REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Fası ifadesini içeren 166 kelime bulundu...

ahir / âhir

  • Zina işleyen. Fasıklık yapan.
  • Tembel kimse.

ala-fetretin / alâ-fetretin

  • Daim olmayarak, fasıla ile.

ale-l-ittisal

  • Birbiri ardınca, peş peşe, aralarında fâsıla olmadan.

anet

  • (Çoğulu:Anât) Fâsık.
  • Diz kılı.
  • Yaban eşeği sürüsü.
  • Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı.

arube

  • Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur.
  • Cuma günü.

asime-sar / asime-sâr

  • Kafası karışık. (Farsça)

bab / bâb

  • Kapı.
  • Fasıl, bölüm.
  • Mine'l-bab ile'l-mihrab: Kapıdan mihraba dek, baştan sona kadar.
  • Kapı.
  • Kısım.
  • Mevzu.
  • Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab.
  • Hususi madde.
  • Sığınacak yer.
  • İş.
  • Şekil.
  • Tövbe.

bazmande

  • Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. (Farsça)
  • Durmuş, geri kalmış. (Farsça)

bed-ahd

  • Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız. (Farsça)

beliğ / belîğ / بليغ

  • Fasih konuşan. (Arapça)
  • Fasih, düzgün. (Arapça)

beligane

  • Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak. (Farsça)

beynunet / beynûnet

  • Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik.
  • Ayrılmak, firkat.

bi-dimağ / bî-dimağ

  • Kafasız, akılsız. (Farsça)

bi-vefa / bî-vefa

  • Vefasız, dönek. (Farsça)

bila fasıla / bilâ fasıla

  • Fasılasız, aralıksız.

bila-fasıla / bilâ-fasıla

  • Fâsılasız, aralıksız, durmadan.

bilade

  • Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden. (Farsça)

bilafasıla / bilâfasıla

  • Fasılasız, aralıksız.
  • Fasılasız, aralıksız.

bıngıldak

  • Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır.

bivefa / bîvefa / bîvefâ / بى وفا

  • Vefasız.
  • Vefasız. (Farsça - Arapça)

büz

  • Harap yer.
  • Fâsid nesne.
  • Helâk.

caiz değil / câiz değil

  • Sahîh değil.
  • Mekruh.
  • Haram.
  • Fâsid, bâtıl.

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

deri

  • Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) (Farsça)
  • Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği. (Farsça)

devş

  • Fâsid olmak.

e'cam

  • (Tekili: Acem) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar.
  • Acemiler.

eblağ

  • En beliğ. Daha beliğ. Daha fasih. Çok beliğ.

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • Mükellef olanların (yani; Cenâb-ı Hakk'ın teklif ve emirlerini kabul ve vazifeli kimselerin) yaptıkları amel ve işler. Bunlar şu isim altında sıralanır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, sahih bâtıl, fâsid, helâl.

efsah

  • Daha fasih. En fasih. Pek çok güzel ifade.

efsah-ı füseha / efsah-ı füsehâ

  • Fasih ve güzel konuşanların en fasihi ve güzeli.

efsak

  • En fâsık, çok edepsiz.

ehl-i suffe

  • Suffe ehli ki bunlar, Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin sofasında kalırlar ve burada Hz. Peygamber'den dni öğrenirlerdi.

ekinoks

  • Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu. (Fransızca)

elsen

  • Fasih ve düzgün konuşan.

evfa

  • Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli.
  • En çok. Pek tamam.
  • Tam yetişmek.

ezra

  • Çok konuşma.
  • Çok yeme.
  • Sözü düzgün ve pek fasih olan kimse.

facir / fâcir

  • Açıktan günâh işleyen, haram ve günâha dalmış. Fâsık.
  • Kâfir.

fasahat-perdaz / fasahat-perdâz

  • Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan. (Farsça)

fasid / fâsid

  • Bozguncu.
  • Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid.
  • Yanlış olan.
  • Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi sat

faside / fâside

  • (Bak: FÂSİD)

fasihane / fasîhane

  • Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla. (Farsça)

fasıl / fâsıl

  • Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.

faşist

  • Faşizm taraftarı. (Fransızca)

fasit daire

  • (Bak: Fâsid daire)

fasl

  • (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal.
  • Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna "Faysal" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme.
  • Bölüm.
  • Mevsim.
  • Aynı makamda çalınan şarkı.
  • Çocuğu memeden kesmek.
  • Birini zem

favina / favîna

  • Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.

faysal

  • Karar. Hüküm. Fasıl. Hall.

felek

  • Gök, gök katı, devir.
  • Tâli', baht.
  • Büyük ve dâirevi olan şey.
  • Her gök seyyaresinin gezdiği âlem.
  • Dünyâ, âlem,
  • Bir zilli âlet.
  • Yuvarlak kütük, kızak. (Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten

fesahat / فصاحت

  • Fasihlik, dilde düzgünlük. (Arapça)

feseka

  • (Tekili: Fâsık) Fâsıklar.

fevasıl / fevâsıl

  • (Tekili: Fâsıla) Fâsılalar.
  • Fasıllar, bölümler.
  • Fasıllar, bölümler.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus

fıkarat / fıkarât

  • (Tekili: Fıkra) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler.
  • Fasıllar, bölümler, kısımlar.
  • Cümleler, parağraflar.
  • Omurga kemiklerindeki boğumlar.

fikr-i fasid / fikr-i fâsid

  • Bozuk fikir, fâsid fikir.

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fısk

  • Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak.
  • Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde "fâsık" denir.

fusaha / fusahâ / فصحا

  • (Tekili: Fasih) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
  • Fasih konuşanlar. (Arapça)

füseha-i arab

  • Arap fasihleri, Arapların en güzel, akıcı ve etkili konuşanları.

fussilet

  • (Fasıl. dan) Ayırd edilmiş, izâh ve tafsil edilmiş.

fusul / fusûl / فصول

  • (Tekili: Fasıl) Fasıllar. Mevsimler. Bölükler. Kısımlar.
  • Fasıllar, mevsimler.
  • Bölümler, kısımlar.
  • Fasıllar, mevsimler, kısımlar.
  • Fasıllar, bölümler. (Arapça)
  • Mevsimler. (Arapça)

fusul-ü erbaa

  • Dört fasıl olan, ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimleri.

gadr

  • Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.
  • Hainlik, vefasızlık, zulüm, merhametsizlik, haksızlık.

gayr-ı münkatı'

  • Devamlı, fasılasız, kesiksiz.

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

gusl

  • Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

habit / habît

  • Fâsid, yaramaz, bozuk.

hayal / hayâl

  • İnsanın kafasında tasarladığı şey.

hays

  • Hayvan leşinin kokması.
  • Bir kimseyi aldatmak.
  • Sözde durmamak, ahid bozmak.
  • Fâsid olmak.

herbar / herbâr / هربار

  • Her defasında. (Farsça)

hercai / hercaî

  • (Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder.
  • Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.

hırka

  • Bez parçası. Bezden mâmul elbise.
  • Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.

hıyanet / hıyânet / خِيَانَتْ

  • Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.
  • Hâinlik, emanet ve söze vefasızlık gösterme.

hükmi temizlik / hükmî temizlik

  • Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

hülk

  • Yok olmak. Fâsid olmak.
  • Düşmek.

hür'

  • Fâsid kelâm, çirkin söz.

huvar

  • (Çoğulu: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa "fasil" derler.)

huzakiyy

  • Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse.
  • Eşek sıpası.

ida'

  • Fasid olmak. Bozulmak.
  • Helâk olmak.
  • Yardım etmek.

infisal

  • Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme.
  • Yerini bırakıp gitme.
  • Azledilme.

irs

  • Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak.
  • Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk.
  • Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.

istidrac / istidrâc

  • Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.
  • Derece derece yükselmeyi istemek.
  • Fâsık veya kâfir olduğu belli bir şahsın gösterdiği harika.

izhar

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.

kafine / kafîne

  • Kafasından kesilen koyun.

kafy

  • Uymak.
  • Kafasına vurmak.

kefil

  • (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.

kelam-ı mudari / kelâm-ı mudarî / kelâm-ı mudârî

  • Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
  • Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur'ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça'dır.

kırtab

  • Kafası üstüne yıkmak.

lan / lân

  • Hakikatsızlık, vefasızlık. (Farsça)

leyg

  • İyi huylu olmak.
  • Sözü açık ve fasih söyleyememek.

lisan-ı fasihane / lisân-ı fasihâne

  • Fasih dil; meramı güzel, açık ve düzgün ifadelerle aktaran dil.

manzara-i hayal

  • Hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara.

mebhas / مبحث

  • Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz.
  • Arama, araştırma yeri.
  • Bir şeyin arandığı yer.
  • Bölüm, fasıl. (Arapça)
  • Bilim. (Arapça)

mefsil

  • (Çoğulu: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal.

merdud-üş şehadet / merdud-üş şehâdet

  • Şahitlikleri kabul edilmiyenler.
  • Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.

merehan

  • Sevinç, ferah, sürur.
  • Zayıf olma.
  • Fâsid olmak.
  • Kurumak.

mezir

  • Fâsid olmak, fesatçılık yapmak.

mezr

  • Fâsit olma. Bozuk olma.
  • Pis.
  • Ayrılık.

mıska'

  • (Çoğulu: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.

mufassıl

  • Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.

mükerrem

  • Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan. (İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.)

münfasıl

  • (Bak: Munfasıl)

munfasılan

  • Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda.

münfasıle

  • (Bak: MÜNFASIL)

mürcie

  • "Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan günâh işleyen) azâb görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda olanlardan) ayrılan bozuk fırka.

mustafa

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.

muttasıl

  • Bitşik. Aralıksız. Fâsılasız. Hiç durmadan. İttisâl eden, ulaşan, kavuşan.

na-mihr-ban

  • Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz. (Farsça)

na-mihr-bani / na-mihr-banî

  • Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik. (Farsça)

nabiga

  • (Çoğulu: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse.
  • Sonradan şâir olan.
  • Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.

nasfet

  • (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.

natef

  • Bulaşmak.
  • Fâsid olmak, bozulmak.

nebbar

  • Fasih dilli, güzel konuşan adam.

netr

  • Cezbetmek, kendine çekmek.
  • Taan etmek, çekiştirmek.
  • Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak.

rir

  • Fâsid, bozuk, yaramaz.

ruşenbeyan

  • Fasih konuşan. Açık ifadeli. (Farsça)

safa-yı gülşen

  • Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.

safsaf

  • (Çoğulu: Safâsıf) Yüksek düz yer.
  • Serçe kuşu.

sahife

  • Sayfa, kitap sayfası.
  • Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli.

sahife-i alem / sahife-i âlem

  • Âlem sayfası.

sahife-i arz

  • Yeryüzü sayfası.

sahife-i ayat-ı tekviniye / sahife-i âyât-ı tekvîniye

  • Yaratılışa ait delillerin sayfası.

sahife-i efkar / sahife-i efkâr

  • Düşünceler sayfası; kamuoyu, insanlığın genel düşünce sayfası.

sahife-i fıtrat

  • Yaratılış sayfası.

sahife-i hava

  • Hava sayfası.

sahife-i hayat

  • Hayatın devreleri, hayat sayfası.

sahife-i hayatiye-i bahariye

  • Baharın hayat sayfası.

sahife-i ibret

  • İbret sayfası.

sahife-i icraat

  • İcraat ve faaliyet sayfası.

sahife-i itibar-ı alem / sahife-i itibar-ı âlem

  • Bir kitap gibi kabul edilen kâinat sayfası.

sahife-i itibar-i alem / sahife-i itibar-i âlem

  • Âlemin itibar sayfası; dünyanın şeref, kıymet, değer sayfası.

sahife-i kader

  • Kader sayfası.

sahife-i kemalat / sahife-i kemâlât

  • Mükemmellikler sayfası.

sahife-i kevn ve vücud

  • Kâinat kitabındaki yaratılmış, varlıklar sayfası.

sahife-i mukadderat

  • Kader sayfası; Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu sayfa.

sahife-i müstakbel

  • Gelecek zaman sayfası.

sahife-i sema / sahife-i semâ

  • Gökyüzü sayfası.

sahife-i tevhid

  • Herşeyin bir olan Allah'a ait olduğunu gösteren birlik sayfası.

sahife-i vech

  • Yüz sayfası; Cenâb-ı Hakkın isimlerini tecellî edip yazıldığı insan yüzü.

sahife-i vücut / sahîfe-i vücut

  • Varlık sayfası.

sahife-i zihn

  • Zihin sayfası.

şahm

  • Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak.

şaki / şakî

  • Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

sefik

  • (Çoğulu: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid.
  • Sık dokunmuş bez.

sefsaf

  • (Çoğulu: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş.
  • Un elerken elekten kalkan toz.

şekavet / şekâvet

  • Kâfir veya fâsık olma, cehennemlik olma. Seâdetin zıddı.

selis

  • Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade.

serb

  • (Çoğulu: Sürub) İçyağı.
  • Helâk olmak.
  • Bozulmak, fâsid olmak.
  • Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.

sergerm

  • Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. (Farsça)
  • Neşeli. Sarhoş. Mest. (Farsça)

siccin

  • Sert, şiddetli olan şey.
  • Dâim olan.
  • Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer.
  • Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.

sifsir

  • (Çoğulu: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan.
  • Zarif, zerâfetli.
  • Hizmetçi, hâdim.
  • Tabi, itaat eden, uyan.

sühan-ver

  • Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan. (Farsça)

sünuh

  • Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.

tahabbut

  • Düşünmek.
  • Aklını eksiltmek, fâsid etmek.

tahbib

  • Fâsid etmek, bozmak.

tahlit

  • (Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.

tavır

  • (Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet.
  • Bir kerre, bir defa.
  • İki şey arasındaki had ve fasıla.
  • Kader.
  • Miktar.

tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ

  • Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da

tefessuh

  • Fasih olma. Anlaşılması kolay olma.

tefsid

  • Fâsid etmek, bozmak.

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.

tekerrüc

  • Fâsid olmak, bozulmak.
  • Kirlenmek. Paslanmak.

temeh

  • Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.

tetabu'

  • Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek.

yar-ı bivefa / yâr-ı bîvefâ

  • Vefasız dost.

zamirü'l-fasl

  • Gr. munfasıl zamir; ayrık zamir; cümle içinde başka bir kelimeye bitişmeksizin kendi başına ayrı olarak gelen zamir.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın