REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Göz ifadesini içeren 1132 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

a'ma

  • Kör. Gözü görmeyen.
  • Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik.
  • Yağmur bulutları.

a'meş

  • Gözünün yaşı durmayıp akan.
  • Tomlaç gözlü.

a'şa

  • Gözleri dumanlı olan adam.
  • Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı.
  • Gece vakti gözleri görmeyen kimse.

a'ver / اعور

  • Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. (Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)
  • Tek gözlü. (Arapça)

a'yan / a'yân / اعيان

  • (Tekili: Ayn) Gözler.
  • Bir yerin ileri gelenleri.
  • Meclis âzaları. Senato âzaları.
  • Muayyen ve müşahhas olan şeyler.
  • Altınlar.
  • Kaymakam.
  • İleri gelenler. 2 Gözdeler.
  • İleri gelenler, eşraf, sosyete. (Arapça)
  • Gözler. (Arapça)

a'yen

  • Büyük ve iri gözlü.
  • Bakılan yer.
  • Çok açık, pek belli, bâriz.

a'yün / اعين

  • (Tekili: Ayn) Gözler, aynlar.
  • Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar.
  • Gözler. (Arapça)
  • Pınarlar. (Arapça)

ab-gine

  • Billur. (Fransızca)
  • Ayna. (Fransızca)
  • Kılınç. (Fransızca)
  • Göz yaşı. (Fransızca)
  • Şişe, sürahi, kadeh. (Fransızca)

ab-ı ahmer / âb-ı ahmer / آب احمر

  • Kızıl su.
  • Kırmızı şarap.
  • Gözyaşı.

ab-ı ateşin / âb-ı âteşîn / آب آتشين

  • Ateşli su.
  • Kırmızı şarap.
  • Gözyaşı.

ab-ı bade-reng / ab-ı bâde-reng

  • Kanlı göz yaşı.

ab-ı badereng / âb-ı bâdereng / آب باده رنگ

  • Kızıl su.
  • Gözyaşı, kanlı gözyaşı.

ab-ı çeşm

  • Göz yaşı.

ab-ı ciğer

  • Ciğer suyu.
  • Göz yaşı.

ab-ı şor

  • Acı su.
  • Göz yaşı.

aberat

  • (Tekili: Abre) Göz yaşları.

abgine / âbgîne / آبگينه

  • Kristal. (Farsça)
  • Kadeh. (Farsça)
  • Sürahi. (Farsça)
  • Ayna. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)

abre

  • Göz yaşı.

abzih / âbzih / آبزه

  • Su kaynağı. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)

adalet / adâlet

  • Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma. Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.

adem-i kabul

  • İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz kapamak gibi câhilâne bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak.

adem-i tarassud

  • Gözetlememe.

adem-i tarassut

  • Gözlemlememe.

adese-i ayniyye

  • Gözleme merceği.

adil / âdil

  • Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen.
  • Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.

adl

  • Hak gözetme, tarafsız hüküm, doğruluk.

afak / âfâk

  • Ufuklar; dış dünya, gözle görülen âlemler.

afilun / afilûn

  • (Tekili: Afil) Gelip geçici, fâni olanlar.
  • Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler.

agmaz

  • (Tekili: Gamz) Göz yummalar, göz kırpmalar.

agmaz-ul ayn

  • (Egmaz-ul ayn) Gözü kapalı kimse. Çok müsamahakâr. Gafil.

agraz

  • (Tekili: Garaz) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler.

ağtabaka

  • Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.

agtaş

  • Karanlık.
  • Zayıf gözlü.

agul

  • Hiddetlenerek göz ucuyla bakma. (Farsça)

ahali nazarında

  • Halkın gözünde.

ahdak

  • (Tekili: Hadeka) Göz bebekleri.

ahfeş

  • Küçük gözlü, zayıf bakışlı.
  • Yalnız gece gören kimse.
  • Üç büyük Arab âliminin lâkabı.
  • Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.

ahmediyye

  • Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.
  • Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol.

ahraz

  • (Ahrad) Kirpikleri dökülmüş, çipil gözlü.

ahrez

  • Gözleri dar ve küçük olan.

ahu

  • Ceylân. (Farsça)
  • Gözleri çok güzel olan. Çok güzel göz. (Farsça)
  • Gazâl. (Farsça)
  • Mc: Dilber. Mahbub. (Farsça)

ahvas

  • (Çoğulu: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan.

ahver

  • Akıllı.
  • İri gözlü güzel.
  • Müşteri yıldızı. (Jüpiter)
  • Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.

ahyef

  • Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan.

ahzer

  • Devamlı gözünü kırpan adam.
  • Ufak gözlü olan kimse.

air

  • Göz ağrısı.

ajur

  • Gözenek. Göz göz işlenmiş nakış. (Fransızca)

akbel

  • Eğri gözlü.
  • Kabiliyetli kimse.
  • En çok beğenilen

akbenek

  • Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.

aksu

  • Gözlerde görülen bir hastalık. (Türkçe)

ala ruusi'l-eşhad / alâ ruûsi'l-eşhad

  • Şahitlerin gözü önünde.

ala-ruus-ileşhad / alâ-ruus-ileşhad

  • Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.

alamet-i zahire / alâmet-i zâhire

  • Gözle görülen belirti.

alani / alânî

  • Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.

alat-ı basariye / âlât-ı basariye

  • Gözle alâkalı gözlük, dürbün gibi optik âletler.

ale'r-re's-i ve'l-ayn

  • Baş göz üstüne.

ale'r-re'si ve'l-ayn

  • Baş göz üstüne; seve seve.

alem-i mana / âlem-i mânâ

  • Mânâ âlemi; maddî gözle görünmeyen mânevî âlem; rüya ve keşif âlemi.

alem-i mülk ve şehadet / âlem-i mülk ve şehadet

  • Gözle görünen maddî ve cismanî âlem.

alem-i ruhani / âlem-i ruhanî

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi.

alem-i şuhud / âlem-i şuhud

  • Gözle görünen âlem, dünya.

aleniyye

  • Açık, aleni, göz önünde.

aleniyyet

  • Göz önünde olma.

aler-re's-i vel'ayn

  • Baş göz üstüne.

aler-re'si-vel-ayn

  • Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)

alerresivelayn

  • Baş ve göz üstüne.

algı

  • (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n

alim-i hafiz / alîm-i hafîz

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

alus

  • Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak. (Farsça)

alusi / alusî

  • Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse. (Farsça)

amak

  • (Tekili: Maak ve Mauk) Göz pınarları.

ameş

  • Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan.

areb

  • Çok açıkgöz, en akıllı.

aşa

  • (Çoğulu: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi.

aşavet

  • Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı.

ashab / ashâb

  • Arkadaşlar, sahipler.
  • Sahabîler
  • Hz. Peygamber'i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar.
  • Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise (gözleri görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar. Tekili sâhib'dir.

ashab-ı kiram

  • Yüksek şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler.

ashab-ı şuhud

  • Görülmeyen âlemlerdeki hakikatleri gözlemleyebilen kişiler.

aşk-ı ihlas / aşk-ı ihlâs

  • Büyük bir samimiyet, çalışma, iş ve davranışlarda yalnızca Allah'ın rızasını gözetme gayret ve aşkı.

asma'

  • Uyanık ve gözü açık (adam)
  • Keskin (kılınç).

asr

  • Muttali olmak. Gözcülük etmek.

asum

  • Obur, açgözlü, arsız.

aşva'

  • Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız.
  • Önüne bakmayıp her ne olursa basan deve.

ateş

  • Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. (Farsça)
  • Kızgınlık, hararet. (Farsça)
  • Hiddet, gazab, şiddet. (Farsça)
  • Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. (Farsça)
  • Yangın. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)
  • Hastalık. (Farsça)
  • Harb, savaş. (Farsça)

atf-ı nazar

  • Göz atma, bakma.

atf-ı nigah / atf-ı nigâh

  • Bakma, göz atma.

atıfet-kar / atıfet-kâr

  • Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan. (Farsça)

atıfetkar / âtıfetkâr / عاطفتكار

  • Şefkat gösteren, gözeten. (Arapça - Farsça)

atraf

  • (Tekili: Tarf ve Taraf) Gözler.
  • Taraflar. Kenarlar.

avr

  • Bir kimseyi kör etme.
  • A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek.
  • Telef etme.
  • Gözsüzlük.

avra

  • Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü.
  • Mc: Kör fikir.
  • Çirkin ve kabih söz.
  • Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayet-i tekviniye / âyet-i tekvîniye

  • Maddî alemde gözle görülen âyet.

ayin / âyin

  • Gözü değen kişi. Nazarı değen kimse.

ayn / عين

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.
  • Çeşme, güneş ve göz anlamlarına gelen Arapça kelime.
  • Göz.
  • Pınar.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Göz, aslı, kendisi.
  • Göz. (Arapça)
  • Tıpkı. (Arapça)
  • Ayın harfi. (Arapça)

ayn'ı tersim

  • Gözü resmetmek, çizmek.

ayn-el yakin / ayn-el yakîn

  • (Ayn-ül yakîn) Göz ile görür derecede görerek, müşâhede ederek bilmek.

ayn-ı akıl

  • Akıl gözü.

ayn-i vahid / ayn-i vâhid

  • Tek gözlü.

ayn-ür rıza / ayn-ür rızâ

  • Rıza gözü. Kusuru görmeden bakan muhabbet gözü.

ayn-üs sevr

  • Boğa gözü.
  • Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun en parlak yıldızı.

ayn-üs suht

  • Kızgınlık ile bakış, hiddet gözü.

ayna

  • (Çoğulu: În) Gözü güzel ve iri olan.

aynelyakin / aynelyakîn

  • Göz ile görmüşçesine kesin biliş.
  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

ayniyye / عينيه

  • Göz hastalıkları kliniği.
  • Pahada ağır olan ve taşınabilen şeyler.
  • Taşınabilir değerli eşya. (Arapça)
  • Göz hastalıkları bölümü. (Arapça)

aysele

  • Gözsüz, a'mâ, kör.

azırra

  • (Tekili: Zarir) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler.

azmend

  • Haris, açgözlü, tamahkâr, cimri. (Farsça)

azur

  • (Azver) Açgözlü. Hırslı. Tamahkâr. Cimri. Hasis. (Farsça)

bad-gan / bad-gân

  • Bekçi, gözetici, gözeten. (Farsça)
  • Hazinedar. (Farsça)

bahak

  • Göz patlama veya patlatma.

bahar

  • Güzellik.
  • Güzel.
  • Papatya.
  • Ölçek.
  • Put, sanem.
  • Atılmış pamuk.
  • Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır.
  • Sığır gözü.
  • İyi kokulu bir sarı çiçek.

bahas

  • Deve tırnağı.
  • Ayak eti.
  • Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri.
  • Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.

bahik

  • Tek gözü kör olan adam.

bahika

  • Görmiyen, kör (göz).

bahka'

  • Gözü çıkmış.

bahs

  • Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az.
  • Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.
  • Zulüm. İşkence.
  • Uzaklık.
  • Gümrük almak.
  • Göz çıkarmak.

bakır

  • Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü.
  • Geniş.
  • Aslan.
  • Göz damarı.
  • Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.

baky

  • Bakmak, nazar.
  • Muntazır olup yol gözlemek.

bam-ı çeşm

  • Gözkapağı.

barik-bin / barik-bîn

  • İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren. (Farsça)

bariz / bâriz

  • Açık, göz önünde, besbelli.

basair

  • (Tekili: Basiret) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler.
  • Kalb duyguları.

basar

  • (Çoğulu: Ebsâr) Görme duygusu.
  • Kalble hissetme. Kalb gözü.
  • Gözün görmesi.
  • İdrak. Fikir.
  • İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.
  • Göz, görme hissi.

basar-ı basiret / basar-ı basîret

  • Basiret gözü, feraset; kalbin, hakikati anlayan gözü.

basır / bâsır

  • Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.

basir

  • Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören.
  • İt, köpek, kelp.

basiret / basîret / بَص۪يرَتْ

  • Doğru görüş, gönül gözü ile görme, uyanıklık.
  • İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü.
  • Kalb gözüyle görme, sezme.

basiret-i basir / basiret-i basîr

  • Kalp gözüyle gören, anlayan.

be-ser ü çeşm

  • Başgöz üstüne. (Farsça)

beçe-i hunin

  • Kanlı yavru.
  • Mc: Acı gözyaşları.

bedad / bedâd

  • Gözükme, zahir olmak.
  • Sayış, sayma.
  • Fırka.
  • Savaşacak akran.
  • Nasib, hisse, pay.

bedçeşm / بدچشم

  • Kötü gözlü. (Farsça)

bediy

  • Çok âşikâr, göze çarpan.
  • Çölde sahrada oturan.

bednigah / bednigâh / بدنگاه

  • Kötü gözlü, kötü bakışlı. (Farsça)

behreme

  • Saç ve sakalın kınayla boyanması.
  • Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı.
  • Hindlilerin ibadeti.

bel'am

  • Terbiyesiz, açgözlü, obur.
  • Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.

belec

  • Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.

belha'

  • Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.

berak

  • (Çoğulu: Berkân) Göz kamaşmak.
  • Bir yaşındaki kuzu.

berheme

  • Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.

berk-i basar

  • Gözün şimşek çakması.
  • Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder.

berk-i hatıf / berk-i hâtıf

  • Kapıp götüren veya göz kamaştıran şimşek.
  • Göz kamaştıran şimşek.

berk-i hatif / berk-i hâtif

  • Göz kamaştıran şimşek.

berud / berûd

  • Soğutucu.
  • Göze çekilen sürme.

besaret

  • Göz açıklığı. Dikkatle bakış.

besasa

  • Göz, ayn.

beserüçeşm / بسر و چشم

  • Başüstüne, başım gözüm üstüne. (Farsça)

beşme

  • Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. (Farsça)
  • İşlenmemiş ham deri. (Farsça)
  • Göz ilâcı. (Farsça)

bevah

  • Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.

bevarik

  • (Tekili: Bârika) Şimşek ve yıldırım parıltıları.
  • Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

biaynelyakin / biaynelyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.
  • Gözle görürcesine kesin bilerek.

biaynilyakin / biaynilyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

bihak

  • Gözsüz etmek, kör etmek.

bila-tefavüt / bilâ-tefâvüt

  • Fark gözetmeksizin.

bilatefrik / bilâtefrik / بلاتفریق

  • Hiçbir ayırım gözetmeksizin. (Arapça)

bina

  • Gören, görücü. (Farsça)
  • Göz. (Farsça)
  • Yapı, ev.
  • Yapma, kurma.
  • Göz, gören, görücü.

binek

  • Gözbebeği, hadeka. (Farsça)

bir gözü kör deha

  • Kur'ân'ın gösterdiği gerçekleri görmeyen ve sadece dünyevî maksatları gözeten zekâvet, dâhîlik.

bü'bü'

  • Her nesnenin aslı.
  • İzzet, kerem.
  • Zeyrek akıllı, zarif kişi.
  • Hâkim, seyyid.
  • Gözbebeği.
  • Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.

büka-alud / bükâ-âlûd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü. (Farsça)

büka-engiz / bükâ-engiz

  • Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü. (Farsça)

büka-yi sürur / bükâ-yi sürûr

  • Sevinçten dolayı akan gözyaşı.

büluc

  • Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.

burak

  • Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası. (Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

cahi / cahî

  • (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.

cahız / câhız

  • Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi.
  • Patlak gözlü adam.

cahma'

  • Gözleri büyük ve çok kırmızı olan kadın.

cahme

  • Nazar değdiren göz.
  • Kat kat ve şiddetli yanan ateş.

cahzem

  • Gözleri büyük olan kimse.

çar-çeşm / çâr-çeşm

  • Dört göz.

cefn

  • Göz kapağı.
  • Asma çubuğu.
  • Bıçak ve kılıç kını.

cefnak

  • Gözleri büyük, rengi sarıya yakın bir kuşun adı.

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

cel'ab

  • Medine yakınında bir dağ.
  • Gözü çok iyi görmek.

cenab-ı mevla ve tekaddes / cenâb-ı mevlâ ve tekaddes

  • Her türlü eksiklikten münezzeh, şeref ve yücelik sahibi, koruyup gözetici Allah.

çerh

  • Çark. Dolap. (Farsça)
  • Felek. Talih. (Farsça)
  • Dingil üzerine dönen. (Farsça)
  • Gök. (Farsça)
  • Def. (Farsça)
  • Zenberek. (Farsça)
  • Mancınık. (Farsça)
  • Elbise yakası. (Farsça)
  • Ok yayı. (Farsça)
  • Çakır gözlü doğan kuşu. (Farsça)

ceri'

  • (Cür'et. den) Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan.

çeşm / چشم

  • Göz. Ayn. Dide. (Farsça)
  • Göz.
  • Göz.
  • Göz.
  • Göz. (Farsça)

çeşm-aşina

  • Göz aşinalığı olan, tanıdık. (Farsça)

çeşm-dar

  • Bekliyen, gözliyen. (Farsça)

çeşm-i ahu / çeşm-i âhu

  • Ceylân gözü.

çeşm-i akıl / چَشْمِ عَقِلْ

  • Akıl gözü.

çeşm-i alil / çeşm-i alîl

  • Ağlayan yaralı göz.

çeşm-i bed

  • Kem göz.

çeşm-i dil / چَشْمِ دِلْ

  • Basiret. Kalb gözü.
  • Kalb gözü.

çeşm-i dil erbabı / çeşm-i dil erbâbı

  • Gönül gözü açık olanlar.

çeşm-i giryan / çeşm-i giryân

  • Ağlayan göz.

çeşm-i hoş-nigah / çeşm-i hoş-nigâh

  • Güzel bakışlı göz.

çeşm-i im'an / çeşm-i im'ân

  • Dikkatli bakan göz.

çeşm-i istikbal-bini / çeşm-i istikbâl-binî

  • Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar.

çeşm-i mest

  • Sarhoş göz, mest olmuş göz.

çeşman / çeşmân / چشمان

  • (Tekili: Çeşm) Çeşmler, gözler.
  • Gözler. (Farsça)

çeşmi

  • Göz.

çeşmidil / çeşmidîl

  • Gönül gözü.

çeşmigiryan / çeşmigiryân

  • Ağlayan göz.

ceyb-i kalb

  • Kalb cebi, gözü.

cez'

  • Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır.

cihan-bin

  • Dünyayı, cihanı gören. Allah. (Farsça)
  • Göz. (Farsça)

cilbend

  • Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır.

cin

  • Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.
  • Göz ile görülemeyen ruhani varlıklar.

çipil

  • Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse.
  • Çepel.

cuham

  • İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.

cümud-u ayn

  • Göz donukluğu.

cür'et-yab / cür'et-yâb

  • Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek, cür'etkâr. (Farsça)

cür'etkar / cür'etkâr

  • Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek. (Farsça)

cürre

  • Cesur, cesaretli, cür'etkâr, cür'et-yâb, yiğit, delikanlı, gözüpek, atılgan.
  • Uçan her çeşit kuşun erkeği.
  • Bir zira' miktarı ağaç. (Ağacın başında bir küfe, ortasında bir ipi olup onunla geyik avlarlar.)

da'ca'

  • Gözü çok siyah ve büyük olan kadın. (müz: Edac)

daac

  • Gözün çok siyah ve büyük olması.

daire-i nezaret

  • Gözetim dairesi.

dam'

  • (Çoğulu: Dümu-Edmu) Helâk olmak.
  • Göz yaşı.

darare

  • Gözsüzlük.

daşten

  • Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. (Farsça)
  • Zabtetmek, gasbetmek, almak. (Farsça)
  • Görüp gözetlemek. (Farsça)
  • Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek. (Farsça)

deha-yı a'ver / dehâ-yı a'ver

  • Tek gözlü dehâ, Süfyan ve Deccalizm gibi.

dem'

  • Göz yaşı, göz yaşı dökme, ağlama.
  • Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.

dem'a

  • Bir damla göz yaşı.

dem'a-riz

  • Ağlıyan, gözyaşı döken. (Farsça)

derece-i şuhud

  • Kalp gözüyle görme derecesi.

deriyye

  • Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.

derpiş / derpîş / درپيش

  • Önde olan, göz önünde bulunan. (Farsça)
  • Göz önünde, en önde.
  • Göz önünde. (Farsça)
  • Derpîş edilmek: Göz önünde bulundurulmak. (Farsça)
  • Derpîş etmek: Göz önünde bulundurmak. (Farsça)

ders-i ibret

  • İbret dersi. Göz ve fikir açacak hâdise.

dest-keş

  • Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. (Farsça)
  • Kazanç. Kâr. (Farsça)
  • Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. (Farsça)
  • Dilenci. (Farsça)
  • Bir işten vazgeçen. (Farsça)

deyyus / deyyûs

  • Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.
  • Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse.

didar

  • Mülâkat, görüş. (Farsça)
  • Görünme. (Farsça)
  • Yüz. Çehre. (Farsça)
  • Görüş kuvveti, göz. (Farsça)
  • Açık, meydanda. (Farsça)
  • Göz, görme, görünme.

dide / dîde / دیده / د۪يدَه

  • Göz, ayn, çeşm. (Farsça)
  • Görmek. (Farsça)
  • Gözcü. (Farsça)
  • Göz bebeği. (Farsça)
  • Göz ucu. (Farsça)
  • Göz.
  • Göz.
  • Göz. (Farsça)
  • Göz.

dide giryan / dîde giryân

  • (Gözü) yaşlı, ağlayan.

dide-ban / dide-bân

  • Gözcü, bekçi, nöbetçi.

dide-giryan

  • Teessürle ağlayan göz. Ağlayarak.

dideban / dîdebân

  • Gözcü, gözleyen.

didegan / dîdegân / دیدگان

  • Gözler. (Farsça)

dikkat-i nazara alınsa

  • İnceden inceye düşünülse, göz önünde bulundurup bakılsa.

dil-sir

  • Gözü gönlü tok. (Farsça)

dima'

  • Göz yaşı akan yerlerin izi.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

du'ce

  • Gözün büyük ve siyah olması.

dü-dide

  • İki göz. (Farsça)

dua-yı ihlasiye / dua-yı ihlâsiye

  • Büyük bir samimiyet, iş ve ibadette yalnız Allah rızasını gözeterek yapılan dua.

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

dülger / دُولْگَرْ

  • Marangoz.
  • Marangoz.

düma'

  • Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş.
  • Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su.

dumu'

  • (Tekili: Dem') Göz yaşları.

dümu'

  • (Tekili: Dem') Gözyaşları.

ebecc

  • Patlak gözlü adam.

ebhak

  • Bir gözlü.

ebhal

  • (Buhl. den) En hasis, çok cimri, daha tamahkâr.
  • Büyük gözlü.

ebhas

  • Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.

ebrec

  • Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse.

ebsar / ebsâr / ابصار

  • (Tekili: Basar) Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler.
  • "Basar"ın çoğulu. Gözler, görme hassaları.
  • Gözler.
  • Gözler. (Arapça)

ebu kalemun

  • Bir nevi kumaş ki, göze türlü türlü görünür. Bâzıları "gülistân-ı kemhâ" derler.

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ecfan

  • (Tekili: Cefn) Göz kapakları.
  • Asma çubukları.
  • Kirpikler.

echam

  • Gözü büyük ve kırmızı olan.
  • (Müe: Cahmâ)

ecsam-ı latife-i nuraniye / ecsâm-ı lâtife-i nuraniye

  • Gözle görünmeyen nurânî cisimler.

ecyem

  • Gözü büyük ve kırmızı olan. (Müe: Ceymâ)

ecza-yı asliye / eczâ-yı asliye

  • Asıl parçalar; vücuttaki el, ayak, göz gibi.

ed'ac

  • Gözleri kara renkte ve büyükçe olan.
  • Pek siyah şey.

edeb

  • Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
  • Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.

edmu'

  • Göz yaşları. Aberat.

edveş

  • Gözü dumanlı adam.

ehemm

  • Mühimler arasında öncelikle göz önüne alınması gereken.

ehl-i ihtisas ve müşahede

  • Görünmeyen âlemlere ait hakikatleri bizzat gözleyen ve bu konuda uzmanlaşan kimseler.

ehl-i kalb / اَهْلِ قَلْبْ

  • Kalb gözü açık Allah dostları.

ehl-i keşf

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.

ehl-i keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.

ehl-i keşif ve keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i keşif ve velayet / ehl-i keşif ve velâyet

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip olan veli zâtlar (k-ş-f;.

ehl-i tahkik ve keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar.

ehl-i velayet ve şuhud / ehl-i velâyet ve şuhud

  • Mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip insanlar, velîler.

ejir

  • Akıllı, uyanık, açık göz. (Farsça)

ekhal

  • (Tekili: Kühl) Göze çekilen sürmeler.

ekhel

  • Gözü sürmeli.
  • Baş ve gövde damarı.

elbise-i fahire / elbise-i fâhire

  • Göz alıcı lüks elbise.

elhaz

  • (Tekili: Lahz) Göz ucu ile bakışlar.

em'ak

  • (Tekili: Meak) Göz pınarları.

emraz-ı ayniyye

  • Göz hastalıkları.

emre

  • Ak gözlü, beyaz gözlü.

enasi

  • (Tekili: Enâsiye) (İnsan) İnsanlar.
  • Basar, göz.

engurek / engûrek

  • Gözbebeği. (Farsça)

enterne

  • Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse. (Fransızca)

enzar / enzâr / انظار

  • Bakışlar, gözler. (Arapça)

enzar-ı amme / enzâr-ı âmme

  • Kamuoyu; herkesin gözü önüne sunma.

enzar-ı mahlukat önünde / enzâr-ı mahlûkat önünde

  • Bütün varlıkların gözleri önünde.

ermas

  • Gözü çapaklı kişi.

ermed

  • Kül rengi, gri. Boz renkli nesne.
  • Gözü ağrıyan adam.

ers

  • Gözyaşı. (Farsça)

ersad

  • (Tekili: Rasad) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.

es'abi / es'abî

  • Gayet güzel ve beyaz göz.

esase

  • Gözucu ile bakma. (Farsça)

escer

  • Kırmızı gözlü kimse.
  • Su biriken yer.

eşfar

  • (Tekili: Şüfr) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri.

eshed

  • Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.

eşhel

  • Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ.
  • Elâ gözlü adam.

eşk / اشك

  • Gözyaşı.
  • Gözyaşı. Dem. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)

eşk-alud

  • Gözü yaşlı. (Farsça)

eşk-bar

  • Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken. (Farsça)

eşk-efşan

  • Çok ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

eşk-i şadi / eşk-i şâdi

  • Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.

eşk-i tarab

  • Sevinçten dolayı akan gözyaşı.

eşk-i teessür

  • Teessürden dolayı akan gözyaşı.

eşk-riz / eşk-rîz

  • Gözyaşı döken, ağlayan. (Farsça)

eşk-ver

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

eşkalud / eşkâlûd / اشك آلود

  • Gözyaşlı. (Farsça)

eşkar

  • Mavi gözlü ve sarı tenli kimse.
  • Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at.

eşkel

  • Gözlerinin akı kırmızılı olan adam.
  • Beyaz koyun.

eşter

  • Yırtlak gözlü.

eşve

  • Gözü değen kişi.

eşveş

  • Göz ucuyla bakan kişi.
  • Yüksek bina.

evn

  • Yab yab yürümek.
  • Vakarlı, sessiz ve ciddi olmak.
  • Heybenin bir gözü.
  • Denk.

fakr u istiğna

  • Fakirlik ve tok gözlülük; muhtaç olunmasına rağmen kimseden bir şey istememe.

fass

  • Yüzük taşı.
  • Kemiğin oynak yeri.
  • Meyve içi. Lüb.
  • Kitabın bend ve mebhası.
  • Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak.
  • Mc: Gözbebeği.

feda

  • Gözden çıkarma, uğruna verme.
  • Kurban.

feda etmek

  • Uğruna her şeyi gözden çıkarmak.

feda'

  • Kurban.
  • Uğruna verme, gözden çıkarma.
  • Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma.
  • Hurma ve üzüm kurutulan yer.

feragat

  • Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek.
  • Boşalmak, hâlî olmak.

ferid

  • Kutup gibi mürşidlerin gözetimi dışında doğrudan Kur'ân ve sünnetle gayba eren ve hakikati bulan kimse.

fetk

  • Zamanını gözeterek açıktan adam öldürmek.
  • Yaralamak.
  • İnadetmek.

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

foya

  • İtl. Gizli oyun, hile. Göz boyacılığı, sahtekârlık.
  • Elmasların yuvalarında yatağına konulan ince madeni yaprak.

gaib

  • Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem.
  • Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.

gamas

  • Göz pınarından akan irin ve çapak.

gams

  • Suyu şiddetli içmek.
  • Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek.
  • Nimete şükretmemek.
  • Göz yummak.

gamtaş

  • Gözü zayıf gören.

gamz

  • (Çoğulu: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek.
  • Kolay görerek ihmal etmek.
  • Çukur yer.
  • Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak.
  • Çene veya yanak çukurluğu.

gamze

  • Göz kırpma, gözle işaret, Nâz ile bakma, süzgün bakış.
  • Çene veya yanak çukurluğu.

garb

  • (Çoğulu: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
  • Sığır derisinden yapılan büyük kova.
  • Sakaların su koydukları büyük tulum.
  • Atıldıktan sonra bulunmayan ok.
  • Yürügen at.
  • Nasır acısı (gözde olur).
  • Göz yaşı.
  • Göz yaşının geldiği damar.
  • Ke

gasak

  • (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık.
  • Küfrün karanlığı.
  • Gözün dumanlanıp, seçemez olması.
  • Göz kararması.
  • Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi.
  • Çok soğuk ve fena kokan içki veya su.
  • Kuvve-i şeheviyye.
  • Seyelân.

gaşve

  • (Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü.
  • Göz kararmak.

gataş

  • (Çoğulu: Agtaş) Karanlık.
  • Devamlı su akan gözdeki zayıflık.

gayb / غایب

  • Gizli olan, gözle görülmeyen şey.
  • Belirsiz, bilinmeyen şey.
  • Gözle görülmeyen, gizli. (Arapça)
  • Kayıp. (Arapça)

gaybubet / gaybûbet / غَيْبُوبَتْ

  • Göz önünde olmayış, yokluk.
  • Göz önünde olmama, kaybolma.

gazal

  • (Çoğulu: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu.
  • Şarkıcı, mızıkacı.
  • Güzel göz.

geda-çeşm

  • Dilenci gözlü, yoksul gözlü. (Farsça)
  • Mc: Aç gözlü, gözü doymaz. (Farsça)

geda-çeşmane

  • Açgözlülükle, açgözlücesine. (Farsça)

gına

  • Zenginlik. Yeterlik.
  • Tok gözlülük.
  • Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak.
  • Bıkma, usanç.
  • Şarkı söylemek. Teganni etmek.

girdeban

  • Gözcü, gözetici. (Farsça)

girişme

  • İşve, naz, cilve. Gözle kaşla işaret. (Farsça)

giryan

  • Gözyaşı döken. Ağlayan. (Farsça)

girye

  • Gözyaşı.
  • Gözyaşı. (Farsça)

girye-bar

  • Gözyaşı döken, ağlayan. (Farsça)

girye-dar

  • Ağlamış, göz yaşı dökmüş. (Farsça)

girye-feşan

  • Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan. (Farsça)

girye-i şadi / girye-i şâdî

  • Sevinçten dolayı olan ağlama. Sevinç gözyaşı.

girye-künan

  • Gözyaşı dökerek, ağlayarak. (Farsça)

girye-meşhun

  • Gözyaşı ile dolu. (Farsça)

girye-nak

  • Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı. (Farsça)

girye-paş

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

girye-perverd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren. (Farsça)

girye-riz / girye-rîz

  • Gözyaşı döken, ağlayan. (Farsça)

girye-zar

  • Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer. (Farsça)

giryende

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

gışavet / gışâvet

  • Göz kararmak.
  • Körlük yapan perde. Kabuk.
  • Baş örtüsü.
  • Göz perdesi.

gıta-yı basar

  • Göz perdesi.

gıyab / gıyâb

  • Görünmemek. Göz önünde olmamak.
  • Hazırda bulunmamak.
  • Bilinmeyen şeyler.
  • Arka. Arkasından.
  • Göz önünde bulunmama.

gürisneçeşm

  • Pinti, cimri, hasis. Aç gözlü. (Farsça)

gurub

  • Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden kaybolmak.
  • Uzaklaşmak. Irak olmak.

habie / habîe

  • Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş.
  • Göze görülmeyen şey.
  • Kesilmiş, parça parça olmuş.

habs-i dümu' / habs-i dümû'

  • Metanet gösterip gözyaşlarını zaptetme.

hadeka

  • Gözün siyahlığı, gözbebeği.
  • Gözbebeği.
  • Gözbebeği.

hadeka-i ayn

  • Göz güllesi, göz hadakası.

hadid-ül basar

  • Gözü keskin.

hadil / hâdil

  • (Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış.
  • Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.

hafeş

  • Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

hafız-ı hakiki / hâfız-ı hakikî

  • Asıl olarak herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

hafiz-i rahim / hafîz-i rahîm

  • Sonsuz rahmetiyle kullarını koruyup gözeten Allah.

hafiz-i zülcelal-i ve'l-ikram / hafîz-i zülcelâl-i ve'l-ikram

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve ikram sahibi olan, herşeyi koruyup gözeten ve muhafaza eden Allah.

hafizane / hafîzâne

  • Koruyup gözeten, saklayan.

hafş

  • Tıb: "Tavuk karası" adı verilen bir göz hastalığı.

hakikat-i rakibane / hakikat-i rakîbâne

  • Herşeyi gözetleyen bir zâta yakışan hakikat.

hakiki ihlas / hakikî ihlâs

  • Gerçek ihlâs, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet.

hakim / hakîm

  • Her fiilinde hikmet ve gayeleri gözeten Allah.

hakim-i ruhani / hâkim-i rûhânî

  • Rûhânî hâkim; gözle görülmez idareci.

halisen muhlisen / hâlisen muhlisen

  • Başka hiçbir amaç gözetmeksizin, tamamen saf bir niyetle.

hallakıyet-i umumiye / hallâkıyet-i umumîye

  • Bütün varlıklar âleminde gözlemlenen Allah'ın yaratıcılık özelliği.

hami / hâmî / حامى

  • Gözeten, himaye eden. (Arapça)

hane

  • Ev, mesken, beyt. (Farsça)
  • Mat: Basamak, bölüm, göz. (Farsça)
  • Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi. (Farsça)

hane-suz

  • Ev yakıcı. (Farsça)
  • Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse. (Farsça)

haris / harîs / hâris

  • Aç gözlü, çok hırslı.
  • Hırslı, açgözlü.
  • Muhafız. Bekçi.
  • Gözcü. Himaye eden. Bekleyen.

haser

  • Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.

hasir / hasîr

  • Feri gitmiş, donuklaşmış göz.
  • Hasret çeken. Meramına nail olamayan.
  • Yorulmuş.
  • Açılmış.
  • Zayıf.

hasiyet-i isabet / hâsiyet-i isabet

  • Göz değmesi özelliği.

hasr

  • Göz kapağında sivilce çıkmak.

hassa

  • Fil gözü.

hatf

  • Kapmak.
  • Şimşek gibi göz kamaştırmak.
  • Sür'atli olmak.
  • Göz kamaştırma.

hatıf / hâtıf

  • Süratli kapıp götürücü.
  • Göz kamaştırıcı şimşek.
  • Göz kamaştıran.

havarık-ı zahire

  • Gözle görülebilen harikalar.

havas

  • (Çoğulu: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.

havatıf / havâtıf

  • Göz kamaştırıcı şeyler.
  • Göz kamaştıran şeyler.

haver

  • Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması.

havla'

  • Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)

havra

  • (Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın.

havsa'

  • Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun.

hayalet

  • Göze görünen hayal, karaltı.

hayali / hayalî / خيالى

  • Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik.
  • Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.
  • Hayalî, hayal ürünü. (Arapça)
  • Karagöz oynatan. (Arapça)

hayf

  • Gözün birisi birine muhalif olmak.

hazel

  • Göz kapaklarında olan kabarcıklar.

hazer

  • Gözün dar ve küçük olması.
  • Kabile.
  • Cemaat.

hazf

  • (Ar. gr.) Bir maksat gözeterek bir mânâyı ifade eden kelimeyi zikretmeyip işaret yoluyla göstermek.

hazile

  • Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı.

hazım / hâzım

  • İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.

hazine-i hassa-i rahmet nazırı / hazine-i hassa-i rahmet nâzırı

  • İlahi rahmetin çok özel hazinelerinin gözlemcisi.

hazır / hâzır

  • Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan.
  • Müstaid olan.
  • Her yerde hazır bulunan Allah.
  • Meydanda, göz önünde olan.

hazır ve nazır / حَاضِرْ و نَاظِرْ

  • Zaman ve mekandan münezzeh olarak her yerde var olan ve her şeyi gören, gözeten.

hazirin / hazirîn

  • (Tekili: Hâzır) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.

hazırun / hazırûn / hâzırûn

  • Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
  • Meydanda, gözönünde olanlar.
  • Hazır olanlar.

hazra'

  • Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)

heml

  • Gözden yaş akmak.

hemr

  • Su dökmek.
  • Göz yaşı akıtmak.
  • Süt sağmak.
  • Atâ etmek, hediye vermek.

hemu'

  • Göz yaşı akmak.

hent

  • Bir nevi kirpi.
  • Göz içinde olan yağ.

herec

  • Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.

hetalan

  • Akmak.
  • Göz yaşı ve yağmur pespeşe gelmek.

hicac

  • Hüccet, delil, senet göstererek muaraza ve mübahase eylemek.
  • Tıb: Göz çukuru ve kaş kemiği.

hidak

  • (Tekili: Hadeka) Göz bebekleri, hadekalar.

hıfz

  • Koruma, ezberleme, saklama.
  • Devâm etmek, yerine getirmek, gözetmek.
  • Ezberlemek.

hikmet nazarı

  • Varlıkların fayda, gaye, keyfiyet gibi çeşitli yönlerine ilim ve bilim gözüyle bakma.

hikmet-i hükumet / hikmet-i hükûmet

  • Hükûmetin gözettiği fayda.

hikmet-i ilahiye / حِكْمَتِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın yarattığı mahlukatta gözettiği asıl maksad ve fayda.

hikmet-i samedaniye / hikmet-i samedâniye

  • Herşey Ona muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kâinatta gözettiği gaye ve fayda.

hikmet-i teşri

  • Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.

hıla'

  • Göze çekilen sürme.

hımlak

  • (Çoğulu: Hamâlik) Gözün etrafı.

hinoğlu

  • Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.

hirc

  • (Çoğulu: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk.
  • Günah.
  • Göz kamaşmak.

hırs / حِرْصْ

  • Aç gözlülük. Tamahkârlık.
  • Kızgınlık.
  • Şiddetli istek, arzu.
  • Azgınlık.
  • Şiddetli istek ve arzu, açgözlülük.
  • Aç gözlülük, aşırı düşkünlük.
  • Şiddetle, açgözlülükle isteme.

hırs-ı dünya

  • Dünyaya karşı gösterilen açgözlülük.

hiss-i zahiri / hiss-i zahirî

  • Dış dünyayı gören, algılayan his, duyu; göz gibi.

hitl

  • Yorgun deve.
  • Yağmurun aralıksız olarak yağması.
  • Sürekli olarak gözyaşı akmak.

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hıyre

  • Fersiz ve donuk göz. (Farsça)

hıyre-bahş

  • Göz kamaştıran, aklı durduran. (Farsça)

hıyre-çeşm

  • Kamaşık ve donuk gözlü. (Farsça)
  • Cesur, atılgan. (Farsça)
  • İnatçı, muannid. (Farsça)
  • Utanmaz, hayâsız, arsız. (Farsça)

hıyre-gi / hıyre-gî

  • Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık. (Farsça)

hıyreçeşm / خيره چشم

  • Arsız, hayasız. (Farsça)
  • Cesur, gözüpek. (Farsça)

hizmet-i mevla / hizmet-i mevlâ

  • Dostumuz ve gözeticimiz olan Allah'ın hizmetinde bulunma.

hücerat

  • (Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.

hücrat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, gözler, odacıklar.

hücre

  • Odacık, göz.
  • Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.

hücürat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, odacıklar, gözler.

hudre

  • Göz kapağının içinde çıkan çıban.

hulel-i fahire / hulel-i fâhire

  • Göz alıcı lüks elbiseler; Cennet elbiseleri.

humar-alud / humar-âlud

  • Süzgün ve baygın göz. (Farsça)
  • Kendinden geçmiş, şaşkın. (Farsça)

hun-ab

  • Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. (Farsça)
  • Mc: Kanlı gözyaşı. (Farsça)

hundure

  • Göz bebeği.

hur

  • (Tekili: Ahver) Ahu gözlüler. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah; beyaz kısmı pek beyaz olan kızlar.
  • Cennet kızları, huriler.

hur-i in / hur-i în

  • Cennet'te âhu gözlü çok güzel kızlar.

huran

  • (Tekili: Hur) İri gözlü. (Farsça)
  • Cennet kızları. (Farsça)

hurde-bini / hurde-bînî

  • Gözle görülmeyecek derecede küçük. Mikroskopik.

huri

  • (Ahver ve Havrâ kelimelerinin çoğulu) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları.

huri'l-in / hûri'l-în

  • Güzel gözlü Cennet kızı.

hürriyet

  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

hursend

  • Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü. (Farsça)

hursendane

  • Kanaatkârâne, tokgözlülükle. (Farsça)

hursendi / hursendî

  • Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu. (Farsça)

huşşa'

  • (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar.

huzzar / huzzâr

  • (Tekili: Hâzır) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.

i'tikaf / i'tikâf

  • İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.

i'tiyan

  • Dik dik bakma, gözünü dikme.
  • Yardım etme.

i'var

  • Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma.

ibhak

  • Gözünü çıkarma, kör etme.

ibtika'

  • (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.

ibtisar

  • (Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret.
  • Görüp hakikatına varma.

ictihar

  • Askeri çoğaltma.
  • Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma.

iftiras

  • Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek.

iğmaz / iğmâz / اغماض

  • Görmezden gelme, göz yumma. (Arapça)

igmaz-ı ayn

  • Göz yummak. Aldırmamak, görmemezlikten gelmek.

iğmaz-ı ayn / iğmâz-ı ayn

  • Gözünü kapamak.

igtimaz

  • Gözünü kapatma, gözünü yumma. Uyuma.

igtirab

  • (Gurbet. den) Gurbete gitme.
  • (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma.
  • Göz önünden kaybolma.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ıhdar

  • Kendini gözlemek.
  • Bir yerde durmak, ikâmet.

ıhlamur

  • Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç.
  • Ihlamur ağacından yapılmış.

ihlas / ihlâs

  • İbadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı etem / ihlâs-ı etem

  • En mükemmel bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı etemm / ihlâs-ı etemm

  • Mükemmel bir ihlas, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı hakiki / ihlâs-ı hakikî

  • İbadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; gerçek samimiyet.

ihlas-ı kalb / ihlâs-ı kalb

  • Sadece Allah'ın rızasını gözeten kalb samimiyeti.

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm

  • Tam ihlâs, yaptığı her işinde Allah'ın emrini ve rızasını gözetme, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık beklememe.

ihlas-ı tamm / ihlâs-ı tâmm

  • Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı tamme / ihlâs-ı tâmme

  • Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlaslı / ihlâslı

  • İbadet ve davranışlarında sadece Allah'ın rızasını gözeten.

ihrak-ı dümu'

  • Gözyaşı akıtma, ağlama.

ihtiras / ihtirâs

  • Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması.

ihtirasi / ihtirasî

  • Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme.

ihtitaf

  • (Hatf. dan) Göz kamaştırma.
  • Kapıp götürme, kapma.

iktihal

  • Göze sürme çekme.

ilm-i tasavvuf ve tarikat

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yolun ilmi; tarikat ve tasavvuf ilmi.

iltisak-ı ecfan

  • Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi.

iman-ı gaybi / îmân-ı gaybî

  • Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.

iman-ı şühudi / îmân-ı şühûdî

  • Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.

in / în

  • İri ve güzel gözlüler.

inbika

  • (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.

inebe

  • Üzüm tanesi.
  • Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık.

ingımaz

  • Göz yumulma.

inhimal

  • İhmal etme, önem vermeme.
  • Mühlet alma.
  • Göz yaşı dökme.
  • Ciddi bir şekilde çalışma, uğraşma.

inhisaf / inhisâf

  • Ay tutulması
  • Söner gibi olma, parlaklığın gitmesi.
  • gözden düşürme, perdeleme.

insaf / insâf

  • Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.

insan-ül ayn

  • Gözbebeği.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

intihaz

  • Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek.

intiyah

  • Ağlama, göz yaşı dökme.

intizac

  • Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme.
  • Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi.

intizar

  • (Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek.
  • Bekleme, gözleme.

intizaren

  • Bekleyerek, gözleyerek.

irae

  • Göstermek, göstererek öğretmek.
  • Göz önüne koymak.
  • Gösteriş.

ırem

  • Irmak kenarı. "
  • Su bendi.
  • Dere, vâdi.
  • Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur.
  • Gözsüz köstebek.
  • Kemikten etin suyunu almak.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

irka'

  • Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme.

irmad

  • Fakir düşme. Sefil olma.
  • Göz ağartma.

irsad

  • Gözetlemek.
  • Hâzır ve âmâde eylemek.
  • Mükâfat vermek.
  • Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun. (Baki)

irtikab

  • Bekleme, gözleme.
  • Ümit etme, umma.

isabet-i ayn / isâbet-i ayn

  • Göz değmesi, nazar değmesi.
  • Nazar, göz değmesi.

isabet-i nazar / isâbet-i nazar / اِصَابَتِ نَظَرْ

  • Göz değmesi, bakışın incitmesi.
  • Göz değmesi.

isabetiayn / isâbetiayn

  • Göz değmesi.

isale-i dümu'

  • Gözyaşları dökme, ağlama.

ısam

  • Göze çekilen sürme.
  • Kırba bağı.
  • Kırba örtüsü.

işaret

  • Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek.
  • Nişan, alâmet, belli bir iz.
  • Ist: Doğrudan doğruya olmadan, hatırlatma suretiyle verilen emir.

isase

  • Zenginlik, servet.
  • Göz ucuyla bakma.
  • Cemiyet, topluluk.

ısfirar-ı ayn

  • Gözün sararması.

işha'

  • (Şehi. den) İstenileni verme.
  • Göz dikme, almak isteme.

ishan-ı ayn

  • Ağlatma. Göz kızartma.

islamiyet

  • İslâmlık.
  • İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır. (İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Münazarat)

işmar

  • Göz kırpma, işaret.

işrak vakti / işrâk vakti

  • Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti.

istiğna / istiğnâ / استغنا

  • Kimseye muhtaç olmama. (Arapça)
  • Eyvallah etmeme. (Arapça)
  • Tokgözlülük. (Arapça)

istihlal

  • Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi.
  • Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi.
  • Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi.
  • Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması.
  • İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek.

istihzar

  • Hazır etme, gözönüne getirme.

iştirak

  • Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak.
  • Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: "Ayn" kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir.

istital

  • Gözyaşları inci gibi dökülme.
  • Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.

itibari / itibârî / اعتباری

  • Göz kararı. (Arapça)
  • Var sayılan. (Arapça)

ıtlıhah

  • Gözden yaş akma, ağlama.

ıtmah

  • Yukarı bakma, gözü yukarı dikme.

ıtrak

  • Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak.

ittifakıyet-i avra / ittifakıyet-i avrâ

  • Tek gözü kör olan ittifak, beraberlik; arkasında hükmeden İlâhî kudret görülmediği için sadece maddî güce sahip olduğu sanılan birlik ve beraberlik.

izafet-i maklub

  • Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-

jale-i eşk

  • Gözyaşı jâlesi. Kırağı tânesine benziyen gözyaşı.

kabele

  • (Çoğulu: Kıbel) Göz boncuğu.

kah / kâh

  • Köşk, kasır. (Farsça)
  • Tek oda. Bir gözlü oda. (Farsça)
  • Yüksek binâ. (Farsça)

kahl

  • Göze sürme çekmek.

kalet

  • (Çoğulu: Kılât) Helâk olmak.
  • Dağlarda, içinde su biriken çukur.
  • Göz çukuru.
  • Baş parmağın dibinde olan çukur.

kamea

  • (Çoğulu: Kamâ) Büyük gök sinek.
  • Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.

kamr

  • Göz kamaşmak.

kanaat / kanâat

  • Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.
  • Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.

kani'

  • (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen.
  • Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.

kare

  • Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen.
  • Koyun sürüsü.

karir

  • Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz.

karir-ül ayn

  • Memnun, mesrur, gözü aydın.

karta'

  • Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.

karure

  • (Çoğulu: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı.
  • Şişe.

kase-i çeşm / kâse-i çeşm

  • Göz çukuru.

katarat-ı şadi / katarat-ı şadî

  • Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları.

katarat-ı uyun

  • Göz yaşları.

kavarir

  • (Tekili: Karure) Gözbebekleri.
  • Şişeler.

kavkaa

  • Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.

kazze

  • (Çoğulu: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp.
  • Göze düşen çöp.
  • Gözün çapağı.

kecçeşm

  • Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. (Farsça)

kefe

  • Terazinin bir gözü.
  • (Keffe) Terazinin bir gözü.
  • Terazi gözü.

kefenbeduş

  • (Kefenberduş) Kefeni sırtında. Ölümü göze almış. (Farsça)

kehail

  • (Tekili: Kehil) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.

kehhal / kehhâl / كحال

  • Gözlere sürme süren.
  • Göz doktoru.
  • Göze sürme çeken. (Arapça)
  • Göz hekimi. (Arapça)

kehil

  • (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.

kehila

  • Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.

kehl

  • Göze sürme çekme.
  • Kıtlık yılı.

kelal / kelâl

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç.
  • Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.

kelil

  • Körleşmiş.
  • Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz.
  • Kesmez olan âlet.
  • Çakal.
  • Yorulmuş kişi, yorgun kimse.

kelul

  • Kütelip kesmez olmak.
  • Göz nuru zayıf olmak.
  • Çocuğu ve anası olmayan şahıs.

kem göz

  • Kötü niyetle bakan göz.

kemal-i zuhur / kemâl-i zuhur

  • Son derece açık olma; gözlerin görme sınırını aşacak şiddette açık ve meydanda olma.

kemh

  • Gözsüzlük.

kemne

  • Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.

keramet-i aleniye

  • Açık, gözle görünür kerâmet.

keşf

  • Açığa çıkarma; mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri kalb gözüyle görme.

kig

  • Göz çapağı. (Farsça)

kihalet / kihâlet / كحالت

  • Göz için sürme yapma. Sürmecilik.
  • Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.
  • Göz hekimliği. (Arapça)
  • Sürmecilik. (Arapça)

kilaet

  • Korumak. Gözlemek. Muhafaza.

kırla

  • Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kirpik-i akıl

  • Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.

kısas

  • Öldürmenin öldürme, yaralamanın yaralama ile cezalandırılması: Göze göz, dişe diş gibi.

klasör

  • Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. (Fransızca)
  • Geniş mukavva dosya. (Fransızca)

koç yiğit

  • Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.

küheylan

  • Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)

kuhl

  • Göz ilâcı.
  • Göze çekilen sürme.

kühl

  • Sürme. Göz için sürme boyası.

kuhl / كحل

  • Göz sürmesi. (Arapça)

külli / küllî

  • Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
  • Çok, ziyade, fazla.
  • Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı

kümun

  • Pusulanıp gizlenmek.
  • Tıb: Gözde "gümne" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.

kündekar / kündekâr

  • Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz. (Farsça)

küre-i ayn

  • Tıb: Göz yuvarlağı.

kurre

  • Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması.
  • Ağlamaktan sonraki serinlik.
  • Dilşâd olmak.
  • Bir atımlık şey.
  • Kurbağa.

kurret-ül a'yun

  • Gözlerin nuru.
  • Çok sevilen ve göz aydınlığına sebeb olanlar.

kurur

  • Gözün parlak olması.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuvvet-i ihlas / kuvvet-i ihlâs

  • İbadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetmeyle elde edilen kuvvet.

kuzehiye

  • Gözün renkli olan tabakası. İris.

lahh

  • Göz yaşının çok olması.

lahs

  • Gözün üst kapağının etli olması.

lahz

  • (Lahzân) Göz ucu ile bakma.

lahza / lâhza

  • Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.
  • Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman, an.

latif / latîf

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
  • Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
  • Gözle görülmeyen.

lehaz

  • Gözucu.

lehaza

  • Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak.

lemehat

  • (Tekili: Lemha) Bir defa göz atmalar.
  • Parıltılar, çakmalar.

lemh

  • Göz atma, bir defa bakış.
  • Parlama, parıltı.

lemh-i basar

  • (Lemhat-ül basar) Göz atma. Bakma. Çabuk bir bakış.
  • Çok az bir zaman.

lemha

  • Bir göz atmak.
  • Şimşeğin bir defa çakışı.
  • Göz atma, süratle bakış.
  • Göz atma.

lemha-i basar

  • Pek az bir zaman. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman.

lemze

  • Göz veya kaşla işaret etmek.

leyle-i süveyda / leyle-i süveydâ

  • Karanlık gece, göz bebeğindeki siyah nokta.

ma'kul ilimler / ma'kûl ilimler

  • His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

ma'nevi miras / ma'nevî mîrâs

  • Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

maatıf

  • (Tekili: Ma'tıf ve Mı'taf) Gözlenilecek veya bakılacak yerler.

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

maddeten

  • Cismen. Madde ve cisim olarak.
  • İş olarak, iş ile.
  • Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.

maddiyat

  • (Tekili: Maddiyet) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.

maddiyet

  • Gözle görülür, elle tutulur şey.
  • (Çoğulu: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.

maddiyyat

  • Gözle görülür, elle tutulur şeyler.

mahacir

  • (Tekili: Mahcer) Göz çukurları.

mahcer

  • Ev, hane. Hususi yer.
  • Göz çukuru.

mahcir

  • (Çoğulu: Mehâcir) Göz çukuru.
  • Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler.
  • Bahçe.

mahfuz

  • (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış.
  • Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
  • Korunup gözetilmiş.
  • Gizlenmiş, saklanmış.

mahmur / mahmûr

  • (Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik.
  • Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz.
  • Baygın göz.

mahrus

  • Himâye edilen. Korunan. Gözetilen.

mahsur

  • Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz.

mahsus ve meşhud

  • Hissedilir ve görülür olma, elle tutulur, gözle görülür hale getirme.

mahsusat / mahsusât

  • Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)
  • Gözle görülür şeyler.

main

  • Saf, akar su.
  • Göz önünde akan su.
  • Cennet şerbeti.
  • Zâhir, görünen.
  • Göz değmiş, nazar değmiş.

mak

  • (Çoğulu: Amâk-Emâık) Göz pınarı.

makasıd-ı erbaa

  • Dört maksat ve gaye; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olmak üzere Kur'ân'ın gözettiği dört temel maksat.

makàsıd-ı ilahiye / makàsıd-ı ilâhiye

  • Allah'ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler.

manevi alem / mânevî âlem

  • Maddeden olmayan, maddî gözle görünmeyen âlem.

manzar-ı ala / manzar-ı âlâ

  • En yüce gözetleme yeri.

manzar-ı çeşm

  • Gözbebeği.

manzur / منظور

  • Bakılan. (Arapça)
  • Dikkat çeken. (Arapça)
  • Manzur olmak: Görülmek, göze çarpmak. (Arapça)

matamih

  • (Tekili: Matmah) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler.

matmah

  • Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer.

matmus

  • Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam.

mazgal

  • yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.

mazi-i şuhudi / mazi-i şuhudî

  • Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası, kipi. "Nuri geldi" gibi.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'k

  • (Amâk-Emâk) Göz pınarı.

medami'

  • Göz yaşları.
  • Gözler.

medami'-i hicran

  • Hicran gözyaşları. Ayrılık gözyaşları.

medar-ül ayn

  • Göz çukuru.

medd-i nazar

  • Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı.

medd-i nazar etmemek

  • Bakışlarını yöneltmemek, gözlerini dikmemek.

mede-l-basar

  • Gözün görebildiği kadar.

medma'

  • (Çoğulu: Medâmi') Göz. Ayn.
  • Gözyaşı.

mekahil

  • (Tekili: Mikhal, mikhel ve mükhüle) Göze sürme çekecek âletler, miller.

mekfuf-ül ayn

  • Gözü keffolmuş. Kör, âmâ.

melek

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.

melekut alemi / melekût âlemi

  • Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir.

mendub

  • Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab.
  • İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.

menfez

  • Delik, gözenek.

mer'i / mer'î

  • Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara.
  • Riayet edilen, saygı gösterilen.
  • Yürürlükte olan, gözle görülen.

mer'iyyat

  • (Tekili: Mer'î) Gözle görülen şeyler.

merasid

  • (Tekili: Mersad) Gözetleme yerleri, rasat yerleri.

merdum / مردم

  • İnsan. (Farsça)
  • Halk. (Farsça)
  • Gözbebeği. (Farsça)

merdüm / مردم

  • İnsan. (Farsça)
  • Halk. (Farsça)
  • Gözbebeği. (Farsça)

merdüm-i çeşm

  • Gözbebeği.

merdüme

  • Gözbebeği. (Farsça)

merdümek / مردمك

  • Gözbebeği. (Farsça)

merha

  • Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın.

merkab

  • Gözetleme yeri.

mersad

  • Rasad yeri. Gözetleme yeri.

mesamat / mesâmât

  • Gözenekler, pencereler.
  • Cilt üzerinde küçük delikler, gözenekler.
  • Gözenekler, delikler.

mesame / mesâme

  • Gözenek, delik.
  • Gözenek.

mesamm

  • (Tekili: Mesemm) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.

mesammat / mesammât

  • (Tekili: Mesâmm) Mesammlar. Delikler, gözenekler.

meşcuc

  • Yüzü gözü yaralanmış olan.

mesemm

  • (Çoğulu: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.

mesemme

  • (Çoğulu: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.

meşhud / meşhûd / مشهود

  • Şahit olunan, görülen, gözlemlenen.
  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g
  • Görülmüş, gözlenmiş. (Arapça)
  • Meşhûd olmak: Görülmek, gözlenmek. (Arapça)

meşhudat / meşhudât / meşhûdât

  • Gözlemler, görülen şeyler.
  • Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.
  • Yapılan gözlemler.

meşhudatça

  • Gözlemce.

meşhudiyyet

  • Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

meslah

  • (Çoğulu: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer.
  • Bir şey gözetecek yüksek yer.

meşmeşiye

  • Bazı evliyanın keşfen gözlemledikleri gaybî veya misâlî bir âlem.
  • Normal göze görünmeyen misalî bir âlem.

mevla-yı kerim / mevlâ-yı kerîm

  • İkramı bol olan dostumuz ve gözeticimiz Allah.

mi'lat

  • (Çoğulu: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.

mıgtas

  • Burun, göz çanağı.

mikhal

  • (Çoğulu: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.

mikroskop

  • Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet. (Fransızca)

mil

  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

mindel

  • Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse.
  • Zorba, eşkiya.

minzar

  • Ayna. Bakma âleti. Gözlük.

mirba

  • Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.

mirsad / mirsâd / مرصاد

  • Gözetleme yeri. Rasad yeri.
  • Gözetleme âleti.
  • Suçluları gözleyip duran.
  • Pusu.
  • Suçlular için hazır bekleyen.
  • Gözetleme vasıtası; dürbün.
  • Gözetleme yeri.
  • Gözlemevi, gözlem yeri. (Arapça)

mirsad-ı tefekkür

  • Tefekküre sebep olan gözlem.

mü'hir

  • (Çoğulu: Meâhır) Göz ucu.

mu'temil

  • Zorlukları göze alarak tek başına iş gören.

muanat

  • Bir şeyin zahmetini çekme.
  • Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.

muayene / muâyene

  • Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak.
  • Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.
  • Gözden geçirme.

mubassır

  • Gözetici, bekleyici, bakıcı.
  • Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.
  • Gözcü, bakıcı.

mücazefe

  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak.
  • Fık: Tartıp ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak.

müceddidiyye

  • Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

müdebbir

  • İşinin sonunu gözeterek iş yapan.

mugameze

  • Birini göz işaretiyle zemmetme.

mugazane

  • Gözün yanlarında olan büklüm.

muhafaza

  • Zarar ve ziyandan sakınıp korumak.
  • Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek.
  • Bir şeye devamlı olmak.

muhit-i nigah / muhit-i nigâh

  • Göz çevresi.

muhlis

  • Samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözeten.

muhtatif

  • Göz kamaştıran.
  • Kapıp götüren.

muk

  • Göz pınarı.
  • Akılsızlık.
  • Kanatlı karınca.
  • Mest üzerine giyilen çizme.

mükabere etme / mükâbere etme

  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme; göz göre göre inkâr etme.

mükabir / mükâbir

  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan.

mukaddem-ül ayn

  • Gözün kenarı. Gözün pınarı.

mukaddim

  • (Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan.
  • Cür'etli çeri kimse.
  • Gözün pınarı, ("mukdim-ül ayn" da derler.)

mükahhal

  • (Kuhl. dan) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.

mukarre

  • Göz yaşının durması.

mükaşefe / mükâşefe

  • Kalb gözü ile görmek.

mukle

  • (Çoğulu: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği.
  • Göz.
  • Su taksimi için kullanılan taş.

mukmah

  • Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.

mukmehun

  • Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler.
  • Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.

mukni'

  • İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden.
  • Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.

müktehil

  • (Kuhl. dan) Kendi gözlerine sürme çeken.
  • Otluk veya çimenle yemyeşil olan.

mümaşatkar / mümaşatkâr

  • Dost geçinerek, kusurlara göz yumarak, müdara suretiyle. (Farsça)

müneccim

  • Yıldızların hareketlerini gözetleyerek geleceğe dâir haber verdiğini iddiâ eden, yıldız falına bakan kimse. Astrolog.
  • İlm-i nücûm yâni astronomi ilmiyle uğraşan kimse. Astronom.

muntazar

  • Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen.

muntazır / مُنْتَظِرْ

  • Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.
  • Gözeten, bekleyen.

muntazırin / muntazırîn

  • (Tekili: Muntazır) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler.

müraat / mürâat / مراعات

  • Riayet, saygı göstermek.
  • Korumak, hıfzetmek, saklamak.
  • Riayet etmek.
  • Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek.
  • Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek.
  • Göz ucuyla bakmak.
  • Gözetme. (Arapça)

müraat etme

  • Gözetme, uyma.

müraaten / mürâaten

  • Riayet ederek, gözeterek.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

mürabata

  • Bağlamak.
  • Düşman gelecek yerleri gözleyip sakınmak.

murabıt

  • Kalbini Allah'a bağlayan.
  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.

murai / muraî

  • Riayet eden. Bakıp gözeten.

murakabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
  • Gözetim, kontrol.

murasade

  • (Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme.
  • Dikkatle bakma.

mürtekıb

  • (Rükub. dan) Bekleyen, gözleyen, uman.
  • Göz hapsine alan.

musaddak-gerde-i erbab-ı basiret / musaddak-gerde-i erbâb-ı basiret

  • Basiret erbabınca tasdik edilmiş; kalp gözü açık olan ileri görüşlü kimseler tarafından onaylanmış.

musaddak-kerde-i erbab-ı basiret

  • Kalp gözü açık basiret sahipleri tarafından tasdik ve kabul edilmiş.

müşahedat / müşâhedât / müşahedât / مشاهدات

  • (Tekili: Müşahede) Gözle görülen şeyler.
  • Görüşler.
  • Keşifle seyredilenler.
  • Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.
  • Gözlemler.
  • Gözlemler.
  • Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.
  • Gözlemler. (Arapça)

müşahedat-ı beşeriye

  • İnsanların gözlemleri, şahit olduğu olaylar.

müşahedat-ı vakıa / müşahedat-ı vâkıa

  • Olgular, gerçekler üzerinde yapılan müşahedeler, gözlemler.

müşahede / müşâhede / مشاهده / مُشَاهَدَه

  • Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek.
  • Muayene, kontrol.
  • Görme, gözlem.
  • Görme, anlama. Kalb gözü ile görme.
  • Gözlem.
  • Gözlem. (Arapça)
  • Müşâhede edilmek: Gözlemlenmek. (Arapça)
  • Müşâhede olunmak: Gözlemlenmek. (Arapça)
  • Görme, gözlemleme.

müşahede eden

  • Gören, gözlemleyen.

müşahede edici

  • Gözlemci.

müşahede edilen

  • Gözlemlenen.

müşahede etme

  • Seyretme, gözlemleme.

müşahede etmek

  • Görmek, gözlemlemek.

müşahedet

  • Gözlem, deney, tecrübe.

müşahedeten / müşâhedeten

  • Gözlemle.
  • Gözlemle.

müşahedetullah

  • Varlıklar üzerinde Allah'ın isim ve sıfatlarının yansımalarını gözlemleme.

müşahitlik

  • Gözlemcilik.

müsamaha

  • (Çoğulu: Müsamahât) Hoş görürlük, dikkat etmemek, aldırış etmemek. Kusurlara göz yummak.
  • Hoş görü, tolerans, görmemezlikten gelme, göz yumma.

müsamahakar / müsamahakâr

  • Hoşgörü gösteren, göz yuman.
  • Müsamaha eden. Göz yuman, hoş gören, görmemezlikten gelen. (Farsça)
  • Aldırmayan, ihmalci. (Farsça)

müsamahakarane / müsamahakârâne

  • Müsamaha gösterircesine, göz yumarak.

müsamahat

  • (Tekili: Müsamaha) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler.

müsamih

  • (Semâhat. dan) Aldırış etmeyen, göz yuman, hoş gören.

musaytır

  • Bir şeyin üzerine kaim olup, ahvâlini görüp gözetir olan kimse.
  • Musallat.
  • Galip. Yaramaz işlerden men' edip saklayan ve koruyan.

müşehadetullah

  • Cenâb-ı Hakkı mânen, kalp gözüyle görmek.

müstagni

  • (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı.
  • Gerekli ve lüzumlu bulmayan.

müstağni

  • Tok gözlü, çekingen, başkalarından bir şey beklemeyen.

müstağni-i muhteriz / müstağnî-i muhteriz

  • Gözütok davranıp istemekten çekinen; başkalarından yardım istemekten sakınıp çekinen.

müstekiff

  • Bakarken gözünü muhafaza etmek için, elini kaşının üzerine koyan.
  • Dilenmek için elini uzatan.

mutabassır

  • Açıkgöz.

mutarassıd

  • Gözleyen. Tarassud eden.

müteazım

  • Göze büyük görünen, taâzum eden, gözde büyüyen.

mütecessim

  • Şekillenen, cisimlenerek görünen, gözle görünen.

mütegamız

  • (Çoğulu: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.

mütegamızin / mütegamızîn

  • (Tekili: Mütegamız) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle işaretleşenler.

mütegayyib

  • (Gayb. dan) Gözden kaybolan, görünmez olan, uzaklaşan.

mütehayyil

  • (Hayal. den) Kuvve-i hayaliyeden geçiren, hayal kuran. Bir şeyi görüp gözetici, idrak edici olan.

mütekehhil

  • (Çoğulu: Mütekehhilîn) Gözüne sürme çeken.

mütekehhilin / mütekehhilîn

  • (Tekili: Mütekehhil) Gözüne sürme çekenler, tekehhül edenler.

mütelahiz

  • (Çoğulu: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.

mütelahizin

  • (Tekili: Mütelahiz) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler.

müterakkıb

  • (Rükub. dan) Gözleyen, bekleyen.

müterassıd

  • (Rasad. dan) Gözeten, tarassud eden, bekleyen, kollayan.

müterassıdin / müterassıdîn

  • (Tekili: Müterassıd) Dikkatle gözetenler, rasad edenler, kollıyanlar, bekliyenler.

müteşahhıs

  • (Şahs. dan) Şahıslanan, gözle görünür hâle gelen.
  • Şahsı farkedilmiş olan.
  • Şahsını tanıyan.
  • Gözle görünür hâle gelen, şahsı fark edilmiş olan, ayırt edilmiş olan.

mütesamih

  • Müsamaha eden, göz yuman, görmemezlikten gelen, hoş gören.

mütevakki

  • Tevakki eden. Kendini gözeten, tehlikeli şeylerden sakınan ve çekinen.

müteyakkız

  • Uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan.
  • Uyanık bulunan,tetikte gözü açık olan.

müteyakkızane / müteyakkızâne

  • Uyanık ve dikkatlice, göz açıklığı ile. (Farsça)

muttali olan

  • Bir bilgiye ulaşan, gözlemleyen.

na-bina

  • (Çoğulu: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör.

na-binayan

  • (Tekili: Na-bina) Gözü görmeyenler, a'mâlar, körler.

na-meşhud

  • Gözle görülmemiş, şâhit olunmamış. (Farsça)

nafis

  • (Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse.
  • Açan ve ferahlandıran.

nafis-ül kerb

  • Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran.

nagz

  • Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen. (Farsça)

nahhat

  • Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu.

nahika

  • (Çoğulu: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı.

nardan

  • Gözyaşı damlaları. (Farsça)
  • Nar tâneleri. (Farsça)
  • Mangal. (Farsça)

nasb-ül ayn

  • Göz dikilmesi. Bir şeye hırsla ve şiddetli arzu ile bakmak, göz dikmek.

nasbü'l-ayn

  • Göz önü.

nasur

  • Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık.

nazar

  • Bakış, görüş, göz değmesi.
  • Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek.
  • Gözdeğmesi.
  • İltifat.
  • İtibar.
  • Bakmak. Göz atmak.
  • Düşünme, inceleme.

nazar değmesi

  • Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

nazar et

  • Göz at, bak.

nazar-endaz

  • Göz atmak. Göz atan, bakan, nazar eden. (Farsça)

nazar-firib

  • Göz aldatan. (Farsça)

nazar-ı af

  • Affetme gözüyle bakma.

nazar-ı akıl

  • Akıl gözü; aklın görüşü, kavraması.

nazar-ı akli / nazar-ı aklî

  • Aklî bakış, akıl gözü, aklın anlayışı.

nazar-ı dikkate alınma

  • Göz önünde bulundurulma.

nazar-ı dikkate almak

  • Dikkate almak, göz önünde bulundurmak.

nazar-ı ehl-i dikkat

  • Dikkatli olan kimselerin gözü, bakışı, ilgisi.

nazar-ı fikir

  • Fikrin gözü, düşünce bakışı.

nazar-ı hakikat

  • Gerçeğin gözü.

nazar-ı hikmet

  • Hikmet gözüyle bakma; bir sır, gaye ve fayda bulma niyetiyle bakma.

nazar-ı itibara alınma

  • Dikkate alınma, göz önüne alınma.

nazar-ı müşahede

  • Göz önünde, göze görünecek şekilde.

nazar-ı şübhe / نظر شبهه

  • Şüpheli göz, şüpheli bakış.

nazar-ı velayet / nazar-ı velâyet

  • Velîlik bakışı, velâyet gözü.

nazar-rüba / nazar-rübâ

  • Göz çeken. (Farsça)

nazardan düşürme

  • Birşeyin insanların gözündeki değerini düşürme.

nazargah-ı enam / nazargâh-ı enâm

  • İnsanların gözü önüne.

nazarında

  • Gözünde.
  • Göre, fikrince, gözünde. (Arapça - Türkçe)

nazarından

  • Gözünden, dikkatinden.

nazarıyla

  • Gözüyle, bakışıyla.

nazır / nâzır / نَاظِرْ

  • Bakan, gözeten (Allah).

nazır-ı mahir / nâzır-ı mâhir

  • Becerikli gözlemci.

nazır-ı umumi / nâzır-ı umumî

  • Genel gözetici.

nazıra

  • Nazar eden, nezaret eden, bakan.
  • Göz.

nazırlık / nâzırlık

  • Gözlemcilik, gözeticilik.

nazırsız / nâzırsız

  • Gözlemcisiz.

nazragah / nazragâh

  • Gözle bakılan yer, bakış yeri. Göz önü. (Farsça)

nazre

  • Cin gözü.
  • Nazarı değen adam.

nebve

  • Uzaklaşmak.
  • Ok hedefe varamamak.
  • Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması.
  • Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması.
  • Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması.

neca

  • Göz değmek.

neccar

  • Doğramacı. Marangoz.
  • Dülger.

necel

  • Büyük gözlülük. İri gözü olmak.

necm

  • (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir.
  • Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi)
  • Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.
  • Belirli vakitte yapılan vazi

necs

  • (Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey.
  • Pis, murdar olan, şer'an pis olup gözle görülen şey.

nefisperverane / nefisperverâne

  • Nefsini sevip gözeten.

nefs

  • (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi.
  • Göz.
  • Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri.
  • Ruh, hayat, asıl.
  • Maya.
  • Hamiyet.

nehar-ı ebyaz

  • Beyaz gündüz, gözün gündüz aydınlığına benzeyen beyazı.

nehem

  • (Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.

nehim

  • Aç gözlü, doymaz.
  • Yırtıcı.
  • Arslan kükremesi.

nehire

  • Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş.
  • Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir)

nekf

  • Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek.
  • Kuyudan su çekmek.
  • Arlanmak.

nem-i dide

  • Göz yaşı.

nemekin / nemekîn

  • Tuzlu, lezzetli, tadı yerinde. (Farsça)
  • Tuzlu gözyaşı. (Farsça)

nezaret / nezâret / نظارت / نَظَارَتْ

  • (Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış.
  • Nâzırlık etmek. Göz etmek.
  • Tenezzüh.
  • Reislik.
  • Vekillik, nâzırlık, bakanlık.
  • Gözetim altında tutma.
  • Bakma, gözetme.
  • Nazırlık. (Arapça)
  • Gözetme. (Arapça)
  • Gözetme.

nezaret eden

  • Gözeten.

nezaret etmek

  • Bakmak, gözetmek.

nezaret-i şahane

  • Son derece güzel bakım ve gözetim.

nezaretçi

  • Gözetmen.

nezir

  • (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır)
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.

nezzare / nezzâre

  • Gözcü, seyirci.

ni'me-r rakib

  • Ne iyi gözetici, koruyucu.

nigahban / nigâhban

  • Bekçi. Gözcü. Gözleyen.

nigahbani / nigâhbanî

  • Bekçilik, gözcülük. (Farsça)

nigahdar / nigâhdar

  • Bekçi, gözcü. (Farsça)
  • Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. (Farsça)

nigehban / nigehbân

  • Gözcü, gözetici, bekçi. (Farsça)

nigehbani / nigehbânî

  • Bekçilik, gözcülük. (Farsça)

nigehdar / nigehdâr

  • Gözcü, bekçi. (Farsça)
  • Saklayıcı, koruyucu. (Farsça)

nimlahza

  • Yarım bakış. Gözucuyla bakış. (Farsça)
  • Çok kısa zaman. (Farsça)

nimnigah / nimnigâh

  • Yarı bakış. Gözucuyla bakma. (Farsça)

niyet-i halisane / niyet-i hâlisâne

  • Samimi niyet; her türlü iş ve hareketlerinde yalnızca Allah rızasını gözetme niyeti.

nokta

  • (Nukta) Benek.
  • Durak, mevki. Mahâl.
  • Göze ârız olan leke.
  • Durak işareti.
  • Tek karakol, tek nöbetçi.
  • Yazıdaki durak işâreti.
  • Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.

nokta-i biniş

  • Gözbebeği.

nühur

  • Göz, basar, ayn. (Farsça)

nüma / nümâ

  • Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Gösteren, gözüken" mânâsında son ek.

nümayan

  • Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan. (Farsça)

nümayiş / nümâyiş

  • Gösteriş, görünüş, miting.
  • Yalandan gösteriş, göz boyama.

numude

  • Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Farsça)

nümude

  • Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş. (Farsça)

nur-i ayn

  • Göz nuru. (Farsça)
  • Pek sevgili olan. (Farsça)

nur-i çeşm

  • Göz nuru. Gözün iyi görür olması.
  • Mc: Saadet.

nur-u ayn

  • Gözün nuru.

nur-u ayn-ı alem / nur-u ayn-ı âlem

  • Kâinatın gözünün nuru.

nur-u basar

  • Göz nuru, görme duyusunun nuru.

organ

  • t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi)
  • Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan.
  • Âlet.

osmanlılık

  • Din, dil ve ırk gözetmeksizin bütün Osmanlı vatandaşlarını vatan birliği ortak paydası etrafında toplamayı gaye edinen fikir akımı.

özr

  • Abdesti bozan bir şeyin bir namaz vakti durdurulamayıp, devâm etmesi. İdrârını tutamama, iç sürmesi, yel kaçırmak, burun kanaması, yaradan kan, sarı su akması, ağrı ile göz yaşı akması birer özür olup, özürlü erkeğe mâzûr, kadına ma'zûre denir.
  • Mâzeret. Af talebi, engel.

pas

  • Gecenin sekizde biri. (Farsça)
  • Gözetleme, bekleme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, gam. (Farsça)
  • İç sıkıntısı. (Farsça)

pasdari / pasdarî

  • Bekçilik, gözcülük. (Farsça)

pih

  • Göz çapağı. (Farsça)

piş-i nazar / pîş-i nazar

  • Göz önü.
  • Göz önü.

piş-i nazara getirmek

  • Göz önünde bulundurmak.

pozitivizm

  • Gerçeğin deney ve gözlemle elde edilebileceği görüşünü savunan felsefî doktrin.

pürşaşaa / pürşâşaa

  • Göz alıcı parlaklıkta, çok gösterişli.

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rai

  • Çoban.
  • Gözetleyici ve koruyan kimse.
  • Vâli.
  • Güvercin kuşundan bir kısım.

raib

  • Göz bağlayıcı, büyücü.
  • Doldurucu.

rakıb

  • Gözeten, bekleyen.

rakib / rakîb

  • (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten.
  • Bekçi.
  • Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri.
  • Esma-i Hüsna'dandır.
  • Gözetleyen.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.
  • Gözetleyen, denetleyici.

ramas

  • Göz çapağı.

rasad / رصد / رَصَدْ

  • Gözetlemek, beklemek, pusuda olmak.
  • Dürbün, gözetleme aleti.
  • Gözleme, gözetme, gözlem.
  • Pusu tutma.
  • Gözetleme, bakma.
  • Gözlem. (Arapça)
  • Gözetleme. (Arapça)
  • Rasad edilmek: Gözlemlenmek. (Arapça)
  • Rasad etmek: (Arapça)
  • Gözlem yapmak. (Arapça)
  • Gözetlemek. (Arapça)
  • Gözlem.

rasadgah / rasadgâh

  • Bekleme yeri, gözetleme yeri. Gözlemevi. (Farsça)

rasadhane / رصدخانه

  • Gözlemevi. (Arapça - Farsça)

rasadi / rasadî / رصدی

  • Gözlemle ilgili. (Arapça)

rasat

  • Gözetleme.

rasat ehli

  • Gözlemci, gözetleyen.

rasat etmek

  • Gözetlemek.

rasathane / rasathâne

  • Gök cisimlerinin hareket ve yerlerini tespit ve takip için kurulan gözlem evi.
  • Gözlem evi.

rasd

  • Yol gözlemek.

rasıd

  • (Çoğulu: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan.

rasıdan / rasıdân

  • (Tekili: Râsıd) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler.

rassad / رصاد

  • (Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen.
  • Gözlemci, gözlem yapan. (Arapça)

raz

  • Gizli sır, saklı şey. (Farsça)
  • Mimar. (Farsça)
  • Marangozların işini tanzim eden. (Farsça)

re'ree

  • Gözü tez tez döndürmek.
  • Koyun çağırmak.

re'y-ül ayn

  • Kendi gözüyle görerek.

re'yel-ayn

  • Kendi gözüyle görerek.

realite

  • Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Fransızca)

rebie

  • (Çoğulu: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.

rekabet

  • Gözleme, gözetleme.
  • Kendi işini yürütmeye çalışma.
  • Benzerleriyle yarışa çıkma.
  • Kıskanmak.
  • Hıfzetmek.
  • Gözetmek.
  • Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak.
  • Kendi işini yürütmeğe çalışmak.

remas

  • Göz pınarında toplanan çapak.

remd

  • Helâk olmak.
  • Gözün çapaklanması. Göz hastalığı.

remed

  • Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı.

rende

  • Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. (Farsça)
  • Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. (Farsça)

revnak

  • Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet. (Farsça)

revnakdar

  • Göz alıcı güzellikte.

revnaktar

  • Göz alıcı güzellikte.

riayet etme / riâyet etme

  • Uyma, gözetme.

riayet etmek

  • Uymak, gözetmek.

riayet-i mesalih ve hikem

  • Maslahat ve hikmetlerin gözetilmesi, onlara riayet edilmesi.

riayet-i mesalih ve intizam

  • Fayda ve düzenliliğin gözetilmesi, onlara riayet edilmesi.

riayeten

  • Uyarak, gözeterek.

riayetkar / riayetkâr

  • Riâyet eden, gözeten, emir dinleyen.

rıd'

  • Yardımcı, muavin.
  • Gözleyici.

rime-i çeşm

  • Göz çapağı.

riya-yı mütecessid / riyâ-yı mütecessid

  • Beden giymiş ve gözle görülür hale gelmiş gösteriş.

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

rü'yet

  • Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek.
  • Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek.
  • Araştırmak.

ruhani / ruhanî

  • Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek.
  • Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
  • Ruha ait, ruhla ilgili, gözle görülemeyen, cismi olmayan.

ruhaniler / ruhanîler

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlıklar.

ruhaniyat / ruhâniyât

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları.

rüs'

  • Göz kapağında olan hastalık.

şa'şaa

  • Gösteriş, göz alıcılık, parlaklık.

şa'şaalı

  • Gösterişli, göz alıcı.

sa'sae

  • Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.

sad

  • Göz hastalığı, göz ağrısı.

safha

  • Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri.
  • Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri.
  • Kısım.
  • Bir şeyin düz yüzü.
  • El ayası.
  • Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri.
  • Yazılmış ve yazılabilir sahife.

şafin

  • Göz ucuyla bakan kişi.

sahabe / sahâbe

  • Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar.
  • Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek a

sahabe-i güzin / sahabe-i güzîn

  • Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar, seçkin sahabeler.

sahabe-i kiram / sahâbe-i kirâm

  • Cömertlik ve şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler.

sahabi / sahabî / sahâbî

  • Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslüman.
  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.

sahıb

  • Yoldaş, yol arkadaşı.
  • Gözcü. (Çoğulu: Sıhab-suhban)

sahib-i tertib / sâhib-i tertîb

  • Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

şakız

  • Gözü değen kişi.
  • Gözüne uyku gelmeyen.
  • Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.

sarfınazar

  • Gözden kaçan.

şaşaa-i saltanat / şâşaa-i saltanat

  • Gösterişli ve göz alıcı saltanat.

şe'n

  • İş, yeni olan hal.
  • Şan.
  • Tavır.
  • Hâdise.
  • Vâkıa.
  • Kasdetmek.
  • Emr ü hal.
  • Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi.
  • Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

sebel

  • Tıb: Bulanık görme hastalığı.
  • Göze inen perde.
  • Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur.
  • Buğday başı.

sebla / seblâ / سبلا

  • Uzun kirpikli göz. (Arapça)

sebla'

  • Uzun kirpikli göz.

seciye-i avra / seciye-i avrâ

  • Bir gözü kör olan seciye; olaylara sadece şahsî çıkar açısından veya sadece dünyevî açıdan bakan seciye, huy.
  • Tek gözlü seciye. Dünyaperestlik.

seciye-i uvera / seciye-i uverâ

  • Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.

sedr

  • Tenbel olmak.
  • İrsal, gönderme.
  • Gözü hareket ettirmek.

şehl

  • Gözün siyahının maviye yakın olması.
  • Koyun gözü.

şehla / şehlâ / شهلا

  • Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı.
  • Mc: Çok güzel.
  • Elâ göz; koyu mavi.
  • Elâ göz, tatlı şaşı.
  • Hafif şaşı. (Arapça)
  • Ela gözlü. (Arapça)

şekaz

  • Gitmek.
  • Uzaklık.
  • Bir adamın gözünün çok değer olması.

şekerriz

  • Pek tatlı, şeker saçan. (Farsça)
  • Sevinçten dolayı gelen gözyaşı. (Farsça)

şekl-i hazır / şekl-i hâzır

  • Göz önünde bulunan şekil.

sem u basar

  • Göz ve kulak; görme ve işitme.

semadir

  • Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.

seml

  • (c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak.
  • Göz çıkarmak.
  • Pâk edip temizleyip arıtmak.

şen

  • Naz, eda, cilve. (Farsça)
  • Göze ve gönüle hoş görünen hal. (Farsça)
  • Bayındır, ma'mur. (Farsça)
  • Sevinçli, ferahlı. (Farsça)

ser / سر

  • Baş. (Farsça)
  • Başkan. (Farsça)
  • Uç. (Farsça)
  • Serden geçmek: Başından vazgeçmek, ölümü göze almak. (Farsça)

şereh

  • Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs.
  • İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük.

şerhan

  • Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.

şernak

  • Göz kapağının ağır ve kalın olması.
  • Ekinin bir mertebe uzun olması.

şetaret

  • Şenlik. Şatır ve şuh olmak.
  • Yarım olmak.
  • Göz ucuyla bakmak.
  • Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.)

şeter

  • Gözün kapaklarının devrik olması.
  • Bir kale adı.

sevad-ül ayn

  • Göz bebeği.

şeve

  • Göz değmesi, nazar değmesi.

şeves

  • Gururdan dolayı göz ucuyla bakma.

şezr

  • Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak.

şezre

  • Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme.
  • İpi soluna bükme.
  • Tersine bükülmüş ip, urgan.
  • El değirmenini sola doğru çevirme.
  • Şiddet, suubet, zorluk.

şiddet-i fakr ve istiğna

  • Şiddetli fakirlik ve tokgözlülük; çok fakir olmasına rağmen kimseden bir şey beklememe.

sifanet

  • Marangozluk.

sihirbaz / sihirbâz

  • Büyücü, büyü yapan, gözbağcı, sahir.

sihr

  • (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık.
  • Aldatmak.
  • Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek.
  • Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey.
  • Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner.

şıkk

  • (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'te

sıla-i rahm

  • Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.

sirişk / سرشك

  • Göz yaşı. (Farsça)
  • Ateş şeraresi. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)

sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs

  • Samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme sırrı.

sırr-ı ihlas-ı hakiki / sırr-ı ihlâs-ı hakikî

  • Gerçek ihlâs sırrı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme esprisi, mânevî gücü.

şuaat-ı ayniye / şuâât-ı ayniye

  • Gözdeki ışık hüzmeleri, göz feri.

südg

  • (Çoğulu: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.

şüfun

  • Göz ucuyla bakmak.

süha

  • Büyükayı yıldız kümesindeki en küçük yıldız; eskiden gözün keskinliği bu yıldızla denenirdi.
  • Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.

suhne

  • Kızgınlık.
  • Gözü yaşlı, dertli olmak.

şuhud / şuhûd

  • Şahit olma, gözlemleme.

şühud-i enfüsi / şühûd-i enfüsî

  • Kendi hakîkatini görme. Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli. Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme.

şuhud-u kevniye

  • Kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler.

şuhudi / şuhudî

  • Açıkça, gözle görür derecede.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

suinazar / sûinazar / سوء نظر

  • Kötü gözle bakış. (Arapça - Farsça)

şükle

  • Gözün ağındaki kırmızılık.

şurab

  • Kirli ve acı su. (Farsça)
  • Mc: Gözyaşı. (Farsça)

süveyda-yı kalb / süveydâ-yı kalb / سُوَيْدَايِ قَلْبْ

  • Kalbin gözbebeği hükmündeki siyah nokta.

ta'kib

  • Gözlemek.
  • Yolunda gitmek.
  • Peşinden yürümek.
  • Suçlunun suçunu araştırmak.
  • Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi.
  • Bir şeyi ciddiyetle istemek.

ta'vir

  • Gözsüz etmek. Kör etmek.

taallün

  • Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.

taazum

  • Gözünde büyümek. Büyük görünmek.

tabassur

  • (Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.

tagayyüb

  • (Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme.

tagmiz

  • Göz yummak.
  • Sözü müşkil söylemek.

tahavus

  • Göz ucuyla bakmak.

tahdik

  • (Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma.

tahmic

  • Şiddetle bakmak.
  • Gözünü açıp yummak.

tahr

  • Uzaklaştırmak. Irak etmek.
  • Atmak.
  • Göz çapağını dışarı atmak.
  • Seri, hızlı.
  • Oku uzak giden yay.

taht-ı nezaret / taht-ı nezâret / تَحْتِ نَظَارَتْ

  • Gözetim altı.
  • Göz altı.

taht-ı nezaretinde

  • Gözetimi altında.

taht-ı tevkif

  • Gözetim altı, hapishane.

taki / takî

  • Allah'tan korkan, emir ve yasaklarını gözeten.

takip

  • Gözetmek, yolunda gitmek, peşinden yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.

takziye

  • Gözün çapağı dışarı itmesi.

tama / tamâ

  • Açgözlülük, aşırı istek.
  • Hırs, aç gözlülük.

tama' / tamâ' / طمع / طَمَعْ

  • Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.
  • Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme.
  • Askerî fertlerin maaşları. (Kamus)
  • Aç gözlülük, şiddetli arzu.
  • Aç gözlülük, hırsla isteme.
  • Tamah, açgözlülük. (Arapça)
  • Aç gözlülük.

tama'kar / tama'kâr / طمعكار

  • Aç gözlü. Cimri.
  • Açgözlü. (Arapça - Farsça)

tamah

  • (Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
  • Açgözlülük, hırs.
  • Açgözlülük.

tamahkar / tamahkâr

  • Aç gözlü, cimri.

tamahkarane / tamahkârâne

  • Aç gözlü bir şekilde.

tamahkarlık / tamahkârlık

  • Aç gözlülük, cimrilik.

tamakar / tamâkâr

  • Tamahkâr, açgözlü.

tamakarane / tamâkârane

  • Açgözlü biri gibi.

tamh

  • Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.

tammah

  • Her şeye göz diken pek hırslı kimse.

tarassud / ترصد / تَرَصُّدْ

  • Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.
  • Gözetleme.
  • Gözetleme.
  • Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme.
  • Gözleme. (Arapça)
  • Tarassud edilmek: Gözlenmek. (Arapça)
  • Tarassud etmek: Gözlemek. (Arapça)
  • Gözetleme.

tarassudat / tarassudât

  • Gözlemeler.
  • (Tekili: Tarassud) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler.
  • Gözetlemeler.

tarassudat-ı semaviye / tarassudât-ı semâviye

  • Gökyüzünü gözetlemeler.

tarassut

  • Gözetleme.

tarassut eden

  • Gözetleyen.

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört
  • Göz, nazar, bakış.

tarfe / طرفه

  • Göz kapağının bir defa kapanıp açılması.
  • Göz kırpmak.
  • Bir yıldız ismi.
  • Ayın bir menzili.
  • Göz açıp kapayış. (Arapça)

tarfet-ül ayn

  • Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.

tarfetü'l-ayn

  • Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa zaman.
  • Bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an.

tarfetülayn / طرفة العين

  • Göz açıp kapayıncaya kadar.
  • Göz açıp kapayıncaya dek, bir anda. (Arapça)

tarikatçı

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde olan.

tarsi'

  • (Göz) yaramaz olmak.

tarsis

  • (Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma.
  • Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.

tasvir etme

  • Birşeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma.

tasviri / tasvîri

  • Tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi.

tatallu'

  • Nazar etmek, bakmak.
  • Beklemek, gözlemek, muntazır olmak.

tatalu'

  • Birbirine bakmak. Gözlemek.

tayf

  • Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller.
  • Gül.
  • Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı.

te'z

  • Yara.
  • Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek.

teazum

  • Gözde büyümek. Azametlenmek. Büyük görünmek.

tebassur

  • Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş.

tebrik

  • Gözlerini dike dike bir yere bakmak.
  • Günaha girmek.
  • Uzak bir yere sefer etmek.
  • Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak.
  • Kadının süslenip püslenmesi.
  • Evi ziynetleyip süslemek.

tebsir

  • İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.

tecessüm

  • Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.

tecessüsat / tecessüsât

  • (Tekili: Tecessüs) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler.

tecribi ilimler / tecribî ilimler

  • Tecribe ve müşâhede (gözlem) ile elde edilen bilgiler, ulûm-i akliyye (aklî ilimler).

tedemmu'

  • (Dem.' den) Gözün yaşarması.

tedmi'

  • Göz yaşı dökmek.

teebbüh

  • Kibirlenme, böbürlenme, gururlanma.
  • Alicenaplık ve göztokluğu ile bir şeyden vazgeçme.

teetti

  • Asan olmak, kolaylaşmak.
  • Beklemek, gözlemek.

teferrüs etme

  • Feraset ve kalp gözüyle gerçekleri görme.

tefkıye

  • Yarmak.
  • Göz çıkarmak.

tegamüz

  • (Gamze. den) (Çoğulu: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.

tehdid / tehdîd / تهدید

  • Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.
  • Gözdağı varma.
  • Gözdağı. (Arapça)
  • Tehdîd edilmek: Gözdağı verilmek. (Arapça)
  • Tehdîd etmek: Gözdağı vermek. (Arapça)

tehdidamiz / tehdîdâmîz / تهدید آميز

  • Gözdağı vererek, tehdit edici. (Arapça - Farsça)

tehdidat / tehdidât

  • (Tekili: Tehdid) Korkutmalar, göz dağı vermeler.
  • Gözdağı vermeler.

tehdiden / tehdîden / تهدیدا

  • Gözdağı vererek tehdit ederek. (Arapça)

tehdidkar / tehdîdkâr / تهدیدكار

  • Gözdağı verici, tehdit edici. (Arapça - Farsça)

tehevvül

  • Korkunç hâle gelme.
  • Birisinin malına göz koyma.

tekeffü'

  • Yürürken etrafına bakmadan önünü gözleyerek gitmek.

tekehhul

  • Göze sürme çekme. Suni kara gözlü olma.

tekhil

  • (Kuhl. dan) Göze sürme çekme.

telahuz

  • Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma.

telaum

  • Muntazır olmak, gözlemek, beklemek.

telebbüd

  • Birbiri üstüne yığılmak.
  • Bir yere gizlenip av gözlemek.

televvüm

  • Muntazır olmak, beklemek, gözlemek.
  • Kabul etmemek.

temaşa / temâşâ

  • Görme, gözlem yapma.

temaşa ehli / temâşâ ehli

  • Gözlemci, gözetleyen.

temaşa etme

  • Bakma, seyretme, gözlem yapma.

temaşager / temâşâger

  • Seyirci, gözlemci.

temsili / temsilî

  • Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.

temsir

  • Birşeye göz dikip beklemek.

tenbih

  • (Çoğulu: Tenbihât) Göz açtırmak.
  • Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak.
  • Sıkı emir vermek.
  • Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat.

tengçeşm

  • Açgözlü. (Farsça)

terakkub

  • Bekleme, gözetleme, yol gözleme.
  • Ümit etme.
  • Muntazır olma.

terakkubat / terakkubât

  • (Tekili: Terakkub) Gözetlemeler, beklemeler.

tergib / tergîb / ترغيب

  • Rağbet ettirme, istek uyandırma. (Arapça)
  • Tergîb etmek: Rağbet ettirmek, istek uyandırmak. (Arapça)
  • Terhîb etmek: Gözünü korkutmak. (Arapça)

terk-i hükmi / terk-i hükmî

  • Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek.

ternik

  • Bir nesneye bakıp durmak.
  • Gözün zayıflaması.

tertib / tertîb

  • Sırayı gözetmek.

tertib sahibi / tertîb sâhibi

  • Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

teşavüs

  • Gururlanıp gözücuyla bakmak.

teşhir

  • Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme.
  • Meşhur ve nâmdâr kılmak.
  • Kılıç sıyırma.

teskir

  • (Sekr. den) Sarhoş etme.
  • Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.

tevafukat-ı belagat / tevafukat-ı belâgat

  • Belâgat kuralları gözetilerek yazılmış ifadeler arasındaki uyum.

tevafukat-ı gaybiye

  • Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.

tevari

  • Gizlenme, kaybolup göze görünmeme.

tevbis

  • Köpek yavrusunun gözlerini açması.

tevhid-i şuhud / tevhid-i şuhûd

  • Görünen ve gözlemlenen herşeyi bir olan Allah'a verme ve Ona ait kılma.

teyakkuz

  • Uyanık olma.
  • Uykudan kalkma.
  • Göz açıklığı.

tezahürat-ı rububiyet / tezahürât-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olması.

tezyinat-ı lafziyye / tezyinât-ı lafziyye

  • (Muhassınat-ı lafziyye de denir. İlm-i Bediin iki bölümünden ikinci bölümüdür. ) Kelâmın lafzında olan ve göze hitab eden edebî san'atlar. Cinas, seci' gibi.

tıhs

  • Asıl.
  • Göz karanlığı.

tilmiz-i avrupa

  • Avrupa öğrencisi; Batı felsefesinden ders alan, hayata bu gözle bakan öğrenci.

tımah

  • (Tumah - Matmuh) Bir şeye göz dikerek bakmak. Haris olmak. Hırsla onu istemek.

tiz-çeşm

  • Gözü keskin. (Farsça)

tumuh

  • Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.

uful

  • Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak.
  • Mc: Ölmek.
  • Sönüp gözden kaybolmak (güneşin sönüp kaybolması gibi).

uhuz

  • Göz ağrısı.

ur

  • Tek gözlüler.
  • Silâhsız, mühimmatsız olanlar.

usmur

  • (Çoğulu: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.

usur

  • Gözcülük etmek.

uyun / uyûn / عيون

  • (Tekili: Ayn) Gözler.
  • Kaynaklar, pınarlar.
  • Gözler. (Arapça)

uyun-u ehl-i hak / uyûn-u ehl-i hak

  • Hakka taraftar olanların gözleri.

uyun-u mü'minin / uyûn-u mü'minîn

  • Mü'minlerin gözleri.

vasvas

  • Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü.
  • (Çoğulu: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik.

vasvasa

  • Yüz örtüsü.
  • Köpek eniğinin gözlerinin açılması.

vatvata

  • Geceleyin gözün görmemesi.

vaziyet-i meşhude / vaziyet-i meşhûde

  • Gözlemlenen durum.

vekte

  • (Çoğulu: Vikat) Gözün karasına ak düşmek.
  • Nokta.
  • Eser.

veli / velî

  • Sahip, gözetici, koruyucu.

yakin / yakîn

  • Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek. (Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman

yakin-i imaniye / yakîn-i imanîye

  • İmanî kesinlik; kesin olan inanç. Gözle görür derecesinde kesin iman.

yakut-u müzab

  • Erimiş yakut.
  • Göz yaşı.
  • Kan.
  • Kırmızı şarap.

yed-i beyda / yed-i beydâ

  • Parlak el. Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği ve koynundan çıkardığında gözleri kamaştıran ve güneş ziyâsı saçan eli.

yek-çeşm / يَكْ چَشْمْ

  • Tek gözlü.
  • Tek göz.

yek-çeşm deha / yek-çeşm dehâ

  • Tek gözlü olağanüstü zekâ ve akıl; Kur'ân'ın gösterdiği gerçekleri görmeyen ve sadece dünyevî maksatları gözeten zekâvet ve akıl.

yekçeşm

  • Tek gözlü.
  • Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. "Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden" meâlinde mecazen söylenilmiştir.
  • Güneş.

zabit / zâbit

  • Gözetici, subay.

zabitlik

  • Gözeticilik.

zac / zâc / زاج

  • Göztaşı. (Arapça)

zafere

  • Göze inen perde.

zahire

  • Dışarı fırlamış olan göz.
  • Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi.

zavahir

  • (Tekili: Zâhir) Görünüş. Dış görünüş.
  • Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.

zera'

  • Vahşi sığırın buzağısı.
  • Tamâ, hırs, aç gözlülük.

zeref

  • (Zerefân-Zerâfe-Zerif) (Çoğulu: Zevârif) Gözden yaş akmak.
  • Yavaş yürümek.

zerire

  • (Çoğulu: Ezirre) Göz otu. Tutya.

zerur

  • Göz otu.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın