileştirme, herkese bildirme, genelge.
  • Genelleştirme. (Arapça)
  • Genelge. (Arapça)
  • Genelleştirme, yayma. (Arapça)
  • Genelleştirilme, yayılma. (Arapça)

ta'mimen / ta'mîmen / تعميما

  • Genelleştirerek. (Arapça)
  • Genelge ile. (Arapça)

taammüm / تعمم

  • Umumileşme, genelleşme.
  • Yayılma, genelleşme.
  • Genelleşme, yayılma. (Arapça)
  • Taammüm etmek: Genelleşmek, yayılmak. (Arapça)

tab / tâb / تاب

  • Güç. (Farsça)
  • Sıcaklık. (Farsça)
  • Parlaklık. (Farsça)
  • Kıvrım. (Farsça)
  • Eğen, büken. (Farsça)
  • Aydınlatan. (Farsça)

tabasbus

  • Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
  • Yaltaklanma, kendini küçülterek başkasına beğendirmeye çalışma.
  • Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma.

tabasbusat

  • Dalkavukluklar, kendini küçülterek başkasına kendini beğendirmeye çalışmalar.

tabi / tâbi / تابع

  • Boyun eğen, uyan.
  • Birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.
  • Uyan, tabi olan. (Arapça)
  • Boyun eğen. (Arapça)

tabi'

  • Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden.
  • Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.

tafsilat / tafsilât

  • Geniş açıklamalar.

tafsilen

  • Ayrıntılı olarak, genişçe.

tafsili / tafsilî

  • Ayrıntılı, geniş açıklamalı.

tafsili iman / tafsîlî îmân

  • Îmân edilecek hususlara genişçe, delîlerini bilerek ve ayrı ayrı inanmak.

tagriz

  • Batırmak.
  • Çekirgenin kuyruğunu yere batırması.

tahayyür

  • Beğenip seçmek, muhayyer olmak.

tahrif

  • Genç bir adama bunaklık isnad etme.

tahsin / تحسين / tahsîn / تَحْس۪ينْ

  • Beğenmek ve alkışlamak.
  • Tezyin eylemek, güzelleştirmek.
  • İyi ve güzel bulmak.
  • Beğenme, güzelliğini ilân etme.
  • Beğenme, güzel görme.
  • Beğenme.
  • Beğenme, güzel bulma, takdir etme. (Arapça)
  • Beğenme.

tahsin etme

  • Beğenme, güzelliğini ilân etme.

tahsin-i kelam / tahsin-i kelâm

  • Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek.

tahsinat / tahsinât

  • Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.
  • Tahsinler, beğenmeler.

tahsinhan / tahsinhân

  • Aferin diyen. Beğenip alkışlayan. (Farsça)

tahsinkarane / tahsinkârâne

  • Beğenerek.

tahsinkerde

  • Beğenilmiş. (Farsça)

tahsis

  • Hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma.

takazzür

  • İstikrah etmek, kerih görmek, beğenmemek.

takbih / takbîh

  • Çirkin görmek. Beğenmemek.
  • Kabahatli bulmak.
  • Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
  • Çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildirmek.

takdih

  • Beğenmeme, zemmetme.
  • Atın belini inceltmek.

takdir / تقدیر

  • Beğeniyi dile getiren ifade.
  • Belirleme, ölçüleme, beğenme.
  • Değerlendirme. (Arapça)
  • Beğenme. (Arapça)
  • Tanrı'nın isteği. (Arapça)
  • Takdîr edilmek: (Arapça)
  • Değerlendirilmek. (Arapça)
  • Beğenilmek. (Arapça)
  • Değer biçilmek. (Arapça)
  • Takdîr etmek: (Arapça)
  • Değerlendirmek. (Arapça)
  • Beğenmek.< (Arapça)

takdir eden

  • Beğendiğini dile getiren.

takdirkar / takdirkâr

  • Takdir eden, beğeniyi ifade eden.

takdirname

  • Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt. (Farsça)

takriz / takrîz / تقریض

  • (Karz. dan) Ödünç vermek.
  • Bir şeyi veya bir eseri beğendiğini söylemek. Beğendiğini bildiren yazı yazmak. Bir eserin takdir ve tahsin edildiğini bildiren yazı yazmak.
  • Birşeyi veya bir eseri beğendiğini söyleme ve bu gayeyle yazılan yazı.
  • Borç verme. (Arapça)
  • Kitaba beğeni yazısı yazma. (Arapça)

takrizname / takriznâme

  • Bir eser hakkında yazılan övgü ve beğeni yazısı.

takyid

  • Sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye bakımından belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlama.

tamim / tâmim / tâmîm

  • Genelleştirme, genelge.
  • Umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine verme.

tamimen lilfaide / tâmimen lilfâide

  • Faydalanmayı genelleştirme.

tarsig

  • Vüs'at vermek, genişlik vermek.

tasarruf-u amm / tasarruf-u âmm

  • Genel tasarruf; bütün kâinatta görülen faaliyet ve icraat.

taşt / طشت

  • Büyük leğen.
  • Leğen. (Farsça)

taşt-gen

  • Leğenci. (Farsça)
  • Leğen yapan. (Farsça)

tav'

  • İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak.
  • Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.

tayi'

  • İtaat eden, boyun eğen kimse.
  • Bir işi kendi isteğiyle yapan.

taze / tâze / تازه

  • Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. (Farsça)
  • Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. (Farsça)
  • Kuru olmayan, yeşil. (Farsça)
  • Genç, körpe. (Farsça)
  • Körpe, taze. (Farsça)
  • Genç. (Farsça)
  • Yeni. (Farsça)

tazegi / tazegî / tâzegî / تازگى

  • Tazelik, yenilik, körpelik. (Farsça)
  • Gençlik. (Farsça)
  • Körpelik, tazelik. (Farsça)
  • Gençlik. (Farsça)
  • Yenilik. (Farsça)

teavün-ü umumi / teavün-ü umumî

  • Genel yardımlaşma.

tebakkur

  • İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak.

tebarük

  • Çoğalmak, ziyâde olmak.
  • Uzamak.
  • Büyüklük.
  • Genişlemek.
  • Zâhir olmak, görünmek.

tecelli-i vasi / tecellî-i vâsi

  • Geniş tecellî, yansıma.

teceşşu'

  • Çok yemekten midenin dolması.
  • Genirmek.

techir

  • Büyütmek.
  • Genişletmek.

tecrübe-i umumi / tecrübe-i umumî

  • Genele ait tecrübe, umumî deneyler ve incelemeler.

teessüf

  • Eseflenmek. Kederlenmek.
  • Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek.

tefaric

  • (Tekili: Tefric) Yırtmalar, genişletmeler.
  • Ferah vermeler.
  • Korkaklar, zaifler, yüreksizler.
  • (Tifrac) Yırtmaçlar, aralıklar.

tefessüh

  • Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak.
  • Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak.

tefeyhuk

  • Geniş, bol olmak.
  • Çok konuşmak.

tefsir-i cami / tefsir-i câmi

  • Çok kapsamlı ve geniş tefsir.

tefyim

  • Genişletmek.

tegil

  • Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç. (Farsça)

teharüm

  • (Herm. den) Genç olduğu hâlde, kendini ihtiyar gösterme. Yaşlı gibi görünme.

teklif

  • Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
  • Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
  • Vergi yüklemek.
  • Vazife vermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
  • Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni

telakkiyat-ı amme / telâkkiyât-ı âmme

  • Genel kabul gören anlayışlar.

temai / temaî

  • Genişlemek.

temeddüh

  • Kendi kendini övmek. Kendini beğendirmeğe çalışmak. böbürlenmek.

teneccüc

  • Çok olmak.
  • Zayıflamak, süst olmak.
  • Aşağı gelmek.
  • Geniş yer tutmak.

tercih

  • Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.

tesamu-u umumiye / tesâmu-u umumîye

  • Genel duyuş, halkta oluşmuş yaygın kanaat.

teşkilat / teşkîlât / تَشْك۪يلَاتْ

  • Şekillendirilmiş genel yapı.

teşmil

  • Genelleştirme, kaplama.

teşmil etme

  • Yayma, genişletme.

teşt

  • Tekne, teşin, leğen, kap.
  • Tekne, leğen, su kabı.

tesvi

  • Genişletme, yayma.

teveccüh-ü ilahi / تَوَجُّهُ اِلٓهِي

  • Allahın beğenerek (rahmetiyle) yönelmesi.

teveccüh-ü nas / teveccüh-ü nâs

  • İnsanların, bir kimseyi beğenip, ona teveccüh etmeleri ve medh ü senâ etmeleri.

tevessü / توسع

  • Genişleme, yayılma.
  • Genişleme, yayılma.
  • Genişleme. (Arapça)
  • Tevessü etmek: Genişlemek. (Arapça)

tevessü' / تَوَسُّعْ

  • (Çoğulu: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma.
  • Zahmetsiz herkese yer bulunma.
  • Genişleme.

tevessü-ü tesir

  • Tesir sahasının genişlemesi.

tevessüat / tevessüât

  • (Tekili: Tevessü') Genişlemeler.

tevessüen

  • Genişleme suretiyle. Tevessü ederek.

tevsi / tevsî

  • Genişletme, kuşatma, ihata etme, kavrama.
  • Genişletme.

tevsi' / tevsî' / توسيع / تَوْس۪يعْ

  • Genişletme. Bollaştırma.
  • Genişletme, yayma.
  • Genişletme. (Arapça)
  • Genişletilme. (Arapça)
  • Tevsî' etmek: Genişletmek. (Arapça)
  • Tevsî' edilmek: Genişletilmek. (Arapça)
  • Genişletme.

tevsi-i zihin

  • Zihni genişletme, anlayış ve kavrayış kabiliyetini yükseltme.

tezkiye-i nefs

  • Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerinden temizlemek.
  • Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden bilip, Allahü teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünmek

tezri'

  • Öksürme.
  • Genirmek.

tilavet secdesi / tilâvet secdesi

  • Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.

ubudiyet-i külliye-i insaniye / ubûdiyet-i külliye-i insaniye

  • İnsanın geniş ve kapsamlı kulluğu.

ucb / عجب

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.
  • Kibir, kendini beğenme.
  • Kendini başkasından üstün bilmek, ayıplarını görmeyip kendini beğenmek, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla övünmek.
  • Kendini beğenme. (Arapça)

ucub

  • Kendini beğenme.

ucüb

  • Kendini beğenme, kibir.

ucub / عُجُبْ

  • Kendini beğenme.

uddet

  • Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat.
  • İstidad.
  • Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.

ümüldan

  • Taze fidan. Körpe dal.
  • Genç, güzel.
  • İnce ve narin vücud.

umum / umûm / عموم

  • Genel olma, hep, herkes.
  • Bütün, genel, herkes.
  • Genel. (Arapça)
  • Halk. (Arapça)
  • Tüm. (Arapça)

umumen / umûmen / عموما

  • Hepsi, genel olarak.
  • Genellikle. (Arapça)

umumhane / umûmhâne / عموم خانه

  • Genelev. (Arapça - Farsça)

umumi / umumî / umûmî / عمومى

  • Umumî, herkese ait, herkesle ilgili, genel.
  • Genel.
  • Genel.
  • Genel, herkesle ilgili.
  • Genel. (Arapça)

umumi af / umumî af

  • Genel af.

umumi alem / umumî âlem

  • Genel dünya, evren.

umumi hitap

  • Genel hitap.

umumileşmek / umumîleşmek / umûmîleşmek

  • Genelleşmek.
  • Genelleşmek.

umumiyet / umûmîyet

  • Umumilik, genellik.
  • Genellik.

umumiyet-i ihvan

  • Kardeşlerin geneli.

umumiyetle

  • Genellikle.
  • Umumi olarak. Genel olarak.

umumiyetli

  • Genel, kapsayıcı.

umumiyyet / umûmiyyet / عموميت

  • Genellik. (Arapça)
  • Umûmiyyetle: Genellikle. (Arapça)

umumü'l-belva / umûmü'l-belvâ

  • Umuma yayılmış, genelleşmiş belâ; kaçınılması mümkün olmayan umumî problem.

umumun

  • Genelin, bütünün.

unfuvan / unfuvân / عنفوان

  • Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı.
  • Parlaklık, tazelik.
  • Gençlik ödnemi. (Arapça)

unfuvan-ı şebab

  • Gençlik çağı, tazelik.

unuşe

  • Refah, huzur, rahatlık.
  • Adâlet. Merhamet.
  • Şarap.
  • Beğenme.

ürmule

  • (Çoğulu: Erâmil) Ergen delikanlı.

uruc-u külli / urûc-u küllî

  • Genel mânâda kâinat çapında bir yükseliş.

uşere

  • (Çoğulu: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

utarid

  • Merkür, güneşe en yakın olan gezegen.
  • Araptan bir kabile adı.
  • Merkür gezegeni.

vadk

  • Yağmur damlamak.
  • Alışmak.
  • Yağmur.
  • Genişlik.
  • Kolaylaştırmak, yakın olmak.

vaiz-i umumi / vâiz-i umumî

  • Umumî, genel vaiz.

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vakt-i zeval

  • Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti.

vasi / vasî / vâsî

  • Geniş.
  • Geniş.

vasi' / vâsi' / واسع / وَاسِعْ

  • (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
  • Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)
  • Geniş. (Arapça)
  • Yaygın. (Arapça)
  • Kapsamlı. (Arapça)
  • Enli. (Arapça)
  • Bol. (Arapça)
  • Geniş.

vasi'-i muhita / vâsi'-i muhita

  • Muhitin genişliği.

vasia / vasîa

  • Genişçe.

vasile / vasîle

  • Geniş yer.
  • Ucuzluk.
  • İmaret.

vazife-i umumiye

  • Genel görev.

vecize

  • Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.

vedud / vedûd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.

vegne

  • Geniş küp.

vekil-i umumi / vekil-i umumî

  • Genel vekil.

velvele-i istihsan / وَلْوَلَۀِ اِسْتِحْسَانْ

  • Beğenmenin yüksek sesle ifadesi.

verf

  • Genişlik.

vesi'

  • (Vesia) Vüs'atli, geniş.
  • Meydanlık.

vücuh-u külliye-i i'caziye / vücuh-u külliye-i i'câziye

  • Geniş kapsamlı mucizelik yönleri.

vukuf / vukûf / وقوف

  • Bir konu hakkında geniş bilgi sahibi olma. (Arapça)

vüs' / وسع

  • Genişlik. Bolluk.
  • Fırsat.
  • Boş meydan.
  • Kuvvet, güç, tâkat.
  • Varlık, zenginlik.
  • Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.
  • Genişlik. (Arapça)
  • Kapasite. (Arapça)
  • Takat. (Arapça)

vüs'at / وسعت / وُسْعَتْ

  • Genişlik.
  • Genişlik. (Arapça)
  • Kapasite. (Arapça)
  • Parasal yeterlik. (Arapça)
  • Genlik. (Arapça)
  • Genişlik.

vüs'at mutlaka / وُسْعَتِ مُطْلَقَه

  • Nihâyetsiz genişlik.

vüs'at-i hallakıyet / vüs'at-i hallâkıyet

  • Yaratıcılığın genişliği.

vüs'at-i hayal

  • Hayalin genişliği.

vüs'at-i hikmet

  • Hikmet genişliği.

vüs'at-i iman

  • İman genişliği, büyüklüğü.

vüs'at-i istidat

  • Kabiliyet genişliği, kapasitesi.

vüs'at-i mutlaka

  • Sınırsız genişlik.

vüs'at-ı rahmet

  • Rahmetin genişliği, büyüklüğü.

vüs'at-i rahmet / vüs'ât-i rahmet / وُسْعَتِ رَحْمَتْ

  • Rahmetin genişliği, bolluğu.
  • Rahmetin genişliği.

vüs'at-i rahmet-i ilahiye / vüs'at-i rahmet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmetinin bolluğu, genişliği.

vüs'at-i şümul

  • Kapsamının genişliği.

vüs'atli

  • Geniş.

vüsat / vüsât

  • Genişlik.

yad-ı şebabet / yâd-ı şebâbet

  • Gençlik hâtırası.

yed-i tula / yed-i tulâ

  • En uzun el.
  • Geniş nüfuz.
  • Tam, çok geniş ilim ve ihtisas.
  • Büyük kudret.

yesar

  • Sol, sol el.
  • Varlık, zenginlik.
  • Gençlik.
  • Bolluk.
  • Kolaylık.

yetim / yetîm

  • Ergenliğe ulaşmadan babası ölmüş çocuk.

yetu'

  • Sütleğen otu.

yüksek tahsil gençliği

  • Genç üniversite talebeleri, öğrencileri.

yuşa aleyhisselam / yûşâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekîli idi. İsmi Yeşû olup hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Annesi Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir.

yüsr

  • Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah.

zabtiye

  • Bk. zabtiyye
  • Zabtiye nâzırı: Emniyet genel müdürü.
  • Zabtiye nezâreti: Emniyet genel müdürlüğü.

zabtıyye nazırı / zabtıyye nâzırı

  • Emniyet genel müdürü.

zagafe

  • (Çoğulu: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek.
  • Geniş nesne.

zahife

  • (Çoğulu: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.

zali'

  • Geniş, bol, vâsi.

zemaim

  • (Tekili: Zemime) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.

zemime / zemîme

  • Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
  • Beğenilmeyecek kötü hal ve davranış.

zemin-i icmali / zemin-i icmâlî

  • Genel alt yapı.

zemzeme

  • Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek.
  • Cemaat.

zenbil

  • İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.

zeraa

  • Genişlik.
  • Hız, sür'at.

zerabi / zerabî

  • (Tekili: Zürbiye) (Zirbiye) İftihar eden.
  • Geniş, enli döşek, yatak.

zevahif

  • (Tekili: Zâhife) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.

zevk / ذوق

  • Beğeni, hoşlanma. (Arapça)
  • Tat. (Arapça)

zeyek

  • İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.

zıll-ı zalil / zıll-ı zalîl

  • Koyu gölgeli yer; gölgenin gölgesi.

zıll-i zalil / zıll-i zalîl

  • Gölgenin gölgesi, zayıf gölge (güneşin aynadaki görüntüsüne "güneşin gölgesi" denir).

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın