REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Eşi ifadesini içeren 8330 kelime bulundu...

ayat-ı hırz / âyât-ı hırz

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

işaret-i nass / işâret-i nass

  • Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.

ishak aleyhisselam / ishâk aleyhisselâm

  • Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

'ağisna ya gıyase'l-müstağisin' / 'ağisnâ yâ gıyâse'l-müstağîsîn'

  • 'Bize yardım eyle ey yardım isteyenleri yardımsız bırakmayan' mânâsına gelen bir dua cümlesi.

163. madde

  • Eski Türk Ceza Kanununun 163. maddesi.

a

  • 1928 senesinde alınan Türk alfabesinin "a" harfi, Osmanlıcadaki elif ve ayın harflerine yakın bir ses verir.

a'bel

  • Ak, beyaz.
  • Ağaç yaprağının dökülmesi.

a'dal

  • (Tekili: İdl) Eşitler, denkler, müsaviler.

a'la suresi / a'lâ suresi / a'lâ sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in seksenyedinci suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin seksen yedinci sûresi.

a'la-yı illiyyin / a'lâ-yı illiyyîn

  • Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.

a'raf / a'râf

  • (Tekili: Arf) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer. (Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)
  • Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.

a'raf suresi / a'râf sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.
  • Kur'ân-ı kerîmin yedinci sûresi.

a'raz / a'râz

  • Varlıkta kalabilmesi için başka bir şeye muhtâc olan hâssalar (özellikler), sıfatlar. Araz'ın çokluk şeklidir.

a'ref

  • Pek ma'ruf, çok bilen. Arif.
  • Çok anlayışlı, fazla bilgili.
  • Yelesi ve boynu uzun olan at.

a'şa

  • Gözleri dumanlı olan adam.
  • Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı.
  • Gece vakti gözleri görmeyen kimse.

a'ver

  • Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. (Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)

ab'ab

  • Taze civanlık.
  • İbrişim halı.
  • Dağ tekesi.
  • Yumuşak yünden yapılan kisve.

ab-ı abisteni / ab-ı âbistenî / âb-ı âbistenî / آب آبستنى

  • Nebatların beslenip büyümesi için zaruri olan su ve yağmur.
  • Gebeliğe sebep olan su, meni.
  • Meni.
  • Bitkilerin yetişmesine neden olan su.

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

ab-yari / ab-yarî

  • (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. (Farsça)

ab-yari-i himmetinizle / ab-yârî-i himmetinizle

  • Himmetiniz yardımıyle, himmetiniz sayesinde.

abadile / abâdile

  • Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı.

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abdan

  • (Ab. dan) Bahçe kovası, bahçe sulamaya mahsus süzgeçli kova.
  • Sidik kesesi, mesane.

abdest

  • Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.

abdiyyet

  • Kulluk makamı. Evliyâlığın en yüksek makâmı, derecesi. İyilikleri Allahü teâlâdan bilip kendinden bilmemek.

abdulaziz

  • 32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hi: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir.

abdullah

  • Allah'ın kulu, kölesi.

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

abeket

  • (Çoğulu: Abekât) Tâne, az şey.
  • Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
  • Ekmek parçası.
  • Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.

abes

  • Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi.
  • Saçma, gayesiz, hikmetsiz, gereksiz.

abese

  • (Abs. den) Çehresini çattı, sureti kerih oldu (meâlinde).

abese irca

  • Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ: Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek, Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, "Abese irca" yolu ile isbat

abese suresi / abese sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de sekseninci surenin ismi olup, Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Saliha Suresi, Sefere Suresi de denilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin sekseninci sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede yüzçevirdi, iltifat etmedi mânâsına olan Abese lafzı sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından bir mev'ize (nasihat, öğüt) olduğu bildirilmekte,

abesiyet

  • Faydasızlık ve gayesizlik.

abesiyyun

  • Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, h

abid / âbid

  • İbâdet eden. Farzları ve vâcibleri yerine getirdikten sonra çeşitli nâfile ve yapılması sevab olan işlere de devam eden. Çokluk şekli, ubbâd'dır.

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

abone

  • Gazete ve dergi gibi yayınlara peşin para vererek muayyen bir zaman için müşteri olan kimse. (Fransızca)

abra

  • Bir değiş-tokuşta üste verilen şey.
  • Teraziyi ayarlamak için hafif gelen kefesine konulan ağırlık.

acaib-i imkanat / acaib-i imkânât

  • İmkân dairesindeki şaşırtıcı eserler.

acemi / acemî

  • İşin yabancısı, tecrübesiz.
  • Tecrübesiz.
  • Yabancı.
  • Yeni. Mübtedi.
  • Bir işte yeni olan, tecrübesiz.

acemi ve ecnebi huruf / acemî ve ecnebî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan yabancı harfler.

acemistan

  • İran ülkesi. (Farsça)

acemiyan

  • (Tekili: Acemi) İranlılar. Acemler. (Farsça)
  • Acemiler, tecrübesizler. (Farsça)

acente

  • (Acenta) ing. Bir vapur şirketinin her iskeledeki memuru.
  • Bir şirket veya idarenin diğer memleketteki vekili.
  • Memur veya vekilin memuriyeti ve idarehanesi.

acic

  • Sesi yükseltmek.

acil / âcil

  • Aceleci.
  • Acele eden. Hemen.
  • Derhal. Peşin.
  • Çabuk.
  • Fık: Dünya.

acilen / âcilen

  • (اٰجلاً) Vakti gelince, ileride, gelecekte.
  • (عاجلاً) Acele olarak, derhal, peşin olarak.

acizane / âcizâne

  • Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) "Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler." (Farsça)
  • Âciz bir şekilde, güç yeteden anlamında kullanılan bir tevazu ifadesi.

acür

  • Yoğunluk, semizlik, besililik.
  • Yoğun.
  • Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak.

acvet

  • Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma.

acz / عجز

  • Acizlik, çaresizlik, bir şey yapamama. (Arapça)

acz-i zati / acz-i zâtî

  • Varlığın öz niteliği olan âcizlik (ateşin öz niteliği olan sıcaklık gibi).

ad kavmi / âd kavmi

  • Hûd aleyhisselâmın kavmi. Bu kavim Nûh aleyhisselâmın torunlarından Âd'ın evlâdından çoğaldıkları için bu adı almışlardır. Bu kabile, Yemen'de Hadramûd bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Yemen ile Şâm arasında yerleştikleri de rivâyet edilmiştir.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adak

  • Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e.

adalet / adâlet

  • Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma. Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.

adalet-i ictimaiyye / adâlet-i ictimâiyye

  • Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi.

adalet-i izafiye / adalet-i izâfiye

  • Göreceli adalet; toplumun selâmeti için birey hukukunun feda edilmesini öngören adalet.

adalet-i mahza-yı kur'aniye / adalet-i mahzâ-yı kur'âniye

  • Kur'ân'da emredilen ve bütün yönleriyle hak ve hukuku esas alan adalet; 'Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz' şeklinde ifade edilen, ferdin ve masumun hakkını hiçbir gerekçeyle çiğnenmesine izin vermeyen adalet.

adalet-i nisbiye

  • Zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet.

adaletname-i şeriat / adaletnâme-i şeriat

  • Şeriatın adalet ölçüsü, belgesi.

addar

  • Denizci, gemici taifesi.

ade / âde

  • Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde.

adem

  • Yokluk, varlığın zıddı.
  • Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle kendinden geçmesi hâli.

adem-i delil-i sübut

  • Kesin bir delilin bulunmaması.

adem-i istima'

  • Huk: Mahkemede dâvanın dinlenmemesi.

adem-i merkeziyet-i siyasiye

  • Siyasî olarak yerinden yönetim; bir ülke sınırları dahilinde bulunan eyâlet ve bölgelerin tek merkezden değil, yerel yönetimler tarafından idare edilmesi.

adem-i muhakeme

  • Bir konu üzerinde derinlemesine düşünmeme ve araştırma yapmama.

adem-i müsaade / adem-i müsâade

  • İzinsizlik, müsaadesizlik

adem-i müsavat / adem-i müsâvât

  • Eşitsizlik.

adem-i mutlak / عَدَمِ مُطْلَقْ

  • Hiçbir varlık mertebesinde olmama.

adem-i muvazenet / عدم موازنت

  • Dengesizlik.

adem-i tereddüd

  • Tereddütsüz, şüphesiz.

adem-i vuku

  • Olayın meydana gelmemesi.

ademabad / ademâbâd / عدم آباد

  • Yokluk ülkesi. (Arapça - Farsça)

ademistan / ademistân

  • Yokluk ülkesi, yeri.
  • Yokluk ülkesi.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz

adet görme / âdet görme

  • Aybaşı hâli. Kadınlardan ve ergenlik, evlenme çağına gelmiş olan kızlardan her ay belli günlerde kan gelmesi hâli.

adet zamanı / âdet zamânı

  • Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.

adette bid'at / âdette bid'at

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.

adetullah / âdetullah

  • (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y

adha / adhâ

  • Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti.

adid

  • Kesilmiş ağaç.
  • Tepesine el yetişen hurma ağacı.

adil / adîl / عدیل

  • Eş, denk, akran, benzeri. Ölçüde, miktarda eşit olan.
  • Eşit, denk. (Arapça)

adiliyet / âdiliyet

  • Allah'ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olması.

adim-ün nazir / adîm-ün nazîr

  • Eşi, benzeri olmayan. Eşsiz. Benzersiz.

adiyat suresi / âdiyat suresi / âdiyât sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 100. suresinin ismi olup, Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüzüncü sûresi.

adya'

  • Boynuzu ufak koyun.
  • Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.

afar

  • Arap diyarında çok olan bir yeşil ağaç.
  • Hurma ağacını islah etmek.
  • Katıksız ekmek yemek.

aff-ı kusur

  • Kusurun affedilmesi.

afra'

  • Beyazı kızıllığına galip olan geyik.
  • Ayın onüçüncü gecesi.

afşar

  • Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.

aftab-gerdan / aftâb-gerdan

  • Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. (Farsça)
  • Avcı kulübesi. (Farsça)

afv-i anilkat'

  • Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.

afyon

  • Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde.

agande

  • Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. (Farsça)
  • Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek. (Farsça)

agırra

  • (Tekili: Garîr) Tecrübesizler, safdiller, acemiler.
  • Mağrurlar.

ağisna ya gıyase'l-müstağisin / ağisnâ yâ gıyâse'l-müstağîsîn

  • 'Bize yardım eyle ey yardım isteyenleri yardımsız bırakmayan' mânâsına gelen bir dua cümlesi.

ağleb-i ömür

  • Ortalama ömür, hayat süresi.

agrafi

  • yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi.

agrar

  • (Tekili: Gırr) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar.

agziye

  • (Tekili: Gıdâ) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri.

ahadi hadis / ahadî hadis

  • Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur. (Muvazzah İlm-i Kelâm)

ahaff

  • Pek hafif, çok hafif.
  • Düşüncesiz.

ahbeş

  • Habeş, Habeşi.

ahd u misak / ahd u mîsâk

  • Yemin ve anlaşma, kesin söz.

ahdar / احضر

  • Yeşil, yemyeşil, pek yeşil.
  • Yemyeşil. (Arapça)

ahdar-ı nazır / ahdar-ı nâzır

  • Çok yeşil, yemyeşil, tam yeşil.

ahdeb

  • Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak.
  • Uzun boylu.

aheste-rev

  • Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen. (Farsça)

ahfa / ahfâ

  • Çok gizli, âlem-i emrin (madde ve ölçü olmayan ve arşın üstündeki âlemin) beşinci ve son latîfesi (makamı, mertebesi).

ahi / ahî

  • Kardeşim.
  • Ahilik ocağından olan kimse.
  • Eli açık, cömert.
  • Kardeşim

ahir vakit / âhir vakit

  • Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.

ahir zaman / âhir zaman

  • Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.
  • Dünyânın son zamânı, son devresi. Genel olarak Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) teşriflerinden, özel olarak hicrî bin senesinden sonraki zaman.

ahir-i feth / âhir-i feth

  • Kur'ân-ı Kerimin 48. sûresi olan Fetih Sûresi'nin sonu.

ahir-i sure-i feth / âhir-i sûre-i feth

  • Kur'ân'ın 48. suresi olan Fetih Sûresinin sonu.

ahiret / âhiret

  • İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.

ahiretlik / âhiretlik

  • Ahiret kardeşi. (Arapça - Türkçe)
  • Evlat edinilen öksüz. (Arapça - Türkçe)

ahirzaman / âhirzaman

  • Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.
  • Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.

ahirzaman peygamberi / âhirzaman peygamberi

  • Dünya hayatının kıyamete yakın son devresinde gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

ahiz / ahîz

  • (Ahz. den) Esir.

ahkaf suresi / ahkâf sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin kırk altıncı sûresi.

ahkam-ı kat'iye / ahkâm-ı kat'iye

  • Kesinleşmiş hüküm ve esaslar.

ahkam-ı kat'iye-i islamiye / ahkâm-ı kat'iye-i islâmiye

  • İslâmın kesinleşmiş hüküm ve esasları.

ahkam-ı müteaddide / ahkâm-ı müteaddide

  • Çeşitli, birden fazla hükümler.

ahkam-ı rububiyet / ahkâm-ı rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi ile ilgili hükümler.

ahlaf

  • Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.

ahrab

  • Kulağı kesik.
  • Kulaktaki küpe deliği.

ahram

  • (Tekili: Harem ve Harim) Gizli yerler. Gizli olup herkesin girmesi serbest olmayan yerler.
  • Kadınların bulunduğu haremlikler.

ahrar / ahrâr

  • (Tekili: Hür) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler.
  • Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar.
  • Hürriyetçiler.
  • Hürler, esir ve köle olmayanlar.

ahrem

  • Burnu kesik olan. Kesik burunlu.
  • Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlıyan oniki şekilden herbiri.
  • Tıb: Omuz ucu.

ahretlik

  • Ahiret kardeşi. (Arapça - Türkçe)
  • Evlat edinilen öksüz. (Arapça - Türkçe)

ahsen-ül halıkin / ahsen-ül hâlıkîn

  • Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel yaratan Hâlık. (C.C.)

ahsenü'l-kasas

  • Kıssaların, hikâyelerin en güzeli.
  • Yusuf Sûresi.

ahtal

  • Çabuk yürüyen.
  • Boşboğaz, çok konuşan kimse. Çenesi düşük.

ahte

  • Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) (Farsça)
  • Husyesi çıkarılmış hayvan. (Farsça)

ahval-i acizane / ahvâl-i âcizâne

  • Bir tevazu ifadesi olarak "Allah'ın âciz ve zavallı bir kulu olarak sağlık durumum, halim" mânâsında bir ifade.

ahval-i muhtelife / ahvâl-i muhtelife

  • Çeşitli haller.

ahz ü girift

  • Ele geçirme, yakalama.
  • Esir alma.

ahzab / ahzâb / احزاب

  • Kütleler. (Arapça)
  • Partiler. (Arapça)
  • Ahzâb sûresi. (Arapça)

ahzab gazvesi / ahzâb gazvesi

  • Hendek gazvesinin diğer adı.

ahzab suresi / ahzâb sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin otuz üçüncü sûresi.

ahzar / اخضر

  • Yeşil. (Arapça)

aidat

  • (Tekili: Aide) Gelirler, kazançlar.
  • Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para.

ail

  • Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.

aile-perver

  • Evine düşkün, ailesine düşkün. (Farsça)

ak'aka

  • Saksağan sesi.

akabe / عقبه

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da
  • Geçilmesi güç geçit. (Arapça)
  • Yokuş. (Arapça)

akabe biatı

  • Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi.

akademi

  • yun. Yüksek mekteb.
  • Âlimler, edebiyatçılar heyeti.
  • Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer.
  • Çıplak modelden yapılan insan resmi.
  • Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetl

akaid / akâid

  • Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.

akala

  • Bir çeşit pamuk.

akamet

  • Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama.
  • Neticesizlik.

akar

  • Köşk, yüksek bina.
  • Bâbil vilayetinde bir yer adı.
  • Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak.
  • Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.

akat

  • Evin ortası. Evin çevresi, etrafı.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akd

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi

akd-i uhuvvet / عَقْدِ اُخُوَّتْ

  • Kardeşlik sözleşmesi, anlaşması.
  • Kardeşlik sözleşmesi.

akd-i zimmet

  • İslâmlarla muharebe etmiş veya eden bir şahsın veya bir cemaatın İslâm ahd u emânını, yani tâbiiyyetini kabul etmesi.

akib

  • Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı.

akibet-ül emr / âkibet-ül emr

  • Bir işin neticesi, sonu.

akıbetsiz / âkıbetsiz

  • Neticesiz.

akid / âkid

  • Kuyunun çevresi, etrafı.

akide-i avam / akîde-i avâm

  • Geniş halk tabakasının akidesi, inancı.

akide-i avam-ı mü'minin / akîde-i avâm-ı mü'minîn

  • Mü'minlerden avam tabakasının inanç seviyesi.

akika / akîka

  • Yeni doğan çocuk için Allah'a şükür maksadıyla kesilen kurban.
  • Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana "Nesike" de denir.
  • Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.
  • Yeni doğan çocuk için şükür niyetiyle kesilen kurban.

akıl / âkıl

  • Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr.

akılcılık

  • (Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herş

akıle / âkıle

  • Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.

akim / akîm / عَق۪يمْ

  • Neticesiz, sonu yok. Beyhude.
  • Yağmur getirmeyen rüzgar.
  • Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek).
  • Kısır, verimsiz, neticesiz.
  • Neticesiz.

akim bir kıyas

  • Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas.

akıncı

  • Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır.

akis

  • (Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi.
  • Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi.
  • Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi.
  • Çarpışma, çarpıp geri dönme.
  • Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini

akl

  • Akıl, anlama melekesi.

akl-ı baliğ / akl-ı bâliğ

  • Yetişmiş genç. Erginlik hâli. Onbeşini doldurmuş genç.

akl-ı beşer

  • İnsan aklı. İnsan düşüncesi.

akl-ı feal / akl-ı feâl

  • İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.

akla'

  • Eli kesik.

akli burhan / aklî burhan

  • Güçlü ve sarsılmaz, akla ve mantığa uygun kesin delil.

akliyat / akliyât

  • Aklın kapasitesine göre ele alınan meseleler, bilimsel şeyler.

akmed

  • Ensesi uzun ve kalın olan kimse.
  • Uzun boylu.

akont

  • Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme. (Fransızca)

akraba-i taallukat / akraba-i taallûkat

  • Hısım akraba; yakın uzak bütün akrabalar, aile çevresi.

akreb / عقرب

  • Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık.
  • Saatin kısa ibresi.
  • Semâda bir burç ismi.
  • Akrep. (Arapça)
  • Saat ibresi. (Arapça)

akrebek

  • Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi. (Farsça)

akres

  • Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve "devenin yemişidir."

aks

  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

aks-i sada / aks-i sadâ

  • Sesin yankılanması.
  • Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.

aks-ün nakiz / aks-ün nakîz

  • Birbirine zıt olan iki şey.
  • Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."

aksam-ı tecelliyat / aksâm-ı tecelliyât

  • Tecellilerin, yansımaların kısımları, çeşitleri.

aksam-ı ziynet / aksâm-ı ziynet

  • Süs çeşitleri.

aksiyon

  • Şirket ve ticaret hissesi. (Fransızca)
  • Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması. (Fransızca)

akta'

  • Eli kesik olan adam.

aktivizm

  • Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.

akva'

  • Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun.

akvarel

  • Sulu boya resim.

akvet

  • Evin ortası. Evin çevresi.

al / âl / اٰلْ

  • Nesil.

al-i abbas / âl-i abbas

  • Emevilerden sonra 749 senesinden 1258 senesine kadar süren Abbasi hükümdar ailesi.

al-i beyt / âl-i beyt

  • Hz. Peygamberin (A.S.M.) sülâle-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idâme ettirenler. Al-i Resul, Al-i Nebi, Al-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tâbirlerle de söylenir.
  • Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler.

al-i beyt-i nebevi / âl-i beyt-i nebevî / اٰلِ بَيْتِ نَبَو۪ي

  • Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler.
  • Peygamberimiz (asm)ın âilesi ve nesli.

al-i firavun / âl-i firavun

  • Firavun ailesi. Firavun soyu.

al-i ibrahim / âl-i ibrahim

  • Hz. İbrahim'in ailesinden olanlar.

al-i imran / âl-i imrân

  • Kur'ân-ı Kerîm'in 3. sûresi.
  • İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın kendisi veya onun kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından İmrân binYeshâr'ın kendisi veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın ol duğu da bildirilmiştir.

al-i imran suresi / âl-i imran suresi / âl-i imrân sûresi

  • Kur'an-ı Kerimin üçüncü suresinin ismi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. Bu sureye Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, İstiğfar Suresi ve Tayyibe de denilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin üçüncü sûresi.

al-i muhammed / âl-i muhammed

  • Hz. Muhammed'in ailesinden olanlar.

ala-mele'in nas / alâ-mele'in nas

  • Herkesin önünde. Halkın huzurunda.

ala-meratibihim / alâ-meratibihim

  • Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.

ala-ruus-ileşhad / alâ-ruus-ileşhad

  • Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.

ala-yı illiyin / âlâ-yı illiyîn

  • Yüceler yücesi, en yüksek mertebe.

ala-yı illiyyin / alâ-yı illiyyîn / âlâ-yı illiyyîn

  • Allah katında en iyilerin derecesi, cennetin en yüksek derecesi, en yüksek mertebe.
  • Yücelerin en yücesi.

ala-yı illiyyin-i insaniyet / âlâ-yı illiyyîn-i insaniyet

  • İnsanlığın en yüksek derecesi.

ala-yı illiyyin-i kemalat / âlâ-yı illiyyîn-i kemâlât

  • Mükemmelliğin en yüce derecesi.

ala-yı illiyyin-i şeref / âlâ-yı illiyyîn-i şeref

  • Şerefin zirvesi, en yüce mertebesi.

ala-yı illiyyin-i tevhid / âlâ-yı illiyyîn-i tevhid

  • Tevhid mertebelerinin en yükseği; her şeyi bir olan Allah'a verme derecelerinin en yükseği, en zirvesi.

ala-yı illiyyin-i yakin / âlâ-yı illiyyîn-i yakîn

  • Şüphesizlik derecesinin en yükseği, doruğu.

alaim-i sema / alâim-i semâ

  • (Alâim-üs semâ) Al yeşil kuşak.

alak suresi / alak sûresi / alâk sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin doksan altıncı sûresi.
  • Kur'ân-ı Kerim'in 96. sûresi.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alakadarane / alâkadarane

  • İlgi gösterircesine.

alam-ı cismani / âlâm-ı cismanî

  • Vücutların acı çekmesi.

alamescid köyü

  • Afyon'un Sandıklı ilçesine bağlı bir köy.

alamet-i makbuliyet / alâmet-i makbûliyet

  • Kabul görmesinin işaret ve belirtisi.

alani / alânî

  • Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.

alaniyeten / alâniyeten

  • Herkesin önünde, açıkça, alânen.

alarm

  • Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret. (Fransızca)

alaşım

  • Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita.

alat-ı katıa / âlât-ı katıa

  • Kesici âletler.

alavere

  • Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele.
  • Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi.
  • Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık.
  • Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.

alay imamı

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini yapan subay.

alaybozan

  • Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.

alayıilliyyin / âlâyıîlliyyîn

  • Yücelerin yücesi.

albatr

  • Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı. (Farsça)

albüm

  • Lât. Fotoğraf resimlerini veya sair resim, şekil ve hatıraları içine alan defter veya kitap.

albümin

  • Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde. (Fransızca)

aleksi

  • yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi.

alelusul / alelusûl

  • Usûlen, öylesine, özen göstermeden.

alem / عَلَمْ

  • Nişan, minare tepesindeki hilal.

alem-i emr / âlem-i emr

  • Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.

alem-i imkan / âlem-i imkân

  • Kâinat; varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan âlem.

alem-i ma'na / âlem-i ma'na

  • Mâna âlemi, bazı ehline münkeşif olan âlem, mânen anlaşılan ve bilinen âlem.

alem-i mana / âlem-i mânâ

  • Mânâ âlemi; maddî gözle görünmeyen mânevî âlem; rüya ve keşif âlemi.

alem-i melekut ve ervah / âlem-i melekût ve ervâh

  • Ruhlar âlemi; hiçbir vasıta ve sebebin müdahele etmediği, hüküm ve idaresi doğrudan Allah'ın elinde bulunan âlem.

alem-i melekut ve ervahda / âlem-i melekût ve ervâhda

  • Madde ötesi ve ruhlar âleminde.

alem-i misali / âlem-i misalî

  • Görüntüler âlemi; bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem.

alem-i misaliye / âlem-i misaliye

  • Bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem.

alem-i mümkinat / âlem-i mümkinat

  • Mümkin varlıklar âlemi; varlığı ile yokluğu eşit olup varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olanlar, yaratılanların tamamının oluşturduğu âlem.

alempesend / âlempesend

  • Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey. (Farsça)

aleniyet

  • Herkesin göreceği halde olma, açıklık.

alesseviyye

  • Aynı seviyede, eşit olarak.

alet / âlet

  • Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri.
  • Sebeb, vesile, vesâit.
  • Edevat. Avadanlık.

alet-i katıa / âlet-i katıa

  • Kesici âlet.

alet-i laya'kıl / âlet-i laya'kıl

  • Akılsız, düşüncesiz bir âlet.

alet-i layeş'ur / âlet-i lâyeş'ur

  • Şuursuz ve düşüncesiz bir âlet.

alet-i musavvit / âlet-i musavvit

  • Sesi nakletmeye yarıyan alet. Mikrofon.

alettevali / alettevâli

  • Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya.
  • Arkası kesilmeksizin, arka arkaya.

aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân

  • Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

aleyhissalatü ves-selam / aleyhissalâtü ves-selâm

  • Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.

aleyhissalatü vesselam

  • Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.

aleyhisselam / aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

algı

  • (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n

ali-kadr / âli-kadr

  • Çok takdir edilen. Yüksek değer sahibi. Kadr ü kıymeti yüksek.
  • Meşhur bir çeşit lale.

ali-mekan / âlî-mekan

  • Makamı, yeri, derecesi yüksek olan.

ali-tebar / âlî-tebar

  • Sülâlesi temiz ve soyu yüce olan. (Farsça)

alim-i hafiz / alîm-i hafîz

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

alim-i küll / âlim-i küll

  • Her çeşit ilimde ileri bilgi sahibi olan.

aliye / âliye

  • Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan.
  • Necid ve Hicaz ülkesi.
  • (Çoğulu: Avali) Süngü başı.

alizarin

  • Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi. (Fransızca)

allah

  • İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve

allak

  • Sözünde durmaz.
  • Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan.

allame / allâme

  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

allame-i zaman / allâme-i zaman

  • Yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi.

almanak

  • Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir. (Fransızca)

alotropi

  • Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi halidir.

alüfte

  • Muhabbet ve sevgiden deli gibi. (Farsça)
  • Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe. (Farsça)

alüfte-gan / alüfte-gân

  • (Tekili: Alüfte) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler. (Farsça)

amair / amâir

  • (Tekili: Amâyir) (İmâret) İmâretler. Mâmur etmeler.
  • Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.

aman

  • (Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz.
  • Sabırsızlıkla hiddet ve infiâl ifâdesi.
  • Tenbih, sakındırma.

ambargo

  • Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.

amel-i kalil

  • Amel-i kesirden az olan hareket. Bir rek'atta bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir hareket veya ardı ardına yapılan üçten az hareket.

amika / amîka

  • İnceden inceye, derinlemesine yapılan araştırmalar.

amine / âmine

  • Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın.
  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. (R. Aleyha)

amir-i mutlak / âmir-i mutlak

  • Kesin emir sahibi olan, mutlak emredici, Allah.

amirane / âmirane / âmirâne / آمرانه

  • Emredercesine. Amir imiş gibi. (Farsça)
  • Emreden büyük kimseye yakışır şekilde. (Farsça)
  • Emredercesine. (Arapça - Farsça)

amirziş / âmirziş

  • Allah'ın afvetmesi, bağışlaması. (Farsça)
  • Bağışlama, afvetme. (Farsça)

amm

  • Amca. Babanın kardeşi.
  • Çok cemaat.

amme

  • Bir suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir.
  • Hala, babanın kız kardeşi.

amme cüz'ü

  • Amme Sûresiyle başlayan Kur'ân-ı Kerim'in son cüz'ü.

amnezi

  • Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.

ampirizm

  • (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloj

amut

  • Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek.

amyant

  • Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest.

an / ân

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına
  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

an mim amed

  • Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret. (Farsça)

an'aneli sened

  • Hadîs aktarımında Peygamber Efendimize (a.s.m.) varıncaya kadar "filandan, o da filandan" şeklinde oluşan isim listesi.

analoji

  • Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedil

anarşi

  • yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

anasır / anâsır

  • (Tekili: Unsur) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.

anasır-ı muhtelife / anâsır-ı muhtelife

  • Çeşitli unsurlar.

andem

  • Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine.

ane / âne

  • Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi. (Farsça)

anglikan

  • İngiliz kilisesi.
  • İngiliz kilisesine bağlı kimse.

anglikan kilisesi

  • İngilizlerin resmî kilisesi.

ani

  • (Çoğulu: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü.
  • Köle
  • Meşgul.
  • Iztırab çeken. Muztarib.
  • İşçi.
  • Müfettiş.
  • Tahsildar. (Müennesi: Aniye)

ankara darülfünunu

  • Ankara Üniversitesi.

ankara ehl-i vukufu

  • Ankara mahkemesi bilirkişi heyeti.

ankara maarif dairesi

  • Ankara Eğitim Dairesi; Millî Eğitim Bakanlığı.

ankebut suresi / ankebût sûresi

  • Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.)
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi dokuzuncu sûresi.

anonim

  • yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser.
  • Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.

ans

  • Sağlam, kuvvetli deve.
  • Yemen tâifesinden bir kabile.
  • Kız bâliğa olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması.

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

anudane / anûdâne

  • İnat edercesine, inat ederek.

apartman-ı ilahi / apartman-ı ilâhî

  • Allah'ın bir apartman gibi birbirini tamamlayıcı çeşitli sistemler tarzında yarattığı kâinat.

aposteriori

  • Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.

apriori

  • fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.

ar'ar

  • Arap diyârında bir yerin adı.
  • Bir oyun çeşidi.

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arabesk

  • Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.

arabi huruf / arabî huruf

  • Arap alfabesinin harfleri.

arabi sene / arabî sene

  • Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medîne'ye hicret ettiği mîlâdî 622 senesinden başlayan kamerî veya şemsî sene.

arabistan

  • Arap milletinin yoğun olarak bulunduğu Ortadoğu bölgesi.
  • Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke. (Farsça)

arakçin / arakçîn / عرقچين

  • Takke kavuk altı takkesi. (Arapça - Farsça)

arasat

  • Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı.
  • (Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı.

arazi-i miriyye / arâzi-i mîriyye

  • Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında taksim edilmeyip, beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç mîrasçısı bulunmayan topraklar. Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de denir.

arecan

  • Aksak ve topal kişinin yürümesi.

areometre

  • yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.

arf

  • Güzel koku.
  • Yüksek yer.
  • Atın yelesi.
  • Horozun ibiği.

ari / ârî

  • Hind-Avrupa dil ailesinden olan ırk veya kimse. (Farsça)
  • Evet. (Farsça)

arin

  • Arslanın yerleşip yataklandığı yer.
  • Ağaçlar.
  • Et.

ariş

  • Samandan yapılan bir çeşit ev.
  • Çardak, asma çardağı.
  • Sundurma, takdim ettirme.

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

aristokrasi

  • yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.

ariyet / âriyet

  • Bir malın menfeatini, istifâdesini bedelsiz olarak temlik etmek, vermek.

ariz / arîz / عریض

  • Geniş, genişlemesine. (Arapça)

arıza / ârıza

  • Sonradan olan, noksanlık.
  • İsabet eden belâ ve keder.
  • Bozulma.
  • Gelip geçici.
  • Hariçten gelen te'sirle olan.
  • Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey.

arrade

  • (Çoğulu: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu.
  • Dişi çekirge.

arş

  • Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da denir.

arş-ı hakikat

  • Hakikat zirvesi, seması.

arş-ı kemalat / arş-ı kemâlât

  • Mükemmelliklerin, faziletlerin arşı, zirvesi.

arş-ı marifetullah

  • Allah'ı hakkıyla tanımanın ve bilmenin en yüksek derecesi.

arş-ı rahman / arş-ı rahmân

  • Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah'ın tasarruf dairesi, makamı.

arşiv

  • Eski ve tarihçe kıymetli olan resmi kayıt ve kâğıtların saklandığı yer. (Fransızca)
  • Bir mevzu hakkında toplanmış muhtelif vesikaların hepsi. (Fransızca)

arşu'r-rahman / arşu'r-râhmân

  • Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı.

artuşi

  • Van çevresinde bulunan büyük aşiretlerden birisidir, "Ertoşi" ve "Ertuş" adıyla da anılmaktadır.

arusek

  • Küçük gelin. (Farsça)
  • Yeşil ve pembe dalgalı sedef. (Farsça)

arv

  • Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme.
  • İş için birinin yanına varma.
  • Yemişsiz bir çeşit ağaç.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

arz-ı belde

  • Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi.

arz-ı ubudiyet

  • Kulluğun arz edilmesi, sunulması.

arz-taleb

  • Üreticinin piyasaya belli fiyatla mal sürmesi ve tüketicinin de piyasadan mal çekmesi hâdisesi.

arzu

  • Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı.

arzu-şikesten

  • Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. (Farsça)

arzu-yu umumi / arzu-yu umumî

  • Genel arzu; herkesin istediği.

asa

  • (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.) (Farsça)

aşa

  • (Çoğulu: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi.

asab-ı dessasane / âsâb-ı dessasâne

  • Hile ve desisecilik damarları.

asabiyyet-i cahiliyye

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.

asaf-rey

  • Düşüncesi Asaf'ınki gibi akıllıca olan vezir.

asale

  • Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan.

aşam

  • Yiyecek ve içecek. (Farsça)
  • İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

asan / âsân

  • Kolay. Suhuletli. Yesir. (Farsça)
  • Bükülmüş ipin her katı. (Farsça)

asar-ı kat'iye / âsâr-ı kat'iye

  • Kesin delil ve eserler; Peygamber Efendimizden (a.s.m.) geldiğinde şüphe bulunmayan doğru haberler.

aşebe

  • Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse.
  • Büyük azı dişi.
  • Küçük adam.

aselbent

  • Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.

aseli / aselî

  • Bal gibi sarı renkte olan.
  • Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası.
  • Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.

asem

  • Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak.
  • Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması.
  • Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.

ases

  • Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.

asf

  • Zulüm. Haksızlık.
  • Can çekişme.
  • Emek çekip kâr kazanma.
  • Bir tarafa eğilme.
  • Sür'atle gitme.
  • Rüzgârın kuvvetle esmesi.
  • Taze ekin yaprağı.
  • Ekin taze iken biçme.

asfiya-i müdekkikin / asfiya-i müdekkikîn

  • İslâmî hakikatların tetkik ve bilinmesinde çok dikkatli ve sâdık olan büyük İslâm âlimleri.

ashab-ı bedir / ashâb-ı bedir

  • Hz. Peygamber (a.s.m.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbiler.
  • Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbeler (R.A.)

ashab-ı feraiz / ashâb-ı ferâiz

  • Mirascılar. Ölen kimsenin malında hissesi olan akrabâları.

ashab-ı ress / ashâb-ı ress

  • Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın helâk ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet)

ashar

  • (Tekili: Sıhr) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler, kayınpederler, güveyler.)

aşı

  • Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
  • Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
  • Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)

asil-zade

  • Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan. (Farsça)

asılzade

  • Soylu, sülâlesi ve ailesi asil olan.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

asit

  • Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız. (Fransızca)

asitan / âsitan / آستان

  • Kapı eşiği. (Farsça)
  • Dergâh. (Farsça)
  • Tekke. (Farsça)
  • Eşik. (Farsça)

asiyane / âsiyâne

  • İsyan edercesine.

asiye / âsiye

  • Kederli, hüzünlü kadın.
  • Sütun, kolon, direk.
  • Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.

aşk-ı ilahi / aşk-ı ilâhî

  • İlâhî aşk, Allah'a duyulan aşk derecesindeki sevgi.

asla ve kat'a / asla ve kat'â

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

asla ve kella / asla ve kellâ

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.

asla ve mutlaka zarar iras etmez / asla ve mutlaka zarar îras etmez

  • Bir meselenin temelinde ve özünde olan unsurlara kesinlikle ve hiçbir şekilde zarar vermez.

asla'

  • Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan.
  • Küçük başlı.

aslem

  • Kulağı kesik olan, kesik kulaklı.

aşr

  • Kur'ân-ı Kerimden bir vesileyle okunan on âyet miktarı kısım.

asr suresi / asr sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz üçüncü sûresi.

asr-ı cahiliyyet

  • Cahiliyyet asrı. Cahiliyyet devresi.
  • Arabistan'da İslâmiyet'ten önceki putperestlik ve vahşet devri.

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

asr-ı sani / asr-ı sâni

  • İkinci asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

asrem

  • Kulağı sakat, hasta.
  • Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse).
  • Bölük bölük.

astan / âstân / آستان

  • Eşik, atebe. (Farsça)
  • Dergâh, tekye. (Farsça)
  • Eşik. (Farsça)
  • Tekke. (Farsça)

astane / âstâne / آستانه

  • Eşik, atebe. (Farsça)
  • Paytaht. (Farsça)
  • Mânevi büyüklerin kabri. (Farsça)
  • Büyük tekke. (Farsça)
  • Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.) (Farsça)
  • Eşik. (Farsça)
  • Başkent. (Farsça)
  • Tekke. (Farsça)
  • İstanbul. (Farsça)

astane-i saadet / astâne-i saâdet

  • Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul.

astronomi

  • yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz

aşub / aşûb

  • Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

aşure

  • (Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı.

aşzan

  • Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek.

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

atardamar

  • Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.

atban

  • Tek ayak üstüne sıçramak.
  • Davarın üç ayak üstüne yürümesi.

atebat / atebât / عتبات

  • (Tekili: Atebe) Eşikler, basamaklar.
  • İranlıların mukaddes ziyaret yeri.
  • Eşikler. (Arapça)
  • Şiîlerin ziyaret yerleri Necef, Kerbela, Kâzımiye. (Arapça)

atebe / عتبه

  • (Çoğulu: Atebât) Basamak, eşik.
  • Eşik. (Arapça)

ateme

  • Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti.
  • İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
  • Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.

ateş-i hecr

  • Firak ateşi, ayrılık acısı.

ateş-i rumi / ateş-i rumî

  • Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.

ateş-i seyyal-i memat / ateş-i seyyâl-i memat

  • Ölümün akışkan (akıcı) ateşi.

atf-ı beyan

  • Mâkablini yâni mâtufun aleyhin mefhumunu izah ve te'kid için atfolunan tâbir. Meselâ: "Meseleyi izâh ve teşrih eyledi" cümlesindeki "ve" gibi.

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

atıfet / âtıfet

  • Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme.
  • Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.
  • Karşılıksız sevgi, acıyıp esirgeme.

atıfet-kar / atıfet-kâr

  • Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan. (Farsça)

atk

  • Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek.

atlab

  • (Tekili: Tâlib) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.
  • (Tılb) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.

atme

  • Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atol

  • Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

atuf / atûf

  • Karşılıksız seven ve acıyıp esirgeyen Allah.

avakıb-ı ahval / avakıb-ı ahvâl

  • Durumların neticesi, hâllerin sonu.

avakıb-ı umur

  • İşlerin neticesi.

aval

  • Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük.

avan

  • (Çoğulu: Uven) Her şeyin orta yaşlısı.
  • (Çoğulu: Avine-Avân) Esir.
  • Yardımcı, nâsır.

avaz-ı ra'd u saika / âvâz-ı ra'd u sâika

  • Gök gürlemesinin ve yıldırımın âvâzı, sesi.

avcı hattı

  • Savaş cephesi.

avcıhattı

  • Savaş cephesi.

avret

  • Gizlenmesi gereken şey.
  • Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım.
  • Kadın. Zevce. Nikâhlı.
  • Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde
  • Gizlenmesi gereken, dinen görünmesi haram sayılan organlar.
  • İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (günâh) olan yerleri.
  • Kadın, hanım.

avva

  • Bir yıldız kümesi.

ayan

  • (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
  • Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.

ayar

  • Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi.
  • Saadete, mutluluğa doğru gitme.

ayasofya

  • İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih

ayastafanos

  • İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı.

ayastafanos muahedesi

  • 3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna "Ayastafanos Mukaddemat-ı Sulhiyesi" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir.

ayastefanos

  • İstanbul, Yeşilköy'ün eski adı.

ayat-ı kat'iye / âyât-ı kat'iye

  • Kesin âyetler.

ayat-ı kàtıa / âyât-ı kàtıa

  • Kesin âyetler, deliller.

ayat-ı kerime / âyât-ı kerîme

  • Şerefli âyetler, Kur'ân'ın herbir cümlesi.

ayatü'n-nur / âyâtü'n-nur

  • Nur âyetleri; Cenâb-ı Hakkın Nûr isminin tecellileri ve mü'minlerin durumlarından bahseden Nur Sûresinin 35, 36, 37 ve 38. âyetleri.

ayb-cu / ayb-cû

  • İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen. (Farsça)

ayb-ı hadis / ayb-ı hâdis

  • Huk: Satılan eşya müşteri elinde iken ârız olan ayıb. (Müşterinin satın aldığı kumaşı kesip biçmesiyle meydana gelen hâl gibi)

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayet / âyet

  • Kur'ân'ın her bir cümlesi.

ayet-el kürsi / âyet-el kürsî

  • Kur'ân-ı kerîmde Bekara sûresinin, fazîletiyle bilinen 255. âyet-i kerîmesi.

ayet-i feth / âyet-i feth

  • Fetih Sûresinin âyetleri

ayet-i hasbiye / âyet-i hasbiye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel Vekîl'dir" mânâsındaki "Hasbünallâhü ve ni'me'l-Vekîl" âyet-i kerimesi; Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayet-i hasbiye-i nuriye / âyet-i hasbiye-i nuriye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" anlamında Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayet-i kerime / âyet-i kerîme

  • Şerefli âyet, Kur'an'ın herbir cümlesi.

ayet-i nur / âyet-i nur

  • Nur âyeti; Nur Sûresinin 35. âyeti.

ayet-i nuriye / âyet-i nuriye

  • Kur'ân-ı Kerim'in 24. sûresi olan Nur Sûresinin 35. âyeti.

ayet-i tevhidiye-i katıa / âyet-i tevhidiye-i katıa

  • Allah'ın birliğini gösteren kesin âyet, delil.

ayet-i tevhidiye-i kàtıa / âyet-i tevhidiye-i kàtıa

  • Allah'ın birliğini bildiren kesin âyet.

ayet-i zulümat / âyet-i zulümat

  • Dalâlet ve inkâr karanlıklarında bulunan kâfirlerin durumunu açıklayan Nur Sûresinin 39. ve 40. âyetleri.

ayetü'l-kürsi / âyetü'l-kürsî

  • Allah'ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti.

ayetü'n-nur / âyetü'n-nur / âyetü'n-nûr

  • Nur Sûresinin 35. âyeti.
  • Nur âyeti, Nur Sûresinin 35. âyeti.

ayıklanma

  • (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. (Türkçe)

ayil

  • Ailesi kalabalık olan.
  • Ailesini besleyen.
  • Aşırı.
  • Fakir.
  • Dengede olmayan terazi.

ayın

  • Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.
  • Arap alfabesinin 21. harfi. Ebced hesabında sayı değeri 70'dir.

ayin / âyin

  • Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun.
  • Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyi

ayine-i ehadiyet

  • Ehadiyetin ayinesi. Cenab-ı Hakk'ın ekser isimlerinin tecellisine mazhar olan şey.

ayine-i ervah

  • Ruhlar âyinesi. Esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan ruhlar.

ayiş

  • Bolluk içinde rahat yaşayan.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. Aişe-i Sıddıka diye de anılır. Hayret edilecek derecede takva, iffet ve zekâvet sahibesi olup 2210 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicretin 57. yılında vefat

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

ayn-ı ehadiyet

  • Ehadiyetin, birliğin ta kendisi, Allah'ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi.

ayn-ı şems

  • Güneşin kendisi.

ayn-üs sevr

  • Boğa gözü.
  • Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun en parlak yıldızı.

ayne'l-yakin / ayne'l-yakîn

  • Müşahede ve keşif ile hâsıl olan ilim.

aynelhak

  • Yaşayarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme.

aynelyakin / aynelyakîn

  • Göz ile görmüşçesine kesin biliş.
  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

aynülyakin / aynülyakîn / عين اليقين

  • Kesin, kesin bilgi. (Arapça)

azad

  • Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. (Farsça)
  • Dünya alâkasından kesilmiş. (Farsça)
  • Serbest fikirli. (Farsça)

azaim

  • (Tekili: Azime) Mühim ve büyük işler. Kararda kesinlik.

azame

  • Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.

azeb

  • Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan.

azeriler / azerîler

  • Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi.

azil

  • Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.

azim / azîm / âzim

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi
  • Azimli, kesin kararlı.

azime / âzime

  • Azı dişi.
  • Kıtlık senesi.

azimet

  • Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak.
  • Kesin karar vermek.
  • Yola çıkmak, gitmek.

azimkar / azimkâr

  • Azimli, kesin kararlı.

azir

  • Özür dileyen, özrünün afvedilmesini isteyen.
  • Özür.
  • Sünnet düğünü.

aziş

  • Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. (Farsça)
  • Eşik tahtası. (Farsça)

aziz / azîz

  • İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu.
  • Dost.
  • Şerif.
  • Nadir.
  • Dini dünyaya âlet etmeyen.
  • Sireti temiz.
  • Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi.
  • Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.

aziz-i cebbar / azîz-i cebbâr

  • Dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, izzet ve yücelik sahibi Allah.

azizan / azîzan

  • Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
  • "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
  • Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki dünyâ düşüncesini s

azm

  • Azim, kesin karar, kuvvetli niyet.

azm etmek

  • Kalbde devamlı kalan ve yapmaya kesin kararlı olunan düşünce, kasd, niyet, karar verme.

azm-i kat'i / azm-i kat'î

  • Kesin karar, kat'î azim.
  • Kesin azim ve ciddî gayret.

azmayiş

  • Deneme, sınama, tecrübe. (Farsça)
  • Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir çeşit ok. (Farsça)

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

ba's

  • Gönderme, gönderilme.
  • Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi.
  • Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ.
  • Uykudan uyandırma.
  • Dirilme, diriltme, diriltilme. Kıyâmet koptuktan sonra Allahü teâlâ tarafından ölülerin diriltilmesi.

ba's-ı enbiya

  • Peygamberlerin gönderilmesi.

ba's-i enbiya

  • Peygamberlerin gönderilmesi. (Farsça)

ba's-ul emvat

  • Ölmüşlerin dirilmesi.

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

bab-ı alem / bâb-ı âlem

  • Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.

bab-ı hıfz ve hafiziyet / bâb-ı hıfz ve hafîziyet

  • Cenab-ı Hakk'ın herşeyi muhafaza edip varlığını devam ettirmesi bahsi.

bab-ı hükümet / bâb-ı hükümet

  • Hükümet dairesi, hükümet kapısı.

bab-ı seraskeri / bâb-ı seraskerî

  • Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.

bab-ı şerif / bâb-ı şerîf

  • Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babü's-sin / bâbü's-sin

  • Sözlük ve lügatlerde "sin" harfinin bulunduğu bölüm, Sin maddesi.

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

bac / bâc

  • Vergi. (Farsça)
  • Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. (Farsça)
  • Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. (Farsça)
  • Renk. (Farsça)
  • Çeşit. (Farsça)

baceng

  • Baca. (Farsça)
  • Ufak pencere. Tepe penceresi. (Farsça)

bad-efrah

  • Mücazât, ceza. (Farsça)
  • Bir çeşit fırıldak. (Farsça)

bad-ı şimali / bâd-ı şimalî

  • Kuzey rüzgârı. (Farsça)
  • Nefes, soluk. (Farsça)
  • Ah sesi, ah çekme. (Farsça)
  • Allah'ın inâyeti. (Farsça)
  • Medih. (Farsça)
  • Söz. (Farsça)
  • Büyüklük taslama, kibirlilik. (Farsça)
  • şarap. (Farsça)

badi

  • Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile.
  • Zâhir ve âşikâr olan.
  • Halkeden. Hâlık. Yaratan.

badire

  • Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
  • Kabahat.
  • Birden, zahmetsizce söylenen söz.
  • Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
  • Zor geçit.

badiyet-üş-şam / bâdiyet-üş-şam

  • Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden, batıya doğru uzanan çöl.

baf / bâf

  • Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Farsça)

bağ-ı firdevs

  • Firdevs bahçesi.

bağıstan-ı kerem

  • Cömertlik ve ikram bahçesi.

bagy

  • Azgınlık. Zulüm, İsyan.
  • İstemek, talep etmek.
  • Haddini tecâvüz etmek.
  • Yaranın şişmesi.
  • (Yağmur) şiddetle yağmak.

baha / bâhâ

  • Suyun derin yeri.
  • Açık meydanlık. Alan.
  • Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.

bahadırane

  • Yiğitçesine, kahramana yakışır surette. (Farsça)

bahandat

  • Gövdeli, besili kadın.

bahane / bahâne

  • Vesile. Sebeb. (Farsça)
  • Yalandan özür. (Farsça)
  • Kusur. Noksan. (Farsça)
  • Garaz. (Farsça)
  • Vesile, sebep, özür.

baharistan

  • İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. (Farsça)
  • Yeşil ve çiçekli yer. (Farsça)
  • Molla Câmi'nin eseri. (Farsça)

bahh

  • Ses kesilmek, boğaz kısılmak.

bahha'

  • Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)

bahire

  • Kulağı kesik deve.

bahıyre

  • Cahiliyye devrinde beş batın doğuran devenin beşinci yavrusu erkek olursa kulağı yarılır ve salıverilirdi. Artık hiç bir işte kullanılmayan bu deveye bu ad verilirdi.

bahr-i lut / bahr-i lût

  • Filistinde seviyesi denizden aşağıda olan şaplı bir göl.

bahr-i sükun / bahr-i sükûn

  • (Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim verilmiştir.

bahreyn

  • İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi)
  • Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Hal

bahsere

  • Dağıtma.
  • Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma.
  • Kesilerek tane tane olma.

bahte

  • Semiz, besili koyun.
  • Burulmuş üç yaşında koç.

bahz

  • Sıkıntılı olma, can sıkma.
  • Yük ağır gelip hayvanı çökertme.
  • Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.

bais-i sür'at

  • Hızlı gitmesine, sür'atli olmasına sebeb olan.

baka / bâka

  • Tutam, demet, deste.
  • Tere ve sebzevat destesi.

bakalorya

  • Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması. (Fransızca)

bakara

  • Sığır, inek.
  • Kur'ân-ı Kerim'in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır.

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

bakteri

  • Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaş (Fransızca)

balon

  • Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. (Fransızca)

banbu

  • (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.

banliyö

  • Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri. (Fransızca)

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

barbaros

  • Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir

barbut altını

  • Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.

bargah / bargâh

  • İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. (Farsça)
  • Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer. (Farsça)

barigah-ı kibriya / bârigâh-ı kibriyâ

  • Cenâb-ı Hakkın sonsuz büyüklüğünün tecellî ettiği yüceler yücesi makam.

barih

  • (Çoğulu: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.

bariha

  • Dünkü gece, evvelki günün gecesi.
  • Dünkü gün, dün.

basar

  • (Çoğulu: Ebsâr) Görme duygusu.
  • Kalble hissetme. Kalb gözü.
  • Gözün görmesi.
  • İdrak. Fikir.
  • İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.
  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

basil

  • İnce, uzun bir bakteri çeşidi. (Fransızca)

basile

  • Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.

basit / basît / بَسِيطْ

  • Birleşik olmayan, tek parça.

basit kesir

  • Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.

başkitabet dairesi

  • Baş kâtiplik dairesi.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

başmak

  • Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

bast fi makam-il-kalb / bast fî makam-il-kalb

  • Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve ünsü kabule işarettir.

bast-ı zaman / بَسْطِ زَمَانْ

  • Zamanın genişlemesi.

bastızaman

  • Zamanın genişlemesi, az zamanda normalden fazla yaşama.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

bat satışı / bât satışı

  • Şartsız, kesin satış, alış-verişte şart koşmama.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

batın / بطن

  • Karın. (Arapça)
  • Kuşak, nesil. (Arapça)

batıniyye / bâtıniyye

  • Mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan İranlı Meymûn bin Deysân el-Kaddah tarafından kurulan bozuk yol.

batn / بطن

  • Karın, nesil.
  • Karın, kuşak, nesil.
  • İç, karın, insanın içi. Mide.
  • Soy, nesil.
  • Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
  • Karın. (Arapça)
  • Kuşak, nesil. (Arapça)

batnen ba'de batnin

  • Nesilden nesile, soydan soya.

bayezid meydanı

  • İstanbul'da bulunan, tarihî Bayezid Camii ile günümüzde İstanbul Üniversitesi arasında yer alan meydan.

bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî

  • (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir

bazgeşt / bâzgeşt

  • Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.

bazoka

  • (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.

becbac

  • Semiz, besili.
  • Zayıf kimse.

beçek

  • Bir nevi kesici alet. (Farsça)
  • Küçük silah. (Farsça)

becer

  • Göbeğin çıkıp şişmesi.
  • Suyu içip kanmayan koyun.

bed-eda

  • Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse. (Farsça)

bed-hah

  • Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen. (Farsça)

bedahet

  • Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr.
  • Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme.
  • Atın yürümesi.
  • Her şeyin evveli, öncesi.

bedanet

  • Yağlı, besili olma. Semizlik.

bedarf

  • Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.

bedava

  • Parasız, meccanen, karşılıksız. (Farsça)
  • Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.) (Farsça)

bedayi / bedâyi

  • Eşi benzeri olmayan güzellikler.

bedbinane / bedbinâne

  • Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine. (Farsça)

bedel-i ferag

  • Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.

bedel-i icar

  • Huk: Arazi hukukunda tasarruf hakkı mukabilinde verilen emsâline uygun peşin para.

bedel-i nakdi / bedel-i nakdî

  • Eskiden fiili askerlik hizmeti yerine belli bir miktarda para verilmesi usülü idi.

bedel-i öşr

  • Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.

bedel-i rakabe

  • Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet akçesi.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedevi / bedevî

  • Çölde çadırda yaşayan göçebe, çöllü, Arap göçebesi.

bedi'

  • (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan.
  • Garib. Acib.
  • Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan.
  • Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan.
  • Beğenilen.
  • Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan.
  • Edb: Sözün

bedi' ilmi / bedî' ilmi

  • Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar ile sözün süslenmesini öğreten ilim.

bedi-ül beyan

  • İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan.

bedia

  • Yaratma.
  • Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel.

bedii kıraet / bedîî kıraet

  • Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.

bedr muharebesi

  • Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 1

bedre / بدره

  • Para kesesi. (Arapça)

bedri / bedrî

  • Bedr'e ait ve onunla alâkalı.
  • Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)

begnek

  • Kuyruğu kesik hayvan. (Farsça)

behailik / behâîlik

  • Müslüman görünüp İslâmiyet'i içerden yıkmak için çalışan El-Bâb Ali Muhammed ismindeki bir acemin talebesi olan Behâullah'ın, kurduğu bozuk yol.

behak

  • İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.

behanet

  • Nefesi iyi ve lâtif olan kadın.

behir

  • Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefes darlığı olan.
  • Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.

behlül

  • Çok gülen, çok gülücü.
  • Hayır sahibi, çok iyi adam.
  • Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.

behr

  • Nasip.
  • Galip olmak.
  • Nefesi tutulmak.
  • Ümidin boşa çıkması.
  • Felâket, musibet.
  • Uzaklık, mesafe.

behrame

  • Yeşil elbise. (Farsça)

behramen

  • Bir çeşit kırmızı yakut. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları allık. (Farsça)
  • İpekten dokunan güzel bir kumaş. (Farsça)
  • Kırmızı gül, asfur çiçeği. (Farsça)

behrek

  • Yaralardan çıkan iltihap. (Farsça)
  • Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması. (Farsça)

behresiz

  • Nasipsiz, hissesiz.

behreyab

  • Nasibi olan, hissesi olan. (Farsça)

beka müddeti

  • Kalma müddeti, süresi.

beka-billah / bekâ-billah

  • Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

beka-i nev'

  • Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi.

bekà-yı nev'

  • Bir canlı türünün varlığını sürdürmesi.

bekar / bekâr

  • Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam.
  • Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam.

bekara (bakara) suresi / bekara (bakara) sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin ikinci ve en uzun sûresi.

bel

  • t. Geminin orta kısmı.
  • Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası.
  • Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.

bel'am

  • Terbiyesiz, açgözlü, obur.
  • Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.

belagat / belâgat

  • Sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
  • Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.
  • Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.
  • Sözün güzel ve yerinde söylenmesi, bunu öğreten ilim.

belağat / belâğat

  • Sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi.

belagat-ı irşadiye / belâgat-ı irşadiye

  • Doğru yolu göstermek için sözün muhataba ve amaca uygun olarak söylenmesi.

belagat-i nazmiye / belâgat-i nazmiye

  • Dizilişe ait belâgat; şiirin düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

belahet / belâhet

  • Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
  • Ahmaklık, budalalık, düşüncesizlik.

belde-i islam / belde-i islâm

  • İslâm beldesi.

beled suresi / beled sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksanıncı sûresi.

beledi / beledî

  • (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli.
  • Şehir ve kasabaya ait.
  • Belediye İdaresine mensub.
  • Mahallî, yerli.

belet

  • Kesilmek, inkıtâ.

belge

  • (Bak: Vesika)

beligane

  • Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak. (Farsça)

beliğane / belîğâne

  • Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

belki

  • Şüphesiz, kesinlikle.
  • Umulur, ihtimal, olabilir.
  • Hattâ.
  • Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.

belut / belût

  • Bot: Meşe ağacı.
  • Meşe ağacının meyvesi olan palamut.

bend-rug / bend-rûg

  • Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur. (Farsça)

bende

  • Bağlı, esir, köle, hizmetçi, kul.
  • Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul. (Farsça)

bende-i ferman / bende-i fermân

  • Emir kulu, ferman kölesi.

bende-i halka-beguş / bende-i halka-begûş

  • Kulağı halkalı olan köle, esir.
  • Mc: İtaatli, muti'.

bende-zade

  • Köle çocuğu. (Farsça)
  • Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan. (Farsça)

bendeleri

  • "Hizmekârları" anlamında saygı ifadesi.

bendeniz

  • "Hizmetkârınız" anlamında saygı ifadesi.

bendenüvaz

  • Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden. (Farsça)

bender

  • (Çoğulu: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.

bendide

  • Esir, köle. (Farsça)
  • Bağlı, bağlanmış. (Farsça)

benefşe-zar / benefşe-zâr

  • Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik. (Farsça)

benek

  • Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)

beng

  • Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. (Farsça)
  • Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)
  • Küçük çitlenbik. (Farsça)

beni haşim / benî hâşim

  • Hâşimoğulları. Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelenler.

ber'

  • (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek.
  • Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.

ber-bend

  • Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı. (Farsça)

beraber / berâber / برابر

  • Birlikte bulunan. (Farsça)
  • Müsavi, eşit. (Farsça)
  • Bir hizada olan. (Farsça)
  • Refakat, birlik. (Farsça)
  • Birlikte. (Farsça)
  • Eşit. (Farsça)

beraberi / beraberî / berâberî / برابری

  • Eşitlik, müsavilik, beraberlik. (Farsça)
  • Birliktelik. (Farsça)
  • Eşitlik. (Farsça)

berae suresi / berâe sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Tevbe sûresi de denir.

beraet / berâet

  • Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
  • Kurtuluş vesîkası.
  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

berahin / berâhîn

  • Kesin deliller, güçlü kanıtlar.

berahin-i akliye-i kat'iye / berâhin-i akliye-i kat'iye

  • Kesin aklî deliller.

berahin-i kat'iye / berâhîn-i kat'iye

  • Kesin burhanlar, kuvvetli deliller.

berahin-i katıa

  • Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.

berahin-i kàtıa

  • Kesin deliller.

berahin-i katıa / berâhin-i katıa

  • Kat'î burhanlar; güçlü ve sarsılmaz kesin deliller.

berahin-i tevhidiye / berâhin-i tevhidiye

  • Allah'ın birliğini gösteren kesin deliller.

berat / berât / بَرَاتْ

  • Suçlamadan kurtuluş belgesi.

berat gecesi / berât gecesi

  • Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı sahiha vardır.
  • Şâban ayının on beşinci gecesi.

berat-ı cibayet

  • Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları toplamak salâhiyetini veren vesika.

berdegi

  • Esirlik, esaret, kölelik. (Farsça)

bere

  • Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. (Fransızca)
  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)
  • Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık.

bereket

  • Allahü teâlânın bol nîmet vermesi.
  • Hayır, fayda.
  • Rahmet.

berere

  • (Tekili: Bârr ve Berr) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.

berfuz / berfûz

  • Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi. (Farsça)

berg-i sebz

  • Hediye.
  • Yeşil yaprak.

bergamot

  • Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.

berilyum

  • yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.

berk-i basar

  • Gözün şimşek çakması.
  • Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder.

berk-i süyuf

  • Kılıç darbesi, parıltısı.

bermal

  • Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri. (Farsça)

berran

  • Kesen, kesici, keskin. (Farsça)

beşaret ve teavün-ü gavsi / beşaret ve teavün-ü gavsî

  • Abdülkadir Geylanî'nin (k.s.) mânen yardımı ve müjdesi.

beşaret-i aleviye ve gavsiye

  • Hz. Abdulkadir Geylanî ve Hz. Ali'nin müjdesi.

beşaret-i furkan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur'ân'ın müjdesi.

beşaret-i kur'aniye / beşaret-i kur'âniye

  • Kur'ân-ı Kerimin müjdesi.

beşaretkarane / beşaretkârâne / beşâretkârâne

  • Müjde verircesine.
  • Müjdelercesine.

besin

  • Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri. (Türkçe)

besise

  • Bir çeşit yemek.
  • Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç.
  • Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.

besita

  • (Bak: BESİT)

besmele / بَسْمَلَه

  • Bismillahirrahmanirrahim cümlesinin adı.

besmele-i şerife

  • Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi.

besr

  • Çok, kesir.
  • (Besere) (Çoğulu: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce.

besrik

  • (Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)

beste-dem

  • Nefesi tutulmuş. (Farsça)

beşyun / beşyûn

  • Semiz, besili, yağlı. (Farsça)

betat

  • Azık. Bir yolculukta gereken öteberi.
  • Ev eşyası.
  • Kesin, kat'i.

betil

  • Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı.
  • Salkımları sarkmış ağaç.
  • Nehirlerdeki akıntılar.
  • Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.

betin

  • Yalnız midesini düşünen kimse.

betle

  • Kesilmiş, maktû.

betra

  • (Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır.
  • Kuyruğu kesik dişi hayvan.

bettat

  • Kilim satıcı.
  • Kesici.

bette

  • Kat'i.
  • Kesilmiş, ayrılmış, maktu'.
  • Tiftikten şal.

betyar

  • Şeytan, ifrit. (Farsça)
  • Düşman, adüvv. (Farsça)
  • Görülmesi istenilmeyen şey. (Farsça)

bevah

  • Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.

bevh

  • Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme.
  • Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.
  • Kızgınlık ve hiddetin geçmesi.
  • Ateşin sönmesi.

bevz

  • Devamlı oturuş. Daimi oturma.
  • Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.
  • Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. (Farsça)
  • Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. (Farsça)
  • Eşek arısı. (Farsça)

beyan-ı fikir

  • Düşüncesini açıklama.

beyanın felsefesi

  • Beyan ilminin felsefesi, hikmet ve gayesi.

beyaz

  • Aklık, beyazlık.
  • Aydınlık.
  • Yumurta akı.
  • Müsveddenin temize çekilmesi.

beyhaki / beyhakî

  • (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-

beykara

  • Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi.

beylek

  • Ferman, emir. Hüccet, vesika. (Farsça)

beyniye

  • Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

beyt-i ma'mur / beyt-i ma'mûr

  • Meleklerin kıblesi. Göklerde meleklerin devâmlı tavâf ettikleri yer, makam.

beytullah

  • Mekke-i mükerremede Mescid-i harâmın ortasında bulunan mukaddes binâ. Kâbe-i muazzama; müslümanların kıblesi; Fazîlet ve kıymetini bildirmek için Beytullah buyurulmuştur.
  • Câmi, mescid.

beytülmal / beytülmâl / بيت المال

  • (Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül ma
  • Devletin hazinesi.
  • İslâm devleti hazînesi, mâliye teşkîlâtı.
  • Hazine, maliye hazinesi. (Arapça)

beyyin

  • Apaçık, kesin delil.

beyyine

  • Apaçık, kesin delil.
  • Delil, şahit.
  • Kur'ân'ın 97. sûresi.

beyyine suresi / beyyine sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup "Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün" Sûresi gibi isimlerle de söylenir.
  • Kur'ân-ı kerîmin doksan sekizinci sûresi.

beyzat-ül islam

  • İslâm milleti.
  • İslâm'ın yayıldığı saha, İslâm ülkesi.
  • İslâm'ın hakiki merkezi.

bezane

  • Esici. Esen rüzgâr. (Farsça)

bezdirme ekmeği

  • Bir çeşit yöresel ekmek.

bezl

  • Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek.

bezl-i can

  • Canını esirgemeden vermek.

bezletme

  • Esirgemeden bol bol verme.

bezme

  • Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi. (Farsça)

bezv

  • Beraberlik.
  • Denk, eşit, misil.

bezyun / bezyûn

  • Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir.
  • İnce kumaş.

bi / bî

  • Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, "BİA" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız. (Farsça)

bi'l-yakini'l-kat'i / bi'l-yakîni'l-kat'î

  • Kesin bilgiye dayanarak.

bi'r-i muattal

  • Suyu kesilmiş kuyu. Susuz kuyu.

bi'se

  • Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.

bi'set

  • Gönderme, gönderilme. Bir peygambere peygamber olduğunun bildirilmesi.
  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamber olarak gönderilmesi.

bi'set-i enbiya

  • Peygamberlerin gönderilmesi.

bi'set-i muhammediye

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirilmesi.

bi'set-i nebeviye

  • Allah tarafından Peygamberin gönderilmesi.

bi-adil / bî-adil

  • Eşsiz. Eşi olmayan.

bi-bidaat / bî-bidaat

  • Sermayesiz. (Farsça)

bi-çare / bî-çare

  • Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. (Farsça)

bi-dil / bî-dil

  • Ürkek, korkak. (Farsça)
  • Âşık. (Farsça)
  • Kalbsiz, gönülsüz. (Farsça)
  • Nüktesiz. (Farsça)

bi-diriğ / bî-diriğ

  • Esirgemeyen, elinden geleni yapan. (Farsça)
  • Esirgenmeyen. (Farsça)

bi-edeb / bî-edeb

  • Edebsiz. Terbiyesiz.

bi-enbaz / bî-enbaz

  • Şeriki ve benzeri ve eşi olmayan, eşsiz. Allah (C.C.)

bi-fetret / bî-fetret

  • (Bilâ-fetret) Dâimâ, kesiksiz olarak.

bi-gayet / bî-gayet

  • Gayetsiz, sonsuz.
  • Gayesiz.

bi-gışş / bî-gışş

  • Hilesiz, safi, karışıksız. (Farsça)
  • Samimi. (Farsça)

bi-güman / bî-güman

  • Şeksiz, şüphesiz. (Farsça)

bi-hicab / bî-hicab

  • Hicabsız, perdesiz, âşikâr olarak.

bi-ihtiyarem / bî-ihtiyarem

  • İradesizim, kendi irade ve ihtiyarımla hareket edemiyorum.

bi-irtiyab / bî-irtiyab

  • Şüphesiz. (Farsça)

bi-iştibah / bî-iştibah

  • Şüphesiz. Şeksiz.

bi-kes / bî-kes

  • Kimsesiz.

bi-neva / bî-neva

  • Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz. (Farsça)

bi-rayb / bî-rayb

  • (Bî-reyb) şüphesiz. şeksiz.

bi-reng / bî-reng

  • Renksiz. Taslak halinde resim. (Farsça)

bi-reyb / bî-reyb

  • Şüphesiz, şeksiz. (Farsça)

bi-saman / bî-sâman

  • Sermayesiz, parasız. (Farsça)

bi-şek

  • Şüphesiz, şeksiz. (Farsça)

bi-sud / bî-sud

  • Faydasız, boş, neticesiz. (Farsça)

bi-vare / bî-vare

  • Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib. (Farsça)

biat-ı rıdvan

  • Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz. Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400 veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.A.)

biaynelyakin / biaynelyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.
  • Gözle görürcesine kesin bilerek.

biaynilyakin / biaynilyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

bibi

  • Hala, babanın kızkardeşi.

bical

  • Büyük gövdeli şey. Azîm. Cesîm.

biçare / bîçâre

  • Çaresiz, zavallı.
  • Çaresiz.

Biçare / Bîçare

  • Çaresiz

biçare / bîçâre / بيچاره / ب۪يچَارَه

  • Çaresiz. (Farsça)
  • Zavallı. (Farsça)
  • Çâresiz.

biçaregan / bîçâregân / بيچارگان

  • Çaresizler. (Farsça)
  • Zavallılar. (Farsça)

biçaregan-ı ümmet / bîçâregân-ı ümmet

  • Ümmetin çaresizi, zavallısı.

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bidanet

  • Semizlik, besililik, yoğunluk.

biedeb / bîedeb / بى ادب

  • Terbiyesiz, edepsiz. (Farsça - Arapça)

bihakkalyakin / bihakkalyakîn

  • Yaşayıp bizzat tecrübe edercesine bir kesinlikle.

bihakkılyakin / bihakkılyakîn

  • Yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme.

bihicap / bîhicap

  • Perdesiz, örtüsüz.
  • Perdesiz, gizlemeksizin.

biilmelyakin / biilmelyakîn

  • İlmî delillerle elde edilen kesinlikle.
  • Şüphesiz ve kesin bir ilimle.

biilmilyakin / biilmilyakîn

  • Şüphesiz bir ilimle bilme.

biiştibah / bîiştibah

  • Şüphesiz.
  • Şüphesiz.

bikes / bîkes

  • Kimsesiz.

bikesem / bîkesem

  • Kimsesizim.

bikr

  • (Bikir) Bozulmamış. Temiz.
  • Bekâr. El sürülmemiş.
  • Her şeyin evveli.
  • Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet.

bil'iştiyak

  • Aşk derecesinde severek.

bilad-ı amire / bilâd-ı âmire

  • İmar edilmiş, yapılmış beldeler.
  • Devlet idaresindeki yerler.

bilafasıla / bilâfâsıla / بلافاصله

  • Aralıksız, kesintisiz. (Arapça)

bilainkıta / bilâinkıtâ / بلاانقطاع

  • Kesintisiz, aralıksız. (Arapça)

bilakayd ü şart / bilâkayd ü şart

  • Her hangi bir kayıt ve şart altında olmaksızın, kesin olarak.

bilakayt / bilâkayt / بلاقيد

  • Kayıtsız şartsız, kesin. (Arapça)

bilal-i habeşi / bilal-i habeşî

  • Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) müezzini idi. Sesi çok güzeldi. Ezan okurken çokları ağlardı. Kölelikten Hz. Ebu Bekir-i Sıddîk (R.A.) satın alıp azâd etmişti. Her gazada hazır bulunmuştu. (Hi: 20) de dâr-ı bekaya göçtü. (R.A.)

bilaşek vela şüphe / bilâşek velâ şüphe

  • Şeksiz ve şüphesiz.

bilaşüphe / bilâşüphe

  • Şüphesiz.
  • Şüphesiz.

bilatehlike / bilâtehlike / بلاتهلكه

  • Tehlikesizce. (Arapça)

bilateminat / bilâteminat / بلاتأمينات

  • Güvencesiz, teminatsız. (Arapça)

bilateşbih / bilâteşbih

  • Benzetmesiz.

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bilkuvve

  • Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile.

bilvesile

  • Bu vesileyle.

bilyakin / bilyakîn

  • Kesin kanaat ile.
  • Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek.
  • Kesin bir bilişle.

bimare

  • Hasta, alil. (Farsça)
  • Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı. (Farsça)

bimarhane

  • Tımarhane. Akıl hastahanesi.

bina-yı mechul

  • Fiilde fâilin, öznenin meçhul olması hâli. Meselâ: "Yazmak" fiilinin binâ-yı meçhulü olan "yazıldı" kelimesinde olduğu gibi. Fiilde fâilin belli olması hâlinde de "binâ-yı malûm" denir. "Nuri yazdı" gibi.

binaguş

  • Kulak tozu. (Farsça)
  • Kulak memesi. (Farsça)

binaimechul / binâimechûl

  • Öznesi belirsiz fiil.

binbaşı

  • Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.

bini / binî

  • Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) (Farsça)
  • Dağ tepesi. (Farsça)
  • Zirve, uç nokta. (Farsça)
  • Yayın ele alınan kısmının ucu. (Farsça)
  • Görürlük, görmeklik. (Farsça)

birader-i ebu laşey / birader-i ebu lâşey

  • Hiçbirşeyi olmayan kişinin kardeşi.

birader-i manevi / birader-i manevî

  • Din veya âhiret kardeşi.

birader-i rıdai / birader-i rıdaî

  • Süt kardeşi.

biraderzade

  • Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.) (Farsça)

biraste

  • Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç. (Farsça)

birnis

  • At kestanesi. (Farsça)

biruz

  • Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş. (Farsça)

bişar

  • Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. (Farsça)
  • Altın, gümüş kakmalı işlemeler. (Farsça)
  • Takatsiz, dermansız, halsiz. (Farsça)

bisat-ı arz

  • Yeşillik, çimen.

bismil

  • Boğazlanmış, kesilmiş. (Farsça)

bismil-gah / bismil-gâh

  • Hayvan kesilen yer, salhâne. (Farsça)

bismil-şüde

  • Boğazlanmış, kesilmiş. (Farsça)

bişübhe / bîşübhe / بى شبهه

  • Kuşkusuz, şüphesiz. (Farsça - Arapça)

bisud / bîsud

  • Faydasız, boş, neticesiz.

bıtane

  • Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey.
  • Mahrem, sırdaş.
  • Astar.
  • Bir şehrin ortası, merkezi.

bitke

  • Kesinti.
  • Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri.

biyofizik

  • Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.

biyoğrafi

  • Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

bizare

  • Desise, hile, tuzak. (Farsça)

bizlah

  • Geveze, boşboğaz, çenesi düşük.

blok

  • Birbirine bitişik yapılar. (Fransızca)
  • Büyük ve ağır yığın. (Fransızca)
  • Resim kağıtları saklanan karton kap. (Fransızca)

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


borç

  • Bir kimsenin başka birine bir şey yapmasını veya vermesini gerekli kılan yükümlülük.

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

bostan / bostân

  • (Bustan) Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. (Farsça)
  • Kavun, karpuz. (Farsça)
  • Sebze bahçesi.

bostan-ı hilkat

  • Yaratılış bostanı, bahçesi.

bostan-ı huda / bostan-ı hudâ

  • Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir. (Farsça)

bostan-ı kemalat / bostan-ı kemâlât

  • Olgunluklar bostanı, mükemmellikler bahçesi; yani mükemmelliklerin yetişip olgunlaşmasına vesile olan ortam.

boylam

  • Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Türkçe)

büdae

  • Her şeyin öncesi, evveli.

büfe

  • İçinde sofra takımı konulan dolap. (Fransızca)
  • Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. (Fransızca)
  • İstasyon lokantası. (Fransızca)
  • Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. satılan yer. (Fransızca)

bügeyg

  • Koyun.
  • Besili erkek geyik.
  • Semiz keçi.
  • Bir yerin adı.

buhnuk

  • Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe "destâr" derler)

bühr

  • Galip olmak.
  • Yürümekten nefesini tez tez verip solumak.

bühre

  • Geniş yer, büyük mekân.
  • Kesik kesik soluyuş.
  • Dere içindeki sazlık ve çayırlık.

bülbül-i bağistan-ı kur'an / bülbül-i bağistan-ı kur'ân

  • Kur'ân bahçesinin bülbülü.

bülend-paye / bülend-pâye

  • Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan. (Farsça)

bülsün

  • Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de derler.)

büluğ

  • Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur.
  • Yaklaşıp çatma.

bünduka

  • (Çoğulu: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi.
  • Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.

bünn

  • Yemen kahvesi.

burak

  • Peygamberimizin mirac gecesi bindiği binek.
  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

burc

  • Belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi.
  • Kale, yüksek bina.
  • Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi.
  • Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep.
  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

burç

  • Belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi.

burc / برج

  • Burç. (Arapça)
  • Yıldız kümesi. (Arapça)

büreyde bin el-husayb el-eslemi / büreyde bin el-husayb el-eslemî

  • Horasan diyarında en son hicri 62 veya 63 yılında vefat eden sahabedir. (R.A.). Müslümanların ilk sancaktarıdır. 177 Hadis-i Şerif nakletmiştir. 14 tanesi Buharî ve Müslim'de mezkûrdur.

burhan / burhân

  • Bir dâvâyı isbat eden kesin delîl.
  • Mantık ilminde mukaddime denilen ve kesin netîceye ulaştıran iki cümle (söz).

bürhan

  • Kesin delil, hüccet.

burhan-ı azam / burhan-ı âzam

  • Çok büyük ve kesin delil.

burhan-ı bahir-i vahdaniyet / burhan-ı bâhir-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğini gösteren açık ve kesin delil.

burhan-ı bahire / burhan-ı bâhire

  • Çok açık olan kesin delil, sarsılmaz kanıt.

burhan-ı enfüsi / burhan-ı enfüsî

  • Dar dairede, nefis ve beden dairesinde olan delil.

bürhan-ı inni / bürhan-ı innî

  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

burhan-ı kat'i / burhan-ı kat'î

  • Kesin delil.

burhan-ı kat'i-yi mantıki / burhan-ı kat'î-yi mantıkî

  • Mantık kurallarına uygun kesin delil.

burhan-ı kàtı

  • Kesin delil.

burhan-ı kàtı'

  • Kesin delil.

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

bürhan-ı mantıki / bürhan-ı mantıkî

  • Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir.

burhan-ı rububiyet

  • Rablığın delili; Allah'ın varlıklar üzerindeki egemenliği, terbiye ve idare etmesinin delili.

bürhan-ı satı' / bürhan-ı sâtı'

  • Aşikâr, şeksiz ve şüphesiz, parlak delil.

burhan-ı yakini / burhan-ı yakînî / burhân-ı yakînî / بُرْهَانِ يَقِينِي

  • Şüphelerden uzak, güçlü ve sarsılmaz kesin delil.
  • Sağlam ve kesin bilgi ile elde edilen delil.

büride / bürîde / بریده

  • Kesilmiş., (Farsça)
  • Kesik. (Farsça)

büride-ser

  • Başı kesik. (Farsça)

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

bürran

  • Keskin, kesici. (Farsça)

bürs

  • Ardıç ağacının meyvesi.

bürsün

  • (Çoğulu: Berâsin) İnsan eli.
  • Vahşi hayvanların pençesi.
  • Develere vurulan bir nevi damga.

büruc suresi / bürûc sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin seksen beşinci sûresi.

burudet-i memleket

  • Memleketin soğukluğu, soğuk iklim ülkesi.

büruz / bürûz

  • Zâhir olmak. Görünmek, ortaya çıkmak. Olgun bir velînin sevenlerinde bâzı sıfatlarının zâhir olması, görünmesi.

bus

  • "Öpen" mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus : Etek öpen. (Farsça)

büş

  • At yelesi. (Farsça)
  • Kahkül. (Farsça)
  • Noksan, eksik. (Farsça)

busayri / busayrî

  • (Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve hattatıdır. "Kaside-i Bürde" sahibidir. Esas ismi "El-Kevakib-üd-Dürriyye fi Medh-i Hayrilberiyye" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan, rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması sebebiyle "Kaside

büsre

  • Herşeyin ucu ve başı.
  • Herşeyin tâzesi.
  • Genç kız veya oğlan.
  • Hurma koruğu.
  • Biraz büyümüş olan ekşi ot.

butlan-ı his

  • Ameliyat için bir uzvun hissinin iptâli, duyarsız hâle getirilmesi.

bütu'

  • Uzaklaşma.
  • Kesilme.

butun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Nesiller, soylar.

bütun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Soylar, nesiller.

butun / butûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

bütun / bütûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

büzm

  • Kesin karar ve tahammül.
  • Sertlik, kuvvet.
  • Doğru rey.

büzr

  • Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.

büzürg

  • (Çoğulu: Büzürgân) Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. (Farsça)
  • Reis, baş, başkan, şef. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı. (Farsça)

büzürgan / büzürgân

  • (Tekili: Büzürg) Büyükler, azimler, cesimler, ulular.

ç

  • Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında "cim" harfi gibi üç sayısının karşılıdır.

ca'caa

  • Değirmen sesi.
  • İsteklerde zorluk vermek.
  • Devenin çökermesi.
  • Çökmüş deveyi kaldırmak.

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

çaçaron

  • İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze.

cadde-i kübra-yı kur'aniye / cadde-i kübrâ-yı kur'âniye / جَادَّۀِ كُبْرَايِ قُرْآنِيَه

  • Kur'ânın en büyük caddesi.

cadde-i kübra-yı muhammedi / cadde-i kübrâ-yı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) gittiği ve tarif ettiği büyük İslâmiyet caddesi.

cadde-i kur'aniye / cadde-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın gösterdiği, çizdiği yol; Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi, ehli sünnet yolu, Kur'ân yolu.

cadde-i umumiye-i akliye

  • Akla en uygun herkesin yürüdüğü cadde.

cadu-suhen

  • Sihirlercesine söz söyleyen. (Farsça)

çağatay

  • Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

çağla

  • (Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi.

çağrışım

  • Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de

cahcaha

  • Gönlünde olan sırrını gizlemek.
  • Çağırmak.
  • Su sesi.

cahh

  • Ayakları uzun, yeşil çekirge.
  • Adamın beli bükülüp eğilmek.

cahi / cahî

  • (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.

cahif

  • Kişinin kendi yanında olan şeylerin çokluğundan fahirlenmesi.

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

cahiliyyet

  • Cahilliğe âit.
  • İslâmiyet'ten önceki câhiliye devrine âit. Cahiliyet sadece İslâmiyet öncesine ait değildir. Bu gün "tabiatçılık, maddecilik" gibi çeşitli adlarla eski puta tapıcılık daha da yobazlaşarak devam ediyor. Allah'ı inkâr ederken tabiatı ve maddeyi onun yerine koyarak kendil

cair

  • Mâni, engel.
  • Eğri.
  • Çok, kesîr.
  • Eziyet eden. Cevreden. Zulmeden.

caiz / câiz / جَائِزْ

  • İşlenmesinde sakınca olmayan, dine uygun.

çakerane / çâkerâne

  • Kölecesine, köle gibi. (Farsça)

çakeri / çâkerî

  • Abd'e, köleye ait. (Farsça)
  • Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik. (Farsça)

çakmaklı

  • Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.

çakşır

  • İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar.
  • Kuşların ayağındaki tüy.

cal'

  • (Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.

caliz

  • Sebze bahçesi, bostan. Kavun karpuz tarlası. (Farsça)

cam-ı sim

  • Sevgilinin çenesi.

came-i hayat

  • Hayat elbisesi, ömür.

came-i idi / came-i îdî

  • Bahar çiçekleri. Kırmızı renkli elbise.
  • Bayram elbisesi.

came-i nevruzi / came-i nevruzî

  • Rengârenk elbise.
  • Bahar geldiğinde açan çeşitli çiçekler.

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

camiü'l-ezher

  • Ezher Üniversitesi.

camiü'l-ezher üniversitesi / câmiü'l-ezher üniversitesi

  • Mısır'da bulunan, İslâm dünyasının en önemli ve en eski sayılan üniversitesi.

çamular

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

çamulari

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

can

  • Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerini (Farsça)

caniyane / câniyâne

  • Canicesine.

cankurtaran

  • t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta.
  • Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.

cann

  • Ateşten mahlûk cinlerin babası olan.
  • Bir beyaz yılan cinsi.
  • Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler.

cansiperane / cansiperâne / cânsiperâne / جان سپرانه

  • Canını feda edercesine. (Farsça)
  • Canını fedâ edercesine, canını siper ederek.
  • Canını verircesine.
  • Canını feda edercesine. (Farsça)

çar-zeban

  • Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan. (Farsça)

çare-i halas / çare-i halâs

  • Kurtuluş çaresi.
  • Kurtuluş çaresi.

çare-i kur'aniye / çare-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın çaresi.

çare-i necat

  • Kurtuluş çaresi.

çariçe

  • Rus imparatoriçesi.
  • (Slavca) Rus İmparatoriçesinin nâmı.

carim

  • Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu.
  • Ailesinin maişetini kazanan.
  • Kesen.
  • Hurma toplayan.

caris

  • Yaygaracı, geveze, terbiyesiz, güldürücü. Çala çaldıran.

cariye / câriye

  • Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden.
  • Güneş, şems.
  • Gemi.
  • Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet.
  • Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.
  • Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle.
  • Savaşta gayr-i müslimlerden esir olarak alınan kız ve kadınlar.
  • Hizmetçi kız.
  • Esir kadın.

çark

  • (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. (Farsça)
  • Vapur, değirmen ve dolap çarkı. (Farsça)
  • Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. (Farsça)
  • Dönerek işleyen âlet. (Farsça)
  • Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, efl (Farsça)

çark-ı felek

  • Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü.
  • Mc: Tâlih, baht.
  • Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği.
  • Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği.

çarnaçar / çârnâçâr / چارناچار

  • İster istemez, çaresiz, mecburen. (Farsça)

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

carure / carûre

  • Kapı ökçesinin yeri.

casiye suresi / câsiye suresi / câsiye sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 45. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. Şeriat, Dehir Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin kırk beşinci sûresi. Hâ-mîm de denir.

cast

  • Üzüm teknesi. Üzümün sıkıldığı yer. (Farsça)

cazibe-i i'caz / câzibe-i i'câz

  • Mu'cizeliğin cazibesi, çekiciliği.

cebb

  • Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek.
  • Devenin hörgücünü kesmek.
  • Kökünden kesmek.

cebbar / cebbâr

  • Dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, kudret ve azamet sahibi Allah.
  • İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah.
  • Zalim, müstebit kişi.
  • Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.

cebhe

  • Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer.
  • Alın.
  • Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı.
  • Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir.
  • Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.
  • Cephe, alın, yön, yüz, savaş bölgesi.

cebir / جَبْرْ

  • Kulun iradesini inkar eden batıl Cebriye mezhebi.

cebir hissedilme

  • Cebriye mezhebinin yorumununun görülmesi.

cebr-i kat'i / cebr-i kat'î / جَبْرِ قَطْع۪ي

  • Kesin bir zorlama.

cebr-i mutlak

  • Tam, kesin baskı, tam diktatörlük.

cebr-i umumi / cebr-i umumî

  • Genel zorlama, bütün herkesi zorlama.

cebri / cebrî / جَبْرِي

  • İnsan iradesini inkâr eden batıl bir mezhebe inanan kimse.
  • Kulun iradesini inkar eden batıl Cebriye mezhebi.

cebri nefy

  • "İnsan iradesizdir. Yaptığı işlerde mecburdur. Kendi seçme gücü yoktur" şeklindeki iddiayı reddetme; iradesizliği reddetme.

ceda'

  • Kıtlık ve şiddet senesi.

cedd-i nebi / cedd-i nebî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dedesi, Abdülmuttalib.

cedgare

  • Reyler, tedbirler, çeşit çeşit yol. (Farsça)

cedi

  • Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.)
  • Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.

cedile

  • Kabile.
  • Nâhiye.
  • Kuş kafesi.

ceey

  • Su içmesi için deveyi çağırmak.

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

ceharet

  • Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.

cehl

  • Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

cehulane / cehûlâne

  • Pek câhilcesine.

celah

  • Başın iki tarafından saçın dökülmesi.
  • Devenin ağaç yemesi.

celaldarane / celâldarâne

  • Haşmetlice, büyüklük gösterircesine.

celb-i menafi / celb-i menâfi

  • Menfaatlerin celbedilmesi; yarar sağlama, çıkar elde etme.

celb-i suret ve savt

  • Görüntü ve sesi nakletmek.

celbkarane / celbkârâne

  • Kendine çekercesine.

celcele

  • Çan sesi.
  • Gök gürültüsü.
  • Depretmek.
  • Gitmek.

celeb

  • Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
  • Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.

celi

  • Parlak, açık, âşikâr, meydanda.
  • Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.

celib

  • Satmak için bir yerden toplanılan şeyler.
  • Esir, köle, cariye. Satılık esir.

celil

  • Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.

cell

  • (Çoğulu: Cülûl) Yerden birşey toplamak.
  • Gemi yelkeni.
  • Yaşlı olmak.
  • Kadr ve mertebesi büyük olmak.
  • Celil, büyük, ulu.

celle celalüh / celle celâlüh

  • "O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi.

cem-i ezdad / cem-i ezdâd

  • Zıtların biraraya gelmesi.

cemaat-i çilingiran-ı hassa / cemaat-i çilingirân-ı hâssa

  • Tar: Saraydaki çilingirlik işlerini yapmakla muvazzaf sanatkârlar zümresi.

cemaat-i hademe-i ehl-i hiref

  • Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar zümresi.

cemaet

  • Her nesnenin şahsı ve cüssesi.

cemahir-i müttefika-i amerika

  • Amerika Birleşik Devletleri.

cemahir-i müttefika-i islamiye / cemâhir-i müttefika-i islâmiye

  • Birleşik İslâm Cumhuriyetleri.

cemal-i rububiyet / cemâl-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği.

cemal-i vahdet / cemâl-i vahdet

  • Birliğin güzelliği, Cenâb-ı Allah'ın eşi, benzeri ve ortağı olmamasının güzelliği.

cemalperverane / cemâlperverâne

  • Güzelliği severcesine.

cemaziyel evvel

  • Arabi ayların beşincisidir.
  • Bir kişinin mazisi, geçmişi.

cemel vak'ası

  • Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakat

çemen / چمن

  • Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır.
  • Pastırmaya konulan bir çeşit ot.
  • Çimen, yeşillik.
  • Çimenlik, çayırlık. (Farsça)
  • Yeşillik. (Farsça)

çemenzar

  • Yeşillik, çayır. (Farsça)

cemr

  • İnsanların bir araya toplanması.
  • Atın sıçrayarak yürümesi.
  • Ateş ve küçük taş vermek.
  • Bir kimseyi def etmek, kovmak.

cemr-ül gada

  • Ateşi çok devam eden ağacın ateşinin koru.

cemum

  • Yorga at.
  • Yürürken eşinen at.

cenab

  • (Çoğulu: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi.
  • Cânib.
  • Nâhiye.

cenab-ı lemyezel / cenâb-ı lemyezel

  • Yok olması, gelip geçmesi imkansız olan Allah.

cenab-ı rabbü'l-izzet / cenâb-ı rabbü'l-izzet

  • Herbir varlığa ihtiyaçlarını veren ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran; her şeye gâlip gelen Allah.

cenabet

  • Pis. Gusletmesi lâzım gelen kimse.
  • Uzaklık.

çenber

  • Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. (Farsça)
  • Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. (Farsça)
  • Başa ve boyna bağlanan yemeni. (Farsça)
  • Esirlik, bağlılık, kölelik. (Farsça)
  • Geo: Bir düz (Farsça)

çeng

  • Pençe. (Farsça)
  • El. (Farsça)
  • Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. (Farsça)
  • Eğri büğrü. (Farsça)

ceng-azmüde

  • Savaş tecrübesi olan kişi. (Farsça)

çengar

  • Yengeç. (Farsça)
  • Bakır pasından yapılan yeşil boya. (Farsça)

cennat-ı adn / cennât-ı adn

  • Adn cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekkün edilen cennetler. (Kamus Tercümesi.)

cephe-i harp

  • Savaş cephesi.

çerağ-ı leyle-i isra / çerağ-ı leyle-i isrâ

  • İsrâ gecesinin lâmbası.

çerb

  • Besili, semiz, yağlı. (Farsça)
  • Muvafık, münasib, uygun. (Farsça)
  • Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma. (Farsça)

çerb-pehlu

  • Besili, semiz, gövdeli, yağlı. (Farsça)

cercere

  • Deve sesi.

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

cerd

  • Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme.
  • Ot ve ağaç yetişmeyen yer.

cereng

  • Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi. (Farsça)

çeres

  • Zindan, hapishane. (Farsça)
  • Zulüm, işkence. (Farsça)
  • Mer'a, otlak. (Farsça)
  • Üzüm teknesi. (Farsça)

cereyan-ı hikmet

  • Hikmetin cârî, yürürlükte olması; dünyadaki hâdiselerin sebepler altında, fayda ve gayelere yönelik olarak cereyan etmesi.

cereyan-ı riba / cereyan-ı ribâ

  • Faizin devam etmesi, dolaşımı.

cereyan-ı tecelliyat

  • Tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi.

cereyan-ı tecelliyat-ı ilahiye / cereyan-ı tecelliyat-ı ilâhiye

  • İlâhî yansımalarının meydana gelmesi, cereyan etmesi.

cereyan-ı tecri / cereyan-ı tecrî

  • "Döner, akar gider" ifadesi.

cerez

  • Suyu kesik olan.
  • Otsuz yer.

cergand

  • Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. (Farsça)
  • Işık. Işık konacak yer. (Farsça)

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

cerh ve ta'dil / cerh ve ta'dîl

  • Hadîs ilmine âit iki ıstılah (terim). Cerh, yaralamak. Bir hadîs âliminin, bâzı sebeplerle râvînin (hadîs rivâyet eden kimsenin) rivâyetini (naklini) reddetmesi. Ta'dîl, düzeltmek. Bir hadîs âliminin, bir râvinin rivâyetinin kabûl edilebileceğini açı klaması.

ceri'-ül lisan / ceri'-ül lisân

  • Sözünü esirgemiyen, çekinmeden söyliyen.

cerrahhane-i amire / cerrahhâne-i âmire

  • Geçen asırda yeni usullerle cerrahlık yapılan Osmanlı tıp müessesesi, cerrahhânesi.

cers

  • Gizli ses.
  • Arının ağaçtan ve çiçeklerden emmesi.
  • Bir miktar zaman.

cesamet

  • İrilik. Büyük olma, cesim olma.

cesis

  • Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler).

cesise

  • (Bak: CESİS)

cesl

  • Kıllı kimse.
  • Çok nesne, kesir.

çeşme-i rabbani / çeşme-i rabbânî

  • Her şeyin Rabbi olan Allah'ın çeşmesi.

çeşme-i rahmet

  • Rahmet çeşmesi.

cess

  • Koparmak.
  • Bal mumu.
  • İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey.

cesurane / cesurâne

  • Yiğitçesine, cesaretli olarak, yüreklice, cesaretle. (Farsça)

çete

  • Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik.
  • Asker bölüğü, müfreze.
  • Çapulcu ve akıncı takımı.

cev'an

  • (Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş.

cevab-ı kat'i / cevab-ı kat'î

  • Kesin cevap, karşılık.
  • Kesin ve kat'i söz, kesin cevap.

cevaz-ı şer'i / cevaz-ı şer'î

  • Şeriatın cevazı, fetvası, müsaadesi.

cevelangah / cevelângâh / جولانگاه

  • Gezinti yeri, mesire yeri. (Arapça - Farsça)
  • Dolaşım yeri. (Arapça - Farsça)

cevher

  • Mâhiyet, asıl, öz. Varlıkta kalabilmesi için başka bir mahlûka muhtâc olmayan, kendi kendine varlıkta kalabilen.

cevher-i ruh

  • Canlı, şuurlu olan ve çevresini görüp gösteren nurlu varlık.

cevi

  • Aşk galebesinden gelen şiddet ve hiddet, gam ve gussadan, müzahemeden gelen bir hastalık, maraz.
  • Kokmuş su.

cevir

  • (Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm.
  • Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.

cevza

  • Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.

ceyl

  • (Çoğulu: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim.
  • Nesil, batın, kuşak.
  • Yengeç.

ceylan

  • Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.

ceza / cezâ

  • Şart cümlesinde cevap, karşılık olarak gelen kısım.

ceza-üş şart

  • Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.

cezaü'ş-şart

  • Şart cümlesinin karşılığı ve cevabı olarak gelen kısım, meselâ, "gelirsen görüşürüz" cümlesinde "görüşürüz" cezaü'ş-şarttır.

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

cezbedarane / cezbedarâne

  • Allah sevgisiyle kendinden geçercesine.

cezeb

  • Adamın ağzında tükrüğü kesilmek.
  • Hayvanın sütü az olmak.

cezm / جزم / جَزْمْ

  • Kesinlik, şüphesizlik.
  • Kesin karar, niyet.
  • Kesme, katı.
  • Kesin karar.
  • Kesin karar. (Arapça)
  • Cezm etmek: Kesin karar vermek, kesin olarak niyetlenmek. (Arapça)
  • Kesin karar.

cezma

  • Kulağı kesik koyun.
  • Kulağı delik koyun.

cezmiyet

  • Kesin kararlılık, azimli olma.
  • Kesin kararlılık.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

çi-gune

  • Nasıl, ne çeşit, ne türlü. (Farsça)

cibal-i şahika / cibâl-i şâhika

  • Zirvesi çok yüksek olan dağlar.

cide

  • Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.

ciğer-suz / ciğer-sûz

  • Çok acı. Ciğer yakar derecesindeki teessür. (Farsça)

cihad-ı asgar ve ekber

  • Nefis mücadelesi olan en büyük cihat ve silahlı mücadele olan küçük cihat.

cihadi / cihadî

  • (Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı.
  • II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.

çıhar yar-ı güzin / çıhâr yâr-ı güzîn

  • Peygamber efendimizin dört seçkin ve büyük halîfesi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.

cihet

  • (Çoğulu: Cihât) Yan, yön, taraf.
  • Sebeb, mucib.
  • Vesile, bahane.
  • Evkafça olan vazife, maaş.
  • Yer, mahâl, semt.

cihet-ül vahdet-i ittihad

  • Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur. Birleştiren ve birleşilen esas.

cihetü'l-vahdet-i nübüvvet

  • Peygamberlik müessesesinin birlik yönü, bütün peygamberlerin ortak niteliği.

cilbab

  • Kadın feracesi. Çarşaf.

cild

  • Deri.
  • Meşin.
  • Kitab kabı.
  • (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi.
  • Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

çille

  • Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir.

cilse

  • Bir çeşit vurmak.

cilve-i cemal / cilve-i cemâl / جِلْوَۀِ جَمَالْ

  • Güzelliğin görünmesi.

cilve-i cemal ve kemal / cilve-i cemâl ve kemâl / جِلْوَۀِ جَمَالْ وَ كَمَالْ

  • Mükemmelliğin ve güzelliğin görünmesi.

cilve-i ehadiyet / جِلْوَۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın birliğinin her bir şeyde görünmesi.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.

cilve-i hitab-ı rabbani / cilve-i hitab-ı rabbânî

  • Herşeyi yaratıp terbiye eden Allah'ın hitabının cilvesi, yansıması.

cilve-i inayet / cilve-i inâyet / جِلْوَۀِ عِنَايَتْ

  • İlâhî şefkat ve yardımın cilvesi, görünmesi.
  • Yardımın görünmesi.

cilve-i inayet-i rabbaniye / cilve-i inâyet-i rabbâniye / جِلْوَۀِ عِنَايَتِ رَبَّانِيَه

  • Allahın ihsânının görünmesi.

cilve-i irade / cilve-i irâde

  • Cenâb-ı Hakkın iradesinin bir yansıması, izi.
  • İrâde ve kasdı gösteren tezahür ve tecelli. Cenab-ı Hakkın kendi bizzat isteği ve iradesiyle yaptığını gösteren oluş ve intizam, mükemmeliyet.

cilve-i irade-i ilahiye / cilve-i irade-i ilâhiye

  • İlâhî iradenin yansıması, görünmesi.

cilve-i kayyumiyet / cilve-i kayyûmiyet

  • Allah'ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının cilvesi.

cilve-i kudret-i fatır / cilve-i kudret-i fâtır

  • Benzersiz şeyler yaratan Allah'ın kudretinin cilvesi, yansıması.

cilve-i kudret-i rabbaniye / cilve-i kudret-i rabbâniye / جِلْوَۀِ قُدْرَتِ رَبَّانِيَه

  • Terbiye edici Allah'ın kudretinin görünmesi.

cilve-i mana / cilve-i mânâ

  • Mânânın yansıması, görünmesi.

cilve-i merhamet

  • Merhamet cilvesi, görüntüsü.

cilve-i nakş

  • Nakşın cilvesi, görüntüsü.

cilve-i nur

  • İlâhî nurun yansıması ve görünmesi.

cilve-i rabbaniye / cilve-i rabbâniye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin ve onları terbiye, idare ve egemenliği altında bulundurmasının izi, görüntüsü.

cilve-i rahmet / جِلْوَۀِ رَحْمَتْ

  • Rahmetin cilvesi, görüntüsü.
  • Rahmetin görünmesi.

cilve-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin yansıması.

cilve-i şefkat

  • Şefkatin, merhametin görünmesi.

cilve-i sırr-ı i'caz / cilve-i sırr-ı i'câz

  • Mu'cizelik sırrının cilvesi, yansıma ve görüntüsü.

cilve-i tevhid

  • Tevhid cilvesi, görüntüsü.

cilve-i vahdet / جِلْوَۀِ وَحْدَتْ

  • Birliğin görünmesi.

çim

  • Rutubetten hasıl olan yosun. (Farsça)
  • Kesilmiş çimenli yerler. (Farsça)

çımacı

  • Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa.

cimah

  • Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.

cimnastik

  • yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

cin

  • Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.

çin

  • "Derleyen, toplayan" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

cinayet ve ictinadan himayet etmek

  • Kesilme ve mevyelerin toplanma teklikesine karşı korumak.

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

cinn suresi / cinn sûresi

  • Kur'ân-ı Kerim'in 72. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.

cinnet

  • Delilik, aklın baştan gitmesi.

cinni / cinnî

  • Cinn taifesinden olan.

cins

  • Fıkıhta; çeşit, tür, kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmayan şeylere ortak olarak verilen isim.
  • Nevi'. Boy, soy, kavim, kabile. Aynı çeşitten olmak.
  • Tür, çeşit.

cirit

  • Ucu temrenli bir çeşit mızrak.

çirkaf / çirkâf

  • Çirkef. Pis su. Pis. (Farsça)
  • Terbiyesiz. Edebsiz. (Farsça)

cirm-i şems

  • Güneşin temel yapısı.

ciro

  • ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.

civarında

  • Çevresinde.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cu

  • Custen fiilinin emir kökü. Gelecek misâlde olduğu gibi birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

cübbe

  • (Çoğulu: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas.
  • Giyilmesi sünnet olan, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir giysi.

cübüll

  • (Çoğulu: Cübüllât) Yaratılmak, hilkat.
  • Kesir, çok.

cüff

  • İçi boş olan şey. Kof.
  • Dimağa işlemiş olan baş yarığı.
  • Hurma çiçeğinin kabuğu.
  • Cemaat, topluluk.
  • Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.

cüft

  • Tek olmayan. Eşi olan. Çift. (Farsça)

cüfte

  • Benzer, eş, denk, müsavi. (Farsça)
  • İnsan veya hayvan sağrıs. (Farsça)
  • Hayvan çiftesi. (Farsça)

cuhdub

  • (Çoğulu: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge.

cühud

  • Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek.
  • Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler. (Türkçedeki "cıfıt" kelimesi bundan gelir.)
  • Bir kimseyi bahil bulmak.

cülazi / cülazî

  • Kocaman ve kuvvetli. İriyarı.
  • Hâdim, hademe, hizmetkâr.
  • Kilise veya manastır uşağı.
  • Papaz veya keşiş.

cülmüd

  • Sesi çok çıkan ve kuvvetli olan kimse.

cum'a

  • Toplanma.
  • Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest

cum'a suresi / cum'a sûresi / cum'â sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 62. ve Medine-i Münevvere'de nâzil olan sûresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış ikinci sûresi.

cümad-el-ula / cümâd-el-ûlâ

  • Arabi ayların beşincisi. Cemazi-yel-evvel.

cümade / cümâde

  • Arabi ayların beşinci ve altıncısının adı.

cümame

  • (Çoğulu: Cümâm) Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar.

cümle-i ayet / cümle-i âyet

  • Âyet cümlesi.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cümle-i fiiliye

  • Fiil ile başlayan arabça cümle. Fiil cümlesi. (Farsça)
  • Fiil cümlesi; fiil ile başlayan cümle.

cümle-i ismiye

  • İsimle başlayan arabça cümle. İsim cümlesi. (Farsça)
  • İsim cümlesi.

cümle-i ismiyye

  • İsim cümlesi.

cümle-i şartiye

  • Şart cümlesi.

cümle-i tevhidiye

  • Tevhid cümlesi; her şeyin bir olan Allah'a ait olduğunu bildiren cümle.

cümle-i tevhidiye-i kudsiye

  • Mukaddes ve mübarek olan tevhid cümlesi.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

cünah

  • Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, "günah" kelimesinin aslı budur.

cüneyd-i bağdadi / cüneyd-i bağdadî

  • (Hicri: 207-298) Şafii Hz.lerinin talebesinden ders almıştır. Zamanın kutbu sayılmıştır. 30 defa yaya olarak hacca gitmiştir. Büyük velilerdendir. (K.S.)

cünh

  • Koruma, esirgeme, himâye ve muhafaza etme.

cünüb

  • Gusletmesi gereken kimse.
  • Gusletmesi (boy abdesti alması) gereken kimse.

cür'a-riz

  • Damla damla döken. (Farsça)
  • Bir çeşit ibrik. (Farsça)

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu
  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cürd

  • Tüysüz, kılsız.
  • Cilt hastası (deve).
  • Tüyleri kısa olan (at).
  • Bitki örtüsü olmayan (arazi).
  • Piyâdesiz (süvâri).

cürez

  • (Çoğulu: Cirzân) Tarla faresi.

cürre

  • Cesur, cesaretli, cür'etkâr, cür'et-yâb, yiğit, delikanlı, gözüpek, atılgan.
  • Uçan her çeşit kuşun erkeği.
  • Bir zira' miktarı ağaç. (Ağacın başında bir küfe, ortasında bir ipi olup onunla geyik avlarlar.)

cürun / cürûn

  • Bezin eskimesi.
  • Yumuşak olmak.
  • Bir nesne aşınmak.
  • Alışkanlık, itiyat.

cüsum

  • Kuşun, uyuması vaktinde göğsünü yere koyup çömelmesi. Çömelip oturmak.
  • Uykuda gelen ağırlık. Kâbus.
  • Oturmak.

cüvar

  • (Civâr) Yakınlık. Komşuluk.
  • Himâyet, korumak.
  • Riâyet.
  • Süt emen deve yavrusu.
  • Karga sesi.
  • Öküz avazı.

cüz' / جُزْؤْ

  • Kurânın özel bölünmüş yirmi sahîfesi.

cüz'-i ihtiyari / cüz'-i ihtiyârî / جُزْءِ اِخْتِيَار۪ي

  • Kulun tercîhi, irâdesi.

cüz'i hadise-i şer'iye / cüz'î hâdise-i şer'iye

  • Şeriatın ferdî, bireysel meselesi, olayı.

cüz-i ihtiyari / cüz-i ihtiyarî

  • İnsanın sınırlı iradesi.

cüzaz

  • Kesilmiş ve parçalanmış olan şey.

cüzbend

  • Bir çeşit cüzzam hastalığı.
  • Ciltçi.

cüziirade / cüziirâde

  • İnsanın azıcık iradesi.

da'va / da'vâ

  • Takib edilen fikir, iddia.
  • Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi.
  • Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek.
  • Mes'ele.
  • İnat. Ayak diremek.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek.

dabbe / dâbbe

  • Bir çeşit yerde yaşayan hayvan.

dabh

  • Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki: Dabh, bir at ve bir de köpek koşarken olur.

dacic

  • Çağırış.
  • Sesi yükseltmek.

dad

  • Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir.
  • Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir.

dafate

  • Ayağa giydikleri bir cins pabuç.
  • Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak.
  • Bir oyun çeşidi.

daffat

  • Devesini kiraya veren deveci.

dagdaga

  • Dişi olmayan kadın.
  • Kurdun et yemesi.
  • Yemeği iki çene arasında geve geve yemek.

dagfasa

  • Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik.
  • Bol geniş nesne.

dagib

  • Tavşan sesi.

dahamet-i kebed / dahâmet-i kebed

  • Tıb: Karaciğer büyümesi.

dahi

  • Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi.

dahiye-i edeb / dâhiye-i edeb

  • Edebiyatta dâhi olan, eşine az rastlanan büyük edib.

dahve

  • İlk kuşluk vakti. Güneşin ufukta ilk yükselip yayılmaya başladığı an.

dahve-i sugra

  • Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti.

dahye

  • Kuşluk vaktinde kesilen koyun.

dai-yi sıdkı / dâî-yi sıdkı

  • Doğruluğun çağırıcısı, gerekçesi (Peygamber Efendimiz'in bir ismi de Dâî'dir).

daime

  • Sürekli; fertlerde her zaman gerçekleşiyor olma.

daire / dâire / دائره

  • Daire. (Arapça)
  • Büro, ofis. (Arapça)
  • Devlet dairesi. (Arapça)
  • Tef, zilli tef. (Arapça)

daire-i adliye

  • Adliye dairesi.

daire-i afak / daire-i âfâk

  • Ufuklar dairesi. Çok geniş ve büyük dâire, kâinat.

daire-i akaid

  • İnançların, itikatların dairesi.

daire-i akide

  • İnanç dairesi.

daire-i arz

  • Yeryüzü dairesi.

daire-i askeriye

  • Askerlik dairesi.

daire-i azam-ı alem / daire-i âzam-ı âlem

  • Büyük kâinat dairesi.

daire-i azamet

  • Büyüklük dairesi.

daire-i cehl

  • Bilgisizlik dairesi.

daire-i ders

  • Ders dairesi.

daire-i diniye

  • Din dairesi.

daire-i dua

  • Dua dairesi.

daire-i ehadiyet

  • Allah'ın birlik dairesi.

daire-i esbab

  • Sebepler dairesi.
  • Sebepler dâiresi. Sebep ve kanunların bulunduğu yer olan maddi âlem.

daire-i esbab-ı zahiriye / daire-i esbab-ı zâhiriye

  • Görünürdeki sebepler dairesi.

daire-i esma / daire-i esmâ

  • Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin sahası ve dairesi.

daire-i esma ve sıfat / daire-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellî dairesi.

daire-i fünun

  • İlimler dairesi.

daire-i gurbet

  • Gurbet dairesi.

daire-i hakimiyet / daire-i hâkimiyet

  • Egemenlik, üstünlük, âmirlik dairesi.

daire-i haşmet

  • Haşmet dairesi.

daire-i haşr

  • Haşir dairesi.

daire-i hikmet

  • Hikmet dairesi.

daire-i hikmet ve adl

  • Hikmet ve adalet dairesi.

daire-i hükm

  • Hüküm alanı, karar dairesi.

daire-i hükumet / daire-i hükûmet

  • Yönetim dairesi.

daire-i huzur

  • Huzur dairesi.

daire-i ihtiyar

  • Etki alanı, dilediğini yapabilme dairesi.

daire-i ilim

  • İlim dairesi.

daire-i ilim ve kudret

  • İlim ve kudret dairesi, alanı.

daire-i ilm

  • İlim dairesi.

daire-i ilmiye

  • İlim dairesi.

daire-i inkıyad / daire-i inkıyâd

  • İtaat dâiresi, Allah'a kulluk dâiresi.

daire-i irade ve meşiet

  • İrade ve dileme dairesi, alanı.

daire-i irşad

  • Doğru yolu gösterme dairesi, halkası.

daire-i islam / daire-i islâm

  • İslâm dairesi.

daire-i islamiye / daire-i islâmiye

  • İslâm dairesi.

daire-i islamiyet / daire-i islâmiyet

  • İslâm dairesi.

daire-i ismet

  • Masumluk dairesi.

daire-i itikad

  • İnanç ve iman dairesi.

daire-i itikad ve tevhid

  • Sarsılmaz inanç ve her şeyin bir olan Allah'a ait olduğuna inanma dairesi.

daire-i kader

  • Kader dairesi.

daire-i kalb

  • Kalb dairesi.

daire-i kehkeşan / dâire-i kehkeşan

  • Samanyolu galaksisinin dairesi.

daire-i kur'aniye / daire-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın dairesi.

daire-i maarif

  • Eğitim-öğretim dairesi.

daire-i memleket

  • Memleket dairesi.

daire-i meşiet ve irade

  • Allah'ın istek ve iradesinin yansıdığı daire, alan.

daire-i meşihat

  • Din işleri dairesi.

daire-i muamelat / daire-i muamelât

  • Muamelât dairesi; şahıs ve aile hukuku, aynî haklar, miras, ticaret, borçlar ve iç hukukla ilgili konular.

daire-i mülk

  • Sahip olunan şeylerin dairesi.

daire-i mülkiye

  • Devlet idaresiyle meşguliyet dairesi.

daire-i mümkinat / daire-i mümkinât

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan şeyler dairesi, yaratılanlar âlemi.

daire-i nazar

  • Görüş dairesi, bakış açısı.

daire-i nazmiye

  • Nazım, diziliş dairesi.

daire-i nezaret

  • Gözetim dairesi.

daire-i nübüvvet

  • Peygamberlik dairesi.

daire-i rahmet

  • Rahmet dairesi.

daire-i resmiye

  • Hükûmet dairesi, resmi daire.

daire-i rububiyet

  • Rablık dairesi.

daire-i saltanat

  • Saltanat dairesi, egemenlik alanı.

daire-i semavat / daire-i semâvat

  • Gökler dairesi.

daire-i sıfat / daire-i sıfât

  • Sıfat dairesi.

daire-i siyaset

  • Siyaset dairesi.

daire-i siyasiye / dâire-i siyasiye

  • Siyaset dairesi.

daire-i şuhud

  • Görüş dâiresi.

daire-i şumul

  • Kapsam dairesi.

daire-i sünnet

  • Sünnet dairesi.

daire-i takva / daire-i takvâ

  • Takvâ dairesi; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma dünyası.

daire-i tasarruf / dâire-i tasarruf

  • Dilediği gibi tasarruf etme, tedbir ve idare etme dâiresi, bütün yaratılmışlar dâiresi olan kâinat.

daire-i tasarruf-u rububiyet

  • İlâhî irâde ve terbiyenin tasarruf dairesi.

daire-i tasarrufat / daire-i tasarrufât

  • Tasarruf etme dairesi, hareket alanı.

daire-i tedbir

  • Tedbir, idare ve yönetim dairesi.

daire-i tedbir ve irade

  • İdare ve irade dairesi.

daire-i tenvir

  • Nurlandırma dairesi, aydınlatma alanı.

daire-i tenviriye

  • Nurlandırma dairesi, alanı.

daire-i terbiye

  • Terbiye çerçevesi.

daire-i terbiye-i islamiye / daire-i terbiye-i islâmiye

  • İslâmiyetin terbiye dairesi.

daire-i ubudiyet / daire-i ubûdiyet

  • Kulluk dairesi.

daire-i ufk-u cibali / daire-i ufk-u cibalî

  • Dağın ufuk dairesi, çizgisi.

daire-i ufuk

  • Ufuk dairesi.

daire-i uluhiyet / daire-i ulûhiyet

  • İlâhlık dairesi.

daire-i vataniye

  • Vatan dairesi.

daire-i velayet / daire-i velâyet

  • Velilik dairesi.

daire-i vücub

  • Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi.

daire-i vücud

  • Vücud ve varlık dairesi ve sahası.
  • Varlık dairesi, alanı, sahası.

daire-i vücut

  • Varlık dairesi.

daire-i zikir

  • Zikir dairesi.

dal

  • Arap alfabesinin sekizinci harfi.

dalalete seyf-i hemta / dalâlete seyf-i hemta

  • Sapkınlık ve inkarcılık düşüncesini yok edecek seviyede güçlü olan kılıç.

dall bi'l-işare / dâll bi'l-işâre

  • İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.

dall-bi'l-iktiza / dâll-bi'l-iktizâ

  • İktiza ile delalet etme, sözün gereklilik yolu ile delâlet etmesi.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

Dalyarak / dalyarak

  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "sallamak" anlamına gelir.
  • Türkiye Türkçesinde dal-1 "sallamak" fiilinden türetilmiştir.
  • Dalyarak kelimesi tarihte bilinen ilk kez dallamak "sallamak, eliyle tartmak" TDK, Tarama Sözlüğü (1600 yılından önce) eserinde yer almıştır.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "Budalalığı yüzünden her zaman densizlik, küstahlık eden (kimse)." anlamına gelir.

dam / dâm / دام

  • Tuzak, kapan. (Farsça)
  • Besi hayvanı. (Farsça)

damen-i pakiniz / dâmen-i pâkiniz

  • Çok temiz eteğiniz; her türlü kötülük ve günahtan uzak duran bir kişinin peşinden gitmeyi ve ona saygı göstermeyi ifade eden bir deyim.

damene

  • Dağ eteği, dağın çevresi. (Farsça)

damenkeş-i tesir-i hakiki / dâmenkeş-i tesir-i hakikî

  • Gerçek tesirden el etek çeken.

damhar

  • Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.

dane-i hakikat / dâne-i hakikat

  • Hakikat çekirdeği, tanesi.

dar'a'

  • Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.)

dar-ı islam / dâr-ı islâm

  • İslâm ülkesi.

dar-ı küfür / dâr-ı küfür

  • Gayr-i müslimlerin ülkesi.

dar-ı şura-yı askeri / dâr-ı şura-yı askerî

  • 1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.

dar-ı zimmet / dâr-ı zimmet

  • Müslümanların, ahid ve emânını ve himayesini kabul etmiş oldukları; gayr-i müslimlere mahsus yerler.

dar-ül hikmet / dâr-ül hikmet

  • Hikmet yeri. Hikmetlerin hükmettiği, hikmet beşiği dünya.
  • Osmanlı devrinde Şeyh-ül İslâmlık makamının bir ismi.

dar-ül huld / dâr-ül huld

  • Baki olan yer. Cennetin bir bahçesi. Cennet.

dar-ül maarif / dâr-ül maarif

  • Sultan Mecid zamanında Valide Sultan'ın İstanbul'da Sultan Mahmud türbesi civarında yaptırmış olduğu mekteb.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

darbe-i azab / darbe-i azâb

  • Azap darbesi, azap verici vuruş.

darbele

  • Bir yürüme çeşidi.
  • Davul çalmak.

darıharb / dârıharb

  • Savaş yeri, düşman ülkesi.

darir

  • (Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
  • Nefis.
  • Cismin bakiyyesi.
  • İri vücutlu fakir kişi.

darm

  • Şiddetli açlık. Oburluk.
  • Ateşin yakması.

darrab

  • Akça kesici, dârp edici, para basan.

darülharb / dârülharb

  • Savaş yeri, düşman ülkesi.

dasitan / dâsitân

  • (Dâstân) Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. (Farsça)
  • Şöhret. (Farsça)

dasitane-i aşk / dâsitâne-i aşk

  • Aşk hikâyesi ve destanı.

davta

  • Fakir.
  • Gövdeli, cesim.

davud / dâvud

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir.

davudi / davudî

  • Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.

dayı

  • Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan.
  • Annenin erkek kardeşi.

de'b-i edeb

  • Edebî usul, kaide. Edeb kaidesi. Edebiyat âdeti, şekli, tarzı.

de'lan

  • Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.

debbağ

  • Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan.

debş

  • Çekirgenin ot yemesi.

dedikodu

  • Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.

def-i bela / def-i belâ

  • Belânın def edilmesi, giderilmesi.

def-i beliyyat / def-i beliyyât

  • Belâların def edilmesi, uzaklaştırılması.

def-i ihtiyaç

  • İhtiyacın giderilmesi, ihtiyacın karşılanması.

defa

  • Boynuz ve kanat uzunluğu.
  • Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.

defer

  • Koltuk kokusu gibi olan pis koku.
  • Yemeğe kurt düşmesi.

defif

  • Ağır ağır gitmek.
  • Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi.

define-i ilmiye

  • İlim hazinesi.

define-i saadet ve necat / define-i saadet ve necât

  • Kurtuluş ve mutluluk hazinesi.

define-i ulum ve fünun / define-i ulûm ve fünûn

  • Fen ve ilimlerin hazinesi.

defn

  • Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi.
  • Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.

defn-i emvat

  • Ölülerin gömülmesi.

defn-i meyyit

  • Ölünün gömülmesi.

deha

  • Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.

dehmece

  • İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi.

dehr suresi / dehr sûresi

  • Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. İnsan sûresi ve Hel'etâ da denir.

dek

  • Desise, hile, dolandırıcılık. (Farsça)
  • Sâil, dilenci. (Farsça)
  • Dilencilik. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Çatma, tokuşma. (Farsça)

dekdeke

  • Yerin deprenmesi.
  • Sancıma.
  • Def etme, kovma.

delail-i kat'iye / delâil-i kat'iye

  • Kesin deliller.

delail-i katıa / delâil-i katıa

  • Kesin ve şüphesiz deliller.

delalet / delâlet

  • İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
  • Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.

delalet-i akliyye ve mantıkıyye / delâlet-i akliyye ve mantıkıyye

  • Akıl ve mantık yardımıyla, akıl ve mantığın yola göstermesiyle.

delalet-i iltizamiye / delâlet-i iltizamiye

  • Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına zorunlu olarak işaret etmesi. Meselâ "ilâh" sözü zorunlu olarak "doğmamış, doğurmamış" mânâsına işaret eder.

delalet-i nass / delâlet-i nass

  • Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

delalet-i selase / delalet-i selâse

  • Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânas

delalet-i zatiye / delâlet-i zâtiye

  • Kendi zatıyla, bizzat kendisini eserleriyle göstererek delil olması, şahitlik etmesi.

delil / delîl

  • Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
  • Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.

delil-i ehadiyet

  • Allah'ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin delili.

delil-i imkani / delil-i imkânî

  • İmkân delili; sayısız ihtimaller, seçenekler arasından yaratılan varlıkların, o seçenekleri tercih eden bir yaratıcıya delâlet etmesi.

delil-i inni / delil-i innî

  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

delil-i kat'i / delil-i kat'î / delîl-i kat'î

  • Kesin delil.
  • Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

delil-i katı

  • Kesin delil.

delil-i kàtı'

  • Kesin delil.

delil-i yakini / delil-i yakînî

  • Şüphe edilmeyecek derecede kesin olan delil.

dellal-ı saltanat-ı rububiyet / dellâl-ı saltanat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye saltanatının ilancısı.

dels

  • Karanlık, zulmet.
  • Bir şeyi saklamak, gizlemek.
  • Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.

dem'

  • Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.

dem-beste

  • Sesi soluğu kesilmiş, susmuş. (Farsça)

deman

  • Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. (Farsça)
  • Vakit, zaman. An. (Farsça)
  • Bağırıp çağırma, feryat, figân. (Farsça)
  • Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. (Farsça)
  • Kükremiş. (Farsça)

demdeme-i nebat / demdeme-i nebât / دَمْدَمَۀِ نَبَاتْ

  • Bitkinin coşkun sesi.

demg

  • Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak.
  • Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

dendan-ı seadet / dendân-ı seâdet

  • Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.

dendane

  • Diş tanesi. (Farsça)
  • Çark vesaire dişi. (Farsça)

deniyye

  • Kaftan düğmesi, elbise düğmesi.

denizli ehl-i vukufu

  • Denizli mahkemesi bilirkişi heyeti.

derbend / دربند

  • Dar geçit. (Farsça)
  • Sınır kalesi. (Farsça)
  • Hudut. (Farsça)

derçin resmi

  • Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi.

derecat-ı şemsiye

  • Eski Kozmoğrafyaya göre; güneşi döndüğü farzedilen dâirenin on iki burca tekabül eden kısımları.

derece-i aşk

  • Aşk derecesi.

derece-i azamet

  • Büyüklük derecesi.

derece-i bedahet

  • Apaçıklık derecesi.

derece-i belağat / derece-i belâğat

  • Belâğat derecesi.

derece-i celalet / derece-i celâlet

  • Görkem, heybet derecesi.

derece-i cemal / derece-i cemâl

  • Güzellik derecesi.

derece-i cesaret

  • Cesaret derecesi, seviyesi.

derece-i delalet / derece-i delâlet

  • Yol gösterme derecesi.

derece-i ehemmiyet

  • Önem derecesi.

derece-i fehim

  • Anlama derecesi.

derece-i fehim ve edeb

  • Anlayış ve edep seviyesi.

derece-i fehim ve zevk

  • Anlama ve zevk etme derecesi.

derece-i fehm

  • Anlayış derecesi.

derece-i gaflet

  • Gaflet derecesi.

derece-i garabet

  • Gariplik derecesi.

derece-i hakkalyakin / derece-i hakkalyakîn

  • Bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi.

derece-i hakkaniyet

  • Gerçeklik, doğruluk derecesi.

derece-i hararet

  • Sıcaklık derecesi.
  • Isı derecesi.

derece-i haşmet

  • Heybet ve görkemin derecesi.

derece-i hayat

  • Hayat derecesi.

derece-i hizmet

  • Hizmet derecesi.

derece-i i'caz / derece-i i'câz

  • Mu'cizelik derecesi.

derece-i ihata

  • Kuşatıcılık derecesi.

derece-i ihtiyaç

  • İhtiyaç derecesi.

derece-i ihtiyaç ve iştiyak

  • İhtiyaç ve arzu derecesi.

derece-i iktidar ve hikmet

  • İktidar ve hikmetin derecesi.

derece-i ilim

  • İlim derecesi.

derece-i ilim ve marifet

  • İlim ve bilgi derecesi.

derece-i iman

  • İman derecesi.

derece-i iman-ı bilgayb

  • Gayba iman derecesi; görünmeyen ve bilinmeyen âlemlere inanma derecesi.

derece-i in'am

  • Nimetlendirme derecesi.

derece-i inkıyad

  • Boyun eğme derecesi.

derece-i inkıyad ve itaat

  • Boyun eğme ve itaat derecesi.

derece-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma seviyesi.

derece-i istidat

  • Yetenek, kabiliyet derecesi.

derece-i istidat ve kabiliyet

  • Beceri ve kabiliyet derecesi.

derece-i iştiyak

  • Çok kuvvetli arzu ve isteğin derecesi.

derece-i itaat ve musahhariyet

  • İtaat ve boyun eğmişlik derecesi.

derece-i kabahat

  • Kusur ve kabahat derecesi.

derece-i kemal / derece-i kemâl

  • En yüksek mükemmellik derecesi.

derece-i kemalat / derece-i kemâlât

  • Mükemmellik derecesi.

derece-i kesret

  • Çokluğun derecesi.

derece-i kıymet

  • Kıymet derecesi.

derece-i kıymet ve rağbet ve ehemmiyet

  • Kıymet, beğenilme ve önem derecesi.

derece-i kudret ve hikmet / دَرَجَۀِ قُدْرَتْ و حِكْمَتْ

  • Kudret ve hikmet derecesi.
  • Güç, kuvvet ve hikmetin derecesi.

derece-i kudret ve teshir

  • Güç ve emri altında bulundurma derecesi.

derece-i kudsiyet

  • Kutsallık derecesi.

derece-i kuvvet

  • Kuvvet derecesi.

derece-i lütuf

  • Lütuf ve iyilik derecesi.

derece-i lüzum

  • Gereklilik seviyesi.

derece-i makbuliyet

  • Kabul edilmişlik derecesi.

derece-i malikiyet / derece-i mâlikiyet

  • Sahiplik derecesi.

derece-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme derecesi.

derece-i melekiye

  • Yüksek olan meleklik mertebesi, derecesi.

derece-i münasebet ve alaka / derece-i münasebet ve alâka

  • İlgi ve irtibat derecesi.

derece-i nimet

  • Nimet derecesi.

derece-i rahmet

  • Rahmet derecesi.

derece-i rububiyette

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi derecesinde.

derece-i saadet

  • Mutluluk derecesi.

derece-i sadakat / derece-i sadâkat / دَرَجَۀِ صَدَاقَتْ

  • Bağlılık derecesi.
  • Samîmî bağlılık derecesi.

derece-i san'at ve maharet

  • San'at ve maharet derecesi.

derece-i şefkat

  • Şefkat derecesi.

derece-i şehadet

  • Şehitlik derecesi.

derece-i şehadet ve gazilik

  • Şehitlik ve gazilik derecesi.

derece-i şenaat

  • Kötülük ve fenalık derecesi, seviyesi.

derece-i şiddet

  • Şiddet derecesi, şiddetli bir derece.

derece-i sıdk

  • Doğruluk derecesi.

derece-i şuhud

  • Kalp gözüyle görme derecesi.
  • İmanı ve mânevi hakikatları, mânevi terakki yoluyla görmek seviyesinde olan iman mertebesi.

derece-i sukut

  • Düşme derecesi, seviyesi.

derece-i tahkik

  • Araştırma ve her şeyin gerçek yüzünü ortaya çıkarma derecesi.

derece-i takva / derece-i takvâ

  • Allah'tan korkma derecesi.

derece-i tavsif

  • Allah'ı vasıflandırma, bildirme derecesi.

derece-i tesir

  • Tesir seviyesi.

derece-i ubudiyet

  • Kulluk derecesi.

derece-i ulviyet

  • Yücelik, yükseklik derecesi.

derece-i velayet / derece-i velâyet

  • Velilik derecesi.

derece-i vüs'at

  • Genişliğin derecesi.

derece-i zekavet / derece-i zekâvet / دَرَجَۀِ ذَكَاوَتْ

  • Zekilik derecesi.

derece-i zevk

  • Zevk derecesi.

derece-i zuhur

  • Ortaya çıkma derecesi.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

dereke-i kelbiyet

  • Köpeklik derecesi, seviyesi.

derem

  • Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi.
  • Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması.
  • Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.

deres

  • Nişanın belirsiz olması.
  • Kaftanın eskimesi.
  • Evin köhne olması.

dergah / dergâh

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
  • (Der-geh) Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. (Farsça)
  • Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. (Farsça)
  • Şeyhlerin tekkesi. (Farsça)

deri

  • Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) (Farsça)
  • Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği. (Farsça)

derr

  • İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır.
  • Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı.
  • Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.

derrace

  • Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
  • Bisiklet.

ders-i belagat / ders-i belâgat

  • Belâgat dersi; sözün düzgün, kusursuz olarak hâlin ve makamın icabına göre söylenmesini öğreten ders.

ders-i umumi / ders-i umumî

  • Herkesi ve herşeyi içine alan ders.

dershane-i yusufiye

  • Yusuf'un (a.s.) dershanesi; Hz. Yusuf'un kaldığı ve medreseye çevirdiği zindana benzetilerek hapishaneye verilen isim.

derviş

  • Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. (Farsça)
  • Kimsesiz, fakir. (Farsça)
  • Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. (Farsça)
  • Mürid veya şeyh. (Farsça)

derya-yı ahdar

  • Yeşil deniz.
  • Mc: Sema, gök.

des

  • Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk. (Farsça)

desais / desâis

  • (Tekili: Desise) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler.
  • Desiseler, hileler, oyunlar.

desais-i şeytaniye / desâis-i şeytaniye

  • Şeytanın desiseleri, hileleri.

desais-i şeytaniyye

  • Şeytanca desiseler, hileler.

desak

  • Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.

desatir-i rabbaniye / desâtir-i rabbaniye

  • Besleyen, yetiştiren, verdiği nimetlerle varlıkları terbiye eden, idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın düsturları, prensipleri.

desimetre

  • Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi. (Fransızca)

desise-i nefsiye

  • Nefsin desisesi, aldatması.

desise-i şeytaniye

  • Şeytanın hile ve desiseleri.

desisekarane / desisekârâne

  • Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette. (Farsça)

dessas

  • Çok aldatıcı, çok desiseci.

dest-be-dest

  • Elden ele, el ele. (Farsça)
  • Peşin satış. (Farsça)
  • Birbirine bitişik olan. (Farsça)

destak

  • Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.

destan

  • Kahramanlık hikâyesi.

destek

  • Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. (Farsça)
  • Küçük el. (Farsça)
  • Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. (Farsça)

deva-i imani / devâ-i imanî

  • İman devası, çaresi.

deva-yı illet

  • Hastalığın ilâcı, çaresi.

devair-i rububiyet / devâir-i rububiyet

  • Rububiyet daireleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının alanları.

devalüasyon

  • Paranın değerinin düşürülmesi. (Fransızca)

devam-ı hayat-ı insaniye

  • İnsan hayatının devam etmesi.

devar

  • Baş dönmesi hastalığı.

devasız

  • Çaresiz.

deveran-ı dünya / deverân-ı dünya

  • Dünyanın dönüp devretmesi.
  • Dünyanın sürekli dönmesiyle meydana gelen büyük gelişmeler.

deveran-ı şems

  • Güneşin dönmesi.

devir

  • (Devr) (Çoğulu: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek.
  • Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama.
  • Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme.
  • Seyahat. Bir memleketi dolaşmak.
  • Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi.

devir dairesi

  • Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire.

devir ve teselsül

  • Davanın delile ve delilin davaya taalluk etmesiyle kaziyenin dönüp dolaşıp yine eski hâline gelerek hallolunamaması.

devle

  • "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli.
  • İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

devlet-abadi / devlet-abadî

  • Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. (Farsça)

devletçilik

  • Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve ziraatin devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma âid olan işleri ve bu işler için lâzım gelen teşkilât, müessese ve sâirelerini devlet eliyle yapılmasını kabul eden idâre sistemi.
  • Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseseler

devr-i sabık

  • Önceki dönem; Cumhuriyet Halk Partisi idaresi ve iktidar dönemi.

devre

  • (Çoğulu: Devrât) Dönüş dönme, dönem.
  • Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi.
  • Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.

deyn

  • Borç. Verilmesi lâzım gelen şey.
  • Fık: Zimmetinde sâbit olan şey.

deyyan / deyyân

  • Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.
  • Herkesin hakkını en iyi bilen ve veren Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.
  • Herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen Allah.

di'dan

  • Devenin çok yelmesi.
  • Bir şeyi örtmek.

dıbne

  • Gülmek.
  • Maymun sesi.

dida'

  • Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması.
  • Ay sonu.

didar-ı mevla / dîdar-ı mevlâ

  • Allah'ın cennetliklere cemâlini göstermesi, görünmesi.

dih

  • "Veren, verici" mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih : Rahatlık veren. (Farsça)

dıhas

  • Çok, kesir.
  • Eskimeye yakın olan.

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

dilirane / dilirâne

  • Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına. (Farsça)

dımar

  • Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi.
  • Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal.
  • Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç.
  • Gizli.

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

dindaş

  • Din kardeşi.

dinde bid'at

  • Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.

dinsizdarane / dinsizdârâne

  • Dinsizcesine.

dıram

  • Ateşin alevlenmesi.
  • Ateşin alevi.
  • Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)

diriğ / dirîğ / دریغ

  • Men'etmek, korumak, esirgemek. (Farsça)
  • Eyvâh, yazık. (Farsça)
  • Esirgeme. (Farsça)
  • Dirîğ etmek: Esirgemek. (Farsça)

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.

div-çe

  • Sülük. (Farsça)
  • Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. (Farsça)
  • Ağaç kurdu, güve. (Farsça)
  • Arka kaşağısı. (Farsça)

divan-ı adalet

  • Adalet divanı, adalet dairesi.

divan-ı ahkam-ı adliye / divan-ı ahkâm-ı adliye

  • Huk: Kanunlara göre, bakılacak dâvalarla ilgilenmek üzere 1284 yılında kurulan ilk nizâmiye mahkemesi.

divan-ı harb

  • Sıkıyönetim Mahkemesi.

divan-ı harb-i örfi / divan-ı harb-i örfî / dîvân-ı harb-i örfî / د۪يوَانِ حَرْبِ عُرْف۪ي

  • İttihad ve Terakki hükûmeti zamanında kurulan ve oldukça sert kararlar alan sıkıyönetim mahkemesi.
  • Sıkı yönetim mahkemesi.

divane-rev

  • Çılgın, delicesine davranan. (Farsça)

divanecesine

  • Delicesine.

diyar-ı irfan / diyâr-ı irfan

  • İrfan ülkesi; uçsuz bucaksız bir beldeyi andıran Allah'ı tanıma, İlâhî hakikatlere ulaşma özelliği.

diyar-ı rum

  • Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu. (Farsça)

diyar-ı şam

  • Şam diyarı, bölgesi.

diyet

  • Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası.
  • Para, değer. Kıymet.

diyet-i kamile / diyet-i kâmile

  • Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.

dogma

  • Tartışılmayan kesin fikir.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

dolunay

  • t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri.
  • Bedir.

doru at

  • Gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi koyu renkli olan at.

doz

  • Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı.
  • Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı.
  • Ölçü, miktar.

dram

  • yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
  • Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.

dua-yı umumi / dua-yı umumî

  • Herkesi içine alan dua.

dübb-ü asgar

  • Küçük ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi.

düçar-ı inkıta / düçar-ı inkıtâ

  • Düçar-ı inkıtâ olmak: Kesintiye uğramak.

dücun

  • Bulutun göğü bürüyüp örtmesi.

dücye

  • (Çoğulu: Dücâ) Bal arısının kovanı.
  • Avcılar kümesi.
  • Zulmet, karanlık.

duga'

  • Kedi miyavlaması.
  • Tilki sesi.
  • Zelil, hakaret görmüş kimsenin sesi.

dugab

  • Tavşan sesi.

duha

  • Kuşluk vakti.
  • Güneş.
  • Vuzuh ve beyan.
  • Kur'ân-ı Kerim'in 93. Suresinin adı. Vedduhâ da denir.

duha suresi / duhâ sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksan üçüncü sûresi.

duhan

  • Duman. Tütün.
  • Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı.
  • Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.
  • Kıtlık ve kuraklık.

duhan suresi / duhân sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin kırk dördüncü sûresi.

duhan-ı ateş

  • Ateşin dumanı.

duhne

  • Tohum tânesi, tek tâne.
  • Darı.

duht-ender

  • Üvey kız. (Farsça)
  • Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi. (Farsça)

duhye

  • Kuşluk vakti kesilen kurban.

dülake

  • Davar emziğinde kalan süt bakiyesi.

düluk-uş şems

  • Güneşin batışı.

düm-büride

  • Kuyruğu kesik. (Farsça)

düman

  • Yemişin çürüklü olması.
  • Ekine su düşüp, kesilmek.

dumur

  • Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek.
  • Bir yere izinsiz gitmek.
  • Büyüyüp gelişememek. Zayıflıktan, hayvanların karnının içeri çökmesi.

dünya / dünyâ

  • Yer küresi.
  • Ölümden önce olan her şey.
  • Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan her şey.
  • Allahü teâlânın haram (yasak) ettikleri ile Resûlullah efendimizin mekrûh dediği şeyler.

dünya sevgisi / dünyâ sevgisi

  • Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi.

dür

  • İnci, inci tanesi.

dür-dane

  • İnci tanesi. (Farsça)
  • Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk. (Farsça)

dur-dest

  • Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun. (Farsça)

dur-endişane / dûr-endişâne

  • Gelecek endişesiyle.

durah

  • Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur.

dürahis

  • Katı nesne.
  • Gövdesi etli olan insan veya hayvan.

dürdane / dürdâne / دردانه

  • İnci tanesi. (Arapça - Farsça)
  • Sevgili. (Arapça - Farsça)

dürer-i ahkam / dürer-i ahkâm

  • İnci tanesi gibi çok değerli hükümler, esaslar.

dürr

  • (Dürdâne, dürre) İnci. İnci tanesi. (Farsça)

dürr-i yegane / dürr-i yegâne

  • Eşi ve benzeri bulunmayan tek inci.

düşenbe / دوشنبه

  • Pazartesi. (Farsça)

düşenbih

  • Haftanın ikinci günü, pazartesi. (Farsça)

düşeş

  • İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi. (Farsça)

düstur-u belagat / düstûr-u belâgat / دُسْتُورُ بَلَاغَتْ

  • Hâle uygun söz söyleme kaidesi.

duva

  • Baykuş sesi.

duzene

  • Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi. (Farsça)

ebahh

  • Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)

ebbed-allah

  • (Allah ebedî, dâim eylesin!) mânasına bir dua.

ebced / ابجد / اَبْجَدْ

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),
  • Sayısal değer verilmiş arap alfabesi. (Arapça)
  • Harflerin aritmetik değerleriyle ma'nâ ifade etmesi.

ebcel

  • Cüssesi büyük olan iri yapılı adam.
  • Atta ve devede bulunan bir damar. (İnsanda o damara, "ırk-ı ekhal" derler.)

ebdal

  • (Tekili: Bedil veya Bedel) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir.

ebedi mahrem / ebedî mahrem

  • Dinde kendileriyle evlenilmesi ölünceye kadar haram, yasak olan kimseler.

ebedül'abad memleketi / ebedül'âbad memleketi

  • Sonsuzluklar ülkesi; sonsuz hayat, Cennet.

eber

  • Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi.
  • Akrep sokması.

ebhar

  • Nefesi ve ağzı fena kokan adam.

eblehane / eblehâne

  • Ahmakçasına. Eblehçesine. (Farsça)

ebna-i cins / ebnâ-i cins

  • Kendi sülâlesinden gelenler. Aynı cinsten olanlar.

ebter / اَبْتَرْ

  • Kuyruğu kesik hayvan.
  • Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan.
  • Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.
  • Eksik, tamamlanmamış.
  • Nesil ve hayırdan kesilmiş.
  • Nesli kesilen, adı, hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.
  • Güdük, kesik.
  • Nesli kesilmiş.

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ebu firas el-hamedani / ebû firâs el-hamedânî

  • Meşhur Arap şâirlerindendir. 932 yılında Musul'da doğdu. Hamedan devleti hükümdarı Seyfü'd-Devle'nin himâyesinde yetişti. Arap milletinin asâleti ve Seyfü'd-Devle'yi öven çok sayıda kaside ve mersiye yazdı. 968 tarihinde öldü.

ebu katade haris bin rib'iy

  • Ensardan ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süvarilerindendir. 170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uhud Gazvesinden itibaren bütün muharebelere iştirak etmiş bir kahraman olup 74 tarihinde 80 yaşında iken Medine'ye avdetinde vefat etmiştir. (R.A.)

ebu said-il hudri / ebu said-il hudrî

  • Ashab-ı Kirâmın en mümtazlarından ve Ensardandır. 1170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uzun müddet fetva vazifesinde bulunmuş, Hicri 72'de 86 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)

ebu süfyan

  • (Mi: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası.

ebu zerr-i gıffari / ebu zerr-i gıffarî

  • İlk İslâm olanların beşincisi olup ilimde İbn-i Mes'ud hazretlerine müsavi sayılırdı. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmdan 281 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hazreti Ali Kerremallahu Vechehu kendisine "İlim dağarcığı" lâkabını vermiştir. Hi: 31'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. (R.A.)

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

ebvab-ı müteaddide / ebvâb-ı müteaddide

  • Çeşitli bölümler, kapılar.

ecda'

  • Burnu kesik olan kimse.
  • Kulağı, eli ve dudağı kesik kimse.

ecel

  • Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek.
  • İleride olacağı şüphesiz olan.
  • Allah'ın takdir ettiği ömür.

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel.

ecel-i mev'ud

  • Mukadder olan ölüm. şüphesiz gelecek olan ölüm.

ecel-i muallak / ecel-i muallâk

  • Mânevî kader levhasında yazılı olan ve gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı olan ecel.

eceliyyet

  • Sonradan vukuu şüphesiz olan hâdise.

ecinni / ecinnî

  • Cin taifesinden bir fert.

ecmain / ecmâin

  • Hepsi, cümlesi.
  • Hepsi, cümlesi.

ecnas / ecnâs

  • (Tekili: Cins) Çeşitler, neviler, türler.

ecnas-ı muhtelife / ecnâs-ı muhtelife

  • Farklı cinsler, çeşitli türler.
  • Çeşitli, türlü cinsler.

ecnebi ve acemi huruf / ecnebî ve acemî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan Lâtin harfleri.

ecribe

  • (Tekili: Cirâb) Dağarcıklar, meşin veya bezden yapılmış olan çantalar.

ecsam-ı selase nazariyesi / ecsâm-ı selâse nazariyesi

  • Üç cisim nazariyesi.

ecsem

  • Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi.

ecyal / ecyâl

  • (Tekili: Cîl) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller.
  • Nesiller.

ecza / eczâ

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.

ecza-i meyyite-i hamide-i camide-i kesife / ecza-i meyyite-i hâmide-i camide-i kesife

  • Ölü, hissiz, camit ve kesif parçalar.

eczahane-i hikmet

  • Fayda ve şifa eczahanesi.

eczahane-i kudsiye-i kur'aniye / eczahane-i kudsiye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce, yüksek ve bütün kusurlardan uzak eczahanesi.

eczahane-i kur'an / eczahane-i kur'ân

  • Kur'ân'ın eczahanesi.

eczahane-i rahmaniye / eczâhane-i rahmâniye

  • Rahmân'ın eczanesi "Kur'ân müminler için rahmet ve şifadır".

eczahane-i rahmet-i alem / eczahane-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin bir neticesi olarak bütün mânevî hastalıkları tedavi edecek ilâçların bulunduğu eczahane.

eczem

  • (Cüzâm. dan) Cüzamlı, miskinlik illetine uğramış olan.
  • Parmakları veya eli kesik olan adam.
  • Burnu kesilmiş.

eda' / edâ'

  • Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak.
  • Tarz. Üslub.
  • Şive.
  • Tekebbür.
  • Fık: Namazı vaktinde kılmağa "Eda" ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da "Kaza" denir.

edamallah / edâmallah

  • Allah (C.C.) dâimî eylesin (mealinde duâ.)

edeb-i kur'an / edeb-i kur'ân

  • Kur'ân'ın terbiyesi, Kur'ân ahlâkı.

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek

edepsiz

  • Görgüsüz, terbiyesiz.

edille-i katıa / edille-i kâtıa

  • Kesin deliller.

edille-i şer'iyye

  • Din bilgilerinin elde edilmesine esâs olan ve bunlara bağlı bulunan deliller.

edvek

  • Devenin, misvak ağacını yemesi.
  • Bir yerde sâkin olmak.
  • Yaranın veremi sakin olmak.

ef'al-i kulub / ef'âl-i kulûb

  • Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça'da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi)

ef'al-i rabbaniye / ef'âl-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiilleri.

ef'al-i rahmaniyet / ef'âl-i rahmâniyet

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın fiilleri.

efkar-ı amme / efkâr-ı âmme

  • Halkın düşüncesi ve fikirleri.

eflatun

  • Plâton. (M.Ö. 429 - 347) Aristo'nun üstadı, Sokrat'ın talebesi, eski Yunan filozofudur.

efnad

  • (Tekili: Fened) Bunaklar, yaşlarının ilerlemesinden bunamış olanlar.

efnan

  • (Tekili: Fen) Neviler, çeşitler.
  • (Fenen. den) İnce dallar.
  • Üslublar, şubeler.

efnan-ı elvan

  • Renk çeşitleri.

efşal

  • (Tekili: Feşil) Korkaklar, cesaretsizler.

efsun / efsûn

  • Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

efzar

  • Ayakkabı, kundura. (Farsça)
  • Gemi yelkeni. (Farsça)
  • Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. (Farsça)
  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)

egamm

  • Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.

egarr

  • Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey.
  • İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli. (Müennesi daha çok müsta'meldir: Şeriat-ı Garrâ gibi.)

egoizm

  • Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Fransızca)

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

ehadiyet / اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.

ehadiyet-i ilahiye / ehadiyet-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Allah'ın herbir şeyde birliğinin görünmesi.

ehali

  • (Tekili: Ehl) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar.
  • Avam, halk umum.

ehemmiyetkarane / ehemmiyetkârâne

  • Önem verircesine.

ehl-i beyt

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.
  • Hz. Muhammed (s.a.v)'in ailesi, hane halkı, (Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin)

ehl-i beyt-i nebevi / ehl-i beyt-i nebevî

  • Peygamberimizin ailesinden olanlar.

ehl-i heva / ehl-i hevâ

  • Nefsine uyan, nefsinin arzu ve istekleri peşinde koşan.
  • Bid'at (dinde olmayan inanış ve işler) sâhibi.

ehl-i hevesat / ehl-i hevesât

  • Nefsin hoşlandığı, gelip geçici istek ve arzuların peşinde olanlar.

ehl-i ihtisas

  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i işarat / ehl-i işârât

  • Çeşitli ifadeler ile geleceğe dair bazı haberleri dolaylı işaretler yoluyla aktaran âlimler.

ehl-i istikbal

  • Gelecek nesil.

ehl-i keşf

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.

ehl-i keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.

ehl-i kura / ehl-i kurâ

  • Köylerde yaşayanlar; kırsal kesimde olanlar.

ehl-i meder ve medeniyet

  • Yerleşik hayat tarzı ile yaşayan şehirliler.

ehl-i şekavet

  • İslâmiyetin müsâade etmediği çeşitli rezâlet işleyen bedbaht.

ehl-i sekr

  • Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. (Farsça)
  • Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali. (Farsça)

ehl-i sünnet

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların muhaliflerine "ehl-i bid'a" veya "fırak-ı dâlle" denir. (Farsça)

ehl-i tabiat

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğine inananlar.

ehl-i takib

  • Takip edenler, peşinden gidenler.

ehl-i zevk / اَهْلِ ذَوْقْ

  • İlahî sırların ruh ve kalbten, nefis ve hislere geçmesiyle bundan zevk alan kimseler.

ehliyyet / اهليت

  • Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.
  • Beceri sahipliği, yeterlilik, yetki. (Arapça)
  • Yeterlilik belgesi. (Arapça)

ehu'l-acaib / ehu'l-acâib

  • Tuhaflıkların kardeşi.

ehülacaib / ehülacâib

  • Acayip şeylerin kardeşi.

ehvenüşşerri ihtiyar

  • İki şerden daha az zararlı olanının tercih edilmesi.

eimme-i alişan / eimme-i âlîşan

  • Çok yüksek mertebesi ve büyük kıymeti olan imamlar. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî gibi.

eimme-i selase / eimme-i selâse

  • Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur.

ekfa'

  • (Tekili: Küfv) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller.

ekid / ekîd / اكيد

  • Sağlam, metin, muhkem.
  • Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli.
  • Kesin. (Arapça)

ekiden / ekîden / اكيدا

  • Metin, muhkem ve sağlam şekilde.
  • Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen.
  • Mükerreren, tekrar olarak.
  • Kesinlikle. (Arapça)

ekinoks

  • Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu. (Fransızca)

ekliptik

  • Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol.

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

ekrad reçetesi

  • "Kürtler reçetesi" anlamında olan Münâzarat isimli eser.

ekşem

  • Doğuştan kusurlu olan. Burnu, kulağı kesik veya noksan doğan (adam).
  • Pars denilen vahşi hayvan.

ekseriyetle

  • Daha ziydesiyle. Çoklukla.

eksibe

  • (Tekili: Kesib) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları.

eksper

  • Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. (Fransızca)

ekvah

  • (Tekili: Kûh) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.

el-aks-ül müstevi / el-aks-ül müstevî

  • Man: Mevzuu mahmul ve mahmulü de mevzu kılmak. "İnsan hayvandır" kaziyesinde her iki kelimenin yerlerini değiştirerek "Bazı hayvan insandır" dediğimiz şeklindeki kaziyenin adıdır.

el-alaü lillahi şehidetün / el-âlâü lillâhi şehîdetün

  • "Allah'ın verdiği nimetler" Allah için şâhiddir ("şehîdetün" kelimesi dişilik kipidir).

el-bakara suresi / el-bakara sûresi

  • Kur'ân-ı Kerimin 2. suresi.

el-buğzu fillah

  • Allah için buğzetmek. Bütün şiddet, adavet ve düşmanlık Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) rızası dairesindedir. İhlâsı kıracak, hissî hareketten sakınmaktır.

el-esirre

  • Taht. Bilinen bir makam sandalyesi. Kürsü.

el-fatiha

  • Kur'ân-ı Kerim'in birinci suresinin adı olup bu sureyi okumaya işâret için söylenir.

el-hüccetü'z-zehra / el-hüccetü'z-zehrâ

  • Parlak ve güzel delil; On Beşinci Şuâ.

elass

  • Sık dişli.
  • Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan.

elbette

  • Kesinlikle.

elektroliz

  • Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi.

eleman

  • (Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.

elfatiha / elfâtiha

  • Fatiha sûresi.

elha

  • Malâyâni ve boş konuşan.
  • Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve.
  • Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)

elhan / elhân

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.

elhasıl

  • Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.

elhüccetü'z-zehra / elhüccetü'z-zehrâ

  • Ay gibi parlak mânâsında On Beşinci Şuâın adı.

elif

  • Kur'ân alfabesinin ilk harfi.

elif-i sakine / elif-i sâkine

  • Sakin, harekesiz elif.

elif-lam / elif-lâm

  • Arap alfabesinde yer alan iki harf ve kelimelerin başına konan bir takı.

elifba / elifbâ

  • Arap dilinin seslerini ve yazı sistemini gösteren harfler dizisi, Arap alfabesi.

ell

  • Hastanın inlemesi.
  • Harbe ile vurmak.
  • Sürmek. Sâfi.
  • Sür'at etmek, hız yapmak.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

elma'

  • (Elmaî) Çok zeki, zekâveti kuvvetli, idrak derecesi üstün olan kimse.

elsine-i muhtelife

  • Çeşitli ve birbirinden farklı diller.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

eltaf-ı ilahiyye / eltaf-ı ilâhiyye

  • İlâhî lütuflar; Allah'ın ihsanları, şefkatle muamelesi.

elti

  • İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi. (Türkçe)

elule

  • Semiz, besili koyun.

elvan / elvân

  • Renkler, çeşitler.

elvan-ı ibadet / elvân-ı ibadet

  • İbadet renkleri.
  • Mc: İbadet çeşitleri.
  • Renk renk, çeşit çeşit ibadet.

em'at

  • Gövdesinde kılı olmayan kimse.
  • Tüyü dökülen kurda "zi'b-i em'at" derler.

eman / emân

  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

emansız

  • Merhametsiz, müsaadesiz.

emaret

  • Emirlik. Bir emir veya bey veya prensin idaresinde olan memleket.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emevi devleti

  • Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Merva

emin / emîn

  • Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz.
  • Kendisinden korkulmayan.
  • Kendine inanılan. İtimat edilen.
  • İnanan, güvenen.
  • Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emir ve nehy-i ilahi / emir ve nehy-i ilâhî

  • Allah'ın emretmesi ve yasaklaması.

emirname / emirnâme / امرنامه

  • Ferman, emir belgesi. (Arapça - Farsça)

emled

  • En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)

emn ü asayiş / emn ü âsâyiş

  • Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik.

emn-ül-azl

  • Peygamberlere mahsûs sıfatlardan biri. Peygamberlerin peygamberlikten azl edilmemesi, atılmaması.

emniyet

  • (Emniyyet) : Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik.
  • İtimad, güvenme, inanma.
  • Polis ve zabıta teşkilâtı.

emr

  • Buyruk; emredenin, emrolunandan bir işin yapılmasını istemesi veya bu sûretle yapılması istenen şey.
  • İş.

emr-i maaş

  • Geçim meselesi, geçinme işi.

emr-i nafiz / emr-i nâfiz

  • Etkili, tesir gücü olan emir.

emr-i rabbani / emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri.

emr-i sabit

  • Sabitleşmiş, kesinleşmiş iş, durum.

emr-i tacizi / emr-i tâcizî

  • İnsanı âciz bırakan emir; Allah'ın, iman etmeyenlerden Kur'ân'ın benzerini ortaya koymalarını istemesi böyle bir emirdir.

emr-i tekvini / emr-i tekvînî

  • Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.

emsah

  • Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.

emşak

  • Yürürken uylukların birbirine sürtmesi

emval-i emiriye / emvâl-i emiriye

  • Devlet malları, devlete verilmesi gereken vergi vs. mallar.

emval-i zahire / emvâl-i zâhire

  • Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün olmayan mallar.

emval-ibatına / emvâl-ibâtına

  • Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret eşyâsı cinsinden olan zekât malları.

emyal-i bahriyye

  • Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.

emyan

  • Para kesesi, içine para konulan torba, çanta. (Farsça)

emza

  • Çok te'sirli olan, çok müessir.
  • Hükmü çok geçen.
  • Kat'i, şüphesiz.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

en'am / en'âm

  • Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar.
  • Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
  • Bazı Kur'an âyetlerinin veya sûrelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılan dua kitabı.

en'am suresi / en'âm sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altıncı sûresi.

en-nur

  • Cenab-ı Hakk'ın her çeşit nurun Halik'ı olması ve onlara nur vermesi dolayısıyla bir ismi.

enahid

  • Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi. (Farsça)

enaniyet-i nefsiye / enâniyet-i nefsiye

  • Nefsin bencilliği, kedini beğenmesi.

enar

  • Nar meyvesi. (Farsça)

enbar

  • Yığın, dolu, küme. (Farsça)
  • Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi. (Farsça)
  • (Tekili: Nibr) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.

enbiya / enbiyâ

  • Nebiler, peygamberler.
  • Kur'ân-ı Kerimin 21. sûresi.
  • Nebîler, peygamberler. Yeni din ile gönderilmeyip, insanları önceki dîne dâvet eden peygamberler Nebî kelimesinin çoğulu. Yeni bir din ile gönderilen peygambere ise, resûl denir.

enbiya suresi / enbiyâ sûresi

  • Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi birinci sûresi.

enbuh

  • Ziyade, çok, kalabalık. (Farsça)
  • Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. (Farsça)
  • Meclis, kurultay. (Farsça)
  • Kalın, yoğun. (Farsça)
  • Duvarın yıkılıp dökülmesi. (Farsça)

encam-ı kar / encâm-ı kâr

  • İşin neticesi, amelin sonu.

encir

  • İncir meyvesi. (Farsça)

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)

enderun / enderûn / اندرون

  • İç, içerisi. (Farsça)
  • Harem dairesi. (Farsça)
  • Gönül, kalp. (Farsça)

endişe-i helaket / endişe-i helâket

  • Yok olma endişesi.

endişe-i istikbal

  • Gelecek endişesi.

endişe-i mevt

  • Ölüm endişesi. Ölüm korkusu.
  • Ölüm endişesi.

enfal / enfâl

  • Kur'ân-ı Kerimin 8. sûresi.
  • Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl denir.
  • "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur'ân-ı Kerim'in 8. Sûresi.

enfal suresi / enfâl sûresi

  • Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir.
  • Kur'ân-ı kerîmin sekizinci sûresi.

enfez

  • En nüfuzlu, daha tesirli.

enflasyon

  • Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi. (Fransızca)

enfüsi / enfüsî

  • Kişinin kendisi ile ilgili, nefis ve beden dairesine ait.

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

enlem

  • (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş

ensac

  • (Tekili: Nesc) Nesicler.

ensal / ensâl / انسال

  • (Tekili: Nesl) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.
  • Nesiller.
  • Nesiller, kuşaklar.
  • Nesiller, kuşaklar. (Arapça)

ensal-i ati / ensâl-i âti

  • Gelecek nesiller.

ensal-i atiye / ensâl-i âtiye

  • Gelecek nesiller.

ensar

  • (Tekili: Nâsır) Yardımcılar. Müdâfiler.
  • Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak'tan ve Hz. Peygamber'den (A.S.M.) yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı.

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

enva / envâ

  • Çeşitler, türler.
  • Türler, çeşitler.

enva' / envâ' / انواع / اَنْوَاعْ

  • (Tekili: Nev') Neviler, çeşitler, türler.
  • Çeşitler, neviler. (Arapça)
  • Türler, çeşitler.

enva'-ı kesire

  • Çok çeşitler, çok neviler.

enva'-ı şirk / envâ'-ı şirk

  • Şirk türleri; Allah'a ortak koşma çeşitleri.

enva-ı alem / envâ-ı âlem

  • Kâinataki nev'iler, türler; kâinatta bulunan çeşitli varlıklar.

enva-ı cemal / envâ-ı cemâl

  • Güzelliğin çeşitleri.

enva-ı cevahir / envâ-ı cevâhir

  • Cevherlerin çeşitleri; çeşit çeşit cevherler.

enva-ı eşya / envâ-ı eşya

  • Eşyanın türleri, çeşitleri.

enva-ı hacat / envâ-ı hâcât

  • İhtiyaç çeşitleri.

enva-ı harekat / envâ-ı harekât

  • Hareketlerin çeşitleri.

enva-ı hayat / envâ-ı hayat

  • Hayat çeşitleri, türleri.

enva-ı hüsün / envâ-ı hüsün

  • Güzellik çeşitleri.

enva-ı i'caz / envâ-ı i'câz

  • Mu'cizelik türleri, çeşitleri.

enva-ı i'caz-ı kur'an / envâ-ı i'câz-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın çeşitli mu'cizelik özellikleri.

enva-i ibadat / enva-i ibâdât

  • İbadet çeşitleri.

enva-ı ihsanat / envâ-ı ihsânât

  • İyiliklerin çeşitleri, bağışların türleri.

enva-ı ihsanat-ı ilahiye / envâ-ı ihsânât-ı ilâhiye

  • İlâhî ihsan çeşitleri.

enva-ı iltifat / envâ-ı iltifat

  • İltifatın çeşitleri.

enva-ı işarat-ı gaybiye / envâ-ı işârât-ı gaybiye

  • Gaybî işaretlerin çeşitleri.

enva-ı kainat / envâ-ı kâinat

  • Var olan şeylerin türleri, varlıkların çeşitleri.

enva-ı kemalat / envâ-ı kemâlât

  • Mükemmelliklerin türleri, çeşitleri.

enva-ı küfür / envâ-ı küfür

  • Küfrün çeşitleri.

enva-ı külliye-i mu'cizat / envâ-ı külliye-i mu'cizât

  • Çeşitli ve çok yönlü mu'cizeler.

enva-ı lezaiz / envâ-ı lezâiz

  • Lezzet çeşitleri.

enva-ı lezaiz ve kemalat / envâ-ı lezâiz ve kemâlât

  • Lezzetlerin ve mükemmelliklerin çeşitleri.

enva-ı lütuf / envâ-ı lütuf

  • İyilik çeşitleri.

enva-ı masnuat / envâ-ı masnuat

  • San'at eseri varlık çeşitleri.

enva-ı mat'umat / envâ-ı mat'umât

  • Yiyecek çeşitleri.

enva-ı mehalik / enva-ı mehâlik

  • Çok çeşitli tehlikeler.

enva-ı mehasin / envâ-ı mehâsin

  • Güzellik çeşitleri, türleri.

enva-ı mevt / envâ-ı mevt

  • Ölüm çeşitleri.

enva-ı mu'cizat-ı ahmediye / envâ-ı mu'cizat-ı ahmediye

  • Hz. Peygambere ait mu'cizelerin türleri, çeşitleri.

enva-ı muhabbet / envâ-ı muhabbet

  • Sevgi türleri, çeşitleri.

enva-ı muhtelife / envâ-ı muhtelife

  • Farklı, çeşitli türler.

enva-ı nakış / envâ-ı nakış

  • Nakış çeşitleri, türleri.

enva-ı niam / envâ-ı niam

  • Nimetlerin çeşitleri.

enva-ı niam-ı ilahiye / envâ-ı niam-ı ilâhiye

  • İlâhi nimetlerin çeşitleri.

enva-ı nimet / envâ-ı nimet

  • Nimet çeşitleri.

enva-ı rahmet / envâ-ı rahmet

  • Rahmet çeşitleri.

enva-ı rahmet ve şefkat / envâ-ı rahmet ve şefkat

  • Rahmet ve şefkat çeşitleri.

enva-ı riba / envâ-ı ribâ

  • Faiz çeşitleri.

enva-ı saadet / envâ-ı saadet

  • Mutluluk çeşitleri.

enva-ı sağire / envâ-ı sağîre

  • Küçük çeşitler.

enva-ı tesbihat-ı rabbaniye / envâ-ı tesbihat-ı rabbâniye

  • Allah'ı tesbih etmenin çeşitleri.

enva-ı tevhid / envâ-ı tevhid

  • Tevhid çeşitleri.

enva-ı türlü / envâ-ı türlü

  • Çeşit çeşit.

enva-ı vahide / envâ-ı vâhide

  • Bir çeşitten olma.

enva-ı zihayat / envâ-ı zîhayat

  • Canlı çeşitleri, nevileri.

enva-ı ziynet ve letafet / envâ-ı ziynet ve letâfet

  • Süs ve güzellik çeşitleri.

enva-ı ziynet ve mehasin / envâ-ı ziynet ve mehâsin

  • Süs ve güzelliklerin çeşitleri.

enva-ı zulm / envâ-ı zulm

  • Zulüm çeşitleri.

envaen / envâen

  • Çeşit çeşit, türlü.

enyab

  • Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri.

enzar-ı amme / enzâr-ı âmme

  • Kamuoyu; herkesin gözü önüne sunma.

er-reşid / er-reşîd

  • (Bak. REŞÎD)

ercuze / ercûze

  • Hazreti Alinin meşhur bir kasidesi.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erid

  • Besili, semiz.

erkan

  • Sarılık denilen bir hastalık çeşidi.
  • Ekini ifsâd eden âfet.

erkan ve ahkam-ı zaruriye / erkân ve ahkâm-ı zaruriye

  • İslâmın yerine getirilmesi zorunlu temel esasları ve hükümleri.

ermeni

  • Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumcu

ermun

  • Gündelikçiye verilen peşin ücret. (Farsça)

erş

  • Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet.
  • Fışkırmak.
  • Tırmalamak.
  • Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.

erşem

  • Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam).
  • Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.

erzide

  • Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey. (Farsça)

eş'ar

  • (Çoğulu: Eşâir) En iyi şâir.
  • Kılı çok olan kimse.
  • Davarın tırnağı çevresinde olan kıl.

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

esans

  • Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.

esar

  • Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.

esaret / esâret / اسارت / اَسَارَتْ

  • Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.
  • Esirlik, tutsaklık.
  • Esirlik, tutsaklık.
  • Esirlik.
  • Esirlik.

esaret-i hayvani / esaret-i hayvanî

  • Hayvanî duygulara esir olma.
  • Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek.

esaret-i nefis

  • Nefsin esareti; insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygunun esiri olma.

esaret-i rezile

  • Rezil, alçak esirlik.

esareten

  • Esir olarak.

esas-ı müselleme

  • Doğruluğu şeksiz, şüphesiz kabul edilen temel esas.

esasat-ı kat'iye / esâsât-ı kat'iye

  • Kesin esaslar.

esatiz / esatîz

  • (Tekili: Esâtîze) : (Üstaz) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.

esbab / esbâb

  • Sebepler, vasıtalar, vesileler, araçlar.

esbab-ı adide / esbab-ı adîde

  • Çeşitli sebepler.

esbab-ı damenkeş / esbab-ı dâmenkeş

  • Bir işten elini eteğini çeken sebepler; bir işte doğrudan müdahelesi olmayan, işe karışmayan sebepler.

esbab-ı nüzul

  • İnmesinin sebebleri.
  • Kur'an-ı Kerim âyetlerinin gelmesine (Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile indirilmesine) sebeb olan hâdiseler.

esbab-ı süfliye

  • Aşağı sebepler; yani müsebbebin yanında olan ve onunla beraber görünen sebepler (su ile bitkiler gibi; su sebeptir, onunla bitkilerin yeşermesi ise müsebbebdir.).

esca'

  • (Tekili: Sec') Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler.

esekk

  • Tavşan.
  • Kulağı kesik olan.
  • Küçük kulaklı.
  • Kulağı işitmeyen. Sağır.

eser-i acz

  • Acizliğin, çaresizliğin sonucu.

eser-i ibda / eser-i ibdâ

  • Hiçten yaratmanın neticesi, eseri.

eser-i in'am / eser-i in'âm

  • Allah'ın nimetlendirmesinin eseri, sonucu.

eser-i inayet / eser-i inâyet

  • Allah'ın yardımının eseri, neticesi.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.

esfel-i safilin-i hısset / esfel-i sâfilîn-i hısset

  • Alçaklığın en aşağı derecesi.

eshab / eshâb

  • Arkadaşlar. Sâhib kelimesinin çoğuludur.
  • Peygamber efendimizi görüp îmân eden ve mü'min olarak vefât eden mübârek kimseler.
  • Bir âlimin talebeleri.

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

eshab-ı suffa / eshâb-ı suffa

  • Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i münevverede yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir ve kimsesiz müslümanlar.

eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.

eşiha

  • At kişnemesi. (Farsça)

esir / esîr

  • Atomların öz maddesi; uzayı dolduran ince madde.

esir-i harb

  • Harp esiri, harpte esir edilmiş olan.

esirane / esirâne

  • Esirce, kölece. (Farsça)

esire

  • Seçkin, güzide.
  • İlim bakiyyesi.

esiri / esirî

  • Esirlik, kölelik, kulluk.
  • Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif.

esis

  • Çok olan şey, kesir.

eşkar

  • Mavi gözlü ve sarı tenli kimse.
  • Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at.

eskefe

  • Kapı basamağı, eşik.

eski harf

  • Arap alfabesi.

eşkiya

  • Yol kesici, isyancı.

eslem / اَسْلَمْ

  • En selametli, en tehlikesiz.

esma-i müpheme / esmâ-i müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; yalnız başına müstakil bir mânâ taşımayan ancak kendinden sonra gelen cümle ile (sıla cümlesi) birlikte bir mânâ içeren isimler.

esma-i rabbaniye / esmâ-i rabbâniye

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın isimleri.

esnaf-ı mahlukat / esnâf-ı mahlûkat

  • Yaratılmışların sınıfları, çeşitleri.

esr

  • Esir etmek.
  • Muhkem bağlamak.
  • Takviye etmek.
  • Göbeğinde illeti olan.

esra'

  • Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri.
  • (Çoğulu: Esâri) Asma filizi.
  • Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.

esrar-ı guna-gun / esrar-ı gûnâ-gûn

  • Çeşit çeşit, rengarenk sırlar.

eşratü's-saat / eşrâtü's-sâat

  • Kıyamet alâmetleri; kıyamet alâmetlerinin anlatıldığı ve yorumlandığı risale olan Beşinci Şua.

estağfirullah

  • Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.)

eştat

  • (Tekili: Şetit) Takımlar, fırkalar, bölümler. Esnaf, sınıflar. Çeşitler, cinsler, neviler.

eştat-ı ulum

  • İlimlerin nevi'leri, çeşitleri.

eşüdd

  • Büluğa gelmek mertebesi.

eşya' / eşyâ'

  • (Tekili: Şia) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar.
  • Yardımcılar.

eşya-yı kesire / eşya-yı kesîre

  • Çokça olan, çeşitli olan şeyler, varlıklar.

etave

  • Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.

etbautebe-i tabiin / etbautebe-i tâbiîn

  • Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden üçüncüsü olan Tebe-i tâbiîni görenler.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

etraf-ı arz

  • Dünyanın çevresi.

etraf-ı sema

  • Semanın çevresi, tarafları, ufukları.

etrika

  • (Tekili: Tarik) Tarikler, yollar, caddeler.
  • Sebepler, vesileler, vasıtalar.
  • Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.

evamir-i kat'iye / evâmir-i kat'iye

  • Kesin emirler.

evamir-i mutlaka / evâmir-i mutlaka

  • Kesin emirler.

evamir-i teşriiye / evâmir-i teşriiye

  • Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği ve yerine getirilmesini istediği emirler.

evb

  • Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek.
  • Kasd. İstikamet.

evc

  • Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve.
  • Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları.

evc-i kemalat / evc-i kemâlât

  • Mükemmelliklerin en üst derecesi.

evc-i medeniyet

  • Medeniyetin zirvesi.

evc-i rif'at

  • Yüksekliğin son noktası, zirvesi, tepesi.

evcümend

  • Top, küme, yığın, toplanma. (Farsça)
  • Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran. (Farsça)

evda

  • Yaban faresi.
  • Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin.

evfad

  • Çeşitli fırkalar.

evhamın müdafaası

  • Vehimlerin def'edilmesi, kuruntuların kovulması.

evkaf-ı mazbute

  • İdaresi Evkaf Nezareti'ne ait olan vakıflar.

evkaş

  • Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.

evla

  • Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.

evleviyet olmayan

  • Öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan.

evliya / evliyâ

  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

evliya-yı ümmet

  • İslâm ümmeti içinden velilik derecesine çıkanlar.

evrad / evrâd

  • Îtiyâd ve vazîfe olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Vird kelimesinin çoğuludur.

evran

  • Biçme, ölçü, mikyas, tahmin, keşif, biçim, endam, tenasüb.

evreng

  • Taht, evrend. (Farsça)
  • Şan, şeref, nâm. (Farsça)
  • Zinet, süs. (Farsça)
  • Akıl, irfan. (Farsça)
  • Ağaç kurdu. (Farsça)
  • Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. (Farsça)
  • Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. (Farsça)
  • Yakışıklılık. (Farsça)

evride

  • (Tekili: Verid) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları.

evsaf-ı nisbiye / evsâf-ı nisbiye

  • Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.) (Farsça)

evsat-ı mufassal / evsât-ı mufassal

  • Kur'ân-ı Kerimin 86. suresi olan Tarık Suresinden 98. sure olan Beyyine Suresinin sonuna kadar olan surelerdir.

evtar

  • (Tekili: Veter) Tek, eşi olmayan (harf).
  • Saz telleri. Yay.

evveliyyat / evveliyyât / اوليات

  • Daha öncesi, eski durumu. (Arapça)

eyalet

  • (Çoğulu: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir.

eyman

  • (Tekili: Eymün) (Yemin) Andlar. Yeminler. Kasemler.
  • Fık: Zevcesi ölmüş er.
  • Sağ taraflar. Sağlar.

eyne'l-meferr

  • 'Nereye kaçayım?' mânâsına gelen korku ifadesi.

eyyam-ı kur'aniye

  • Kur'an-ı Kerim'e göre olan günler (...Semavatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile gün; mensub olduğu seyyarenin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi meydana gelir. Her yıldızın kendine göre bir günü ve senesi vardır. Meselâ: Şems-üş-şumusun bir günü ellibin sene ve Şi'ra

eyyam-ı nahr / eyyâm-ı nahr

  • Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci, ikinci ve üçüncü günler.

eyyam-ı şer'iye / eyyâm-ı şer'iye

  • Kur'ân'daki ölçülere uyan günler; gökyüzünde her cismin kendi etrafında dönmesiyle gün, bağlı olduğu sistem etrafında dönmesiyle de yine ona ait sene oluşur. Meselâ Sirius yıldızının bir günü ise bin senedir.

eyyim

  • Bekâr, dul. Eyyim; gerek bikir, gerek seyyib olsun zevci olmayan kadına ve zevcesi olmıyan erkeğe denir ki, buna bekâr denir. Bundan başka eyyim; hür kadına ve bir kimsenin kızı, hemşiresi, teyzesi gibi yakın hısmına da ıtlak edilir.

eyyub / eyyûb

  • Hastalığına sabretmesiyle meşhur bir peygamber.

eyyühe'l-münafık

  • 'Ey münafık' mânâsında bir seslenme ifadesi.

ezani saat / ezanî saat

  • Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.

ezel / ازل

  • Başlangıcı olmamak, öncesizlik.
  • Başlangıcı olmama, öncesizlik.
  • Öncesizlik, geçmişe doğru sonsuzluk. (Arapça)

ezel ve ebed

  • Başlangıcı ve sonu olmama, öncesizlik ve sonsuzluk.

ezeli / ezelî

  • Öncesi, başlangıcı olmayan.

ezeliyet-i ruh

  • Ruhun öncesinin ve başlangıcının olmaması.

ezheri ulema / ezherî ulemâ

  • Ezher Üniversitesi âlimleri.

ezimme-i umur

  • İşlerin idâresi.

ezra

  • Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar.

ezvak-ı mütenevvia / ezvâk-ı mütenevvia

  • Çeşit çeşit zevkler, lezzetler.

fa'alün lima-yürid

  • "Kayyumiyet sırrıyla ve faaliyet-i daimesiyle her an istediğini istediği gibi yapar." meâlinde bir âyettir.

fabrika-i askeriye

  • Bir fabrikaya benzeyen askeriye müessesesi.

fahiş

  • Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan.
  • Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı.
  • Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey.

fahm

  • Kömür. Karbon.
  • Susmuş. Nefesi kesilmiş.

fahr-i alem / fahr-i âlem

  • Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.

fahr-i enam / fahr-i enâm

  • Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi. Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm, O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.

fahr-i kainat / fahr-i kâinât

  • Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.

fahrü'l-islam / fahrü'l-islâm

  • İslâm dünyasının iftihar vesilesi, övünç kaynağı.

fail-i muhtar / fâil-i muhtâr

  • Kendi iradesiyle faaliyette bulunan, istediğini yapan Allah.

fail-i teşkil-i enva / fâil-i teşkil-i envâ

  • Çeşitleri, türleri teşkil eden fail, fiil sahibi.

failiyet mertebesi / fâiliyet mertebesi

  • Bir fiili yapma veya yaratma derecesi.

faiz / fâiz

  • (Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan.
  • Kapının üstündeki eşik.
  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.

fakam

  • Bir kimsenin ağzını yumduğunda alt dişlerinin öne çıkıp, üst dişleriyle üstüste gelmesi.
  • Dolmak, imtilâ olmak.

fakfaka

  • Köpeğin korkudan ürümesi.

fakıd

  • Oğlunu veya eşini kaybetmiş kadın.

fakid / fakîd / فقيد

  • Eşi az bulunur. (Arapça)

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

fakihet-ül cennet

  • Cennet meyvesi.

fakihet-üş şita

  • Kış meyvesi.
  • Mc: Ateş.

fakir-i pür-taksir / fakir-i pür-taksîr

  • Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan ifade.

fakir-i pürkusur

  • Kusurlarla dolu muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan söz.

fakirane / fakirâne

  • Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine. (Farsça)

fakire

  • Muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak, bayanlar için "ben" yerine kullanılan söz.

fakirhane

  • Tevazu ifadesi olarak, kendisinden bahseden kişinin kendi evi için kullandığı ifade.

fakr u zaruret

  • Yoksulluk ve çaresizlik.

falık / fâlık

  • Çatlatan. Açan. Büyümesi için tohumu açan, yaratan. (Allah C.C.)
  • Büyümesi için tohumu çatlatan Allah.

fantezi

  • yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.

farabi / farabî / farâbî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.
  • Aristonun tesirinde kalan bir filozof.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

fariza / farîza

  • Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
  • Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.

fariza-i cihad

  • Cihad farzı; din uğrunda, Allah için çeşitli şekillerde mücadele etme zorunluluğu.

fark

  • Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme,
  • Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.

fart-ı muhabbet

  • Aşırı sevgi, ifrat derecesinde sevme.

farz

  • İslâmiyette mazeret olmadıkça yapılması mecburi olan, terkedilmesi günah sayılan Tanrı buyruğu.
  • Zarurî, lüzumlu.

farz-ı ayn

  • Her mükellef Müslümanın yerine getirmesi gereken farz.
  • Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.
  • Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.
  • Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.
  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

fasid akd / fâsid akd

  • Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.

fasid temizlik / fâsid temizlik

  • Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.

fasıla-i saltanat / fâsıla-i saltanat

  • Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.

fasl

  • Ayrıntı, ayırma, kesinti, bölüm.
  • Halletme, neticelendirme, kesip atma.

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş.
  • Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi.
  • Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını gö

fassal

  • Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken.
  • İnsanları medh ü sena eden kimse.

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

fatiha / fâtiha / fâtihâ

  • Bir şeyin başlangıcı, ibtidası.
  • Mübaşeret. Başlamak.
  • Karar vermek.
  • Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade.
  • Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi.
  • Kur'ân-ı Kerimin 1. sûresi.

fatiha suresi / fâtiha sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin birinci sûresi.

fatiha-ı şerife / fâtiha-ı şerife

  • Kur'ân'ın ilk sûresi olan Fatiha Sûresi.

fatiha-i şerife / fâtiha-i şerife

  • Kur'ân-ı Kerimin ilk sûresi olan Fâtiha Sûresi.

fatim

  • Sütten kesilmiş çocuk.

fatımi / fatımî

  • (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.

fatır suresi / fâtır suresi / fâtır sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 35. suresi. Melâike Suresi de denir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz beşinci sûresi. Melâike sûresi de denilmektedir.

faysal

  • Kesin hüküm; karmaşık bir meseleyi kesin hatlarıyla çözümleme, yanlışı doğrudan ayırma.

fazayih

  • (Tekili: Fazih) Ayıplar, rezaletler. Sır kabilinden olan kötü hasletlerin açılıp fâş edilmesi.

fazc

  • Yarmak.
  • Saç dibinin terlemesi.

fazilet

  • Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.

fazilet-i şehadet

  • Şehitlik mertebesinin yüceliği.

fazl-ı rabbani / fazl-ı rabbâni

  • Her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın sunduğu manevî ihsan ve nimetler.

fecr suresi / fecr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 89. suresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin seksen dokuzuncu sûresi.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık / فجر صادق

  • Tan ağartısı, şafak sökmesi.

feda / fedâ

  • Değerli nesi varsa verme.

feda'

  • El ve ayağın eğilmesi.

fedai / fedaî

  • Dâvası ve gayesi uğruna herşeyini çekinmeden feda edebilen.

fedakarane / fedakârane

  • Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette. (Farsça)

federasyon

  • Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. (Fransızca)
  • Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik. (Fransızca)

fega

  • Buğdayın çürümesi.
  • Hurma koruğunun çürümesi ve çürüğü.

fehic / fehîc

  • Yılan sesi.

fehm-i ayet / fehm-i âyet

  • Âyetin anlaşılması, idrak edilmesi.

fehz

  • (Çoğulu: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi.
  • Uyluk.

fela cerem / felâ cerem

  • Şüphesiz. Muhakkak.
  • Düşündürücü değil.

felak suresi / felak sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on üçüncü sûresi.

felasife

  • Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar.
  • Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar.
  • Dinsizler.

feleğin ters dönmesi

  • Herşeyin tersine dönmesi, dengelerin alt-üst olması.

felek

  • Gök, gök katı, devir.
  • Tâli', baht.
  • Büyük ve dâirevi olan şey.
  • Her gök seyyaresinin gezdiği âlem.
  • Dünyâ, âlem,
  • Bir zilli âlet.
  • Yuvarlak kütük, kızak. (Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten
  • Gök cisminin yörüngesi.

feletat

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.

felsefe

  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

felsefe-i avrupa

  • Avrupa felsefesi.

felsefe-i beyan

  • Beyan ilminin felsefesi, gaye ve hikmeti.

felsefe-i sakime-i avrupaiye / felsefe-i sakîme-i avrupaiye

  • Avrupa'nın hastalıklı ve karanlık felsefesi.

felsefe-i tarihiyye

  • Târih felsefesi.

felsefe-i yunaniye

  • Yunan felsefesi.

felte

  • Ansızlık.
  • Darlık.
  • Her ayın son gecesi.

fena / fenâ

  • Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.

fena fil'ihvan

  • Kardeşinde fena olma, yok olma.

fena fillah / fenâ fillah

  • Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.

fena fiş-şeyh / fenâ fiş-şeyh

  • Tasavvuf ilminde talebenin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.

fena-i kalb / fenâ-i kalb

  • Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.

fena-i nefs / fenâ-i nefs

  • İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.

fenafilihvan

  • (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik.

fend

  • Mekir, hile, desise, yalan, dolan. (Farsça)

fenn

  • Hüner. Mârifet.
  • San'at.
  • Tecrübe.
  • İlim.
  • Nevi, sınıf, çeşit, tabaka.
  • Türlü.
  • Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
  • Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim.
  • Birisini muamelede aldatmak.
  • Fend.
  • Borç

fenn-i kıraat

  • Okuma bilgisi. Okumanın çeşitli usûllerini öğreten ilim dalı.

fenn-i kitabet

  • Çeşitli yazı usûl ve şekillerini öğreten ilim.

fenn-i makina

  • Çeşitli makineler ve onların kısımlarının işleyişleri hakkında bilgi veren ilimler. Mihanikiyet.

fenn-i meani / fenn-i meânî

  • Güzel söz söylemeyi ve güzel yazmayı öğreten, edebiyatın bir şubesi.

fer'

  • Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
  • Bir aslın neticesi.
  • Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru.
  • Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan.
  • Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek.
  • Asıl mes'eleden kollara ayrı

ferah-ı seheri / ferah-ı seherî

  • Yeni bir günün müjdesi olan seher vaktinin sevinç ve huzuru.

feraiz-i diniye / ferâiz-i diniye

  • Dinen yapılması kesin olarak emredilen şeyler.

feraiz-i şer'iye

  • Dinen yapılması kesin olarak emredilen şeyler.

ferbih

  • Etli, besili, semiz. (Farsça)

ferd

  • Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.

ferd ve ehad

  • Tek ve benzersiz olan, eşi ve ortağı bulunmayan Allah.

ferd-i ferid / ferd-i ferîd

  • Eşi-benzeri olmayan kişi.

ferda / ferdâ

  • Yarın, ertesi gün.

ferid / ferîd

  • Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ.
  • Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid.
  • Zamanında eşine rastlanmıyan. Akran ve emsali yok.
  • Dizilmiş inci.
  • Bir tane, nefis ve müntehab
  • Eşi ve benzeri bulunmayan, yekta.

ferid-ül-asr

  • Asrın bir tanesi, zamanın eşsizi.

ferik / ferîk

  • İnsan topluluğu, cemaat.
  • Askerî kolordu kumandanı.
  • Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik.
  • Buğday tanesinin olgunu, öğütülecek hâle gelmiş buğday tânesi.

ferkadan

  • Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).

ferman

  • Kesin emir, hüküm, bildiri.

ferman-ı kat'i / ferman-ı kat'î

  • Kesin ferman, buyruk.

ferman-ı mezuniyet / fermân-ı mezuniyet

  • Mezuniyet belgesi, bitirme belgesi.

ferman-ı rabbani / fermân-ı rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emir ve buyruklarının yazılı olduğu Hizbü'l-Ekber.

fersah

  • Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m.
  • İki şey arasındaki açıklık.
  • Sükun ve hareket arasındaki vakit.
  • Zaman. Saat.
  • Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey.

fertute

  • Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube.

fery

  • İyi iş işlemek.
  • Meşin dikmek.
  • Yaramaz iş. Bir nesneyi ıslah için kesmek.

feryad-ı andelib

  • Bülbülün feryâdı, ötmesi.
  • Yirmiiki martta olan bir fırtına.

feryad-ı matem

  • Matem hâlinde derin üzüntülerin bağırıp çağırarak dile getirilmesi.

fesad-ı beşeri / fesad-ı beşerî

  • İnsanlığın fesada girmesi, bozulması.

fesad-ı ümmet / fesâd-ı ümmet

  • Ümmetin fesada girmesi, bozulup iyi özelliklerini kaybetmesi.

feşga

  • Dağılmış; münteşir.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

fesh-i mukavele

  • Mukavelenin bozulması, anlaşmanın feshedilmesi.

fesit / fesît

  • Tırnak kesintisi, tırnak parçası.

festival

  • Çeşitli sebeplerle yapılan ve birkaç gün süren şenlik. (Fransızca)

feth-i islam / feth-i islâm

  • Tuna nehri üzerinde Kladova kasabası yakınlarındaki bir kalenin adı.
  • İslâmların fethetmesi.

feth-i meyyit

  • Ölüm sebebini anlamak için cesedin açılarak muâyene edilmesi, otopsi.

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i

fetih suresi / fetih sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 48. suresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin kırk sekizinci sûresi.

fetişizm

  • Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı. (Fransızca)

fetk

  • Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma.
  • Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak.
  • Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı.
  • Şafak sökmesi. Fecir ağarması.
  • Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.

fetret

  • Uyuşukluk, zayıflık.
  • Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman.
  • Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi.
  • İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz,
  • Aynı cinsten iki hâdise (olay) arasındaki kesinti devresi.
  • İki peygamber veya iki hükümdâr arasında peygambersiz ve hükümdârsız geçen zaman.

fetret devri

  • Karanlık dönem, vahyin kesildiği mânevî buhran zamanı.

fetva

  • Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.

fevak

  • İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi.
  • Rahat.
  • Rücu.
  • Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.

fevkalade / fevkalâde / فوق العاده

  • Olağanüstü, olağan dışı, alışılmışın ötesinde. (Arapça)

fey-i zeval

  • Güneşin garba doğru dönmesinin başlaması, Güneş tam ortada gibiyken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan doğuya dönüp kısalmakta son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle namazı vakti başlar.

feya acaba / feyâ acaba

  • Hayret ve taaccüb ifadesi için söylenir; hayret verici.

feya sübhanallah / feyâ sübhanallah

  • Ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah mânâsında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır.

feyalilaceb

  • (Fe-yâ lil'aceb) Hayret ve taaccüb ifâdesi için söylenir.
  • Hayret ifadesi.

feyh

  • Sıcağın şiddetlenmesi.
  • Koku yayılmak.
  • Kazan kaynamak.
  • Yara kanamak.

feylemani / feylemanî

  • Cüssesi büyük olan.

feyz

  • (Çoğulu: Füyuz) Bolluk, bereket.
  • İlim, irfan. Mübareklik.
  • Şan, şöhret.
  • İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak.
  • Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
  • Bir haberi fâş etmek.
  • İçindeki düşüncesini izhar etmek.

feyz-i tecelli / feyz-i tecellî / فَيْضِ تَجَلِّي

  • Allah'ın isimlerinin görünmesinin manevi zevki, bereketi.

feyzi-i biçare

  • Biçare, çaresiz Feyzi.

feza

  • (Efzâ) Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan (mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır.) Meselâ: Can-feza : Can verici. Hayret-feza : Çok hayret verici. Ruh-feza : Ruh verici. (Farsça)

fezleke

  • Hülâsa. Netice. Öz. İcmâl.
  • Hesap listesinde netice.

fi'l-i ma'lum

  • Etken fiil. Öznesi yani, faili belli olan fiil.

fi'l-i mechul

  • Gr: Faili yani öznesi bilinmeyen fiil. Edilgen fiil. Mesela: Yazılmak, içilmek, vurulmak gibi.

fi'l-i mürekkeb

  • Gr: Yardımcı bir fiille birleşerek tek kelime hükmüne geçen fiil. Birleşik fiil. (Vurabilmek, yazabilmek, okuyabilmek gibi.)

fial

  • Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip "hangimizin hissesinde çıkar" diye ararlar.)

fida / fidâ

  • Bir esiri kurtarmak için verilen şey, fidye.

fidye

  • Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
  • Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
  • Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.
  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge
  • Bir suçtan veya esirlikten kurtuluş parası.

fidye-i necat

  • Kurtuluş fidyesi.
  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

figar / figâr

  • Ceriha, yara. (Farsça)
  • İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr : Yüreği yaralı. (Farsça)

figür

  • Oyuncunun hareketi. (Fransızca)
  • Resim, şekil, canlı resim. (Fransızca)
  • Mecaz. (Fransızca)

fihrist

  • İçindekiler listesi.

fihriste-i kemalat / fihriste-i kemâlât

  • Mükemmelliklerin, kusursuzlukların fihristesi, listesi.

fihriste-i san'at-ı rabbaniye / fihriste-i san'at-ı rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların özeti ve listesi.

fihriste-i vücut

  • Varlık fihristesi.

fiil-i rabbaniye / fiil-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiil ve icraatı.

fıkdan-ı hile

  • Hilesizlik.

fikr-i ahiret / fikr-i âhiret

  • Öldükten sonraki hayat düşüncesi.

fikr-i avam / fikr-i avâm

  • Avamın, halkın düşüncesi.

fikr-i edebiyat

  • Edebiyat düşüncesi.

fikr-i felsefe

  • Felsefe düşüncesi.

fikr-i hiciv

  • Eleştiri düşüncesi.

fikr-i hodserane / fikr-i hodserâne

  • Kimseyi dinlemeden kendi başına hareket etme düşüncesi.

fikr-i icad

  • Buluş yapma ve yeni şeyler icat etme düşüncesi.

fikr-i ihtilal / fikr-i ihtilâl

  • İhtilâl düşüncesi; toplumun dengelerini bozacak düşünce.

fikr-i infirad / fikr-i infirâd

  • Bir çok özelliği tek bir kişi üzerine yükleme düşüncesi.

fikr-i infiradi / fikr-i infiradî

  • Tek başına olmak fikri, istişâresiz iş yapmak. Bir şeyi sâde kendine mal etmek fikri, hodgâmlık.

fikr-i intikam / fikr-i intikâm

  • İntikam düşüncesi.

fikr-i istibdat

  • Baskı düşüncesi.

fikr-i küfri / fikr-i küfrî

  • Allah'ın varlığını inkâr etme düşüncesi.

fikr-i milliyet

  • Milliyetçilik düşüncesi.

fikr-i san'at

  • San'at düşüncesi; san'atkârlık.

fikr-i siyaset

  • Siyaset fikri, düşüncesi.

fikr-i ta'kib

  • Sona erdirme, peşini bırakmama.

fikr-i tenkit

  • Eleştiri düşüncesi.

fikr-i vatan

  • Vatan düşüncesi, vatan fikri.

fil suresi / fîl sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz beşinci sûresi.

filiz / فلز

  • Maden külçesi. (Arapça)

fimaba'd / fîmâba'd

  • Bundan sonra mânâsına gelen konuya giriş ifadesi.

fırancala

  • Kaliteli undan yapılan bir ekmek çeşidi.

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

firaset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.

firavuncuk

  • Küçük bir Firavun; kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük gören.

firavuncuklar

  • Kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görenler.

firbar

  • Ululuk, azamet.
  • Ardınca gelicilik, peşinden gelmek.

firdevsi / firdevsî

  • Cennet bahçesi gibi.

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

fırtına

  • Şiddetli rüzgârla denizin dalgalanıp karışması.
  • Rüzgârın çok şiddetli esmesi.

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fışkı

  • Pislik. Çör çöp. Fazladan olan. Hayvan gübresi.
  • Pislik, hayvan gübresi.

fistan

  • Kadın elbisesi.
  • Hanım elbisesi.

fitil

  • Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir.
  • Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası.
  • Topa

fitne-i ahirzaman / fitne-i âhirzaman

  • Âhirzaman fitnesi; dünyanın son devresinde görülen fitneler, bozulmalar.
  • Âhirzamandaki fitne. Deccal fitnesi.

fitne-i diniye narı / fitne-i diniye nârı

  • Dine sokulan fitnenin ateşi.

fıtra

  • Fitre: Ramazan'da bölünmeden verilmesi şer'ân vacip olan fıtr, sadaka.
  • (Fitre) Fıtrat sadakası, yaradılış atiyyesi.
  • Fitre, her zenginin vermesi gereken sadaka.

fıtrat-ı asliye

  • Esas yaratılış gayesi.

fonoğraf

  • Gramofonun ilk şekli. Ses cihâzı. Sesi alıp tekrar veren âlet. (Fransızca)

forsa

  • Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erba

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fünun / fünûn

  • Nev'iler, çeşitler, sınıflar, tabakalar.
  • Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler.

fünun-ı tabiiyye / fünûn-ı tabiiyye

  • Tabiat ilminin çeşitleri.

fürfur

  • Semiz, besili koç.
  • Bir kuşun adı.

furkan

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı farkedip ayıran.
  • Kur'an-ı Kerim.
  • Kur'an-ı Kerim'in 25. suresinin ismi.

furkan suresi / furkân sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi beşinci sûresi.

fürs / فرس

  • Farsça. (Farsça)
  • Fars ülkesi, İran. (Farsça)
  • Fars, İranlı. (Farsça)

fürza

  • Irmak kenarından başka yere su gitmesi için açılan gedik. Deniz kenarında gemilerin durmasına mahsus yer. Liman.

fussilet suresi / fussilet sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 41. suresidir. Mekkî'dir. Secde, Sure-i Akvat ve Mesabih Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin kırk birinci sûresi. Secde sûresi ve Hâ mîm de denir.

füyuz

  • (Tekili: Feyz) Feyizler. İnâyetler. Keremler.
  • Suyun çoğalıp taşması.
  • İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi.
  • Bir haberin fâş ve şayi' olması.

fuzuli / fuzulî

  • Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna.
  • Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden.
  • Haksız olarak fiile çıkarılan iş.
  • Fık: Şer'î izin olmadığı halde diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimse.
  • Büyük bir şâi

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gabit sahrası / gabît sahrâsı

  • Gabît çölü; Arap Yarımadasında, Benî Yerbû' kabilesinin yaşadığı ve bugün Yemen sınırları içerisinde yer alan bir çölün adı.

gabr

  • Bâki olmak, ebedi olmak.
  • Memede kalan süt bakiyyesi.

gad

  • (Gadâ, gaden) Yarın, ertesi.

gada

  • (Tekili: Gazâ) (Gadat) Dağ armudu ağaçları. Dikenli ağaçlar.
  • Ateşi uzun müddet devam eden seksek ağacı.

gadab

  • Allah'ın gazap etmesi, musibet vermesi.
  • Hiddet, öfke, kızgınlık.
  • Allahü teâlânın, emrine karşı gelen kullarından intikam almak istemesi.

gadak

  • Çok fazla, bol, kesir.

gaddarane

  • Acımadan, merhametsizcesine, zulmedercesine. (Farsça)

gaddare

  • Arapların cenbiyesine benzer pala nev'inden bir silâh.

gafilane / gafilâne

  • Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine. (Farsça)

gaflet

  • Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak.

gafletkarane / gafletkârâne

  • Gaflet edercesine.

gahvare / gâhvâre / گاهواره

  • Beşik. (Farsça)
  • Beşik. (Farsça)

gaile-i zaile / gaile-i zâile

  • Sona eren sıkıntı, ardı kesilen elem.

gaiyye

  • Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği.
  • Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)

gaiza

  • Yere batan sular, eksilen su.
  • Bir malın değerinin eksilmesi, azalması.

gak

  • Karga sesi.

gakfeka

  • Doğan sesi.

galat-ı basar

  • Görme duyusunun yanılması. (Meselâ: Su içine batırılmış olan bir çubuğun, kırılmış gibi görünmesi.)

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

galc

  • Azgınlık.
  • Su içtikten sonra dil ile yalanmak.
  • Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.

galebe-i kat'iye

  • Kesin galibiyet, zafer.

galgale

  • Sür'atle gitmek.
  • Gecenin gitmesi.
  • Haber vermek.

galil

  • (Çoğulu: Gılâl) Güneşin harareti.
  • Susuzluk harareti.
  • Kin, hased.
  • Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.

gamaim

  • (Tekili: Gımâme) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.

gamc

  • Suyu sora sora içmek.
  • Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.

gamem

  • Saçın, alnı ve başı örtmesi.

gamet

  • Cinsiyet hücresi.

gamir

  • Kurumamış yeşil ot.

gamre

  • (Çoğulu: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık.
  • İzdiham, kalabalık.
  • Fenalığa dalmak.
  • Şiddet.
  • Zahmet.

gamt

  • Çok yemekten dolayı midenin şişmesi.
  • Ağırlık olmak.

gan / gân

  • Cemi' yapmak için, sonu "e" sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir "ek" tir. Meselâ: Bendegân : f. Hizmetçiler, bendeler. (Farsça)

gang

  • ing. Haydut çetesi.

ganiyy-i muğni / ganiyy-i muğnî

  • Bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah.

garamet / garâmet

  • (Çoğulu: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi.
  • Borçlanılan şeyi ödeme. Bir çeşit vergi.

garameten

  • Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre.

garanik olayı

  • (Bak: Necm Sûresi)

garazkarane / garazkârane / garazkârâne

  • Garaz edercesine.
  • Garaz edercesine, kin tutarak.

garb

  • (Çoğulu: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
  • Sığır derisinden yapılan büyük kova.
  • Sakaların su koydukları büyük tulum.
  • Atıldıktan sonra bulunmayan ok.
  • Yürügen at.
  • Nasır acısı (gözde olur).
  • Göz yaşı.
  • Göz yaşının geldiği damar.
  • Ke

garer

  • Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.

gargara

  • Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama.
  • Tavuk ve güvercinin ötmesi.
  • Can boğaza gelip tereddüt etmek.
  • Çömleğin kaynayıp fıkırdaması.
  • Çoban koyuna haykırıp çağırması.

garib / garîb / غریب

  • Yalnız, kimsesiz, zavallı.
  • Hayret verici. Tuhaf.
  • Kimsesiz. Zavallı.
  • Gurbette olan.
  • Garip, yabancı, kimsesiz, yâd ellere düşmüş, yadırganan şey.
  • Yabancı, memleketinden uzakta bulunan, kimsesiz.
  • Gurbette yaşayan. (Arapça)
  • Yabancı. (Arapça)
  • Kimsesiz. (Arapça)
  • Tuhaf. (Arapça)

garib-nüvaz

  • Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan. (Farsça)

garibane / garibâne

  • Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine. (Farsça)
  • Garip olarak, kimsesiz.

gasak

  • (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık.
  • Küfrün karanlığı.
  • Gözün dumanlanıp, seçemez olması.
  • Göz kararması.
  • Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi.
  • Çok soğuk ve fena kokan içki veya su.
  • Kuvve-i şeheviyye.
  • Seyelân.

gasb-ı emval

  • Malların gasbedilmesi, zorla alınması.

gasil-ül melaike / gasîl-ül melâike

  • Melekler tarafından yıkanan; Eshâb-ı kirâmdan Uhud harbinde şehîd olan ve cenâzesini meleklerin yıkadığı Peygamber efendimiz tarafından müjdelenen Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretleri. (Âdem aleyhisselâmı da melekler yıkamıştır.)

gaşiye suresi / gâşiye sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen sekizinci sûresi.

gasl

  • Yıkamak, yıkanmak. Ölünün cenâze namazı kılınmadan ve kefenlenmeden önce teneşir tahtası üzerinde, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırıp, göbeğinden dizlerine kadar bir örtü ile kapatılarak yıkanması.

gavs-ı ferid

  • Eşsiz, eşi olmayan gavs; velilerin başında bulunan en büyük veli.

gavur / gâvur

  • Kâfir, Allah'ı veya Onun bildirdiği kesin olan şeylerden herhangi birini inkâr eden kimse.

gavvas-ı hakikat / gavvâs-ı hakikat

  • Hakikat dalgıcı, gerçekleri derinlemesine araştıran.

gayatü'l-gayat / gâyâtü'l-gâyât

  • Gayelerin gayesi, asıl gaye ve hedef.

gayb

  • Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
  • Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâ

gayb alemi / gayb âlemi

  • Görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar.

gayb-bin / gayb-bîn

  • Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren. (Farsça)

gaybi i'caz / gaybî i'câz

  • Geçmiş zamanda gelecekte gerçekleşecek hâdiselerin bir mu'cize olarak haber verilmesi.

gaye-i emel

  • Emelinin gayesi, arzu edilen hedef.

gaye-i harp

  • Savaşın gayesi, sonucu.

gaye-i hayat

  • Hayatın gayesi.

gaye-i hilkat

  • Yaratılış gayesi.

gāye-i hilkat / غَايَۀِ خِلْقَتْ

  • Yaratılış gāyesi.

gaye-i himmet

  • Gayret ve çabanın gayesi.

gaye-i ibadet

  • İbadetin gayesi.

gaye-i idhal

  • Yerleştirilme gayesi.

gaye-i ubudiyet

  • Kulluğun gayesi.

gaye-i vücut

  • Varlık gayesi.

gayet-i kemal / gayet-i kemâl / gâyet-i kemâl / غَايَتِ كَمَالْ

  • Mükemmelleşme, yücelme gayesi.
  • Mükemmellik gâyesi.

gayetü'l-gayat / gayetü'l-gâyât

  • Gayelerin gayesi, gayelerin son noktası, esas hedef.

gayetü'l-gaye

  • Gayelerin gayesi, son noktası, esas hedef.

gayetülgaye

  • Gayenin gayesi; asıl maksat.

gayl

  • Irmak, nehir.
  • Ağaç, şecer.
  • Cima etmek.
  • Kadının hâmile iken çocuğuna süt emzirmesi.

gaylule / gaylûle

  • Sabah, tan yerinin ağarmaya başlamasından, tâ güneşin bir mızrak boyu (yaklaşık 45 dk.) yükselmesine kadar geçen zaman dilimi.

gayr-ı kabil-i tahammül

  • Tahammül etmesi mümkün olmayan.

gayr-ı meczuz

  • Devamlı, kesilmeden.

gayr-ı memnun

  • Devamlı. Kesiksiz.
  • Minnetsiz, sürekli.

gayr-ı meskun

  • İçinde oturulmayan yer. Kimsesiz yer.

gayr-ı münkatı

  • Kesintisiz, kopma olmaksızın.

gayr-ı münkatı'

  • Kesintisiz.
  • Devamlı, fasılasız, kesiksiz.

gayr-ı müsmir

  • Verimsiz, faydasız, meyvesiz.

gayret

  • Bir kimseden fâidesi bulunmayan, zararlı olan bir şeyin ayrılmasını istemek, böyle şeyleri reddetmek, kabûl etmemek.

gayret-i ilahiyye / gayret-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.

gayret-i merdane

  • Mertçesine gayret.

gayya

  • Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.

gayz

  • Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey.
  • Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi.

gazale

  • Dişi geyik.
  • Güneşin yükselmesi.

gazavat / gazavât

  • Gazâ kelimesinin çoğulu.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazv

  • Seyelân etmek, akmak.
  • Münkatı' olmak, kesilmek.

gazve

  • Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat

gazve-i bedir

  • Bedir Gazvesi. Bedir Muharebesi.

gece-i ramazan

  • Ramazan gecesi.

geda / gedâ

  • Fakir. Kimsesiz. Dilenci. (Farsça)
  • Fakir, kimsesiz.

geda-çeşmane

  • Açgözlülükle, açgözlücesine. (Farsça)

gedayan

  • Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar. (Farsça)

gehvare / gehvâre / گهواره

  • Beşik. (Farsça)
  • Beşik. (Farsça)

gehvare-ger

  • Beşikçi. (Farsça)

gehvare-nişin

  • Beşikteki çocuk. (Farsça)

gelu-gir

  • Dağ armudu. Ahlat. (Farsça)
  • Boğazdan geçmesi zor olan şey. (Farsça)

ger

  • Türkçedeki "eğer" kelimesinin kısaltılmış şekli. Eğer, şayet mânasındadır. (Farsça)

gerdena

  • Kuş veya kuzu çevirmesi. (Farsça)
  • Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)
  • Fırıldak, topaç. (Farsça)

germ-ülfet

  • Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen. (Farsça)

geşte

  • "Gezmiş, dolaşmış, dönmüş" anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte : Altüst olmuş. Ser-geşte : Başı dönmüş. (Farsça)

gevare

  • (Gehvâre) Beşik.

gevher-i pend

  • Nasihat küpesi.

gıbb

  • Nihayet, son, netice.
  • İki günde bir. Gün aşırı.
  • -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.

gıbta

  • İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi.

gıda / gıdâ / غدا

  • Besin.
  • Besin, gıda. (Arapça)

gıda-yı insaniye

  • İnsanlığın gıdası, beslenmesi.

gile / gîle

  • İki dağ arasındaki yol, vadi. (Farsça)
  • Şikâyet. (Farsça)
  • Üzüm tanesi. (Farsça)

gılman / gılmân

  • (Tekili: Gulâm) Bıyığı yeni bitmiş gençler.
  • Cennet'te hizmet gören delikanlılar.
  • Köleler, esirler.
  • Hizmet gören delikanlılar. Köleler, esirler.

gılme

  • (Tekili: Gulâm) Delikanlılar, gençler.
  • Esirler, köleler.

gıptakarane / gıptakârâne

  • İmrenircesine.

giran-bar

  • Meyvesi çok olan ağaç. (Farsça)
  • Ağır yüklü. (Farsça)
  • Gebe insan veya hayvan. (Farsça)
  • Zengin, gani. (Farsça)

giran-destmaye

  • Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. (Farsça)
  • Mârifetli, mahâretli, hünerli. (Farsça)

giribani / girîbanî

  • Bir çeşit gömlek. (Farsça)

giriftar / giriftâr

  • Tutulmuş, esir, yakalanmış.
  • Düşkün.

girifte

  • Yakalanmış, tutulmuş. (Farsça)
  • Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. (Farsça)
  • Esir. (Farsça)

girifte-dem

  • Nefesi tutulmuş. (Farsça)

girifte-gi / girifte-gî

  • Tutkunluk. (Farsça)
  • Hastalık hali. (Farsça)
  • Esirlik. (Farsça)

girih-bür

  • "Düğüm kesen". Yankesici. (Farsça)

gırk

  • Çok, kesir.

gışavet / gışâvet

  • Göz perdesi.

gişe

  • Tren istasyonu, vapur iskelesi ve mağaza gibi yerlerde bilet veya paranın alınıp verildiği yer. (Fransızca)

gıta-yı basar

  • Göz perdesi.

gıyas-üd din

  • Dinin intişar etmesine yardımı dokunan kimse.

gıza

  • Gıda, besin.

gön

  • Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire.

götürü

  • Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan.

granit

  • Bir çeşit sert taş.
  • Jeo: Muhtelif renklerde çok sert bir çeşit taş. (Fransızca)

gubari / gubarî

  • Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin postalarıyla gönderilen mektuplar bu yazı ile yazılırdı.

gubeyra

  • Yaban iğdesi.
  • Habeş vilâyetinde darıdan yapılan bir cins şarap.

güdaz

  • Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz : Takati mahveden. (Farsça)

gudde-i nekfiyye

  • Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.

gudve

  • (Çoğulu: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası.

gufran

  • Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti.

gul

  • Boş ve virane yerlerde bulunan ve helâk edici olan bir cin tâifesi. İfrit, hortlak.
  • Ölüm.
  • Belâ.

gül-bağ

  • Gül bahçesi, gülistan. (Farsça)

gül-i muhammedi / gül-i muhammedî

  • Muhammed gülü denilen bir gül çeşidi.

gül-ü muhammedi / gül-ü muhammedî

  • Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi.
  • Kırmızı renkte bir gül çeşitidir.

gulam / gulâm

  • Genç, delikanlı. Bıyığı henüz bitmemiş genç.
  • Esir, hizmetçi, köle.
  • Genç, esir, çocuk.

gulamiye

  • Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil âidatı.

gülçehre

  • Çehresi gül gibi lâtif olan, çehresi gül gibi olan.

güldeste-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesi.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

gülistan / gülistân / گلستان

  • (Gülsitân) Gülyeri, gül bahçesi.
  • Gül bahçesi.
  • Gül bahçesi, güller ülkesi.
  • Gül bahçesi, güllük. (Farsça)

gülistan-ı cinan / gülistan-ı cinân

  • Cennetlerin gül bahçesi.

gülistan-ı ferah-feza / gülistan-ı ferah-fezâ

  • Ferahlık veren gül bahçesi.

güllabici

  • Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.

gülşen / گلشن

  • Gül bahçesi. Güllük. (Farsça)
  • Gül bahçesi.
  • Gül bahçesi.
  • Gül bahçesi. (Farsça)

gulşen u gülzar / gulşen u gülzâr

  • Gül bahçesi ve gül tarlası.

gülşen-ara / gülşen-ârâ

  • Gül bahçesini süsleyen. (Farsça)

gülşen-gah / gülşen-gâh

  • Gül bahçesi. (Farsça)

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gülzar / gülzâr / گلزار

  • Gül bahçesi. Gül tarlası. (Farsça)
  • Güllük, gül bahçesi. (Farsça)

gülzar-ı gülistan

  • Gül bahçesi bülbülü.

gülzar-ı kemal / gülzâr-ı kemal

  • Mükemmel gül bahçesi.

guma

  • Hava bulutlu olduğundan ayın görünmemesi.

guna / gûnâ

  • Tarz, çeşit.

güna / günâ

  • Tür, çeşit.

güna gun / güna gûn

  • Türlü. Çeşitli nevilerde olan. Çeşit çeşit. Renk renk. (Farsça)

guna guna / gûna gûna

  • Çeşit çeşit, renk renk.

gunagun / gûnagûn

  • Çeşit çeşit.

günaşırı

  • İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek. (Türkçe)

günbed-i hadra

  • Yeşil kubbe.
  • Mc: Gökyüzü, sema.

gune gune

  • Türlü türlü, çeşit çeşit, renk renk. (Farsça)

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gunne

  • Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses. (Tecvidde harfin vasıflarındandır)

guraba / gurabâ

  • Garipler, kimsesizler.

gurer

  • Her ayın ilk üç gecesi.

gürizgah / gürizgâh

  • (Girizgâh) Kaçacak yer. (Farsça)
  • Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sa (Farsça)

gurm

  • Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)

gurre

  • Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.

gurre-i muharrem

  • Arabi aylardan olan Muharrem ayının birinci günü ve gecesi.

gurub-i şems

  • Güneşin batışı.

gurub-u şems

  • Güneşin batması.

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

güşa

  • Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa : Gönüle ferahlık veren. Gönül açan. (Farsça)

güşadname

  • Padişah fermanı. (Farsça)
  • Boşanma vesikası. (Farsça)

güsar

  • Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar : Dert ortağı, arkadaş. (Farsça)

guşe-bend

  • Köşebent. (Farsça)
  • Ciltli kitaplarda kapağın dört köşesine yapılan süsleme. (Farsça)

guşenişin / gûşenişîn / گوشه نشين

  • Köşesine çekilen, inziva hayatı süren. (Farsça)

gusre

  • Yeşile benzer bozrak renk.

güvarende

  • Hazmedilmesi kolay. (Farsça)

guy

  • "Diyen, söyleyen" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu(y) : Doğru söyleyen. Suhan-gu(y) : Söz söyleyen, konuşan.

güzar

  • Geçiş, geçme. (Farsça)
  • Beceren, halleden, yapan. (Farsça)
  • Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar : Zaman geçiren, vakit öldüren. (Farsça)

güzeran-ı hayat / güzerân-ı hayat

  • Hayatın geçmesi; hayatın geçmiş seyri.

güzername

  • Geçiş tezkeresi. (Farsça)

h / ه ح خ

  • Osmanlı alfabesinin sekizinci harfi.
  • Ebced alfabesine göre sayısal değeri: 8.

ha

  • Osmanlı alfabesinde sekizinci harftir ve ebced sayısı ile de sekizi ifade eder.

habat

  • Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz.
  • Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.

habb

  • Tane, çekirdek.
  • Yuvarlak olarak hazırlanmış ilâç.
  • Buğday tanesi veya buna benzer tohum.

habbülbüluğ / habbülbülûğ / حب البلوغ

  • Ergenlik sivilcesi. (Arapça)

habc

  • Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi.
  • Vurmak.

haben

  • Kısaltma, azaltma, kasma.
  • Edb: Aruzda "fâilâtün" den "ât" hecesini atarak, nazmı "fâilün" veznine sokma.

haber

  • Arapça gramerde, isim cümlesindeki hükmü (iş, oluş veya hareketi) ifade eden kısım.

habeşe / حبشه

  • Habeşistan. (Arapça)
  • Habeş. (Arapça)

habie / habîe

  • Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş.
  • Göze görülmeyen şey.
  • Kesilmiş, parça parça olmuş.

habn

  • Karnın şişmesi.

habt

  • Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek.
  • Yanılmak, unutmak, hatâ etmek.
  • Fesada vermek.
  • Hiç umulmayan birisinden yardım istemek.
  • Cin çarpmak.

hac

  • Kur'ân-ı Kerimin 22. sûresi.
  • İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

hac suresi / hac sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi ikinci sûresi.

hacc suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir.

hacc-ı ekber

  • Arefesi Cuma'ya rastlayan hac.

hacc-ı kıran

  • Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.
  • Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye "karin" denir.

hacc-ı temettu'

  • Hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile ocağına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye "mütemetti" denir.

hacce / hâcce

  • (Çoğulu: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız.
  • (Çoğulu: Hâcc) Bir cins diken.

haccü'l-ekber

  • Arefesi Cuma'ya rastlayan hac.

hace-i evvel / hâce-i evvel

  • Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.

hacegan / hâcegân

  • (Tekili: Hâce) Hocalar. (Farsça)
  • Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. (Farsça)
  • Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam. (Farsça)

hacelan

  • Ayağında köstek olan kişinin yürümesi.
  • Bir ayak üstüne yürümek.

hacele

  • (Çoğulu: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik.
  • Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacer-ül-esved

  • Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.

haceru'l-esved

  • Kâbe'nin bir köşesinde yer alan ve Cennetten geldiği bildirilen siyah taş.

hacerü'l-esved

  • Kabe'nin doğu köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan semavî, kutsal siyah taş.

hacil

  • Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at.

hacz

  • Men'etmek. Mâni olmak.
  • İki şeyin arasını ayırmak.
  • Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.

had

  • İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.

hadd

  • Gürültülü bir sesle çağıran.
  • Denizden gelen gürültülü dalga sesi.
  • Gürültü ile yıkılan.
  • Yol.
  • İnsan cemaatı.
  • Bir şeye tesir ederek iz bırakmak.
  • Yanak, yüz, vecih.
  • Yeri kazmak, yeri yarmak.

hadd-i kemal / hadd-i kemâl

  • Olgunluk ve mükemmellik sınırı, seviyesi.

hadd-i kifaye

  • Kifâyet derecesi, yeterlik derecesi.

hadd-i sekr

  • Fık: Şarap haricindeki diğer içkilerin bil'ihtiyar içilmesinden hâsıl olan sarhoşluğun icab ettirdiği ceza.

hadd-i şer'i / hadd-i şer'î

  • İşlenen suçlar için İslâmiyette miktarı kesin olarak bildirilen ceza.

hadd-i şürb

  • Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.

hadd-i tam

  • Tam sınırında, derecesinde, kıvamında.

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

hadeka-i ayn

  • Göz güllesi, göz hadakası.

hadesten taharet / hadesten tahâret

  • Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

hadid suresi / hadîd sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli yedinci sûresi.

hadim ağası

  • Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi.

hadis-i kat'i / hadis-i kat'î

  • Doğruluğu kesin hadis.

hadis-i kavi / hadîs-i kavî

  • Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.

hadis-i kudsi / hadîs-i kudsî

  • Mânası Peygamberimiz'e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm.

hadis-i mevsul / hadîs-i mevsûl

  • Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

hadis-i muddarib / hadîs-i muddarib

  • Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

hadis-i munfasıl / hadîs-i munfasıl

  • Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

hadis-i sahih / hadîs-i sahih

  • Sahih hadîs; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senetlerle aktarılan hadis.

hadise-i ahirzaman / hâdise-i âhirzaman

  • Âhirzaman hâdisesi, dünya hayatının kıyamete yakın son devresindeki meydana gelen olay.

hadise-i bereket / hâdise-i bereket

  • Bereket hâdisesi, olayı.

hadise-i mağlubiyet / hadise-i mağlûbiyet

  • Mağlup olma hadisesi.

hadise-i muhammediye / hâdise-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamber olarak görevlendirilmesi.

hadise-i rububiyet

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın gerçekleştirdiği hadise.

hadise-i taarruziye / hâdise-i taarruziye

  • Taarruz, saldırı hâdisesi.

hadıyd

  • (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
  • Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
  • Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.

hadra / hadrâ / حضرا

  • (Müennestir) Yeşillik.
  • Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
  • Yeşillik, yeşil.
  • Yeşil. (Arapça)

hadravat / hadravât

  • Yeşillikler.
  • (Tekili: Hadrevât) (Hadrâ) Yeşillikler, yeşillik.
  • Yeşillikler.

hads-i kat'i / hads-i kat'î

  • Hızlı bir şekilde kalbe doğan ve doğruluğu kesin olan bilgi.

hads-i sadık / hads-i sâdık

  • Tam ve şüphesiz idrak etme ve bilme.
  • Tam, doğru ve şüphesiz idrâk etme ve bilme.

hadsi / hadsî

  • Güçlü bir sezgi, seziş; zihnin bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın kalbe gelen güçlü ve kesin bir sezgi ile hızla hükmettiği doğru bilgi.

hadun

  • Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.

hady

  • Evmek, acele etmek.
  • Rüzgârın esmesi.

hafe / hâfe

  • (Çoğulu: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı.
  • İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.

haff

  • Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan.

hafhafa

  • (Çoğulu: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması.
  • Sırtlan sesi.

hafif-ül-haz / hafîf-ül-hâz

  • Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan.

hafiz / hafîz

  • Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.

hafız ahmed

  • Dereli Hâfız Ahmed Efendi olarak bilinir. Isparta'nın Dereli Mahallesinde ikamet ediyordu.

hafız-ı hakiki / hâfız-ı hakikî

  • Asıl olarak herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

hafıza / hâfıza

  • Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.

hafiziyyet / hafîziyyet

  • Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.

haherzade / hâherzâde / خواهرزاده

  • Yeğen, kızkardeşin çocuğu. (Farsça)

haifane

  • Korkakcasına, ödlekçesine.

haile

  • Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi.

hailsiz

  • Perdesiz, engelsiz.

hainane

  • Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.

hakaretkarane / hakaretkârâne

  • Hakaret edercesine.

hakayık-ı seb'a

  • Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.

hakikat / hakîkat

  • Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
  • Gerçek.
  • Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
  • Mâhiyet.

hakikat-i hurma

  • Hurma gerçeği, çeşidi.

hakikat-i kat'iye

  • Kesin gerçek, doğru.

hakikat-i kàtıa

  • Kesin gerçek.

hakikat-i kàtıa-i satıa / hakikat-i kàtıa-i sâtıa

  • Parlak ve kesin gerçek.

hakikat-i leyle-i kadir

  • Kadir Gecesinin gerçek mânâsı, sırrı.

hakikat-i leyle-i kadr

  • Kadir Gecesinin mânâsı, sırrı.

hakikat-i mukarrere

  • Sabit, kesinleşmiş gerçek.

hakikatperestane / hakîkatperestâne

  • Hakikata düşküncesine.

hakim-i bimisal / hâkim-i bîmisâl

  • Hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve yerli yerinde yaratan ve eşi, benzeri olmayan Allah.

hakim-i ezel ve ebed / hâkim-i ezel ve ebed

  • Varlığının başı ve sonu olmayan, hâkimiyeti zaman öncesinden sonsuza kadar devam eden Allah.

hakim-i pür-kemal / hakîm-i pür-kemâl

  • Her işini hikmetle, yapan ve mükemmelliğin sonsuz derecesine sahip olan Allah.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

hakimane / hâkimâne

  • Hükmedercesine.

hakimiyet-i rububiyet / hâkimiyet-i rububiyet

  • Rablığın egemenliği; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

hakir kalb / hakîr kalb

  • Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.

hakirane / hakirâne

  • Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde. (Farsça)

hakk

  • (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti.
  • Dâva ve iddia.
  • Hakikate uygunluk.
  • Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse.
  • Münasib
  • Din. İslâmi

hakk-ı fakiranemde / hakk-ı fakirânemde

  • Fakir ve muhtaç olan benim hakkımda (tevazu ifadesi).

hakk-ı keşf

  • Keşif hakkı.

hakk-ul yakin / hakk-ul yakîn

  • (Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.

hakka / hâkka

  • Kıyamet günü.
  • Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir)

hakka suresi / hâkka suresi / hâkka sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış dokuzuncu sûresi.

hakkalyakin / hakkalyakîn

  • Bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet.
  • Cezbe.
  • Dert, keder, elem.
  • Mecâl. Kuvvet.
  • Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken

hal' edilme

  • Hükümdarın tahttan indirilmesi.
  • Boşanmış olmak.
  • Kovulmuş olmak.

hal'i

  • Azli, görevine son verilmesi.

hal-i sahv / hâl-i sahv

  • Arızi veya dâimi sebeplerle, şuurunu kaybetmiş bir kimsenin, muvakkaten şuurunun yerine gelmesi hâli.

hala

  • (Çoğulu: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.

hala' / halâ'

  • Boş, hâli.
  • Ayak yolu, abdesthane.
  • Devenin çökmesi.

halaat / halâat

  • Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık.
  • Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.

halal lokma / halâl lokma

  • Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.

halaskar-ı iman / halâskâr-ı iman

  • İman kurtarıcı, imanın kurtulmasına vesile olan.

hale / hâle

  • Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
  • Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.
  • Ay çevresinde görülen parlak daire, ayla.

halet-i sahve / hâlet-i sahve

  • Kendinden geçme hâlinin sona ermesi.

hali / halî

  • Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz.
  • Evlenmemiş erkek, bekâr adam.

hali' / halî'

  • Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.)
  • İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız.
  • Kovulmuş.
  • Soyulmuş.
  • Ailesinden ayrılan kimse.
  • Kurt.

halib

  • (Çoğulu: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.)

halid bin sinan

  • Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiştir.

halid bin sinan abesi aleyhisselam / hâlid bin sinân abesî aleyhisselâm

  • Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.

halid bin velid

  • Câhiliye devrinde Kureyş eşrafındandı. Hudeybiye muahedesinden sonra Müslüman oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisine Seyfullah namını vermiştir. Çok kahraman bir gazi idi. Suriye, Filistin, Şam gibi yerler onun himmeti ile feth olunmuştur. 18 Hadis-i şerif nakletmiştir.Hicri 21 senesi

halide

  • Hâlid'in müennesidir.

halife / halîfe

  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

halife-i arz

  • Yeryüzünün halifesi, yöneticisi.

halife-i müslimin / halife-i müslimîn

  • Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.

halife-i raşide / halîfe-i râşide

  • İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir.

halife-i ru-yi zemin / halife-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünün halifesi; Hz. Ömer.

halife-i ruhani / halife-i ruhanî

  • Ruhanî halife; ruhen çeşitli makamlarda temessül eden halife.

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

halife-i zemin / halife-i zemîn

  • Yeryüzünün halifesi.

halık

  • (Çoğulu: Huluk-Havâlık) Büyük dağ.
  • Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu.
  • Süt ile dolu olan koyun memesi.
  • Tıraş eden. Berber.

halık-ı rahman / hâlık-ı rahmân

  • Rahmeti her şeyi kaplayan, yaratıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran yaratıcı, Allah.

halime / halîme

  • Yumuşak huylu kadın.
  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)
  • Yumuşak huylu kadın. (Peygamberimizin süt annesinin adı)
  • Yumuşak huylu kadın, Peygamberimizin süt annesi.

halis / hâlis

  • Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli.
  • Pek beyaz.
  • Evvelce karışık iken kusuru zâil olan.
  • Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Müennesi: Hâlise'dir)
  • Hilesiz, katkısız, duru.
  • Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.

halisen / hâlisen

  • Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.

halisiyyet / hâlisiyyet

  • Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Fiillerin halkedilmesi, yaratılması.

halkabeguş

  • Kulağı küpeli, kulağı halkalı. (Farsça)
  • Mc: Köle, esir. (Farsça)

hall-i mes'ele

  • Mes'elenin halledilmesi.

hall-i müşkilat / hall-i müşkilât

  • Müşkilâtın yenilmesi, zorlukların çözülmesi.

hallac-ı mansur

  • Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.

hallak-ı bimisal / hallâk-ı bîmisal

  • Eşi ve benzeri olmayan yaratıcı, Allah.

halledallah

  • Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).

halme

  • Meme başı, meme tepesi.

ham

  • Olmamış, pişmemiş, çiğ. (Farsça)
  • Nâfile, beyhude, boşuboşuna. (Farsça)
  • İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. (Farsça)
  • Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. (Farsça)
  • Tecrübesiz, olgunlaşmamış.

ham madde

  • Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

ham-ı zülf

  • Saç lülesinin kıvrımı.

hamd-i zekeriyya-yı rahmet

  • Hz. Zekeriyya'nın (a.s.) rahmete vesile olan hamd ve şükrü.

hamdele

  • Elhamdülillah ifadesinin ismi.

hame

  • Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin.
  • Havası bozuk hastalıklı yer.

hame-zen

  • Üzerinde kalem kesilecek âlet. (Farsça)

hamele-i kur'an / hamele-i kur'ân

  • Kur'ân davasını omuzlayan, onu sonraki nesillere ulaştıran.

hamide / hâmide

  • Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan.
  • Nebatsız kuru yer.
  • Yanmış kül olmuş.

hamil / hâmil

  • (Hâmile) Yüklü yüklenmiş.
  • Gebe.
  • Taşıyan, götüren.
  • Hâiz.
  • Mâlik, sahib.
  • Uhdesinde bir poliçe bulunan.

hamis / hamîs / hâmis / خامس

  • Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.
  • Beşinci. (Arapça)

hamiş / hâmiş / هامش

  • Mektup ilavesi. (Arapça)

hamisen / hâmisen / خامسا

  • Beşinci olarak.
  • Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.
  • Beşinci olarak.
  • Beşincisi. (Arapça)

hamiyet

  • Gayret.
  • Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma.
  • İstinkâf etmek.
  • Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede

hamiyet-mendane / hamiyet-mendâne

  • Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hammal

  • (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam.
  • Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.

hammamiyye

  • Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.

hams

  • Açlık.
  • Yaradaki şişin inmesi.

hamuşan

  • Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir.
  • Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hande-i aftab / hande-i âftâb

  • Güneşin gülmesi. Güneşin doğması.

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

hane-suz

  • Ev yakıcı. (Farsça)
  • Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse. (Farsça)

hanedan

  • Soyca dindar ve asil âile. (Farsça)
  • Peygamber (A.S.M.) sülâlesi. (Farsça)

hanev

  • Eğmek.
  • Davar kösnemesi.

hanin-ül ciz'

  • Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.

hann

  • Yalvarmak.
  • İnlemek.
  • Esirgemek.

hannan

  • Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan Allah (C.C.)

hannan-ı mennan / hannân-ı mennân

  • Rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah.

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

hanzale

  • Meyvesi acı bir bitki.

har'abe

  • İnce kemikli, genç ve güzel kadın.
  • Uzun.
  • Yeşil üzüm çubuğu.

harab-ı dünya

  • Dünyanın sona ermesi, kıyamet.

harac

  • Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.

haram

  • Allah ve resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey.

haram lokma / harâm lokma

  • Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.

hararet-bin

  • Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet. (Farsça)

hararet-i garize / hararet-i garîze

  • Normal vücut ateşi, ısısı.

hararet-i gariziyyenin iltihabı zamanı

  • İnsanda şehvanî ve nefsanî hislerin galeyanda olduğu devresi.

harat

  • Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)

haratin-i hassa / haratîn-i hassa

  • Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı.

harazet

  • Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.

harb-i umumi / harb-i umumî

  • Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

hardale

  • Hardal tanesi.
  • Nesneyi ufak edip kesmek.
  • Hardal tanesi.

harekat-ı müstahsene / harekât-ı müstahsene

  • Herkesin beğendiği güzel davranış ve hareketler.

hareket

  • Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

hareket-i devriye

  • Dairesel hareket; birinin gidip yerine başkasının geçmesi.

hareket-i şems

  • Güneşin hareketi.

harem / حرم

  • Herkesin giremeyeceği yer, aile, eş.
  • Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
  • Müslümanların evlerinde, saray, konak ve be
  • Girilmesi serbest olmayan yer.
  • İhrama girilen yerden itibaren Kâbe'ye doğru olan kısım.
  • Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de"selâmlık" denir.)
  • Harem, herkesin giremeyeceği yer. (Arapça)

harem-i şerif / harem-i şerîf

  • Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.
  • Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı.

haremim

  • Eşim, hanımım.

haremlik

  • Harem dairesi, evde harem kısmı, herkesin uluorta giremeyeceği yer. (Arapça - Türkçe)

haremseray / haremserây / حرم سرای

  • Harem dairesi. (Arapça - Farsça)

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

harf-i medd

  • Kendinden evvel gelen harflerin uzun sesli okunmasına vesile olan "elif, vav, yâ" harfleri.

harf-i mezid

  • Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere "Harf-i mezid" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, "Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir" denir.

harf-i tarif / harf-i târif

  • Arabçada, elif lâm harflerinin ismin başına gelmesi hali.

harflerin taktii / harflerin taktîi

  • Harflerin kesik olması, harflere bölme.

hargele

  • Eşek sürüsü. (Farsça)
  • Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler. (Farsça)

haric-i daire-i akliye

  • Akıl dairesinin dışında.

hariciler / hâricîler

  • Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm il

harifane

  • Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan. (Farsça)

harika-i sevda / hârika-i sevdâ

  • Aşk ateşi.

harikulade / harikulâde

  • Olağanüstü, eşi görülmemiş.

harim / harîm

  • Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi.
  • Şerik.
  • Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer.
  • Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
  • Harem dairesi; herkesin giremeyeceği yer, dokunamayacağı şey.
  • Herkesin girmesi yasak yer, harem.

harim-i hass / harîm-i hâss

  • Büyük bir kimsenin kendi dairesi.

harim-i kudsi / harîm-i kudsî

  • Herkesin bilemeyeceği gizli kutsal harem.

harisun aleyküm / harîsun aleyküm

  • Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.

hark

  • Herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma.

harka'

  • Kulağı delik koyun.
  • Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.

hartavi / hartavî

  • Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.

hartuc

  • Topa merminin ardından sürülen barut kesesi. (Farsça)

harun / hârûn

  • Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi.
  • Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid.
  • Musa aleyhisselâmın kardeşi olan peygamber.

haruni / harunî

  • Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.

harur

  • Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı.
  • Gece esen sıcak rüzgâr.

harzem

  • Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke.

has şakirt

  • Üstadın çok değer verdiği ilk sıradaki talebesi.

haşa / hâşâ

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

haşa sümme haşa / hâşâ sümme hâşâ / حَاشَا ثُمَّ حَاشَا

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.
  • Asla sonra kesinlikle asla.

haşa ve kella / hâşâ ve kellâ

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.

haşa! sümme haşa! / hâşâ! sümme hâşâ!

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.

haşa' / haşâ'

  • (Çoğulu: Ehşâ) Nefes tutukluğu.
  • Nefesin tutulması.
  • Nâhiye.
  • Kalb.

haşa, sümme haşa / hâşâ, sümme hâşâ

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

hasat-ı mesane / hasât-ı mesane

  • Tıb: Sidik kesesinde meydana gelen taş.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

hasbe'l-kader

  • Kader cihetiyle, kaderin yönlendirmesiyle.

hasbelkader

  • Kaderin sevkiyle, kaderin bir cilvesi olarak.

hasbıhal

  • Söyleşi, sohbet.

haşefe

  • Hiss.
  • Harekete ve yürüyüş sesine derler.

haser

  • Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.

hasf

  • Yerin çökmesi, göçmesi.
  • Ayakkabı dikmek.
  • Birbirine yapıştırmak.
  • Tasmalı nâlin.
  • Ağacın yaprağının dökülmesi.

hashasa

  • Açık ve âşikâr olma.
  • Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.

haşhaşa

  • Silah sesi, yüksek ses.
  • Silâh.
  • Kuru ot.
  • Yeni kaftan.

hasidane / hâsidane

  • Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine. (Farsça)

hasif / hasîf

  • (Çoğulu: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu.
  • Yağmuru çok olan bulut.
  • Ak ile kara, alaca renkli urgan.
  • İki çeşit renkten meydana gelen.

hasıl-ı bilmasdar / hâsıl-ı bilmasdar

  • Bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen sonuç; varmak fiili masdar, acı ise hâsıl-ı bilmasdardır.
  • Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'd

hasıl-ı darb / hâsıl-ı darb

  • Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.

hasim / hâsim

  • Kat'eden, hasmeden, kesip atan.

haşimi / haşimî / hâşimî

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen.
  • Bir tarikat şubesinde olan.
  • Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen.
  • Peygamberimizin sülâlesinden.

hasir / hasîr

  • Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın.
  • Eli boş. Müdafaasız. Çaresiz.

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

hasiyet-i isabet / hâsiyet-i isabet

  • Göz değmesi özelliği.

hasiyyet

  • (Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.

haslar dairesi

  • Seçkin Nur talebelerinin dahil olduğu hizmet dairesi.

hasm

  • Kesip atma, kesme, kat'etme.
  • Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma.

hasm-ı da'va / hasm-ı da'vâ

  • Dâvânın halledilmesi.

hasmen

  • Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.

hasna

  • Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.

hasr

  • Noksan olmak.
  • Sermayesini zayi edip ziyân etmek.

haşr

  • Toplama.
  • Ölüleri diriltip mahşere çıkarma.
  • Kur'ân'-ın 59. sûresi.

haşr suresi / haşr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli dokuzuncu sûresi.

haşr ü neşr

  • Toplayıp dağılma, haşir neşir.

haşr-i bahar

  • Bahar mevsiminde bitkilerden hayvanlara kadar bütün bedenlerin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

haşr-i insani / haşr-i insanî

  • İnsanın öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzuruna getirilmesi.

haşr-i kıyamet

  • Bütün varlıkların bedenlerinin kıyametten sonra ahiret âleminde tekrar inşa edilip diriltilmesi.

hasr-ı örfi / hasr-ı örfî

  • Örfen bir şeye ait kılma; örfe göre "el" takısı bazı cins isimleri özel isim derecesine yükseltir. Meselâ, "el-Kitap" sözüyle Kur'ân'ın kastedilmesi gibi.

haşr-i ruhani / haşr-i ruhânî

  • Ruhun diriltilmesi.

hassa-i sohbet

  • Sohbetin kendisine mahsus özelliği; Peygamber (a.s.m.) sohbetinden gelen tesir.

hassase / hassâse

  • Duyma melekesi.

hata-yı adli / hata-yı adlî

  • Adalet dairesine âit hata, yanlışlık. (Farsça)

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

hatakarane / hatâkârâne

  • Hata edercesine.

hatarsız

  • Tehlikesiz.

hatemane

  • Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine. (Farsça)

hatibane

  • Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına. (Farsça)

hatice-i kübra / hatîce-i kübra

  • Peygamberimizin (A.S.M.) ilk zevcesi ve mü'minlerin annesi. Yirmidört sene bütün varlığıyla ve mülküyle Peygamber Efendimize hizmet etmiş ve Ona ilk olarak iman etmiştir. (Radıyallahu Anha)

hatif / hâtif / هَاتِفْ

  • Gayıptan haber veren cinnî.
  • Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
  • Kendisi görünmediği halde sesi işitilen cin.
  • Sesi işitilen görünmez varlık.
  • Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen seslenici.

hatif-i cinni / hâtif-i cinnî

  • Kendisi görünmediği halde sesi işitilen cin.

hatimenin hatimesi / hâtimenin hâtimesi

  • Sonucun neticesi, son sözün son sözü.

hatır-ı nefsani / hatır-ı nefsanî

  • Tas: Dünya ve nefis muhabbetinin cismanî kuvvete galebesi.

hatıra-i adalet

  • Adalet hatırası, göstergesi.

hatıra-i gaybiye

  • Herkesin bilmediği hatıra, kalpten geçen şey.

hatm

  • Kur'ân-ı kerîmi başından (Fâtiha sûresinden başlıyarak) sonuna (Nâs sûresine) kadar okumak.

hatm-ı hacegan / hatm-ı hâcegân

  • Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

hatme-i nakşiye

  • Nakşî tarikatında belli kurallar çerçevesinde topluca icra edilen bir zikir ve dua biçimi.

hatn

  • Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.

hatt-ı butlan

  • İptal etmek gayesiyle bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

hatv

  • Rengin değişmesi.
  • Engel olmak, menetmek.
  • İplik bükmek.

havaic-i zaruriye / havâic-i zaruriye

  • Gerekli ihtiyaçlar, giderilmesi lüzumlu olan ihtiyaçlar; yeme içme, ev ve binek gibi temel ihtiyaçlar.

havaic-i zaruriyye

  • Zaruri ihtiyaçlar. Giderilmesi lüzumlu olan ihtiyaçlar.

havale / havâle

  • İşin görülmesini başka birine bırakma.

havale-i muaccele

  • Huk: Havale konusunun, behemehal ödenmesi lâzım geldiği şekilde yapılan havale.

havale-i müeccele

  • Huk: Havale edilen şeyin vadesi geldiğinde ödenmesi şeklinde yapılan havale.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

havariyun / havâriyûn

  • Hz. İsâ'nın (a.s.) yardımcısı ve sahabesi olan on iki kişinin hepsine birden verilen ad.

havariyyun

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya

havass-ı beşeriye / havâss-ı beşeriye

  • İnsanların âlim ve aydın kesimi.

havass-ı hümayun / havâss-ı hümayun

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır,

havelan-ı havl / havelân-ı havl

  • Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.

havelan-ül havl

  • Senenin geçmesi. Senenin değişmesi.

havf ve reca

  • Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.)

havme

  • Tasarruf dâiresi.

havra

  • (Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın.

havran

  • Şam diyarından bir yerin adı.
  • Balıkesir'in bir ilçesi.

havsala

  • Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl.
  • Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf.
  • Mide.

havva / havvâ

  • Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi.
  • Rengi esmere mâil kadın.
  • Yalancı, kezzab.
  • İlk insan ve ilk peygamebr olan Hz. Âdem'in (a.s.) eşi, beşeriyetin anası ve ilk kadındır.

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

havza

  • Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar.
  • Memleket.
  • Taraf.
  • Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.
  • Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.

hay

  • Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. (Farsça)
  • Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen. (Farsça)

haya / hayâ

  • Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayalperest / hayâlperest

  • Hayâl peşinde koşan.

hayat-ı hakikiye ve sermediye

  • Gerçek ve kesintisiz hayat.

hayat-ı içtimaiye medresesi

  • Toplumsal hayat medresesi, hayat okulu.

hayat-ı kudsiye-i islamiye / hayat-ı kudsiye-i islâmiye

  • İslâmiyetin tesis ettiği kutsal hayat.

hayat-memat meselesi

  • Ölüm-kalım meselesi.

hayatperverane / hayatperverâne

  • Hayatı severcesine.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

haydo

  • (Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi)

haydud

  • (Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.

haydut / haydût

  • Yol kesici.

hayed

  • Gölgesinden ürken eşek.

hayhay

  • Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.) (Türkçe)

hayırhah / hayırhâh

  • Herkesin iyiliğini isteyen, iyiliksever.

hayırsever

  • İyilik ve yardım etmesini seven.

hayk

  • Sallanmak.
  • Dokumak.
  • Tesir etmek, etkilemek.

haykan

  • Büyük ve kalın olan.
  • Kısa boylu bir kimsenin yürümesi.
  • Omuzunu oynatmak.

hayla'

  • Cin taifesinden bir nesne.
  • Sırtlan.
  • Korku.

hayli

  • Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol. (Farsça)

haylulet-i arz / haylûlet-i arz

  • Ay tutulması, Dünyanın Güneşle ayın arasına girmesi.

hayr-hah

  • Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven. (Farsça)

hayrat

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet

hayretinden ağlama

  • Şaşkınlığın tesiriyle ağlama.

hayretkarane / hayretkârâne

  • Hayret edercesine.

hays

  • Hayvan leşinin kokması.
  • Bir kimseyi aldatmak.
  • Sözde durmamak, ahid bozmak.
  • Fâsid olmak.

hayt-ı şua

  • Işık hüzmesinden olan nurlu ip.

hayteur

  • Bir vaziyette durmayan.
  • Arslan.
  • Kurt.
  • Belâ.
  • Cin tâifesinden bir nesne.
  • Bir su böceği.

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.
  • (Çoğulu: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiye

hazad

  • Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken.

hazb

  • Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması.
  • Ucuz olmak.

hazef

  • Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.

hazelan

  • Kızgın kimsenin yürümesi.

hazf ve kalb

  • Bazı harflerini silme ve ters çevirme; misâl olarak müdriken kelimesinin bazı harflerini silerek Arapça kök harfleri olan d-r-k'nin k-r-d (kürd) olarak ters çevrilmesi gibi.

hazi / hazî

  • Kâhin, keşiş, papaz.

hazik / hazîk

  • Kesilmiş olan.

hazım

  • Kesici, kesen.

hazim / hazîm

  • Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazine-i devlet

  • Devlet hazinesi. Maliye idaresi.

hazine-i emiriye

  • Maliye dairesi.

hazine-i esrar

  • Sırlar hazinesi.

hazine-i esrar-ı rabbani / hazine-i esrar-ı rabbânî

  • Allah'a ait sırların hazinesi.

hazine-i evrak

  • Evrak hazinesi. Arşiv.

hazine-i ezeliye-i kelam-ı ilahi / hazine-i ezeliye-i kelâm-ı ilâhî

  • İlâhî konuşma sıfatının başlangıcı ve sonu olmayan hazinesi.

hazine-i gaybiye-i rahmet

  • Allah'ın görünmeyen rahmet hazinesi.

hazine-i hakaik / hazine-i hakâik

  • Hakikatler, gerçekler hazinesi.

hazine-i hakikat

  • Hakikat hazinesi.

hazine-i hassa / hazine-i hâssa

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.

hazine-i hassa-i ilahiye / hazine-i hassa-i ilâhiye

  • Allah'ın özel hazinesi.

hazine-i hürriyet

  • Hürriyetler, özgürlükler hazinesi.

hazine-i ihsan ve kerem

  • İyilik ve bağış hazinesi.

hazine-i ilm-i tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren ilim hazinesi.

hazine-i kemalat / hazine-i kemâlât

  • Mükemmellikler hazinesi.

hazine-i kudret

  • Kudret hazinesi.

hazine-i kur'an / hazine-i kur'ân

  • Kur'ân'ın hazinesi.

hazine-i kur'aniye / hazine-i kur'âniye

  • Kur'ân hazinesi.

hazine-i millet

  • Millet hazinesi.
  • Maliye idaresi.

hazine-i mu'cizat

  • Mu'cizeler hazinesi.

hazine-i nur

  • Nur hazinesi.

hazine-i rabbaniye / hazine-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın hazinesi.

hazine-i rahman / hazine-i rahmân

  • Rahmet ve merhameti bütün varlıkları kaplayan Allah'ın hazinesi.

hazine-i rahmet

  • Allah'ın rahmet hazinesi.

hazine-i rahmet-i ilahiye / hazine-i rahmet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmet hazinesi.

hazine-i servet

  • Servet hazinesi.

hazine-i teceddüd

  • Yenilik hazinesi. Çok yeniliklere sebeb olan.

hazine-i tevhid

  • Tevhid hazinesi.

hazine-i ulum / hazine-i ulûm

  • İlimler hazinesi.

hazine-mande / hazine-mânde

  • Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. (Farsça)

hazinetü'l-hayal

  • Hayal hazinesi.

hazir / hazîr

  • Su sesi, su şırıltısı.

haziret-ül kuds / hazîret-ül kuds

  • Cennet bahçesi. Peygamber ve evliyanın ruhlarının toplandığı yer.

hazk

  • Nişan vurmak.
  • Kuşun terslemesi.

hazr

  • Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek.
  • Çehresini ekşitip çirkin olmak.

hazravat / hazravât

  • Yeşillikler.
  • Yeşillikler.

hazret

  • Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Saygı ifadesi.

hazret-i ümmü'l-mü'minin / hazret-i ümmü'l-mü'minîn

  • Mü'minlerin annesi.

hazrevat

  • (Hadravat, Hadrâ) Yeşillik.
  • Gökyüzü, felek. Asuman.

hazul

  • Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek.

hazzal

  • Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.

hebec

  • Devenin memesinde olan verem.

hebenka

  • Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.

hebv

  • Ateşin sönmesi.

heca

  • (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi.
  • Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek.
  • Şekil. Kıyâfet.
  • Yemek.
  • Sükut etmek, susmak.

hecagu / hecagû

  • Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden. (Farsça)

hedhede

  • Bağırma, ötme.
  • Devenin bağırması, kuşun ötmesi.

hedil / hedîl

  • Erkek güvercin. Güvercin sesi.

hedir / hedîr

  • Güvercin kuşlarının ötmesi.
  • Aygırın kişnemesi.

hediye-i hidayet

  • Hak ve doğru yol hediyesi.

hediye-i hikmet

  • Hikmet hediyesi.

hediye-i ilahiye / hediye-i ilâhîye

  • Allah'ın hediyesi.

hediye-i kur'an / hediye-i kur'ân

  • Kur'ân'ın hediyesi.

hediye-i kur'aniye / hediye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın hediyesi.

hediye-i nuriye

  • Nurun hediyesi; nurlu hediye.

hediye-i rahmani / hediye-i rahmânî

  • Acıma ve merhamet sahibi Allah'ın hediyesi.

hediye-i rahmaniye / hediye-i rahmâniye

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'ın hediyesi.

hediye-i rahmet

  • Rahmet hediyesi.

hediye-i ramazaniye

  • Ramazan hediyesi.

hediye-i ubudiyet / hediye-i ubûdiyet

  • Kulluk hediyesi.

heft-dane

  • Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.

heft-kalem

  • Yedi çeşit yazı. Tâlik, sülüs, tevki, muhfak, reyhanî, rik'a ve nesih.

hel

  • Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.

helahil

  • (Tekili: Hülhül) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.

helak-i mutlak / helâk-i mutlak

  • Kesin yok oluş.

helal

  • Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan.
  • İhramdan çıkan hacı.

helhele

  • Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi.
  • Unu seyrek elekten elemek.
  • Teenni ile encamını beklemek.
  • Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.

helikopter

  • Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak. (Fransızca)

helle

  • (Çoğulu: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.

hem-ayar

  • Eşit, denk, müsavi. (Farsça)

hem-cenah

  • Denk, eşit, müsâvi. (Farsça)

hem-duş

  • Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan. (Farsça)

hem-kadd

  • Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan. (Farsça)

hem-kitab

  • Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. (Farsça)
  • Aynı dinde olan, din kardeşi. (Farsça)

hem-kıymet

  • Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan. (Farsça)

hem-matla'

  • Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.

hem-nesl

  • Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş. (Farsça)

heman / hemân

  • Kesin olarak; daima.

hemegan

  • Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi. (Farsça)

hemeze

  • Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.

hemheme

  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.
  • Aslan bağırması.
  • Deve sesi.
  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.
  • Rüzgârın tesiriyle çıkan yaprak sesi.

hems

  • Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek.
  • Ağzı açmadan lokma çiğnemek.
  • Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek.
  • Peçe.
  • Sıkmak.
  • Kırmak.

hemze-i vasıl / هَمْزَۀِ وَصْلْ

  • Geçiş hemzesi.

henbele

  • Topal sırtlanın yürümesi.

hendese-i mülkiye mektebi

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde mühendis yetiştirmek gayesiyle açılan mekteb. XIX. yy. sonlarına kadar memlekette belediye ve mimarî işlerde vazife alacak mühendis bulunmuyordu. Nafia Nezareti bu ihtiyacı nazar-ı itibara alarak bir mühendis mektebi kurulmasının lüzumlu olduğunu ileri sürünce, padişah

hendesehane

  • Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. (Farsça)
  • Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi. (Farsça)

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

her'

  • şiddet.
  • Etin iyi pişmesi.

hercan

  • Uzun ve kalın olan şey.
  • Hayvanın yab yab yürümesi.

herhere

  • Su çağıltısı.
  • Koyunu çağırmak.
  • Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.

herkül burcu

  • Gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi.
  • Gök küresi kuzey cihetinde isim verilen bir takım yıldız kümesi.

hesab / hesâb

  • Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

hetk-i hicab-ı ismet

  • Namus perdesini yırtma.

hevakar / hevakâr

  • Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı. (Farsça)

hevaperest / hevâperest / هواپرست

  • Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil. (Farsça)
  • Meşru olmayan lezzet ve heves peşinde olan.
  • Yasak arzuları peşinde koşan.
  • Nefsinin istekleri peşinde koşan. (Arapça - Farsça)

hevaperestane / hevâperestâne

  • Yasak arzuların peşinde koşarcasına.
  • Nefsin arzu ve isteklerinin peşinde olurcasına.

hevc

  • (Çoğulu: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak.
  • Rüzgârın sert esmesi.

hevdec

  • (Çoğulu: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.
  • Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.

heveskarane / heveskârâne

  • Hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde.
  • Heves edercesine.

hevesperverane / hevesperverâne

  • Hevesine düşkün bir biçimde.

hevheve

  • Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler. (Farsça)

hevheve-i yaprak / هَوْهَوَۀِ يَاپْرَاقْ

  • Yaprağın rüzgarın esmesi ile çıkardığı ses.
  • Yaprakların rüzgarın esmesiyle çıkardığı ses.

hey'et-i a'yan / hey'et-i a'yân

  • Senato.
  • Mertebesi yüksek ve itibar edilenlerin heyeti.

hey'et-i temsiliye

  • Temsil hey'eti.
  • Tar: Erzurum Kongresinde Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ismini alan cemiyetin nizamnamesi iktizasınca seçilen şahıslardan teşekkül etmiş olan hey'et. (6 Ağustos 1919)

heyamola

  • Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
  • Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini

heyatile

  • Hind taifesinden bir kavim.

heydebi / heydebî

  • Atın bir çeşit yürümesi.

heyet-i hafife

  • Cümledeki her bir parçanın tek tek mânânın hafiif olduğunu göstermesi; hafif yapı.

heyleman

  • Çok, kesir.

hezecat

  • (Tekili: Hezec) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi.

hezheze

  • Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.

hibeb

  • (Tekili: Hibbe) Paçavralar. Kesilmiş bez veya kumaş parçaları.

hic / hîc

  • Deveyi azarlama ve zecir sesi.

hicab-ı ebr

  • Bulut perdesi.

hicab-ı gaflet

  • Gaflet perdesi; Allah'a inanmayı, emir ve yasaklarına uymayı engelleyen şeyler; mâneviyatı görmeme ve düşünmeme hâli.

hicaz / حجاز

  • Arabistan'da Hicaz bölgesi. (Arapça)
  • Hicaz makamı. (Arapça)

hicr

  • Kur'ân-ı Kerimin 15. sûresi.

hicr suresi / hicr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 15. suresidir.
  • Kur'ân-ı kerîmin on beşinci sûresi.

hicret

  • Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak.
  • Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk zuhurunda, şeref ve izzetleri zedelenen Mekke'deki putperest müşrikler daima Hz. Peygamber'e su-i kastlar tert
  • Bir yerden başka bir yere göç etmek.
  • Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
  • Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.
  • İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere
  • Memleketten memlekete göç.
  • Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicreti, Miladın 622. senesi.

hicret-i nebeviye

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekke'den 622 yılında Medine'ye hicret etmesi.

hicri kameri sene / hicrî kamerî sene

  • Resûlullah efendimizin hicret ettiği senenin 1 Muharrem gününü (Mîlâdî 16 Temmuz 622 Cumâ gününü) başlangıç olarak alan ve ayın dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesini (354-367 güneş günü) bir yıl kabûl eden takvim senesi. Muharremin birinci günü, hicrî kamerî yılbaşıdır.

hicri kameri takvim / hicrî kamerî takvim

  • Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiği senenin Muharrem ayının birinci gününü başlangıç olarak alan ve gökteki ayın, dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesiyle bir yılı tamamlayan takvim.

hicri şemsi sene / hicrî şemsî sene

  • Resûlullah efendimizin hicret ederek Medîne'ye girdiği Eylül ayının 20'nci Pazartesi günü başlayan ve dünyânın güneş etrâfında bir defâ dönmesini (365,242 güneş gününü) esas alan takvim senesi.

hicri şemsi takvim / hicrî şemsî takvim

  • Resûlullah efendimizin Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ köyüne ayak bastığı Rebî'ul-evvel ayının sekizinci Pazartesi gününe rastlayan mîlâdî Eylül ayının yirminci gününü başlangıç ve güneş yılını esas alan takvim.

hicri sene / hicrî sene

  • Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği seneyi başlangıç olarak alan takvim senesi.

hidad

  • Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi.

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hidayet-i hak

  • Herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah'ın doğru yola iletmesi.

hidayet-i ilahi / hidayet-i ilâhî

  • Allah'ın hak ve doğru yolu göstermesi, sevketmesi.

hidayet-i ilahiye / hidayet-i ilâhiye

  • Allah'ın doğru yola erdirmesi.

hidayet-i ilahiyye / hidayet-i ilâhiyye

  • İlâhî hidayet, Allah'ın doğru yola erdirmesi.

hidayet-i kur'an / hidayet-i kur'ân

  • Kur'ân'ın hak ve doğru yola erdirmesi.

hidemat-ı imaniye

  • İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri.

hıfa'

  • Her şeyin örtüsü ve perdesi.
  • Kırba örtüsü.

hiff

  • Yağmurunu döküp hafiflemiş bulut.
  • Biçilmediğinden tanesi dağılmış ekin.
  • Bir nevi balık.

hıffet

  • Hafiflik; kolaylık; Arapça'da kural olarak teleffuzu dile ağır gelen lâfızların kurallar çerçevesinde düzenlenerek kolaylık sağlama; Meselâ, kàle fiilinin aslı 'kavele' dir. Ancak söylemesi dile ağır geldiği için 'vav' harfi 'elif'e çevrilerek kàle denmiştir.

hıfz u himaye

  • Koruma ve esirgeme.

hıfz-ı ilahiye / hıfz-ı ilâhiye

  • Allah'ın koruması, himayesi.

hıfz-ı kur'an / hıfz-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın ezberlenmesi, hıfzedilmesi.

hıfz-ı kur'ani / hıfz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın koruması, himayesi.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hikayet-i ayani / hikâyet-i ayânî

  • Görürcesine hikâye etme, anlatma.

hikmet

  • İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor)
  • Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye.
  • Ahlâka ve hakikata faydalı

hikmet nazarı

  • Varlıkların fayda, gaye, keyfiyet gibi çeşitli yönlerine ilim ve bilim gözüyle bakma.

hikmet ve rahmet-i rabbaniye / hikmet ve rahmet-i rabbâniye

  • Herbir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın rahmet ve hikmeti.

hikmet-i aliye-i beşeriyet / hikmet-i âliye-i beşeriyet

  • İnsanlığın yüksek hikmeti, gayesi.

hikmet-i avrupaiye

  • Avrupa düşüncesi, Batı felsefesi.

hikmet-i beşer

  • İnsanın bilgi ve felsefesi.

hikmet-i derc

  • Konma, yerleştirilme gayesi, esprisi.

hikmet-i ecnebiye

  • Batı felsefesi.

hikmet-i hilkat

  • Yaratılış hikmeti ve gayesi.

hikmet-i irşad

  • Olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi.

hikmet-i mirac

  • Miracın hikmeti, gayesi ve anlamı.

hikmet-i nüzul

  • İniş gayesi, hikmeti.

hikmet-i san'at-ı rabbaniye

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın san'atındaki hikmet, gaye, fayda, sır.

hikmet-i şer'iye

  • Şeriatin hikmeti, maksat ve gayesi.

hikmet-i tahsis

  • Ait kılınmasının, özellikle seçilmesinin hikmeti, gayesi.

hikmet-i tahsisi

  • Ait kılınmasının hikmeti, gayesi.

hikmet-i teklif

  • İnsanlara dünya hayatında bazı sorumlulukların yüklenmesinin hikmeti, imtihan gayesi.

hikmet-i yunaniye

  • Yunan felsefesi.

hikmetperverane / hikmetperverâne

  • Hikmetsevercesine.

hikmetsiz

  • Gayesiz, faydasız.

hikmetsiz hikmet

  • Faydasız, gayesiz ilim; felsefe.

hikmetsizlik

  • Anlamsızlık, gayesizlik, faydasızlık.

hil'at-i risalet

  • Peygamberlik elbisesi.

hil'at-ı üslub / hil'at-ı üslûb

  • Üslûb kaftanı, tarz elbisesi.

hil'at-ı vücud

  • Vücud elbisesi. Ruhun,içinde bulunduğu ten elbisesi. Cesed.
  • Vücud, beden elbisesi.

hılab

  • Yırtıcı hayvan veya yırtıcı kuş pençesi.

hilafet / hilâfet

  • Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek.
  • Din ve dünya işlerinde umumi reislik. İmam-ül Mü'minîn olan zât, şer'î hükümlerin icrasında Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) halef olduğu için hilafet vazifesini alana Halife denmiştir. Buna İmamet-i Kübra da denir.Hilafet, 1517 (Hi
  • Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).
  • Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi.
  • İnsanları

hilafet-i arziye / hilâfet-i arziye

  • Yeryüzü halifeliği; yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev.

hilafet-i muhammediye / hilâfet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi.

hilafet-i mutlaka / hilâfet-i mutlaka

  • Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.

hilafet-i ru-yi zemin / hilâfet-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hilal / hilâl

  • Yeni ay şekli. Yeni ay.
  • Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir.
  • Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.

hilal-i ahdar / hilâl-i ahdar

  • Yeşilay.

hilekarane / hîlekârâne

  • Hile edercesine.

hillet

  • Bir yere konup istirahat eden cemaat.
  • Yorgunluk. Kırgınlık.
  • Boşanmış kadının iddet müddetinin sona ermesi.

hilman

  • Çok, kesir.

hilye-i şerif

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mübarek vasıflarını anlatan manzum veya nesir halindeki yazı.

himaye / حمایه

  • Koruma, esirgeme. (Arapça)

himaye-i etfal cemiyeti

  • Çocuk Esirgeme Kurumu.

himaye-i rabbaniye

  • Her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın koruma ve himâyesi.

himayegerde

  • Himayesi altında olan, korunmuş.

himayet-i rabbaniye / himâyet-i rabbâniye

  • Allah'ın koruma ve himâyesi.

himmet

  • Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret.
  • Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi.
  • Tabiî şevk ve meyil ve heves.
  • Lütuf, yardım.
  • Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofi

himmet-i amme / himmet-i âmme

  • Herkesi içine alan himmet, gayret.

hımre

  • Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.

hımve

  • Hastanın yemek yememesi.

hina

  • Hurma salkımı.
  • Bir çeşit katran.

hina'

  • Hayvanın kösneyip erkek istemesi.

hınaf

  • Devenin yulardan burnunu çözmesi.
  • Deve bileğinde olan yumuşaklık.

hir

  • Bir çeşit çiçek.

hıraş

  • "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı. (Farsça)

hırba

  • Bukalemun adı verilen keler cinsi.
  • Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler.

hirbiz

  • (Çoğulu: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.

hircas

  • Gövdeli, iri vücutlu, cesim.

hıred

  • Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi. (Farsça)

hırka

  • Bez parçası. Bezden mâmul elbise.
  • Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.

hırka-i seadet / hırka-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşlarından), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte muhâfaza edilmektedir.

hırka-i şerif / hırka-i şerîf

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında büyük velî Veysel Karânî hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu hırka, İstanbul Fâtih'teki Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.

hırkapuşane

  • Fakircesine, dervişçesine. (Farsça)

hırkat

  • Ayrılık ateşi.

hırt

  • Erkek keklik.
  • Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.

hırvani / hırvanî

  • Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.

hırz

  • Melce'. Sığınılacak yer.
  • Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ.
  • Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer.
  • Muhafaza etmek.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hisab / hisâb

  • Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

hisbe

  • Ecir, sevap.
  • İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
  • Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.

hısım

  • Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.

hışır

  • Kavun ve karpuzun kabuk kısmı.
  • Olgunlaşmamış kavun.
  • Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri.
  • Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.

hiss-i selim

  • Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi.
  • Sağlam ve insanı yanıltmayan his.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hisse senedi

  • Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.

hisse-i fehm

  • Anlayış hissesi.

hisse-i i'caziye / hisse-i i'câziye

  • Farklı sınıflara tesir eden mu'cizenin, her sınıfta ayrı ayrı görülen hissesi.

hisse-i icad

  • Var etme, vücuda getirme hissesi.

hisse-i müfreze

  • Fık: Bir toprağın taksiminde vârislerden her birisinin hissesine isabet eden yer.

hisse-i zevk

  • Zevk hissesi, payı.

hissedar

  • Hisse sâhibi, hissesi olan.

hissemend / حِصَّه مَنْدْ

  • Hissedar, hissesi olan.
  • Hissesi olan.

hissiyat-ı mütevarise / hissiyat-ı mütevârise

  • Nesilden nesile miras kalan, geçmişten gelerek yeni nesle geçen duygular.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

hıtabiyye

  • Rafizî taifesinden bir bölük cemaat.

hitamuhu miskün

  • Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir.

hitan

  • Erkek çocuğun sünnet edilmesi.
  • Tenasül uzvunun sünnet yeri.

hıtar

  • Misli, benzer, denk, eş.
  • Bir çevreyi ihâta edip çevresini dolaşan nesne.

hıtbe

  • Huk: Bir kadının nikâhına talib olmaktır. Evlenmeyi taleb eden erkeğe: "hâtıb", evlenmesi taleb edilen kadına da "mahtube" denir.
  • Okunmuş.
  • Söz kesilmiş, nişanlı kız veya kadın.

hiyamiyye nezareti

  • Tar: 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üzerine kaldırılan Çadır Mehterleri yerine kurulan daire.

hıyar-ı tağrir

  • Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.

hıyar-ı vasf

  • Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hıyre-serane

  • Alıkçasına, sersemcesine. (Farsça)

hizam

  • Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)

hızar

  • Bahçe çevresine yapılan duvar veya çit.

hizb

  • Bazı duaların ve ayetlerin bir araya getirilmesiyle oluşan kitap.

hızır

  • İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim.

hızk

  • Kuşun terslemesi.

hizmet-i askeriye

  • Askerlik hizmeti. Askerlik vazifesi.

hizmet-i bendegane / hizmet-i bendegâne

  • Kölecesine hizmet etmek.

hizye

  • Uzun kesilmiş et parçası.

hodfikirlik

  • Sadece kendi düşüncesini beğenme; düşüncelerinde bencil davranma.

hodpesendane / hodpesendâne

  • Kendini beğenmişcesine.

hodserane / hodserâne

  • Serkeşçesine, dik başlılıkla.
  • Dik başlılıkla, serkeşcesine. Kimseyi dinlemeden. (Farsça)

holding

  • ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.

homa

  • Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı ve şimdiki ismi Gümüşsu olan bir kasaba.

homogen

  • Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. (Fransızca)
  • Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir. (Fransızca)

hor

  • Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. (Farsça)
  • Güneş, ışık, aydınlık. (Farsça)
  • Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen. (Farsça)

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

horst

  • Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi.

hoşavaz

  • Sesi güzel olan. Güzel sesli. (Farsça)

hoşneva

  • Sesi güzel olan. Güzel sesli. (Farsça)

hotoz

  • Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş.
  • Hayvan, kuş ve tavuk tepesi.
  • Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.

hub-avaz

  • Güzel sesli, sesi güzel olan. (Farsça)

hubş

  • Sesi güzel olan bir kuş.

hubu'

  • Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.

hübu'

  • (Çoğulu: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu.
  • Devenin boynunu uzatarak yürümesi.

hübub

  • Esme. Üfürme. Rüzgârın hafif hafif esmesi.

hübub-i riyah / hübub-i riyâh

  • Rüzgârların esmesi.

hübut-u adem / hübut-u âdem

  • Hz. Âdem'in (A.S.) Cennet'ten dünyaya inmesi.

hübüvv

  • Ateşin sönmesi.

hubze

  • Ekmek parçası. Bir parça ekmek.
  • Kül pidesi.

huccet

  • Senet, vesîka, delîl, burhân.
  • Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün yazıldığı îlâm, belge.

hüccet

  • Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika.
  • Şâhid.
  • Vesika, delil.
  • Seçkin âlimlere verilen ünvan.

huccet-hüccet

  • Vesika, delil, senet.
  • Tanınmış bilginlere verilen ünvan.

hüccet-i bahire / hüccet-i bâhire

  • Ap açık kesin delil.

hüccet-i kàtı'

  • Kesin, şüphesiz delil.

hüccet-i katıa

  • Kesin delil.
  • Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan. (Farsça)

hüccet-i kàtıa

  • Kesin delil.

hüccet-i kur'aniye / hüccet-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın ortaya koyduğu kesin delil.

hüccet-i rahmet-i alem / hüccet-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmeti gösteren kesin ve güçlü delil.

hüccetü'l-kur'an ala hizbi'ş-şeytan / hüccetü'l-kur'ân alâ hizbi'ş-şeytan

  • Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur'ân'ın kesin delili.

hüccetü'z-zehra

  • Parlak ve güzel delil; On Beşinci Şuâ.

hücec

  • (Tekili: Hüccet) Deliller, senedler, vesikalar.

hücec-i hattiye

  • Huk: Yazılı deliller. Bunlar tezvir ve tasni şüphesinden sâlim olduğundan onunla amel edilebilir, yani hükme medar olur, başka vech ile sübuta ihtiyaç kalmaz. (Beraetler, mahkeme kararları, tescil edilen vakriye gibi.)

huceste-re'y

  • Reyi, fikri ve düşüncesi isabetli ve uğurlu.

hücre-i insani / hücre-i insanî

  • İnsan hücresi.

hücre-i talim

  • Eğitim hücresi.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hucurat suresi / hucurât sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin kırk dokuzuncu sûresi.

hud / hûd

  • Kur'ân-ı Kerimin 11. sûresi.

hud suresi / hûd sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on birinci sûresi. Mekke-i mükerremede indi. Yüz yirmi üç âyet-i kerîmedir.

hüda-yı furkani / hüdâ-yı furkanî

  • Hakkı batıldan ayıran Kur'ân'ın insanlara doğru yolu göstermesi.

huda-yı müteal / hudâ-yı müteâl

  • Allah-u Teâla; büyüklük ve yücelikte bir eşi bulunmayan Allah.

hüdafet

  • Semizlik, besililik, etlilik.

hudanegerde

  • Allah göstermesin. (Farsça)

hudanekerde / hudânekerde / خدانكرده

  • Allah göstermesin, Allah etmesin. (Farsça)

hudaret

  • Yeşillik. Sebze.

hüdb

  • (Çoğulu: Ehdâb) Kirpik.
  • Mendil.
  • Testere çevresinde olan saçak.

huddam

  • Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler.
  • Cin taifesinden olan hizmetçi.

hudeybiye

  • Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (A.S.M.) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. Hicretten beş sene on ay g

hudr

  • Yeşillik.
  • Yeşillik.

hudret

  • Yeşillik.
  • Yeşil renklilik.

hudud / hudûd

  • Miktârı, dinde kesin ve açıkça bildirilmiş cezâlar.

hududname

  • Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. (Farsça)
  • Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika. (Farsça)

hüffel

  • Memesi süt ile dolu olan koyun.

hufut

  • Sâkin olmak. Ateşin sönmesi.
  • Sesin kesilmesi.

hükema-i meşaiyyun / hükemâ-i meşaiyyun

  • Aristo felsefesi yolunda olan ve derslerini gezerek veren meşaiyyun filozofları.

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hükl

  • Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.

hükm / حكم

  • (Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik.
  • İrade. Kumanda. Nüfuz.
  • Kadılık etmek.
  • Tesir. Cari olmak.
  • Makam.
  • Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan karar.
  • Man: Fikirler ve tasavvurlar arasındaki râbıtayı tasdik veya
  • Hüküm, emir, kesin karar. (Arapça)
  • Hükmünde: Yerinde, gibi. (Arapça)
  • Hükmünü almak: Yerine geçmek, gibi olmak. (Arapça)

hükm-i tecrübi / hükm-i tecrübî

  • Tecrübe ile elde edilen hüküm.
  • Tecrübe neticesi hâsıl olan karar.

hükmi temizlik / hükmî temizlik

  • Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

hukuk

  • (Tekili: Hakk) Haklar.
  • İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler.
  • Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler.
  • Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı.

hukuk ve hürriyet-i nisvan komitesi

  • Kadın Hakları ve Hukuku Komitesi.

hukuk-u siyasiyye / hukuk-u siyâsiyye

  • Siyasi haklar. Memleket idâresini ve halkın hakkını tanıyan hükümlerin tamamı.

hukukullah

  • Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
  • Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir.

hüküm

  • Bk. hükm
  • Hüküm vermek: Kesin karar vermek.

hükumet-i adl / hükûmet-i adl

  • Huk: Miktarı şer'an muayyen olmayıp ehl-i vukufun (bilirkişinin) usulü dairesinde takdir ve tayin edeceği diyettir. Buna hükm-ü adl de denir.

hükumet-i meşruta / hükûmet-i meşruta

  • Meşrutiyet idaresi, Meşrutiyet hükûmeti.

hükümname

  • Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt. (Farsça)

hülagu / hülâgu

  • Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devletini yıkan Moğol Başkumandanıdır.

hülasa-i fikr-i küfri / hülâsa-i fikr-i küfrî

  • Küfür düşüncesinin özeti.

hulf-ül vaid / hulf-ül vaîd

  • Va'dedilmiş azabı yapmamak, cezâyı yerine getirmemek. (Cenâb-ı Hak kendine isyan edenlerin, günahta devam edenlerin cehenneme gideceklerini beyan ediyor, tehdid ediyor, vaid ile beyanda bulunuyor. Affetmediği takdirde bu vaidinden dönmesi, aslâ adâletine yakışmaz, muhâldir.)

hulle

  • Ağır, pahalı.
  • Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
  • Cennet elbisesi.
  • Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,
  • İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.

hulle-i icadat / hulle-i îcâdât

  • Yaratma fiilinin üzerini saran elbise; îcat elbisesi.

hulle-i inayet / hulle-i inâyet / حُلَّۀِ عِنَايَتْ

  • İnâyet elbisesi.
  • Yardım elbisesi.

hulle-i rahmet

  • Rahmet elbisesi.

hulle-i vücud

  • Varlık elbisesi.

hulul etmek / hulûl etmek

  • Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.

hulul-i ecel / hulûl-i ecel

  • Ecelin gelmesi.

hulul-i ramazan

  • Ramazan ayının gelmesi.

hulul-i şita

  • Kış mevsiminin gelmesi.

hüma

  • Bir çeşit diken.

hüma kuşu / hümâ kuşu

  • Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl

humar

  • Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı.
  • Sersemlik.
  • Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.

humaz

  • Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi.
  • Kuzu kulağı.

hümeze suresi / hümeze sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 104. suresi olup Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz dördüncü sûresi.

hums

  • Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet hazînesine ayrılan beşte bir hisse.

hümud

  • Elbisenin eskimesi.
  • Ateşin sönmesi.

huneyn vak'ası

  • Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç

hunharane / hunharâne

  • Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek. (Farsça)
  • Kan içercesine, zalimce.

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hur-u cennet / hûr-u cennet

  • Cennet güneşi; cennet hûrileri.

hura'

  • Devenin delirmesi.

hurac

  • Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

hurfet-ül cennet

  • Cennet bahçesi.

hurma

  • Bir sıcak iklim meyvesi. (Farsça)
  • Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı. (Farsça)
  • Nahle ağacının meyvesi.

hurmat

  • (Huremât - Hurumât) Haramlar. Dinin, yapılmasını menettiği şeyler. İşlenmesi günah olan işler.

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hürmetkarane / hürmetkârâne

  • Hürmet edercesine.

hürr

  • Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen.
  • Esir veya köle olmayan. Serbest.

hürre

  • Esir veya câriye olmayan hür kadın.
  • Cariye veya esir olmayan kadın.

hürriyet

  • Serbestlik, hür oluş.
  • Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.
  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

hürriyet-i vicdan

  • Vicdan hürriyeti; kişinin, başkasına zarar vermemek şartıyla, inancını özgürce yaşayabilmesi.

hürriyetten sonra

  • 1908 yılında, İkinci Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra.

huruf-u halk

  • Sesi boğazdan çıkan harfler. (Hâ, hı, ayn, gayn, he, hemze gibi)

huruf-u hecaiye-i kur'aniye / huruf-u hecâiye-i kur'âniye

  • Kur'ân alfabesindeki harflerin hepsi.

huruf-u mukattáa

  • Arap harflerini heceler halinde kesik kesik yazmak (Yâsin, Elif Lâm Mim vb.).

huruf-u müsta'liye

  • Tecvidde: Harf ağızdan çıkarken dilin üst damağa yapışması halinde veya üst damağa doğru gitmesiyle çıkan harfler: Kaf, tı, zı, dat, hı, sad, ayın, gayın, Bu harflerin mukabili "istifâle" harfleridir.

huruf-ul mukattaa

  • Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.

husare

  • Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar.
  • Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi.
  • Şirâ sıkıntısı.
  • Her nesnenin fenâsı.

huşef

  • Yeşil sinek.

hüseyin-i cisri / hüseyin-i cisrî

  • (Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ki

hüsn ü aşk

  • Güzellik ve muhabbet:
  • şeyh Galib'in manzum hikâyesi.

hüsn-i ta'bir

  • Müstehcen veya soğuk bir şeyin güzel ve edebe uygun bir tarzda ifade edilmesi.

hüsn-ü kabul-ü halk

  • Halkın güzellikle kabul etmesi, benimsemesi.

hüsn-ü te'sir / hüsn-ü te'sîr / حُسْنُ تَأْث۪يرْ

  • Güzel tesîr.

hüsn-ü tesir / hüsn-ü tesîr

  • İyi tesir, güzel etki.

hüsna

  • (Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel.
  • Cennet.
  • İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek.
  • Düşman üzerine fevz ve zafer bulmak, şehidlik.

hüsran

  • Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı.
  • Zarar, ziyan, kayıp.
  • Zarar, ziyan.
  • Beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı, mahrumiyet acısı.

husser

  • Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.

husuf

  • Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi.
  • Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.

husul-ü maksud

  • İstenen şeyin gerçekleşmesi.

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.

hususiyat-ı mütenevvia / hususiyât-ı mütenevvia

  • Çeşitli özel nitelikler.

hut

  • Balık. Büyük balık.
  • Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.

hutame

  • Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.
  • Cehennem'in beşinci tabakası.
  • Cehennemin adlarından biri, cehennemin beşinci tabakası.

hütame

  • Kesinti, kırpıntı. Parça.

hutbe-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan Allah'ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur'ân.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir

  • O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.

huvela'

  • Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)

huz ma safa, da'ma keder / huz mâ safâ, da'mâ keder

  • "Safâ olanı al, keder vereni bırak", "Allahın müsaadesi olan ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak", "İyisini al, kötüsünü bırak" meâlindedir.

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.

hüzn-ü müştakane

  • Kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü.

huzret

  • Yeşillik. Ter ü tazelik.

huzub

  • Semiz olmak, besili olmak.

huzur

  • Hazır olmak. Mevcud bulunmak.
  • Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak.
  • İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.

huzur-u ali-yi irfan / huzur-u âlî-yi irfan

  • Yüce bilginlik seviyesi.

huzur-u etemm

  • Kulun kendini her yönüyle Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzur-u hazretiniz

  • Yüksek huzurunuz (bir saygı ifadesidir).

huzur-u ilahi / huzur-u ilâhî

  • Kulun kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzur-u tam

  • Kulun kendisini tam olarak Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzur-u tevhid

  • Her şeyin bir olan Allah'a ait olduğuna kesin olarak inandıktan sonra kendini herzaman Allah'ın huzurunda hissetme.

huzurkarane / huzurkârâne

  • Kişinin kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi şeklinde.

i'caz / i'câz / اِعْجَازْ

  • Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak.
  • Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece.
  • Mu'cizelik olan şey.
  • Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.
  • Mu'cize olma, herkesi âciz bırakma.

i'caz-ı icazi / i'câz-ı îcâzî

  • Az sözle çok şey ifade etme mu'cizesi.

i'cazkarane / i'cazkârane / i'câzkârâne / اِعْجَازْكَارَانَه

  • Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda. (Farsça)
  • Herkesi âciz bırakarak, mu'cize olarak.

i'caznüma

  • Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. Âciz bırakmayı göstermek.

i'la-yı kelimetullah

  • Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd ile çalışmak.

i'lal

  • Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi.

i'lamat

  • (Tekili: İ'lam) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'lanname

  • İçinde ilân yazılı olan kâğıt. (Farsça)
  • Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. (Farsça)

i'lem eyyühe'l-aziz

  • Ey aziz kardeşim bil ki!.

i'lem eyyühe'l-aziz" notekey

  • 'Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!' mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade.

i'mak-ı bi'r

  • Kuyunun derinleştirilmesi.

i'rab / i'râb

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
  • Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme.
  • Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi.

i'sar

  • İkindi zamanında bulunmak.
  • Kızın gelinlik çağına gelmesi.
  • Kasırga.

i'tak

  • Esir, köle veya cariyeyi serbest bırakma.

i'tibari / i'tibarî

  • (İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen.

i'tida

  • Sesini yükseltmek.
  • Zulmetmek.
  • Haddinden geçmek.

i'tidal

  • Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak.
  • Yumuşaklık. Uygunluk.
  • Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması.
  • Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak.

i'tifa'

  • Bağış dileme, afvedilmesini isteme.

i'tikab

  • Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme.

i'tikaf / i'tikâf / اعتكاف

  • İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.
  • Bir yere kapanma, köşesine çekilerek yaşama. (Arapça)

i'tikal / i'tikâl

  • (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme.
  • Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması.
  • Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi.

i'tilan

  • Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma.
  • Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.

i'timam

  • (İtimam) Başına sarık sarmak.
  • Ortalık yeşillenmek.
  • Miğfer giymek.

i'tiraf-ı cürm

  • Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi.

i'tisas

  • Gece gezip dolaşma, devriye vazifesini görme.

i'tizal / i'tizâl / اعتزال

  • Köşesine çekilme. (Arapça)

iade

  • Geri vermek. Eski haline getirme.
  • Mukabilini yapma. Karşılığını yapma.
  • Avdet ettirmek.
  • Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.

iade-i afiyet / iade-i âfiyet

  • Hastalıktan sonra âfiyetin iadesi. İyileşme.

iade-i mücrimin / iade-i mücrimîn

  • Suçluların kendi memleketlerine iade edilmesi.

iade-i şuur

  • Bilincin iadesi, geri verilmesi.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

iare-i mukayyede

  • Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi.

iare-i mutlaka

  • Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.

iaşe-i rabbaniye / iaşe-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın beslemesi, yedirip içirmesi.

iaşe-i umumi / iâşe-i umumî

  • Herkesi besleyip geçimini sağlama.

ibaha

  • Ateşi söndürme.

ibak

  • Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması.

ibaratüna şetta / ibaratüna şettâ

  • Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır.

ibaret-inass / ibâret-inass

  • Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

ibda'

  • İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak.
  • Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak.
  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

ibda' ve ihtira' / ibdâ' ve ihtirâ'

  • Varlıkları maddesiz, örneksiz ve benzersiz olarak hiçten ve yoktan var etme.

ibdan

  • Kısrak.
  • Câriye, kız veya kadın esir.

ibha

  • Kesilme, inkıtâ'.

ibhah

  • Sesini boğuk bir şekilde çıkarma.

ibka

  • Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek.
  • Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi.
  • Mc: Sınıfta bırakmak.<

ibkal

  • Yerde ot bitmesi. Ramis adı verilen otun yeşermesi.

iblisane

  • Şeytanca. İblisçesine, müfsidane.

ibra-i ıskat / ibrâ-i ıskat

  • Huk: Bir kimsenin diğer bir kimsedeki hakkını, tamamen veya kısmen terketmesi.

ibra-i istifa / ibrâ-i istifa

  • Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B

ibrahim suresi / ibrâhim sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on dördüncü sûresi.

ibraname / ibrânâme / ابرانامه

  • Aklanma belgesi. (Arapça - Farsça)

ibrani / ibrânî

  • Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan.
  • Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine mensûb kimse.
  • Yahudi sülalesi, o sülaleden olan kimse.

ibraz-ı şefkat

  • Şefkatin gösterilmesi.

ibre-i hayyat

  • Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye çalışan adam.
  • Terzi iğnesi.

ibret

  • İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.

ibreten

  • İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için.

ibri / ibrî

  • (İbriyye) İğne yapan veya satan kimse.
  • İğne veya ibresi olan.

ibtar

  • Parçalama.
  • Mahrum etme, esirgeme.
  • Gündüzün başlangıcı.

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
  • İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
  • Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.

ibtita'

  • Kesilme, inkıta'.

ibtizal

  • Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak.
  • Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak.
  • Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek. (Mümtâziyetin zıddıdır.)

ibzal

  • Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma.

ibzal buyurulan

  • Bol miktarda, esirgemeden verilen.

  • t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun.
  • Bir şeyin ortasındaki kısım, göbek.
  • Karın, mide.
  • Kalb, vicdan, gönül.
  • Harem dairesi.
  • Bir şeyin görünmez ciheti, bâtın.

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icab / îcâb

  • Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
  • Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.
  • Zorunlu kılma; bir fiilin yapılmasını isteme ve onun terk edilmesini yasaklama.

icab ve kabul-ü şer'i / icab ve kabul-ü şer'î

  • Şeriata göre "verdim" ve "aldım" ifadesi, ilkeleri.

icabe-i dua / icabe-i duâ

  • Duânın kabul olması. Duâya cevap verilmesi. Muvafakat edilmesi.

icad ve teceddüd fikri

  • Yeni çalışmalar ve eserler vücuda getirme; yenilik arayışında olma düşüncesi.

icad-ı ilahi / icad-ı ilâhî

  • Allah'ın var etmesi.

icad-ı ilahiye / îcâd-ı ilâhîye

  • Allah'ın var etmesi, yaratması.

icare-i müsanehe

  • Yıllık olarak yapılan icaredir. Bir hanenin bir yıl müddetle kiraya verilmesi gibi.

icaz-ı muhill

  • Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.

icazet / icâzet / اجازت

  • Diploma, yetki belgesi.
  • İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.
  • İzin. (Arapça)
  • Mezuniyet belgesi, diploma. (Arapça)

icazet alma / icâzet alma

  • Eski medrese usûlüne göre bir öğrencinin hocasından öğrendiği ilimler hakkında yeterlilik belgesi alması.

icazet vermek

  • Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda "icazetname", icazet vermiş olan müderrise de "muciz" denilirdi.

icazet-i fiiliye

  • Bir kimseden izin ve ruhsata delalet eden bir fiil ve hareketin sudûr etmesi.

icazet-i kavliye

  • Bir kimsenin bir şey hakkında "izin verdim" demesi.

icazet-i lahika / icazet-i lâhika

  • Bir kimsenin önce izni olmadığı halde, yapıldıktan sonra bir şeyi tasdik edip kabul etmesi.

icazet-i mutlaka / icâzet-i mutlaka

  • Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.

icma'

  • Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak.
  • Hazırlamak.
  • Azm ve kasdeylemek.
  • Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi.
  • Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı.

icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet

  • Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müçtehit olanların, şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri, dinî bir konuda söz birliği etmeleri.

icma-i ümmet

  • Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların, şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.

icmad-ı ma / icmad-ı mâ

  • Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi.

icmal-i mahiyet / icmâl-i mahiyet

  • Mânâ ve mâhiyetinin özeti, neticesi.

icmar

  • Bir araya toplamak.
  • Süratle yürümek.
  • Atın sıçrayarak yürümesi.
  • Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak.
  • Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak.
  • Yeni ayın görünmesi.

icra-yı icabi / icra-yı icabî

  • Lüzum eden muamelenin yerine getirilmesi.

icra-yı tesir / icrâ-yı tesir

  • Tesir meydana getirme, tesir etme.

icra-yı vazife / icrâ-yı vazife

  • Vazifenin yerine getirilmesi.

icraat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatan idare ve terbiyesinin ve egemenliğinin sonucu olan faaliyetler.

icraatçı

  • Bir uygulamayı doğrudan kendi iradesiyle yapan.

ıcre

  • Başına tülbent sarmak.
  • Besili ve semiz olmak.

içtihad

  • Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadisten hüküm çıkarma.

içtihadat / içtihadât

  • İçtihatlar; dinen kesin olarak belirtilmeyen konularda Kur'ân ve hadîse dayanarak hüküm çıkarma işlemleri.

içtihadi / içtihadî

  • İçtihatla ilgili; dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadise dayanarak hüküm çıkarmayla ilgili olan.

içtima-ı esbab

  • Sebeplerin bir araya gelmesi.

ictima-i sakineyn / ictima-i sâkineyn

  • İki sessiz harfin yanyana bulunması.
  • Ast: İki gezegenin yan yana gelmesi.

içtimaat-ı hayatiye

  • Hayatın devamlılığını sağlayan parçaların bir araya gelmesi.

içtimaü'z-zıddeyn

  • Birbirine zıt iki şeyin birleşmesi, bir araya gelmesi.

ictirar

  • İleri ve geri çekme, çekilme.
  • Hayvanın geviş getirmesi.

ictiraz

  • Devenin geviş getirmesi.

ictisar

  • Cür'et ve cesâret göstermek.
  • Çölü aşıp gitmek.
  • Denizde geminin geçip gitmesi.

iczal

  • Semerin, devenin boynunu yara etmesi.

id-i ekber / îd-i ekber

  • Arefesi Cuma gününe raslayan Kurban Bayramı.

idab

  • Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma.
  • Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme.

idad

  • Saymak. Sayı. Hesab etmek.
  • Ölüm vakti.
  • Fark. Vergi.
  • Bahşiş.
  • Küfüv. Denk, hemtâ.
  • Delilik emâresi.
  • Parmakla hesab etmek.

idadi / îdâdî

  • Hazırlıklık devresi.

idadiye / îdâdiye

  • Hazırlamayla ilgili, eskiden lise seviyesindeki okul.

idak

  • Davarın kösneyip aygır istemesi.

idale

  • Bir şeyin elden ele geçmesi.

idame-i nimet

  • Nimetin, ihsan ve lütfun devamı, sürdürülmesi.

idare / idâre / اداره

  • Döndürme. (Arapça)
  • Çekip çevirme, yönetme. (Arapça)
  • Devlet dairesi. (Arapça)
  • Yönetim. (Arapça)

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

idare-i alem / idare-i âlem

  • Dünya idaresi, siyaseti.

idare-i askeriye

  • Askerlerin idaresi.

idare-i beden

  • Bedenin idaresi.

idare-i ekvani / idare-i ekvanî / idare-i ekvânî

  • Kevnlerin, âlemlerin idaresi, tasarrufu.
  • Âlemlerin, varlıkların idaresi.

idare-i hükumet / idare-i hükûmet

  • Hükümet idaresi.

idare-i kainat / idare-i kâinat

  • Evrenin idaresi.

idare-i mahsusa

  • İlk adı "İdare-i Aziziye" olan devlet vapur işletme dairesi.

idare-i meşruta

  • Meşrutiyet idaresi, meşrutiyetle idare.

idare-i müstebide

  • İstibdat idaresi.

idare-i mutlaka

  • Bir hükümdarla idare. Bir hükümdarın idare ve yönetimi altında bulunan devlet. Mutlakiyet idaresi.

idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine / idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine

  • Kendi ruhu, dini, şahsı, ailesi ve köyü ile ilgili idare ve onları yönetme.

idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye

  • Kendi şahsı, ailesi ve dini ile ilgili idare ve bunları yönetme.

idare-i umur / idare-i umûr

  • İşlerin görülmesi.

idbar

  • Geriye gitmek. Geri dönmek.
  • İşlerin ters gitmesi.
  • Talihsizlik.
  • Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.)

ıdd

  • (Çoğulu: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su.
  • Çokluk, kesret.

iddet

  • Bekleme müddeti.
  • Sayılmış. Madud.
  • Cemaat.
  • Hıfz.
  • Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.)
  • Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.
  • Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.
  • Kocası ölen kadının bekleme süresi.

iddet-i haml

  • Fık: Çocuk doğurmakla biten iddet. Kocası ölen veya boşanan gebe kadının, çocuğun doğmasını beklemesi demektir.

iddet-i vefat

  • Fık: Ölüm neticesinde icab eden iddet. Kocası ölen kadın hür ise 130 gün, cariye ise 65 gün iddet bekler.

iddia / iddiâ / ادعا

  • Düşüncesinde ısrar etme. (Arapça)
  • Dava etme. (Arapça)
  • İnat. (Arapça)

iddianame / iddiânâme

  • Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahk
  • İddia yazısı; savcının, yapılan soruşturmalar neticesinde tutuklu hakkındaki suçlamalarını bildirmek üzere mahkemeye sunduğu yazı.

idealist

  • İdeal ve mefkûre sahibi. (Fransızca)
  • İdealizm felsefesine bağlı kimse. (Fransızca)

idhimam

  • Siyah olmak.
  • Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi.

idil

  • Kır hayatını mevzu yapan nazım veya nesir yazı. (Fransızca)

idiyye / îdiyye

  • Bayramlık.
  • Divan Edebiyatı şairlerinin bayram vesilesiyle büyüklerin medhine dair yazdıkları kasideler.
  • Bayram kutlaması.

ıdl

  • Yük dengi, misil, eşit.

ıdlal

  • (İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak.

idman

  • Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket yapmak.
  • Beden terbiyesi. Jimnastik.

idrab

  • (Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak.
  • Bir kimse üzerine kırağı yağmak.
  • Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak.
  • Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.)

ifa'

  • Çocuğun büyümesi.

ifa-i hak / ifâ-i hak

  • Hakkın yerine getirilmesi.

ifa-i vazife / îfa-i vazife

  • Görevin yerine getirilmesi.

ifa-yi vazife

  • Görevini yapma, vazifesini yerine getirme.

ifad

  • Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme.

ifade-i hakaik

  • Hakikatlerin ifade edilmesi.

ifade-i mana / ifade-i mânâ

  • Bir mânânın ifade edilmesi.

ifakat

  • (Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman.
  • Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma.

ifakat-pezir

  • İyileşmesi mümkün, iyileşebilir. (Farsça)

ifcac

  • Kuş cıvıldaması, kuş ötmesi.

ıfdac

  • (Çoğulu: Ufâzic) Semiz, besili hayvan.
  • Yumuşak nesne.

iflas

  • Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak.
  • Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi.

ifratkarane / ifratkârane

  • Aşırı gidercesine.

ifratperverane / ifratperverâne

  • Aşırılığı severcesine.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

ifrit

  • Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins.
  • Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan.

ifsam

  • Hastanın ateşinin düşmesi.
  • Kesilip bitme, tükenme.
  • Yağmurdan sonra hava açılma.

iftar / iftâr

  • Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
  • Oruç tutmama, yime.

iftida'

  • (Fidye. den) Fidye vererek esirlikten kurtulma.

iftihar

  • Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek.
  • Başkasının iyi bir hali ile sevinmek.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftiharkarane / iftiharkârane

  • Övünürcesine.

iftisal

  • Sütten kesilme, memeden ayrılma.
  • Fidanı çıkarıp başka yere dikme.

igtilaf-ı seyf

  • Kılıcın kınına girmesi.

igtilam

  • Hırs ve şehvetin galip gelmesi.
  • Muzdarib olmak, acı çekmek.

igyal

  • Hâmile kadının sütünü vermesi.

ihanetkarane / ihânetkârâne

  • İhanet edercesine.

ihba'

  • Örtmek, saklamak, gizlemek.
  • Ateşi basıp söndürmek.

ihbar-ı aleviye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) verdiği haber; On Sekizinci Lem'a, Sekizinci Şuâ, Yirmi Sekizinci Lem'a'nın Birinci Nüktesi.

ihbar-ı gaybiye-i nebeviye

  • Hz. Peygamberin geleceğe dair haber vermesi.

ihbar-ı nebevi / ihbar-ı nebevî

  • Peygamberimizin haber vermesi.

ihbarat-ı kat'iye / ihbârât-ı kat'iye

  • Kesin haberler.

ihbarat-ı kesire / ihbârât-ı kesîre

  • Çok çeşitli haberler.

ihbarname

  • Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. (Farsça)
  • Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. (Farsça)
  • Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme. (Farsça)

ihcac

  • Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir, menub veya mahcucun anh" da denir.

ihda

  • İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak.
  • Hediye etmek. Armağan yollamak.

ihdaiyye

  • Hediye etme vesilesiyle yazılan yazı.

ıhdırar

  • Yeşillik.

ihfik

  • Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.

ihkab

  • Arkası kesilme.

ihkak-ı hak

  • Haklıya hakkını vermek. Hakkı, usülü dairesinde yerine getirmek.

ıhlamur

  • Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç.
  • Ihlamur ağacından yapılmış.

ihlas / ihlâs

  • Samimiyet, doğruluk, riyasızlık. Kur'ân-ı Kerim'in 112. Sûresi.

ihlas suresi / ihlâs sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden 112. Sure. Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on ikinci sûresi. Tevhîd, Tefrîd, Tecrîd, Necâd, Vilâyet ve Mârifet sûresi de denilmiştir.

ihlas-ı şerif / ihlâs-ı şerîf

  • İhlâs Sûresi; Kur'ân'ın 112. sûresi.

ıhmad

  • Ateşi söndürmek.

ihmad

  • Ateşin alevini söndürmek.
  • Ateşin alevini söndürme.

ihmal

  • Bir şeyi yüklemesi için yardım etmek. Yükletilmek.

ihram / ihrâm

  • Hacıların elbisesi.
  • Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı

ihsan

  • (Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek.
  • Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak.
  • Ehl-i azamet olmak.

ihsanat-ı hususiye-i rabbaniye / ihsanat-ı hususiye-i rabbâniye

  • Allah'ın terbiye ve idaresinin özel yardım ve bağışları.

ihsar

  • (Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
  • Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
  • Kısaltma, kısalma.
  • Sıkıştırma.

ihticac

  • (Çoğulu: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek.

ihticacen

  • Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla.

ihtikak

  • Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek.
  • Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ihtikan-ı dem

  • Vücudun bir tarafına kanın hücum etmesi.

ihtilaf

  • (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik.
  • Birisinin halifesi olmak.

ihtilaf-ı suret / ihtilâf-ı suret

  • Şekil farklılığı; aynı hadisenin farklı tarzda nakledilmesi.

ihtilaf-ı turuk / ihtilâf-ı turuk

  • Hedefe giden yolların birbirinden farklı ve çeşitli olması.

ihtilas

  • (Çoğulu: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık.
  • Usulca ve elçabukluğu ile aşırma.
  • Bir çeşit ok atma tavrı.

ihtima'

  • (Himye. den) Perhiz.
  • Kaçınma, ictinâb etme.
  • Sığınma, himâyesine girme.

ihtimal-i kat'i / ihtimal-i kat'î

  • Kesin ihtimal, olabilirlik.

ihtimamkarane / ihtimamkârâne

  • İhtimam gösterircesine, özenerek.

ihtira' ve ibda' / ihtirâ' ve ibdâ'

  • Varlıkları maddesiz, örneksiz ve benzersiz olarak hiçten ve yoktan var etme.

ihtira'-kerde

  • Eşine rastlanmayan keşif. (Farsça)
  • Yaratılmamış olmak. (Farsça)

ıhtiram

  • Eksilmek, noksanlaşmak.
  • Kesilmek.

ihtisab / ihtisâb

  • Hesab sorma, mes'uliyet.
  • İhtisab dâiresinin aldığı vergi.
  • Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi,
  • Ceza.
  • Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi.

ihtisad-ı mezruat

  • Ekinlerin biçilmesi.

ihtişam

  • Debdebe. Şanlı görünüş.
  • Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtiyac

  • Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali.

ihtiyac-ı kat'i / ihtiyac-ı kat'î

  • Kesin ihtiyaçlar.

ihtiyacat-ı şedide-i aşknüma / ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâ

  • Aşk derecesindeki şiddetli ihtiyaçlar.

ihtiyar ve irade-i ilahiye / ihtiyar ve irade-i ilâhiye

  • Allah'ın dilemesi, istemesi ve iradesi.

ihtiyar-ı amm / ihtiyar-ı âmm

  • Allah'ın herşeyi kuşatan iradesi, seçme ve tercih gücü.

ihtiyar-ı beşer

  • İnsan iradesi.

ihtiyar-ı beşeri / ihtiyar-ı beşerî

  • İnsanın iradesi, tercihi.

ihtiyar-ı cüz'i / ihtiyar-ı cüz'î

  • (İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf ihtiyar.

ihtiyar-ı rabbaniye / ihtiyar-ı rabbâniye

  • Rab olan Allah'ın iradesi, dilemesi.

ihtiyat / ihtiyât

  • Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.

ihtiyat akçesi

  • Tedbir akçesi, yedek para.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ıhtizal

  • Kesilmek.
  • Ayrılmak.

ihtizaz / ihtizâz

  • Titreşim, sarsıntı.
  • Haz duymak, ferahlanmak.
  • Titreşim.

ihvan

  • ( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost.
  • Sâdık arkadaşlar.
  • Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ihveti / ihvetî

  • Kardeşim.

ihya-yı arz / ihyâ-yı arz

  • Yeryüzünün diriltilmesi.

ihya-yı din / ihyâ-yı din

  • Dinin diriltilmesi.

ihya-yı millet / ihyâ-yı millet

  • Milletin diriltilmesi, canlandırılması.

ihzar

  • Hazır etmek. Hazırlamak.
  • Huzura getirmek. Derpiş etmek.
  • Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi.

ik'ar-ı abar / ik'ar-ı âbâr

  • Kuyuların derinleştirilmesi.

ik'ar-ı enhar

  • Nehirlerin derinleştirilmesi.

ikale

  • Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi.
  • Demediği halde "Dedin" diye iddia etme.

ikamet

  • Bir yerde kalmak. Oturmak.
  • Müezzinin kamet getirmesi.

ikan / îkan

  • Kesin biliş.

ikbal-i hak

  • Cenâb-ı Hakkın teveccühü, yönelmesi.

ikbalcu

  • İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan. (Farsça)

ikbar-ı meyyit

  • Ölünün kabre konulması. Mevtanın gömülmesi.

ikmal-i nüsah / ikmâl-i nüsah

  • Çeşitli ilimlerle ilgili te'lif edilmiş olan belirli eserlerin okumasını tamamlama.

ikmam

  • Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğu görünmesi.
  • Elbiseye yen yapmak.

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

ikra / oku / اقرأ

  • Arapça'da "oku" anlamına gelir. Alak suresinin ilk ayeti "ikra bismirabbikellezi alak" (oku, yaradan Rabbinin adıyla oku)

ikrah-ı mülci / ikrah-ı mülcî

  • Huk: Ölüm veya bir uzvun kesilmesi veya bunlara sebep olacak şiddetli döğme ile olan ikrah.

ikram-ı rabbani / ikram-ı rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bağış ve ihsanı.

ikrar / ikrâr

  • Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
  • Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.

ikrar bi-l kitabe

  • Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır.

ikraz / ikrâz

  • Ödünç vermek. Borç vermek.
  • Kesip ayırmak.
  • Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi.

iksa-yi eytam

  • Yetimlerin giydirilmesi.

iksir / iksîr / اِكْس۪يرْ

  • Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde.
  • Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç.
  • Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile
  • Tesirli ilaç.
  • Çok tesirli ilaç.
  • Tesîrli ilaç.

iksir-i ism-i azam / iksir-i ism-i âzam

  • Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olan isminin güçlü tesiri.

iksir-i nurani / iksir-i nuranî / iksîr-i nurani / اِكْس۪يرِ نُورَان۪ي

  • Her derde devâ olan nurlu ve tesirli ilâç.
  • Nurlu tesîrli ilaç.

ıkta'

  • (Kat.'dan) Delil göstererek susturma.
  • Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi.
  • Maktuan ihâle.

ıktaat

  • (Tekili: Iktâ) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi.

iktidab

  • Bir şeyi kendisi için kesmek.
  • Henüz öğretilmemiş deveye binmek.
  • İrticâlen söz söylemek.
  • Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek.

iktiman-ı sarık / iktiman-ı sârık

  • Hırsızın gizlenmesi.

iktinan-ı nisvan

  • Kadınların örtünmesi.

iktiran

  • İki şeyin bir arada gelmesi, yakınlık.
  • Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek.
  • İki şeyin bir arada gelmesi. İki nimetin aynı anda bulunması gibi...

iktisar

  • (Kesir. den) Paralamak. Kırılmak.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

iktizası

  • Gerektirmesi, gereği.

ıkva'

  • Ev boşalmak.
  • Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması.

ila / îlâ

  • Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
  • Yemin etmek.
  • Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi.
  • Sıkıntı ve derde uğrama.

ila'

  • Sıkıntı ve derde uğramak.
  • Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi.

ilac na-pezir / ilac nâ-pezir

  • Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. (Farsça)
  • İmkânsız, çaresiz. (Farsça)

ilac-pezir

  • Çaresi bulunabilen. (Farsça)
  • Tedavi edilebilen, ilâç kabul eden. (Farsça)

ilah

  • Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece devam eder" demektir.

ilam-ı rabbani / ilâm-ı rabbanî

  • Herşeyin Rabbi olan Allah‘ın bildirmesi.

ilama / ilâma

  • Isparta'nın Eğirdir ilçesine bağlı bir köydür.

ilan-ı tekvini / ilân-ı tekvinî

  • Umumi âfetler ve gök taşları düşmesi gibi Cenab-ı Hakk'ın tekvinî âyetleri ve ibretli hâdiseleri ile hakaik ve hikmet-i İlâhiyesini ilân edip bildirmesi.

ilbas-ı hil'at

  • Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.)

ilbas-ı hırka

  • Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın getirdiği mecburiyetler, çaresiz durumda bırakmalar.
  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

ilel-i muhtelife

  • Türlü illetler ve sebepler, çeşitli hastalıklar.

ilham / ilhâm / الهام

  • Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
  • Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
  • Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.
  • Esin. (Arapça)

ilhamat / ilhâmât / الهامات

  • İlhamlar, esinler. (Arapça)

ilhamen / ilhâmen

  • İlham olarak, Allah'ın kalbe yerleştirmesi şeklinde.

ilka-ı külli / ilka-ı küllî

  • Allah tarafından bir kişinin kalbine geniş mânâların verilmesi.

ilkah

  • Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak.
  • Tıb: İki ayrı cins hücrenin birleşmesi.

ille

  • (İllet) Esas sebeb. Vesile.
  • Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.

ille-i gaiye

  • Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice. Vazifeye terettüb eden maslahat, fayda, semere, iş.

ille-i ıztırari / ille-i ıztırarî

  • Kabul edilmesi mecburi görülen sebeb.

illet

  • Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.

illet-i hüküm

  • Hükmün illeti, sebebi; bir hükmün, üzerine bina edildiği temel sebebi, gerekçesi.

illet-i tamme / illet-i tâmme

  • Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i bedi' / ilm-i bedî'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz
  • Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.

ilm-i belagat / ilm-i belâgat

  • Edb: Güzel söz söyleme veya yazmayı öğreten ilim. Edebiyatın bir şubesi.

ilm-i hal / ilm-i hâl

  • Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.
  • İslâm dininin her müslüman için bilinmesi gereken temel bilgileri.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir.

ilm-i kıraat

  • Usul ve kaidesine uygun olarak Kur'an-ı Kerimin okunması ilmi. Bak: (Kıraat) ve (Kıraat-ı seb'a) ve (Fenn-i kıraat)

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

ilm-i usul-i hadis / ilm-i usûl-i hadîs

  • Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.

ilm-i yakin / ilm-i yakîn

  • İlmî delillere dayanan kesin bilgi.

ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn

  • Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

ilme'l-yakin / ilme'l-yakîn

  • İlmî bilgi. Kesin bilgi.

ilmelyakin / ilmelyakîn

  • İlmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme.
  • İlim yoluyla kesin biliş.

ilmihal / ilmihâl

  • İman esaslarıyla, namaz, abdest gibi amel ile ilgili meseleleri halkın seviyesinde anlatan kitap.

ilmühaber

  • (İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika.
  • Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula.

iltifaf

  • Örtünme, sarınma.
  • Çiçeklerin katmerleşmesi.

iltifat-ı ahmedi / iltifat-ı ahmedî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) iltifatı, ilgi göstermesi, alâkası.

iltifat-ı ilahi / iltifât-ı ilâhî

  • Allah'ın lütuf ve iyiliklerle insanlara yönelmesi.

iltifatkarane / iltifâtkârâne

  • İltifat edercesine.

iltihab

  • Alevlenmek. Yanmak.
  • Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat toplanıp yaranın hararetlenmesi.

iltihab-ı ezhan / iltihâb-ı ezhân

  • Zihinlerin uyanıp alevlenmesi, tutuşması.

iltiham

  • Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi.
  • Muharebenin kızışması.

iltikat

  • Yere düşen şeyi almak.
  • Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak.

iltisak-ı ecfan

  • Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi.

iltiya'

  • Heyecanlanmak, iç alevlenmesi.
  • İç sıkıntısı çekme, dertlenme.

iltiyam / iltiyâm / التيام

  • Yara iyileşmesi. (Arapça)

iltizamperverane / iltizamperverâne

  • Taraf tutmayı severcesine.

ima / îmâ

  • İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.

ima'

  • (Tekili: Emen) Câriyeler, kadın esirler.

imale etmek

  • Meylettirmek, eğilim göstermesini sağlamak.

imam-ı busiri / imam-ı busirî

  • (Mi: 1213-1295) İmam-ı Muhammed bin Said "Busayrî" diye bilinir. Kaside-i Bür'e ve Hemziyesi ile meşhur üstün bir İslâm şâiridir.

imam-ı ca'fer-i sadık / imam-ı ca'fer-i sâdık

  • (Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır. Mânevi nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: "Kim nefsi için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile müc

imam-ı ebu yusuf

  • (Hi: 113-182) İmam-ı A'zam'ın fıkha dair eserlerini te'lif etmiştir. Fıkıh sahasının büyük imamlarındandır. Dedesi Sahabe-i Kiramdan Sa'd'dır. (R.A.) İmam-ı Muhammed'le ikisine Fıkıh kitablarında "İmameyn" denir. (K.S.)

imam-ı gazali / imam-ı gazalî

  • Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. "Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî" diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok eserler vermiştir. (K.S.)

imam-ı muhammed bakır / imam-ı muhammed bâkır

  • (Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı Hüseyin'in torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S)

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had

imame

  • İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh.
  • Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık.
  • Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.

imamet-i kübra / imâmet-i kübrâ

  • Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet.

iman-ı icmali / iman-ı icmalî

  • İcmalî iman, yani; taraf-ı Nebevîden tebliğ buyurulan şeylerin hey'et-i mecmualarına inanmak, yâni; "Her ne tebliğ buyruldu ise; cümlesi haktır" diye tasdik etmektir.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

iman-ı ye's

  • Çaresiz kalan, hayatından ümidsiz olan bir kimsenin imanı.

imanın bu sırr-ı hakikati

  • İmanın bu gerçek esprisi, realitesi.

imar-ı dünya / imâr-ı dünya

  • Dünyanın bayındır hâle getirilmesi, düzenlenmesi.

imaret / imâret

  • Bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi.

imaret kemeri

  • Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.

imaret-i arz

  • Yeryüzünün imar edilmesi, ömür sürülür, yaşanır hâle getirilmesi.

imaret-i dünya

  • Dünyanın imar edilmesi, üzerinde yapıların kurulması.

imarkarane / îmarkârâne

  • İmar edercesine.

imdadat-ı hassa-i rahmaniye / imdâdât-ı hassa-i rahmâniye

  • Yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın özel yardımları.

imdadiye

  • Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.

imece

  • Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.

imha-yı hürriyet / imhâ-yı hürriyet

  • Özgürlüğün yok edilmesi.

imkan / imkân

  • Mümkün olma, bir şeyin olabilirlik derecesi.

imkan dairesi / imkân dairesi

  • Varlığı da yokluğu da eşit olan varlıklar dairesi, kâinat.

imkan derecesi / imkân derecesi

  • Olabilirlik derecesi, seviyesi.

imkan mertebesi / imkân mertebesi

  • Varlıkla yokluğun eşit olduğu; her an olması veya olmaması imkân dahilinde bulunma derecesi.

imkan ve ihtimal dairesi / imkân ve ihtimâl dairesi

  • Olabilirlik, varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan daire.

imkan-ı örfi / imkân-ı örfî

  • Bir şeyin olabilirliğinin genel kabul görmesi.

imkani / imkânî

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan, varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan.

imtiha-yi seyf

  • Kılıcın bilenmesi, keskinleştirilmesi.

imtihan-ı beşer

  • İnsanlığın denenmesi, sınavı.

imtihan-ı rabbani / imtihan-ı rabbânî

  • Herşeyi terbiye edip idaresi altında bulunduran Allah'ın imtihanı.

imtisas

  • Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar tarafından emilmesi.

imtiyaz

  • Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak.
  • Resmi veya hususi izin.
  • Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

imtiyazsızlık

  • Eşitlik, ayrıcalık yapmamak.

imtizac-ı efkar / imtizâc-ı efkâr

  • Fikirlerin, düşüncelerin uyuşması, birleşmesi.

imtizac-ı kimyeviye / imtizâc-ı kimyeviye

  • Kimyasal bileşim.

imtizacat-ı kimyeviye / imtizâcât-ı kimyeviye

  • Kimyasal bileşimler, kimyasal karışımlar.

in'am-ı ilahi / in'âm-ı ilâhî

  • Allah'ın ihsanı, nimet vermesi.

in'amat-ı külliye

  • Bütün in'amlar. Cenab-ı Hakk'ın mahlukata, hususan insanlara hadsiz nimetler ihsan etmesi.

in'ikas

  • Aksetme, tersine çevrilme.
  • Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi.
  • Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü.

inabe yolu / inâbe yolu

  • Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.

inadiyye

  • Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık.

inayat-ı rabbaniye / inâyât-ı rabbâniye

  • Bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın özel yardımları.

inayet / inâyet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik.
  • Allah'ın özel yardımı, şefkatle ilgilenmesi.

inayet ve lutf-u rabbani / inâyet ve lûtf-u rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın yardım ve lûtfu.

inayetkarane / inâyetkârâne

  • Yardım edercesine.

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

inbat / inbât

  • Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini sağlama.
  • Otun bitmesini sağlama.

inbihar

  • Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma.

inbik

  • Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

inbisat-ı efkar / inbisat-ı efkâr

  • Fikirlerin yayılması, intişar etmesi.

inbisat-ı ruh

  • Ruh genişlemesi.

incal

  • Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma.

incizab-ı muhabbet-i şems-i ezel

  • Ezel Güneşi olan Cenâb-ı Allah'ın sevgisinin çekiciliği, cazibesi.

incizam

  • Kesilme.
  • Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının (âzâsının) kopması.
  • (Kemik) Kırılma.
  • Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz olarak telâffuz olunma.

incizaz

  • Kesilme.

indab

  • (Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama.

indettahkik

  • (İnd-et tahkik) Tahkik sonunda, araştırma neticesinde.

indifak-ı nehr

  • Nehrin şiddetle dökülmesi.

indirac

  • Dahil olma. İçeri girme, katılma.
  • Nesil tamamen tükenip halefi kalmama.

inebe

  • Üzüm tanesi.
  • Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık.

infak / infâk

  • Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.

infial

  • Bir tesirin gücü altında hareket etme.

infial mertebesi

  • Bir fiil veya tesir gücünden etkilenme derecesi.

infilal-i seyf

  • Kılıcın keskinliğinin gitmesi, körlenmesi.

infisam

  • Kırılma.
  • Kesilme.
  • Yırtılma.
  • Üzülme.
  • Kopma.

infitahiyyet

  • Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.)

infitam

  • Kesilme.
  • Sütten kesilme.
  • Menedilen bir şeyden uzaklaşma.

infitar suresi / infitar sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen ikinci sûresi.

inhidam-ı kat'iye

  • Kesin hezimet, bozulma.

inhidar

  • İnişe inme.
  • Vurmakla derinin şişmesi.

inhidar-ı nisvan

  • Kadınların örtünmesi.

inhimad

  • Ateşi sönmeyip alevi geçme.

inhinak

  • Boğulma.
  • Bunalma, nefesi kesilme.

inhisaf / inhisâf

  • Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.
  • Ay tutulması
  • Söner gibi olma, parlaklığın gitmesi.
  • gözden düşürme, perdeleme.

inhisam

  • (Hasm. dan) Kesip bitirme, halletme.

inhisam-ı da'va

  • Dâvânın halledilmesi.

inhisar

  • Hasr olunma.
  • Tecavüz etmeme.
  • Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
  • Bir şeyin sadece bir kişiye verilmesi, tekel.

inhitat

  • Aşağılanma, aşağı inme.
  • İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma.
  • Kuvvetten düşme.
  • Bir şişin inmesi.
  • Düşme, inme.

inhizam

  • Yemek hazmolunma. Yemeklerin midede erimesi.

inkar-ı haşir / inkâr-ı haşir

  • İnsanların âhiret âleminde tekrar diriltileceğinin inkâr edilmesi.

inkar-ı haşir mefkuresi / inkâr-ı haşir mefkûresi

  • Öldükten sonra âhirette tekrar dirilmenin inkâr edilmesi fikri.

inkılab-ı ezdad / inkılâb-ı ezdad

  • Zıtların değişmesi.

inkılab-ı hakaik / inkılâb-ı hakaik / inkılâb-ı hakâik

  • Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.)
  • Gerçeklerin değişmesi.

inkılab-ı hakikat / inkılâb-ı hakikat

  • Gerçek ve doğrunun değişmesi, zıttına dönüşmesi.

inkılab-ı ilahi / inkılâb-ı ilâhî

  • Allah'ın dilemesiyle olan değişim, dönüşüm.

inkılabat-ı ahval / inkılâbât-ı ahvâl

  • Hâl ve durumların dönüşmesi, değişmesi.

inkılabat-ı madeniye / inkılâbât-ı madeniye

  • Madenlerin alt üst olması, değişmesi.

inkıma'

  • Kökü kesilme. Köksüzleşme.

inkişaf

  • Açılma. Meydana çıkma.
  • Yetişme.
  • Terakki etme, ilerleme.
  • Gizli sırların bilinmesi.

inkişaf-ı feyezani / inkişaf-ı feyezanî

  • İlâhi lütuf, bolluk ve bereketin ortaya çıkması, görünmesi.

inkişaf-ı feyzani / inkişaf-ı feyzânî

  • İlâhî lütuf, bolluk ve bereketin ortaya çıkması, görünmesi.

inkişaf-ı fikr

  • Fikrin, düşüncenin gelişmesi, ilerlemesi.

inkişaf-ı hakaik-i imaniye

  • İman hakikatlerinin inkişafı, gelişmesi.

inkişaf-ı iman

  • İmanın gelişmesi, açığa çıkması.

inkişaf-ı kalbi / inkişaf-ı kalbî

  • Kalbin gelişmesi, açılması.

inkişaf-ı uhuvvet

  • Kardeşliğin açığa çıkması, gelişmesi.

inkıta / inkıtâ / انقطاع

  • Kesilme, sona erme.
  • Kesilme.
  • Kesilme, tükenme, tıkanma.
  • Kesilme, kesintiye uğrama. (Arapça)

inkıta' / inkıtâ' / اِنْقِطَاعْ

  • Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme.
  • Kesilme.

inkıta-i hilafet / inkıta-i hilâfet

  • Halifelik kurumunun bir süre kesintiye uğraması.

inkıta-i tams / inkıtâ-i tams

  • (Kadın) âdetten kesilme.

inkıyad-ı eşya / inkıyâd-ı eşya

  • Varlıkların boyun eğmesi, itaat etmesi.

inkıza-yi müddet

  • Müddetin bitmesi, zamanın sona ermesi.

inna / innâ

  • (İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.)

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

inne rahmetallahi karibün mine'l-muhsinine / inne rahmetallâhi karîbün mine'l-muhsinîne

  • "Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti ihsan sahiplerine yakındır.".

inni / innî

  • Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.

ins ü cann

  • İnsan ve cin taifesi.

insa

  • Unutma. Unutturma.
  • Te'hir eylemek.
  • Veresiye verme.

inşa

  • Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek.
  • Yaratma.
  • Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak.
  • Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli mektuplaşma ve güzel yazma için mektup, tezkere, istida (dilekçe), tebrik, tâziyenâme, sen

inşaallah / inşâallah

  • Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.

inşad

  • Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme.
  • Arayıp soruşturma.
  • Birisini hicvetme.
  • Kayıp olan bir şeyi haber verme.

insaf

  • Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf.
  • Merhamet ve adalet dairesinde hareket, vicdanlı bakış.

insal

  • (Nesl. den) Nesil çoğaltma. Döl peyda etme, döllenme.

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

insan suresi / insan sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 76. Suresi olup "Dehr, Ebrar, Emşac, Hel-etâ Suresi" de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi.

insanın haşri

  • İnsanların, öldükten sonra dağılmış olan zerreleri âhirette Allah tarafından tekrar bir araya getirilerek bedenlerinin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.

insicam

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.

insidad-ı em'a / insidad-ı em'â

  • Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması.

insikab-ı lü'lü'

  • İncinin delinmesi.

inşikak suresi / inşikâk sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir.
  • Kur'ân-ı kerîmin seksen dördüncü sûresi.

inşikak-ı asa / inşikak-ı âsâ

  • Değneğin bölünmesi, âsânın ikiye ayrılması; 'ihtilaf ve ayrılıklarla, birliğin bozularak kuvvetin dağılması' mânâsında bir deyim.

inşikak-ı kamer / inşikâk-ı kamer

  • Ay'ın parçalanması. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizesi eseri olarak gökte ay'ın en parlak olduğu bir zamanda ikiye ayrılması.
  • Ayın ikiye bölünmesi.

inşikak-ı kulub / inşikak-ı kulûb

  • Kalplerin bölünmesi, fikir ayrılığı.

insıraf

  • Çekilip gitme, çekilme, geri dönme.
  • Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi.

inşirah suresi / inşirâh sûresi

  • Kur'an-ı Kerimin 94. Suresidir.
  • Kur'ân-ı kerîmin doksan dördüncü sûresi.

insıram

  • Kesilme, kesilip ayrılma.

intacı

  • Netice, sonuç vermesi.

intak-ı bi-l hak

  • Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile hakikatı olduğu gibi dile getirmek.

intak-ı bil-hak

  • Cenâb-ı Hakkın konuşturması, bir şeyi dile getirmesi.

intak-ı bilhak / intâk-ı bilhak / اِنْطَاقِ بِالْحَقْ

  • Hakkın söyletmesi, Allah'ın konuşturması.
  • Cenâb-ı Hakkın konuşturması, bir şeyi dile getirtmesi.
  • Allahın doğruyu söyletmesi.

intiaş

  • Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık.
  • Hastalıktan sonra iyileşip kalkma.
  • Geçinme.
  • (Yıkılan adam) doğrulup kalkma.

intiba ettirmek

  • Basmak, nakşetmek; iz ve tesir bırakmak.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

intıbah-ı taam

  • Yemeğin pişmesi.

intibak

  • Bir mekânın yükselmesi.
  • Bir kavmin şerre yönelmesi.

intifa / intifâ / انطفا

  • Ateşin sönmesi. (Arapça)

ıntıfa-yı harik

  • Yangının sönmesi.

intifaah-ı rie / intifaâh-ı rie

  • Akciğerin şişmesi.

intifah

  • Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak.
  • Vücud organlarından birinin büyümesi.

intifah-ı batni / intifah-ı batnî

  • Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi.

intiha-i terakkiyat-ı hayat-ı ahmediye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) hayatı süresince katettiği mânevî mertebelere yükselme ve ilerlemesinin en son noktası.

intikad

  • İyi bilineni kötülemek.
  • Seçip ayırdetmek.
  • Kalp parayı gerçeğinden ayırmak.
  • Tenkid.
  • Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi.

intikal / intikâl / انتقال

  • Göçme, taşınma. (Arapça)
  • Kavrama. (Arapça)
  • Miras geçmesi. (Arapça)
  • İntikal etmek geçmek: (Arapça)

intikam-ı şahsi / intikam-ı şahsî

  • Şahsî intikam düşüncesi veya duygusu.

intisac

  • (Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak.
  • Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma.

intiyat

  • Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme.
  • Asılı kalma.

intizac

  • Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme.
  • Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi.

intizam-ı hikmet

  • Hikmetin düzenlemesi; herbir şeyin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmasındaki düzenlilik.

intizamın ilcaı

  • İntizamın zorlaması, mecbur etmesi, muztar kılması.

intizamperverane / intizamperverâne

  • Düzensevercesine.

inzal / inzâl

  • İndirmek.
  • Kur'ân-ı kerîmin, Ramazân-ı şerîf ayında Kadir gecesinde Levh-i mahfûzdan, dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma bir defâda, topluca indirilmesi.

inzal-i kütüb / inzâl-i kütüb

  • Cenab-ı Hakk'ın vahiy ile peygamberlere kitab göndermesi.
  • Kitapların indirilmesi.

inzibat

  • Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması.
  • Sağlamlaşmak.
  • Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu.

inziva / inzivâ / انزوا

  • Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.
  • Köşesine çekilme, tek başına yaşama. (Arapça)

ipnotizma

  • (Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. (Fransızca)
  • Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve bu hâle ait vaziyetler. (Fransızca)

iptidai / iptidaî

  • Basit, ilkel; ilköğretim seviyesi.

ipucu

  • Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika.

irade / irâde

  • Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından. Allahü teâlânın dilemesi.
  • İstemek, seçmek, dilemek tercih etmek.
  • Tasavvuf yoluna yeni girenlerin başlangıç halleri. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya azmedenler, karar verenler için ilk konak.

irade-i cüz'iyye / irâde-i cüz'iyye

  • Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz'î irade. İnsan iradesi.

irade-i ezeliye / irâde-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah'ın irâdesi.

irade-i gaybi / irade-i gaybî

  • Gaybî irade; Cenâb-ı Hakkın dilemesi.

irade-i gaybiye tahtında

  • Gaybî irade altında; Allah'ın dilemesi ile.

irade-i halık / irade-i hâlık

  • Yaratıcının iradesi.

irade-i hassa

  • Özel irade, Allah'ın özel iradesi.

irade-i ilahi / irade-i ilâhî

  • Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i ilahiye / irâde-i ilâhiye

  • Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i istihfaf

  • Başkalarını küçükseme ve hafife alma iradesi.

irade-i külliye

  • Allah'ın herşeyi kaplayan iradesi.
  • Külli irade. Allah'ın her şeye şâmil olan emri ve iradesi.

irade-i külliye-i ilahiye / irade-i külliye-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi kuşatan iradesi.

irade-i külliyye / irâde-i külliyye

  • Allahü teâlânın irâdesi. İrâde-i ilahiyye de denir.

irade-i nafize / irade-i nâfize

  • Her yere ve her şeye tesir ve nüfuz eden İlâhî irade.

irade-i nimet

  • Nimet verme isteği, iradesi.

irade-i rabbani / irade-i rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye eden, idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i rabbaniye / irâde-i rabbâniye

  • Her şeyi yaratılış gayelerine göre terbiye ve idare edip, egemenliği altında tutan Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i şeyh

  • Şeyhin dilemesi.

irade-i tahsin

  • Güzelleştirme iradesi, isteği.

irade-i tahsin ve tezyin

  • Güzelleştirme ve süsleme iradesi, isteği.

irade-i tamme / irade-i tâmme

  • Tam ve eksiksiz irade, Allah'ın iradesi.

ırak-ı acem / ırâk-ı acem

  • (Acem Irakı) Tar: Irak'ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad.

irbaş

  • Ağacın yeşillenip yapraklanması.

irfan

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;

irha-i imame

  • "Sarığı gevşetme" Kaygısız, endişesiz olma.

irhasat-ı mütenevvia / irhâsât-ı mütenevvia

  • Peygamberimizde (a.s.m.) peygamber olmadan önce görülen çeşitli olağanüstü hâller ve hâdiseler.

ırk

  • Nesil. Zürriyet. Sülâle.
  • Soy. Kök. Damar.

irs

  • Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay.

irsad

  • Gözetlemek.
  • Hâzır ve âmâde eylemek.
  • Mükâfat vermek.
  • Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun. (Baki)

irşad / irşâd

  • Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması.
  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

irşad-ı cumhur / irşâd-ı cumhur

  • Geniş halk kitlelerine doğru yolun gösterilmesi.

irşad-ı feth-i keşif / irşâd-ı feth-i keşif

  • Keşif ve fetih yolunu gösterme, keşfe başlarken rehberlik etme.

irşad-ı nebevi / irşâd-ı nebevi / اِرْشَادِ نَبَوِي

  • Peygamberimizin doğru yolu göstermesi.

irşadkarane / irşâdkârâne

  • İrşat edercesine.

irsal-i rusul

  • Peygamberlerin gönderilmesi.

irsal-i rusül / irsâl-i rusül

  • Peygamberlerin gönderilmesi; Cenâb-ı Hakkın insanlara peygamber göndermesi.

irsal-i rüsül

  • Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber olacak peygamberler göndermesi.

irsaliye

  • Makbuz.
  • Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi.

irsas-ı libas

  • Elbisenin yıpranması, eskitilmesi.

irticakarane / irticakârane / irticâkârâne

  • Geri dönmeyi istercesine.
  • Geri dönercesine.

irtidaf

  • (Redif. den) Ardından gitme, ardına düşme, peşinden koşma.

irtifa almak

  • Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek.
  • Yükselmek.

irtifas

  • Fiatların yükselmesi, pahalılık.

irtisam

  • Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak.
  • Emrolunan şeye imtisâl etmek.
  • Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek.

irtiza-i sabi

  • Çocuğun süt emmesi.

ırza-i etfal / ırzâ-i etfal

  • Çocukların emzirilmesi.

irziz

  • Dik ses.
  • Titreme.
  • Dolu tânesi.

iş'ar-ı fazılane / iş'âr-ı fâzılâne

  • Hürmet ifadesi olarak "yüce şahsiyetinizin işaret etmesi" anlamında bir ifade.

iş'ar-ı samedani / iş'âr-ı samedânî

  • Her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi.

ıs'as

  • Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak.
  • Karanlığın açılması.
  • Bulutun yere yakın olması.
  • Peşinden gitmek.

isa aleyhisselam / îsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yeni bir din getiren peygamber olup, kendisine dört büyük kitaptan biri olan İncîl verildi. Annesinin adı Meryem'dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı.

isa ruhullah / isâ ruhullah

  • İsâ Allah'ın ruhudur (Yani, Beytullah ifadesinde olduğu gibi, sebepler perdesini kaldıran bir tabirdir. "İsa (a.s.), babasız olarak doğrudan İlâhî kudretin tecellisiyle yaratılmıştır" demektir).

ışa' / ışâ'

  • Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit.
  • Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman.

işa-i evvel / işâ-i evvel

  • Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit.

işa-i sani / işâ-i sânî

  • Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit.

isabet-i ayn / isâbet-i ayn

  • Göz değmesi, nazar değmesi.
  • Nazar, göz değmesi.

isabet-i nazar / isâbet-i nazar / اِصَابَتِ نَظَرْ

  • Göz değmesi, bakışın incitmesi.
  • Göz değmesi.

isabetiayn / isâbetiayn

  • Göz değmesi.

işade

  • Çağırmak. Sesini yükseltmek.
  • Dünyevi matluba yetişmek.
  • Binayı yükseltmek.

isar / îsâr

  • Sargı, bağ.
  • Esirlik, kölelik.
  • Keçinin memesine takılan torba, kese.
  • Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.

işarat-ı rabbaniye / işârât-ı rabbâniye

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın işaretleri.

isare

  • Esir etmek ve gezdirmek.
  • Bağ, bend.

işaret-i i'caziye / işaret-i i'câziye

  • Mu'cize derecesindeki işaret.

işaret-i inayet / işaret-i inâyet

  • Allah'ın özel yardımının işareti, göstergesi.

işaret-i miraciye

  • Miracın işaret etmesi, haber vermesi.

işaret-i nebeviye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber vermesi, işaret etmesi.

isbat / isbât / اِثْبَاتْ

  • Kesin olarak ortaya koyma.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

ısda'

  • (Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.

işfa'

  • (Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma.

ısfirar-ı şems

  • Güneşin sararmış gibi görünüşü.

isfirar-ı şems vakti / isfirâr-ı şems vakti

  • Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızr

ishab

  • Çok söylemek.
  • Türlü şeylerden renk değiştirmek.
  • Bir şeye fazla tama' etmek.
  • Kuyu kazıp suyu bulamamak.
  • Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi.
  • Kuzu, anasını emmek.
  • Duvarı başı boş salıvermek.

ısham

  • Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi.

ıskarça

  • İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi.

ıskat-ı cenin

  • Kadının çocuk düşürmesi.

işkembe

  • Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. (Farsça)
  • Karın. (Farsça)
  • Hayvan midesi.

islaf

  • Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş.
  • Tarlayı aktarmak.

ıslah-ı alem / ıslah-ı âlem

  • Dünyanın düzeltilmesi.

ıslah-ı hal

  • Durumun düzeltilmesi.

islam darülfünunu / islâm darülfünunu

  • İslâm Üniversitesi.

islami fütuhat / islâmî fütuhat

  • İslâmî fetihler; İslâmiyetin halk arasında tanınarak kalpleri fethetmesi ve Müslüman olmalarına vesile olması.

islamilaisen sevrakume / islâmilaisen sevrakume

  • Müslüman mahallesi, Müslümanların oturduğu bölge, yer.

ism-i a'zam

  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.

ism-i ferd

  • Allah'ın tek, eşi ve benzeri bulunmayan ve birliği herbir varlıkta görüldüğünü ifade eden ismi.

ism-i hakem nüktesi

  • Hakem isminin ince mânâsı; Otuzuncu Lem'a'nın Üçüncü Nüktesi.

ism-i mef'ul

  • Gr. bir iş, oluş ve hareketin kendisine yapıldığı veya tesir ettiği şeyi gösteren kelimedir, meselâ.

ism-i nur

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamına gelen Allah'ın Nur ismi.

ism-i tafdil

  • Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdil

isma / ismâ

  • İşittirme, sesini duyurma.

isma'

  • İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak.

ismail

  • Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e (A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim, İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.

ismail aleyhisselam / ismâil aleyhisselâm

  • Yemen'den gelip Mekke ve civârına yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Peygamber efendimizin dedelerindendir. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. Anne si Hacer Hâtun'dur.

işmam / işmâm

  • Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek.
  • Kibirden dolayı başı dik yürümek.
  • Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden hissettirmek, biraz duyurmak, harfi çıtlatmak.
  • "Şemm"den:
  • Koklatma, koklatılma.
  • Tecvid ıstılâhında harfin zamme harekesine işaret etme.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

isna

  • Yukarı kaldırmak, yükseltmek.
  • Değerini yükseltme.
  • Ateş alevinin yükselmesi.
  • Bir sene bir yerde kalmak.

isnam

  • Ateşin alevi büyüme.
  • Duman ve toz havaya çıkma.

isnan

  • İki.
  • Pazartesi.

isnevi / isnevî

  • İki ile alâkalı.
  • Pazartesi günü ile alâkalı.
  • Her pazartesi günleri oruç tutan kimse.

isneyn / اثنين

  • İki. (2)
  • Pazartesi günü.
  • Pazartesi günü.
  • İki.
  • Pazartesi. (Arapça)

ıspavli

  • Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.

ispergam

  • Fesleğen çiçeği. (Farsça)
  • Gül. (Farsça)
  • Yeşillik. (Farsça)

isra suresi / isrâ sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on yedinci sûresi.

israf / isrâf

  • Malı, İslâmiyet'in ve mürüvvetin uygun görmediği yâni lüzumsuz, fâidesiz yerlere dağıtmak.

işrak / işrâk

  • Sezgi; keşif ve ilham ile insanı Allah'a götüren yolları bulmaya çalışmak.
  • "Şark"tan:
  • Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması.
  • Parlama, ışıklandırma.

işrak vakti / işrâk vakti

  • Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti.

işraki / işrakî

  • Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri.

işrakiyyun

  • İşrakiyye felsefesi ile iştigal eden ve ehl-i şirk olan feylesoflar.

israr

  • (Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi gizlemek.

israr-ı esrar

  • Sırların gizlenmesi.

işrirak

  • Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme.

istanbul darülfünun

  • İstanbul Üniversitesi.

istebrak

  • İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş.

isti'bad

  • Köle edinmek, esir almak.

isti'dad / isti'dâd

  • Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.

isti'nas-ı efkar / isti'nâs-ı efkâr

  • Düşünce ve fikirlerin alışması, yabancı gelmemesi.

isti'sar

  • Esir olma veya esir etme.

istiade

  • Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme.
  • Yeniden canlanma.
  • Âdet edinme.

istiare / istiâre

  • Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.

istiare-i musarraha

  • (Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi.

istiare-i mutlaka

  • (Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe "gelsem olmaz mı huzura, a benim aslanım" demesi gibi... (Edb.S.)

istiare-i temsiliye

  • Temsilî istiare; istiarenin, teşbih unsurlarından "benzetilen" ögesi ile yapılan, benzeyenin teferruatlı olarak tasvir edildiği istiare çeşididir. Temsilî istiarede anlatılan kavram bütün manzumeye veya yazıya işlenmiştir.

iştibak-ün-nücum / iştibâk-ün-nücûm

  • Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi.

istibda

  • (İstibra') Ayırmak. Uzak etmek.
  • Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek.
  • Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek.

istibdad

  • Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi.
  • Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi

istibdadkarane / istibdadkârane

  • İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan idare eder surette. (Farsça)

istibdal / istibdâl

  • Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.

istibka-yi teveccühleri

  • Teveccühlerinizin sürüp gitmesi ve devamı... (Eskiden mektubların sonlarında kullanılırdı.)

istibra / istibrâ

  • Küçük abdestten sonra idrarın iyice kesilmesini beklemek.

istibşarkarane / istibşârkârâne

  • Müjdelercesine.

işticar

  • Zıdlaşma.
  • Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma.

istidbar

  • (İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek.
  • Geri geri gitmek.
  • Bir kimsenin peşinden gitmek.

istidrac

  • Derece derece yükselmeyi isteyiş.
  • Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.

istifa-yı kısas

  • Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması.

istifale

  • Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler: "Müsta'liye" harflerinin zıddıdır. Bu harfler: "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Dal, Zel, Rı, Ze, Sin, Şın, Ayın, Fe, Kaf, Kef, Lâm, Mim, Nun, Vav, He, Yâ" dır.

istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî

  • Olumsuzu pekiştiren soru şekli. "Hiç yapar mı?" ifadesindeki gibi.

istigase / istigâse

  • Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme.

istiğfar / istiğfâr

  • (Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. " Estağfirullâh" demek.
  • Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının affedilmesini bağışlanmasını dilemek. Tövbe etmek.

istiglak

  • Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme.

istiglal

  • (Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi.

istigrak

  • Gark olmak, dalmak.
  • Dalgınlık.
  • Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek.
  • Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek.
  • Gr: "El" harf-i ta'rifinin, isimleri umu

istiğrak / istiğrâk

  • Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi.
  • İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif.
  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

istiğrakkarane / istiğrakkârâne / istiğrâkkârâne

  • Allah aşkıyla kendinden geçercesine.
  • Kendinden geçercesine.

istihale

  • Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak.
  • Mümkün olmayış, imkânsızlık.

istihase

  • Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.

istihaza

  • Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.)

istihdam

  • Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek.
  • Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: "Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi" cümlesinde olduğu gibi.

istihdam-ı ilahi / istihdam-ı ilâhî

  • Allah'ın hizmet ettirmesi, görevlendirmesi.

istihdam-ı rabbani / istihdam-ı rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın çalıştırması, hizmet ettirmesi.

istihdam-ı rahmani / istihdam-ı rahmânî

  • Rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah'ın çalıştırması, hizmet ettirmesi.

istihlal

  • Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi.
  • Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi.
  • Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi.
  • Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması.
  • İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek.

istihsan

  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö

istihsankarane / istihsânkârane

  • Beğenircesine.

istihva

  • Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.

istihza / istihzâ

  • Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.

istihzakarane / istihzâkârâne

  • Alay edercesine.
  • Alay edercesine.

istikad

  • Yakma, ateşi tutuşturma.

istikamet dairesinde

  • İslâmiyet dairesinde.

istikan

  • Şüphesiz ve zansız olmak.

istikfa

  • Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma.

istikla

  • Te'hir etme. Sonraya bırakma.
  • Alıkoyma, mâni olma, engel olma.
  • Veresiye alma, borç olarak alma.

istiklaliyet-i mutlaka / istiklâliyet-i mutlaka

  • Kesin ve sınırsız bağımsızlık.

istikmal

  • Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.

istikşaf / istikşâf / استكشاف

  • Keşif çalışması yapma. (Arapça)

istıksas

  • (Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

istima-ı nas / istimâ-ı nas

  • İnsanların dinlemesi, kulak vermesi.

istimdadkarane / istimdâdkârâne

  • Yardım istercesine.

istimdatkarane / istimdatkârâne

  • Yardım istercesine.

istimlak

  • İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi.
  • Mülk satın almak.
  • Mülk sahibi olmak.

istimrar / istimrâr

  • Kadından âdet hâlinde gelen kanın devâm etmesi.

istimrar-ı ahlak / istimrar-ı ahlâk

  • Ahlakî özelliklerin aksamadan varlığını sürdürmesi.

istinabe / istinâbe

  • Niyabet istemek.
  • Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi.
  • Duruşmada yasal gerekçelerle bulunamayan zanlının, ilgili mahkemece, yasal prosedürün yerine getirilmesi için zanlıya en yakın bölgedeki bir mahkeme veya kişileri yetkili kılması.
  • Başka yerde bulunan şahidin ifadesinin alınması.

istinaf / istînâf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.
  • Yeniden başlama.
  • Bidayet mahkemesinde verilen bir hükmün bir üst mahkemeye başvurarak feshini isteme.

istinafiyye / istinâfiyye

  • Yeniden başlamaya ait.
  • İstinaf mahkemesine ait.
  • Arapça'da bir soruya cevap anlamında bulunan cümle.

istinas

  • Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.

istinbat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.

istinga

  • İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda.

istinkaş

  • Nakşetme, nakşedilmesini isteme.

istinsa'

  • Veresiye isteme.
  • Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme.

istinsah

  • (Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek.
  • Silinmesini ve iptalini istemek.

istintakname / istintaknâme

  • Huk: Sorguya çekilen kimsenin ifâdesinin yazıldığı kâğıt.

istinzal

  • Tenzil etmek. İndirmek.
  • İnmesini istemek.

istirahat-i ruh

  • Ruhun dinlenmesi.

istirahat-i umumiye

  • Herkesi içine alan rahat ve huzur.

iştirak

  • Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak.
  • Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: "Ayn" kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir.

iştirakiyye

  • Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik.

istirca' / istircâ'

  • Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.

istirha-yı a'sab / istirha-yı a'sâb

  • Sinirlerin gevşemesi.

istirha-yi adelat / istirha-yi adelât

  • Adalelerin, kasların gevşemesi.

istirkak

  • (Rıkk. dan) Harbde düşman tarafından esir alma.
  • Köle edinme, bir kimseyi kendine köle olarak alma.

istiş'ar

  • Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek.
  • Kullanmak.
  • Ürkmek.

istiş'arat

  • (Tekili: İstiş'ar) Yazı ile bildirilmesini istemeler.

istisak

  • Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma.

istisal

  • (Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak.
  • Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.

istişfaen

  • Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle.

istisna' / istisnâ'

  • Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.

istital

  • Gözyaşları inci gibi dökülme.
  • Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

istitba'

  • Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek.

istiva / istivâ / استوا

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.
  • Düzelme, güneşin tepeye gelmesi.
  • Eşitlik. (Arapça)
  • Düzlük. (Arapça)

iştiyak-ı hayat

  • Hayatı aşk derecesinde istemek.

istizah

  • Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
  • Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.

istizare

  • Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme.

istizlal

  • (Zıll. dan) Gölgelenme. Gölge altına girme.
  • Sığınma, himâyesine girme.
  • Gölgede oturma.

isvidad-ı cild

  • Cildin kararması, esmerleşmesi.

ita

  • Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi.

itar

  • Bir şeyin peşini bırakmayıp tâkib etme.
  • Dikkat ve hiddetle bakma.

ıter

  • (Tekili: Itret) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler.

itfa'

  • Söndürme. Bastırma. Dindirme.
  • Bir borcu ödeyerek bitirme.
  • Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi.

itfa-yi harik

  • Yangının söndürülmesi.

ıtfak

  • Maksadına eriştirme, gayesine vardırma.

ıtfal

  • Kadının oğlanını getirmesi.

ithaf / ithâf / اتحاف

  • Hediye etme. (Arapça)
  • Eser sahibinin eserini birine veya bir kuruluşa manen hediye etmesi. (Arapça)

itikad-ı cazim / itikad-ı câzim

  • Kesin inanç, inanma.

itikad-ı yakin / itikad-ı yakîn

  • Şüphesiz ve kesin olarak bilme.

itirazkarane / îtirazkârâne

  • İtiraz edercesine.

itirazname / itiraznâme

  • İtiraz dilekçesi.

ıtk

  • Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak.
  • Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.

ıtk ala mal / ıtk alâ mal

  • Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna "Itk alâ cu'l" da denir.

ıtk-ı muallak

  • Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine "şu işi yaparsan hürsün" demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur.

ıtk-ı müneccez

  • Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben "seni azad ettim." demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur.

ıtk-ı muzaf

  • Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. "Sen gelecek ayın başında hürsün." denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir.

ıtkname / ıtknâme / عتق نامه

  • Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.
  • Âzâdlık belgesi. (Arapça - Farsça)

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

ıtret

  • Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt.
  • Gerdanlık.
  • Güzel kokulu şey.

ıtri / ıtrî

  • Itra mensub, ıtır gibi kokan.
  • Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştu

ittifak-ı edyan / ittifak-ı edyân

  • Dinlerin ittifakı, aynı hususta birleşmesi.

ittifaki / ittifâkî

  • Birleşmeye dair, üstünde birleşilen.

ittifakkarane / ittifâkkârâne

  • Birleşircesine.

ittihad-ı kulub / ittihad-ı kulûb

  • Kalplerin birleşmesi, kalp birliği.
  • Kalplerin birleşmesi, kalp birliği.

ittihad-ı umumi / ittihad-ı umumî / ittihâd-ı umumî

  • Umumi ittihad. Bütün insanların birleşmesi.
  • Genel birlik, herkesin bir noktada birleşmesi.

ittihamname

  • Suçlama belgesi.

ittikan

  • Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek.

ivezze

  • (Çoğulu: İvezz) Kaz. Ördek.
  • Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan.

ivz

  • Ördek. Kaz.
  • Gövdesi bodur olan kimse.

iz'an / iz'ân

  • Şüphesiz anlama ve inanma.

iz'an-ı kalbi / iz'ân-ı kalbî

  • Kalben kesin olarak kabul etme.

iz'an-ı yakin / iz'ân-ı yakîn

  • Kesin delile dayalı olan sağlam inanç.

iz'an-rüba-i kainat / iz'an-rüba-i kâinat

  • Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü.

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izabe-i nuhas / izâbe-i nuhas

  • Bakırın eritilmesi.

izabe-i nühas

  • Bakırın eritilmesi.

izade

  • Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme.

izafet-i maklub

  • Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-

izafet-i maktu'

  • Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb : Yatak. Câme-i hâb : Uyku elbisesi. Ser-rişte : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte : İpin ucu.

izaha

  • Bir şeyin çevresini dolaşma.

izdiham

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.

izhar-ı fazilet

  • Güzel ahlâkın, erdemin gösterilmesi.

izhar-ı rububiyet

  • Rablığını gösterme; Allah'ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verdiğini, onları terbiye ve idare ettiğini ve herşeyi egemenliği altında tuttuğunu göstermesi.

izhar-ı ubudiyet / izhar-ı ubûdiyet

  • Kulluğun gösterilmesi, belirtilmesi.

izinname / izinnâme

  • Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin kâğıdı. (Farsça)
  • İzin belgesi.
  • İzin belgesi.

iznillah / iznillâh

  • Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni.

ızram

  • Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme.

ıztırar

  • Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç.

ıztırar vakti

  • Çaresizlik içinde kalındığı zaman dilimi.

ıztırari / ıztırarî

  • Zorunlu olarak, çaresizce.
  • Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.

ıztırari olarak / ıztırârî olarak

  • Çaresizce, zorunlu olarak.

izzet-i nefis

  • İnsanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi.

izzet-i nefs

  • İnsanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi.

j

  • Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında "" harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder.

jaketatay

  • Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. (Fransızca)

jale-i eşk

  • Gözyaşı jâlesi. Kırağı tânesine benziyen gözyaşı.

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

jegand

  • Sağlamlık, metanet. (Farsça)
  • Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. (Farsça)

jengari / jengarî

  • Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya. (Farsça)

jerfin

  • Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak. (Farsça)

k

  • Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.

ka'be-i ismet

  • Masumluk Kâbesi (Efendimiz (a.s.m.) masumiyeti itibariyle Kâbe'ye benzetilmiştir.).

ka'be-i kemalat / kâ'be-i kemalât

  • Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.

ka'beri / ka'berî

  • Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.

ka'z

  • Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.

kaakı'

  • Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.

kaat

  • Gadap, hiddet, öfke.
  • Darlık.
  • Yaşlı koyun.
  • Davar memesi.
  • Bağırma ve çığlık şiddeti.

kab

  • Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.

kab'

  • Seyahat edip gezmek.
  • Nefesi tutulmak.
  • Atın burnu içinden çıkan hırıltı.

kab-ı kavseyn

  • İmkân ve vücub ortasında bir makam.
  • İki yay uzaklığı mesafesi.

kabb

  • İnce belli olmak.
  • Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi.
  • Makara ortasındaki ağaç.

kabbe

  • Yağmur damlası.
  • Gök gürlemesi.

kabe kavseyn / kâbe kavseyn

  • Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü teâlâya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.

kabe-i irfan / kâbe-i irfan

  • İrfan zirvesi, merkezi.

kabe-i kemalat / kâbe-i kemâlât

  • Mükemmelliklerin kâbesi, olgunlukların merkezi.

kabe-i muazzama / kâbe-i muazzama

  • Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.

kabe-i mükerreme / kâbe-i mükerreme

  • Müslümanların kıblesi olan kutsal yapı.

kabes

  • Ateş parçası.
  • Ateş şulesi.
  • Öğretmek.
  • Öğrenmek.

kabil / kâbil

  • Gibi, tür, çeşit.

kabil-i imtizac

  • Birleşip uyuşabilir bir yapı.

kabil-i ıslah olmayan / kabil-i ıslâh olmayan

  • Düzelmesi mümkün olmayan.

kabil-i nesh

  • Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.

kabil-i tebdil

  • Değiştirilmesi mümkün, değiştirilebilir.

kabil-i temyiz

  • Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar.

kabil-i tenkit

  • Tenkit edilmesi mümkün, eleştirilebilir olma.

kabil-i tercüme

  • Tercüme edilebilir, tercümesi mümkün.

kabil-i teshir olmayan

  • Boyun eğdirilmesi mümkün olmayan.

kabile

  • Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.

kabile-i kureyş

  • Kureyş kabilesi.

kabilesi

  • Türü, çeşidi.

kabkaba-i şir

  • Arslanın kükremesi.

kablettarih / kablettârih / قبل التاریخ

  • Tarih öncesi. (Arapça)

kablettarihi / kablettarihî / صبل التاریخى

  • Tarih öncesi. (Arapça)

kabr

  • Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.

kabul-ü nebevi / kabul-ü nebevî / kabûl-ü nebevî / قبُولُ نَبَوِي

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) kabul etmesi.
  • Peygamberimizin (asm) kabûl etmesi.

kabul-ü ümmet

  • Bütün Müslümanların kabul etmesi.

kabul-ü umumi / kabul-ü umumî

  • Bir fikrin genel kabul görmesi.

kabulde ıztırabı

  • Kabul etmekte zorlanması, sıkıntı çekmesi.

kabza-i tasarruf / قَبْضَۀِ تَصَرُّفْ

  • İdaresinde tutma.

kabza-i tedbir

  • İdaresi altında bulundurma.

kac / kâc

  • Küçük bir çeşit çam. (Farsça)

kad

  • Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.

kaddesallah

  • Allah mübarek ve mukaddes eylesin.

kaddesallahü teala esrarehümül'aziz / kaddesallâhü teâlâ esrârehümül'azîz

  • Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.

kader / قَدَرْ

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.
  • Cenab-ı Hakk'ın kâinatta mevcut her şeyin bütün özelliklerini ezelden bilip takdir etmesidir.
  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.
  • Allahın herşeyi ezelden bilip takdir etmesi.
  • Her şeyin Allahın ezeli ilmiyle vukuundan önce bilinmesi.

kader kalemi

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip takdir etmesi ve kudretiyle yazması, yaratması.

kader-i ezeli / kader-i ezelî

  • Ezelî kader; Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i sübhani / kader-i sübhânî

  • Her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi.

kadere rıza / kadere rızâ

  • İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.

kadim / kadîm

  • (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan.
  • Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
  • Eski.
  • Varlığının başı ve öncesi olmayan.
  • Eski.
  • Öncesini bilir kimse bulunmayan, öncesi bilinmeyen şey. Başlangıcı olmayan, ötedenberi mevcut bulunan.
  • Öncesiz olan Allah.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kadir-danlık

  • Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.

kadir-i bimisal / kadîr-i bîmisâl

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi olan, eşi ve benzeri olmayan Allah.

kadiriyet-i mutlaka / kadîriyet-i mutlaka

  • Allah'ın gücünün sınırsız olarak her şeyde görünmesi.

kadr (kadir) suresi / kadr (kadir) sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksan yedinci sûresi.

kadro

  • ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.

kaf suresi / kâf sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin ellinci sûresi.

kaf-nun / kâf-nûn

  • Arap alfabesinde yer alan iki harften oluşan ve Allah'ın varlıkları dilediği şekilde yaratmasını ifade eden "kün", yani "ol" emri.

kafadar

  • Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. (Farsça)
  • Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş. (Farsça)

kafes / قفس

  • Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey.
  • Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper,
  • Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.
  • Kafes. (Farsça)
  • Pencere kafesi. (Farsça)

kafi / kafî

  • Birine uyup peşinden giden.

kafile-i mevcudat

  • Varlıklar kafilesi, topluluğu.

kafine / kafîne

  • Kafasından kesilen koyun.

kafir / kâfir

  • Allah'ı veya Allah'ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimse.

kafir-i mel'un / kâfir-i mel'un

  • Allah'ı veya Allah'ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden lânetlenmiş kimse.

kafire / kâfire

  • İnkârcı; Allah'ın kesin olarak bildirdiği birşeyi inkâr eden.

kafirun suresi / kâfirûn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.

kafiye

  • Şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı sesi veren hecelerin benzeşmesi.

kağıthane

  • Kâğıt fabrikası.
  • İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.

kahhar / kahhâr

  • Ziyadesiyle kahreden, kahredici, yok edici, batırıcı.
  • Allah'ın isimlerinden biri.

kahharane / kahhârâne

  • Kahharcasına. Kahredercesine.
  • Kahredercesine.

kahilane / kâhilane

  • Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. (Farsça)

kahr-ı hiddet

  • Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi.

kaht

  • Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.

kaide

  • Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık.
  • Dip taraf.
  • Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus.
  • Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri.
  • Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.

kaide-i hayatiye

  • Hayat kaidesi, kuralı.

kaide-i istidlal / kâide-i istidlâl

  • Bir konu hakkında ispat için uyulması gerekli delil sunma kaidesi; çıkarımda bulunma kaidesi.

kaide-i kur'aniye ve imaniye ve nuriye / kaide-i kur'âniye ve imaniye ve nuriye

  • Kur'ân, iman ve Nur kaidesi, prensibi.

kaide-i mukarrere

  • Kesinleşmiş kural.

kaide-i nahviye

  • Arapça gramer kaidesi, dilbilgisi kuralı.

kaide-i rabt

  • Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.

kaide-i üstadane / kaide-i üstâdâne

  • Siz Üstadın kaidesi, prensibi.

kail ve kani

  • Bir konuda kesin kanaat sahibi olma ve dile getirme.

kakül

  • (Kâgül) Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. (Farsça)

kal'-i eşcar

  • Ağaçların sökülmesi.

kal'a

  • Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı.
  • Çobanın çantası.
  • Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.

kal'a-i islam / kâl'a-i islâm

  • İslâmiyet kalesi.

kal'a-i islamiye / kal'a-i islâmiye

  • İslâm kalesi.

kal'abend

  • Bir kale içerisinde yaşamaya mahkum olmuş; esir.

kalavra

  • Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.

kalb-i hayal

  • Hayâlin, gerçekte carî olan şeyleri tersine çevirmesi.

kale-i islamiye / kale-i islâmiye

  • İslâmiyet kalesi.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kalem suresi / kalem sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış sekizinci sûresi. Nûn sûresi de denir.

kalem-i kader

  • Kader kalemi; Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip belirlemesi.

kalem-i kader ve kudret

  • Allah'ın olacak hadiseleri önceden bilip takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kalemkari / kalemkârî

  • Resimcilik, ince nakkaşlık. (Farsça)
  • İnce nakkaşın elinden çıkmış. (Farsça)

kalender

  • İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.

kalensüve

  • Takke ve her çeşit başlık.

kalh

  • Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi.

kali / kâlî

  • Veresiye satmak.

kalıb

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey

kalil-ül bidaa / kalil-ül bidâa

  • Sermayesi az.

kalkale

  • Bir şeyi titretmek.
  • Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)

kalori

  • Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı.
  • Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
  • Gıdaların vücuda ısı vermesi bakımından değeri.

kalpak

  • Kesik koni biçiminde deri, kürk veya kumaştan yapılmış başlık.

kambahş / kâmbahş

  • Herkesin isteğini yerine getiren. (Farsça)
  • Bağışçı, ihsan edici. (Farsça)

kamcu / kâmcu

  • İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen. (Farsça)

kamer suresi / kamer sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli dördüncü sûresi.

kameri sene / kamerî sene

  • Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.
  • Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl.

kamervari

  • Ay gibi, kamere benzercesine. (Farsça)

kamet-i himmet

  • Himmetin endamı; gayretin boyu bosu, derecesi.

kamet-i kıymet

  • Kıymet derecesi, statü, makam, mevki.
  • Kıymet ve değerinin mertebesi. Manevî büyüklük.

kamkar / kâmkâr

  • İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. (Farsça)
  • Mutlu, bahtiyar, mes'ud. (Farsça)

kamp

  • Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh.
  • Esirler karargâhı.

kampanya

  • Sıkı bir iş ve çalışma devresi.
  • Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.

kamreva / kâmreva

  • İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan. (Farsça)

kamuflaj

  • Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. (Fransızca)

kan / kân

  • Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz. (Farsça)

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

kanaat-i kat'i

  • Kesin kanaat.

kanaat-ı kat'iye

  • Kesin kanaat, inanma.

kanaat-i kat'iye / kanaat-i kat'îye

  • Kesin kanaat.

kanaat-i tamme

  • Tam, kesin kanaat.

kanaatkarane / kanaâtkârâne

  • Kanaat edercesine.

kanber

  • Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı.
  • Mc: Bir evin gediklisi.
  • Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.

kangren

  • Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
  • Hücrelerin ölmesiyle oluşan bir hastalık.

kanun

  • (Çoğulu: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar.
  • Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.
  • Uyulması gereken kesin kural.

kanun-u mübin-i rabbani / kanun-u mübîn-i rabbânî

  • Besleyen, yetiştiren, verdiği nimetlerle varlıkları terbiye eden, idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın apaçık kanunu.

kanun-u müsavat

  • Eşitlik kanunu.

kanun-u rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması kanunu.

kanunda inhisar-ı kuvvet

  • Gücü sadece kanunlara münhasır kılmak, güç ve kuvvetin sadece kanunların eline verilmesi.

kanuni

  • Kanuna dâir. Kanuna ait.
  • Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı.

kaplama mesh

  • Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi.

kaput

  • Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. (Fransızca)
  • Otomobillerin motor kısmını örten kapak. (Fransızca)

kar / kâr / كار

  • İş. (Farsça)
  • Kâr etmek: İşlemek, tesir etmek. (Farsça)

kar'-ul asa / kar'-ul asâ

  • Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi.
  • Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.

kara'

  • Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık.
  • Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.

karabin

  • (Tekili: Kurban) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.

karar-ı kat'i / karar-ı kat'î

  • Dâvâyı neticelendiren kesin karar.

karbonik

  • Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. (Fransızca)

kardeşane / kardeşâne

  • Kardeşçesine.

kareh

  • Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.

karger / kârger

  • İş yapan, işleyen. (Farsça)
  • Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu. (Farsça)

karia / kâria

  • Pek şiddetli rüzgâr,
  • Ansızın gelen büyük belâ.
  • Kıyamet.
  • Belâdan kurtulmak üzere okunan "el-Kariâtü" sûresi.

karia suresi / kâria sûresi

  • Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.

kariha / karîha

  • Düşünme melekesi.

karikatür

  • Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi.
  • Kaba, âdi ve mizahi resim.

karin / kârin

  • Birşeyin beraberinde, eşiğinde olan.

karin hacı / kârin hacı

  • Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa'y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa'y yapan.

kariye

  • (Çoğulu: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş.
  • Süngü demirinin keskin yeri.
  • Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.

karkara

  • Karın gurultusu.
  • Kumru kuşunun ötmesi.
  • Kahkaha ile gülmek.
  • Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.

karnesa

  • Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.

karulasa / karulâsâ

  • Doktorun bedene vurarak muayene etmesi.

karure / karûre / قاروره

  • İdrar şişesi, ördek. (Arapça)

karya

  • Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.

kasas suresi / kasas sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.)
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi sekizinci sûresi.

kasatura

  • Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşınan bir çeşit bıçak.

kasavise

  • (Tekili: Kıssis) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.

kasfe

  • (Çoğulu: Kasf-Kasefât) Deve sesi.
  • Merdiven ayağı.
  • Bir parça kum yığını.

kaşi / kaşî

  • İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini. (Farsça)

kası'a

  • Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir.

kaside-i bürde / kasîde-i bürde

  • İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasını hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde de

kaside-i ercüze-i meşhure

  • Meşhur Ercûze kasidesi.

kaside-i kader

  • Kader kasidesi; yaratıcısının medhine lâyık, İlâhî takdir ve ölçülerle yaratılmış bir kaside gibi olan varlıklar.

kaside-i mevzune-i manzume-i hikmet

  • Hikmetin vezinli, kâfiyeli ve ahengli kasidesi.

kasif / kasîf

  • Kuru ince ağaç.
  • Gök gürültüsü.
  • Deniz sesi, dalga sesi.

kasil / kasîl

  • Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot.
  • Kesilmiş nesne.

kasir / kâsir

  • Çok olan, kesir, bol olan.

kasır-ul akl

  • Düşüncesi noksan, kısa akıllı.

kasırane

  • Âcizane, beceriksizcesine.

kasırga

  • Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.

kaşş

  • Yaranın iyileşmesi.
  • Hasta iyi olmak.
  • Evmek.

kassab

  • Düdükçü.
  • Kesici.
  • Parçalayıcı.

kast ve irade

  • Yönelme ve isteme; burada herşeyi kuşatan, Allah'ın küllî iradesi kastediliyor.

kastar

  • (Çoğulu: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse.
  • Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.

kasva

  • Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.

kat' / قطع

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl
  • Kesme. (Arapça)
  • Kesilme. (Arapça)

kat'-ı hayat / kat'-ı hayât

  • Hayatın kesilmesi. Ölüm, mevt.

kat'-ı tarik

  • Yol kesicilik.

kat'a / kat'â

  • Asla, kesinlikle, hiçbir zaman.

kat'an / قطعا

  • Kesinlikle, kesin olarak.
  • Kesinlikle. (Arapça)

kat'en / قطعا

  • Kesinlikle. (Arapça)

kat'i / kat'î / قطعى / قطعي / قَطْع۪ي

  • Kesin.
  • Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz.
  • Kesin. (Arapça)
  • Kesin.
  • Kesin.
  • Kesin.

kat'i delalet / kat'î delalet

  • Şüphesiz, kat'i delil.

kat'i delil / kat'î delil / kat'î delîl

  • Kesin, şüphesiz delil.
  • Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.

kat'i kanaat / kat'î kanaat

  • Kesin inanma, razı olma.

kat'i senet / kat'î senet

  • Kesin delil.

kat'i surette / kat'î sûrette

  • Kesin olarak, kesinlikle.

kat'iyen / kat'îyen / قَطْعِيًا

  • Kesin olarak.
  • Kesinlikle.

kat'iyet / قطعيت / قَطْعِيَتْ

  • Kesinlik.
  • Kesinlik. (Arapça)
  • Kesinlik.

kat'iyet kesb etme

  • Kesinlik kazanma.

kat'iyetle

  • Kesin bir şekilde, şüphesiz.

kat'iyy-üd delale

  • Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu.

kat'iyy-ül metin

  • Metnin, ibârenin kat'i ve şüphesiz oluşu. (Ayet gibi)

kat'iyyen / قطعيا

  • Kesinlikle.
  • Kat'i ve kesin olarak.
  • Aslâ, hiçbir zaman.
  • Kesinlikle. (Arapça)
  • Asla. (Arapça)

kat'iyyet

  • Kesinlik, kat'ilik.
  • Kesinlik, şüphesizlik.

kat'iyyü'd-delalet / kat'iyyü'd-delâlet

  • Metnin mânâya olan işareti kesin olması, "Acaba metinden bu mânâ mı kastediliyor?" şeklinde bir şüphenin bulunmaması.

kat'iyyü'd-delalet olmak / kat'iyyü'd-delâlet olmak

  • Sözün hangi mânâyı gösterdiği kat'î ve şüphesiz olmak.

kat'iyyü'l-metin

  • Metnin (sözün) kesin ve şüphesiz oluşu; ibarenin ilk kaynaktan aynen geldiğinin kesin olarak bilinmesi (meselâ metnin âyet veya hadis olduğu kesin olarak bilinmesi).

kat'iyyü'l-metin olduğu gibi / kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi

  • (Delil olan) Söz kat'î ve şüphesiz olduğu gibi (sözün, âyet veya hadis olduğu kesin ve şüphesiz olduğu gibi).

kat'iyyü'l-vücud

  • Varlığı kesin olma.

katalog

  • Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi. (Fransızca)

katedral

  • Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.

katel

  • Nefs. Cismin bakiyyesi.

kati / katî

  • Şüphesiz, tereddütsüz, kesin.
  • Kesin.

kati' / kâti' / قاطع

  • Kesen, kesici. (Arapça)

katı'a

  • Kesen, kesici.

katı-ı tarik-ı ilahi / kâtı-ı tarîk-ı ilâhî

  • İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

katıa

  • Kesin olan.

katibane / kâtibane

  • Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine.

katıbeten / kâtıbeten / قاطبة

  • Asla, kesinlikle. (Arapça)

katiüttariklik

  • Yol kesicilik, eşkıyalık.

katiye / katîye

  • Kesin.

katiyen

  • Kesinlikle.

katiyet / katîyet

  • Kesinlik, şüphesizlik.
  • Kesinlik.

katiyyen / katîyyen

  • Kesinlikle.
  • Kesinlikle.

katl-i am / katl-i âm

  • Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha.

katliam / katliâm

  • Bir yerde bir anda çok kimsenin öldürülmesi.
  • Herkesi öldürme.

katm

  • Kesmek. Isırmak.
  • Tatmak, zevk.
  • Devenin kükremesi.

katolik

  • Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.

katre-i gevher

  • Cevher damlası. İnci tanesi.
  • Pek kıymetli şey.

kavanin

  • (Tekili: Kanun) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi.

kavanin-i meşiet / kavânin-i meşiet

  • Allah'ın irade ve dilemesinin tecellisi olan kanunlar.

kavanin-i rububiyet / kavânîn-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması ile ilgili kanunlar.

kavf

  • Bir kimsenin peşinden gitmek.
  • Ense saçı.

kavişger / kâvişger

  • Kazıcı, eşici, kazan. (Farsça)

kaviyy-ül bünye

  • Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.

kaviyyen

  • Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.

kavkah

  • Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.

kavl

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Konuşulan söz. Söz cümlesi.
  • İtikad, delâlet.
  • Tarif.
  • İlham.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kavme

  • Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.

kavnes

  • (Çoğulu: Kavânis) Atın iki kulağı arası.
  • Başa giyilen miğferin tepesi.

kavval

  • (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen.
  • Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.

kavz

  • (Çoğulu: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi.
  • Düşmek.
  • Bağlamak.

kay

  • Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.
  • Ağızdan çıkan hazmolmamış besin, kusmuk.

kayd-ı istibdat

  • Baskı ve despotluk bağı, kelepçesi.

kayın

  • Kadının veya kocanın erkek kardeşi.

kayka'

  • Tavuk avazı, tavuk sesi.

kays

  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı.
  • Süngü miktarı.

kaytus

  • Bir yıldız kümesi.

kayyum

  • (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.

kayyumiyet / kayyûmiyet

  • Allah'ın bütün herşeyi ayakta tutması, varlığını devam ettirmesi.

kaza / kazâ / قَضَا

  • Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.
  • Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak.
  • Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi.
  • Hâkimlik, hâkimin hükmü.
  • İstemeden yapılan zarar.
  • Hükmeylemek, hüküm.
  • Bir şeyi birbirine lâzım kılmak.
  • Allah'ı takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi; kaderde yazılı olanın meydana gelmesi.
  • Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.
  • Kaderde yazılanın gerçekleşmesi.
  • Kaderde olanın meydâna gelmesi.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.
  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza ve kader-i ezeli / kaza ve kader-i ezelî

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaza-i ilahiye / kaza-i ilâhiye

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kaza-yı ilahi / kazâ-yı ilâhî / قَضَايِ اِلٓه۪ي

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.
  • Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kaza-yı ilahiye / kaza-yı ilâhiye

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kazā-yı rabbani / kazā-yı rabbânî / قَضَايِ رَبَّان۪ي

  • Terbiye edici olan Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kaza-yı rabbaniye / kaza-yı rabbâniye

  • Allah'ın takdiri; Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kazabe

  • Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.

kazaskerler

  • Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının en yüksek mertebesinde bulunan devlet görevlileri; askerî kadılar.

kazıb

  • (Çoğulu: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen.

kazım / kâzım

  • Öfkesini yenen, meydana vurmayan.
  • Öfkesini yenen.

kazımin-el gayz / kâzımîn-el gayz

  • Öfkesini yenenler.

kazımun / kâzımûn

  • Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.

kaziye-i bedihiyye-i fıtriyye

  • Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir.

kaziye-i külliye

  • Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi.

kaziye-i muhkeme

  • Kesinleşmiş hüküm, bir daha bozulamayacak karar.

kaziye-i vaktiye-i münteşire

  • Hükmü herhangi bir zamanda ve herhangi bir fertte gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan kaziye, önerme.

kaziye-i zanniye

  • Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir.

kaziyye-i muhkeme

  • Kesin hüküm, değişmez ilke.

kazkaz

  • Arslanın, kemiği parça parça etmesi.
  • Yavuz arslan.

kazr

  • Bir kimsenin peşinden gitmek.

kebed

  • Ciğer ağrısı.
  • Kara ciğer.
  • Meşakkat. Şiddet. Mihnet.
  • Karnın şişmesi.

kebn

  • Kova ağzını iki kat edip dikmek.
  • Udul etmek, dönmek, vazgeçmek.
  • Besili ve semiz olmak.
  • Kaybetmek.

kebse

  • Beraberlik, eşitlik, müsavat.
  • Ebucehil karpuzu.

kebv

  • Davarın, başını vücuduna sürçmesi.
  • Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak.
  • Görmek.
  • Kabın içindekini dökmek.
  • Ateşi kül bürüyüp örtmek.

kecabe

  • Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan. (Farsça)

kecre'y

  • Reyi, sakat, düşüncesi ters olan. (Farsça)

kede

  • "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. (Farsça)

kefalet / kefâlet

  • Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

kefareten / kefâreten

  • Günahın bağışlanmasına vesile olarak, bedel olarak.

kefe-i hasenat / kefe-i hasenât

  • İyiliklerin tartıldığı İlâhî terazi kefesi.

kefe-i mizan / kefe-i mîzân / كَفَۀِ مِيزَانْ

  • Terazi kefesi.
  • Terazi kefesi.

keffaret / keffâret / كَفَّارَتْ

  • (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
  • Günahtan arınma.
  • İşlenen bir hata veya günahın bağışlanmasına vesile olması için verilen sadaka veya tutulan oruç, karşılık.
  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş
  • Affa vesîle olan bedel.

keffaret-i katl

  • Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.

keffaret-i savm

  • Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.

keffaret-i zıhar / keffâret-i zıhâr

  • Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

keffaret-üz zünub

  • Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)

keffaretü'z-zünub / keffaretü'z-zünûb

  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffáretü'z-zünub / keffáretü'z-zünûb

  • Günahların bağışlanmasına vesile.

keffaretü'z-zünub / keffâretü'z-zünub / keffâretü'z-zünûb

  • Günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahlara kefaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffaretüzzünub / keffâretüzzünub

  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffe

  • (Çoğulu: Kifef) Terazi kefesi.
  • Her yuvarlak cisim.
  • (Çoğulu: Ükef) El ayası.

kehf

  • Kur'ân-ı Kerimin 18. sûresi.

kehf suresi / kehf sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin on sekizinci sûresi.

kehf-misal

  • Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren.

kehvare

  • Beşik. (Farsça)

keib

  • Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)

kela

  • Yeşil ot.

kelam / kelâm

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
  • Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim.

kelam-ı kadim / kelâm-ı kadîm

  • Allah'a ait olduğu için varlığının başı ve öncesi olmayan kelâm, Kur'ân.

kelam-ı mensur / kelâm-ı mensur

  • Nesir söz.

kelam-ı mudari / kelâm-ı mudarî / kelâm-ı mudârî

  • Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
  • Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur'ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça'dır.

kelbiyyun

  • Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.

kelimat-ı nahviye

  • Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.

kelime-i kudret

  • Kudret kelimesi.

kelime-i menhute

  • Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.

kelime-i rabbaniye / kelime-i rabbâniye

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın kelimesi, sözü.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" ifadesi.
  • Şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.

kelime-i tevhid

  • Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir.

kelkahya / kelkâhya

  • Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.

kell

  • (Çoğulu: Külul) Ağırlık.
  • Yorgunluk.
  • Ufak taneli yağmur.
  • Yetim.
  • Semizlik, besililik.
  • Cibinlik dedikleri ince örtü.

kem

  • Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend)

kem-bidaa

  • Sermayesi az. (Farsça)
  • Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. (Farsça)

kemal-i akıl / kemâl-i akıl

  • Aklın olgunluğa erişmesi.

kemal-i beşeri / kemâl-i beşerî

  • İnsanın mükemmelleşmesi, olgunlaşması.

kemal-i dirayet

  • Dirayetin son derecesi.

kemal-i içtihad / kemâl-i içtihad

  • Tam ve mükemmel bir içtihad; dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadisten hüküm çıkarma.

kemal-i ihtiyar / kemâl-i ihtiyar

  • Allah'ın kusursuz idaresi.

kemal-i iz'an / kemâl-i iz'an

  • Kesin bir şüphesizlik, tam bir inanç.

kemal-i kat'iyet / kemâl-i kat'iyet

  • Tam bir kesinlik.

kemal-i rububiyet / kemâl-i rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyet, yaratıcılık ve terbiyesinin mükemmelliği.

kemalin kemali / kemâlin kemâli

  • Mükemmellik ve kusursuzluğun zirvesi, en mükemmel seviyesi.

kemane

  • Keman veya kemençe yayı. (Farsça)
  • Güreşte bir çeşit oyun. (Farsça)

kemiş

  • Tez yürüyüşlü at.
  • Zekeri küçük at.
  • Memesi küçük koyun.

kempaye

  • Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan. (Farsça)

kemter

  • İtibarsız, eksik anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan bir söz.

kende

  • Hendek, çukur. (Farsça)
  • Biçilmiş, kesilmiş. (Farsça)
  • Kokmuş, ağır kokulu. (Farsça)

kende-haye / kende-hâye

  • "Hayası kesilmiş: Hadım ağası. (Farsça)

keniz

  • Esir kadın. Hayalık, câriye. (Farsça)

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

kenz suresi

  • Fâtiha Suresi.

kenz-i gına / kenz-i gınâ

  • Zenginliğin hazinesi.

kenz-i i'caz-ı risalet / kenz-i i'câz-ı risalet

  • Peygamberlik mu'cizesinin hazinesi.

kerahet / kerâhet

  • İğrenme, istemeyerek zor altında yapma.
  • Şeriatin yasaklamadığı fakat harama yakın olma ihtimali olan ve çekinilmesi gereken husus.
  • İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır.

kerahet vakti

  • Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.

keramet-i gaybiye-i gavsiye

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin geleceğe dair keramet şeklinde haber vermesi ve bu haberin gerçekleşmesi.

keramet-i ihlasiye / kerâmet-i ihlâsiye

  • İhlâsın neticesi olarak meydana gelen kerâmet.

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerih-ün nefes

  • Nefesi ve ağzı pis kokan.

kerim / kerîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
  • Mu

kernaf

  • (Çoğulu: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)

kernafe

  • (Çoğulu: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.

kers

  • Kadının hayız görmesi.
  • Cebretmek, zorlamak.

kerubiyan / kerûbiyân

  • Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir. Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.

kervan / kervân

  • Yolculuk kafilesi.
  • Topluca yolculuk edenler kafilesi.

kervan-ı beni beşer / kervân-ı benî beşer

  • İnsanlık kervanı, dünya yolculuğunu sürdüren insanlık kafilesi.

keş

  • (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş : Cefâ çeken. Esrar-keş : Esrar çeken, esrar içen serseri. (Farsça)

kes-i bikesan / kes-i bîkesan

  • Kimsesizlerin yardımcısı.

kesafet

  • Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak.
  • Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kesb

  • Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu.
  • Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.

kesb-i insan

  • İnsanın bir fiili işlemesi, yapması.

kesb-i insani / kesb-i insanî

  • İnsanın çalışarak kazanması, elde etmesi.

kese

  • Kısa yol, kestirme yol.
  • Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)

keşende

  • "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) (Farsça)
  • Dayanan, tahammül eden, mütehammil. (Farsça)

keses

  • Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
  • Dişleri kısa olmak.

keşf / كشف

  • Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
  • Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.
  • Keşif, bulma, ortaya çıkarma. (Arapça)

keşf-i evliya

  • Velilerin mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmesi.

keşf-i kat'i / keşf-i kat'î

  • Kesin keşif, mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme ve ortaya çıkarma.

keşf-i sadık / keşf-i sâdık

  • Allah'ın velî kullarının mânevî âlemlere ait bazı sır ve hakikatleri Allah'ın ilham etmesiyle görmeleri.

keşf-ül kubur

  • Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.

keşfi / keşfî

  • Keşifle alâkalı.

keşfiyat / keşfiyât

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de
  • Keşifler, bazı hakikatleri ortaya çıkarma, keşfetme hâlleri.
  • Keşifler.

keşfiyat-ı fenniye

  • İlmi keşifler, buluşlar.
  • Fen ve ilmin keşifleri. (Telefon, radyo, uçak gibi.)

keşfiyat-ı kat'iye

  • Kesinliğinde şüphe olmayan keşifler; mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme.

keşfiyat-ı kudsiye-i kur'aniye / keşfiyat-ı kudsiye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın kudsî hakikatlerinin keşfedilmesi.

keşfiyat-ı maneviye / keşfiyat-ı mâneviye

  • Mânevî keşifler.

keşfiyat-ı sadıka

  • Doğru keşifler; manevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme.

kesib

  • Kum tepesi.

kesir / kesîr

  • Çok. Bol. Kesret üzere olan.
  • Türlü. Çeşitli.
  • Çok, çeşitli.

kesir darbı

  • Bölme işleminde paydanın çarpılarak büyütülmesi.

kesir-ül evlad / kesir-ül evlâd

  • Çocukları çok olan. Evlâdı kesir olan.

keşişan / keşişân

  • (Tekili: Keşiş) Papazlar, manastır rahibleri.

keşişane / keşişâne

  • Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette. (Farsça)

keşk

  • Kavi, kuvvetli, sağlam.
  • Kabuğu çıkmış arpa.
  • Arpa suyu.
  • Yoğurt keşi.

keslan / keslân

  • (Bak: KESİL)

keşr

  • Gülünce dişlerin görünmesi.

kesr-i adi / kesr-i âdi

  • Ondalık olmayan kesir. Bayağı kesir. Meselâ: 3/8, 7/20 gibi.

kesr-i aşari / kesr-i âşâri

  • Ondalık kesir. Mahreci (paydası) 10 veya 10'un her hangi bir kuvvetinden ibaret olan kesir. Meselâ: 0,15 - 0,007 gibi.

kess

  • Alt dişleri çenesiyle çıkmak.

ketkete

  • Kahkaha derecesinden azca gülmek.
  • Toy kuşunun sesi.

kevar

  • Meyve veya üzüm küfesi. (Farsça)
  • Bal arısı gömeci, petek. (Farsça)
  • Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. (Farsça)

kevden

  • (Çoğulu: Kevâdân) Semerli at.
  • Akılsız, ahmak, düşüncesiz.

kevser

  • Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları.
  • Bereket.
  • Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey.
  • Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur'an, İslâm, tevhid. İlm-i Ledün. Ma'rifetullah.
  • Cennet ırmaklarının kaynakları.
  • Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümme tinin başına geldikleri meşhûr havuz.

kevser suresi / kevser sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz sekizinci sûresi.

keyd

  • Tuzak. Kötülük, hile.
  • Men'etmek.
  • Kusmak.
  • Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek.
  • Cenk etmek, dövüşmek.
  • Karganın ötmesi.

keyfe

  • Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.

keymus

  • yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

keysaniyye

  • Revâfiz tâifesinden bir sınıf.

kezm

  • Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama.
  • Men'etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Nefesin çıktığı yer.

kıbab

  • (Tekili: Kubbe) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.

kıble saati

  • Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki vakit. Güneşin hangi saatte kıble hizâsında bulunduğu hesâb edilir ve takvimlere yazılır. Bu saatler hergün değişmektedir.

kıdem

  • Öncelik, öncesizlik.

kifa

  • Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.)
  • Eşitlik, beraberlik, müsâvât.

kiffe

  • (Çoğulu: Kifef) Ağ. Tuzak.
  • Terazi kefesi.
  • Her yuvarlak nesne.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kımme

  • (Çoğulu: Kumem) Boy, kamet.
  • Beden.
  • Başın tepesi.
  • Dağ tepesi.
  • Her şeyin yükseği.
  • İnsan cemaati, topluluk.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kira'

  • Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi.
  • Böyle bir şey karşılığı alınan para.

kıraat-ı fatiha

  • Fatiha Sûresinin okunması.

kıraet-i aşere / kırâet-i aşere

  • Kur'ân'ın on kırâet üzere okunması. Kırâet imamları şunlardır: Nafi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza, Kisaî, Ebu Cafer, Yakub ve Halef.

kıran

  • (Çoğulu: Kırânât) Yakınlık, mukarenet.
  • Ayrı iki şeyin birleşmesi.
  • İki gezegenin bir burçta bulunması.

kırat / kırât

  • Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.

kırba

  • (Çoğulu: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı.
  • Tıb: Çocuklarda karın şişmesi.
  • Süt tulumuna da kırba denir.
  • 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.

kırkanbar

  • İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap.
  • Çok şeyler bilen kişi.

kırnak

  • Halayık, cariye, esir kadın.

kırnas

  • Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.

kirş

  • İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi.
  • Karın, mide.

kis

  • (Çoğulu: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi.
  • Rahimde döl yatağı.
  • Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.

kısabe

  • Kesicilik, kasaplık.

kişaf

  • Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu.
  • Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.

kısar-ı mufassal

  • Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir.

kısas

  • Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.

kısasen

  • Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.

kise / kîse / كيسه

  • (Kis-Kese) Küçük-büyük torba kab. (Farsça)
  • Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. (Farsça)
  • Yoğurt kesesi. (Farsça)
  • Para. Para hesabı. Öz para. (Farsça)
  • Kestirme yol. (Farsça)
  • Torba, kese. (Farsça)
  • Para kesesi. (Farsça)

kisebür

  • Yankesici, hırsız. (Farsça)

kısım

  • (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim.
  • Kapalı avucunun alabildiği miktar.

kısm

  • Parçalara ayrılmış şeyin her parçası, çeşit.

kisra

  • Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.

kıss

  • Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi.
  • Bir yerin adı.

kıssa-i musa

  • Hz. Mûsâ'nın hikâyesi.

kıssa-i yusuf

  • Hz. Yusuf'un kıssası, hikâyesi.

kışşebe

  • Dişi maymun eniği.
  • Cüssesi küçük olan kız.

kıssis / kıssîs

  • Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.
  • Keşiş, papaz.
  • Keşiş.

kıst

  • Ölçü ve tartıda doğru davranma.
  • Pay, parça.
  • Parça parça verilen bir şeyin bir defada ödenmesi.

kıst-el yevm

  • Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı.
  • Çalışılmayan günler için kesilen para.

kisve-i arabiye

  • Arapça elbisesi (burada Arapça dili bir elbiseye benzetilmiştir).

kisvet

  • Elbise.
  • Özel kıyâfet.
  • Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kitab-ı mu'cizü'l-beyan

  • Açıklaması ve ifadesi mu'cize olan kitap, Kur'ân.

kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُب۪ينْ

  • Kaderde olan her şeyin gerçekleşmesinde esas tutulan kānunların bütünü; Allahın geçmiş ve gelecekten ziyâde, şimdiki hâle bakan ilmi.

kitabe

  • Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi.
  • Mezartaşı yazısı.

kıtal

  • Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.

kıvam

  • Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali.
  • Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali.
  • Tav.
  • Durma.
  • Çağ.
  • Bir şeyin nizamı.
  • Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.

kıvra'

  • Horozların birbiriyle döğüşmesi.

kıyame suresi / kıyâme sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş beşinci sûresi.

kıyamet / kıyâmet

  • Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin kopması.
  • Her canlının ölü

kıyamet suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup "Lâ Uksimu" Suresi de denir. Mekkidir.

kıyamet-i nev'i

  • Bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi.

kıyamet-i suğra / kıyâmet-i suğrâ

  • Küçük kıyâmet, herkesin kendi ölümü.

kıyas-ı akim / kıyas-ı akîm

  • (Mantık) Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas (meselâ, kitap matbaanın telifi, eseri demek).
  • Man: Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas.

kıyas-ı hafi-yi hadsiye / kıyas-ı hafî-yi hadsiye

  • Zihnin birşey hakkında, sezgi ve âni kavramayla yaptığı gizli kıyas. Meselâ "Eğer Ayın ışığı Güneşten gelmeseydi, durumu değiştikçe ışık yapısı değişmezdi" şeklinde zihne doğan gizli bir kıyasla aklın "O halde Ay ışığını Güneşten alır" şeklinde hükmetmesi.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî / kıyas-ı istisnâî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyas-ı mukassim

  • Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")

kızıl kafirler / kızıl kâfirler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeye inanmayan komünist kimseler, komünistler.

kızıl tehlike

  • Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

köle

  • Allah yolunda harb ederken, kâfirlerden alınan esir.
  • Esir, alınıp satılan insan.

komisyon

  • Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. (Fransızca)
  • Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti. (Fransızca)

komite

  • Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et. (Fransızca)

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

konferans

  • Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma. (Fransızca)

kongre

  • Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı. (Fransızca)

konsey

  • İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. (Fransızca)
  • Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. (Fransızca)
  • Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. (Fransızca)

konvoy

  • ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu.
  • Aynı yere nakledilen insan grubu.
  • Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı.

körük

  • Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet.
  • Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

kozmopolit

  • Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. (Fransızca)
  • Çeşitli milletlerden insanları içine alan. (Fransızca)

kub

  • "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) (Farsça)

kuban

  • (Tekili: Kub) Vurucular, dövücüler. (Farsça)
  • Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

kubbe-i hadra / kubbe-i hadrâ

  • Medîne-i münevverede bulunan Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinin üzerindeki yeşil kubbe.
  • Yeşil kubbe.

kubbe-i mina / kubbe-i mîna

  • Gökyüzü. Gök kubbesi.
  • Gök kubbesi, gökyüzü.

kubbe-i saadet

  • Mutluluk kubbesi; büyük ve manevî derecesi yüksek bir zâtın kabrinin ve türbesinin bulunduğu yer.

kubbet-ül islam / kubbet-ül islâm

  • İslâmın kubbesi.
  • Belh şehrinin başka bir adı.

kubeb

  • (Tekili: Kubbe) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.

kübra

  • (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük.
  • Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle.

kubu'

  • Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi.
  • Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.

küdame

  • Her nesnenin bakiyyesi.

kuddise sirruh

  • Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.

kuddise sırruhu

  • "Sırrı ve hakikatı muazzez ve müşerref olsun" meâlinde bir hürmet ifadesidir.
  • 'Sırrı ve hakikati muazzez ve müşerref olsun' meâlinde bir hürmet ifadesi.

kuddise sirruhu / kuddise sirruhû

  • İlâhî hikmetten öğrendiği sırlar mübarek ve pak olsun anlamında, büyük veliler için kullanılan bir hürmet ifadesi.

kuddus

  • Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır.
  • Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. "En mukaddes" gibi.

kudret

  • Güç, güçlü olma.
  • Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
  • Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.

kudret ve irade-i ilahiye / kudret ve irade-i ilâhiye

  • Allah'ın kudret ve iradesi.

kudret ve irade-i rabbaniye / kudret ve irade-i rabbâniye

  • Bütün varlıkların idaresi ve terbiyesi elinde olan Cenâb-ı Hakk'ın güç, iktidar ve iradesi.

kudret ve kader kalemi

  • Allah'ın olacak olayları olmadan önce bilip yazması, takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kudsi cümle-i kur'aniye / kudsi cümle-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın kutsal cümlesi; âyet.

kudsiyan

  • Kudsiler.
  • Melekler. Melâike taifesi.

küdu'

  • Soğuğun bitkilere zarar vermesi.

küduret

  • (Keder. den) Bulanıklık.
  • Koyuluk, kesiflik.
  • Kaygı. Tasa. Kederlilik.

küf

  • Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad.
  • Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.

küfat

  • (Tekili: Küfv) Eşitler.
  • Denkler, müsaviler.

küfe

  • Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. (Farsça)

küffe

  • (Çoğulu: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.

küfr

  • Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmemek.

kuftehar

  • Köfte yiyen. (Farsça)
  • Geveze, çenesi düşük. (Farsça)
  • Şarlatan. Kendini beğenmiş. (Farsça)
  • Çapkın. (Farsça)

küh-sar

  • Dağ tepesi. Dağlık. (Farsça)

kuhamun

  • Tepesi düz olan dağ. (Farsça)

kuhe

  • Dağ. (Farsça)
  • Hücum, saldırma. (Farsça)
  • Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. (Farsça)
  • Deve hörgücü. (Farsça)
  • At eyeri. (Farsça)

kuhl / كحل

  • Göz sürmesi. (Arapça)

kuhme

  • Düşünmeden bir işe girişme.
  • Şiddet.
  • Kıtlık senesi.
  • Zor iş.

kuhsar

  • Dağ tepesi. (Farsça)
  • Dağlık yer. (Farsça)

kühulet

  • Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.

kulab

  • Bir çeşit deve hastalığı.

külah / külâh

  • Takke. Kalpak. Baş örtüsü.
  • Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek.
  • Tepesi sivri başlık.

kulame

  • Tırnak kesintisi. Kesinti.

kulameteyn

  • İki tırnak kesintisi. Parantez. ()

küliçe-i nühas

  • Bakır külçesi.

kulis faaliyeti

  • Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.

kulkul

  • Şen, çevik, atik.
  • Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses.
  • Büyük, derin deniz.
  • Hızlı giden at.

kulle

  • (Çoğulu: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve.
  • Kule.
  • Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


külli irade / küllî irâde / كُلّ۪ي اِرَادَه

  • Allahın her şeyi kuşatan irâdesi.

külliyat-ı hakaik / külliyât-ı hakaik

  • Gerçeklerin bir araya gelmesi, gerçekler bütünü.

külliyen

  • Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.

kültür

  • Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. (Fransızca)
  • Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. (Fransızca)
  • Terbiye. (Fransızca)
  • Ziraat. (Fransızca)
  • Tıb: Tecrübe veya ilâç yapmak için mikrop besleme ve çoğaltma. (Fransızca)

kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

kümun

  • Pusulanıp gizlenmek.
  • Tıb: Gözde "gümne" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.

kun / kûn

  • Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.

künc-i kanaat

  • Kanaat köşesi.

künc-i mihen

  • Mihnet, sıkıntı ve ıztırab köşesi.

küngüre

  • Kubbenin en yüksek yeri, tepesi. (Farsça)

künuz-u mütenevvi / künûz-u mütenevvi

  • Çeşit çeşit kıymetli hazineler.

künye

  • Bir kimsenin adı, soyadı, ülkesi, doğumu, mesleği gibi özelliklerini gösteren kayıt.

kur'a çekmek

  • Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen isim.

kur'an hattı / kur'ân hattı

  • Kur'ân'ın yazılı olduğu alfabe, Arap alfabesi.

kur'an lafz-ı mübarekesi / kur'ân lâfz-ı mübarekesi

  • Mübarek Kur'ân kelimesi, sözü.

kur'an-ı azim-i hakim / kur'ân-ı azîm-i hakîm

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet, mu'cize ve faydalar bulunan yüce, büyük Kur'ân.

kur'an-ı bahirü'l-burhan / kur'ân-ı bâhirü'l-burhan

  • Kesin, güçlü ve apaçık delillere sahip olan Kur'ân.

kur'an-ı ezher / kur'ân-ı ezher

  • Parlak Kur'ân (ayrıca burada Kur'ân, insanlığın bütün kabiliyet ve donanımının gelişmesine hitap ettiği için evrensel üniversite anlamında Ezher Üniversitesine benzetilmiş de olabilir.).

kur'an-ı hakim / kur'ân-ı hakîm

  • Hikmetli Kur'ân; her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur'ân.

kur'an-ı hakim ve kerim / kur'ân-ı hakîm ve kerîm

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet, mu'cize ve faydalar bulunan Kur'ân.

kur'an-ı hakimin nuru / kur'ân-ı hakîmin nuru

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve mu'cizeler bulunan Kur'ân'ın nuru, aydınlığı.

kur'an-ı mu'ciz-ül beyan

  • Beyan ve ifadesi mu'cize olan Kur'an.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân / قُرْاٰنِ مُعْجِزُ الْبَيَانْ

  • İfadesi, (benzerini getirmede) herkesi âciz bırakan Kurân.

kur'an-ı rabbani / kur'ân-ı rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın Kur'ân'ı; kâinat kitabı.

kuraa

  • Kalem kesintisi. Kalem yongası.

kurane / kûrâne

  • Körcesine. (Farsça)

kurb-i derece

  • Ölen bir kimseye yakınlık derecesi.

kurban

  • Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey.
  • Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan.
  • Bir maksad uğrunda feda olma.
  • Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.

küre-i hava

  • Hava küresi, atmosfer.

küre-i havaiye / küre-i havâiye

  • Hava küresi, atmosfer.

kureyş

  • Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi.
  • Kökü Hz. İbrahim'e dayanan Peygamberimizin mensup olduğu meşhur Arap kabilesi.
  • Peygamberimizin kabilesi.

kureyş kabilesi

  • Kökü Hz. İbrahim'e dayanan Peygamberimiz Hz. Muhammed'in mensup olduğu meşhur arap kabilesi.

kureyş lehçesi

  • Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.

kureyş rüesaları / kureyş rüesâları

  • Kureyş kabilesinin reisleri, ileri gelenleri.

kureyş suresi / kureyş sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz altıncı sûresi.

kureyşi / kureyşî

  • Kureyş kabilesine mensup kimse.
  • Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub.

kureyza

  • Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim.

kurmay

  • Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay.
  • Mc: Becerikli.

kurme

  • İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.

kurmus

  • (Çoğulu: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kurun-u uhra / kurûn-u uhrâ

  • Son çağ, dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.

kürur-u a'vam

  • Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.

kurzum

  • Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.

kusara

  • İsteğin ve arzunun son derecesi.

küsbe

  • Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.

kuşe-i kabr / kûşe-i kabr

  • Kabir köşesi.

kuşe-i nisyan / kûşe-i nisyan

  • Unutma köşesi, nisyan köşesi.
  • Unutma köşesi, unutulan yer.

kuşluk vakti

  • Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.
  • Güneşin doğup bir miktar yükselmesinden başlayıp Günişin gökyüzünün tam ortasına gelmesinden biraz öncesine kadar olan vakit.

kuşluk zamanı

  • Güneşin doğuşundan yaklaşık iki saat sonrasından başlayıp öğle vaktine kadar devam eden zaman dilimi.

kuss ibn-i saide

  • İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir d

küştar

  • Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. (Farsça)
  • Et. (Farsça)

küştere

  • Uzun dülger rendesi. (Farsça)

küşud

  • Memesi küçük davar.

küsuf

  • Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.

küşuf / küşûf

  • Keşifler, mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri görme işlemleri.
  • Keşifler, açmalar, bulmalar.

küsuf-u cüz'i / küsuf-u cüz'î

  • Güneşin bir kısmının tutulması.

küsuf-u külli / küsuf-u küllî

  • Güneşin tamamının tutulması.

küsur / küsûr / كسور

  • (Tekili: Kesir) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık.
  • Kesirler. (Arapça)
  • Parçalar. (Arapça)

kusva / kusvâ

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem devesinin adı.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuta'

  • Düş yormak, rüya tâbir etme.
  • Su kesilmek.
  • Başka yere gitmek.

kutaa

  • Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.

kutb

  • İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.

kutb-i irşad / kutb-i irşâd

  • İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.

kutb-ul aktab

  • Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İ

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

kutbiyet

  • Kutup mertebesine erme hali.

kutbiyyet

  • Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi.

kütle-i azime-i mayia-i nariye / kütle-i azîme-i mâyia-i nâriye

  • Sıvı haldeki büyük ateş kütlesi.

kutre

  • Avcılar kümesi.

kutta'

  • (Tekili: Katı') Kesiciler, kat' ediciler, kesenler.

kutu'

  • Sudan veya bir yoldan geçme.
  • (Kuşlar) göç etme.
  • (Tekili: Kat') Kesintiler.

kütüb-ü salise / kütüb-ü sâlise

  • Üçüncü kitap, üçüncü makale (Muhâkemât'ın üçüncü makalesi).

kütüphane-i mesai / kütüphane-i mesâi

  • Çalışma kütüphanesi, içinde çalışılan kütüphane.

kütüphane-i vücud

  • Varlık kütüphanesi.

kutur

  • Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.

küub

  • (Küubet) Kızın memesinin büyümesi.

küvh

  • (Çoğulu: Ekvâh) Penceresiz ev.

kuvve-i münbite

  • (Ağaç ve bitkileri) Bitirip yeşillendirme ve büyütme gücü.

kuvve-i mütehayyile

  • Hissolunan şeyin gıyabında resim ve tasvir kuvveti. Hayâl kuvveti.

kuvve-i sebuiye

  • İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi.

kuvve-i vahime / kuvve-i vâhime

  • Vehim ve hayâl duygusu. Kuruntu hâssesi.

kuvveden fiile geçme

  • Potansiyel halde olan birşeyin fiilen meydana gelmesi, ortaya çıkması.

kuvvet-i kamile / kuvvet-i kâmile

  • Mükemmel güç, kıvam ve zirvesinde olan güç.

kuvvet-i kat'iyet

  • Kesinlikten kaynaklanan kuvvet.

küvviret suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 81. Suredir. İzeşşemsü Küvviret veya Tekvir Suresi de denir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.

kuyud-u ihtiraziye / kuyûd-u ihtiraziye

  • Bazı hakların kullanılabilmesi için öne sürülen şartlar ve çekinceler; tedbir ve çekince kayıtları.

küzaz

  • Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi.

la rabbe illa hu / lâ rabbe illâ hû

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'tan başka ilâh yoktur.

la'netullah

  • "Allah lânet eylesin" mânâsında beddua.

laboratuvar

  • İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer. (Fransızca)

labüd / lâbüd

  • Şüphesiz, kesin.

lacerem

  • şüphesiz, elbette, besbelli.
  • Nâçar, zaruri.

lafz-ı celal / lâfz-ı celâl

  • Allah kelimesi.

lafz-ı gafur / lâfz-ı gafûr

  • Gafûr kelimesi.

lafz-ı hakim / lâfz-ı hakîm

  • Hakîm kelimesi.

lafz-ı kadir / lâfz-ı kadîr

  • Kadîr kelimesi.

lafz-ı rab / lâfz-ı rab

  • "Rab" kelimesi.

lafz-ı rahim / lâfz-ı rahîm

  • Rahîm kelimesi.

lafz-ı rahman / lâfz-ı rahmân

  • Rahman kelimesi.

lafz-ı resul / lâfz-ı resul

  • Resul lâfzı, kelimesi.

lafz-ı salavat / lâfz-ı salâvat

  • Salâvat kelimesi; Peygamberimize rahmet ve esenlik dileme sözü.

lafz-ı şeriat / lâfz-ı şeriat

  • Şeriat sözü, ifadesi.

lafz-ı yasin / lâfz-ı yâsin

  • "Yâsin" kelimesi.

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

lafz-perdazane

  • Çeşitli ve çok söyleyerek. (Farsça)

lafza-i celal / lâfza-i celâl

  • "Allah" kelimesi.

lafzı alim / lâfzı alîm

  • Alîm kelimesi.

lafzi mu'cize / lâfzî mu'cize

  • Kur'ân'ın lâfzına ait mu'cize; Kur'ân'ın yazı ve hat san'atıyla yazılırken farkında olmayarak "Allah" lâfızlarının alt alta gelmesi şeklinde görünen Kur'ân mu'cizesi.

lafzullah / lâfzullah

  • "Allah" lâfzı, kelimesi.

lagv

  • Faydasız çirkin söz.
  • Köpeğin ürkmesi.
  • Deve avazı.
  • Rağbet olunmayan nesne.
  • Hükümsüz.
  • Kaldırmak.
  • Hata etmek.
  • İbtâl etmek.

lahavle / lâhavle

  • (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.

lahh

  • Ulaşmak, varmak.
  • Yağmuru kesilmeyen bulut.

lahiyane / lâhiyâne

  • Eğlenircesine, oynarcasına.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

lahn-ı celi / lahn-ı celî

  • Açık ve herkesin bildiği tecvîd hatâsı.

laic

  • (Çoğulu: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse.

lailaç / lâilaç

  • Çâresiz, dermansız, imkânsız.

lain / lâin

  • Lânet eden. Lânetleyen.
  • Herkesin kınadığı.

laklaka

  • Leylek sesi.
  • Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses.
  • Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak.
  • Boş ve mânasız söz.

lala

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. (Farsça)
  • Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. (Farsça)
  • Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine (Farsça)

lalesar

  • Lâlelik. Lâlebahçesi. (Farsça)
  • Sığırcık kuşu. (Farsça)

lalezar / lâlezâr / lâlezar / لاله زار

  • Lâle bahçesi. Lâlelik. (Farsça)
  • Lâle bahçesi.
  • Lale bahçesi. (Farsça)

lam / lâm

  • Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur.
  • Arap alfabesinde yer alan bir harf.

lam-ı ta'rif veya lam-ı istiğrak / lâm-ı ta'rif veya lâm-ı istiğrak

  • Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'r

lamehale / lâmehale / lâmehâle / لامحاله

  • Hilesiz.
  • Çaresiz, imkânsız, ister istemez.
  • İster istemez, çaresiz. (Arapça)

lanazir / lânazîr

  • Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan.

larayb / lârayb

  • Şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz.

laşe / lâşe

  • Cife. Kokmuş et parçası.
  • Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri.
  • Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan.
  • Zayıf ve cılız hayvan.
  • Mc: Kıyıda
  • Leş. Kendiliğinden ölmüş veya İslâmiyet'in emrine uygun olmayarak kesilmiş veya öldürülmüş hayvan ve böyle hayvanın eti.

laşek / lâşek

  • Şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette.
  • Şüphesiz.

latife-i müdrike / lâtife-i müdrike

  • İdrâk etme duygusu, anlama ve kavrama hassesi.

latim / latîm

  • Babası ve annesi olmayan kişi.
  • Yüzünün bir tarafı beyaz olan at.
  • Yarış atlarının dokuzuncusu.

latince

  • Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.

laübali / lâübâlî

  • Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.

laübalicesine / lâübâlicesine

  • Ciddiyetsizcesine.

laubalilik / lâubâlilik

  • Laubali olma hali; saygısızlık, seviyesizce davranma.

lavanta

  • Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.

layemutane / lâyemûtâne

  • Ölümsüzcesine.

layenkatı / lâyenkatı / لاینقطع

  • Kesintisiz.
  • Kesilmeksizin, aralıksız.
  • Kesintisiz, sürekli. (Arapça)

layenkatı' / lâyenkatı'

  • Aralıksız. Kesilmeksizin.

layiha-i temyiz / lâyiha-i temyiz

  • Yargıtaya yazılan itiraz dilekçesi.

layiha-yı tashih / lâyiha-yı tashih

  • Mahkeme kararının düzeltilmesi istemiyle bir üst mahkemeye sunulan yazı, dilekçe.

laz

  • Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim.
  • Bu kavimden olan kimse.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bir mesele hakkında hiçbir delil ve işarete ihtiyaç olmadan, o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey (insan denilince ilim kabiliyetinin akla gelmesi gibi).
  • Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...

lazım-ı zati / lâzım-ı zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.

lazıme-i zaruriye-i beyyine / lâzıme-i zaruriye-i beyyine

  • Bir meseleyle beraber düşünülmesi ister istemez zaruri olan diğer bir şey ("Allah" denilince Onun ezelî olduğu da zorunlu olarak bilinir).

lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye

  • Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.

lazımü'l-arz / lâzımü'l-arz

  • Arz edilmesi gerekli olan.

lazımü't-tashih / lâzımü't-tashih

  • Düzeltmesi gerekli.

lazlaza

  • Yılanın deprenmesi.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

lebid

  • İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair.

leblebe

  • Esirgemek.
  • Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak.

ledün

  • İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kel

ledünn

  • (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı iz

lefef

  • Pelteklik, kekemelik.
  • Yorgunluk.
  • Besililik, semizlik.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

leha

  • (Lehu. nun müennesidir) Hakkında. O kadın için.

leheb

  • Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz.

leheb suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 111. suresi olup "Tebbet, Mesed" Suresi de denir. Mekkîdir.

leheb-ün nar / leheb-ün nâr

  • Ateşin alevi.

leheban

  • Ateşin alevlenmesi.

lehs

  • Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma.

lemeat-ı müteferrika / lemeât-ı müteferrika

  • Çeşitli parıltılar.

lemeat-ı şems

  • Güneşin parıltıları.

leş

  • Kendiliğinden ölen veya Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip de başka sûretle öldürülen veya Ehl-i kitâb olmayan kâfir ve mürtedlerin kestikleri yenmesi haram hayvanlar. Ölmüş hayvan.

letafet

  • Hoşluk, lâtiflik.
  • Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek.
  • Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.

letf

  • Sık olmak.
  • Bahçede ağaçların sık bitmesi.
  • Yaraşıklı olmak.

levahik / levâhik

  • Sonra ilâve olan, peşine eklenen.

levaic

  • (Tekili: Lâice) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

levendane / levendâne

  • Leventçesine, hızla, süratle. (Farsça)

levh

  • Levha, yazı, resim, manzara.

levha

  • Manzara, yazı, resim.
  • Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt.
  • Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.

levise / levîse

  • Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler.

levn

  • Renk, boya. Sıfat, nev', çeşit, tür. Bir şeyi diğerinden ayıran alâmet.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

levz

  • Sığınma, himâyesine girme.

leyal-i aşr

  • Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler.

leyl suresi / leyl sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 92. Suresinin ismidir.
  • Kur'ân- kerîmin doksan ikinci sûresi.

leyla / leylâ

  • Çok karanlık gece.
  • Arabi ayların son gecesi.
  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı.
  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramanı.

leyle-i bedr

  • Ayın ondördüncü gecesi.

leyle-i berat / leyle-i berât

  • (Bak: Berat gecesi)
  • Berat Gecesi; hicrî ayların sekizincisi olan Şaban ayının on beşinci gecesi.
  • Mübârek gecelerden, Şâban ayının on beşinci gecesi.

leyle-i erbaa

  • Haftanın dördüncü gecesi olan çarşamba gecesi.

leyle-i isra / leyle-i isrâ

  • Mübârek gecelerden Mi'râc gecesi.

leyle-i kadir / leyle-i kadîr / لَيْلَۀِ قَدِرْ

  • Kadir gecesi.
  • Kadir Gecesi.

leyle-i kadr

  • Kadir Gecesi.
  • Ramazân-ı mübârekin ve senenin en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur'ân âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye başladığı gece.

leyle-i mi'rac / leyle-i mi'râc

  • Mirac gecesi.
  • Mi'râc gecesi.
  • Mübârek gecelerden, Resûlullah efendimizin Mîrâca çıktığı Receb ayının yirmi yedinci gecesi.

leyle-i mirac

  • Mirac gecesi.

leyle-i miraç

  • Mübârek Mi'rac gecesi.

leyle-i nısf-ı regaib

  • Regaib Gecesinin yarısı.

leyle-i regaib / leyle-i regâib

  • Regaib gecesi.
  • (Bak: Regaib gecesi)
  • Mübârek gecelerden, Receb ayının ilk Cumâ gecesi.

leyle-i regaip

  • Regaip gecesi.

leyle-i zu-kadir / leyle-i zû-kadîr

  • Kadir sahibi gece, kadir gecesi.

leyle-i zulmet-i cehil

  • Cehaletin karanlık gecesi.

leym

  • İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak.
  • Salâh.
  • Bir nârenciye meyvesi.

leyyin-ül canib / leyyin-ül cânib

  • Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan.

lezen

  • Şiddet.
  • Darlık.
  • Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.

lezk

  • Yaranın iyileşmesi, onulması.

lezzetperest

  • Maddî mânevi zevk ve lezzet peşinde koşan, zevk ve lezzete düşkün.

li-eclillah

  • Allah için, Allah rızası için. Allah rızası dairesinde.

lian / liân

  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.
  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

libas-ı mana / libas-ı mânâ

  • Mânâ elbisesi.

libas-ı takva

  • Takva elbisesi. Sâlih ameller.

licaf

  • Kapının üst eşiği.

lillahi-l hamd / lillâhi-l hamd

  • Ne kadar hamd ve şükürler varsa ve olmuşsa, cümlesi Allaha mahsustur, ona gider, ona âittir.

limmi / limmî

  • Eser sahibinden eserlerine götüren delil, ateşin dumana delil olması gibi.

linç

  • Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi.

lis

  • Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis : Çanak yalayıcı. Dalkavuk. (Farsça)

lisan-ı hal

  • Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi.

lisan-ı ıztırar

  • Çaresizlik ve mecburiyet dili.

lisan-ı ıztırari / lisan-ı ıztırarî

  • Çaresizlik ve mecburiyet dili.

lisan-ün-nar / lisan-ün-nâr

  • Ateşin alevi, ateşin parıltısı.

lisans

  • Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. (Fransızca)
  • Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. (Fransızca)
  • Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. (Fransızca)
  • İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak (Fransızca)

loça

  • Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler.

lokavt

  • ing. Bir işverenin, isteklerini kabul ettirmek gayesiyle işyerini kapaması.

lokman suresi / lokman sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 31. Suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz birinci sûresi.
  • Kur'ân-ı Kerimin 31. sûresi.

lu'bet

  • Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak.
  • Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.

lübab

  • Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini.

lübus

  • (Tekili: Libâs) Esvaplar, elbiseler.
  • Savaş elbisesi.

lügaz

  • Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.
  • (Çoğulu: Elgâz) Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
  • Yaban fâresinin delikleri.
  • Yolcuya zahmet veren çapraşık yol.
  • Bilmece.

lühab

  • Ateş alevlenmek.
  • Işıklanmak, şule vermek.
  • Ateşi yakıp tutuşturmak.

luk

  • Kısa tüylü yük devesi. (Farsça)

lukme-şümar

  • Herkesin lokmasını sayan. (Farsça)
  • Mc: Pinti, hasis, cimri. (Farsça)

lümeze

  • Herkesi ayıplama.

lümme-i şeytaniye / lümme-i şeytâniye

  • Şeytanın vesvesesi. Şeytanın verdiği kuruntu.

lut

  • Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lut, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve

lütf-u rabbani / lütf-u rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın ihsanı, bağışı.

lütf-u rahman / lütf-u rahmân

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın iyilik ve bağışı.

lütf-u rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı.

lütfiye

  • İsmail Fakazlı'nın eşi.

lütuf

  • Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi.
  • Güzellik, hoşluk.
  • İyilik, iyi muâmele.

lütufkarane / lütufkârane

  • Lütuf edercesine.

lüzum-u kat'i / lüzum-u kat'î

  • Kesin gereklilik.

lüzum-u zati-i tabii / lüzum-u zâti-i tabiî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ tam olmasa da "Ateşin lüzum-u zâti-i tabiîsi sıcaklıktır." denilebilir.

ma / mâ

  • Biz mânasınadır. (Farsça)
  • Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) (Farsça)

ma'dele-i ulya / ma'dele-i ulyâ

  • Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet.

ma'hed

  • (Çoğulu: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri.

ma'hud

  • Ahdolunmuş, bilinen, sözleşilen.
  • Sözü geçen.

ma'kes

  • Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.)

ma'kusen mütenasib

  • Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı.

ma'lum

  • Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir.
  • Bilinen, belli olan.

ma'mulün bih

  • Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)

ma'nevi hastalık / ma'nevî hastalık

  • Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

ma'nevi tevatür / ma'nevî tevâtür / مَعْنَو۪ي تَوَاتُرْ

  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi farklı tarzlarda haber vermesi.

ma'refe

  • Atın yelesi bittiği yer.

ma'rifet

  • Herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkla yapılmış olan şey.
  • Bilme, biliş, bilgelik.

ma'ruz / ma'rûz / مَعْرُوضْ

  • Bir şeyin tesirinde kalan.

ma's

  • Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp.

ma'un suresi / mâ'ûn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.

ma'zerethah / ma'zerethâh

  • Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen. (Farsça)

ma-bihi-l-hayat

  • Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan.

ma-bihi-l-i'timad

  • İtimada vesile ve sebep olan şey.

ma-hala

  • (Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i mevsule / mâ-i mevsule

  • Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.

ma-vera

  • Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.

maada

  • Başka. Fazla. Bundan gayrı. (İstisnâ kelimesidir)

maahid

  • (Tekili: Ma'hed) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler.

maakka

  • Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.

maani / maanî

  • (Tekili: Mâna) Mânalar.
  • Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı.

maani-i mensusa / maânî-i mensûsa

  • Âyet ve hadis ile sabit, tesbit edilmiş kesin mânâlar.

maani-i rububiyet / maânî-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin ifadeleri.

maani-i ula / maanî-i ûlâ

  • Evvelki mânâlar, vesileler.

maarif dairesi

  • Eğitim dairesi, Millî Eğitim Bakanlığı.

maarif-i mütenevvia

  • Çeşit çeşit bilgiler.

maarif-perver

  • Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden. (Farsça)

maazallah / maâzallah / معاذ اﷲ

  • Allah korusun, Allah esirgesin.
  • Allah esirgesin. (Arapça)

maaziyadetin

  • Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol.

maba'd e't-tabiiye / mâba'd e't-tabiiye

  • Tabiat ötesi, metafizik.

maba'd-tabia

  • Fizikötesi, metafizik.

maba'dut-tabia / mâba'dut-tabîa / مابعدالطبيعه

  • Fizik ötesi, doğa ötesi. (Arapça)

maba'duttabiiyye / mâba'duttabîiyye / مابعدالطبيعيه

  • Metafizik, doğa ötesi. (Arapça)

mabadettabiiye / mâbâdettabiîye

  • Fizik ötesi, metafizik.

mabud-u ezeli / mâbûd-u ezelî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve sadece kendisine ibadet edilmesi gereken Allah.

mabudiyet-i amme / mâbudiyet-i âmme

  • Yaratılan tüm varlıkların Allah'a ibadet etmesi.

macera-yı hayatiye

  • Hayat hikâyesi, yaşanan olaylar.

madde-i esiriye / madde-i esîriye

  • Esîr maddesi; bütün kâinatı dolduran ince, lâtif madde.

madde-i hayat

  • Hayat maddesi.

madde-i kanuni / madde-i kanunî

  • Kanun maddesi.

madde-i kanuniye

  • Kanun maddesi.

madde-i kur'an / madde-i kur'ân

  • Kur'ân'ın maddesi.

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

madde-i nur

  • Işık maddesi.

madde-i ulya / madde-i ulyâ

  • Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey.

maddiyat-ı kesife

  • Kesif, şeffaf olmayan maddeler.

maddiyun ve tabiiyyun taunu / maddiyun ve tabiiyyun tâunu

  • Her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışma vebası.

magazin

  • Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua.

magfele

  • Dudak altında biten kılların çevresi.

magfiret

  • (Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.

magfiret-i ilahiye / magfiret-i ilâhiye

  • Allah'ın mağfireti, affetmesi.

maglata-i şeytaniye

  • İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.

mağlata-i vehmiye / mağlâta-i vehmiye

  • Vehmin yanlışı doğru göstermesi, olmayan bir şeyi varmış gibi tasvir etmesi.

maglata-i vehmiyye

  • Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi.

maglubiyyet

  • Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş.

magres

  • Fidan bahçesi. Fidanlık.

magrib

  • (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.

mağrib-i ihtifa / mağrib-i ihtifâ

  • Kaybolup gizlenme yeri olan batı (tarih, güneşin gizleip kaybolduğu yer olan, batıya benzetilmiş).

magrurane

  • Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Farsça)

mahak

  • Her arabî ayın son üç gecesi.

mahbubiyyet

  • Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)

mahcur / mahcûr

  • Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse.

mahdu'

  • Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse.
  • Boyun damarı kesilmiş kişi.

mahdud

  • Dikeni kesilmiş ağaç.
  • Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün.
  • Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş.

mahfuf

  • Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış.

mahiyat-ı mümkinat / mâhiyât-ı mümkinât

  • Kâinattaki varlıkların mâhiyetleri; varlığıyla yokluğu eşit olan ve varlığı Cenâb-ı Hakkın var etmesine bağlı olan varlıkların temel özellikleri, asıl yapıları.

mahiyat-ı mümkine

  • Mümkin olan mâhiyetler; varlığı da yokluğu da eşit olan varlıkların temel özellikleri.

mahkeme-i evkaf

  • İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad.

mahkeme-i kübra

  • Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer.

mahkeme-i kübra-yı haşir / mahkeme-i kübrâ-yı haşir

  • Haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme.

mahkeme-i şer'iyye

  • Şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme.

mahkeme-i temyiz

  • Temyiz Mahkemesi; Yargıtay.

mahkum-u mutlak / mahkûm-u mutlak

  • Mutlak sûretle hüküm altında bulunan, başkasının hüküm ve iradesiyle her yönden sınırlı olan.

mahleb

  • (Çoğulu: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.

mahmud şevket paşa

  • 31 Mart Hâdisesi patlak verdiği sırada Selânik'te bulunan Redif Tümeninin kumandanı.

mahmul

  • Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış.
  • Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil.
  • Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık" mahmuldur.

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahnun

  • Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.

mahrec

  • Çıkacak yer.
  • Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer.
  • Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda)
  • Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.)
  • Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye v
  • Sesin ağızdan çıkış yeri.

mahrek-i senevi / mahrek-i senevî

  • Bir gezegenin bir sene boyunca döndüğü daire, hareket yolu, yıllık yörüngesi.
  • Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire.

mahrem / مَحْرَمْ

  • Gizli.
  • Dince ve şer'an müsaade olunmayan.
  • Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.
  • Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır
  • Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.
  • Gizli, herkese söylenmeyen.
  • Gizli, yasak, başkasına haram olan, evlenilmesi haram olan akraba.
  • (Evlenilmesi) haram olan.

mahrumane

  • Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine.

mahrut-u nakıs / mahrût-u nâkıs

  • Kesik koni şeklinde.

mahşer-i acaib / mahşer-i acâib

  • Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri.
  • Hayret edilecek harika şeylerin bulunduğu yer.

mahşub

  • Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç.

mahsul-ü hikmet

  • Hikmet ürünü, neticesi.

mahtelef-el melevan

  • Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince.

mahtumane / mahtûmâne

  • Bitirircesine, bir kitabı bitirince verilen ziyafet gibi.

mahviyetkarane / mahviyetkârane

  • Benliğini silercesine.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

mahz-ı eser-i rahmet ve inayet / mahz-ı eser-i rahmet ve inâyet

  • İlâhî şefkat, merhamet ve yardımın eksiksiz gerçekleşmesi.

mahzen-i esrar

  • Sırlar hazinesi, kaynağı.

mahzen-i esrar-ı ilahiye / mahzen-i esrar-ı ilâhiye

  • İlâhî sırların hazinesi.

mahzen-i hakaik

  • Hakikatler, gerçekler hazinesi.

mahzud

  • (Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş.
  • Düzgün.
  • Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.

maide

  • Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet.
  • Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • Yemek yenilen sofra, yemek, ziyafet.
  • Kur'ân-ı Kerim'in
  • sûresi.

maide suresi / mâide sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.

mail-i kamer / mâil-i kamer / مَائِلِ قَمَرْ

  • Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi.
  • Ay'ın yörüngesi.
  • Ayın yörüngesi.

mailikamer / mâilikamer

  • Ayın yörüngesi.

makabl / mâkabl

  • Öncesi.

makablettarih / mâkablettârih / ماقبل التاریخ

  • Tarih öncesi. (Arapça)

makabli / mâkabli

  • Öncesi.

makabliyle / mâkabliyle

  • Öncesiyle.

makam-ı ahsen-i takvim

  • Yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesi.

makam-ı azam-ı tevhid / makam-ı âzam-ı tevhid

  • Tevhidin en büyük seviyesi.

makam-ı mahbubiyet

  • Allah'ın sevgisini kazanma makamı, derecesi.

makam-ı mahmud / makâm-ı mahmûd

  • Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

makam-ı müşiriyet

  • Mareşallik rütbesi.

makam-ı nüfuz

  • Tesir, etki makamı.

makam-ı rıza

  • Allah'tan gelen herşeye razı olma derecesi.

makam-ı şeref

  • Şeref makamı, derecesi.

makamat-ı süluk / makâmât-ı sülûk

  • Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

makàsıd-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler.

makatı'

  • (Tekili: Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler.
  • (Kat') Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.

makbuz / مقبوض

  • Alınmış, alındı belgesi.
  • Sıkılmış, daraltılmış.
  • Alınmış. (Arapça)
  • Alındı belgesi. (Arapça)

makdem-i behar / makdem-i behâr

  • Baharın gelmesi.

makdur-üt teslim

  • Ele geçirilmesi mümkün olan.

makid

  • Kesilmeyen ve daimi olan.

makine-i acibe-i ilahiye / makine-i acîbe-i ilâhiye

  • Allah'ın hayret verici makinesi, eseri.

makine-i ahval / makine-i ahvâl

  • Hallerin makinesi, idârî ve içtimâi çark.

makine-i alem / makine-i âlem

  • Bir makine gibi mükemmel bir şekilde çalışan âlem, dünya makinesi.

makine-i hayat

  • Hayat makinesi.

makine-i rabbaniye / makine-i rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın makinesi.

makine-i tekemmülat / makine-i tekemmülât

  • İlerleme, olgunlaşma makinesi.

makine-yi hayat

  • Hayat makinesi; bir makine gibi büyük bir denge ve sistemle çalışan hayat.

maklub

  • (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş.
  • Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)

maklum

  • Yontulmuş ve kesilmiş olan.

makrun-u sıhhat

  • Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla.

maksad-ı irşadi / maksad-ı irşadî

  • Yol gösterme gayesi.

maksadü'l-makasıt

  • Gayelerin gayesi.

maksatsız

  • Gayesiz, hedefsiz.

maksur

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i

maksus

  • Kesilmiş, kırpılmış.

maksuv

  • Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.

makta / مقطع

  • Kesit.
  • Kesim yeri. (Arapça)
  • Kesit. (Arapça)

makta'

  • Kesilen yer, kesinti yeri, başlangıç yeri.
  • Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
  • Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü.
  • Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.

maktaa

  • Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.

maktu / maktû / مقطوع

  • Kesilmiş, kesik. (Arapça)
  • Pazarlık yapılmaz. (Arapça)

maktu'

  • (Maktua) (Çoğulu: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş.
  • Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş.
  • Götürü.

makulat

  • (Tekili: Makule) Çeşitler, takımlar. Kategoriler.

makule

  • Takım, çeşit. Kategori.

makzi / makzî

  • Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris.
  • Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif old

mal-ı mütekavvim / mâl-ı mütekavvim

  • Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

malik-i yevmiddin

  • Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.)

maliye

  • Devletin gelir ve masraflarının idaresi.
  • Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire.

malum-u alileri / malûm-u âlîleri

  • "Yüce şahsiyetinizin bildiği gibi" anlamında bir saygı ifadesi.

malum-u fazılaneleri / malûm-u fâzılâneleri

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir saygı ifadesi.

malumat-ı yakiniye / malûmat-ı yakîniye

  • Şüpheye yer bırakmayacak derecede kesin olarak bilinen şeyler.

mamelek

  • Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi.
  • Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.

mamulün fevkinde / mamûlün fevkinde

  • Alışılmışın ötesinde.

mana-yı ayet / mânâ-yı âyet

  • Kur'ân'ın her bir cümlesinin ifade ettiği anlam.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

mana-yı mecazi / mânâ-yı mecâzî

  • Bir ifadede, kendi mânâsının dışında başka bir mânânın kastedilmesi.

manda

  • Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. (Fransızca)
  • t. Camız denen hayvan. Kömüş. (Fransızca)

manevi cihad / mânevî cihad

  • Mânevî mücadele, nefis mücadelesi.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

manevileşmiş / mânevîleşmiş

  • Mânâ boyutunun yaşam seviyesine yükselmiş.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

mani' / mâni'

  • Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.

mansus / mansûs

  • İyice kesinleşmiş, âyetle sabit.

mantık

  • (İntak. dan) Konuşturan, söyleten.
  • Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi.
  • Akıl, nutuk, söz.

manyetizma

  • Telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma.
  • Başka üzerinde uyuşukluk verici tesir.

manzum

  • Ölçülü, mizanlı, tertibli.
  • Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi).
  • Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.

manzume-i hakikat

  • Hakikat manzumesi; belli bir düzen içinde yerleşmiş hakikatler.

marın

  • (Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan.
  • Kireçtaşı.
  • Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak.

marre / mârre

  • Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen.

maruz / mâruz

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

maruz kalan / mâruz kalan

  • Birşeyin tesirine uğrayan, etkisinde kalan.

maruz kalma

  • Tesirinde kalma.

maruz olma / mâruz olma

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

maruz olmak

  • Uğramak, tesirinde olmak.

masdar

  • Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
  • Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.

masl

  • Tarhana.
  • Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.

maslahat

  • Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

maslahat-ı amme / maslahat-ı âmme

  • Herkesin faydası.

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

maslahatbin / maslahatbîn

  • İş yapabilen. İş görmesini bilen. (Farsça)

maslahatsız

  • Faydasız, gayesiz.

maslak

  • Su yolu üzerinde bulunan su haznesi.
  • Dâima akan su borusu.
  • Büyük yalak.

mason

  • "Masonluk" denilen kökü dışarıda gizli ve tehlikeli bir örgütün üyesi, islâm düşmanı.

matara

  • Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
  • Kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı.

matbaha-i kur'an / matbaha-i kur'ân

  • Kur'ân mutfağı; Kur'ân'ın gıda hazinesi.

matem-i umumi / matem-i umumî

  • Herkesin yas tutması, genel hüzün.

matemhane-i umumi / matemhane-i umumî

  • Herkesin yas ve matem tuttuğu yer.

matla / matlâ

  • Güneşin doğduğu yer.

matla'

  • Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer.
  • Yıldız veya güneşin zuhur etmesi.
  • Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti.

matla-ı şems-i füyuzat

  • Feyizler, bereketler güneşinin doğuş yeri.

matla-i şems-i füyuzat / matla-i şems-i füyûzât

  • Feyizler güneşinin doğuş yeri.

matte

  • Vesile, sebep.

maun suresi / mâun suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. "Eraeyte Suresi" de denir.

mavera / mâverâ / ماورا

  • Yaşanan alemin ötesi, öte.
  • Art, geri, bir şeyin ötesinde bulunan.
  • Öte, ötesinde. (Arapça)
  • Ahiret, öbür dünya. (Arapça)

maverasında / mâverâsında

  • Arkasında, arka plânında, ötesinde.

mavtın

  • (Çoğulu: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer.

mavudieleh / mâvudieleh

  • Varlık gayesine uygunluk.

mavzer

  • Bir çeşit tüfek.

maye

  • Damızlık.
  • Esas. Temel.
  • Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
  • Para, mal. İktidar. Güç.
  • İlim.
  • Dişi deve.

maz'a

  • Her nesnenin bakiyyesi, artığı.

mazalim

  • (Tekili: Mazleme) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler.
  • Adâlet dâiresi.

mazamin / mazamîn

  • (Tekili: Mazmun) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar.
  • Ödenmesi gereken şeyler.
  • Cinaslı, nükteli sözler.

mazbata

  • Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.

mazeret-i kat'i / mazeret-i kat'î

  • Kesin mazeret, özür.

mazhariyet-i esma-yı ilahiye / mazhariyet-i esmâ-yı ilâhiye / مَظْهَرِيَتِ اَسْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın isimlerinin üzerinde görünmesi.

mazlum / مظلوم

  • Zulme uğramış. (Arapça)
  • Sesiz sedasız. (Arapça)

mazlumane / mazlûmâne

  • Zulüm görmüşcesine.

mazlumiyet / mazlûmiyet / مظلوميت

  • Mazlumluk, zulme uğramışlık. (Arapça)
  • Sesiz sedasız olma. (Arapça)

mazmun

  • Meâl. Mâna. Mefhum.
  • Nükteli, san'atlı, ince söz.
  • Ödenmesi lâzım olan.
  • Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.

me'bele

  • Deve duracak yer.
  • Devesi çok olan yer.

me'mun

  • Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan.
  • Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.

me'sur / me'sûr

  • Esir edilmiş.
  • Hürriyeti alınmış olan.
  • Tesirli.
  • Esir edilmiş, tutsak, yolu kesilmiş. Dinî geleneklere uygun olan, rivayete dayanan.

me'yus

  • Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.

me'zuniyet-i kat'iye

  • Kat'i mezuniyet, kesin izin.

mealen / meâlen

  • Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre.

mear

  • Saç ve sakalın dökülmesi.

mearic suresi / meâric sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.

meb'usiyet

  • Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi.

mebni

  • Yapılmış. Kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak.
  • ... den dolayı... e binâen.
  • Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.

mebsuten mütenasib

  • Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı.

mebtut

  • Kesilmiş ve ayrılmış.

mecaz

  • Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak.
  • (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol.
  • Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi.

mecazi rızık / mecâzî rızık

  • Yaşamı devam ettirmek için zorunlu olmayan ve çalışıp çabalamakla elde edilmesi gereken nimetler.

mecbub

  • Hayası ve zekeri kesilmiş.

mecburiyet-i kat'iye

  • Kesin zorunluluk.

mecdud

  • Rızkı bol, nasibli, bahtiyar.
  • Kesilmiş, maktu.

mecerre

  • (Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi.

mechul-ül ahval

  • Kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse.

meçhulü'l-keyfiyet

  • Bir şeyin keyfiyet ve niteliğinin bilinmemesi.

mechure / mechûre

  • Nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.
  • Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.
  • Harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler.

mecla

  • (Çoğulu: Mecâli) Ayna, mir'at.
  • Çıkma ve görünme yeri.
  • Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.

mecma-i aleyh

  • Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey.

mecnunane / mecnûnâne / مجنونانه

  • Çılğınca, delicesine. (Arapça - Farsça)

meczube / meczûbe

  • Cezbeye tutulmuş, İlâhî aşkla aklî dengesi değişmiş kadın, mecnun.

meczum

  • Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş.
  • Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.)
  • Kesin karar verilmiş. Sonu cezimli olan kelime.

meczuz

  • Kesilmiş, münkatı'.

medar / medâr / مدار

  • Sebeb, vesile.
  • Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
  • Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
  • Sebep, vesile, kaynak, yörünge.
  • Yörünge (Arapça)
  • Dönence. (Arapça)
  • Vesile, vasıta (Arapça)
  • Yardımcı. (Arapça)

medar-ı arz / medâr-ı arz

  • Dünyanın yörüngesi, dünyanın güneş etrafında dolaşırken çizdiği daire.

medar-ı bereket / medâr-ı bereket

  • Bereket sebebi, vesilesi.

medar-ı bereket ve tebrik

  • Bereket ve tebrik sebebi, vesilesi.

medar-ı dikkat

  • Dikkat edilmesi gereken yer.

medar-ı fahr

  • İftihara sebeb olan. Övmeğe vesile.

medar-ı gayret

  • Gayrete getiren sebep, vesile.

medar-ı ibret / medâr-ı ibret

  • İbret vesilesi.

medar-ı ibret ve dikkat / medâr-ı ibret ve dikkat

  • İbret ve dikkat sebebi, vesilesi.

medar-ı iftihar / medâr-ı iftihar

  • Övünme sebebi, övünme vesilesi.

medar-ı istifade

  • Faydalanma vesilesi.

medar-ı kemalat / medar-ı kemâlât

  • Mükemmellik sebebi, vesilesi.

medar-ı mefharet / medâr-ı mefharet

  • İftihar vesilesi, övünç kaynağı.

medar-ı müfaharet

  • Karşılıklı övünç vesilesi, gurur sebebi.

medar-ı saadet / medar-ı saâdet

  • Mutluluk vesilesi, ferahlık sebebi.

medar-ı şeamet / medar-ı şeâmet

  • Kötülük, uğursuzluk vesilesi.

medar-ı şems ve kamer

  • Güneşin ve ayın yörüngesi.

medar-ı şeref / medâr-ı şeref

  • Şeref vesilesi, şeref kazandıran sebep.

medar-ı sevap

  • Sevinç ve neşe vesilesi.

medar-ı sevap ve ikab

  • Sevap ve azap vesilesi.

medar-ı sohbet / medâr-ı sohbet

  • Sohbet sebebi, vesilesi.

medar-ı şükran / medâr-ı şükran

  • Şükür vesilesi, sebebi.

medar-ı şükür

  • Şükür vesilesi.

medar-ı sürur

  • Sevinç ve neşe vesilesi.

medar-ı taayyüş

  • Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi.

medd

  • Uzatma, çekme; مُسْتَقِيمْ kelimesinde kaf harfini uzatan "ye" harfi, "medd"ir.

medd işareti

  • Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı.
  • Hemze ile elifin birleşmesi.

medd ü cezir

  • Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.

medd-i nazar

  • Görüş ufku; görüş mesafesi.

medde

  • Uzatma; çekim harfleri; yazıldığı halde okunmayan, kendisi harekesiz olup, kendinden önceki harfi uzatan elif, vav, ye harfleri.

mededkarane / mededkârane

  • Medet ve yardım edercesine. (Farsça)

medeniyet

  • Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.
  • İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.
  • Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.

medeniyet-i amm / medeniyet-i âmm

  • Herkesi içine alan bir medeniyet.

medhaldar bulunmak

  • Parmağı olmak; müdahalesi bulunmak. (Arapça - Farsça - Türkçe)

medine

  • Şehir.
  • Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi.
  • Şehir.
  • Eski adı Yesrib olan ve Peygamberimizin türbesi bulunan Hicaz şehirlerinden.

medine-i fazıla-i hayaliye / medîne-i fâzıla-i hayaliye

  • Hayalî fazilet şehri; Eflâtun'un felsefesinde hayal ettiği fazilet şehri.

medine-i fazilet-i eflatuniye / medine-i fazilet-i eflâtuniye

  • Eflâtun'un faziletli şehri; Eflâtun'un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri.

medinet-ün nebi

  • Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) türbesinin bulunduğu Medine şehri.

medrese

  • İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.

medrese-i ilmiye

  • İlim medresesi, okulu.

medrese-i islamiye / medrese-i islâmiye

  • İslâm medresesi, okulu.

medrese-i kudsiye-i ahmediye

  • Peygamberimizin mukaddes medresesi, okulu.

medsus

  • Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan.
  • İçine desise karışmış şey.

medyun-u secde-i şükran

  • Şükür secdesi yapmaya borçlu.

mef'ul

  • Yapılan iş. Fâilin eseri.
  • Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab mef'uldür.

mef'ul-ü sarih

  • Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. "Nuri dalı kırdı" cümlesinde "dal" mef'ul-ü sarihtir. "Nuri daldan düştü" dersek, bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle harf-i cerle söylenen mef'ullere, "mef'ul-ü gayr-i sarih" denir. Bunlar mef'uld

mef'uliyet

  • Edilgenlik, yapılmışlık; bir failin fiilinin tesiriyle olma durumu.

mefahir-i milliye / mefâhir-i milliye

  • Millî iftihar araçları, övünç vesileleri.

mefhar

  • İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey.

mefrak

  • (Çoğulu: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.

mefreş

  • Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.

mefruz-ül eda / mefruz-ül edâ

  • Edâ edilmesi, ödenmesi farz olmuş.

meftum

  • Sütten ve memeden kesilmiş çocuk.

mefturane

  • Bitkin bir halde, bezmişcesine. (Farsça)

megafon

  • Sesi yükseltip büyüten alet.

mehak

  • Durgun suyun yeşilliği.

mehasin-i rububiyet / mehâsin-i rububiyet / mehâsin-i rubûbiyet

  • Rablığın güzellikleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.
  • Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.

mehd / مهد

  • Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer.
  • Yeryüzü.
  • Yayıp döşemek.
  • Kâr kazanmak.
  • Hazırlanmak.
  • Beşik, yatak, döşek.
  • Beşik.
  • Beşik. (Arapça)

mehd-ara

  • Beşik süsleyen. (Farsça)

mehd-i beşer

  • İnsanın beşiği.

mehd-i teşekkül

  • Teşekkül beşiği, oluşum yeri, yatağı.

mehd-i uhuvvet

  • Kardeşlik beşiği.
  • Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer.

mehdi / mehdî

  • Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bü
  • Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.

mehdi-misal

  • Mehdiye benzer surette. Mehdi gibi hidayete vesile olan.

mehdi-yi abbasi / mehdi-yi abbasî

  • (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı

mehir

  • Nikâh bedeli; nikâh esnasında belirlenen ve erkek tarafından kadına verilmesi gereken mal, değerli eşya veya para.

mehk

  • Suyun rengi yeşil olmak.

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

mehr

  • Aşk, şefkat, muhabbet.
  • Güneş.
  • Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli.

mehr-i misl

  • Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

mehr-i muaccel

  • Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.

mehr-i müeccel

  • Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta kararlaştırılmış olan para.
  • Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.

mekare / mekâre

  • Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı.
  • Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli

mekarim-i ahlak / mekârim-i ahlâk

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.

mekatib-i rüşdiyye / mekâtib-i rüşdiyye

  • Orta mekteb derecesinde ve altı sınıflık olan Osmanlı Devleti devrindeki mektebler.

mekir

  • (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)

mekke-i mükerreme

  • Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.
  • İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir.

mekki / mekkî

  • Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allah'ın hilesi, düzeni.
  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

mekruh / mekrûh

  • İğrenç, nahoş görülen şey.
  • Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş.
  • Mihnet. Şiddet.
  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

meksube / meksûbe

  • Kesb edilen, irade dairesinde kazanılan şey.

mekşuf-ül avre

  • Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse.

mekteb-i i'dadi / mekteb-i i'dadî

  • Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise.

mekteb-i mülkiye

  • Siyaset ve yönetim biliminin okutulduğu okul; Siyasal Bilgiler Fakültesi.

mekteb-i sultani / mekteb-i sultanî / mekteb-i sultânî / مكتب سلطانى

  • İstanbul'da Galatasaray Lisesi.
  • Galatasaray Lisesi.

mektepliler

  • Okullular, eğitimli kesim.

melagım

  • Ağız çevresi.

melain

  • (Tekili: Mel'un) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar.

melekat / melekât

  • (Tekili: Meleke) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.

melekat-ı akliyye / melekât-ı akliyye

  • Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik.

meleke-i hassasiyet

  • Hassasiyet melekesi; duyarlılık alışkanlığı, duyarlılık konusunda yatkınlık.

meleke-i tadil-i ahlak / meleke-i tâdil-i ahlâk

  • Ahlâken ölçü ve kurallara uyma melekesi, pratiği.

melekut

  • Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
  • Hükümdarlık. Saltanat.
  • Ruhlar âlemi.

melez

  • (Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan.
  • Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık.

mem'ud

  • Midesinde hastalık olan.

memerr-i nas / memerr-i nâs

  • Herkesin geçtiği yol. Geçit.

memleket-i osmaniye

  • Osmanlı ülkesi.

memluk / memlûk

  • Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr.
  • Birinin malı olan.
  • Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle.

memlukiyyet

  • Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik.

memnun

  • (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan.
  • Kesilmiş.

mêmun / mêmûn

  • Felsefe kitaplarını tercüme ettirmesiyle meşhur bir halife.

men'

  • Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.

men'af

  • (Çoğulu: Menâif) Dağın sivri tepesi.

menafi-i umumiye / menâfi-i umumiye

  • Genel yararlar, herkesin yararına olan şeyler.

menahir

  • (Tekili: Menhar) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler.

menar / menâr

  • Nur yeri. Fener kulesi.
  • Câmi minâresi.
  • Yol işaretleri.
  • Nur, ışık yeri.
  • Yol işaretleri.
  • Fener kulesi.

menar-ı neyyir

  • Nur saçan ve çevresini aydınlatan lâmba.

menasik / menâsik

  • Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur.

mendud

  • Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.

menfaat-i umumiye

  • Herkesin yararı, umumun menfaati.

menhar

  • (Çoğulu: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.

menhum

  • Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse.
  • Bir şeye çok hırs gösteren kişi.

menkabe

  • Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.

menkıbe

  • Meşhur kimselerin hallerine dair hayat hikâyesi; kıssa.
  • Hayat hikayesi.

menkulat

  • Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler.

menn

  • Nimet vermek. İyilik etmek.
  • Minnet.
  • Rıza.
  • Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek.
  • Kesmek.
  • Zayıf etmek.
  • Ettiği iyiliği başa kakmak.
  • İki batman ağırlık.
  • Kudret helvası.

mensec

  • (Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.

mensik

  • (Çoğulu: Menâsik) İbadet edecek yer.
  • Kurban kesilecek yer.
  • Kesilmiş kurban.

mensur

  • Nesir halindeki yazı, düzyazı.
  • (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış.
  • Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek.
  • Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.
  • Nesirli.

menşur

  • (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
  • İşleri dağınık. Perişan.
  • Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
  • Bayrak.
  • Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b

menşur-u hakikat

  • Hakikatlerin neşredilmesi, ilân edilmesi.

mensus / mensûs

  • Âyet ve hadîs gibi kesin delillerle tesbit edilmiş olan.

menzam

  • (Çoğulu: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.

menzil-i kamer / مَنْزِلِ قَمَرْ

  • Ayın konak yeri, yörüngesi.

menzil-i saadet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) mübarek evi, hanesi.

menzilet

  • Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi.
  • Konak yeri, inecek yer. Hane, ev.

merare

  • (Çoğulu: Merâir) Öd kesesi.

meraret-i esaret

  • Esirliğin acılığı.

meratib-i halıkıyet / merâtib-i hâlıkıyet

  • Yaratıcılık mertebesi.

meratib-i külliye-i rububiyet

  • Rububiyetin geniş, kapsamlı mertebeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mertebeleri.

meratib-i mütefavite

  • Çeşitli mertebeler.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.
  • Denizden elde edilen bir süs maddesi.

mercane

  • Mercan tanesi.

merci'-i rü'yet

  • Bir işin görülmesi için başvurulan yer.

merdane

  • Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. (Farsça)
  • Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. (Farsça)
  • Yufka açmağa yarıyan oklava. (Farsça)
  • Erkek ayakkabısı. (Farsça)

merfu'

  • Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş.
  • Hükümsüz bırakılmış.
  • Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.

mergul

  • (Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç.
  • Ahenkli ses.
  • Kuş sesi.

merh

  • Un yoğurmak.
  • Deriye ve gövdeye yağ sürmek.
  • Yağ ile oğmak.
  • Bir yeşil ağaç.

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.

merhamet

  • (Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.

merhametkarane / merhametkârâne

  • Merhamet edercesine.

merhametperver

  • Merhametli, esirgeyici, acıyan. (Farsça)

merhametperverane

  • Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle. (Farsça)

merhametperveri / merhametperverî

  • Merhametlilik, esirgeyicilik. (Farsça)

merhum

  • (Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş.
  • Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.)

meric / merîc

  • Muzdarip, sıkıntılı.
  • Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.

merkez

  • (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret.
  • Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı.
  • Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.

merkeziyyet

  • İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak.
  • Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.

mertebe-i arşi / mertebe-i arşî

  • Arşa uzanan yücelik mertebesi.

mertebe-i belağat / mertebe-i belâğat

  • Belâğat derecesi.

mertebe-i emanet-i kübra / mertebe-i emanet-i kübrâ

  • En büyük emanet mertebesi, halifelik.

mertebe-i fikriye

  • Fikir ve düşünce derecesi.

mertebe-i hakkaniyet

  • Hak ve adalet mertebesi.

mertebe-i haşir

  • Haşir mertebesi.

mertebe-i hayat

  • Hayat derecesi.

mertebe-i hayatiye

  • Hayat mertebesi.

mertebe-i haysiyet

  • Saygınlık, itibar ve şeref derecesi.

mertebe-i huzur

  • Kendini Allah'ın huzurunda hissetme mertebesi.

mertebe-i ilm

  • İlim mertebesi, derecesi.

mertebe-i ilmiye

  • İlim seviyesi, derecesi.

mertebe-i iman

  • İman mertebesi, derecesi.

mertebe-i iman ve ahlak ve fazilet / mertebe-i iman ve ahlâk ve fazilet

  • İman, ahlâk ve fazilet mertebesi.

mertebe-i imaniye

  • İman mertebesi, derecesi.

mertebe-i irşad

  • İrşad derecesi, doğru yolu gösterme derecesi.

mertebe-i ismet / مَرْتَبَۀِ عِصْمَتْ

  • Günahsızlık, masumluk mertebesi.
  • Günahsızlık, masumluk mertebesi.

mertebe-i istinbat ve içtihad

  • Hüküm çıkarma ve içtihad etme derecesi.

mertebe-i kat'iyet

  • Kesinlik derecesi.

mertebe-i kemal / mertebe-i kemâl

  • Olgunluk, mükemmellik mertebesi.

mertebe-i kemalat / mertebe-i kemâlât

  • Mükemmellik mertebesi, derecesi.

mertebe-i külliye-i ubudiyet / mertebe-i külliye-i ubûdiyet

  • Allah'a kulluğun büyük ve kapsamlı mertebesi.

mertebe-i letafet / mertebe-i letâfet / مَرْتَبَۀِ لَطَافَتْ

  • Güzellik ve hoşluk derecesi.
  • Güzellik mertebesi.

mertebe-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme derecesi.

mertebe-i muvaffakiyet

  • Başarı derecesi.

mertebe-i nariye / mertebe-i nâriye

  • Yakıcılık, sıcaklık derecesi.

mertebe-i nuriye-i hasbiye

  • "Hasbünallahu ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)" âyetinin mertebesi, derecesi.

mertebe-i rahmet

  • Rahmet derecesi.

mertebe-i risalet

  • Peygamberlik mertebesi, derecesi.

mertebe-i rıza / mertebe-i rızâ

  • Allah'tan gelen herşeye razı olanların mertebesi.

mertebe-i rububiyet / mertebe-i rubûbiyet

  • Rububiyetin mertebesi.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, terbiye ediciliği, idare etme derecesi.

mertebe-i ruh

  • Ruh mertebesi.

mertebe-i şefkat

  • Şefkat derecesi.

mertebe-i şehadet

  • Şehadet mertebesi.

mertebe-i şuhud

  • Görme derecesi.

mertebe-i tadad / mertebe-i tâdâd

  • Sayma ve sıralama mertebesi.

mertebe-i tefekkür

  • Tefekkür mertebesi.

mertebe-i tevhid

  • Herşeyi bir olan Allah'a verme ve Ona ait kılma mertebesi, derecesi.

mertebe-i tevhid-i rububiyet / mertebe-i tevhîd-i rubûbiyet

  • Varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah'tan gelmesini bilme mertebesi.

mertebe-i uluhiyet / mertebe-i ulûhiyet

  • İlâhlık mertebesi.

mertebe-i ulviyet

  • Yücelik mertebesi.

mertebe-i velayet / mertebe-i velâyet / مَرْتَبَۀِ وَلَايَتْ

  • Velilik mertebesi, derecesi.
  • Velilik mertebesi.

mertus

  • Bir fesleğen çeşidi.

mery

  • Sağılır davarın memesini meshedip sağmak.

meryem

  • İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır)
  • Kur'ân-ı Kerimin 19. sûresi.

meryem suresi / meryem sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir.
  • Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi.

meş'ale-i dil

  • Gönül meş'alesi.

meş'ale-i iman

  • İman meş'alesi.

meş'ar-ül-haram / meş'ar-ül-harâm

  • Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.

mes'ele

  • Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş.
  • Savaş, muharebe, ceng, harp.

mes'ele-i imamet / mes'ele-i imâmet / مَسْئَلَۀِ اِمَامَتْ

  • Halîfelik meselesi.

mes'ul

  • Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan.
  • Ceza verilmiş olan.

mesafe-i terakki

  • İlerleme, yükselme mesafesi.

mesag

  • Açlık.
  • Geçmesi kolay olan.
  • İtibar, değer.
  • İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.

mesail-i yakini / mesâil-i yakîni

  • Kesin bilgiye ait meseleler.

meşaim

  • (Tekili: Meşime) Dölyatakları, ana rahimleri.

mesair

  • (Tekili: Mis'ar) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler.

mesakin / mesakîn

  • (Tekili: Miskin) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler.
  • Oturanlar.

meşarık

  • Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları.

meşayıh / meşâyıh

  • Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.

mescid-i kıbleteyn

  • Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.

mesele-i akaid-i kelamiye / mesele-i akaid-i kelâmiye

  • Kelâm ilminin inanca dair meselesi.

mesele-i dünyeviye ve siyasiye

  • Siyaset ve dünya meselesi.

mesele-i içtihadiye

  • Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadise dayanarak hüküm çıkartmayla ilgili olan mesele.

mesele-i insaniye

  • İnsanlık meselesi.

mesele-i melaike / mesele-i melâike

  • Melekler meselesi, konusu.

mesele-i melaike ve ruhaniyat / mesele-i melâike ve ruhaniyat

  • Melekler ve ruhanî varlıklar meselesi.

mesele-i sırr-ı iman

  • İmanın ince meselesi.

mesele-i tarikat

  • Tarikat meselesi.

mesele-i tevhid

  • Tevhid meselesi, birleme konusu.

mesele-i vahdetü'l-vücud

  • Vahdetü'l-vücud meselesi.

mesele-i vataniye

  • Vatan meselesi.

mesfur

  • Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)

meşhur

  • Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.

meşhur hadis veya hadis-i meşhur

  • Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.

meşiet

  • Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.

meşiet ve irade-i ilahiye / meşiet ve irade-i ilâhiye

  • Allah'ın iradesi ve dilemesi.

meşiet ve takdir-i ilahi / meşiet ve takdir-i ilâhi

  • Allah'ın dilemesi ve takdiri.

meşiet-i ezeliye / meşîet-i ezeliye

  • Cenâb-ı Hakkın ezelî iradesi, dilemesi.

meşiet-i hassa-i ilahiyye / meşiet-i hâssa-i ilâhiyye

  • Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler.

meşiet-i ilahiye / meşîet-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın irade ve dilemesi.

meşiet-i insaniye

  • İnsanın dilemesi, iradesi.

meşiet-i rabbani / meşiet-i rabbânî

  • Allah'ın dilemesi, iradesi.

meşiet-i rahman / meşiet-i rahmân

  • Allah'ın iradesi, dilemesi.

meşiet-i sübhaniye / meşiet-i sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Cenâb-ı Hakkın zâtına has muradı ve dilemesi.

mesih

  • Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir.
  • İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

meşihat

  • Mürşidlik, şeyhlik.
  • Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi.

meşihat-ı islamiye / meşîhat-ı islâmiye

  • İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi.

meşihat-i islamiye / meşihat-i islâmiye

  • İslâm ile ilgili devlet dairesi, Şeyhü'l-İslâmlık makamı.

meşihat-ı islamiyye / meşihat-ı islâmiyye

  • İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.

mesihi / mesihî

  • (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.

meşiyyet

  • (Bak: Meşiet)

meskun / meskûn / مسكون

  • Yerleşilmiş, iskan edilmiş. (Arapça)

meslah

  • Mezbaha. Davar kesilen yer.

meşlah

  • Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise.

meslaha

  • Sınır kalesi. Derbent.

mesleksiz

  • Benimsediği herhangi bir yolu, düşüncesi olmayan.

mesmud

  • Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.

meşrık

  • Doğu, güneşin doğduğu taraf.
  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

mesrude

  • Ulaştırmak.
  • Zırh halkalarının birbirine girmesi.

meşruta

  • Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş.
  • Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire.

meşrutiyet

  • Başında hükümdar bulunmakla birlikte seçimle belirlenmiş bir yasama meclisine dayanan, yürütmesi denetime açık anayasal idare şekli; Osmanlılarda 1876 anayasasıyla başlayan, 1908 değişikliğiyle devam eden hukukî ve siyasi döneme verilen ad.

meşşaiyyun

  • Yürüyenler; Aristo'nun derslerini yürüyerek vermesine atfen İslâm dünyasında Aristocu felsefeye verilen isim.

mest

  • Ayakkabı.
  • Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.

mesture

  • Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın.
  • Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de denir.)

mesturiyet-i nisvan

  • Kadınların örtünmesi.

mesuk-u lehü'l-kelam / mesûk-u lehü'l-kelâm

  • Sözün söyleniş gayesi.

mesuk-u lehu-l-kelam / mesuk-u lehu-l-kelâm

  • Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı.

mesuk-u lehülkelam / mesûk-u lehülkelâm

  • Kelâmın söyleniş gayesi, maksadı.

meşveret-i şer'iye

  • Şeriattaki istişare, işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi, İslâmın öngördüğü meşveret.

metafizik

  • Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.

metali'

  • Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler.
  • Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzeri

metalib-i seb'a / metâlib-i seb'a

  • Yedi istek; 31 Mart Hâdisesinde ayaklananların yedi isteği.

metanet

  • Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)

meters

  • Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. (Farsça)
  • Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç. (Farsça)

metta

  • Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
  • Yunus aleyhisselâmın annesi.

mev'ud

  • Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan.
  • Evvelden takdir olunmuş.

mevali / mevalî

  • Efendiler.
  • Azad edilmiş köleler.
  • Azad edenler.
  • Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler.
  • Dost ve komşular.
  • Yardımcılar.

mevalid-i selase / mevâlid-i selâse

  • Üç çocuk; dört unsurun (su, hava, toprak, güneş) birleşiminden meydana gelen madenler, bitkiler ve hayvanlar.

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevc

  • Dalga. Denizin dalgası.
  • Titreşim.
  • Mc: Devir, devre.

mevcudat-ı bahariye

  • Bahar mevsimindeki renk renk, çeşit çeşit varlıklar.

mevcudat-ı hāriciye / mevcûdât-ı hāriciye / مَوْجُودَاتِ خَارِجِيَه

  • Allah'ın kudret ve iradesiyle var olanlar.

mevcudat-ı ilmiye

  • Başkası tarafından görünmeyen, Allah'ın ilim dairesindeki varlıklar.

mevcudat-ı muhtelife

  • Çeşitli varlıklar.

mevfur

  • (Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer.
  • Edb: Aruz kalıblarından biri.

mevhibe

  • Allah vergisi, ihsan, bağış, hediyesi.

mevhibe-i ilahiye / mevhibe-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve hediyesi.
  • Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve hediyesi.

mevkib-i ikbal / mevkib-i ikbâl

  • Talihli kâfile, gelmesi arzu edilen topluluk.

mevkufiyyet

  • Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli.
  • Bağlı olma.

mevla / mevlâ

  • Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
  • Sevgili, sevilen.
  • Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
  • Âzâd edilmiş köle.
  • Kölesini âzâd etmiş olan kimse.

mevlana / mevlânâ

  • "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

mevr

  • Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
  • Suyun yeryüzüne yayılması.
  • Hayvanlardan yün almak.
  • Yol, tarik.
  • Toz, gubar.
  • Rücu etmek, döndürmek.

mevrid-i nass

  • Hakkında kesin delil olan husus.

mevsim-i harif

  • Sonbahar, güz devresi.

mevsim-i sayf

  • Yaz mevsimi, yaz devresi.

mevsuk / mevsûk

  • Güvenilir, delilli, vesikalı.
  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
  • Vesikalı, belgeli, sağlam.

mevt-i zekat / mevt-i zekât / مَوْتِ زَكَاتْ

  • Zekâtın ölmesi, ortadan kalkması.

mevtın

  • (Çoğulu: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer.

mey'a

  • (Mey'at) Yiğitlik başlangıcı.
  • Atı koşuya alıştırmak.
  • Erimiş sıvı madde.
  • Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi.
  • Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.

meyd

  • Deprenmek. Sallanmak.
  • Ziyaret etmek.
  • Hareket etmek.
  • Kırağı çalmak.
  • Meyletmek.
  • Neşv ü nemâ bulmak.
  • Başı dönüp midesi bulanmak.

meyl-i tabi'i / meyl-i tabî'î

  • İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.

meysir

  • Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık.
  • Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar.
  • Kumar için kesilen hayvan.

meyte

  • Hayvan leşi.
  • Hayvan leşi, kendi kendine ölen hayvan.
  • Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan.

meytehar / meytehâr

  • Hayvan leşi yiyen.

meyve-i alem / meyve-i âlem

  • Kâinatın meyvesi.

meyve-i cennet

  • Cennet meyvesi.

meyve-i dil

  • "Gönül meyvesi": Evlât, çocuk.

meyve-i imaniye

  • İmanın meyvesi.

meyve-i mirac

  • Mirac meyvesi.

meyve-i tevhid

  • Allah'ın birliğinin neticesi.

meyyitane / meyyitâne

  • Ölü gibicesine. Ölmüşçesine. (Farsça)

meyyite

  • Hayvan leşi.
  • Kadın cenazesi.
  • Kadın cenazesi.

mezabih

  • Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler.

mezaristan / mezâristân

  • Mezarlık, ölüler ülkesi.

mezbaha

  • Hayvan kesilen yer.
  • Hayvan kesim yeri.

mezbuh

  • Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış.
  • Kurban edilmiş.

mezbuhane / mezbuhâne

  • Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. (Farsça)
  • Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle. (Farsça)

mezhebde müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.

mezhere

  • Çiçek yeri. Çiçek bahçesi.
  • Çiçeklik, çiçek bahçesi.

mi'de

  • (Çoğulu: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.

mi'rac / mi'râc / مِعْرَا جْ

  • Merdiven, süllem.
  • Yükselecek yer.
  • En yüksek makam.
  • Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.
  • Merdiven.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.
  • Peygamberimizin (asm) Cenab-ı Hakk'ın huzuruna cismen ve ruhen yükselmesi.

mi'rac gecesi

  • Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir.

mi'rac-un nebi

  • Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.

mi'raciyye

  • Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser.

mi'şar

  • (Çoğulu: Meâşir) Dülger testeresi.

mı'ta

  • (Çoğulu: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.

midae

  • Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara.
  • Çeşme lülesi.
  • Abdest alınan yer.

mide-i insaniyet

  • İnsanlık midesi, insanî değerlerle doyan mide.

mifzal

  • Gündelik iş elbisesi.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

mihad

  • Yer. Arz.
  • Beşik.
  • Döşeme. Döşek.

mihak

  • (Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi.

mihamme

  • Yer süpürgesi.

mihaniki kıraet / mihanikî kıraet

  • Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.

mihcem

  • (Çoğulu: Mehâcim) Hacamat şişesi.
  • Çekip emmeğe mahsus âlet.

mihleb

  • (Çoğulu: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi.
  • Orak, bıçak.

mihmandar-ı kerim

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.).
  • Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)

mihmandar-ı kerim-i zülcelal / mihmandar-ı kerîm-i zülcelâl

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım edip rızıklandıran sonsuz haşmet ve celâl sahibi Allah.

Mihrimah

  • Mimar Sinan'ın uğuna biri Edirnekapı diğeri Üsküdar olmak üzere iki eser yaptığı, Osmanlı Padişahı 1. Süleyman ile eşi Hürrem Sultan'ın kızının adıdır.

mihrnaz

  • Naz güneşi. Çok nazlı. (Farsça)

mihver

  • Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez.
  • Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsu

mihver-i alem / mihver-i âlem

  • Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat.

mikail / mikâil

  • Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi.

mikat

  • Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.)
  • Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.

mikat sünneti

  • Hacca niyet edenin ihrama girmesi.

mıkatta

  • Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.

miktar-ı kaderi / miktar-ı kaderî

  • Allah tarafından kader çerçevesinde takdir edilmiş, belirlenmiş ölçü.

mikyas-ül harare

  • Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre.

mikyas-ül mayiat / mikyas-ül mâyiat

  • Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.

mil

  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

milad / mîlâd

  • Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi.

miladi yıl / mîlâdî yıl

  • Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.

mim

  • Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır.
  • Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir.
  • Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir.<
  • Arap alfabesinin bir harfi.

mim'siz medeniyet

  • Deniyet, ahlâksızlık, alçaklık; Arapça'da medeniyet kelimesinden "mim" harfi atılınca geriye alçaklık anlamında "deniyet" kelimesi kalır.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

min

  • Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder. Meselâ: "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: "Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: "İşlediğiniz

minhac-üs sünnet

  • Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu.

minhat

  • (Çoğulu: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.

minkal

  • (Çoğulu: Menâkıl) Çamur teknesi.

mıntıkat-ül büruc

  • Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi.

minyatür

  • Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi.
  • İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.

mirac / mîrâc

  • Peygamberimizin semaya çıkma mucizesi.
  • Peygamberimizin (A.S.M.) Allah'ın huzuruna yükselmesin.

mirac-ı nebi / mîrac-ı nebî

  • Peygamberimizin mirac mucizesi.

mirac-ı şerif

  • Değerli Miraç gecesi.

miri / mirî

  • Devlete âid. Devlet hazinesine mensub.

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

mirkat-ı cennet

  • Cenneti kazanmaya ve yükselmeye vesile olan anlamında Cennet merdiveni.

mirkat-ı iman

  • İman derecesi, merdiveni.

mirtac

  • Yarış atlarının beşincisi.

misafirhane-i alem / misafirhane-i âlem

  • Dünya misafirhanesi.

misafirhane-i arz

  • Yeryüzü misafirhanesi.

misafirhane-i dünya

  • Dünya misafirhanesi.

mısbah

  • Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir.

misem

  • Dağlama eseri.
  • Dağ yapılan âlet.
  • Güzelin çehresindeki cemâl eseri.

mişin / mîşîn / ميشين

  • Meşin. (Farsça)
  • Meşin. (Farsça)

miskal

  • Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.

misket

  • Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. (Fransızca)
  • Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) (Fransızca)

miskinane / miskinâne

  • Tenbelcesine, miskincesine. (Farsça)

mislak

  • Fesih lisanlı, güzel konuşan.
  • Kırkbeş sene yaşayan adam.
  • Fesih, beliğ konuşan kimse.

mışrak

  • Güneşi bol olan yer.

mısri / mısrî

  • (Mısriyye) Mısırlı.
  • Mısır ülkesiyle alâkalı.
  • Mısırlı, Mısır ülkesiyle ilgili.

mistar-ı hikmet

  • Hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon.

misvak / misvâk

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
  • Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

misvat

  • Kazan kepçesi.

mısvele

  • (Çoğulu: Mesâvil) Harman süpürgesi.

mişye

  • Bir yürüme çeşidi.

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

mıtrab

  • Neşeli adam. Neşesi bol kimse.

mive

  • Meyve kelimesinin aslıdır.

miyar

  • Ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.

mizah

  • Şaka, lâtife.
  • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)

mizan

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.

mizan-ı kaza / mîzân-ı kazâ / م۪يزَانِ قَضَا

  • Kaderde olan hükmün gerçekleşmesindeki belirleyici ölçü.

mizeffe

  • Gelin mahfesi.

mizmar

  • Düdük, kaval.
  • Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi.
  • Hançere, nefes borusu.

mızrab

  • (Çoğulu: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).

model

  • Biçim, örnek, şekil. (Fransızca)
  • Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs. (Fransızca)

molla

  • Eskiden büyük âlimlere verilen isim.
  • Büyük kadı.
  • Efendi, hoca, Medrese talebesi.
  • Büyük âlim, medrese talabesi.

monarşi

  • Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli (Fransızca)

mu'accel

  • Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey.

mu'cir

  • Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.

mu'ciz-eda

  • Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan. (Farsça)

mu'ciz-i hikmet

  • Allah'ın hikmetinin mu'cizesi.

mu'ciz-ül beyan

  • Beyanı herkesi âciz bırakan.

mu'cizat / mu'cizât

  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.

mu'cizat mecmuası / mu'cizât mecmuası

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu'cizelerin anlatıldığı kitap; On Dokuzuncu Mektup ve Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı katıa

  • Meydana gelişi kesin olan mu'cizeler.

mu'cizat-ı kur'an / mu'cizat-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın mu'cizeleri, Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı kur'aniye / mu'cizât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın mu'cizeleri, Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı rububiyet / mu'cizât-ı rububiyet

  • Rablık mu'cizeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mu'cizeleri.

mu'cizatlar

  • Mu'cizât risaleleri; Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mu'cizelerinden bahseden On Dokuzuncu Mektup.

mu'cize-i ahlak-ı hamide / mu'cize-i ahlâk-ı hamîde

  • Güzel ve övülmüş ahlâkın mu'cizesi.

mu'cize-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mu'cizesi.

mu'cize-i bahire-i ahmediye / mu'cize-i bâhire-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ap açık mu'cizesi.

mu'cize-i bahire-i bereket / mu'cize-i bâhire-i bereket

  • Apaçık bereket mu'cizesi.

mu'cize-i fıtrat

  • Yaratılış mu'cizesi.

mu'cize-i gaybiye-i nebeviye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) gayba ve geleceğe ait mu'cizesi.

mu'cize-i harika-i kudret

  • İlahî kudretin harika mu'cizesi.

mu'cize-i hikmet

  • Hikmet mu'cizesi.

mu'cize-i kübra-i ahmediye / mu'cize-i kübrâ-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) en büyük mu'cizesi.

mu'cize-i kübra-i muhammedi / mu'cize-i kübrâ-i muhammedî

  • Pemgamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) büyük mu'cizesi.

mu'cize-i kübra-yı ahmediye / mu'cize-i kübrâ-yı ahmediye

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) büyük mu'cizesi.

mu'cize-i kudret

  • Kudret mu'cizesi.

mu'cize-i kudret-i samedaniye / mu'cize-i kudret-i samedâniye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kudret mu'cizesi.

mu'cize-i kur'an / mu'cize-i kur'ân

  • Kur'ân mu'cizesi.

mu'cize-i kur'aniye / mu'cize-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın mu'cizesi.

mu'cize-i kuvvet

  • Kuvvet mu'cizesi.

mu'cize-i maiye / mu'cize-i mâiye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) su ile ilgili mu'cizesi.

mu'cize-i maneviye-i kur'aniye / mu'cize-i mâneviye-i kur'âniye

  • Kur'ânın mânevî mu'cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu'cize olma.

mu'cize-i mensucat

  • Mu'cize dokumalar; nakış nakış dokunmuş olan ve her birisi Allah'ın mu'cizesi olan varlıklar.

mu'cize-i mirac

  • Mirac mu'cizesi, Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk mu'cizesi.

mu'cize-i musa / mu'cize-i mûsâ

  • Hz. Mûsâ'nın mu'cizesi.

mu'cize-i nübüvvet

  • Peygamberlik mu'cizesi.

mu'cize-i peygamberi / mu'cize-i peygamberî

  • Peygamber Efendimizin mu'cizesi.

mu'cize-i risalet

  • Peygamberlik mu'cizesi.

mu'cize-i san'at

  • San'at mu'cizesi.

mu'cize-i taamiye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) yiyecekle ilgili mu'cizesi.

mu'cizeli kur'an / mu'cizeli kur'ân

  • "Allah" lâfızlarının alt alta gelmesi gibi içinde tevafukların bulunduğu Kur'ân.

mu'cizü'l-beyan / mu'cizü'l-beyân / مُعْجِزُ الْبَيَانْ

  • İfadesi, (benzerini getirmede) herkesi âciz bırakan.

mü'min suresi / mü'min sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 40. Suresidir. Gafir, Tavl Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin kırkıncı sûresi. Gâfir sûresi de denir.

mü'minler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herşeye inanıp iman eden kimseler.

mü'minun suresi / mü'minûn suresi / mü'minûn sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi üçüncü sûresi.

mu'reb

  • Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime.

mü'sade

  • (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.

mu'tak

  • Serbest bırakılmış köle, câriye veya esir.

mu'tedi / mu'tedî

  • Sesini yükselten. Yüksek sesle dua eden.
  • Haddini aşan, tecâvüz eden.
  • Zâlim.

mu'temed

  • Kendine güvenilen. İtimad edilen kimse. Kendinden emin olunan. Ziyadesiyle doğru ve müstakim olan.

mü'temir

  • Berd-i acûz günlerinin beşinci günü.

mu'tezile

  • Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olma

mu'tık

  • Köle azad eden. Esir veya köleyi serbest bırakan.

muaccel / معجل / مُعَجَّلْ

  • Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
  • Peşin.
  • Acele, peşin.
  • Peşin. (Arapça)
  • Acele edilmiş. (Arapça)
  • Acele olan, peşin.

muaccelane / muaccelâne

  • Acele olarak. Peşin olarak.

muaccelat

  • (Tekili: Muaccel) Peşin ödemeler.

muaccele

  • Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.

muaccelen

  • Peşin olarak.
  • Çabuk ve acele olarak.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muadelet / muâdelet

  • Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
  • Eşitlik, denklik, karşılıklı denge ve uygunluk.

muadil

  • Eşit, denk, eşdeğer.
  • Müsâvi, eşit, denk.
  • Fiz: Eş değer.

muahid / muâhid

  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muakkab

  • (Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş.

muakkibat / muakkibât

  • Gece ve gündüz melâikesi.
  • Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih.

mualla

  • Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.

muamelat-ı gaybiye / muamelât-ı gaybiye

  • Herkesin fark edemediği gizli muamele ve işleyişler.

muamma / muammâ

  • Anlaşılması ve çözülmesi güç şey.

muamma-i acibane / muammâ-i acibâne

  • Çözülmesi zor olan acayip sır.

muan'an

  • An'aneli; bir haberin veya hadisin ilk kaynağına ulaşıncaya kadar "filandan, o da filandan" şeklinde isim listesiyle birlikte nakledilmesi.

muannidane

  • İnat edercesine.

muaraza

  • Bir şeyden yan verip sapmak.
  • Biri ile yarışmak.
  • Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.

muaşaka

  • Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.

muaşeret

  • Birlikte yaşanılanlar.
  • Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.

muavenetdarane / muâvenetdârâne

  • Yardım edercesine.

muaviye

  • (Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denm

muavvezetan / muavvezetân

  • (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)

muayin

  • (Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan.

muazzam

  • Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.

mübadele

  • Değişme. Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi. Trampa.
  • Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, değiş-tokuş, trampa, takas.

mubah / mubâh

  • (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey.
  • Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
  • İşlenmesinde sevap ve günah olmayan.

mubahat

  • (Tekili: Mubah) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.

mübalağacuyane / mübalağacuyâne

  • Haddini aşar dercede izah edercesine. Mübâlağa yaparcasına. (Farsça)
  • Mübâlağa arayan. (Farsça)

müban

  • Ayrılmış ve kesilmiş.

mübarek / mübârek

  • Bereketli, feyizli, hayırlı, fâidesi bol.

mübareze-i hayat

  • Hayat mücâdelesi.

mübareze-i küfür ve iman

  • İman ve küfür mücadelesi.

mübaşeret-i fahişe / mübâşeret-i fâhişe

  • Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.

mübayenet-i cevheriyye

  • Her nev'in cevherinin ve fıtrat-ı asliyesinin birbirinden farklı ve ayrı oluşu. Cevherdeki farklılık.

mübdi / mübdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden.

mübdi'

  • Nümune ve benzeri yokken bir şeyi yeni olarak keşfeden. Benzeri görülmemiş bir iş veya eser ortaya koyan.
  • Edb: Kimsenin söylemediği yeni bir şiir veya nesir söyleyen.

müberhen

  • Hakkında kesin deliller gösterilen.

mübteda / mübtedâ

  • Baş taraf, başlangıç. Baş.
  • Gr: Cümlenin birinci kısmı. Arabçada isim cümlesinde fâilin bulunduğu kısım. Bu, isimden veya isim yerine geçen fiilden de olabilir.
  • İsim cümlesinde özne.
  • Başlangıç, isim cümlesinde özne.

mübtedi

  • Yeni. Yeni talebe. İlk mekteb talebesi. Yeni başlamış.

mübtediyane

  • İlk olarak, yeni ve acemi bir talebe gibicesine. (Farsça)

mücadele

  • (Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma.

mücadele suresi / mücâdele sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin elli sekizinci sûresi.

mücadile suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 58. Suresi olup Kad-semi' ve Sure-i Zıhâr da denilmiştir.

mücahede-i fikriye

  • Fikir mücadelesi.

mücahede-i hayatiye

  • Hayat mücadelesi.

mücahede-i nefsiye

  • Nefis mücadelesi.

mücaveze

  • Haddinden ileri geçmek. Normali aşmak. Bir şeyin, hadd-i itidâli geçmesi.
  • Birini suç ve günahı ile muâheze eylemeyip görmemezlik ile afv ve müsamaha eylemek.

mücedda'

  • Burnu ve kulağı kesilmiş.
  • Başı yanmış olan ot.

müceddid-i elf-i sani / müceddid-i elf-i sâni

  • "İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır.

mücelcil

  • Gök gürlemesi olan bulut.

mücenneb

  • Devesi doğurmayan kişi.

mücerreb

  • Tecrübe olunmuş. Sınanmış. Denemesi yapılmış. Ahvâl ve tavırları tecrübe edilmiş.
  • Makbul.

mücevherat-ı mütenevvia ve müteaddide

  • Çeşit çeşit ve ve pek çok sayıda mücevherler.

mucib

  • (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen.
  • Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.

mucib-i bizzat / mûcib-i bizzat

  • Her şeyi yapmaya bizzat mecbur olan, Cenâb-ı Hakkın iradesini inkâr eden felsefî görüş.
  • İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)
  • İradesiyle değil de varlığı icabı herşeyi yapmaya mecbur olan.

mucib-i istifsar / mûcib-i istifsar

  • Soru sorma gerekçesi, sebebi.

mucize-i rabbaniye / mûcize-i rabbâniye

  • Her şeyin rabbi olan Allah'ın mucizesi.

mücrihe

  • Yürümesi ve gitmesi tez olan kişi. Hızlı yürüyen kimse.

müctehid

  • İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim.

müctehid fil-mezheb

  • Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.

müçtehidin-i muhakkikin / müçtehidîn-i muhakkikîn

  • Muhakkik müçtehidler; bir meseleyi derinlemesine bilen Kur'ân ve Sünnet ışığında hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimleri.

müdafaat-ı kat'iye

  • Kesin olan savunmalar.

müdahale-i ecnebi / müdahale-i ecnebî

  • Yabancı müdahalesi.

müdakkikane / müdakkikâne

  • İncelercesine.

mudarebe şirketi / mudârebe şirketi

  • Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.

müdayene ayeti / müdâyene âyeti

  • Borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet; Bakara Sûresinin 281. âyeti.

müddessir suresi / müddessir sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 74. Suresi olup, Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dördüncü sûresi.

müddet-i haps

  • Hapis süresi.

müddet-i hayat

  • Hayat süresi.

müddet-i hilafet / müddet-i hilâfet

  • Halifelik süresi.

müddet-i hilafet-i islamiye / müddet-i hilâfet-i islâmiye

  • İslâm halifeliği süresi.

müddet-i ikamet

  • Kalış süresi.

müddet-i mesai / müddet-i mesâi

  • Mesâi, çalışma süresi.

müddet-i ömür

  • Ömür süresi.

müddet-i saltanat

  • Saltanat süresi.

müddet-i taharri / müddet-i taharrî

  • Araştırma süresi.

müddet-i tahsiliye / مدت تحصيليه

  • Öğrenim süresi.

müderris

  • Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.

müdhamme

  • Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan koyu yeşil renkte görünen bahçe.

müdhammetan

  • Her tarafı yemyeşil nebatat, hazrevat ile kaplı iki Cennet.

müdiriyyet / müdîriyyet

  • Müdürün makam ve vazifesi. Müdürlük.

müeccel

  • Mühletli, peşin olmayan. Sonradan yapılmak üzere vakti belli olan. Te'cil edilmiş olan.

müeddi / müeddî

  • Eda eden. Te'diye eden. Ödeyen.
  • Sebep olan. Meydana gelmesine vesile olan.

müellefe-i kulub / müellefe-i kulûb

  • Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı

müesser

  • Tesir edilmiş, kendisine bir şey tesir etmiş olan.

müesses

  • Tesis olunmuş, temeli atılmış, bina edilmiş.

müessir / مؤثر / مُؤَثِّرْ

  • Tesirli, etkili.
  • Tesirli, etkili.
  • Tesir eden, etki, iz bırakan.
  • İşleyen, hükmünü yürüten.
  • Çok hissedilen, içe işleyen.
  • Dokunan, dokunaklı.
  • Eser sahibi. Allah Teâlâ.
  • Tesirli.
  • Tesir eden, yapan.
  • Tesirli.

müessir olma

  • Gerçek tesir sahibi olma.

müessir-i hakiki / müessir-i hakikî

  • Gerçek tesir sahibi olan, bütün sebepleri yaratıp hükmeden.

müessiriyet

  • Tesirlilik, bizzat fiil ve eseri yapan olma.
  • Tesirlilik, etkinlik.

müessis / مُؤَسِّسْ

  • Tesis edici, kurucu.
  • Tesis eden, kuran.

müessisin / müessisîn

  • (Tekili: Müessis) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.

müeyyide

  • Te'yid eden. Te'yid edici. Kuvvetlendirici.
  • Kanun ve ahlâk emirlerinin yerine getirilmesini te'min eden kuvvet.

müfad

  • Sözün ifade ettiği mâna. İfade edilen.
  • Herhangi bir vesile ile kazanılmış menfaat. (Mefâd galattır)

müfadat-ı üsera / müfadat-ı üserâ

  • Eskiden muhârib iki kavmin karşılıklı olarak esirlerini değişmeleri.

müfareze

  • Bir şeyden kesilip ayrılma.

mufavada şirketi / mufâvada şirketi

  • Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.

müfavaza

  • Ortaklık, işbirliği.
  • Eşitlik, müsavilik.

müfavazaten

  • Ortaklıkla, işbirliği yaparak.
  • Eşitlikle, müsavilikle.

müfettah

  • Açılmış, açık.
  • Bir çeşit yazı ismi.

müflis

  • İflas etmiş. Parasız kalmış. Ticarette kâr elde edemeyip veya bazı sebeplerle sermayesini batırmış olan.

müfred

  • (Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan.
  • Basit, mürekkeb olmayan.
  • Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan.
  • Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyit.

müfreze-i askeriye

  • Asker müfrezesi.

müfritane

  • Aşırı gidercesine.

müftedi / müftedî

  • Fidye verip esirlikten kurtarılan.

müfteriyane

  • İftira edercesine. (Farsça)
  • İftira edercesine.

müftiü'l-enam

  • Halkın müftüsü, herkesin müftüsü.

müftiy-ül enam

  • Şeyh-ül İslâmın bir ismi. Herkesin müftüsü.

mug-kede

  • Meyhane. (Farsça)
  • Ateşe tapanların ibadethanesi. (Farsça)

muganni / mugannî

  • Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu.
  • Hoş sesle öten.

muhabbet

  • Sevgi, sevme.
  • Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)

muhabbet-i ehl-i beyt

  • Peygamberimizin ailesine mensup ve soyundan olanlara duyulan sevgi.

muhabbet-i rabbaniye / muhabbet-i rabbâniye

  • Herşeyi terbiye eden Allah'ın mahlukatını sevmesi.

muhabbetdarane / muhabbetdârâne

  • Severcesine.

muhabbetkarane / muhabbetkârâne

  • Severcesine.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhaddar

  • Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış.

muhafaza-i ilahiye / muhafaza-i ilâhiye

  • İlâhî koruma; Allah'ın yardıma ve korunmaya muhtaç olan kullarını muhafaza etmesi, koruması.

muhak

  • (Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi.

muhakemesiz

  • Akıl yürütemeyen, düşüncesiz.

muhakkak / محقق

  • Kesin, kesinlik kazanmış.
  • Kesin, gerçekleşmiş.
  • Doğru. (Arapça)
  • Kesin. (Arapça)
  • Mutlaka. (Arapça)

muhakkaku'l-vuku

  • Gerçekleşmesi kesin olan.

muhakkıkin-i eimme / muhakkıkîn-i eimme

  • Gerçekleri derinlemesine araştıran ve delilleriyle bilen imamlar.

muhakkirane / muhakkirâne

  • Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına. (Farsça)

muhal-i adi / muhal-i âdi

  • Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.
  • Herkesin anlayabileceği imkânsızlık.

muhalefet-ün li-l havadis

  • Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum olsun, muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi.

muhalefetün-lil-havadis / muhâlefetün-lil-havâdis

  • Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.

muhammed suresi / muhammed sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin kırk yedinci sûresi.

muhammed-i kureyşi / muhammed-i kureyşî

  • Kureyş kabilesine mensup olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

muhammes

  • Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş.
  • Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume.
  • Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.

muharrem gecesi

  • Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.

muharremat / muharremât

  • Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
  • Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.

muhasara

  • Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.

muhasebe / muhâsebe

  • Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.

muhasebe-i a'mal / muhasebe-i a'mâl

  • Amellerin değerlendirilmesi.

muhasebe-i kübra / muhasebe-i kübrâ

  • Büyük muhasebe, hesaba çekilme; Allah'ın bütün insanları öldükten sonra dirilttiğinde hayatlarının tamamından hesaba çekmesi.

muhassasat

  • (Tekili: Muhassas) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para.
  • Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.

muhatara-i izmihlal / muhatara-i izmihlâl

  • Dağılma tehlikesi.

muhayee

  • Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.

muhayyer

  • (Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
  • Seçilmesi serbest olan seçmece, beğenmece.

muhazat-ı nisa

  • Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)

muhazzar

  • Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.

muhazzi'

  • Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.

muhcen

  • Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.

mühdi / mühdî

  • Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden.
  • Hidayete getiren. Hidayete vesile olan.
  • Mürşid, muvaffak.
  • Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bi
  • Hidayete vesile olan.

muhil / muhîl

  • İhâle eden. Havâle eden.
  • Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden.

mühimmat / مهمات

  • (Tekili: Mühimm) Mühimler. Lüzumlu olanlar.
  • Harp malzemesi.
  • Savaş malzemesi. (Arapça)

muhit-i arz

  • Dünyanın çevresi.

muhit-i daire / muhit-i dâire

  • Mat: Daire çevresi. Çember.

muhit-i enfüsi / muhit-i enfüsî

  • Kapsamlı olan kendi dünyası; kâinattaki bütün mükemmelliklerin ve olgun hâsiyetlerin kapsamlı bir nümunesi hükmünde olan kendi zâtı ve iç dünyası.

muhit-i nigah / muhit-i nigâh

  • Göz çevresi.

muhkem kaziye

  • Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edil

muhkemat / muhkemât

  • İslâmiyetin sağlam ve kuvvetli kanunları, emirleri; yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık sözler, kesinlik ifade eden naslar.

muhlisane / muhlisâne

  • Muhliscesine.

muhmid

  • Ateşin alevini bastıran.

muhrez

  • Kazanılmış, elde edilmiş.
  • Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.

muhrik-dem

  • Nefesi yakıcı olan. Âşık. (Farsça)

muhtar

  • İhtiyar eden. Seçilmiş olan.
  • Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür.
  • Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi.
  • Kendi iradesiyle hareket edebilen.

muhtariyet

  • Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma.

muhtebirane / muhtebirâne

  • Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda. (Farsça)

muhtefid

  • Seri kesici olan.

muhtelif

  • Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
  • Çeşitli, farklı.
  • Çeşit çeşit, birbirine uymayan.

muhtelif kadirler

  • Çeşitli, farklı yörüngeler, mesafeler.

muhtelif-ül cins

  • Çeşit çeşit cinste. Muhtelif cinste.

muhtelife

  • Çeşitli.

muhtelifülcins

  • Çeşitli, farklı türler.

mühud

  • (Tekili: Mehd) Beşikler.

müjde-i haydari / müjde-i haydarî

  • Hz. Ali'nin müjdesi.

müjde-i kur'aniye / müjde-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın müjdesi.

müjde-i mağfiret

  • Allah'ın affetme müjdesi.

müjde-i nuriye

  • Nur müjdesi, nurlu müjde.

müjde-i saadet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluk müjdesi.

mukabele ve muvazene

  • Terazinin iki kefesi gibi karşılıklı tartılma.

mukabele-i rahmani / mukabele-i rahmânî

  • Rahmân olan Allah'ın Zâtına has ve yaraşır şekilde karşılık vermesi.

mukaddeme

  • İlk söz. Başlangıç.
  • Önde gelen. Medhal. Giriş.
  • Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.

mukaddeme-i haşriye

  • Haşrin mukaddemesi; Dokuzuncu Şuâ.

mukaddeme-i istisnaiye

  • Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir.

mukadder sualler

  • Gelmesi beklenen, muhtemel sorular.

mukadderat-ı hayatiye / mukadderât-ı hayatiye

  • Hayat boyu başa gelmesi takdir edilmiş olaylar.

mukaddes

  • (Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi.

mukaddesat / mukaddesât

  • Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.

mukaddirane / mukaddirâne

  • Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. (Farsça)

mükafat-ı acil / mükâfât-ı âcil

  • Peşin mükâfat.

mükafat-ı acile / mükâfât-ı âcile

  • Peşin mükâfat.

mükafat-ı muaccele / mükâfât-ı muaccele

  • Peşin ödenen ödül.

mükafee / mükâfee

  • Beraberlik, eşitlik, müsavat.

mükafi / mükâfî

  • (Kifâyet. den) Eşit, müsâvi. Beraber.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukallidane / mukallidâne

  • Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına. (Farsça)

mukarib-ül vücud

  • Olması yakın, vücuda gelmesi yakın.

mukarrebun

  • Büyük meleklerden bir zümre.
  • Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar.
  • Yakınlaşmış olanlar.

mukarrer / مقرر

  • Kesinlik kazanmış; hakkında şüphe olmayan mesele.
  • Kararlaştırılmış. (Arapça)
  • Kesin. (Arapça)

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

mukataa

  • (Kat'. dan) Kesişmek.
  • Ülfeti terk eylemek.
  • Birbirinden kesmek ve kesişmek.
  • Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi.
  • Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.

mükatebe / mükâtebe

  • Yazışma. Mektuplaşma. Birbirine yazma.
  • Fık: Azâd edilmesi, bazı şartlara -mal kazanmak veya bir müddet hizmet etmek gibi neticeye- bağlı olan köle veya câriye ve bu azad hususunda yapılan mukavele.
  • Yazışma, mektuplaşma, birbirine yazma, köle ile yapılan azatlık sözleşmesi.

mükatib / mükâtib

  • Mektup yazan. Mektuplaşan.
  • Fık: Köle veyâ câriyesinin azâd edilmesini bir kazanca veya bir müddete bağlayan efendi.

mukatta'

  • Kesilmiş.
  • Parçalanmış.

mukattaa

  • (Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.
  • Kesilmiş, kesik, ayrı.

mukattaat

  • Bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler.
  • (Tekili: Mukattaa) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler.
  • Kısaltmalar.
  • Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler.
  • Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.

mukattaat-ı huruf / mukattaât-ı huruf

  • Bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler.

mukavver

  • Ziftle karışık veya ziftle kaplı.
  • Yuvarlak kesilmiş.

mükelleb

  • Bağlı esir.

mükenna

  • (Künye. den) Künyeli, künyesi olan, künyelenmiş.

mükennef

  • Etrafı sınırlanmış, çevresi çevrelenmiş.

mükessif

  • (Kesâfet. den) Koyulaştıran, kesif hâle getiren.

mukim / mukîm / مقيم

  • Oturan, yerleşik.
  • Oturan, yerleşik. (Arapça)

mukın / mûkın

  • Şüphesiz ve kat'i olarak bilen.

mukınun / mûkınûn

  • Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar.

mukniyane / muknîyâne

  • İkna edercesine, inandırarak.

mükrimane

  • İkram edercesine.

mukteda

  • Kendisine uyulan. Önde giden.
  • Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ.
  • Namazda kendine uyulan imam.

mukteda-yı küll / muktedâ-yı küll

  • Herkesin her konuda uyduğu, örnek aldığı kişi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

müktehil

  • (Kuhl. dan) Kendi gözlerine sürme çeken.
  • Otluk veya çimenle yemyeşil olan.

müktesib

  • (Müktesibe) (Kesb. den) Elde eden, edinen, kazanan.

muktesidan

  • (Tekili: Muktesid) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülabeset / mülâbeset

  • (Lebs. den) Karışma. Münâsebet. Ülfet ve ihtilât etmek. Birbirine benzeyen iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.
  • Takribi cihet.
  • Karışma, münasebet, iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.

mülagım

  • Ağzın çevresi, dil erişen yerleri.

mülahat

  • Yakınlaşmak. Çekiştirmek.
  • Çocuğun, sütten kesilme vaktine yakınlaşması.
  • Niza ve husumet etmek.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mülevven

  • Renk renk olan. Boyalı, renkli. Çeşit çeşit boyalı.

mülk suresi / mülk sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 67. suresidir. Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mânia, Vakiye, Mennea Suresi gibi isimleri de vardır. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi.

mülket-i osmaniye

  • Osmanlı Ülkesi.

mülkiye / مُلْكِيَه

  • Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar.
  • Asker olmayanlar.
  • Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.
  • Ülkenin idaresi için çalışanların bulunduğu daire.
  • Ülke idaresiyle ilgili daire.

mültemisin / mültemisîn

  • (Tekili: Mültemis) İltimas edenler, kayıranlar. Biri için aracılık edip işinin görülmesini dileyenler.

mültezim

  • Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan.

mültezimane

  • İltizam edercesine. (Farsça)

mülzim

  • İlzam eden, susturucu.
  • Lüzumlu gören. Gerektiren.
  • Verilen hükmün mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet.

mümkinat / mümkinât

  • Varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah'ın var etmesine bağlı olanlar.

mümkinat dairesi

  • Varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah'ın var etmesine bağlı olan daire.

mümkün

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olan varlık.

mümkünat

  • Olması imkân dahilinde olan, varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan şeyler.

mümtehine suresi / mümtehine sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 60. Suresidir. İmtihan veya Meveddet Suresi de denilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmışıncı sûresi.

mümteni-üt tahsil

  • Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan.

mümtezic

  • İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik.
  • Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan.
  • Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan.
  • Birbiriyle iyi geçinen.

mümteziç

  • Birleşik, karışık.

mumya

  • Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. (Farsça)
  • Çok zayıf (kimse). (Farsça)
  • Çürümesin diye ilaçlanmış ölü.

mün'azilen

  • (Azl. den) Vazifesinden çıkarılmış olarak. Azledilerek.

münacat / münâcat

  • Dua etme, yalvarma.
  • Divan edebiyatında Allah'a dua için yazılan manzume çeşidi.

münafıkun suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 63. Suresidir. Medenîdir.

münafikun suresi / münâfikûn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış üçüncü sûresi.

münakale

  • Karşılıklı iletişim, etkileşim, alış-veriş.

münakkah

  • (Nakh. dan) En iyileri seçilmiş. Müntehab, güzide.
  • Soyulmuş, temizlenmiş, ayıklanmış.
  • İdâre gayesiyle fazlası kesilmiş masraf.

münakkaş

  • Nakışlı, süslü, nakşedilmiş, işlemeli, resimli.

münasafa

  • (Nısf. dan) Yarıyarıya paylaşma. İki eşit parçaya ayırma.

münasebet

  • İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet, yakışmak, vesile, alâka.

münasebet-i siyak-ı kelam / münasebet-i siyâk-ı kelâm

  • Sözün gidiş münasebeti, öncesiyle ve sonrasıyla olan ilişkisi.

münaşede

  • (Neşide. den) Karşılıklı neşide söyleme.

münaseha

  • Bir şeyi diğerine nakletmek.
  • Döndürmek.
  • Tebdil etmek, değiştirmek.
  • Huk: Bir vârisin, kendine bırakılan mirası alamadan ölmesi.

münazaünfih / münâzaünfih

  • Niza sebebi, çekişme vesilesi.

münbasit

  • İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık. Şen.

müncezibane / müncezibâne

  • Cezbedilircesine, çekilircesine.
  • Çekilerek, çekilircesine, cezbedilerek. (Farsça)
  • Kendini kaptırmak suretiyle. (Farsça)

müncezir

  • Kesilen.

münevverü'l-fikir

  • Fikir ve düşüncesi aydın.

münfasım

  • Kesilmiş.

münfedi

  • Fidye verilerek kurtarılan esir.

münfesiha

  • (Bak: MÜNFESİH)

münhadi'

  • (Had'. dan) Birinin hilesine aldanmış olan.
  • Bir kimsenin hile ve tuzağına düşme.

münhafız

  • İnhifaz eden, alçalan.
  • Kesre harekesiyle harekelenmiş harf.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale

münkarız

  • Kesilmiş.

münkatı

  • Kesilen.

münkatı'

  • (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan.
  • Arada bağ kalmıyan, ayrılmış.
  • Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.

münkati'

  • Kesilen, kesik arkası gelmeyen, son bulan, süreksiz.

münkazi

  • (Münkaziye) (Kazâ. dan) Bitmiş, tükenmiş, sona ermiş, ardı kesilmiş.

münkesir / منكسر

  • (Kesir. den) İnkisar eden, kırılan, kırılmış, kırık. Gücenmiş.
  • Kırık. (Arapça)
  • Münkesir olmak: Kırılmak. (Arapça)

münkesiren

  • Kırgınlıkla.
  • Kırık olarak. Münkesir tarzda.

münkirane / münkirâne

  • İnkâr edercesine.
  • İnkâr edercesine.
  • Münkircesine, inkâr edercesine. (Farsça)

münsak

  • Gönderilmiş olan.
  • Birine bağlı olan ve peşinden giden.

munsarım

  • Kesilen, kat edilen.

münşeat

  • Kaleme alınmış şeyler. Nesir yazılar. Mektublar.

münşi

  • (Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan.
  • Edb: Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib.

münşid

  • (Neşide. den) İnşad eden, iyi şiir okuyan.
  • Bir şeyi zâyi edip " Varmı" diye bağıran.

muntazır

  • Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.

muntazırane / muntazırâne

  • Beklercesine.

münteha-yı zirve-i hiçi / müntehâ-yı zirve-i hiçî

  • Yokluk ve hiçliğin zirvesi, en son noktası.

müntesip

  • Bk. müntesib.

münteşire-i muvakkate

  • Hükmü herhangi bir fertte ve herhangi bir zamanda gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan.

müntic

  • İntâc eden, netice veren. Sebebiyet veren, meydana getiren. Bir şeyin neticelenmesine sebep olan.

münzeviyane / münzeviyâne

  • İnzivaya çekilircesine, tek başına kalır gibi. (Farsça)

müpteda / müptedâ

  • (Ar. gr.) İsim cümlesinde haberin (yüklemin) anlattığı iş, hareket veya oluşu taşıyan ve onlara konu teşkil eden isimdir.

mür'ab

  • Kesilmiş, parça parça olmuş.

mura

  • Kedi sesi. Kedi miyavlaması.

murad / murâd

  • İstenilen; arzû edilen şey.
  • Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

murakkım

  • (Rakam. dan) Pusulanın iğnesi.

müraveha

  • Çeşitli nesnelerin kâh birini ve kâh birini işlemek.

murdar / murdâr

  • Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. (Farsça)
  • İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan. (Farsça)
  • Dinen yenmesi yasak olan ölü hayvan; leş.
  • Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey.

murdia

  • Süt annesi.

mürebbiyane

  • Terbiye edercesine.

mürebbiye

  • Çocuk terbiyesiyle meşgul olan kadın.

müreddef

  • Edb: Redifli olan manzum söz.
  • Peşinden yürütülmüş.

mürefref

  • İnce, nazik kumaştan yapılmış.
  • Dalları sallanan nâzik lâtif ağaç.
  • Sürü sürü, grup grup.
  • Yeşil elbise.

mürekkeb

  • Birleşik olan, parçalanabilen. Basitin zıddı.
  • İki veya daha çok şeyin karışmasından meydana gelen, bileşik.
  • Terkib edilmiş, birleşik, boya.

mürekkebat

  • Terkipler, bileşikler.

mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaide / mürekkebât-ı mütedahile-i mütesaide

  • Atomların iç içe dizilmesiyle yükselip gelişerek meydana gelen moleküller, elementler, bileşikler.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürekkib

  • (Rükub. dan) Terkib eden. Bir birleşiği meydana getiren.

müressem

  • (Resm. den) Yapılmış, çizilmiş. resmolunmuş. Resmi yapılmış.
  • Çiçekler ve resimlerle süslenmiş.

mürgzar

  • Kuşu çok olan yer. Kuş bahçesi. (Farsça)

mürid / mürîd

  • İrade eden, istiyen.
  • Tarikata girmiş olan. Şeyhin veya mürşidin şakirdi, talebesi.
  • Allah'ın rızâsına kavuşmayı isteyen, bir mürşidin talebesi.
  • Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren talebe.

mürr

  • Acı.
  • Arap beldesinde bir ağacın zamkı.

mürselat / mürselât

  • Gönderilen şeyler.
  • Melekler.
  • Kur'anın 77. suresidir. Urf Suresi de denir. Mekkîdir.

mürselat suresi / mürselât sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş yedinci sûresi.

mürtecir

  • Kişnemesi güzel olan at.

mürtemi / mürtemî

  • Keşif kolu. Karakol.

mürtesem

  • (Resm. den) Resmolunmuş. Resimlenmiş.
  • Resimlenmiş.

müruk

  • Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi.
  • Dinden huruç etmek, mürtedlik.

mürur-ı zeman / mürûr-ı zemân

  • Zaman aşımı, zaman geçmesi.

mürur-u a'sar / mürur-u a'sâr / mürûr-u a'sâr / مُرُورُ اَعْصَارْ

  • Asırların geçmesi.
  • Asırların geçmesi.

mürur-u zaman / mürûr-u zaman / مُرُورِ زَمَانْ

  • Zamanın geçmesi.
  • Zamanın geçmesi.
  • Bir iş ve dâva hakkındaki belli bir zamanın geçmesiyle o iş ve dâvanın hükümden düşmesi.
  • Zamanın geçmesi.
  • Zamanın geçmesi.

mürüvvetkarane / mürüvvetkârâne

  • Yiğitçesine. Mertçesine. (Farsça)
  • Mürüvvetlicesine. (Farsça)

mus'a

  • (Çoğulu: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi.
  • Bir kuşun adı.

musa aleyhisselam / mûsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Ülü'l-azm adı verilen altı büyük peygamberden biridir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında bir zâtın oğlu, Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir.

müsaade-i hükumet / müsaade-i hükûmet

  • Hükümetin izin vermesi.

müsaade-i şer'iye

  • Şeriatın müsaadesi, İslâmiyetin izin verdiği iş ve davranış.

musahebe

  • Sohbet, söyleşi.

müşahedat / müşâhedât

  • (Tekili: Müşahede) Gözle görülen şeyler.
  • Görüşler.
  • Keşifle seyredilenler.
  • Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.
  • Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.

musahhar

  • Emir altında, esir alınan.

müsahhar

  • Bir şeyin tesiri altında kalmış, büyülenmiş.

musahhariyet-i mevcudat

  • Varlıkların boyun eğmesi.

musahhihane

  • Düzeltircesine.

müsahhirü'ş-şemsi ve'l-kamer

  • Ayı ve Güneşi itaat ettiren, boyun eğdiren, Allah.

müsakat

  • (Ka, uzun okunur) Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya ağaçları bir kimseye verme.

musalemet-i umumiye

  • Herkesi içine alan barış hâli, huzur.

müsalemet-i umumiye

  • Umumî barış ortamı; herkesi içine alan barış ve huzur.

musallit

  • (Salâtet. den) Birine musallat eden. Peşini bırakmayıp sataştıran.

müsamaha / müsâmaha

  • Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.
  • Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmek.

müsamahakarane / müsamahakârâne

  • Müsamaha gösterircesine, göz yumarak.

müsamere / مسامره

  • (Semr. den) Gece eğlencesi.
  • Mekteplerde talebelerin oynadıkları piyes.
  • Gece eğlencesi. (Arapça)
  • Okul piyesi. (Arapça)

müsamid

  • Oyun âleti yapan kimse.
  • Bahçesine ters ve pislik döken kişi.

musammet

  • (Sammet. den) Kof olmayan. İçi boş olmıyan şey.
  • Gr: Arap alfabesine "b, f, l, m, n, r" nin haricindeki bütün harfler.

müşarata / müşârata

  • Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme.

müşaş

  • Omuz başı.
  • Yumuşak kemik başları. (Çiğnenmesi mümkündür).
  • Yumuşak yer.

müşateme

  • (Şetm. den) Atışma, birbirine sövme. İki kişinin birbirine sövmesi.

müşattar

  • Edb: Mısraları arasına ilâveten ayrıca mısralar getirilmiş gazel veya keside..

müsavat / müsâvât / müsâvat / مساوات / مُسَاوَاتْ

  • Denklik, beraberlik. Müsavilik, eşitlik. Aynı hâl ve derecede olmak. Aynı haklara sahip olmak.
  • Eşitlik, aynı halde ve derecede olma.
  • Eşitlik, denge.
  • Eşitlik, denklik.
  • Eşitlik, denklik; aynı halde ve derecede olma.
  • Eşitlik. (Arapça)
  • Eşitlik.

müsavat-ı esasiye / müsâvat-ı esasiye

  • Temel eşitlik, mutlak eşitlik.

müsavat-ı hukuk

  • Hukuk önündeki eşitlik.

müsavat-ı mutlaka / müsâvât-ı mutlaka / مُسَاوَاتِ مُطْلَقَه

  • Mutlak eşitlik.
  • Sınırsız, tam eşitlik.

müsavat-ı zımniye

  • Gizli eşitlik.

müsavaten

  • Müsavi ve eşit olarak.

müsavatsız

  • Eşit olmayan, denk gelmeyen.

müsavatsızlık / müsavâtsızlık / müsâvatsızlık

  • Eşitsizlik.
  • Eşitsizlik. (Arapça - Türkçe)

müsavi / müsavî / müsâvi / müsâvî / مُسَاو۪ي

  • Eşit, denk, aynı halde ve derecede bulunan.
  • Eşit, dengeli.
  • Eşit, denk.
  • Eşit, denk.
  • Eşit.

müsaviyü't-tarafeyn / müsâviyü't-tarafeyn

  • İki tarafın birbirine denk olması; varlık veya yokluk konusunda eşit durumda olma.

musavver / مصور

  • Resimlenmiş.
  • Resimli. (Arapça)
  • Tasvir edilmiş. (Arapça)

musavviriyet-i ilahiye / musavviriyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler vermesi.

müsbet ilimler

  • (Pozitif ilimler) Tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve nazari olmayan maddi ilimler. Herkesin kabul ettiği ve isbat vasıtaları ile doğruluğu isbat edilen ilimler.

müsebbeb

  • (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.

müsebbib

  • Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran.

müsebbihan

  • Tesbih edenler. Bütün noksan sıfatlardan, her çeşit kusurdan Cenab-ı Hakkın uzak, temiz ve pâk olduğunu ikrar edenler, söyleyenler. (Farsça)

müsecca'

  • Secilendirilmiş. Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli olan nesir.

müşeccer

  • (Şecer. den) Ağaç gibi dallı budaklı olan yazı veya resim.

müşekkik

  • Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat, özellik.

müsellem

  • Doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müsemma-yı meşrutiyet / müsemmâ-yı meşrutiyet

  • Meşrutiyetin "meşrutiyet" olarak isimlendirilmesi, mânâsı, özü, gerçeği.

musevilik / mûsevîlik

  • Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.

müsevvide

  • Abbasiye tâifesinden bir fırka.

müşevvikane / müşevvikâne

  • Teşvik edercesine, isteklendirircesine.

musfac

  • Yassı başlı.
  • Ellerini birbirine vurup sesini işittirdikleri kişi.

müşfikkarane / müşfikkârâne

  • Şefkat edercesine.

müshilat / müshilât

  • (Tekili: Müshil) İshal veren, bağırsakların temizlenmesine yardımcı olan ilâçlar.

musika

  • Mızıka. Çeşitli ses çıkarılan bir çalgı âleti.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

müşiriyet makamı / müşîriyet makamı

  • Mareşallik rütbesi.

müşkil

  • Anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.

müşkil-üt tahsil

  • Elde edilmesi, tahsili zor olan. Kolay tahsil edilemeyen.

müşkilü't-tahsil

  • Elde edilmesi zor.

müşkilü't-tahsil olan

  • Elde edilmesi zor olan.

müskir

  • (Sekr. den) Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, kullanılması ve içilmesi haram olan zararlı madde.

müskirat

  • (Tekili: Müskir) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler.

müsmi'

  • İşittiren, sesi duyuran.

müsned

  • İsnad edilmiş, senede bağlanmış. "Müsned Hadis" senedi kesintisiz olarak Hz. Peygamber'e ulaşan hadistir.
  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

müsrifane / müsrifâne

  • İsraf edercesine.
  • İsraf edercesine.

müsta'fi

  • Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden.
  • Suçunun bağışlanıp afvedilmesini isteyen.

müsta'tıfane / müsta'tıfâne

  • Şefkat istercesine, sevgi taleb edercesine. (Farsça)

müstagfir

  • (Gufran. dan) İstiğfar eden. Günahlarının örtülmesini, bağışlanmasını Allah'tan (C.C.) isteyen.

müstahcer

  • (Hacer. den) Taş hâline gelmiş. Sertleşip taşlaşmış.

müstahsen

  • Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği.
  • Dinimizin güzel gördüğü şeylerin her biri.

müstahsinane / müstahsinâne

  • Beğenerek, beğenmek suretiyle, beğenircesine. (Farsça)

müştakane

  • Şevkle, çok isteyerek, severcesine. (Farsça)

müstakbel

  • Gelmesi beklenen zaman.

müstakim

  • (Kıyam. dan) Doğru, istikametli.
  • Eğri olmayan, düz, dik.
  • Hilesiz, temiz.

müstakimane / müstakimâne

  • Doğrulukla, namuslulukla, adâlet dâiresinde. (Farsça)

mustalık gazası

  • Benî Mustalık gazasına Müreysî gazası da denilir. Benî Mustalık, Huzaa'nın bir şubesidir. Müreysî de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık, Resul-i Ekrem'le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu sefer bu isimle anılır. Çeşitli râviler, bu gazanın hicrî dört veya beş veya altıncı sen

mustazill

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan.
  • Birinin koruyuculuğu ve himâyesi altında bulunan.

müstazıll

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölge altına girmiş olan.
  • Mc: Birinin himayesine sığınmış olan.

müste'min

  • Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş.
  • Canının bağışlanması şartiyle teslim olan.
  • Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bu

müste'min müslüman

  • Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren müslüman.

müste'rıs

  • Vâlidesi ile arasında ayrılık olan.

müstebdi'

  • Eşi emsâli benzeri pek az bulunur sanan.

müstebi / müstebî

  • Esir eden.

müstecirane / müstecirâne

  • Aman dileyerek, müstecircesine. (Farsça)

müstecvib

  • (Cevâb. dan) Cevap isteyen. İfâdesini alan, suâl sorup cevabını isteyen.

müstefiz

  • Münteşir, açılmış, yayılmış.

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.

müstefti / müsteftî

  • (Fetva. dan) Bir müftüye müracaat edip bir mes'ele hakkında fetva isteyen.
  • Bir müşkülün halledilip çözülmesini isteyen.

müstehcen

  • Açık, saçık. Edepsizcesine, ayıp, iğrenç.
  • Açık saçık, ayıp, edepsizcesine.

müstehziyane / müstehziyâne

  • Alay edercesine.
  • Alay edercesine.

müstekar

  • Karar kılınacak, yerleşilecek yer.
  • Sâbit, hiç değişmeyen, yerleşmiş, değişmez.

müştekiyane / müştekiyâne

  • Şikayet edercesine.
  • Şikâyet edercesine, şikâyet eder gibi. (Farsça)

müstemirrü't-tecelli / müstemirrü't-tecellî

  • Yasıması devamlı, kesintisiz.

müstemlekat / müstemlekât

  • Müstemlekeler. Başka devletlerin emri ve idaresi altında olan yerler. Memleketler.

müstemleke

  • Başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge.
  • Başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket. Hicret etmişlerle iskân edilmiş yerler. Sömürge.

müstenciz

  • Va'din yerine getirilmesini isteyen.

müstenşid

  • (Neşide. den) Birisinin şiir okumasını isteyen.

müstensih

  • İstinsah eden. Yazıyı çoğaltan, kopya çıkaran.
  • Teksir makinesi. Çoğaltma makinesi.

müster'i / müster'î

  • Bir kimseden bir şeyin saklanıp muhafaza edilmesini isteyen.

müşterekün fih / müşterekün fîh

  • Kendisi üzerinde birleşilmiş olan.

müsterhimane

  • İstirham ederek, merhamet dilercesine.

müsterşid

  • (Çoğulu: Müsterşidîn) (Rüşd. den) Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen.

müsterşidane / müsterşidâne

  • Doğru yolun gösterilmesini isteyene yakışır surette. (Farsça)

müsterşidin / müsterşidîn

  • (Tekili: Müsterşid) Doğru ve hak yolun gösterilmesini, irşad edilmesini isteyenler.

müsterşiyane

  • Rüşvet istercesine. (Farsça)

müsteş'ir

  • (İş'ar. dan) Soruşturan. (Yazı ile) bildirilmesini isteyen.

müsteşfiane / müsteşfiâne

  • Şefaat dilercesine. (Farsça)

müstetir / müstetîr

  • Münteşir, yayılmış.

müsteva

  • Gr: Müzekker ile müennesi şâmil olan, içine alan.

müstevliyane / müstevlîyane

  • İstilâ edercesine, kaplayarak.

müstevsik

  • Bir kimseden sened veya vesika alan.

müstezad

  • (Ziyade. den) Artmış, çoğalmış.
  • Edb: Aruz kalıplarından " Bahr-i recez" denilen vezin ile yazılmış manzume. (Mef'ulü mefâîlü mefâîlü faûlün) gibi. Veya (Mef'ûlü faûlün) veznine denk parça ilâvesi ile yapılır. Ziyadeli mısralı manzumelerdir.

mut'a

  • Geçici kazanç.
  • Şiilere mahsus süresi belirlenmiş nikah.

mutaffifin suresi / mutaffifîn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen üçüncü sûresi.

mütarekename / mütarekenâme

  • Mütareke için tarafların imzaladıkları vesika. (Farsça)

mutasallıf

  • Dalkavuk, şarlatan; seviyesinin üstünde fazilet ve zerafet iddiasında bulunan.

mütasarrıfa

  • İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

mutasarrıfiyet

  • Tasarruf etme hakkı. Mutasarrıflık.
  • Mutasarrıfın vazifesi.

mutatavvif

  • Ziyâret gayesiyle bir şeyin etrâfını dolaşan. Tavâf eden.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteaddid

  • Çeşitli, birçok.
  • Türlü türlü, çeşitli. Bir çok. Birden fazla.

müteadil

  • Birbirine denk ve eşit gelen. Teadül eden.

müteakıben

  • Arka arkaya, ardı sıra, peşinden. Sonra.

müteakiben / müteâkiben

  • Hemen arkasından, peşi sıra, daha sonra.

mütearef

  • (Örf. den) Herkesin bildiği, meşhur, ünlü.

mütearife

  • Herkesin bildiği. Tanınmış. Meşhur. Doğruluğu âşikâr.
  • Man: İsbatı icab etmeyen söz.

müteassıbane

  • Taassup gösterircesine, körükörüne.

müteattıf

  • (Atf. dan) şefkat eden, bağışlayan, esirgeyen.

müteattıfane / müteattıfâne

  • Şefkat göstererek, bağışlayarak, esirgeyerek. (Farsça)

müteazzir

  • Meydana gelmesi zor olan.
  • Özürlü olan.
  • Özürlü, zararlı, yerine getirilmesi zor.

mütebahhirane / متبحرانه

  • Derinlemesine. (Arapça - Farsça)

mütecavizane / mütecâvizane

  • Tecavüz edercesine, saldırırcasına.

mütecella

  • Münkeşif olup görünen, âşikâr olan.
  • Yükseğe çıkan. Yukarı havâle olan.

mütecenninane / mütecenninâne

  • Çıldırmışcasına, delicesine, mecnuncasına, delirerek. (Farsça)

mütecevvizane

  • Mecazlı konuşarak, mecazlı söz söyleyerek. (Farsça)
  • Caiz olmayan şeyi caiz görürcesine. (Farsça)

mütedafiane / mütedafiâne

  • Düşmanı defedercesine. İtişir kakışırcasına. (Farsça)

müteellimane

  • Acı hissedercesine.

müteessifane

  • Üzülürcesine.

mütefassım

  • Sütten kesilen.
  • Kırılan, darılan, üzülen.

mütefavit / mütefâvit

  • Birbirinden farklı, çeşitli.
  • Zamanca birbirinden ayrı.
  • Çeşitli, farklı.

mütefe'ilane / mütefe'ilâne

  • Hayra yorarak, tefe'ül edercesine. (Farsça)

müteferrid

  • (Çoğulu: Müteferridîn) (Ferd. den) Tek ve yalnız olan. Eşi benzeri olmıyan.
  • Kendi başına idare olan.

müteferridin / müteferridîn

  • (Tekili: Müteferrid) Tek ve yalnız olanlar. Eşi, benzeri ve emsâli bulunmıyanlar.
  • Kendi başına idare olanlar.

müteferrik

  • (Fark. dan) Çeşitli. Kısım kısım. Başka başka. Dağınık.

müteferrika

  • Çeşitli işler gören.
  • Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini götüren kimse.
  • Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret.

mütefevviz

  • Tefevvüz eden, uhdesine alan.
  • Gayr-i menkul malların tasarruf hakkını üzerine alan.

mütegabiyane

  • Ahmakçasına, eblehçesine. (Farsça)

mütehaciyane

  • Hicvedercesine. (Farsça)

mütehaddır

  • Yeşil renklenen, yeşillenen.

mütehakkimane

  • Hükmedercesine, zorlayarak.

mütehamikane

  • Ahmakçasına, eblehçesine. (Farsça)

mütehamiyane

  • Sakınarak, korunarak. Kendini himaye edercesine. (Farsça)

mütehazzır

  • Yeşil renkle renklenen. Yeşillenen.

mütehekkimane / mütehekkimâne

  • Alay edercesine. (Farsça)

mütehevvisane / mütehevvisâne

  • Hevesine düşkün olarak.

mütehezzicane / mütehezzicâne

  • Makamla şarkı söylercesine. (Farsça)

mütekafi / mütekâfi

  • (Mütekâfiyye) Birbirine denk ve akran olan. Eşitleşen.

mütekafiyen / mütekâfiyen

  • Birbirine eşit, denk, müsavi ve akran olarak.

mütekarrir

  • (Karar. dan) Kararlaşan, takarrür eden. Yerleşip kuvvet bulan.

mütekatı

  • Kesişmiş, kesik kesik.

mütekatı'

  • Karşılıklı kesişen, birbirini kesen.
  • Kesik kesik.

mütekattı'

  • (Kat'. dan) Kesik. Biteviye olmayan.

mütekavvem

  • Biçilmiş, kesilmiş. Toplanmış.

mütekazi

  • (Tekaza. dan) Borçluyu (borcunu ödemesi için) sıkıştıran.

mütekehhinane / mütekehhinâne

  • Falcılıkla, kâhincesine. (Farsça)

mütekellimane

  • Konuşarak, söz söylercesine.

mütekerrihane / mütekerrihâne

  • Tiksinircesine. Surat asarcasına. (Farsça)

mütelahime

  • Deri ile birlikte epeyce de et kesilmiş olan yara.

müteleffitane

  • İltifat edercesine. (Farsça)

mütemadi

  • Devamlı, kesiksiz, sürekli, daima.

mütemehhil

  • Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen.
  • Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.

mütemerridane

  • Direnircesine.

mütemerrin

  • Öğrenmek için çalışan, alışmak gayesiyle egsersiz yapan.

mütemevvin

  • İyâline çok nafaka veren. Ailesine, çoluk çocuğuna iyi bakan.

müteneffirane / müteneffirâne

  • Nefret edercesine.

mütenessim

  • (Nesim. den) Rüzgâr kokusu olan. Rüzgâr koklıyan.

mütenevvi / متنوع

  • Çeşitli.
  • Çeşitlenen, türlü türlü olan, muhtelif olan.
  • Türlü, çeşitli.
  • Çeşitli.
  • Çeşitli, türlü türlü. (Arapça)

mütenevvi' / مُتَنَوِّعْ

  • Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
  • Çeşitli.

mütenevvia

  • Çeşitli, türlü, birbirlerinden faklı.

mütenezzihane / mütenezzihâne

  • Tenezzüh edercesine, gezip eğlenircesine. Mütenezzihcesine. (Farsça)

muterizane / mûterizane

  • İtiraz edercesine.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Edebî sanatlarla ifade edilmesi sebebiyle mânâsı kapalı olan sözler, âyet ve hadîsler.

mütesabike

  • Bir şeyin kalıba dökülmesi.
  • Mâdeni eritip süzmek.

müteşair / müteşâir / متشاعر

  • Şair geçinen, şair müsveddesi. (Arapça)

mütesallit

  • (Çoğulu: Mütesallitîn) Musallat olan, peşini bırakmıyan, tasallut eden, sırnaşan.

mütesallitane / mütesallitâne

  • Musallat olarak, sırnaşarak, tasallut edercesine. (Farsça)

mütesallitin / mütesallitîn

  • (Tekili: Mütesallit) Musallat olanlar, peşini bırakmayanlar, ardından ayrılmayanlar, tasallut edenler.

mütesavi / mütesâvi / متساوی

  • Birbirine eşit.
  • Eşit, denk.
  • Eşit. (Arapça)

mütesaviyen / mütesâviyen / متساویا

  • Eşit olarak. (Arapça)

mütesaviyü't-tarafeyn / mütesâviyü't-tarafeyn

  • İki tarafı birbirine denk olan; varlık veya yokluk konusunda eşit durumda olan.

müteşekkirane / müteşekkirâne

  • Şükrederek, teşekkür edercesine.

mütesellim

  • (Selm. den) Teslim edilen şeyi alıp kabul eden.
  • Tanzimattan evvel vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve kazâların idaresine memur edilen kimseler. Bunlara "voyvoda" denirdi.
  • Vergi tahsildarı.

müteselsilen

  • Sıra ile, zincirleme olarak, birbiri peşi sıra.

müteşeyyi'

  • Şiilik taslayan. Şii tâifesine girmiş olan.

mütetabi-ul vürud

  • Ardı arkası kesilmiyen.

mütetabian

  • Birbiri ardınca. Birbirinin peşinden.

mütetahtıh

  • Görmesi zayıf olan.

mütevaggıl

  • Bir işle fazla uğraşan, bir konu hakkında derinlemesine ilgilenen ve takip eden.

mütevağğıl

  • Bir şeyle aşırı meşgul olan, derinlemesine dalan.

mütevahhiş

  • Issız, kimsesiz, korkutucu, ürkütücü.

mütevati / mütevâtî

  • Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet, özellik.

mütevatir / mütevâtir

  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir-i bilmana / mütevatir-i bilmânâ / mütevâtir-i bilmâna

  • Nakledilen bir haberin başka ifade ve kelimelerle, başka başka şekilde ifade edilerek tevatür hâle gelmesi. Mânaların çok insanlarca başka başka kelimelerle nakledilmesi. Bir haberin veya hâdisenin farklı ifadelerle, başka başka şahıs veya topluluklar tarafından nakledilmiş olması.
  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütevatiren / mütevâtiren

  • Kesin ve şüphesiz bir haber olarak.

mütevattın / متوطن

  • Yerleşik, yurt tutmuş. (Arapça)

mutevattinin / mutevattinîn

  • Vatandaşlar; bir yeri vatan edinenler ve orada yerleşik olanlar.

mütevazinü't-tarafeyn

  • Varlığı da yokluğu da birbirine denk, birbirinin seviyesinde.

mütevehhimane / mütevehhimâne

  • Vehimlenircesine, evhamlanırcasına. (Farsça)

mütevekkil / متوكل

  • Tevekkül eden her işini Tanrı'nın iradesine bırakan. (Arapça)

mütevekkilane

  • Tevekkül edercesine, Allaha güvenerek.

mütevelli / mütevellî

  • (Vely. den) Birinin yerine geçen.
  • Bir vakfın idaresine memur edilmiş kimse.
  • Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.

mütevessil

  • (Vesile. den) Tevessül eden, sebep tutan, başvuran, girişen.

müteyakkın

  • (Yakîn. den) Teyakkun eden, yakîn ve kat'î olarak şüphesiz bilen.

müteyemmimane / müteyemmimâne

  • Teyemmüm edercesine. (Farsça)

mutlak / مطلق

  • Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest.
  • Kat'i. Şüphesiz.
  • Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek.
  • Kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.
  • Kesin. (Arapça)
  • Sonsuz, şüphesiz.

mutlak kemal / mutlak kemâl

  • Genel mânâda kemâl, olgunluk; yani kemâl kelimesinin teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylerine bakmaksızın konulduğu genel mânâsına, "mutlak kemâl" denir.

mutlak zuhur / mutlak zuhûr

  • Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

mutlaka / مطلقا

  • Kesinlikle.
  • Kesinlikle, zorunlu olarak, kayıtsız şartsız. (Arapça)

mutlakıyyet

  • Kayıtsız şartsız bir hükümdarın idaresi altında bulunan hükümet şekli.

mutlık

  • Serbest bırakan. Boşayan. Salıveren. Köle veya esiri serbest bırakan, azad eden.

mutlık-ul üsara / mutlık-ul üsârâ

  • Esirleri salıveren, esirleri serbest bırakan.

mutmain

  • Şüphesiz, tam kanaatle inanma.

mutmainane / mutmainâne

  • Şüphesiz bir şekilde.
  • Şüphesizce. Rahatlık ve emniyet içinde olarak. (Farsça)

mutmainn

  • İtmi'nanlı. İçi rahat. Müsterih. Şüphesi kalmamış. Emin.

muttala'

  • Anlam çerçevesi.

müttefekun aleyh

  • Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan.
  • Üzerinde birleşilmiş.

müttefekunaleyh

  • Üstünde birleşilen mesele.

müttefik

  • Birleşmiş, kendisiyle birleşilen kimse.

müttehid / متحد

  • Birleşik. (Arapça)

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

muvacehesinde

  • Karşısında, önünde, çerçevesinde.

muvaffak

  • Başarmış. Gâyesine erişmiş. Ulaşmış. Başarılı.

muvasat

  • Yardım, dostluk, muavenet, iyilik.
  • Ölen bir memurun ailesine maaş bağlama.

muvazene / muvâzene

  • Denge, tartıda eşitlik.

muvazene-i a'mal / muvazene-i a'mâl

  • Haşirde amellerin tartılıp hesabdelimesi.

muvazene-i bahriye / muvâzene-i bahriye

  • Denizin dengesi.

muvazene-i cereyan-ı umumi / muvâzene-i cereyan-ı umumî

  • Genel gidişat ve hareketin dengesi.

muvazene-i gayat

  • Gayelerin ölçüsü, dengesi.

muvazene-i şeriat

  • Şeriatın dengesi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin dengesi.

muvazenesiz / muvâzenesiz

  • Dengesiz. (Arapça - Türkçe)
  • Dengesiz, ölçüsüz.

muvazenet / muvâzenet

  • Dengelilik, eşitlik.

muvazi / muvazî

  • Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi. Paralel.

müvazi / müvâzi

  • Aynı ağırlıkta, denk, eşit.
  • Denk, eşit.

muvazin

  • (Vezn. den) Ağırlıkça birbirine eşit ve denk olan.
  • Denk, uygun.

müvecceh

  • Yüzü bir tarafa döndürülmüş.
  • Uygun. Doğru.
  • Herkesin teveccüh ettiği, makbul, münasib.

müvekked

  • Gereği gibi bağlanmış esir.

müvelled

  • Doğmuş, doğurulmuş, iki şeyin birleşmesiyle olmuş, sonradan olmuş, melez.
  • Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş.

müvellide / مُوَلِّدَه

  • Üreme kuvvesi.

müyul-ü müteşa'ibe

  • Çeşitli şubeleri olan meyiller. Çeşitli arzular, meyiller.

müyul-ü müteşaibeye / müyûl-ü müteşâibeye

  • Çeşitli dallara ayrılmış arzular, çeşitli meyiller.

müz

  • Gr: Harf-i cer oldukları zaman (Fi: ) vazifesini görürler. Zarf veya isim olduklarında ismin başına gelirlerse kendileri mübteda, sonra gelen haber olur. Fiilin başına gelirlerse kendilerinden önceki bir fiilin mef'ulünfihi olarak mahallen mensub bulunurlar.

müzahame / müzâhame

  • Bir yere yığılarak fertlerin birbirine zahmet vermesi.

müzarea şirketi / müzârea şirketi

  • Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket.

müzavele

  • Bir şeyin meydana gelmesi için çalışma.
  • Bir şeyi başka bir şeye yakınlaştırma.

müzcad

  • Az şey, az.
  • Tam salih olmayan şey.
  • Defnetmesi ve sevketmesi kolay olan şey.

muzdar / مُضْطَرْ

  • Çaresiz.

müzekka

  • Temizlenmiş, pâk edilmiş, ıslah edilmiş.
  • Zekâtı verilmiş.
  • Allah'ın adı anılarak kesilmiş hayvan.

müzekker

  • Erkek, er.
  • Gr: Müennesin zıddı. Kelimeyi erkek gösteren. (İsim, zamir, sıfat, fiil).

müzeyyel

  • (Zeyl. den) Zeyli, ilâvesi olan.
  • Altına cevabı yazılıp geri gönderilen tezkere.
  • Eklentisi olan. Ekleme parçası olan.

müzeyyifane / müzeyyifâne

  • Alay derecesine, hakaret edercesine. Aşağı görürcesine. (Farsça)

müzhere

  • Çiçekli yer, çiçek bahçesi.

muztar

  • Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan.
  • (Zaruret. den) Çaresiz kalmış, zorlanmış.
  • Mecbur, çaresiz.
  • Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.

muztarrin / muztarrîn

  • Çaresizler. Sıkıntı içinde olanlar.

muzur

  • Sütün ekşimesi. Mübâlagalı ism-i fâil.

müzzemmil suresi / müzzemmil sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 73. suresi olup Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi.

na'z

  • Münteşir olmak, yayılmak.
  • Kıvama gelmek.

na-behencar

  • Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz. (Farsça)

na-bekaide

  • Kural ve kaideye uymayan. Kaidesiz, kuralsız, nizamsız. (Farsça)

na-çar

  • Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan. (Farsça)

na-çari / na-çarî

  • Çaresizlik. (Farsça)

na-dani / nâ-danî

  • Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. (Farsça)
  • Cahillik. (Farsça)

na-güvar

  • (Nâ-güvâre) Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. (Farsça)
  • Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey. (Farsça)

na-hemta

  • Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan. (Farsça)

na-mahrem / nâ-mahrem / نَامَحْرَمْ

  • Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse.
  • Yabancı, (Evlenilmesi) haram olmayan.

na-merdane / nâ-merdâne

  • Namerdcesine, alçakçasına. (Farsça)

na-puhte

  • Ham, çiğ, pişmemiş. (Farsça)
  • Mc: Acemi, tecrübesiz, toy. (Farsça)

na-tuvan

  • (Nâtüvân) İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz. (Farsça)

nabız-gir

  • Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen. (Farsça)

nabz-gir

  • Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen. (Farsça)

naçar / nâçâr / ناچار

  • Çaresiz, elinden iş gelmeyen, mecbur kalmış olan.
  • Çaresiz, sorunda. (Farsça)
  • İster istemez. (Farsça)

naci

  • Kurtulan. Necat bulan.
  • (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi "Fetva" kelimesine kadar hazırlamıştır.

nadh

  • Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak.
  • Musallat olanı defetmek.
  • Suyun feveran etmesi, püskürmesi.

nadir / nâdir

  • Eşine az rastlanan.

nafaka

  • İnsanın yaşayabilmesi için, yiyecek, giyecek ve ev gibi lâzım olan şeyler.

nafıka

  • (Çoğulu: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği

nafis-ül kerb

  • Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran.

nağme

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak. Tegannî.

nağme-i لاَتَقْنَطُوا

  • "Ümidinizi kesmeyin" nağmesi, melodisi.

nagz

  • Devekuşunun erkeği.
  • Başını sallayıp depretmek.
  • Bulutun koyu ve kesif olması.

naha'

  • Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek.
  • Yemen taifesinden bir kavim.
  • Hâlis etmek.
  • Uzaklık, ıraklık.

nahaset

  • Esircilik.
  • Canbazlık.

nahhas

  • Esirci, esir ticareti yapan kimse.
  • Hayvan alıp satan kişi.

nahir

  • (Nahr. dan) Kesilmiş, boğazlanmış.

nahire

  • Ufalanmış.
  • Çürümüş.
  • Rüzgârla savrulur, yel estikçe ses verir, delik deşik olmuş kemik.
  • Ayın birinci günü.
  • Ayın son gecesi.

nahl

  • Kur'ân-ı Kerimin 16. sûresi.

nahl suresi / nahl sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on altıncı sûresi.

naib-i fail / naib-i fâil

  • Meçhul fiilin mevzuu olan kelime ki, harekesi merfu olur. (Küsirel kalemü: "Kalem kırıldı" cümlesinde " kalem", "Naib-i fâil" olmuş ve fâilin yerine geçmiştir.)

naik

  • Karga ötüşü veya horoz sesi.
  • Çobanın koyuna bağırması.

naim cenneti / naîm cenneti

  • Sekiz Cennet'ten beşincisi.

naka-i salih / nâka-i salih / nâka-i sâlih

  • Hz. Salih'in devesi.
  • Salih Peygamber'in (A.S.) bir mu'cizesi olarak kayadan çıkan devesi.

nakarat

  • (Tekili: Nakra) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler.
  • Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.

nakd

  • (C?: Nukûd) Madeni para, akçe.
  • Bir şeyin bedelini peşinen ödemek.
  • Para olarak bulunan servet.
  • Vezin ve ayarı tamam olan para.
  • Bir şeye hırsızlamasına bakma.
  • Seçmek.
  • Saymak.

nakd-i ömr

  • Ömür sermayesi, hayat sermayesi.

nakd-i ömür / نَقْدِ عُمُرْ

  • Ömür sermâyesi.
  • Ömür sermâyesi.

nakden / نقدا

  • Para olarak, peşin, elden.
  • Peşin olarak. (Arapça)

nakdi / nakdî

  • Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.

nakdine

  • Hazır ve peşin para.
  • Kıymetli ve değerli mal.

nakıh

  • (Çoğulu: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan.

nakıl / nâkıl

  • Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp, sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâb ları) nakleden âlim.

nakil

  • Yol, tarik.
  • Bir yürüme çeşidi.

nakıs temizlik / nâkıs temizlik

  • Kadının âdetinin kesilmesinden sonra on beş gün devâm etmeyen veya âdet müddeti içinde kan görmediği günler.

nakl-i hadis

  • Hadis-i şeriflerin nakledilmesi.

nakl-i kat'i / nakl-i kat'î

  • Açık ve kesin rivayet.

nakl-i sahih

  • Doğru, şüphesiz gelen haber nakli.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nakliyat-ı askeriye

  • Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat.

naknaka

  • (Çoğulu: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması.
  • Ses.

nakş / نقش

  • Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak.
  • Resim.
  • Tezyin etmek.
  • Bedene batmış dikeni çıkarmak.
  • Bir şeyin esasını araştırmak.
  • Yaymak.
  • Suda ıslanmış hurma.
  • İpekle, sırma ile işleme.
  • Mc: Hile.
  • Nakış, desen. (Arapça)
  • Resim. (Arapça)
  • Duvar resmi. (Arapça)
  • Nakş etmek: İşlemek. (Arapça)

nakş-bendi / nakş-bendî

  • Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan. (Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Ha (Farsça)

namahrem / nâmahrem

  • Mahrem olmayan; kendisi ile evlenilmesi haram olmayan.

namus-u millet-i islamiye / nâmus-u millet-i islâmiye

  • İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada "din, şeriat, inanç" anlamına geliyor.).

namzed

  • (Nâm-zed) İsteyen veya istenilen kimse. (Farsça)
  • Sözlü. Nişanlı. (Farsça)
  • Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday. (Farsça)

nar-ı aşk / nâr-ı aşk

  • Aşk ateşi.

nar-ı hayat / nâr-ı hayat / نَارِ حَيَاتْ

  • Hayat ateşi (vücûd ısısı).

nar-ı hayati / nâr-ı hayatî

  • Hayat ateşi.

nas suresi / nâs sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on dördüncü ve son sûresi.

nasara

  • Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.

nasb-ül ayn

  • Göz dikilmesi. Bir şeye hırsla ve şiddetli arzu ile bakmak, göz dikmek.

nasbetmek

  • Kelimenin son harfinin harekesini diye okutmak.
  • Tâyin etmek.

nasibedar / nasîbedâr

  • Nasiplenmiş, hissesini almış.

naşid

  • (Neşide. den) Şiir söyleyen, şiir okuyan, şiir yazan.

nasıf

  • Geo: Açıyı iki eşit parçaya bölen doğru. Açı ortayı.

nasir / nâsir

  • Nesir yazan.
  • Saçan, yayan.
  • Nesir yazarı.

nasiyye

  • Nass oluş. Kat'ilik, şüphesizlik, kesinlik.

naşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.

nasnaa

  • Depretmek.
  • Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi.

nasr suresi / nasr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'deki 110. Sure. İza-câe veya Tevdi' Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz onuncu sûresi.

nass / نص

  • Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil.
  • Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide.
  • Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakle
  • Açık ve kesin hüküm.
  • Kesin, tartışılmaz olan, âyet ve hadîs.
  • Kesinlik. (Arapça)

nass-ı ayet / nass-ı âyet

  • Âyetin kesin ifadesi.

nass-ı hadis

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.

nass-ı kat'i / nass-ı kat'î

  • Kesin delil ve senet; Kur'ân ve sahih hadis gibi.

nass-ı kelam / nass-ı kelâm

  • Kur'ân'da geçen kesin hükümlü âyetler.

nass-ı kur'an / nass-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın kesin ve açık hükmü.
  • Kur'ân-ı Kerim'in açık ve kesin hükmü.

nass-ı sarih / nass-ı sarîh

  • Mânâsı çok açık ve kesin olan Kur'an hükmü.

nassen

  • Kesin olarak.

nassi / nassî

  • Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet.
  • Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

nasuh / nasûh

  • Hâlis. Temiz. Kesin, kat'i.
  • Çok nasihat eden.
  • Kesin, halis.

natafan

  • Suyun seyelân etmesi, akması.

natuvan / nâtuvan

  • Kuvvetsiz, çaresiz.

natüvanem / nâtüvânem

  • İktidarsızım, çaresizim.

nave

  • Hamur teknesi. (Farsça)

nazar

  • Bakış, görüş, göz değmesi.
  • Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek.
  • Gözdeğmesi.
  • İltifat.
  • İtibar.

nazar değmesi

  • Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı adalet

  • Allah'ın sınırsız adaletiyle her varlığa adaletle muamele etmesi; zerre kadar da olsa her şeyin hakkını vermesi, haksızı cezalandırması açısından.

nazar-ı millet

  • Milletin bakışı, düşüncesi.

nazar-ı rabbaniye / nazar-ı rabbâniye

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bakışı.

nazar-ı şuhud

  • Şâhidlerin, şehâdet edenlerin görmesi ve tetkikleri.

nazariyat / nazariyât / نَظَرِيَاتْ / nazarîyat

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.
  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazariyat-ı diniye / nazariyât-ı dîniye / نَظَرِيَاتِ دِينِيَه

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazariyat-ı şer'iye / nazariyât-ı şer'iye

  • Dinin teori düzeyinde olup kesinleşmemiş hususları.

nazariyet

  • Teorik; kesin olmayan ispatlanmamış ilmî görüş.

nazariyye

  • Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilec ek umûmî bir fikirdir.

nazdarane / nâzdârâne

  • Naz edercesine.

naziat

  • Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar.
  • Nez'edenler. Çekip koparanlar.

naziat suresi / nâziât sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 79. Suresidir. Sâhire ve Tâmme Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dokuzuncu sûresi.

nazik / nâzik

  • Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. (Farsça)
  • Ehemmiyet verilmesi icab eden. (Farsça)
  • Tehlikeli husus. (Farsça)

nazil olmak / nâzil olmak

  • Yukardan aşağıya inmek; mukaddes kitabların vahiy yoluyla peygamberlere gönderilmesi.

nazır / nâzır

  • (Çoğulu: Nüzzâr) Nazar eden, bakan.
  • Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis.
  • Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan.
  • Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayi
  • Gören, görücü.
  • Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelend

nazir

  • Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen.
  • Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer.

nazire / nazîre

  • Eşi, benzeri.

nazm-ı lafz

  • Kelâmın, lâfız esas alınarak düzenlenmesi.

nazmımdan murad

  • Nazım ifadesinden kastedilen mânâ.

naznaza

  • Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.

neam

  • "Evet, olur" mânâsında cevap edâtıdır.
  • Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir.
  • At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir.

nebac

  • Sesi yüksek olan.

nebat

  • (Çoğulu: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki.
  • Yemen diyarında bir kabile adı.

nebbac

  • Sesi sert olan.

nebe' suresi / nebe' sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 78. Suredir. Amme Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş sekizinci sûresi.

nebiy-yi kureyşi / nebiy-yi kureyşî

  • Kureyş kabilesine mensup olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiyy-i kureyşi / nebiyy-i kureyşî

  • Kureyş kabilesinden olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiyyü-r rahmet

  • Bütün âlemler için Rahmete vesile olduğundan peygamber Efendimiz için söylenmiş bir isimdir.

nebz

  • (Nebezân) : Damarın hareket etmesi.

necih

  • Su sesi.

necis

  • Yavaş hareketli insan veya hayvan.
  • Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek.
  • Gizlenen sır, nişan.
  • Bir nevi yeşillik.

necl

  • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
  • Kuşak, nesil, sülâle.
  • Atmak.
  • Ayak ucuyla vurmak.
  • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
  • Yerden çıkan su.

necm suresi / necm sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli üçüncü sûresi.

necran

  • Susuz.
  • Kapı ökçesi. ("süve" denir).
  • Yemen diyarında bir yerin adı.

nef'

  • Fayda, yararlılık.
  • Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir.

nef'i / nef'î

  • Menfaat ile alâkalı, faydacı.
  • Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.

nefehat

  • (Tekili: Nefha) Esintiler. Üfürmeler.

nefes-i rahman / nefes-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenab-ı Hakkın varlıklar üzerindeki rahmet esintisi.

nefh-i ruh

  • Ruhun üflenmesi.

nefh-i sur

  • Hz. İsrafil'in sur'a üflemesi, kıyametin kopması.
  • İsrafil Aleyhisselâm'ın Kıyamet gününde "Sur' denilen boruyu üflemesi.
  • Kıyamet kopması.

nefh-i sur-u israfil / nefh-i sûr-u isrâfil

  • Ölümün ardından topyekun diriliş için Hz. İsrafil'in sûra üflemesi.

nefha

  • Esme, esinti, üfürük.
  • Üfleme, üfürme. İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopup insanların öleceği ve tekrar diriltilecekleri zaman, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûra üflemesi.
  • Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.

nefha-i isa-yı fıtrat / nefha-i isâ-yı fıtrat

  • Hz. İsa'nın (a.s.) ruh üflemesi, ölüleri dirilten nefesi.

nefhat-ül-ba's

  • İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.

nefhat-ül-fer'

  • İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopacağına yakın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûr'a birinci defâ üflemesi.

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nefisperverane / nefisperverâne

  • Nefsini severcesine.

nefiz

  • Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek.
  • Sözü geçer olmak.

nefret-i umumi / nefret-i umumî

  • Herkesin nefreti.

nefs muhasebesi / nefs muhâsebesi

  • İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve gerektiğinde onu cezâlandırması

nefs-i emmare

  • İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.

nefs-i levvame

  • Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı.
  • İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi.

nefs-i mutmainne

  • İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirler

nefs-i pürheves

  • Heveslerinin peşinde koşan nefis.

nefsi tefekkür / nefsî tefekkür

  • Kişinin kendisi ve kendi varlığı üzerinde etraflıca derinlemesine düşünmesi.

nefsi, nefsi / nefsî, nefsî

  • "Nefsim, nefsim" mânâsına gelen ve herkesin kendi derdine düşüp başkalarıyla meşgul olamadığını ifade eden bir cümle.

nefti / neftî / نفتى

  • Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil. (Farsça)
  • Petrol yeşili. (Farsça)

nehar

  • (Çoğulu: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık.
  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Altın.

nehar-ı örfi / nehar-ı örfî

  • Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman.

nehar-ı şer'i / nehar-ı şer'î / nehâr-ı şer'î

  • Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.
  • İmsâktan, akşam namazının vaktinin girmesine kadar olan zaman.

nehhas

  • Esirci.

nehim

  • Aç gözlü, doymaz.
  • Yırtıcı.
  • Arslan kükremesi.

nehire

  • Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş.
  • Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir)

nehrüssema

  • Samanyolu da denilen yıldızlar kümesi.

nehz

  • Durmak, kıyam.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Yakın olmak.
  • Berkitmek için devenin memesine eliyle vurmak.
  • Dolması için kovayı suya vurmak.

neib

  • Karga sesi.
  • Ağaçtan yemiş indirmek.
  • Süt sağmak.

nekabet / nekâbet

  • Yapılan satış sözleşmesinden dönmek, vazgeçmek.

nekad

  • (Çoğulu: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun.
  • Büyümesi geç olan çocuk.
  • Ağızda dişler çürüyüp ufanmak.
  • Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.

nekba

  • Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına.

nekbe

  • (Çoğulu: Nekebât) şiddet, meşakkat.
  • Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.

nekeb

  • Hastanın iyileşmesi.
  • Devenin omuzlarında olan bir hastalık.

nekib

  • Deve, at ve eşek ayaklarının dâiresi.

neks

  • Başaşağı etmek, ters döndürmek.
  • Aynı hastalığın geri gelmesi.

nekz

  • Vurmak.
  • Kovmak, def'etmek.
  • Yılan sokmak.
  • Azalmak.
  • Suyun, yer tarafından emilmesi.

neml suresi / neml sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 27. Sure olup Süleyman Suresi de denir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi yedinci sûresi.

nemrud

  • Dinsiz ve zâlim bir hükümdar, ülkesinin "ulu önder"i.

nemrudane / nemrudâne

  • Nemrud gibi dinsizcesine.

nems

  • Süt ve yağın ekşimesi.
  • Ekşimek ve kokmak.
  • Sırrı ketmetmek, gizlemek.

nemş

  • Hile, oyun, dalavere, desise. (Farsça)

nergis

  • (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.

nergisi / nergisî

  • Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi. (Farsça)

nes'e

  • Veresiye alma. Vade ile alma.
  • Tehir etmek.

neş'e-i şit-i hüviyet / neş'e-i şît-i hüviyet

  • Cenâb-ı Hakkın Hz. Adem'e, ölen oğlu Hâbil'e mukabil "Allah'ın vergisi, ihsanı" anlamına gelen Şit'i (a.s.) vermesi sevinci.

neş'e-i ula / neş'e-i ulâ

  • İlk hayat. Ruhun bedene girmesi. Dünyaya gelmek.

nesaic

  • (Tekili: Nesice) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular.

neşaid

  • (Tekili: Neşide) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar.

nesaik / nesâik

  • (Tekili: Nesike) Kesilen kurbanlar.
  • Kesilen kurbanlar. Nesîke kelimesinin çoğuludur.

nesaim

  • (Tekili: Nesim) Hafif ve lâtif rüzgârlar.

nesais

  • (Tekili: Nesise) Fesatlık için yapılan fısıltılar.

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

neseb

  • Soy, sop, nesil.

nesem

  • Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet.
  • Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.

neşer

  • Dağılmış, intişar etmiş, münteşir.

nesg

  • Gitmek.
  • Almak.
  • Ağaç kesildiğinde çıkan su.
  • Vurmak.
  • Dürtmek.

nesh / نسخ

  • Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.)
  • Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
  • İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek.
  • Nakletmek, kaldırma
  • Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm) ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.
  • Hükümsüz kılma. (Arapça)
  • Nesih yazı. (Arapça)

neshi / neshî

  • Nesihle alâkalı, neshe ait.
  • Bir cins yazı.

nesib

  • Asil kadının vasfı.
  • Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi.

neşide

  • Manzume. Şiir.
  • Yüksek sesle okunan şiir.
  • Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.

neşidehan / neşidehân

  • Neşide okuyan. (Farsça)

nesie

  • Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.

nesike

  • Hak yoluna kesilen kurban.
  • Altın veya gümüş külçesi.

nesilce

  • Nesil bakımından.

nesim / nesîm / نسيم / نَس۪يمْ

  • Meltem, esinti. (Farsça)
  • Esinti.

nesl / نسل

  • Nesil, soy, kuşak.
  • Kuşak, nesil. (Arapça)

nesl-i ati / nesl-i âtî / نَسْلِ اٰت۪ي

  • Gelecek nesil.
  • Gelecek nesil.

nesl-i cedid / nesl-i cedîd

  • Yeni nesil.

nesl-i hazır / nesl-i hâzır

  • Şimdiki nesil.

nesl-i mübarek

  • Mübârek nesil.

neslen

  • Nesil olarak.
  • Nesil bakımından, soyca.

nesli / neslî

  • Aynı nesilden olma.

neşneşe

  • Koyun derisini yüzmek.
  • Zırh sesi.
  • Su kaynarken ötüp ses çıkmak.

nesr

  • Nesir, düz yazı.
  • (Nesir) Çoğaltmak, saçmak, yaymak.
  • Manzum olmayan söz veya yazı.
  • Hamele-i Arş'tan olan bir melek.
  • Akbaba, kartal.
  • Nuh kavminin putlarından birisinin ismi.
  • Yarayı deşmek.
  • Kuşun, eti didiklemesi.
  • Birinin aleyhinde konuşmak.
  • Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair

nesr-i manzum

  • Şiirsel, kâfiyeli nesir.

neşr-i suhuf

  • Haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi.
  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

nesren

  • Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı.
  • Çoğaltmak suretiyle.

neşren

  • Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak.

neşri / neşrî

  • Neşir ile alâkalı.

nesterinzar

  • Gül bahçesi. Güllük. (Farsça)

neşur

  • Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan.

neşv

  • Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. (Farsça)
  • Yeniden hayata gelmek. (Farsça)

neşvat

  • (Tekili: Neşvet) Keşifler, neş'eler, sevinçler.

neşvünema-i a'mal / neşvünemâ-i a'mâl

  • Amellerin yeşermesi, büyümesi.

neta

  • (Nütü') Yaranın şişmesi.
  • Yüksek olmak.

netaic-i hidemat / netâic-i hidemat

  • Hizmetlerin neticesi.

netice-i amel

  • Yapılan işin neticesi.

netice-i arziye

  • Dünyanın dönmesiyle sebep olduğu sonuçlar.

netice-i burhan-ı bahir / netice-i burhan-ı bâhir

  • Açık, parlak, kesin ve sağlam delilin sonucu.

netice-i faaliyet

  • Faaliyetin neticesi.

netice-i fıtrat

  • Yaratılışın gaye ve neticesi.

netice-i hayat

  • Hayatın neticesi, hayatın meyvesi, ürünü.
  • Hayatın neticesi ve gayesi.

netice-i hilkat / netîce-i hilkat / نَتِيجَۀِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi.
  • Yaratılışın neticesi, gāyesi.

netice-i hilkat-i alem / netice-i hilkat-i âlem

  • Âlemin yaratılış gayesi.

netice-i hilkat-i insaniye

  • İnsanın yaratılış neticesi.

netice-i hilkat-i kainat / netice-i hilkat-i kâinat

  • Kâinatın yaratılışının neticesi.

netice-i hilkat-i semavat / netice-i hilkat-i semâvât

  • Göklerin yaratılış neticesi.

netice-i imtihan

  • İmtihan neticesi.

netice-i ıztırar

  • Çaresizliğin sonucu.

netice-i meram / netîce-i merâm / نَتِيجَۀِ مَرَامْ

  • Maksadın neticesi.
  • Maksadın neticesi.

netice-i muhakkaka

  • Gerçekleşmesinden şüphe edilmeyen sonuç.

netice-i ni'met-i sabıka / netice-i ni'met-i sâbıka / نَتِيجَۀِ نِعْمَتِ سَابِقَه

  • Geçmiş ni'metin neticesi.

netice-i sa'y

  • Çalışmanın neticesi.

netice-i san'at

  • San'atın neticesi.

nev

  • Çeşit, tür, yeni.

nev' / نوع

  • Çeşit, sınıf, cins.
  • Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.
  • Çeşit, tür.
  • Tür, nevi, çeşit. (Arapça)
  • Çeşit, tür.

nev'an

  • Cins bakımından, çeşitçe.
  • Biraz.

nev'i / nev'î

  • Tür, çeşit.
  • Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.

nev'i şahsına münhasır

  • Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.

nev-i mahlukat / nev-i mahlûkat

  • Yaratılmışların bir türü, çeşidi.

nev-i mütevassıt

  • İki farklı türün birleşmesinden meydana gelen ara tür (katır gibi).

neva-yi ney

  • Ney sesi.

nevah

  • Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir.

nevatır

  • Kirişi kesik olan yay.

nevbave

  • Yeni yeşillik. (Farsça)
  • Turfanda yemiş. (Farsça)
  • Hediye, armağan. (Farsça)

nevbüride

  • Yeni koparılmış, yeni kesilmiş. (Farsça)

nevha

  • Ölüye sesli ağlamak.
  • Nağme ile güvercin ötmesi.
  • Ölüye sesli ağlamak, güvercin ötmesi.

nevheves

  • (Çoğulu: Nevhevesân) Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. (Farsça)
  • Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen. (Farsça)

nevi / نوع

  • Tür, çeşit.
  • Tür, çeşit. (Arapça)

nevi' / نَوْعْ

  • Tür, çeşit.

nevresidegan / nevresidegân

  • (Tekili: Nev-reside) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.

nevruz

  • Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır. (Farsça)

nevs

  • Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme.

nevzemin

  • Yeni çeşit, yeni tarz. (Farsça)

neyy

  • Pişmemiş çiğ et vs.
  • Devenin semiz olması.
  • Semiz ve besili deve.

nezaza

  • Az olmak, kıllet.
  • Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.

nezir

  • (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır)
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.

nezr

  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

nezr kurbanı

  • Allah rızâsı için, bir koyun veya şu koyunu kurban etmek adağım olsun diyen zengin veya fakir kimsenin Kurban bayramında kesmesi gereken kurban.

ni'me-l vesile

  • Ne güzel sebeb, ne âlâ vesile.

nicaf

  • Kapının üst eşiği.

nida-i hacet / nidâ-i hâcet

  • İhtiyaç sesi.

nigar / nigâr / نگار

  • Güzel yüzlü sevgili. (Farsça)
  • Nakış. Resim. (Farsça)
  • Nakşeden. (Farsça)
  • Put, sânem. (Farsça)
  • Resmi yapılmış, resmedilmiş. (Farsça)
  • Resim, sevgili.
  • Sevgili. (Farsça)
  • Resim. (Farsça)

nigarhane / nigârhane

  • Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. (Farsça)
  • Ressamların çalıştıkları atölye. (Farsça)
  • Puthâne. (Farsça)
  • Güzelleri çok olan yer. (Farsça)

nigarin / nigârin

  • Resim gibi güzel sevgili. (Farsça)
  • Resimlerle ve nakışlarla süslü. (Farsça)

nigariş / nigâriş

  • Resim yapma. Tasvir yapma. (Farsça)

nigaristan / nigâristan

  • Resim ve heykel sergisi. (Farsça)
  • Güzelleri çok olan yer. (Farsça)
  • Puthane. (Farsça)

nihai vesika / nihaî vesika

  • Son anlaşma belgesi, sonuç bildirgesi.

nihayet-i iffet

  • İffetin en üst seviyesi.

nijad

  • Nesil, soy, neseb. (Farsça)
  • Cibilliyet, tabiat. (Farsça)

nik

  • (Çoğulu: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi.
  • Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse.

nikabet / nikâbet

  • Rüzgârın ters yönlerden esmesi.

nikah / nikâh

  • Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme.
  • Resmi evlenme muâmelesi.
  • Evlilik için yapılan akit, sözleşme. Evlenecek müslüman bir erkek ile kadının şâhidler huzûrunda ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesi.

nikal

  • Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi.

nikendiş

  • (Nîk-endiş) Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen. (Farsça)

nıkk

  • Kurbağa sesi.

nil

  • Vesime adı verilen boya otu.
  • Çivit boyası.

nim-bedevi / nim-bedevî

  • Yarı bedevî, yerleşik fakat medeniyetten uzak yaşama tarzı.

nimbismil

  • İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan. (Farsça)

nimet-i rabbaniye / nimet-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın nimet ve ihsanı.

nimetperverane / nîmetperverâne

  • Nimet vermeyi severcesine.

nimküşte

  • Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan. (Farsça)

nimmürde

  • Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan. (Farsça)

nims

  • Firavun faresi dedikleri küçük hayvan.
  • Sansar.

nirenc

  • (Çoğulu: Nirencât) Düzen, hile.
  • Resim, taslak.

nireng

  • Düzen, hile, aldatmaca. (Farsça)
  • Taslak, resim. (Farsça)
  • Büyü, efsun. (Farsça)

nisa suresi / nisâ sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin dördüncü sûresi.

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nisab-ı ekseriyet

  • Ekseriyet derecesi. Çoğunluk derecesi.

nısf-ı kutr

  • Dairenin merkezinden geçen ve onu iki eşit kısma ayıran doğru çizginin yarısı. Yarı çap.

nişin

  • "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir. (Farsça)

nisvi / nisvî

  • Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.

niva

  • Düşmanlık.
  • Besili, semiz deve.

niyaz-ı istirhamkarane / niyaz-ı istirhamkârâne

  • Rahmet dilercesine dua.

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

niyet

  • Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi.
  • Fık: Yapılan bir vazife ile Cenab-ı Hakk'a taatta bulunmayı ve O'na mânen yaklaşmayı kasdetmektir.
  • Kalbin bir işe yönelmesi.

niyyet

  • Kasd etme, kalbin bir şeye yönelmesi. İbâdetleri, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek.

nizamen

  • Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak.

nizamiye

  • İlk askerlik devresi.
  • Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire.
  • Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.

nokta-i din

  • Din noktası, meselesi.

nokta-i galeyan / nokta-i galeyân

  • Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi.

nokta-i istimdad

  • Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç.

nokta-i kat'iye

  • Kesin olan nokta.

nokta-i medeniyet

  • Medeniyet noktası, meselesi.

nokta-i tekatu'

  • Kesişme noktası.

nübüvvet

  • Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi.

nücu'

  • Yemeğin hazmolup sindirilmesi.
  • Eser yapmak.
  • Duhul etmek, girmek.

nüda

  • (Çoğulu: Endâ-Endiye) Yağmur.
  • Boğaz ıslatıcı nesne.
  • Çiy, rutubet.
  • Atâ, bahşiş.
  • Sesin uzaklara gitmesi.

nüfus-u seb'a

  • Nefsin yedi mertebesi.

nüfus-u seba / nüfûs-u seba / نُفُوسُ سَبْعَه

  • (Nefsin) yedi mertebesi.

nüfuz

  • Etkinlik, tesir.

nuh suresi / nûh sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş birinci sûresi.

nuhre

  • Kemik dokusunun çürümesi.

nuhrub

  • (Çoğulu: Nehârib) Kaya yarığı.
  • Arı kovanı.
  • Arı sesi.

nüket

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.

nükke

  • Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.

nüks

  • Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi.

nükte-i belagat / nükte-i belâgat

  • Belâgat nüktesi, ifade inceliği.

nükte-i zarafet

  • Zariflik, incelik nüktesi.

nukuş

  • Resimler, nakışlar.

nüma

  • Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

nümune-i gayret

  • Gayret nümunesi, örneği.

nümune-i haşir

  • Haşir nümunesi, dirilme örneği.

nümune-i rahmet-i alem / nümune-i rahmet-i âlem

  • Cenâb-ı Allah'ın bütün âlemleri kuşatan rahmetinin nümunesi, örneği.

nümune-i teşvik

  • Teşvik nümunesi, örneği.

nun

  • Arap alfabesinin yirmi beşinci harfi.
  • Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir.
  • Divid, kalem.
  • Kılıcın ağzı. Kılıç.
  • Çene çukuru.
  • Balık, semek.

nun-u azamet

  • "رَزَقْنَا=Rızıklandırdık" ifadesindeki Cenâb-ı Hakkı ve Onun yüceliğini gösteren "نَا=Biz" zamiri.

nun-u na'büdü / nûn-u na'büdü

  • "Biz ibadet ederiz" ifadesindeki "biz" anlamına gelen nun harfi.
  • Fatiha Sûresinde geçen "nâbüdü" kelimesindeki "nûn" harfi.

nur

  • Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık.
  • Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber.
  • Zulmeti def eden, şule, ışık.

nur ism-i azimi / nur ism-i azîmi

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın büyük ismi.

nur ism-i celili / nur ism-i celîli

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın yüce ismi.

nur suresi / nûr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi dördüncü sûresi.

nur-i iman

  • İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru.

nur-u ilyas-ı riyazet

  • İlyas'ın (a.s.) nefis terbiyesinin nuru, ışığı.

nur-u rabbani / nur-u rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın nuru.

nuristan / nuristân

  • Nur ülkesi.
  • Nur ülkesi, cennet.

nuru'l-envar / nuru'l-envâr

  • Bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah.

nüşare

  • Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.

nusha

  • Muska; büyü ve tılsım gibi hastalıkve âfetlerden korunmaya vesile olması için yazılan ve üste asılan veya suyu içilen veya tütsülenen dua.

nüsük

  • İbâdet. Hac ve umrede yerine getirilmesi lâzım olan işlerin herbiri.

nüsur

  • (Tekili: Nesr) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar.
  • Çok çocuk doğuran kadın.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nusus / nusûs

  • Nasslar, kesin hükümler, âyet ve hadîsler.

nusus-u kat'iye / nusûs-u kat'iye

  • Kur'ân'ın hükmü kesin olan âyetleri.

nusus-u şeriat / nusûs-u şeriat

  • Şeriatın açık ve kesin hükümleri.

nüşut

  • Tohumun baş vermesi, uç göstermesi.

nüşuz / nüşûz

  • Yüksek olmak, yücelmek.
  • Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.
  • Kadının kocasına itaat etmemesi.

nutu'

  • (Tekili: Nat') Meşinden yapılmış döşekler.
  • Sofra bezleri.

nüvid-i vasl

  • (Nevid-i vasl) Kavuşma müjdesi.

nuzc

  • Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması.
  • Etin kemikten dökülür derece pişmesi.

nuzub

  • Sinmek.
  • Iraklık, uzaklık.
  • Suyun, toprak tarafından emilmesi.

nüzul / nüzûl

  • İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.

nüzul-u kur'an / nüzûl-u kur'ân

  • Kur'ân'ın indirilmesi.

nüzul-ü kur'an / nüzûl-ü kur'ân

  • Kur'ân'ın indirilmesi.

nüzul-ü vahiy / nüzûl-ü vahiy / نُزُولُ وَحِيْ

  • Vahyin inmesi.

nüzul-ü vahy / nüzûl-ü vahy

  • Allah'ın Cebrail (a.s.) vasıtası ile emirlerini Hz. Peygamber'e iletmesi.

oba

  • Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı.
  • Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk.
  • Göçebe ailesi. Çadır halkı.

ocak imamı

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.

ol

  • Osmanlıca'da üçüncü tekil şahıs olan "o" kelimesini ifade eder.

ölüm

  • Rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, rûhun bedenden ayrılması, mevt.

ömer

  • Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem

ömer ibn-i abdülaziz

  • (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

ömr-ü fıtri / ömr-ü fıtrî

  • Allah tarafından belirlenmiş ömür süresi.

ömr-ü galibi / ömr-ü galibî

  • Çoğunlukla yaşanılan ömür süresi.

ömr-ü vasati / ömr-ü vasatî

  • Ortalama ömür süresi.

oran

  • Ölçü, mikyas.
  • Biçim, tenasüb, endam.
  • Tahmin, keşif.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

organ

  • t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi)
  • Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan.
  • Âlet.

ortodoks

  • Hıristiyanlık mezheblerinden. Ortodoks mezhebinin rûhânî (dînî) lideri patrik olup, merkezi İstanbul Fener'deki patrikhânedir. 1054 (H.446)'da İstanbul patriği olan Mihael Kirolarius, Roma'daki papadan ayrılarak Ortodoks kilisesini (mezhebini) kurdu. Roma'daki papaya tâbi olanlara katolik, İstanbul'
  • Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.

osman

  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıd

otuz üç farz

  • Her müslümanın öncelikle bilmesi ve yapması lâzım olan îmân ve ibâdet bilgileri.

özr

  • Abdesti bozan bir şeyin bir namaz vakti durdurulamayıp, devâm etmesi. İdrârını tutamama, iç sürmesi, yel kaçırmak, burun kanaması, yaradan kan, sarı su akması, ağrı ile göz yaşı akması birer özür olup, özürlü erkeğe mâzûr, kadına ma'zûre denir.
  • Mâzeret. Af talebi, engel.

p

  • Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında "b" harfi gibi iki sayısına tekabül eder.

pa-çile

  • Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı. (Farsça)

pakize

  • Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız. (Farsça)

pan-islamizm

  • Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti.

papa

  • Roma Katolik kilisesinin ruhânî reisi.
  • İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.

para

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.

paravan

  • İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler.
  • Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde.
  • Gizleme vasıtası.

pare

  • Cüz, parça. Kesinti. (Farsça)
  • Para. Kuruşun kırkta biri. (Farsça)
  • Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. (Farsça)
  • Sayı, bölük. (Farsça)
  • "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre : Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel. Yek-pâre : Tek parça, bir parça. (Farsça)

pars / پارس

  • İran, Pers ülkesi. (Farsça)

parseng

  • Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey. (Farsça)

paş

  • "Serpen, saçan, dağıtan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

pasinler cephesi

  • Birinci Dünya Savaşı'nın ilk çıktığı sıralarda Erzurum yakınlarındaki Pasinler yöresinde Ruslar'a karşı açılan cephe.

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

paye

  • Rütbe, derece. (Farsça)
  • Merdiven ayağı. (Farsça)
  • İlim sahibi olanların bir derecesi. (Farsça)

payidar olma / pâyidar olma

  • Devamlı ve sürekli olma, tam yerleşik ve kalıcı olma.

payimal olmasın / pâyimal olmasın

  • Ayaklar altına alınmasın, çiğnenmesin.

payzen

  • .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri.
  • Suçlu.
  • Esir.
  • Hizmetçi, uşak.

pederane / pederâne

  • Babaya yakışır tarzda, pedercesine. (Farsça)

pele

  • Terazi kefesi. (Farsça)

pençe-i kahr

  • Kahir pençesi. Mahveden el.
  • Kahır pencesi; haksız yere uygulanan şiddet.

pençe-i mevt

  • Ölüm pençesi.

pencşenbih

  • Beşinci gün. Perşembe. (Farsça)

pencüm

  • Beşinci. (Farsça)

pencümin

  • Beşinci. (Farsça)

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

perde-birunane / perde-bîrûnâne

  • Edepsizce, edep ve haya perdesini yırtarcasına.

perde-i cumud-u tabiat / perde-i cumûd-u tabiat

  • Tabiatın donuk ve cansız perdesi.
  • Tabiatın donuk, cansız perdesi.

perde-i dalalet / perde-i dalâlet

  • İnançsızlık perdesi.

perde-i esbab

  • Sebepler perdesi.

perde-i gaflet

  • Gaflet, umursamazlık ve duyarsızlık perdesi.

perde-i hacalet / perde-i hacâlet

  • Utanç perdesi.

perde-i hafa / perde-i hafâ

  • Gizlilik perdesi.

perde-i hicap ve haya / perde-i hicap ve hayâ

  • Utanma ve çekinme perdesi.

perde-i hikmet

  • Hikmet perdesi.

perde-i inayet / perde-i inâyet

  • İnayet perdesi.

perde-i izzet / پَرْدَۀِ عِزَّتْ

  • İ'tibâr ve şeref perdesi.

perde-i izzet ve azamet / پَرْدَۀِ عِزَّتْ و عَظَمَتْ

  • İ'tibâr, şeref ve büyüklük perdesi.

perde-i kudret

  • Kudret perdesi.

perde-i müstebidane

  • Yapılan baskı ve zulüm perdesi.

perde-i nizam

  • Düzen perdesi.

perde-i rahmet

  • Rahmet perdesi.

perde-i rahmet-i amme / perde-i rahmet-i âmme

  • Herşeyi kaplayan rahmet perdesi.

perde-i şehadet

  • Görünen âlem, dünya perdesi.

perde-i türabiye

  • Toprak perdesi.
  • Toprak perdesi, yer yüzü.

perde-i ülfet

  • Alışkanlık perdesi.

perdebirunane / perdebirûnâne

  • Edep perdesini yırtarcasına, hayasızca.

perdedar / perdedâr

  • Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan. (Farsça)

perestişkar / perestişkâr

  • İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.

periz

  • Haykırma, bağırma. Feryâd. (Farsça)
  • Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot. (Farsça)

pertev-i mihr

  • Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı.

pervar

  • Besili, beslenmiş. (Farsça)

pervaz

  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

perver

  • (Pervar) "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

pesadet

  • Veresiye alışveriş. (Farsça)

peşinat / peşinât

  • Peşin verilen paralar. (Farsça)

peşiz

  • (Peşize) Akçe, mangır. Pul. (Farsça)
  • Balık pulu. (Farsça)

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

peşrev

  • (Aslı: Pişrev) Önde giden. (Farsça)
  • Türk müziğinde bir saz eseri. (Farsça)
  • Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. (Farsça)
  • Bir çeşit ok. (Farsça)

pest

  • Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. (Farsça)
  • Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. (Farsça)

pestpaye

  • (Çoğulu: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.

peygule-i nisyan

  • Unutulma köşesi.

pezir

  • Kabul eden, olan, olabilen. (Farsça)
  • "Söz dinleyici, emir tutan" mânasında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

pirahen-i ismet

  • Namus perdesi.

piş-müzd

  • Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para. (Farsça)

pişadest

  • Peşin para ile alış veriş. (Farsça)
  • İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para. (Farsça)

pişe

  • İş, kâr. Meşguliyet. (Farsça)
  • Alışkanlık, huy, âdet. (Farsça)
  • Meslek, san'at. (Farsça)
  • "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. (Farsça)

pişin / pîşîn / پيشين

  • Peşin, önce, önden. (Farsça)
  • Evvelki, eski. (Farsça)
  • Önden verilen. (Farsça)
  • Peşin. (Farsça)

piyade

  • Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi.
  • Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri.
  • Yaya.

piyango

  • Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.

pota

  • Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur. (Farsça)
  • Bir çeşit tas.

pozitif

  • Tecrübe neticesine dayanan, müsbet, isbatlı. Negatifin zıddı. (Fransızca)

prensip

  • Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi (Fransızca)
  • Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan. (Fransızca)

pres ateşeliği

  • Bir ülkenin yabancı ülkede kendini temsil için açtığı büyükelçilik bünyesinde bulunan Basın Ateşeliği.

pür

  • Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) (Farsça)
  • Sâhib, mâlik. (Farsça)

pürheves

  • Heveslerinin peşinde koşan.

puş

  • "Örten, giyen, giyinmiş" mânasına birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Örtü, elbise, zırh. (Farsça)

put

  • Allah'tan başka tapılan herşey.
  • Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.
  • Allahü teâlâya inanmayanların taptıkları resim veya heykel.

ra

  • Kur'an alfabesinde onikinci harftir. Ebced hesabında 200 sayısına işaret eder. Bu harfe "Rı" denildiği gibi, "Ra-i mühmele" de denilir. Bazı tarih kayıtlarında" Rebi-ül Evvel" ayına işaret olarak geçer.

ra'd suresi / ra'd sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 13. Suresi.
  • Kur'ân-ı kerîmin on üçüncü sûresi.

ra'l

  • Koyunun kulağından kesilen parça.

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'şe-i dest

  • El titremesi.

rab

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i azim / rabb-i azîm

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-ı kerim / rabb-ı kerîm

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran, sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan Allah.

rabb-i rahim / rabb-i rahîm

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve herbir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i rahim ve kerim / rabb-i rahîm ve kerîm

  • Sonsuz cömertlik, şefkat ve merhamet sahibi olan ve herbir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabea

  • Devenin katı katı yelmesi.

rabıta-i mevt

  • Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.

rabıta-i şeyh

  • Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir.

racih

  • Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan.
  • Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf.

radıyallahü anh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.

radıyallahü teala anha / radıyallahü teâlâ anhâ

  • Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.

rağbet-i amme / رَغْبَتِ عَامَّه

  • Umûmun beğenmesi ve kabullenmesi.

rahib / râhib

  • Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan.
  • Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş.
  • Aslan.
  • Manastırda oturan hıristiyan din adamı, keşiş.

rahiban

  • (Tekili: Râhib) Râhibler. Keşişler.

rahim / rahîm

  • Esirgeyen, acıyan, merhamet eden.

rahimallah

  • Allah rahmet eylesin.

rahime

  • Rahmet eylesin.

rahimehullah / rahîmehullah

  • "Allah ona merhamet eylesin, Allah rahmet eylesin" meâlinde duâdır.
  • Allah ona merhamet eylesin, rahmet eylesin.
  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumullah denir.
  • Allah merhamet eylesin.

rahimehumallah

  • "Onların ikisine de Allah rahmet eylesin" meâlinde duâdır.

rahimin / rahimîn

  • (Rahîmûn) Merhametliler, acıyıp esirgeyenler, rahmet edenler, şefkat edenler.

rahimiyet-i rabbaniye / rahîmiyet-i rabbâniye

  • Bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın herbir varlığa şefkat ve merhameti.

rahle-i tedris

  • Eğitim ve öğretim rahlesi, üzerinde ders verilen küçük masa.

rahm

  • Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek.
  • Hısımlık, karabet, akrabalık.
  • Acıma, esirgeme.

rahman suresi / rahmân sûresi

  • (Errahman Suresi de denir.) Kur'an-ı Kerim'in 55. suresidir. Bu sureye Arus-ül Kur'an da denilmiştir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli beşinci sûresi.

rahmanane / rahmânâne

  • Allah'ın yarattığı varlıkları esirgeyip koruyarak, rahmetiyle muamele etmesi ve şefkatle idare etmesi.

rahmaniyet / rahmâniyet

  • Allahın kullarına merhamet etmesi.

rahmet / رَحْمَتْ

  • Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek.
  • Mc: Yağmur.
  • Bağış, acıma, esirgeme.
  • Esirgeme, merhamet.
  • Yağmur.
  • Acıma, esirgeme, şefkat.
  • Esirgeme, bağışlama, şefkat etme.

rahmet-i mutlaka

  • Tam ve kesin rahmet.

rahmet-i rabbaniye / rahmet-i rabbâniye

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın merhamet ve şefkati.

rahmet-i rububiyet / rahmet-i rubûbiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın rahmeti.

rahmetullahi aleyh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi ale

rahmut

  • Mübalağa ile esirgemeklik.

rahne

  • Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. (Farsça)
  • Yara. (Farsça)
  • Bozukluk. Zarar. (Farsça)

rahvar / راهوار

  • Atın eşkin yürümesi. (Farsça)

rahve

  • Harf cezimli söylenirken sesin akması hali.
  • Harf cezimli olarak söylenirken sesin akması hâli.

rahyan

  • Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi.

rahzeni / rahzenî

  • Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik. (Farsça)

raiyet / رَعِيَتْ

  • Birinin idaresi altındaki halk.

raiyye

  • Otlatılan hayvan sürüsü.
  • Bir hükümdar idaresinde bulunan ve vergi veren halklar.

raiyyet

  • Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar.
  • Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

rakibane / rakîbane

  • Denetlercesine.

rakım / râkım / راقم

  • Bir yerin deniz seviyesinden yükseklik derecesi. Kod.
  • Rakam yazan. Çizen. Tahrir eden, yazan.
  • Yazan. (Arapça)
  • Deniz seviyesinden yükseklik. (Arapça)

rakis

  • Yol gösteren, kılavuz.
  • Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi.

ramaz

  • Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak.
  • Kesinleştirmek.

ramazaniye / رمضانيه

  • Ramazan hediyesi olarak gelen Yirmi Dokuzuncu Mektup'ta yer alan Ramazan'a dair olan bölüm.
  • Ramazan kasidesi. (Arapça)

rampa

  • İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. (Fransızca)
  • Şose veya demiryolundaki yokuş. (Fransızca)
  • Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set. (Fransızca)

ran

  • (Reyn. den fiil) Kalb katılaşması, lekelenmek. Kalbin kasavetlenmesi.
  • Pas, kir.
  • Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. (Farsça)
  • Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân : Hüküm süren. (Farsça)

rapor

  • Bir tedkik neticesini bildiren yazı. (Fransızca)

rasihane / râsihane

  • Derinlemesine, sağlamca.

rasim

  • Resim yapan, çizgi çizen.
  • Akar su.

rauf / raûf / رؤف

  • Çok acıyan, esirgeyen, merhamet sâhibi.
  • Esmâ-i İlâhiyedendir.
  • Acıyan ve esirgeyen, Allah.
  • Çok esirgeyen, çok acıyan, çok merhamet sahibi olan Allah.
  • Pek esirgeyici, çok acıyıcı Allah'ın isimlerinden.
  • Esirgeyici. (Arapça)

ravza-i cennet

  • Cennet bahçesi.

ravza-i saadet

  • Mutluluk bahçesi; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek kabri.

razık

  • Rızık veren; yiyecek, içecek, giyecek gibi canlı mahlukata lüzümu bulunan her çeşit ihtiyacını te'min edip veren. (Allah)

re'bil

  • Câriye, kadın esir.

re'fe

  • Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek.

re'fet / رأفت

  • Esirgeme. (Arapça)

realizm

  • Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.
  • Gerçekçilik felsefesi.

reaya

  • (Tekili: Raiyet) Bir kimsenin emri altında bulunanlar.
  • Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk.
  • Hristiyan tebaa.
  • Bütün halk.

rebike

  • Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek.
  • Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek.
  • Bulamaç aşı.

rebil

  • (Çoğulu: Rubul) Yoğun, semiz, besili.
  • Yer kuruyunca biten bir ot.
  • Uyluğun iç yanı.

rebile

  • Semizlik, besililik.

rebun

  • Pey akçesi, pey olarak verilen para.

recsan

  • Gök gürlemesi sesi.

redd-i müdahale

  • Başkasının müdahalesini kabul etmeme.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

refes

  • (Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek.
  • Kinâye olarak.
  • Cimâ, nikâh.
  • Fuhşiyyât.

refet

  • Esirgeme, koruma, acıma, şefkat etme.

refetkarane / refetkârane

  • Merhamet edercesine.

refref

  • Kuşu çok olan çimenlik, kır.
  • Mânevi bir binek.
  • Dalları salkım salkım olan ağaç.
  • Kenar saçağı.
  • Yeşil elbise.
  • İnce yumuşak kumaş.
  • Döşek.
  • Cennet.
  • Mânevî bir binek; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Miraç mu'cizesi sırasında bindiği dört binekten sonuncusunun adı.
  • İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.

regaib gecesi / regâib gecesi

  • Receb ayının ilk perşembe gününün akşamı (Cuma gecesi).
  • Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.

regaib nemazı / regâib nemazı

  • Receb ayının ilk Cumâ gecesi olan Regâib gecesinde kılınan nâfile namaz.

rehamet

  • Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.

rehber

  • Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

reks

  • (Rekkese) Geri döndürmek, çevirmek, tepesi aşağı etmek.

reku'

  • Sâkin olmak.
  • Kesilme.

remak

  • Bedende ruhun bakiyyesi.
  • Koyun sürüsü.

remaz

  • Güneşin harâretinin çoğalması.

remim

  • Kemiğin çürümesi. Çürük. (Farsça)

remz-i nizam

  • Düzenin işareti, göstergesi.

remza'

  • Güneşin tesiriyle kızmış taş.

remzşinas

  • Bir maksad anlatan şekil, resim vb. (Farsça)
  • Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen. (Farsça)

reng-amiz

  • Renk renk, çeşitli renkli. (Farsça)

rengareng / rengâreng

  • Renkli, çeşit çeşit. (Farsça)

res

  • (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) "Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

resa'

  • Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe "resise" derler.)

resan

  • (Residen mastarından) "Yetişenler, ulaşanlar, getirenler" mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

reşide

  • (Bak: REŞİD)

reşidiyye

  • Reşid olanla ilgili.
  • Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.

resim

  • Bir çeşit deve yürüyüşü.

reşk-i alem / reşk-i âlem

  • Herkesi kıskandıracak kadar üstün durumda olan.

resm / رسم

  • (Resim) Yazma, çizme, desen.
  • Eser, iz, nişan, alâmet.
  • Suret.
  • Tertib. Tarz, üslub.
  • Fotoğraf resmi.
  • Âdet, usul, tavır, davranış.
  • Alay, merâsim.
  • Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif.
  • Resim.
  • Resim. (Arapça)
  • Çizme. (Arapça)
  • Fotoğraf. (Arapça)
  • Tören. (Arapça)
  • Usül. (Arapça)
  • Vergi. (Arapça)

resmen / رسما

  • Resmî olarak.. (Arapça)
  • Kesinlikle. (Arapça)

ress

  • Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu.
  • Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı.
  • Maden.
  • Dere.
  • İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.

ressam

  • Resim yapan, resim çizen.

retc

  • Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi.

retk

  • Adımların birbirine yakın olması.
  • Deve kuşunun sür'atle gitmesi.

reum

  • Yavrusunu seven deve.
  • Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.

rev

  • (Reften mastarının emir kökü) "Giden, yürüyen" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev : Önde giden. (Farsça)

revak-ı uhreviye

  • Âhirete açılan yer, mezar.
  • Cennet bahçesi. Âhiretin mukaddemesi.

revani

  • Değerli, rağbetli revaçlı. (Farsça)
  • Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. (Farsça)

revc

  • (Revac) Geçmek.
  • Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.

rezim

  • Arslan kükremesi.

rezm

  • Deve avazı.
  • Gök gürlemesi.
  • Cem'etmek, toplamak.

rezz

  • Bir şeyi yere batırmak.
  • Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi.

rezzakane

  • Rızık verircesine.

rezzakıyet

  • Allahın rızık vermesi.

rezze

  • İçine kilit sokulan kapı razzesi.

  • Kur'an alfabesinin onuncu harfi olup, ebcedî değeri 200'dür.

riayet-i mesalih ve hikem

  • Maslahat ve hikmetlerin gözetilmesi, onlara riayet edilmesi.

riayet-i mesalih ve intizam

  • Fayda ve düzenliliğin gözetilmesi, onlara riayet edilmesi.

riba / ribâ

  • Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir.
  • Faiz.
  • Muamelede meşru miktardan tecavüz.
  • Bir şeyin artması, çoğalması.
  • Verilen borç para veya mal karşılığında
  • Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal.

riba'l-fadl / ribâ'l-fadl

  • Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.

ribanın vesaili / ribânın vesaili

  • Faizin vesileleri; faizin araç ve vasıtaları.

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

ric'at

  • Geri dönme, vazgeçme.
  • Erkeğin, boşadığı kadını, iddet süresi bitmeden tekrar nikahlaması.

ric'i / ric'î

  • Geri dönmeye ait ve mensub.
  • Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir.

ricakarane / ricakârâne

  • Rica edercesine.
  • Umarak, ümit edercesine.

rıda' / rıdâ'

  • Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.

riddet

  • İslâm dininden dönme. İrtidad.
  • Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması.

rıdvan / rıdvân

  • Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
  • Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.

rıdvanullahi teala aleyhim ecmain / rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.

rihve

  • (Ruhve) Rehâvetli, gevşek.
  • Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.

rihve-i mehmuse harfleri

  • "Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin" Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.

rık'a

  • Kur'an-ı Kerim'in harfleri ile bir yazı çeşidi.

rıkk

  • (Çoğulu: Erkâ) Kul, abd.
  • Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet.
  • Yufka nesne.

rikk

  • Kulluk, ubudiyet.
  • Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb.
  • Yufka, yumuşak nesne.

rikkat

  • İncelik, yufkalık.
  • Acıma, yürek etkilenmesi.

rimm

  • (Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi.
  • Yer.
  • Çok mal.

risalet ve't-tenzil

  • Peygamberlik ve Cenâb-ı Allah'ın peygamberlere vahiy yoluyla kitaplar indirmesi.

rivayat / rivâyât

  • Rivâyetler; bir haberin nakledilmesi, aktarılması.

rivayat-ı sahiha / rivâyât-ı sahiha

  • Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler.

rivayat-ı sahiha-ı sabite / rivâyât-ı sahiha-ı sâbite

  • Doğruluğu kesin ve sabit olan güvenilir rivayetler, hadisler.

rivayet / rivâyet

  • Peygamberimizden duyulan ve görülen şeylerin nakledilmesi.

rivayet-i sadıka / rivayet-i sâdıka

  • Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet.

riyaz

  • (Tekili: Ravza) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.

riyazetkarane / riyâzetkârâne

  • Az gıda ile yaşayıp nefsi terbiye edercesine.

riyazi kat'iyyet / riyâzî kat'iyyet

  • Matematiksel kesinlik.

riyaziye

  • Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı.
  • Bir yazı çeşidi.

rıza-yı ilahi / rıza-yı ilâhî

  • Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.

rızk-ı amm / rızk-ı âmm

  • Genel rızık; herkesin faydalandığı rızık.

robot

  • Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz. (Fransızca)

roma imparatorluğunun inhitat ve sukutu

  • Roma İmparatorluğunun gerilemesi ve düşüşü.

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

ru

  • Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden. (Farsça)

ru'b

  • Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak.
  • Kesmek.
  • Sihir, büyü, efsun.

rü'yet

  • Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek.
  • Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek.
  • Araştırmak.

rü'yet-i hilal / rü'yet-i hilâl

  • Hilâl (yeni ayın) görülmesi. Kamerî ayların başında ve sonunda hilâlin görülerek ayın başının ve sonunun anlaşılması.

ru-yi rıza / rû-yi rıza

  • Rıza yüzü, mennunluk ifadesi.

rüavi

  • Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve.

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

rüba

  • Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba : Aklı alan, hayret veren. (Farsça)

rubbe

  • Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. "Öylesi var ki" mânâsındadır.

rubehane

  • Kurnazca, tilkicesine. (Farsça)

rubu'

  • (Tekili: Rub') Dörtte birler.
  • Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.

rububiyet / rubûbiyet

  • Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti.
  • Artırmak. Ziyade kılmak.
  • Rablık; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi.
  • İlâhî terbiye, Allahın bütün varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürmesi, bu esnada her nevi ihtiyaçlarını vermesi ve onları emrine itaat ettirmesi.

rububiyet-i amme / rububiyet-i âmme

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi.

rububiyet-i ilah / rububiyet-i ilâh

  • İlâhî Rablık; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i ilahiye / rubûbiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i mutlaka

  • Allah'ın herşeyi kuşatan, kayıtsız ve sınırsız egemenliği, yaratıcılığı, terbiyesi.

rububiyet-i mutlaka-i ilahiye / rububiyet-i mutlaka-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye ve idare etmesi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i sani

  • Herşeyi mükemmel ve san'atlı bir şekilde yaratan Allah'ın bütün mahlûkatı besleyip terbiye etmesi, idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i sermediye

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi.

rububiyet-i sübhaniye / rububiyet-i sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutması.

rububiyetinin saltanatı

  • Allah'ın kâinatı tedbir, terbiye ve idaresindeki egemenlik ve otoritesi.

rububiyyet-i mutlaka

  • Herşeyi kaplayan ve idaresi altına almış olan Allah'ın rububiyeti.

rücu' / rücû'

  • Dönme, yönelme.
  • Tasavvufta en yüksek mertebeye ulaşmış olan bir velînin tekrar geri insanlar arasına dönmesi.

ruda'

  • Hastalığın insana yine dönmesi.
  • Gövde ve beden ağrısının her birisi.

ruh / rûh

  • Can; bedene hayâtiyet (canlılık) veren kuvvet.
  • Bir şeyin özü, cevheri, hakîkati.
  • Emr âleminin beş latîfesinden biri.

ruh-u acizane / ruh-u âcizâne

  • Âciz ruhum anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

ruhanileşmiş / ruhânîleşmiş

  • Ruh dünyasının yaşam seviyesine seviyesine yükselmiş.

ruhud

  • Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude)

ruhum

  • Esirgemek, korumak, rahmet.

rükn

  • Direk. Esas.
  • Kuvvet.
  • Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli.
  • Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan.
  • Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

rükn-i ıraki / rükn-i ırâkî

  • Kâbe'nin Bağdâd'a karşı olan köşesi.

rükn-i şami / rükn-i şâmî

  • Kâbe'nin Şam'a karşı olan köşesi.

rükn-i yemani / rükn-i yemânî

  • Kâbe'nin Yemen tarafında olan köşesi.

rum suresi / rûm sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuzuncu sûresi.

rüşdiye

  • Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep.
  • Rüşde dair.

rüşeda

  • (Tekili: Reşid) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri.

rüste

  • "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste : Yeni yetişmiş bitki. (Farsça)

rüsum / rüsûm

  • Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi.
  • Merasim, usûl.
  • Resmler, âdetler. Bir cemâatin veya bir milletin müşterek düşüncesinden doğan âdetler, alışılagelen, yapılagelen şeyler.

rüsumat / rüsûmat / رسومات

  • (Tekili: Rüsüm) Gümrük idâresi.
  • Gümrük idaresi. (Arapça)

rüşvet

  • Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda.

rütbe

  • Basamak, derece.
  • Memuriyet derecesi.
  • Sıra. Mertebe, menzile.
  • Efkârın sonu.
  • Merdiven ayağı.

rütbe-i akl

  • Aklın derecesi.

rütbe-i kabiliyet

  • Kabiliyet rütbesi, derecesi.

rütbe-i makbuliyet

  • Kabul edilme derecesi.

rütbe-i risalet

  • Peygamberlik rütbesi.

rüya / rüyâ

  • Düş. İnsanın kalbinin ve duyu organlarının dünyâ işleriyle olan meşgûliyetinin kısmen kesildiği, uyku, bayılma ve istiğrak (mânevî coşkunlukla kendinden geçme) gibi hallerde gördüğü şeyler.

rüyetullah

  • Kulların âhirette Allah'ı görmesi.

sa'

  • Çiy, rutubet, şebnem.
  • Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı.

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

sa'dane

  • (Çoğulu: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot.
  • Devenin göğsü.
  • Tırnak dibinin siniri.
  • Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme.
  • Kadın memesinin etrafı.

sa'niye

  • Takkenin tepesi.

sa'r

  • Ateşin alevlenmesi.

sa'ran

  • Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.

sa'sae

  • Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.

sa'y

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.
  • Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
  • Çalışmak, iş görm

saadet-i acil / saadet-i âcil

  • Peşin mutluluk.

saadet-i acile / saadet-i âcile

  • Peşin mutluluk, dünya mutluluğu.

saak

  • Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak.
  • Aklın gitmesi.

sabi'

  • Yavru sesi.
  • Fil, hınzır ve fâre sesi.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sabikun-ı evvelun / sâbikûn-ı evvelûn

  • Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâ

sabiri / sabirî

  • Bir çeşit ince giyim eşyası.
  • Bir cins hurma.

sabit / sâbit / ثَابِتْ

  • Durgun, duran, kesinleşmiş.
  • Varlığı kesin olan.

sabiyye

  • Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.

sabr

  • Acıya ve zorluğa katlanmak.
  • Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
  • Muharebede şecaat gösterme.
  • Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak.
  • Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.

sad

  • Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir.
  • Arap alfabesinde 14. harf; Sad Sûresi.

sad suresi / sad sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz sekizinci sûresi.

sada-yı basit / sadâ-yı basit

  • Sesin, bir defa tekrarı.

sada-yı hacet / sadâ-yı hâcet

  • İhtiyaç sesi.

sada-yı hakikat / sadâ-yı hakikat

  • Hakikatin sesi.

sada-yı hayret ve taaccüp / sadâ-yı hayret ve taaccüp

  • Şaşkınlık ve hayret sesi.

sada-yı hürriyet ve adalet / sadâ-yı hürriyet ve adalet

  • Hürriyet ve adaletin sesi.

sada-yı kur'an / sadâ-yı kur'ân / صَدَايِ قُرْاٰنْ

  • Kur'ân'ın sesi.
  • Kur'ân'ın sesi.

sada-yı muhammedi / sadâ-yı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dua için seslenmesi.

sada-yı mürekkeb / sadâ-yı mürekkeb

  • Sesin bir çok defalar tekrarı.

sadakatkarane / sadâkatkârâne

  • Sadakat edercesine, bağlılığını gösterircesine.

sadakatmedar / sadâkatmedâr

  • Sadakat vesilesi, bağlılık sebebi.

sadgune

  • Çeşitli. Yüz türlü. (Farsça)

sadh

  • Horozun ötmesi.

şadi

  • Mahkeme hademesi. Mübâşir.
  • İlimden, edebiyattan hissesi olan.
  • Nağme ile şiir okuyan.

sadıkane / sâdıkane

  • Doğruluk üzerine, samimiyetle, bağlılığını gösterircesine.

sadr

  • Her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi. Kalp, göğüs, ön.Başkan... Baş. Oturulacak yerlerin en iyisi.

saf suresi / saf sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi.

safa ve merve / safâ ve merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.

safa-yı gülşen

  • Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.

safa-yı sermedi ve cavidani / safâ-yı sermedî ve câvidânî

  • Kesintisiz ve pek güzel bir huzur, rahat.

şafak / شفق

  • Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz.
  • Nahiye. Cânib.
  • Nasihat eden kimsenin "Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun" diye ıslah için gayret göstermesi.
  • Merhamet.
  • Harf.
  • Güneşin doğacağı sıradaki aydınlık. (Arapça)

safdil / صَافْ دِلْ

  • Düşüncesiz, saf.

safed

  • (Çoğulu: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ.
  • Atâ, bahşiş, hediye.

safeviler devleti

  • (1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde

saff suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.

saff-derane / saff-derâne

  • Yiğitçesine. (Farsça)

saffat suresi / sâffât sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz yedinci sûresi.

safir

  • Islık veya kuş sesi.
  • İnce ve güzel ses
  • Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.

safk

  • Sesi işitilen vuruş.
  • Sarfetmek.
  • Reddetmek.
  • Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek.
  • Kullanmak.

safra

  • Sarı.
  • Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.

safvet-i kalb

  • Fikir ve niyetinde hiçbir garazı ve kötü gâyesi olmamak, temiz kalbli olmak.

şagr

  • Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi.

sagy

  • (Sagv) Meyletmek, yönelmek.
  • Güneşin batmaya meyletmesi.

sahabe / sahâbe

  • Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek a

sahabi / sahâbî

  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.

şahadetname

  • Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. (Farsça)

şahadetname-i hürriyet / şahadetnâme-i hürriyet

  • Hürriyet diploması; özgürlüğü hak etme belgesi.

şahb

  • Yaradan kan akmak.
  • Emzikten süt akmak.
  • Rengin değişmesi.

sahc

  • Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi.
  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

şahdane

  • İri inci tanesi. (Farsça)
  • Kenevir tohumu. (Farsça)

şahi / şahî

  • şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. (Farsça)
  • Hükümdarlık, şahlık. (Farsça)
  • Eski topların bir çeşiti. (Farsça)
  • Nişastalı, yumurtalı bir helva. (Farsça)
  • Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından (Farsça)

sahib-i mertebe-i hilafet-i arziye / sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziye

  • Yeryüzü halifeliğinin mertebesinin sahibi.

sahib-i tertib / sâhib-i tertîb

  • Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

sahib-i zuhur

  • Zuhur sahibi; inkârcılık fikrine karşı ortaya çıkıp insanları hidayete ulaştırmaya vesile olan ve âhirzamanda ortaya çıkması beklenilen.

sahib-nazar

  • Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan. (Farsça)

sahibet-ül beyt / sâhibet-ül beyt

  • Ev sâhibesi.
  • Kadın ev sâhibi.

şahid-i kat'i / şahid-i kat'î

  • Kesin şahit.

şahid-i katı

  • Kesin şahit.

şahid-i kàtı'

  • Kesin, şüphesiz delil.

sahife-i havaiye

  • Hava sahifesi.

sahife-i semavi / sahife-i semâvî

  • Gök sahifesi.

sahih

  • Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele.
  • Hâlis, kusursuz, şüphesiz.
  • Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade.
  • Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, y
  • Doğru, sağlam, kesin hadîs.

sahih ced / sahîh ced

  • Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba.

sahih ehadis / sahih ehâdîs

  • Sahih hadisler; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen ve doğru sened ve güçlü râvîlerle aktarılan hadisler.

sahih temizlik / sahîh temizlik

  • Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.

şahika

  • Dağ tepesi, zirve.

şahika-i nur / şâhika-i nur

  • Nur'un zirvesi.

sahil

  • At kişnemesi.

şahim

  • Semiz, yağlı, şişman, besili.

sahirane / sahirâne

  • Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi. (Farsça)

sahn-i gülşen

  • Gül bahçesinin ortası.

sahn-i lale-zar / sahn-i lâle-zâr

  • Lâle bahçesinin ortası.

sahr

  • (Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş.
  • Maden kütlesi.
  • Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit.

şahr

  • Ağızını öttürmek.
  • Islık çalmak.
  • Sesi yükseltmek.

şahrah-ı kur'an / şahrâh-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın ana caddesi.

sahret

  • Kudüs'te, Beyt-i Mukaddeste çok eski ve tarihi bir kaya. Bu kayaya "Hacer-i Muallak" da der. Hz. Peygamberin (a.s.m.) Mîrac Gecesinde bu kayadan Burak'a binerek semâya çıktığı hakkında rivâyet vardır.

sahretullah

  • Kudüs'te, Beyt-i Mukaddes'te çok eski ve tarihî bir kaya. Hazret-i Peygamber (A.S.M.), Mir'ac gecesinde bu kayadan uruc ettiği hakkında rivayet vardır. Bu kayaya "Hacer-i Muallak" da denir.

şahsi nüfuz / şahsî nüfuz

  • Kişisel etki, tesir.

sahur / sahûr

  • Gece uyanıklığı, uykusuzluk.
  • Ayın etrafındaki hâle.
  • Yer yüzünün gölgesi.
  • Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.

sahv

  • Ayıklık; uyanıklık; tasavvufta kendinden geçme hâlinin sona ermesi.
  • Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak.
  • Hastanın iyileşmesi.
  • Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek.
  • Uyanıklık.

sai

  • Çalışan.
  • Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler.
  • Bir yere vâli olan.
  • Cemaat başı.
  • Yan yan giden.
  • Hızlı yürüyen.
  • Koğuculuk yapan.

şaibe-i tereddüt

  • Şüphe lekesi.

şaibesiz / şâibesiz

  • Lekesiz, kusursuz.

said bin zeyd

  • Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti.

saıka

  • Şiddet sesi.

saika

  • Yıldırım. Ölüm, mevt.
  • Nüzul ateşi.
  • Semadan gelen şiddetli ses.
  • Mühlik ve azab.
  • Bulutları sevke vazifeli melek.

saika-i ilahi / sâika-i ilâhî

  • Allah'ın sevk etmesi, yönlendirmesi.

şair

  • (Çoğulu: Şairât) Arpa.
  • Kurban devesi.

şaire

  • Bir tek arpa, arpa tanesi.
  • (Çoğulu: Şaâyir) Tıb: Arpacık.

sak'

  • Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak.
  • Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek.

şaki / şakî / şâki

  • (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz.
  • Her çeşit günahı işleyebilen.
  • Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir.
  • Haydut, yol kesici, eşkiya.
  • Allah'ın rızasına ve âhiret mutluluğundan yoksun olan kimse, bahtsız.

sakin / sâkin / ساكن / سَاكِنْ

  • Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı.
  • Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
  • Yerleşik. (Arapça)
  • Kendi halinde. (Arapça)
  • Harekesi olmayan veya cezimli harf.

sakinin / sakinîn

  • Oturanlar, ikâmet edenler, yerleşik olanlar.

şakk-ı kamer / شَقِّ قَمَرْ

  • Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)
  • Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye ayırması mûcizesi.
  • Ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi.
  • Ayı ikiye ayırma (mu'cizesi).

şakk-ı sadr

  • Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması hâdisesi.

şakkıkamer

  • Peygamberimizin ayı iki parçaya ayırması mûcizesi.

sakre

  • Güneşin çok olan tesiri.
  • Çakır kuşunun dişisi.

saksaka

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.
  • Çok söylemek, çok konuşmak.
  • Serçenin terslemesi.

şakşaka

  • Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi.

sal'

  • Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik.

sala'

  • Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.

salah-ı hal / salâh-ı hal

  • Durumun düzelmesi.

salah-i hal

  • Durumun düzelmesi.

salar-ı rusül / sâlâr-ı rusül

  • Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

salavat

  • (Tekili: Salât) Namazlar.
  • Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar.
  • Nimetten çıkan şükürler. İbadetler.
  • Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar.
  • Nasârâ kilisesi.

salavatullah

  • Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.

salef

  • Kibirlilik. Tekebbürlük hali.
  • Kin tutmak, buğz etmek.
  • Zevci indinde zevcenin kadri olmamak.
  • Misafir için olan yemeğin yetmemesi.

salik-i meczub / sâlik-i meczûb

  • Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.

salil

  • Demirden çıkan ses. Demir sesi.

sallallahü aleyhi ve sellem

  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir.

sallallahu aleyhi vesellem

  • Allah onun üzerine salât ve selâm eylesin.

sallallahü aleyhi vesellem / sallâllahü aleyhi vesellem

  • Allah Peygamberimize salât ve selâm eylesin.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

sallallahu teala aleyhi ve sellem / sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem

  • Allah onun üzerine salât ve selâm eylesin.

sallallahüaleyhivesellem

  • Allah ona salât ve selâm eylesin.

saltanat-ı arab

  • Arapların saltanatı, idaresi, hâkimiyeti.

saltanat-ı daime

  • Devamlı, kesintisiz bir egemenlik, hâkimiyet.

saltanat-ı hind

  • Hindistan otoritesi, yönetimi.

saltanat-ı rububiyet / saltanat-ı rubûbiyet

  • Allah'ın varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması; rablık sanatı.

samanyolu

  • Uzaktan parlak bir yol gibi görünen yıldızlar kümesi.

samediyet

  • Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.

samin

  • Semiz, yağlı, besili.

samma

  • Sesi çıkmayan, sessiz.
  • Sağır ve dilsiz.
  • Katı ve son kaya.
  • Sağlam ve sert yer.
  • Belâ.
  • Zahmet, meşakkat.

san

  • "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

san'at-ı bedii / san'at-ı bedîi

  • Eşi benzeri olmayan san'at.

san'at-ı şuuriye-i rahmaniye / san'at-ı şuuriye-i rahmâniye

  • Rahmeti sınırsız olan Allah'ın sonsuz ilminin neticesi olarak ortaya çıkan san'atı.

san'at-üt tedelli

  • İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı.

sanatüttedelli / sanâtüttedelli

  • Muhatabın söyleneni anlayabilmesi için onun seviyesine inme mânâsında belagat ilminde bir sanat türü.

sanayi-i kesire / sanayi-i kesîre

  • Pek çok sanayi, pek çeşitli sanayi.

sanbur

  • Yalnız olan hurma ağacı.
  • Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.

sanduka

  • Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan y

sani-i rahman / sâni-i rahmân

  • Sonsuz şefkatiyle yaratıklarını esirgeyip rızıklandıran ve herşeyi mükemmel birşekilde san'atlı olarak yaratan Allah.

sansür

  • Yayınlanacak bir şeyin kontrol edilmesi.
  • Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi. (Fransızca)
  • Yayınların denetlenmesi.

şape / şâpe

  • Yuvarlandıkça büyüyen kar kütlesi, çığ.

sar

  • Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar : Çok dağlık yer. (Farsça)

sar'a

  • İnsanın kendini kaybederek düşmesine sebep olan sinir hastalığı.

sara / sarâ

  • Hâlis, saf, katıksız. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. (Farsça)
  • Bir çeşit asabi hastalık.

şarab

  • İçilecek şey. İçki.
  • Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki.

sarahat-i kat'iye

  • Kesin açık mânâ.

şarapnel

  • Ask: Bir çeşit top mermisi. (Fransızca)
  • Top mermisinden dağılan herbir parça. (Fransızca)

sarat

  • Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sarf-ı kuva / sarf-ı kuvâ

  • Kuvvetlerin geri çevrilmesi, karşı tarafın gücünü etkisiz bırakma.

sarfi / sarfî

  • (Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair.
  • Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili.

şari' / şârî'

  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

sarif

  • Kapı gıcırtısı.
  • Diş gıcırtısı.
  • Makara sesi.

sarim

  • Kesen, kesici.
  • Şecaatlı.
  • Kesilmiş.
  • Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman.

şark

  • Doğu. Güneşin doğduğu taraf.
  • Güneş ve güneşin aydınlığı.
  • Yarmak.
  • Parıldamak.
  • Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.

şark darülfununu

  • Doğu Üniversitesi.

şark darülfünunu / şark dârülfünunu

  • Doğu Üniversitesi.

şark hadisesi / şark hâdisesi

  • Doğu bölgesinde meydana gelen hadise; Şeyh Said İsyanı.

şark üniversitesi

  • Doğu Üniversitesi.

şarkiyat

  • Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.

sarp

  • Dik, çıkması ve geçilmesi güç (yer).

sarsara

  • Doğan sesi.
  • Horoz sesi.

şart

  • Biri diğerinin şartına bağlı olan iki cümleden ilki. Meselâ "Haber verirsen, gelirim" ifadesinde "Haber verirsen" şarttır, "gelirim" cezadır.

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

şatahat / şatâhat

  • Mânevi sarhoşluk.
  • Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
  • Mânevî sarhoşluk hâlindeyken söylenen dengesiz sözler.

sathiyet-i arz ve deveran-ı şems

  • Yeryüzünün düz oluşu ve güneşin dünya etrafında dönmesi.

satih / satîh

  • Bedeni kemiksiz etten ibaret olan hilkat garibesi bir kâhin, falcı.

şatir

  • Irak, uzak, baid.
  • Garip, yalnız, kimsesiz.

savm

  • Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet.

savm'aa

  • Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.

şavt

  • Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.
  • (Çoğulu: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması.
  • Bir tur.
  • İşin bir kısmı.
  • Sesin gidebileceği mesafe.

savt-ı davud-u hilafet / savt-ı dâvud-u hilâfet

  • Hz. Dâvud'un (a.s.) hilâfetinin sesi.

savt-ı vücut

  • Varlık sesi.

şayan-ı istima'

  • Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık.

saye-dar

  • Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. (Farsça)
  • Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden. (Farsça)

saye-nişin

  • Gölgede oturan. (Farsça)
  • Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören. (Farsça)

sayruret

  • (Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi.
  • Olmak, edilmek.
  • Vücud, kevn.

saysa

  • Ham hurma çekirdeği.
  • İçi boş olan hanzal tanesi.

sayyur

  • Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı.
  • Akıl, fikir.

saz

  • (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz : Evham veren. (Farsça)
  • Müzik âleti, musiki sesi.

şazeli / şazelî

  • (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı b

se

  • Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır.

şe'n

  • İş, yeni olan hal.
  • Şan.
  • Tavır.
  • Hâdise.
  • Vâkıa.
  • Kasdetmek.
  • Emr ü hal.
  • Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi.
  • Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

seam

  • Bir çeşit deve yürüyüşü.

şeas

  • Toz.
  • Tozlu olmak.
  • Yayılmak, münteşir olmak.
  • Dirilmek.

seb'-ül mesani

  • İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi.
  • Mükerrer okunup tekrarlanan.

şeb-i arus / şeb-i arûs / شب عروس

  • Düğün gecesi.
  • Mc: Mevlana'nın vefat ettiği gece.
  • Düğün gecesi.
  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ölüm gecesi.

şeb-i firkat

  • Ayrılık gecesi, firkat karanlığı. (Farsça)
  • Ayrılık gecesi.

şeb-i hicran

  • Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi.

şeb-i yelda / şeb-i yeldâ / شب یلدا

  • Yılın en uzun gecesi.

şebabane

  • Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine. (Farsça)

şebam

  • Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık.
  • Araptan bir kabile.

sebatkarane / sebâtkârâne

  • Sebat edercesine.

sebaya

  • (Tekili: Sebbî) Harbde esir düşenler.

sebê

  • Yemen ülkesinde tarihî bir şehir.

sebe'

  • (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi.
  • Bir Arab kavminin adı.
  • Bir devlet ismi.
  • Bir şahıs adı.

sebe' suresi / sebe' sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz dördüncü sûresi.

sebeb

  • Vasıta, vesile, araç.

sebeb-i islam / sebeb-i islâm

  • İslâm dinine girmesine sebep.

sebeb-i islamiyet / sebeb-i islâmiyet

  • İslâmiyet'e girmesine sebep.

sebeb-i risale

  • Risalelerin yazılmasına vesile olan.

sebeb-i vücud

  • Varlık sebebi. Var olmanın sebebi ve gayesi.

şebeke

  • Balık ağı.
  • Kötü niyetle çalışan gizli topluluk.
  • Kafes şeklinde olan yer.
  • Hüviyet sureti.
  • Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı.
  • Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular.

sebh

  • Atın seğirtmesi.
  • Sür'atle gitmek.
  • Maaşında tasarruf etmek.
  • Suda yüzme.

sebi

  • (Çoğulu: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.

sebike-i hak

  • Hak külçesi.
  • Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi.
  • Hak külçesi, hakkın özü.

sebike-i zehebiye

  • Altun külçesi.

şebistan / شبستان

  • Yatak odası. (Farsça)
  • Harem dairesi. (Farsça)
  • Gece ibadetine mahsus oda. (Farsça)
  • Yatak odası. (Farsça)
  • Harem dairesi. (Farsça)

sebk-i mefsul

  • Edb: Ayrı ayrı, kesik kesik yazma tarzı.

sebt

  • (Çoğulu: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek.
  • Boyun vurmak.
  • Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü.
  • Cumartesi günü.
  • Şaşırmak, hayrette kalmak.
  • Çok zeki, dâhiye.
  • Başı tıraş etmek.

sebükbar / sebükbâr

  • Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. (Farsça)
  • Derdi, düşüncesi olmayan. (Farsça)

sebükmağz

  • Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız. (Farsça)

sebükre'y

  • Düşüncesiz, hafif fikirli. (Farsça)

sebülmesani / sebülmesanî

  • Tekrar tekrar okunan, iki kez nazil olan Fatiha sûresi.

seby

  • Harpte esir alınma.
  • Uzaklaştırma.
  • Bir yerden başka bir yere sürüp giderme.

sebz / سبز

  • Yeşil, yeşil renkli. (Farsça)
  • Yeşil. (Farsça)

sebz-fam / sebz-fâm

  • Yeşil renkli.

sebzevat / sebzevât

  • Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar. (Farsça)
  • Yeşil bitkiler.

sebzezar

  • Çayırlık, çimenlik, yeşillik. (Farsça)
  • Bostan, sebze tarlası. (Farsça)

sebzfam

  • Yeşil renkli. (Farsça)

sebzin

  • .f Rengi yeşil. Yeşil renkli.

sebzpuş

  • Yeşil elbiseli, yeşil örtülü. (Farsça)

sec'

  • (Çoğulu: Escâ-Esâci) Kumru sesi.
  • Kafiyeli söz.
  • Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.

sec'a

  • Kuşların cıvıltısı gibi olan ses.
  • Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı.

secaat / secaât

  • Kuşların ötüşleri, sec'aları.
  • Nesir halindeki yazının kafiyeleri.

şecaat / şecâat

  • Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir.
  • Yiğitlik, öfke duygusunun normal derecesi.

secavend / secâvend

  • Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.

secde ayetleri / secde âyetleri

  • Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.

secde suresi / secde sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.

secde-i hayret

  • Hayret secdesi.

secde-i itaat

  • İtaat secdesi.

secde-i sehv

  • Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.

secde-i şükran

  • Minnettarlık, teşekkür secdesi.
  • Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde.

secde-i tilavet / secde-i tilâvet

  • Kur'an okunurken veya dinlerken edilen secde. Okuma secdesi.

şecere-i aliye ve nafize / şecere-i âliye ve nâfize

  • Yüksek ve tesirli ağaç.

şecere-i rıdvan / şecere-i rıdvân

  • 628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç.

seci

  • Nesir kafiyesi.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

secic

  • Su sesi.

seciye-i uvera / seciye-i uverâ

  • Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.

şecv

  • Gam, gussa. Keder.
  • Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.

sedane

  • Etlilik, semizlik, besililik.

sedd-i kur'ani / sedd-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın yıkılmaz seddi, kalesi.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

şedid

  • Sert, sıkı, şiddetli.
  • Musibet, belâ.
  • Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.

şedide / şedîde

  • Harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması.

sedin

  • Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.

sedir

  • Köşk.
  • Nehir.
  • Karyola.
  • Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet.

sedn

  • Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi.

şefa'at-ı kübra / şefâ'at-ı kübrâ

  • Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başını

şefaat / شفاعت / şefâat / شَفَاعَتْ

  • Şefaat etmek. Af için vesile olmak.
  • Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
  • Affa vesile olma.
  • Af için vesile olma.

şefaat etmek

  • Cenâb-ı Haktan yakınlarının affını talep edip kurtuluşlarına vesile olmak.

şefaat-i kübra

  • Büyük şefaat; günahlarımızın bağışlanması için Peygamber Efendimizin aracılık etmesi.

şefaatçı

  • Allah'ın lütuf ve ihsanıyla aracı, vesile olan.

şefaatçi / şefâatçi

  • Af için vesile olan.

şefaatçi olma

  • Allah'ın izniyle kurtuluşa vesile olma.

şefaatkarane / şefaatkârâne

  • Şefaat edercesine.

sefahet / sefâhet

  • Kıt akıllılık, düşüncesizlik, günahlara düşkünlük.

sefahet ehli

  • Zevk ve eğlenceye düşkün olan ve sermayesini gereksiz yere harcayanlar.

şefeka

  • Esirgemek, korumak.

sefer der vatan

  • Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.

şefi' / şefî' / شَف۪يعْ

  • Af için vesîle olan, şefâatçi.

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • Herkesin yaptığı tüm amellerin karşılığını alacağı mahşer gününde, mü'minlere şefaat edecek olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

sefih / sefîh

  • Kıt akıllı, düşüncesiz, zevke düşkün.

sefihane / sefîhane

  • Sefihce, zevkine düşkün biri gibi, düşüncesizce.

şefik / şefîk

  • Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.
  • Şefkatli, merhamet eden ve esirgeyen Allah.

sefine

  • Gemi.
  • Çeşitli mevzulara dair kitap.
  • Göğün güney yarım küresinde bir burç adı.

sefir

  • Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur.
  • Islık sesi.

şefkat-i nev'iye

  • İnsanın kendi cinsinden olana şefkat etmesi.

şefkat-i rububiyet / şefkat-i rubûbiyet

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın şefkati.

şefkatkarane / şefkatkârâne

  • Şefkat edercesine.

şefkatperverane

  • Şefkat etmeyi severcesine, severek.

sega'

  • Koyun ve keçi sesi.

şegaf

  • Delicesine sevme.

segil

  • Yaramaz huylu kimse.
  • Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.

şehadet mertebesi

  • Şehitlik derecesi.

şehadet perdesi

  • Görünen âlemin perdesi.

şehadet-i kat'iye

  • Kesin şahitlik, kesin delil.

şehadetname / şehadetnâme / şehâdetnâme / شهادت نامه

  • Diploma, mezuniyet belgesi.
  • Diploma, mezuniyet belgesi. (Arapça - Farsça)

şehamet

  • Yağlılık, semizlik, besililik.

sehavetperverane / sehâvetperverâne

  • Cömerliği severcesine.

seher vakti

  • Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.

sehhah

  • (Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne.

şehic

  • Katır sesi.
  • Kuzgun avazı.

şehid-i ahiret / şehîd-i âhiret

  • Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.

şehik

  • Hıçkırıkla içini çekme.
  • Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma.
  • Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.

şehir

  • Büyük yerleşim birimi, kent.

sehlimümteni

  • Yazılması veya söylenmesi kolay görünen, ama denendiğinde zor olduğu anlaşılan eser.

sehum

  • Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.

sehv secdesi

  • Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.

şehvet-perest

  • Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. (Farsça)

şekavet

  • Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
  • Haydutluk, eşkiyalık.

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

sekerat-ül mevt

  • Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can çekişmesi hali.

sekerat-ül-mevt / sekerât-ül-mevt

  • Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.

şekerpare

  • Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. (Farsça)
  • Bir nakış çeşiti. (Farsça)
  • Bir cins tatlı. (Farsça)

sekine

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

sekinet

  • Sükun ve imtinan. Temkin. Nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti.
  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

şekir

  • Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar.
  • Fercte olan kıllar.

sekkaki / sekkakî

  • (Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. "Miftâh-ül Ulûm" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir.

şekl / شكل

  • Şekil, biçim, benzer, taslak.
  • Tür, çeşit.
  • Beniz, çehre.
  • Şekil. (Arapça)
  • Tür. (Arapça)
  • Resim, çizim, kroki. (Arapça)

şeksiz

  • Kuşkusuz, şüphesiz.

sekte / سكته

  • Susmak, kesilme, ara verme, bozulma.
  • Durma, kesiklik.
  • Durma, kısılma.
  • Kanın birdenbire durması.
  • Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak.
  • Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.
  • Kesinti, duraklama.
  • Durma. (Arapça)
  • Kesilme. (Arapça)
  • Sekte vermek: Durgunluk vermek, sekteye uğratmak. (Arapça)

sektedar / sektedâr

  • Susan, sesini kesen.
  • Zarara uğramış olan.
  • Aheng ve düzeni bozulmuş.

sekub

  • (Sekabe) Ateşin alevlenmesi.
  • Yıldızın parlaması.
  • Işıklı, ışık veren.
  • Parlamak.

selamün aleyküm / selâmün aleyküm

  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.

selef

  • Sahabe ve tabiin gibi ilk örnek Müslüman nesil.

selem

  • Teslim etmek.
  • Ayıplardan uzak olmak.
  • Selef.
  • Peşin para ile veresiye mal alma.
  • İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu
  • Peşin para ödeyip, malı daha sonra almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.

selh-hane

  • Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.) (Farsça)

selhane / selhâne

  • Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, mezbaha.

selhhane / selhhâne / سلخ خانه

  • Hayvan kesimi yapılan yer, mezbaha.
  • Kesim yeri, mezbaha, salhane. (Arapça - Farsça)

şelil

  • (Çoğulu: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas.
  • Çok sulu dere ortası.
  • Kısa gömlek.

selleme

  • "Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin" meâlinde duâ.

sellemehullah ve afahu / sellemehullah ve âfâhu

  • "Allah ona selâmet ve âfiyet versin" mânâsına gelen saygı ve dua ifadesi.

selt

  • Karın gürüldemesi.

şem'un

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.

semahat / semâhat

  • Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.

semanet

  • Semizlik, yağlılık, besililik.

şematetkarane / şemâtetkârâne

  • Başkasının başına gelene sevinircesine.

semerat-ı ef'al / semerât-ı ef'al

  • Fiillerin meyvesi, neticesi.

semere-i alem / semere-i âlem / ثَمَرَۀِ عَالَمْ

  • Kâinatın meyvesi.
  • Alemin meyvesi.

semere-i ilham

  • İlhamın neticesi, meyvesi.

semere-i ittiba / semere-i ittibâ

  • Tâbi olmanın meyvesi.

semere-i kainat / semere-i kâinat

  • Kâinatın meyvesi.

semere-i kur'aniye / semere-i kur'âniye

  • Kur'ân meyvesi.

semere-i mirac

  • Mirac meyvesi.

semere-i saadet / semere-i saâdet

  • Mutluluk meyvesi.

semere-i şecere-i hilkat / ثَمَرَۀِ شَجَرَۀِ خِلْقَتْ

  • Yaratılış ağacının meyvesi.
  • Yaradılış ağacının meyvesi.

semere-i vahiy

  • Vahyin neticesi, meyvesi.

semeresiz

  • Meyvesiz, sonuçsuz.

semi'

  • İşiten, duyan.
  • Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)

semi-i mutlak

  • Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.).

semiane / semîane

  • İşitircesine.

semiz

  • Eti, yağı bol. Besili. (Türkçe)
  • Besili, iri, büyük.
  • Besili.

şemmam

  • Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.

şems suresi / şems sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksan birinci sûresi.

şems-abad

  • Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer. (Farsça)

şems-i cemal / şems-i cemâl

  • Güzelliğin güneşi.

şems-i hakikat / şems-i hakîkat / شَمْسِ حَق۪يقَتْ

  • Hakikat güneşi.
  • Hakîkat güneşi.

şems-i hakikat ve marifet / şems-i hakikat ve mârifet

  • Hakikat ve mârifet güneşi, Allah'ı ve iman hakikatlerini bilme aydınlığı.

şems-i hidayet / şems-i hidâyet

  • Hidayet güneşi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
  • Hidâyet güneşi olan Peygamberimiz (a.s.m.).

şems-i kemalat / şems-i kemâlât / شَمْسِ كَمَالَاتْ

  • Kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı.
  • Mükemmellikler güneşi.

şems-i kur'an / şems-i kur'ân

  • Kur'ân güneşi.

şems-i nübüvvet / شَمْسِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberlik güneşi.
  • Peygamberlik güneşi.

şems-i risalet

  • Peygamberlik güneşi.

şems-i saadet

  • Mutluluk güneşi.

şems-i şeriat

  • Şeriat güneşi; İslâm güneşi.

şems-i şevket-i islamiye / şems-i şevket-i islâmiye

  • Güçlü ve haşmetli olan İslâm güneşi.

şems-i şumus

  • Güneşlerin güneşi.

şems-i taban / şems-i tâbân

  • Tavan güneşi, gök güneşi.

şems-üş şümus

  • Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.

şemseddin

  • (Şems-üd din) Dinin güneşi.
  • Erkek adıdır.

şemsi sene / şemsî sene

  • Güneş senesi. Yer küresinin güneş etrâfında bir devir yaptığı (bir kere döndüğü) sene. 365.242 vasatî güneş günü.

şemsü'ş-şumus

  • Güneşler güneşi.

şemsü'ş-şümus

  • Güneşlerin güneşi; Vega yıldızı.

şemsüşşümus / şemsüşşümûs

  • Güneşler güneşi.
  • Güneşlerin güneşi.

sena-i nebeviye / sena-i nebevîye

  • Peygamberin övmesi.

sena-yı kur'aniye / senâ-yı kur'ânîye / ثَنَايِ قُرْاٰن۪يّهَ

  • Kurânın övmesi.

senakarane / senakârane / senâkârâne

  • Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. (Farsça)
  • Övercesine.

senam

  • (Çoğulu: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü.
  • Her nesnenin yücesi, yükseği.

şenbe / شنبه

  • Cumartesi. (Farsça)

şenbih

  • Gün. (Farsça)
  • Cumartesi günü. (Farsça)

sene-i ömr

  • Ömrün senesi.

sene-i şemsiye

  • 22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.
  • Delîl, dayanak.
  • Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
  • Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.

sened-i hakiki ve kat'i / sened-i hakikî ve kat'î

  • Hakiki, sağlam ve kesin senet, dayanak.

sened-i kat'i / sened-i kat'î

  • Kesin senet, dayanak.

septisizm

  • Şüphecilik felsefesi, kararsızlık.

şer'-i enver

  • En nurlu kanun ve nizam. En ziyade saadete, selâmete, emniyete vesile olan şeriat.

sera

  • "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. (Farsça)

sera-perde

  • Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. (Farsça)
  • Padişah çadırı, otağ. (Farsça)

serab

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

seradik

  • (Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi.
  • Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.

şerafet

  • Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.

serah

  • Kıl taramak.
  • Halâs etmek.
  • Davar gütmek.
  • Eşini boşamak.

serahor

  • Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.

seraperde / serâperde / ساراپرده

  • Saray perdesi. (Farsça)
  • Otağ. (Farsça)

serar

  • Ayın son gecesi.

şeref-i beni adem / şeref-i benî âdem

  • İnsanoğlunun şerefi, şeref vesilesi.

şeref-i vürud

  • Gelmesiyle şereflendirme.

şereh

  • İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük.

şerekrak

  • Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.

serencam-ı hidayet / serencam-ı hidâyet

  • Hidâyetin hayat hikayesi.

serer

  • (Çoğulu: Esirre) Ayın son gecesi.
  • Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça.
  • Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya Çoğulu: Esrâr ve C: Esârir).

sereyan-ı füyuzat

  • Feyizlerin sürekli olarak akması, devam etmesi.

sergüzeşt-i hayat

  • Hayat hikâyesi.

şerh

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.

şerh-i sadr

  • Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi.
  • Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlı

şerha

  • Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça.

serhed

  • Hörgüç yağı.
  • Semiz, yağlı, besili.

şeriat-ı iradiye

  • Allah'ın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları.

serir-i hükümet

  • Hükümet tahtı. Makam sandalyesi.

seriyy

  • Çok, kesir.

seriyye

  • Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
  • Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.

sermaye-i hayat

  • Hayat sermayesi.

sermaye-i insaniye

  • İnsanın sermayesi.

sermaye-i ömür

  • Ömür sermayesi.

sermaye-i saadet

  • Mutluluk sermayesi.

sermaye-yi itiraz

  • İtiraz malzemesi.

sermayedar / sermayedâr

  • Sermâyesi olan. (Farsça)

sermeşk

  • Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı. (Farsça)

serrişte

  • İp ucu. Emâre, delil. Vesile. (Farsça)
  • Başa kakmak. (Farsça)
  • Maksad. (Farsça)

sery

  • Davarı iyi gütmek.
  • Yıldırımın parlayıp çakması.
  • Kurt, eşine çıkmak.
  • Hiddetlenmek, kızmak.

şetibe

  • Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası.

şetit

  • Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli.

setr-i avret

  • Başkalarına gösterilmesi haram olan yerlerin örtünmesi.
  • Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek.
  • Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek.

setr-i gayb

  • Gizlilik perdesi.
  • Gelecekten haber verilmemesi.

setr-i mahrem

  • Mahrem olan şeyin gizlenmesi.

setriavret

  • Gösterilmesi yasak yerleri örtme.

şetta

  • Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan.

sevad-ı a'zam

  • Büyük şehir.
  • Mekke-i Mükerreme.
  • İnsanların ekseriyeti. (Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Ha

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

sevda-i menfaat

  • Menfaat hevesi.

şeve

  • Göz değmesi, nazar değmesi.

seveban

  • Hastalığın iyileşmesi.

sevg

  • Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi.
  • Kolay, âsan ve yumuşak olmak.

seviye-i irfan

  • Kültür seviyesi.

seviyyen

  • Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak.

seviyyet

  • Eşitlik, müsavilik, denklik.

şevk-bahş

  • şevk veren, şevklendiren. (Farsça)
  • Meşhur bir çeşit lâle. (Farsça)

şevk-i bahari / şevk-i bahârî

  • Bahar neşesi.

sevk-i ihtiyaç

  • İhtiyacın sevketmesi, ihtiyacın yönlendirmesi.

sevk-i ilahi / sevk-i ilâhî

  • Allah'ın yönlendirmesi.

sevk-i insaniyet

  • İnsanlığın sevki; beşerî istidat ve kabiliyetlerin yönlendirmesi.

sevk-i kaderi / sevk-i kaderî

  • Kaderin sevk etmesi, yönlendirmesi.

sevk-i menfaat

  • Menfaatin yöneltmesi, yönlendirmesi.

sevk-i rabbani / sevk-i rabbânî

  • Herşeyi terbiye ve idare eden Allah'ın sevki ve yönlendirmesi.

sevk-i tabii / sevk-i tabiî

  • İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.

şevk-i tenzili / şevk-i tenzilî

  • Kur'an-ı Kerim'in ilk önceki mânâsıyla Sahabelere verdiği sevgi ve iştiyak. Kur'an-ı Kerim'in tenzil mertebesindeki mânâsının verdiği şevk. İlâhî bir makamdan inmenin verdiği şevk.

sevk-i zaruret

  • Zorunluluğun itmesi.

şevkengizane

  • İsteklendirircesine.

sevkiyat-ı askeriye

  • Askerlerin belli hedeflere doğru yönlendirilmesi.

sevkü'l-insaniyet

  • İnsanlığın yönlendirilmesi.

sevkülceyş

  • Ordunun sevk ve idaresi.

sevs

  • Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi.

seyehan

  • Gezi, seyahat.
  • Gölgenin güneşle birlikte dönmesi.

seyfiyye / سيفيه

  • Asker kesimi. (Arapça)

seyis

  • Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.

seyl-i kainat / seyl-i kâinat

  • Kâinatın akışı, sürekli değişmesi.

seyl-i şuunat / seyl-i şuunât

  • İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.

seyr-i afaki / seyr-i âfâkî

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı (dilemesi, istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.

seyr-i anillah-i billah / seyr-i anillah-i billâh

  • Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.

seyr-i enfüsi / seyr-i enfüsî

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesi.

seyr-i şuunat / seyr-i şuunât

  • Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak.
  • Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.

seyyid

  • Efendi.
  • Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden.
  • Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât.
  • Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir.

seyyide

  • Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım.

şeyyir

  • (Çoğulu: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan.

şezat

  • Budak kırmak.
  • At sineği.
  • Bir gemi cinsi.
  • Tuz.
  • Kuvvet ve şiddet bakiyyesi.
  • Ağaç ismi.

şezebe

  • (Çoğulu: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan.

sezze

  • Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü.

şi'ra-ül yemani / şi'ra-ül yemanî

  • Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)

siba'

  • Esir etmek.

şibab

  • Bıçak üstüne sürçmek.
  • At neşesi.

sibak u siyak

  • Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.

sıbgatullah

  • Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi.
  • Allah'ın dini.

sicil

  • Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter.
  • Memurların durumu hakkında tutulan dosya.

sıdak

  • Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi.

şiddet

  • Sertlik, katılık.
  • Ziyadelik.
  • Sıkılık.
  • Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri.<

şiddet-i ateş

  • Ateşin şiddetliliği.

şiddet-i belagat / şiddet-i belâgat

  • Belâgatın en üst seviyesi.

şiddet-i ihtiyacın sevki

  • Bazı şeylere duyulan şiddetli ihtiyacın yönlendirmesi.

şiddet-i takva / şiddet-i takvâ

  • Allah korkusunun nihayet derecesi.

şiddet-i zuhur

  • Açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti.

şiddetle

  • Kesin olarak. (Arapça - Türkçe)

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
  • Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
  • Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.

sidretülmünteha / sidretülmüntehâ / سدرة المنتها

  • Uzayda bulunduğu varsanılan ve ötesine geçilemeyen bir ağaç. (Arapça)

şifa ayet-i kerimeleri / şifâ âyet-i kerîmeleri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.

sifad

  • Hayvanların çiftleşmesi.

şifahane / şifâhâne

  • Şifaya vesile olan yer; hastane.

şifahane-i hikmet

  • Bilim, hikmet şifahanesi.

şifahane-i kalb / şifahâne-i kalb

  • Kalplerin şifâ yeri, kalp hastanesi.

şifahane-i kur'an / şifâhâne-i kur'ân

  • Kur'ân'ın şifâ dairesi.

sifal

  • Değirmen altına döşenen deri.
  • Değirmen süpürgesi.

sıfat-ı rububiyet / sıfât-ı rububiyet

  • Rububiyete dair sıfatlar; her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşması için muhtaç olduğu şeylerin verilmesi, onların terbiye edilip idare edilmesi ve egemenlik altında bulundurulmasına dair İlâhî sıfatlar, özellikler.

sıffin / sıffîn

  • Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. S

sıfır

  • Hiç. Olmayan bir şeyin ismi.
  • Hiç bir sayı olmamak.
  • Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası.
  • Fiz: Suyun donma derecesi.

sifle

  • Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.

şifre

  • Gizli ve işaretle yazı usulü. (Fransızca)
  • Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. (Fransızca)
  • Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. (Fransızca)

şifte / şîfte / شيفته

  • Delicesine aşık. (Farsça)

şiftedil / şîftedil / شيفته دل

  • Gönlünü kaptırmış, delicesine aşık. (Farsça)

sıftit

  • Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.

siga

  • Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
  • Fiilin çekiminden meydana gelen çeşitli şekillerden her biri.

şihe

  • At kişnemesi. (Farsça)

sıhhat

  • Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık.
  • Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...)

sıhhiye / صحيه

  • Sağlık işleri dairesi. (Arapça)

sihir-amiz / sihir-âmiz

  • Sihir gibi tesir eden, büyüleyici. (Farsça)

sihr-i beyani / sihr-i beyanî

  • Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.)

sıka'

  • Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü.

şikembende

  • Midesine düşkün. Çok yiyen. (Farsça)

şikemperver

  • Midesini seven, obur.

şiken

  • (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. (Farsça)
  • Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken : f. Haysiyet kıran. (Farsça)

şikened

  • Kırıyor, kesiyor.

şikeste

  • Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi. (Farsça)

şikestebal / şikestebâl / شكسته بال

  • Kanadı kırık. (Farsça)
  • Çaresiz, üzgün. (Farsça)

sikke

  • Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga.
  • Dirhem.
  • Para üstüne vurulan damga.
  • Düz, doğru yol.
  • Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi.
  • Basılmış madeni para.

sikke-i ehadiyet / سِكَّۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi mührü.

sikke-i fıtrat

  • Yaratılış sikkesi, damgası.

sikke-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığı terbiye ve idare etmesini gösteren işaret.

sikr

  • Rüzgârın eserken dinmesi.

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

sıla

  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.

silahhane-i kur'an / silâhhâne-i kur'ân

  • Kur'ân cephanesi.

silsile-i aliyye

  • Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedân

silsile-i cibal

  • Dağ silsilesi, sıra dağlar.
  • Dağ silsilesi. Sıra dağlar.

silsile-i ecdad

  • Atalar silsilesi, soy defteri.

silsile-i hamdiye

  • "Hamd" silsilesi.

silsile-i ilim

  • İlim silsilesi, zinciri.

silsile-i meşayih / silsile-i meşâyih

  • Şeyhler silsilesi.

silsile-i nuraniye

  • Nurlu bağ, nesil.

silsile-i rivayet

  • Birinin diğerine nakletmesiyle gelen rivayet, nakil zinciri.

silsile-i şerafet ve siyadet / silsile-i şerâfet ve siyadet

  • Soyunun bir taraftan Hz. Hasan—şeriflik—, diğer taraftan da Hz. Hüseyin—seyyidlik—vasıtasıyla Hz. Muhammed'in (a.s.m.) soyundan gelme silsilesi.

silsile-i tefekkür

  • Tefekkür mânâları ve ifadeleri bulunan ve günlük olarak tekrarlanan bölümlerin zincirleme devam etmesi.

silsile-name

  • Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel. (Farsça)

silsilename

  • Meşhur ve mühim kimselerin silsilesini, soyunu gösteren liste.

silsilet-üz-zeheb

  • Altın silsile. Resûlullah efendimizden, hazret-i Ebû Bekr yoluyla feyz ve ilim alarak gelen büyük âlimler silsilesi.

sima'

  • Dinlemek, kulak vermek. İşitmek.
  • Çalgı dinlemek.
  • Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler.
  • Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri.

sima-yı veçhiye-i şahsiye

  • Her bir insanın kendisine has yüzü, çehresi.

siman

  • (Tekili: Semin) Semizler, besililer, yağlılar.

simen

  • Semizlik, yağlılık, besililik.

simn

  • (Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık.

simotoğraf

  • Sinema, sinema makinesi.

şimrah

  • (Çoğulu: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı.
  • Dağ tepesi.

simya

  • Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.

şın

  • Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür.

sinan

  • (Çoğulu: Esinne) Mızrak, süngü.

sine

  • Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.)

sinema-i rabbaniye / sinema-i rabbâniye

  • Rabbâni sinema; Cenâb-ı Hakkın tedbir ve irâdesiyle, bütün faaliyetlerinin âdeta sinema perdeleri ve levhaları gibi gösterildiği âlem.

sinematograf

  • Sinema makinesi.

sinematoğraf

  • Sinema, sinema makinesi.

şinik

  • On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü)

sinimmar

  • Ay, kamer.
  • Gece uyumayan erkek.
  • Harami.
  • Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)

sinn-i iyas

  • (Sinn-i ye's) Kadınların "âdet görmekten" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir.

şinvay

  • Kulağın işitmesi.

sınvu ebi / sınvu ebî

  • Babamın kardeşi.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sır

  • Gizli, gizlenilen şey.
  • Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş mertebesinden biri. Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

sırar

  • Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.

sirar

  • (Çoğulu: Esirre) Sürur, sevinç.
  • Sırayla konuşmak.
  • Ay sonu.

sırat

  • Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü.

sırat köprüsü / sırât köprüsü

  • Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü.
  • Cennet'e gidebilmek için herkesin üzerinden geçmeğe mecbur olduğu ve Cehennem üzerine kurulmuş olan köprü.
  • Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü. Buna, yalnız sırât da denir.

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

sirişk

  • Göz yaşı. (Farsça)
  • Ateş şeraresi. (Farsça)

şirpençe / şîrpençe / شيرپنچه

  • (Şir-pençe) (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. (Farsça)
  • Arslan pençesi. (Farsça)
  • Sırtta ve boyunda çıkan bir tür kan çıbanı. (Farsça)

sirr

  • (Çoğulu: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar.
  • Gizli nesne.
  • Cima etmek.
  • Zikir.
  • Hâlis.
  • En iyi, en faziletli.

sırr-ı ehadiyet / سِرِّ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın her bir varlıkta birliğinin görülmesinin sırrı.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi sırrı.

sırr-ı hikmet-i hilkat

  • Yaratılış gayesinin sırrı.

sırr-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin, yaratıcılığının, idaresinin ve terbiyesinin sırrı.

sırr-ı tevatür

  • Tevatür sırrı; bir sözün nesilden nesile, sözüne inanılır büyük topluluklar tarafından nakledilmesi sırrı, hikmeti.

sırran tenevveret

  • Gizli ve sır perdesi altında parlama, hizmeti yaygınlaştırma.

sırren tenevveret

  • Gizli ve sır perdesi altında parlama ve hizmeti yaygınlaştırma.

şirret

  • Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik.
  • Geçimsiz, huysuz ve kavgacı.

şirrir

  • (Çoğulu: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir.

şişe

  • Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca.
  • Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

sitan

  • (-istan) Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük. (Farsça)

şitevi / şitevî

  • (Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili.
  • Kış sebzesi, kışlık sebze.

siyak

  • Söz gelişi, bir sözün hemen öncesinde geçen sözler.

siyak ve sibak

  • Öncesi ve sonrası.

siyak ve sibaka mülayemet / siyak ve sibaka mülâyemet

  • Sözün öncesinin sonrasına, sonrasının öncesine uygunluğu.

siyaset-i islamiye / siyaset-i islâmiye

  • İslâm siyaseti, idaresi.

siyasiyyun

  • Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.

sıyk

  • Kesif toz ve fena ter kokusu.

siyyan

  • (Tekili: Siyy) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.

siyyanen / siyyânen / سيانا

  • Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.
  • Eşit olarak. (Arapça)

sôfistaiyye / sôfistâiyye

  • Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.

sofizm

  • Hakikatı tanımayan şüpheci filozofların felsefesi.

sofra-i erzak

  • Herkesin istifade ettiği rızık sofrası.

sofra-i erzak-ı umumiye

  • Herkesin yararlandığı rızık sofrası.

sofra-i rızk-ı umumi / sofra-i rızk-ı umumî

  • Herkesin yararlandığı rızık sofrası.

şöhretperverane / şöhretperverâne

  • Şöhretsevercesine.

sosyal adalet / sosyal adâlet

  • Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi.

su'-i ihtiyar / sû'-i ihtiyâr / سُوءِ اِخْتِيَارْ

  • (İrâdesiyle) kötüyü tercîh etme.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

su'be

  • Yeşil başlı kertenkele.

su'n

  • (Çoğulu: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.

sü'r

  • Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.

su-i tesir / sû-i tesir

  • Kötü tesir, etki.

süac

  • Koyun avazı, koyun sesi.

sual-i mukadder

  • Gelecek, gelmesi beklenen soru.

süar

  • Ateşin harareti.
  • Çok acıkmak.

şuara

  • (Tekili: Şâir) Şâirler.
  • Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir.

şuara suresi / şuarâ sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi altıncı sûresi.

suba

  • (Çoğulu: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.

subabe

  • Kap içinde kalan su.
  • Bir nesnenin bakiyesi. Artık.

subaşı

  • Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.

sübha

  • Çekilen tesbih, tesbih tânesi.
  • Duâ ve nâfile namaz.

sübut / sübût / ثُبُوتْ

  • (Tekili: Sebt) Cumartesiler. Cumartesi günleri.
  • Sabit olma, kesin olarak meydana çıkma.
  • Sabit oluş, kesinleşme.
  • Varlığı kesin olma.

sübut-u ilmi / sübût-u ilmî / ثُبُوتُ عِلْم۪ي

  • İlmen varlığı kesin olma.

sübutiyet

  • Sabit olma, kesinlikle değişmeme.

şücur

  • Muhtelif ve çeşitli olmak.

sudah

  • Horozun ötmesi.

südde / سده

  • (Çoğulu: Süded) Kapı, eşik.
  • Kapı. (Arapça)
  • Eşik. (Arapça)

süded

  • (Tekili: Südde) Kapılar, eşikler.

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <

süfre

  • Sofra, mâide.
  • (Çoğulu: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.

süfyan

  • Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs.

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

suğra / suğrâ

  • Küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur.

süha

  • Büyükayı yıldız kümesindeki en küçük yıldız; eskiden gözün keskinliği bu yıldızla denenirdi.
  • Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.

suhte

  • Yanmış, tutuşmuş. Yanık. (Farsça)
  • (Çoğulu: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. (Farsça)

şühud / şühûd

  • Görme. Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri görmesi.

şühud-i tecelli / şühûd-i tecellî

  • Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi.

şuhud-u kalbi / şuhud-u kalbî

  • Kalbin görmesi.

suhuf

  • Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
  • Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek ola

sühuh

  • Dökülmek.
  • Semiz ve besili olmak.

sühuk

  • Kaftanın eskimesi.

suhulet-i rızık

  • Rızkın kolay elde edilmesi.

sühunet

  • Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

suka'

  • Horoz sesi, horoz ötüşü.

şukak

  • Bir çeşit hayvan hastalığı.

sükl

  • Kadının çocuğunu kaybetmesi.

şükran / şükrân / شكران

  • Teşekkür borcu, iyiliğin bilinmesi. (Arapça)

sükub

  • (Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi.

şükufezar / şükûfezar / شكوفه زار

  • Çiçek bahçesi. (Farsça)
  • Çiçeği çok olan yer, çiçek bahçesi. (Farsça)

şüküfte

  • "Açılmış" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte : Yeni açılmış. (Farsça)

sukuk

  • Şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.

sükun / sükûn

  • Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik.
  • Dinmek, kesilmek.
  • Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması.
  • Durgunluk, hareketsizlik. Durmak, kesilmek.

sukut-ı musammem

  • Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış.

sukut-u musammem

  • Düşmesi kararlaştırılmış, iktidardan düşürülmesine kesin karar alınmış.

sukut-u mutlak

  • Kesin bir şekilde düşüş, alçalış.

sülasi mezid / sülasî mezid

  • Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.

şule-i i'caz-ı kur'ani / şûle-i i'câz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın mu'cizesinin bir parıltısı.

süleyman çelebi

  • İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır.

sulh-u umumiye

  • Herkesi içine alan barış, barış hâli.

sulhkarane / sulhkârâne

  • Barış edercesine.

suliyy

  • Ateşin yanması.

sultan / sultân / سلطان

  • Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah.
  • Allah. (C.C.)
  • Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi.
  • Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri.
  • Hüccet ve delil.
  • Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetin
  • Hükümdar. (Arapça)
  • Hükümdar eşi ve kız çocuğu. (Arapça)
  • Sevgili. (Arapça)

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

sülüs

  • Üçte bir. Üç parçadan biri.
  • Bir yazı çeşidi.
  • Üçte bir, üç parçadan biri. Bir yazı çeşidi.

sümme haşa / sümme hâşâ

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

sümuh

  • Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.

sümul

  • Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.

şümul-ü hitab

  • Herkesi içine alan hitap ve sesleniş.

şümul-ü iradet

  • Allah'ın herşeyi kaplayan iradesi.

sünat

  • (Çoğulu: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.

sunbur

  • (Çoğulu: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği.
  • Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.

sündüs

  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

sünnet

  • Kanun, yol, âdet.
  • Siret-i hasene.
  • Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı

sünnet olmak

  • Çocuğun sünnet derisinin çepeçevre kesilmesi. Hitân.

sünnet-i kifaye / sünnet-i kifâye

  • Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

şura suresi / şûrâ sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, "Hâ mim ayn sin kaf" Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi.

şura-yı şer'i / şûrâ-yı şer'î

  • İslâma uygun olan meşveret; İslâma uygun olan istişare müessesesi.

süradik

  • (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.

süradık / sürâdık / سرادق

  • Saray perdesi. (Arapça)

surahi

  • Su şişesi, sürahi.

süraka

  • (Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç

sure / sûre

  • Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ

sure-i a'raf / sûre-i a'râf

  • A'râf Sûresi, Kur'ân-ı Kerimin 7. sûresi.

sure-i ahkaf / sûre-i ahkâf

  • Kur'ân-ı Kerimin 46. sûresi olan Ahkâf Sûresi.

sure-i ahzab / sûre-i ahzab

  • Kur'ân'ın 33. sûresi olan Ahzab Sûresi.

sure-i al-i imran / sûre-i âl-i imrân

  • Kur'ân-ı Kerimin 3. sûresi olan Âl-i İmran Sûresi.

sure-i alak / sûre-i alâk

  • Kur'ân-ı Kerimin 96. sûresi olan Alâk Sûresi.

sure-i amme / sûre-i amme

  • Kur'ân'da yer alan Nebe Suresi.

sure-i ankebut / sûre-i ankebût

  • Kur'ân'ın 29. sûresi olan Ankebût Sûresi.

sure-i bakara / sûre-i bakara

  • Kur'ân'ın 2. sûresi olan Bakara Sûresi.

sure-i casiye / sûre-i câsiye

  • Kur'ân-ı Kerimin 45. sûresi olan Câsiye Sûresi.

sure-i el-bakara / sûre-i el-bakara

  • Bakara Sûresi.

sure-i fatır / sûre-i fâtır

  • Fâtır Süresi, Kur'ân-ı Kerim'in 35. süresi.

sure-i feth / sûre-i feth

  • Kur'ân-ı Kerimin 48. sûresi olan Fetih Sûresi.

sure-i fil / sûre-i fîl

  • Kur'ân-ı Kerimin 105. sûresi olan Fil Sûresi.

sure-i hac / sûre-i hac

  • Kur'ân'ın 22. sûresi olan Hac Sûresi.

sure-i hadid / sûre-i hadid

  • Kur'ân-ı Kerimin 57. sûresi olan Hadid Sûresi.

sure-i haşr / sûre-i haşr

  • Kur'ân'ın 59. sûresi olan Haşir Sûresi.

sure-i hud / sûre-i hûd

  • Kur'ân-ı Kerimin 11. sûresi olan Hûd Sûresi.

sure-i ibrahim / sûre-i ibrahim

  • Kur'an'ın 14. sûresi.

sure-i ihlas / sûre-i ihlâs

  • Kur'ân'ın 112. sûresi olan İhlâs Sûresi.

sure-i isra / sûre-i isrâ

  • Kur'ân-ı Kerimin 17. sûresi.

sure-i kadir / sûre-i kadir

  • Kur'ân-ı Kerimin 97. Sûresi olan Kadîr Sûresi.

sure-i kehf / sûre-i kehf

  • Kehf Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 18. Sûresi.

sure-i kevser / sûre-i kevser

  • Kur'ân'ın 108. sûresi olan Kevser Sûresi.

sure-i kur'aniye / sûre-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın sûresi.

sure-i lokman / sûre-i lokman

  • Kur'ân'ın 31. sûresi olan Lokman Sûresi.

sure-i maide / sûre-i mâide

  • Mâide Sûresi; Kur'ân-ı Kerimin 5. sûresi.

sure-i mü'min / sûre-i mü'min

  • Kur'ân-ı Kerimin 40. sûresi.

sure-i muhammed / sûre-i muhammed

  • Muhammed Süresi, Kur'ân-ı Kerimin 47. süresi.

sure-i mürselat / sûre-i mürselât

  • Kur'ân-ı Kerimin 77. sûresi.

sure-i nahl / sûre-i nahl

  • Nahl Sûresi, Kur'ân-ı Kerimin 16. sûresi.

sure-i nasr / sûre-i nasr

  • Nasr Sûresi.

sure-i necm / sûre-i necm

  • Kur'ân-ı Kerimin 53. sûresi.

sure-i nisa / sûre-i nisâ

  • Nisâ Sûresi; Kur'ân-ı Kerimin 4. sûresi.

sure-i nur / sûre-i nur

  • Kur'ân-ı Kerimin 24. sûresi olan Nur Sûresi.

sure-i rahman / sûre-i rahmân

  • Kur'ân'ın 55. sûresi olan Rahmân Sûresi.

sure-i rum / sûre-i rûm

  • Kur'ân'ın 30. sûresi olan Rûm Sûresi.

sure-i saf / sûre-i saf

  • Kur'ân-ı Kerimin 61. sûresi.

sure-i sebe / sûre-i sebe

  • Sebe Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 34. süresi.

sure-i şura / sûre-i şûrâ

  • Kur'ân-ı Kerimin 42. sûresi.

sure-i ve'l-asr / sûre-i ve'l-asr

  • Kur'ân-ı Kerimin 103. Sûresi.

sure-i ve'l-asri / sûre-i ve'l-asrî

  • Kur'ân-ı Kerim'in 103. sûresi olan Asr Sûresi.

sure-i yasin / sûre-i yâsin

  • Yâsin Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 36. sûresi.

sure-i yusuf / sûre-i yusuf / sûre-i yûsuf

  • Yusuf Sûresi, Kur'ân-ı Kerimin 12. sûresi.
  • Kur'ân-ı Kerimin 12. sûresi.

sure-i zuhruf / sûre-i zuhruf

  • Kur'ân-ı Kerimin 43. sûresi.

sure-i zümer / sûre-i zümer

  • Kur'ân-ı Kerim'in 39. sûresi.

suret / sûret

  • Tasvir, resim.
  • Kopya, nüsha.
  • Dıştan görünen şekil, dış görünüş.

suret-i kat'iye

  • Kesin bir şekilde.

suret-i şemsiye

  • Güneşin görünümü.

suret-i tesviye

  • Hal çaresi.

suret-perestlik

  • Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek.
  • Resimlere meftuniyet.

suret-ül asr

  • Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.

suretbend

  • Tasvir yapan. Resimci. (Farsça)

suretger

  • Suret yapan, resim çizen, ressam. (Farsça)

suretlerin tahrimi / sûretlerin tahrimi

  • Resimlerin haram kılınması, yasaklanması; haset, gurur, riya, şehvet gibi nefsanî duyguları kabartan ve İslâmiyetin sakındırdığı sonuçların doğmasına sebep olan resimlerin, fotoğrafların yasaklanması.

suretperest

  • Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. (Farsça)
  • Resimleri çok seven ve meftun olan. (Farsça)

suretü'l-felak / sûretü'l-felâk

  • Felâk Sûresi.

suretü'n-nas / suretü'n-nâs

  • Nâs Sûresi.

suretü'n-nasr / sûretü'n-nasr

  • Nasr Sûresi; Kur'ân'ın 110. sûresi.

süreyya

  • Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.

sürm

  • Ön dişlerin dökülmesi.

sürme

  • Kirpik diplerine sürülen bir çeşit siyah madde, kühl.

sürr

  • Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği.

surre / صره

  • (Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
  • Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
  • Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve d
  • Para kesesi. (Arapça)
  • Hükümdar tarafından Mekke'ye gönderilen paralar ve armağanlar. (Arapça)

sürud-i hezar

  • Bülbül nağmesi.

sürur-u ruhi / sürur-u ruhî

  • Ruhun sevinmesi.

şusy

  • Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.

sütre-i hadra / sütre-i hadrâ

  • Yeşil perde.

şutur

  • Irak, uzak, baid.
  • Bir memesi birisinden uzun olan koyun.
  • İki emziği kurumuş olan deve.

şuubat-ı heyet-i içtimaiye / şuubât-ı heyet-i içtimâiye

  • Sosyal yapının dalları, toplumsal yapıyı oluşturan kesimler.

suvab

  • (Çoğulu: Su'bân) Bit sirkesi.

suver-i muhtelife

  • Çeşitli sûreler.

suver-i muteaddide

  • Çeşitli şekiller, suretler.

ta / tâ

  • Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.
  • Arap alfabesinden bir harf.

ta'ciz / ta'cîz / تَعْج۪يزْ

  • (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak.
  • Eğlendirmek.
  • Âciz etmek.
  • Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.
  • Rahatsız etme, çâresiz bırakma.
  • Rahatsız etme, çâresiz bırakma.

ta'fir

  • Tozlu ve topraklı yapmak.
  • Ağartmak, beyazlatmak.
  • Kirletmek. Mülevves etmek.
  • Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi.
  • Güneşte et kurutmak. (O kurumuş ete "afir" derler.)

ta'kib

  • Gözlemek.
  • Yolunda gitmek.
  • Peşinden yürümek.
  • Suçlunun suçunu araştırmak.
  • Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi.
  • Bir şeyi ciddiyetle istemek.

ta'kibat / ta'kibât

  • Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.

ta'kim

  • (Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma.

ta'lik

  • Asmak.
  • Geciktirmek.
  • Bağlanmak.
  • Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir.
  • Muallak k
  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.

ta'lim-i esma / ta'lim-i esmâ

  • İsimleri öğretmek.
  • Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.

ta'mik / ta'mîk / تعميق

  • Derinleştirme. (Arapça)
  • Derinlemesine inceleme. (Arapça)

ta'sene

  • Ahlâkı yaramaz kadın.
  • Çok, kesir.

ta'vik

  • İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek.
  • İşinden alıkoymak.
  • Geciktirme, ilerlemesine mâni olma.

ta'vizen

  • Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.

ta'zirat

  • (Tekili: Ta'zir) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler.

taabbüdi / taabbüdî

  • İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

taac'uc

  • Çeşitli seslerin birbirine karışması.

taaccüb-ü inşai / taaccüb-ü inşaî

  • Fiili ve kesin bir olayı göstermeyen ve taaccüb ifade eden söz.

taadül

  • Beraberlik, eşitlik.

taaffün-i nefes

  • Nefesin kokması.

taahhüdname / taahhüdnâme / تعهد نامه

  • Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika. (Farsça)
  • Taahhüt belgesi. (Arapça - Farsça)

taallül

  • (İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma.
  • Mâzeret.

taallün

  • Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.

taannüt

  • Herkesin yanlışını arama.

taarrüf

  • Karşılıklı anlaşma, tanışma.
  • Bir şeyi herkesin bilmesi.
  • Kendini hünerleriyle tanıttırma.

taarrüf-ü rabbani / taarrüf-ü rabbânî

  • Cenâb-ı Hakkın kendini bildirmesi, tanıttırması.

taarrus

  • (Çoğulu: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

taattuf

  • (Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme.
  • Verme.
  • Esirgeme.
  • Merhamet etme, esirgeme.
  • Acıma, esirgeme.

taavvuz-ı tams

  • Kadınların âdet görmesi.

tab

  • "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. (Farsça)

tabaka-i esiriye / tabaka-i esîriye

  • Esir maddesinden meydana gelen tabaka.

tabaka-i hakimiyet / tabaka-i hâkimiyet

  • Hâkimiyet dairesi.

tabaka-i havass / tabaka-i havâss

  • Toplumun üst seviyesini meydana getiren seçkinler tabakası.

tabaka-i i'caz / tabaka-i i'câz

  • Mu'cizelik derecesi.

tabaka-i insaniye / tabaka-i insâniye

  • İnsanlık tabakası, derecesi.

tabaka-i mana / tabaka-i mânâ

  • Mânâ derecesi.

tabaka-i tevhid

  • Tevhid derecesi.

tabakat-ı işariye

  • İşaret tabakası, derecesi.

tabakat-ı muhtelife

  • Çeşitli tabakalar.

tabiat bataklığı

  • Materyalist düşünce; tabiat için, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat dalaleti / tabiat dalâleti

  • Materyalist düşünce; tabiat için, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat fikri

  • Materyalist düşünce; tabiat için söylenen, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat-ı mevhume

  • Gerçekte olmadığı halde var diye düşünülen tabiat ve ondaki tesir.

tabiat-ı müessire

  • Tesir sahibi, yaratıcı tabiat.

tabiatperestlik

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme, tabiatçılık.

tabii felsefe / tabiî felsefe

  • Tabiatçı, materyalist felsefe; herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunan felsefî görüş.

tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.

tabiin / tâbiîn

  • Hz. Muhammed'i görmüş olanlara yetişmiş olanlar, sahabeden sonraki nesil.
  • Hadîs-i şerîflerle medhedilen, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen şerefli nesil. Eshâb-ı kirâmı görüp, onların sohbetinde bulunanlar.

tabiiyunluk

  • Tabiatçılık, her şeyin tabiatın tesiriyle var olduğunu iddia etme.

tabiiyyun / tabiiyyûn

  • Tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunanlar.

tabir caizse

  • İfadesi uygunsa.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tabir-i kur'an / tabir-i kur'ân

  • Kur'ân'ın ifadesi.

tabir-i samedani / tabir-i samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yüce ifadesi, tabiri.

tabiri caiz ise / tâbiri câiz ise

  • İfade edilmesi uygunsa.

tabiriyle

  • İfadesiyle.

tabldot

  • Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek. (Fransızca)

taby

  • At, katır, eşek ve geyik memesi.

taciz / tâciz

  • Âciz bırakma, çaresiz kılma.

tadabbüb

  • Besililik. Semizlik.

taf'

  • Ateşin sönmesi.

tafazzu'

  • Kesilmek.

tafdil

  • Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek.
  • Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyü

tafe

  • Yağmur.
  • Karanlık.
  • Güneşin, batmaya yaklaşması.

taftaf

  • Yumuşak taze ot.
  • Ağacın çevresi.

tafv

  • Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması.
  • Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi.
  • Bir işe girmek.
  • Hayvanın tepe üzerine çıkması.
  • Ceylânın koşması.

tagaddi-i hüceyrat / tagaddî-i hüceyrât

  • Hücrelerin gıda alması, beslenmesi.

taganni

  • (Gınâ. dan) Muhtaç olmamak.
  • Kâfi bulmak.
  • Zengin olmak.
  • Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak.
  • Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.

taglib

  • Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

tagmiz

  • Sıkmak.
  • Gövdesini sıktırıp ovdurmak.

tagrim-i düyun

  • Borçların ödenmesi.

taha / tâhâ

  • ("Serdi" manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek.
  • Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz.
  • Kur'ân-ı Kerimin 20. sûresi.

taha suresi / tâhâ suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir.

tahabbüb-ü ilahi / tahabbüb-ü ilâhî / تَحَبُّبُ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın kendisini sevdirmesi.
  • Allahın kendini (kullarına) sevdirmesi.

tahaccür

  • Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak.

tahaccürat

  • (Tekili: Tahaccür) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.

tahaddi mu'cizesi

  • Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahaddür-i miyah / tahaddür-i miyâh

  • Suların akıp gitmesi.

tahakkuk-u hakaik

  • Gerçeklerin oluşması, meydana gelmesi.

tahakkuk-u vücudu

  • Varlığının gerçekliği, kesinliği.

tahalhul

  • (Halhal. dan) Ayağa bilezik takma.
  • Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi.
  • Hava cereyanı olması.

tahallül

  • (Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak.
  • Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması.
  • Dişleri hilâllamak.

tahallül-ü mehasin

  • Güzelliklerin araya girmesi.

tahamhum

  • Atın yulaf görünce kişnemesi.

tahammüd

  • Ateşin sönmeğe yüz tutması.

tahammülfersa / tahammülfersâ / تحمل فرسا

  • Dayanılmaz, takat kesici. (Arapça - Farsça)

tahannük

  • Tülbendi çenesi altından dolamak.

taharrüf / تَحَرُّفْ

  • Kalem karıştırma neticesinde bozulma.

tahassür

  • (Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek.

tahattur-u farazi / tahattur-u farazî

  • Asılsız şeylerin hatıra gelmesi.

tahattur-u faraziyat

  • Aslı olmayan şeylerin hatıra gelmesi.

tahavvül-ü esnaf

  • Sınıfların, çeşitlerin dönüşümü.

tahazhuz

  • Suyun deprenmesi, hareket etmesi.

tahazzur

  • (Hıdr. dan) Yeşillenme.

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahkiki

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak.

tahkiki iman / tahkikî iman

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak elde edilen iman.

tahkimat

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.

tahkir etmek / tahkîr etmek

  • Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.

tahlil

  • Müşkül meseleyi halletmek.
  • Bir şeyi kolaylıkla tutmak.
  • Eritmek.
  • Bir şeyi helâl kılmak.
  • Yemine kefaret etmek.
  • Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması.
  • Fiz:

tahlim

  • (Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme.

tahrebe

  • Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi.

tahribkarane / tahribkârâne

  • Tahrip edercesine.

tahrim suresi / tahrîm sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. "Lime tüharrimu" da denir. Medine'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış altıncı sûresi.

tahsil-i irfan / tahsîl-i irfan

  • Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme. Edeler dâimâ tahsîl-i irfân Olalar her biri, bir kâmil insan.
  • İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme.

tahsil-i ulum / tahsil-i ulûm

  • İlimlerin tahsil edilmesi, öğrenilmesi.

tahsir

  • Hasret bırakma. Hasret etme.
  • Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi.

taht-ı belkıs

  • Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)

taht-ı idare

  • İdaresi altında.

taht-ı tedbir

  • Yönetim ve idaresi altında tutulan alan.

taht-ı tesir

  • Tesir altında.

tahtaha

  • Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi.

tahyir

  • (Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.

tahzir

  • Yeşil renk verme. Yeşillendirme.
  • Hazırlama.

tai / taî

  • Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan.

taife-i ehl-i hakikat

  • Hak ve doğruluk üzere olanların taifesi.

taife-i insaniye

  • İnsan taifesi, topluluğu.

taife-i nebatat / taife-i nebâtât

  • Bitkiler taifesi, topluluğu.

taife-i nisaiye / taife-i nisâiye

  • (Taife-i nisâ) Kadınlar taifesi, grubu.

takallüs

  • Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.

takarruh

  • (Karh. dan) Yara derinleşip büyüme.
  • Yara çıban olma.

takarrür etme

  • Sabit olma, yerleşip sağlam olma.

takasur

  • (Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.

takatu'

  • Kesilmek. Kesişmek.

takazzub

  • Kesilmek.

takdir / takdîr / تَقْد۪يرْ

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.
  • Allah'ın her şeyin kaderini ezelden bilmesi.

takdir-i hüda / takdir-i hüdâ

  • Allah'ın takdiri, dilemesi.

takdir-i ilahi / takdîr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi.

takdir-i kamer

  • Aya nizam verilmesi; konaklar takdir edilmesi.

takdirkarane / takdirkârâne

  • Takdir edercesine.
  • Takdir edercesine.

takdirname / takdîrname / تقدیرنامه

  • Başarı belgesi. (Arapça - Farsça)

takip

  • Gözetmek, yolunda gitmek, peşinden yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.

takıyye

  • Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek.
  • Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi.
  • Mümâşât.
  • Sakınmak, kendini koruyup, çekinmek.
  • Birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.

taklid

  • Takma, asma, kuşatma.
  • Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.

takrid

  • Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek.
  • Hor ve zelil etmek.

taksim-i gurama / taksim-i guramâ

  • Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek.
  • Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek.

taksit

  • Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi.

taktaka

  • Tıktıka, taş sesi.

takti

  • Kesme, kesik kesik okuma.

takti'

  • Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme.

takti-i huruf / taktî-i huruf

  • Harflerin bölünmesi, kesilmesi; harflere bölme.

takva / takvâ

  • Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.

takvim

  • Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma.
  • Ta'dil etme.
  • Bir şeye kıymet tâyin eylemek.
  • Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter.
  • Günlük olaylardan bahseden gazete.

takvim-i arabi / takvim-i arabî

  • Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim.

takviye-i ezhan

  • Zihnin kuvvetlendirilmesi.

takviye-i rahmet

  • Rahmet takviyesi, rahmetle kuvvetlendirme.

takziye

  • Gözün çapağı dışarı itmesi.

talak / talâk

  • Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması.

talak suresi / talâk suresi / talâk sûresi

  • Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış beşinci sûresi.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini mümkün kılan boşanma şekli.

talak-ı selase / talâk-ı selâse

  • Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması. Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir.

talakname / talâknâme / طلاق نامه

  • Boşanma belgesi. (Arapça - Farsça)

taleb-i rü'yet

  • Görmeyi istemek. Hz. Musa'nın (A.S.) Cenab-ı Hakk'ı görmek istemesi.

talha bin ubeydullah

  • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

talia / talîa

  • Öncü kuvvet, keşif kolu.

talik

  • Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir.

talim-i esma / tâlim-i esmâ

  • Hz. Âdem'e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi.

talim-i hakaik

  • Hakikatlerin öğretilmesi.

talim-i ilahi / tâlim-i ilâhî

  • İlâhî eğitim, doğrudan Allah'ın öğretmesi.

talimat-ı rabbaniye / talimat-ı rabbâniye

  • Bütün varlıkları terbiye eden, idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın emirleri.

taltif-i rahmet

  • Şefkat ve merhametin lütfetmesi, iyilik ve güzellikle muamele etmesi.

tamam tasfiye

  • Tasfiyenin tamamlanması, arındırmanın bitmesi.

tamam-ı istila / tamam-ı istilâ

  • Her tarafının işgal edilmesi.

tamam-ı ıttırad-ı ahval

  • Bir kimsede var olan huy ve hasletlerin sekteye uğramadan biteviye devam etmesi, her zaman aynı durumu göstermesi.

tams

  • Kadının hayız görmesi, aybaşı olması.
  • Kir, vesah.
  • Cima etmek.
  • Yapışmak.

tango

  • Züppe giyinişli kadın. (Fransızca)
  • Turuncuya çalar renk. (Fransızca)
  • Bir dans çeşidi. (Fransızca)

tanh

  • Semiz olmak, besili ve şişman olmak.
  • Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.

tanin

  • Sinek vızıltısı.
  • Kaz sesi.
  • Avaz ve gürültü.
  • Çınlamak. Tınlamak.

tanzim-i maişet

  • Hayatın düzenlenmesi.

tararet

  • Semizlik, besililik, şişmanlık.

tarek

  • Tepe. Başın tepesi. (Farsça)

tarifiyle / târifiyle

  • Arapça belirlik takısı olan "el" ile birlikte gelmesiyle.

tarihçe

  • Hayat hikayesi.

tarihçe-i hayat

  • Hayat hikâyesi.

tarihçe-i hayat-ı maneviye / tarihçe-i hayat-ı mâneviye

  • Mânevî hayat hikâyesi.

tarihçe-i hayat-ı saniye

  • İkinci hayatın tarihçesi.

tarihçe-i hilafet-i abbasiye / tarihçe-i hilâfet-i abbasiye

  • Abbasi hilâfeliğinin tarihçesi.

tarık suresi / târık suresi / târık sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin seksen altıncı sûresi.

tarik-i amm / tarîk-i âmm

  • Herkesin geçmesine mahsus yol.

tarik-i dünya / târik-i dünya

  • Hevâ ve hevesi terkeden. Dünyanın fâni olan cihetini terkedip Allah rızası yolunda olan.

tarik-i müteassife

  • Doğru yoldan sapanların yolu; çorak dengesiz ve zalimane yol.

tarikat-ı aliye-i nakşiyye / tarîkat-ı aliye-i nakşiyye

  • Mânevî derecesi yüksek olan Nakşî tarikatı.

tarrar / tarrâr / طرار

  • Yankesici.
  • Yankesici.
  • Yankesici, hilekâr.
  • Yankesici. (Arapça)

tarsis

  • (Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma.
  • Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.

tasafün

  • Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.

tasarruf

  • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
  • İdâre etme, hükmetme.
  • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.

tasarruf-u kudsi / tasarruf-u kudsî

  • Kudsî tasarruf; mânevî tesir, icraat.

tasarruf-u rabbani / tasarruf-u rabbanî

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bütün kâinattaki varlıkları dilediği gibi kullanması ve idare etmesi.

tasarruf-u rububiyet

  • Rububiyetin tasarruf ve idaresi.

tasarrufan

  • Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.

tasarrufat-ı rububiyet / tasarrufât-ı rububiyet

  • Allah'ın her şeyi dilediği gibi kullanması ve yönetmesi.

tasarrum

  • Cesaretlenme, yiğitlenme.
  • Kesilmek.

tasavir / tasâvîr / تصاویر

  • (Tekili: Tasvir) Tasvirler, resimler.
  • Resimler. (Arapça)

tasavvuf

  • Beden ve ruhun eğitilmesiyle bazı mânevî mertebelerin katedilmesini sağlayan yol.
  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ

tasavvur-u şahsi / tasavvur-u şahsî

  • Kendi şahsî tasavvuru, düşüncesi, sadece kendini düşünme.

tasdikkarane / tasdîkkârâne

  • Tasdik edercesine.

tasel

  • Serabın uzaktan su gibi görünmesi.

tashih layihası / tashih lâyihası

  • Düzeltme yazısı, kararnamesi.

tashih-i dava / tashih-i dâvâ

  • Dâvânın düzeltilmesi.

tasm

  • Âd taifesinden bir kabile.
  • Mahvetmek veya mahvolmak.

tasmim / tasmîm / تصميم

  • Kesin karar. (Arapça)
  • Tasmîm ittihaz etmek: Karar almak. (Arapça)

tasmimat / tasmîmât / تصميمات

  • Kesin kararlar. (Arapça)

taşnak

  • Bir Ermeni komitesi.

tasnif

  • Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
  • Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tasrif-i hava

  • Havanın idaresi ve kullanılması.

tasvib-i arifane / tasvib-i ârifane

  • "İrfan sahibi zâtınızın uygun görmesi" anlamına gelen saygı ifadesi.

tasvir / tasvîr / تصویر

  • Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde.
  • Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak.
  • Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
  • Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek mel
  • Resmini yapma, resim, zihinde canlandırma.
  • Bir şeyin şeklini çıkarma, resmini yapma.
  • Resim yaparcasına güzel tarif etme, tanımlama.
  • Kâğıda, kumaşa, duvara ve başka yerlere canlı ve cansız resimleri yapmak veya bu şekilde yapılan resimler.
  • Resmetme. (Arapça)
  • Resim. (Arapça)
  • Niteleme. (Arapça)

tasvir-i hakikat

  • Hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi.

tasviri / tasvîri

  • Tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi.

tatar

  • Bir Müslüman Türk kabilesi.

tatfif suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 83. suresidir. Mekkîdir.

tatfil

  • Uyuntuluk etmek.
  • Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi.

tavaşir

  • Tebeşir.

tavassut

  • Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak, bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavsifat-ı rabbaniye / tavsifât-ı rabbâniye

  • Allah'ın vasıflandırarak bahs etmesi.

tavsiye-i gazali / tavsiye-i gazalî

  • İmam-ı Gazalî'nin (k.s.) tavsiyesi.

tay / tây / تای

  • Denk, eşit. (Farsça)

tayınat senedi

  • Görevlendirme belgesi.

tayy-i mekan / tayy-i mekân

  • Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi.
  • Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az zamanda çok uzak yerlere gitme.

tayy-i zeman / tayy-i zemân

  • Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.

tazammun

  • İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak.
  • Tazmini kabul etmek. Kefil olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.

taze

  • Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. (Farsça)
  • Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. (Farsça)
  • Kuru olmayan, yeşil. (Farsça)
  • Genç, körpe. (Farsça)

taziyane / tâziyâne

  • Eziyet edercesine.

tazminat / tazmînât / تضمينات

  • Zarar ödemeleri, tazminat. (Arapça)
  • Tazmînat vermek: Zarar ödemesinde bulunmak. (Arapça)

tazyik-i mecnunane / tazyik-i mecnunâne

  • Delicesine baskı ve sıkıntı verme.

te'hil

  • Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek.
  • Ehliyetli kılmak.
  • Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak.
  • Lâyık ve müstehak görmek.

te'lif

  • Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek.
  • Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak.
  • Eser yazmak.
  • Noksan bir adedi bine çıkarmak.

te'lifbin / te'lifbîn / تأليف بين

  • Uzlaştırıcı, birleşirici. (Arapça - Farsça)

te'min / te'mîn

  • Korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme.
  • Sağlamlaştırma. Kesin bir hale koyma. Sağlama.

te'vil

  • (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sa

teadül

  • (Çoğulu: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.

teakub

  • Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak.
  • Bir nesneyi sonradan çoğaltmak.

teala ve tekaddes / teâlâ ve tekaddes

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.

tealüm

  • (İlm. den) Bir şeyi herkesin bilmesi.

tearüf-ü amme / tearüf-ü âmme

  • Umumun anlayacağı tarz, umumun bilgi ve idrak seviyesi.

teattuf

  • Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek.
  • Ulaşmak. İttisal etmek.
  • Eğilip bükülmek.

teayyün

  • Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.

teba'ul

  • Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.

tebar

  • Soy, nesil, neseb. (Farsça)

tebarek

  • Mübarek etsin (mealinde dua.) Teâlâ gibi mâzi fiiliyle mübalâğa ile bereketin Allah'tan zuhurunu ifade eder. (Suyun havuzda yükselmesi halinden alınmıştır.)

tebareke suresi / tebâreke sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi.

tebareke ve teala / tebâreke ve teâlâ

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.

tebarüz-ü uluhiyet / tebarüz-ü ulûhiyet

  • Allah'ın yaratıcılık ve herşeye hâkimiyetinin kendisini göstermesi.

tebaşir / tebâşîr / تباشير

  • Müjde.
  • Her şeyin öncesi, ilk zamanı.
  • Tebeşir. (Farsça)
  • Tebeşir. (Farsça)

tebbet suresi / tebbet sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.

tebdil-i hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayatın değişmesi.

tebeddül-ü esma / tebeddül-ü esmâ

  • İsimlerin değişmesi.

tebeddül-ü saltanat

  • Saltanatın değişmesi.

tebeddülat-ı ahval / tebeddülât-ı ahvâl

  • Hallerin değişmesi.

tebelbül-ü elsine

  • Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.

teberru

  • Bağış, bir malın veya paranın karşılıksız olarak verilmesi.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

teberrüc

  • Açık saçık olmak.
  • Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)

teberrük

  • Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak.
  • Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak.
  • Hayr-ı İlâhiye hissedâr olmak.
  • Bereket vesilesi.

teberrüken

  • Bereket vesilesi olarak.

tebessümkarane / tebessümkârane / tebessümkârâne

  • Gülümsercesine.
  • Gülümsercesine.

tebettül / تبتل

  • Halkdan ayrılmak.
  • Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek.
  • Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek.
  • Köşesine çekilme. (Arapça)
  • Tebettül etmek: Köşesine çekilmek. (Arapça)

tebliğ-i risalet / tebliğ-i risâlet / تَبْلِيغِ رِسَالَتْ

  • Peygamberlik yoluyla dinin ulaştırılması, bildirilmesi.

tebrik

  • Gözlerini dike dike bir yere bakmak.
  • Günaha girmek.
  • Uzak bir yere sefer etmek.
  • Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak.
  • Kadının süslenip püslenmesi.
  • Evi ziynetleyip süslemek.

tebuk

  • Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tecazüm

  • Kesişmek.

tecdi'

  • Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme.
  • Vücudun bir tarafını kesme.
  • Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme.

tecdid-i din

  • Dinin yenilenmesi, yeniden yorumlanması.

teceddüd-ü emsal

  • Benzerlerinin yenilenmesi.

tecelli

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tecelli-i ehadiyet / tecellî-i ehadiyet

  • Allah'ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi.

tecelli-i hassa / tecellî-i hâssa

  • Hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi.

tecelli-i kader / tecellî-i kader

  • Kaderin tecelli etmesi, görünmesi.

tecelli-i sıfat / tecellî-i sıfât

  • Sıfâtın görünmesi.

tecelli-i sıfat ve ef'al / tecellî-i sıfât ve ef'âl

  • Allah'ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi.

tecelli-i sırr-ı ehadiyet / tecellî-i sırr-ı ehadiyet / تَجَلِّئِ سِرِّاَحَدِيَتْ

  • Allah'ın birlik sırrının herbir varlıkta görünmesi.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesinin sırrı.

tecelli-i timsal / tecellî-i timsal

  • Görüntünün belirmesi, yansıması.

tecelli-i zat / tecellî-i zât

  • Allah'ın zâtının tecelli etmesi ve görünmesi.
  • İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.

tecelliyat-ı ilahiye / tecelliyât-ı ilâhiye

  • İlâhi tecelliler, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi.

tecelliyat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı sıfat / tecelliyat-ı sıfât

  • İlâhî sıfatların yansıması, görünmesi.

tecelliyat-ı uluhiyet / tecelliyat-ı ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye lâyık olan Cenâb-ı Hakkın isimlerinin varlıklarda eserini göstermesi.

tecelliye-i celaliye / tecelliye-i celâliye

  • Allah'ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi.

tecerrüd

  • Soyunma, çıplak olma.
  • Evli olmama.
  • Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma.
  • İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme.
  • Herşeyden boş olma.

tecessüd

  • Cisimleşme; batıl dinlerde, Allah'ın herhangi bir maddi varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi şeklinde inanılan batıl bir Allah inancı.

tecessüm-ü maani / tecessüm-ü maânî

  • Mânâların cisimleşmesi, somutlaşması.

techiz / techîz

  • Vefât edenin (ölenin) yıkanmasından kabre defnedilmesine kadar yapılması lâzım gelen şeyler.

techiz ve tekfin / techîz ve tekfîn

  • Ölünün kefenlenmesi.

tecrid

  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.

tecrübe-i kat'iye

  • Kesin tecrübe.

tecrübe-i küfran

  • İnkârcılık tecrübesi.

tecrübevari / tecrübevâri

  • İmtihan edercesine.

tecvid-i huruf

  • Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi.

tedabür

  • Kesişmek.

tedahül

  • İç içe olmak. Birbiri içine girmek.
  • Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak.
  • Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.

tedai / tedaî

  • Birbirini bir iş için davet etmek.
  • Yıkılıp harap olmak.
  • Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.

tedai-i efkar / tedaî-i efkâr

  • Bir fikrin veya şeyin başka bir fikri veya şeyi hatıra getirmesi.

tedavi

  • İlâç verme. İyileşmesi için bakma.
  • Hastalığı iyi etme tarzı.

tedbir ve rububiyet / tedbir ve rubûbiyet

  • Varlıkları idare etme, çekip çevirme, terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma.

tedbir-i hükumet / tedbir-i hükûmet

  • Hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi.

tedbir-i menzil / tedbîr-i menzil

  • İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi ile ilgili husûslardan bahseden ilim.

tedbir-i rububiyet

  • Her şeyi idare ve terbiye eden Allah'ın kâinat ve varlıklar üzerindeki hikmetli faaliyeti, emri altında tutması, idaresi.

tedbir-i uluhiyet / tedbir-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilâhlığıyla bütün varlık âlemini tedbiri, idaresi.

tedekdük

  • Taşlıkta ve kum arasında olmak.
  • Dağ, yerinden ayrılıp pâre pâre olmak.
  • Zelzele olup yerin deprenmesi.

tedennüs-i came / tedennüs-i câme

  • Elbisenin kirlenmesi.

tederrün

  • Bir organın, bir uzvun şişmesi.

tedessür

  • Elbise giyme. Elbiseye bürünme.
  • Erkek hayvanın dişisine binmesi.
  • Kişinin sıçrayıp atına binmesi.

tedliye

  • Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma.
  • Şaşırma, dehşete düşme.
  • Delil ve vesika hazırlama.
  • (Akıl) gitmek.
  • Ahmak etmek, salaklaştırmak.

tedric

  • Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak.
  • Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak.
  • Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması.

tedris-i ulum / tedris-i ulûm

  • İlimlerin öğretimi, ders vermesi.

tedsir

  • Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi.

tedvim

  • Teskin etmek, sâkinleştirmek.
  • Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi.
  • Dili ağızda döndürmek.
  • Tatmak.

tedvin-i şeriat

  • İslâmî hükümlerin bir araya gelmesi, toplanması.

tedvir-i kainat / tedvîr-i kâinat / tedvîr-i kâinât / تَدْو۪يرِكَائِنَاتْ

  • Kâinatın idaresi.
  • Kâinâtın idaresi.

tedvir-ül menzil

  • Menzilleri çevirmek, döndürmek, idare etmek.
  • Ev idaresi.

teenni

  • İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir)

teezzüb

  • Her yönden rüzgârın esmesi.

tefahhus / تفحص

  • Derinlemesine araştırma. (Arapça)

tefani

  • Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.

tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ

  • Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da

tefassum

  • Kırılma. Kesilme.

tefekkür-ü imani / tefekkür-ü imanî

  • İmana ait meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefekkür-ü imaniye

  • İmanî meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefekküri / tefekkürî

  • Etraflıca ve derinlemesine düşünerek.

tefennün

  • Fen öğrenme. Birçok şeyler bilme, çeşitli şekilde gösterme.
  • Çeşitlilik.

tefer'un

  • Firavunlaşma, kendisini Firavun gibi ilâh seviyesinde görme.

tefeşşi

  • İntişar etmek, dağılmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.

tefeşşü'

  • Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek.

tefile

  • Gövdesi kokan kadın.

tefnin

  • Karıştırmak.
  • Çeşitli yapmak.

tefsir olunan

  • Kur'ân âyetlerinin çeşitli yönleriyle yorumlanan.

tefyil

  • Bir kimsenin bir kimseye "fikrin zayıf" demesi.

tegabün suresi / tegâbün sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 64. suresidir. Medenîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin altmış dördüncü sûresi.

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tegarrüd

  • (Çoğulu: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi.

tegayyür-ü alem / tegayyür-ü âlem

  • Dünyanın değişmesi, başkalaşması.

tehacür

  • Birbirinden ayrılmak.
  • Kesilmek.

tehalüf

  • (Half. dan) Hâkimin her iki tarafa da yemin ettirmesi.

tehattüm

  • Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak.

tehavil

  • Muhtelif renkler, çeşitli renkler.

tehdid-i ilahi / tehdid-i ilâhî

  • Cenâb-ı Hakkın kullarını Cehennem azabı ve dünyevî belâlarla tehdit etmesi.

tehdidkarane / tehdidkârâne

  • Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine. (Farsça)

tehditkarane / tehditkârâne

  • Tehdit edercesine.

tehekküm

  • İstihza.
  • Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme.
  • Edb: Tarizin tesirli olan kısmı.

tehessüm

  • Kesilmek.

teheşşüm

  • Münkesir olmak, kırılmak.

tehevvür

  • Düşüncesizce hareket.
  • Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek.
  • Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti.

teheyyüz

  • Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi.

tehlike-i kat'iye

  • Kesin bir tehlike.

tehlil

  • İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek.

tekabbellah

  • Allah kabul etsin mânâsına gelen bir dua ifadesi.

tekaddüm

  • Geçmiş bulunma.
  • Öne geçme. İlerleme.
  • Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek.
  • Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.

tekafü' / tekâfü'

  • Beraberlik, eşitlik, müsâvilik.

tekasüf / tekâsüf

  • Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma.
  • Bir noktada toplanma.
  • Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.

tekasür suresi / tekâsür suresi / tekâsür sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 102. Suresi. Mekkîdir. Makbure Suresi de denilmiştir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.

tekattül

  • Birbirini kesme, kesişme.

tekatu / tekatû

  • Kesişme.
  • Kesişme.

tekatu' / tekâtu' / تقاطع

  • Kesişme.
  • Kesme. Kesişme.
  • Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi.
  • Kesişme. (Arapça)

tekazzu'

  • Çıbanın irinlenmesi.

tekbir-i ekber

  • En büyük tekbir; Allah'ın herşeyden büyük olduğunu ifade eden büyük tekbir cümlesi.

tekellüfkarane / tekellüfkârâne

  • Gösteriş hevesiyle bir sorumluluğun altına girme, zoraki davranarak.

tekemmül-ü hayat

  • Hayatın mükemmelleşmesi, tamamlanması, gelişmesi.

tekemmül-ü mebadi / tekemmül-ü mebâdî

  • Alt yapının gelişmesi; bir şeyin başlangıç prensiplerinin ve temellerinin zaman içinde gelişmesi, mükemmeleşmesi.
  • Bir şeyi netice veren ilk unsur ve sebeblerin ibtidailikten mükemmelliğe doğru gitmesi.

tekemmül-ü vesait-i nakliye

  • İletişim araçlarının ve taşımacılığın gelişmesi, ilerlemesi.

tekettül

  • Bir yürüme çeşiti.

tekeymüs

  • Yemeklerin midede ezilmesi.

tekfur

  • Tar: Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler.

tekid-i i'caz-ı nebevi / tekid-i i'câz-ı nebevî

  • Peygamber mu'cizesinin başka birşeyle kuvvetlendirilmesi.

teklif

  • Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
  • Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
  • Vergi yüklemek.
  • Vazife vermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
  • Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni

tekmil makamı / tekmîl makâmı

  • Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta başkalarını yetiştirebilmek derecesine ulaşma.

teknik

  • Fizik, Kimya ve Matematikten elde edilen bilgilerin tatbik edilmesi. (Fransızca)

tekrir

  • Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama.
  • Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir.

teksir makinesi

  • Çoğaltma makinesi.

tekvin / tekvîn

  • Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak.
  • İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
  • Var etmek, meydana getirmek, yaratmak, Kelâm ilminde Allah'ın subûti bir sıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.

tekvin-i alem / tekvin-i âlem

  • Âlemin yaratılması, var edilmesi.

tekvini emr-i rabbani / tekvînî emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

tekvir suresi / tekvîr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 81. Suresidir. Küvvirat Suresi adı da verilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.

telahhi

  • Tülbendi çenesi altından sarmak.

telahuk-u efkar / telahuk-u efkâr

  • Fikirlerin birbirine eklenmesi ve ilâve edilmesi.

telcin

  • Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak.
  • Kalınlaştırmak.

telhbar / telhbâr

  • Acı olan meyve. Meyvesi acı olan. (Farsça)

telif zamanı

  • Bir kitabın yazılma süresi.

teliyye

  • Borç bakiyyesi.
  • Tâbi olmak, uymak.

telkih / telkîh

  • İlkah etmek. Aşılamak.
  • Aşı.
  • Cinsinin üremesini sağlamak.
  • İlkah etmek, aşılamak, cinsinin üremesini sağlamak.

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.

telvin-i hitab / telvîn-i hitâb

  • Sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.

temadi-i mevkufiyet / temâdi-i mevkufiyet

  • Tutukluluğun devam etmesi.

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temasil / temâsîl / تماثيل

  • Timsaller. Suretler. Resimler. Putlar. Semboller. Tasvirler.
  • Resimler. (Arapça)
  • Semboller. (Arapça)

temassur

  • Davarın memesinde kalan sütü sağmak.

temasül

  • Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak.
  • Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak.
  • Mat: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek.

temayül-ü mizac / temayül-ü mîzac

  • Mizacın bir tarafa yönelmesi.

temeddühkarane / temeddühkârâne

  • Kendini övercesine.

temehhuz

  • Bir şeyin safileşip olgunlaşması.

temehhuz-u tecarüb

  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi.
  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemâle ermesi.

temenna / temennâ / تَمَنَّا

  • Selamlama ve hürmet gayesiyle eğilme.

temessül

  • Benzeşmek. Cisimlenmek.
  • Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek.
  • Bir kıssa veya atasözü söylemek.

temessül-ü ervah / temessül-ü ervâh

  • Ruhların görünmesi.

temevvücat / temevvücât

  • Dalgalanmalar, titreşimler.

temime / temîme

  • Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.

temin-i hayat

  • Hayatın devamını temin etme; yaşamı rahatlatacak vesileleri, araç ve gereçleri elde etme.

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

temlik / temlîk

  • Mülk olarak vermek.
  • Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.

temsil-i itaat

  • Emre uyma benzetmesi.

temsillerin darbı

  • Benzetmelerin getirilmesi, örneklemelerin yapılması.

temşiye

  • (Meşy. den) Yürütme, ilerleme.
  • Meydana gelmesini kolaylaştırma.

temyiz layihası / temyiz lâyihası

  • Hakkında bir mahkeme tarafından hüküm verilen bir davanın, bir üst mahkemede tekrar görülmesi, incelenmesi için yazılan dilekçe.

temyiz mahkemesi riyaseti

  • Temyiz Mahkemesi Başkanlığı, Yargıtay.

ten'ab

  • Karga sesi.

tenafur-u kulub / tenafur-u kulûb

  • Kalplerin birbirinden nefret etmesi.

tenafür-ü kulub / tenafür-ü kulûb

  • Kalblerin birbirinden nefret etmesi.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tenasuh

  • Bir ruhun bedenden bedene geçmesi, reankarnasyon.

tenasüh / tenâsüh / تَنَاسُخ

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.
  • Ruhun bedenden bedene geçmesi, sapık bir inanç.
  • Ruhun bir bedenden başka bir bedene geçmesi.

tenasül / tenâsül

  • Birbirinden doğup üreme, türeme, nesil yetiştirme.
  • Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.
  • Üreme, nesil yetiştirme.

tenedduh

  • Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması.

tenessüm

  • (Nesim. den) Havayı teneffüs etme.
  • Güzel kokular kokutmak.
  • Haber erişmek.

tenevvü

  • Çeşitlilik.
  • Çeşitlenme.

tenevvü' / تنوع / تَنَوُّعْ

  • (Çoğulu: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak.
  • Çeşitlilik. (Arapça)
  • Çeşit çeşit olma.

tenevvü-ü esma / tenevvü-ü esmâ

  • İsimlerin çeşitliliği.

tenevvü-ü hacat / tenevvü-ü hâcât

  • İhtiyaçların çeşitliliği.

tenevvü-ü hissiyat

  • Duyguların çeşitliliği.

tenevvü-ü şerayi' / tenevvü-ü şerâyi'

  • Şeriatlerin çeşitliliği.

tenevvüat / tenevvüât

  • Çeşitlenmeler.
  • Çeşitlenmeler.

tenezzül / تَنَزُّلْ

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.
  • Seviyesine inme.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.
  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenezzülen / تَنَزُّلاً

  • Seviyesine inerek.

tenha

  • Boş yer. Kimsesiz yer. (Farsça)
  • Yalnız, tek. (Farsça)

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkidat-ı rakipkarane / tenkidat-ı rakipkârâne

  • Rekabet edercesine yapılan eleştiriler.

tenkidkarane / tenkidkârâne

  • Eleştirircesine.

tenkiş

  • (Çoğulu: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma.

tenkitkarane / tenkitkârâne

  • Tenkit edercesine.

tenperver

  • Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan. (Farsça)

tenşuy / tenşûy

  • Ölü yıkayıcı. (Farsça)
  • Teneşir. (Farsça)

tenvi'

  • (Çoğulu: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme.

tenvin

  • Arapça gramerinde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hali.

tenzih

  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek.
  • Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.

tenzih-i hakiki / tenzih-i hakikî

  • Cenâb-ı Hakkı, her çeşit kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak.

tenzihen mekruh

  • Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş)

tenzil / tenzîl

  • Bir şeyin bir miktarını çıkarmak.
  • İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek.
  • Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. (Birden indirmeye inzal, parça parça indirmeye de tenzil denir.)
  • İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulun

teokrasi

  • (Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi. (Fransızca)

tera'ru'

  • Deprenmek.
  • Büyümek.
  • Çocuğun hareket etmesi.

teradüf

  • Birbiri peşinden gitmek.
  • Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.

terahhum

  • Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.

terakib

  • (Tekili: Terkib) Terkibler.
  • Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.

terakkiyat-ı maneviye-i beşeriye / terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriye

  • İnsanlığın mânevî ilerlemesi, yükselmesi.

terbiye-i ahlakiye / terbiye-i ahlâkiye

  • Ahlâk terbiyesi.

terbiye-i ilahiye / terbiye-i ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın terbiyesi.

terbiye-i islamiye / terbiye-i islâmiye

  • İslâm terbiyesi.

terbiye-i kur'an / terbiye-i kur'ân

  • Kur'ân'ın terbiyesi.

terbiye-i kur'aniye / terbiye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın terbiyesi.

terbiye-i nüfus / terbiye-i nüfûs

  • Nefislerin terbiyesi.

terbiye-i rabbaniye / terbiye-i rabbâniye

  • Her şeyin rabbi olan Allah'ın terbiyesi.

terbiyekarane / terbiyekârane

  • Terbiye edercesine.

terbiyet

  • "Terbiye" kelimesinin Arabi okunuşudur.

terci' / tercî'

  • (Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme.
  • Sesini yükseltmek.
  • Geri çevirme, döndürme. Sesi yükseltip alçaltarak ve tekrarlayarak okuma.

tercib

  • (Çoğulu: Tercibât) Ululama, tazim.
  • Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma.

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

tercüman-ı kenz ü vahdet

  • Allah'ın birliğinin ve hazinesinin tercümanı.

terdif

  • (Çoğulu: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme.

terekküb / تركب

  • Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek.
  • Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
  • Oluşum. (Arapça)
  • Bileşim. (Arapça)
  • Terekküb etmek: Oluşmak. (Arapça)

terekküben

  • Birleşik olarak.

teressül

  • Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak.
  • Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme.

teressüm

  • Resmedilme, resimlenme.
  • Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma.
  • Tedkik ve teemmül eylemek.
  • Resimlenme.

terettüb

  • Sıralanmak.
  • Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak.
  • Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak.
  • Zuhura gelmek.
  • Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.

terfi' / terfî' / ترفيع

  • Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme.
  • Talebenin sınıf geçmesi.
  • Rütbe alma. Rütbe verme.
  • Yükseltme. (Arapça)
  • Rütbesini yükseltme. (Arapça)
  • Bir üst sınıfa geçme. (Arapça)
  • Terfî' etmek: (Arapça)
  • Yükselmek. (Arapça)
  • Rütbesi yükselmek. (Arapça)
  • Bir üst sınıfa geçme. (Arapça)

terfian

  • Rütbesi yükseltilerek, rütbe alarak, terfi ederek.

terhis / ترخيص

  • İzin verme. (Arapça)
  • Askerlik süresi dolanı serbest bırakma. (Arapça)

terhis tezkeresi

  • Göreve son verme belgesi.

terim

  • Fransızca olan "Terme" kelimesinden uydurulmuştur. "Istılah" veya "tabir" yerinde kullanılır.

terk-i sünnet

  • Sünnetin terk edilmesi.

terkib

  • Birleşim, sentez.

terkibat

  • Birleştirmeler; birleşikler yapma.

terkibat-ı mevcudat / terkibât-ı mevcudat

  • Varlıkların değişik elementlerin birleşmesiyle meydana gelişleri.

terkipsiz

  • Müstakil, birkaç şeyin bileşiminden oluşmayan.

tersil

  • Secisiz nesir yapmak.

tersim / tersîm / ترسيم

  • Resim ve görüntü olarak yansıtma.
  • Resimleme.
  • Resmetme, resimleme. (Arapça)
  • Tersîm edilmek: Resimlenmek, resmedilmek. (Arapça)
  • Tersîm etmek: Resimlemek, resmetmek. (Arapça)

tersim olunan

  • Resimlenen.

tersimat / tersimât

  • Resimlemeler.
  • Resimlemeler.

tersimi / tersimî

  • Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik.

tertib sahibi / tertîb sâhibi

  • Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

tertib-i esbab

  • Sebeplerin düzenlenmesi.

tertib-i eşya

  • Eşyanın belli bir düzende meydana gelmesi.

tertib-i kur'an / tertib-i kur'ân

  • Kur'ân'daki sûrelerin düzenlenmesi, sıralanması.

tertib-i mebadi / tertib-i mebâdi

  • Bir işin gerçekleştirilmesi için gerekli ön şartların yerine getirilmesi.

tertib-i mukaddemat / tertib-i mukaddemât

  • Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler.

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

tes'ir

  • (Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme.
  • Kıymet ve değer koyma. Narh koyma.

tesa'su

  • Çok yaşlanmak.
  • Artık gün geçirmek.
  • Bir nesnenin ekserisinin geçmesi.

teşa'ub

  • Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma.
  • Bozuk bir şeyin düzelmesi.
  • Iraklaşmak.

teşabüh-ü asar / teşabüh-ü âsâr

  • Eserlerin birbirine benzemesi; varlıklardaki benzerlik.

teşahhusat-ı itibariye / teşahhusât-ı itibariye

  • Varlıkların duruma göre çeşitli görünümler alması.

teşahhusat-ı mülkiye

  • Varlıkların maddî yönleriyle belirgin olarak ortaya çıkması, diğer fertlerden ayrılabilir özellikleriyle kendini göstermesi.

teşahus

  • Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak.

teşaub-u akvam / teşâub-u akvam

  • İnsanlığın çeşitli milletlere ayrılması, etnik çeşitlilik.

tesavi / tesâvî / تساوی

  • Eşitlik. (Arapça)

tesavi-i kuva / tesavi-i kuvâ

  • Kuvvetlerin müsaviliği, eşitliği.

tesavi-i tarafeyn / tesâvi-i tarafeyn

  • İki tarafın birbirine eşit olması.

tesavi-i tarafeyn olan / tesavî-i tarafeyn olan

  • İki tarafı birbirine eşit olan; varlığı ve yokluğu eşit olan.

tesavir / tesâvir / tesâvîr / تصاویر

  • Tasvirler, resimler. Heykeller.
  • Resimler, tasvirler. (Arapça)

tesavir-i mütedahile / tesâvir-i mütedahile

  • İç içe geçmiş tasvirler, resimler.

teşbih-i ma'kus / teşbîh-i ma'kûs

  • Tersine dönmüş benzetme, benzeyenle benzetilenin yer değiştirmesi.

tesbihat / tesbihât

  • Allah'ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi.

tesbihkarane / tesbihkârâne

  • Tesbih edercesine.

tesci'

  • Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek.

teşebbüskarane / teşebbüskârâne

  • İşe girişircesine.

teşedduk

  • Ağzın köşesiyle konuşmak.

teşeffi-i gayz / teşeffî-i gayz

  • Öfkesinin öcünü alarak rahatlamak. İntikam alarak yüreğini soğutmak.
  • Öfkesinin öcünü alarak rahatlamak, intikam alarak yüreğini soğutmak.

teşeffü'

  • Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme.

teşehhüd

  • Namazın her ka'desinde (ilk ve son oturuşlarda) ettehiyyâtü duâsını okumak veya bunu okuyacak kadar oturmak.

teşekkül-ü ervah / teşekkül-ü ervâh / تَشَكُّلُ اَرْوَاحْ

  • Ruhların meydana gelmesi.
  • Ruhların şekillenmesi, oluşması.

tesekkün-i derya

  • Denizin sâkinleşmesi.

teşekkür

  • Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi.
  • Şükür etmek.
  • Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri.

teselli-i selamet

  • Kurtuluş tesellisi, güvencesi.

tesellidarane / tesellidârâne

  • Teselli edercesine.

teselliyatdarane / teselliyâtdârâne

  • Teselli edercesine.

tesellüb

  • Soyunma.
  • Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)

teselsül

  • Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi.

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

teselsül / تَسَلْسُلْ

  • İddiâyla delilin birbirine bağlı olmasıyla ihtilâfın sürüp gitmesi.

teselsül-ü ilel

  • İlletlerin zincirleme devam etmesi. Sebeblerin teselsülü.
  • Sebeplerin zinciri, arka arkaya gelmesi.

tesemmi

  • Bir şahsa veya kabileye müntesib olma.
  • Bir isimle isimlenme.

teşennüc

  • (Şenc. den) (Çoğulu: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma.
  • Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması.
  • Korkmak.
  • Titremek.

tesettür-ü nisa / tesettür-ü nisâ / تَسَتُّرِ نِسَا

  • Kadınların örtünmesi.
  • Kadınların örtünmesi.

tesettür-ü nisvan

  • Kadınların örtünmesi.
  • Kadınların örtünmesi.

teşeyyu'

  • Şiilik taslamak. Şii olma.
  • Vedalaşmak.
  • Ardınca ve peşinden gitmek.

teşfiye

  • Allah'ın izniyle hastaları iyileştirmek, şifaya vesile olmak.

teshir / teshîr

  • Büyüleme, esir etme, emir altına alma.

teshir-i ilahi / teshir-i ilâhî

  • Allah'ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi.

teshir-i rabbani / teshir-i rabbânî / teshîr-i rabbânî / تَسْخ۪يرِ رَبَّان۪ي

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın herşeye boyun eğdirmesi.
  • Terbiye edici Allah'ın itâat ettirmesi.

teşhir-i san'at

  • San'atın sergilenmesi.

teshir-i sehab

  • Bulutların emre boyun eğdirilmesi.

teshir-i şems ve kamer ve nücum

  • Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdirme.

tesir-i hakiki / tesir-i hakikî

  • Gerçek tesir.

tesir-i sathi / tesir-i sathî

  • Sathî ve yüzeysel tesir.

tesir-i zaman ve mekan / tesir-i zaman ve mekân

  • Yer ve zamanın tesiri, etkisi.

tesirat / tesirât

  • Tesirler.

têsirat / têsirât

  • Tesirler, etkiler.

tesirat-ı harici / tesirât-ı haricî

  • Dış tesirler, etkenler.

tesis-i ahkam-ı risalet / tesis-i ahkâm-ı risalet

  • Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması.

tesis-i islamiyet / tesis-i islâmiyet

  • İslamiyetin tesisi, kuruluşu.

tesis-i muhabbet-i umumiye

  • Herkesi kuşatan bir sevgi ortamının kurulması.

teskif

  • Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek.

teşkil-i eşya

  • Varlıkların oluşması, meydana gelmesi.

teskir

  • (Sekr. den) Sarhoş etme.
  • Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.

teslib

  • Soyunmak.
  • Gammazlık.
  • Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi.

teslim

  • Kendini, başkasının irâdesine terketme (bırakma), onun emrine uyma, boyun eğme, itâat etme.

teslim-i nefis

  • Bir kişinin kendisini bir şeye teslim etmesi.

teslimat

  • Emanetlerin asıl sahibine teslim edilmesi.

teslimiyet

  • Bağlılık, kendini Allah'ın iradesine bırakma.
  • Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.

tesniye

  • Vasıflandırma.
  • Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir.

teşri'

  • Yolu açık ve vâzıh kılma.
  • Şeriata isnad ve nisbet eylemek.
  • Kanun vaz' ve tenfiz eylemek.
  • Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi.
  • Havuza su getirmek.

teşrif-i nebevi / teşrif-i nebevî

  • Peygamberin gelişi, şereflendirmesi.

teşrih

  • Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak.
  • Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.

teşt

  • Tekne, teşin, leğen, kap.

testih

  • Yassı ve düz yapmak.
  • Eşit yapmak, beraber etmek.

teşvikkarane / teşvikkârâne

  • İsteklendirircesine.

tesviye / تسویه

  • Eşitleme. (Arapça)
  • Düzleme. (Arapça)
  • Sonuçlandırma. (Arapça)
  • Hesap kapatma. (Arapça)
  • Tesviye edilmek: (Arapça)
  • Eşitlenmek. (Arapça)
  • Düzlenmek. (Arapça)
  • Sonuçlandırılmak. (Arapça)
  • Hesap katılmak. (Arapça)
  • Tesviye etmek: (Arapça)

tesviye-i umur / tesviye-i umûr

  • İşlerin görülüp neticelendirilmesi.

teşyi / teşyî

  • Uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi.

tetahhul

  • Tıb: Dalak şişmesi.

tetbi'

  • Peşini bırakmayıp iyice araştırma.
  • Uyma, tâbi olma.

tetebbu' / تتبع

  • Derinlemesine araştırma, inceleme. (Arapça)
  • Tetebbu' etmek: İncelemek. (Arapça)

tetimme-i itiraz

  • İtiraz dilekçesinin eki, ilâvesi.

tetkik etme

  • Derinlemesine inceleme.

tetkik-i mesahif / tetkik-i mesâhif

  • Mushafların incelenmesi.

tetra

  • Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek.

tev'eban

  • Davar memesinin iki yanı.

tevacüd / tevâcüd

  • Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi.
  • Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde kavuşmaya tâlib olması, istemesi.

tevafuk-u remzi / tevafuk-u remzî

  • İşaretlerin birbirine denk gelmesi, uygun düşmesi.

tevafukat-ı hurufiye

  • Harflerin denk düşmesi, uygun gelmesi.

tevali / tevâlî / توالى

  • Kesintisiz sürme, birbirini izleme. (Arapça)
  • Tevâlî etmek: Kesintisiz sürmek, birbirini izlemek. (Arapça)

tevari-i kamer

  • Ayın gizlenmesi, görünmez olması.

tevatür / تواتر / tevâtür / تَوَاتُرْ

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.
  • Doğruluğu kesin haber.
  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi haber vermesi.

tevatür-ü bilmana / tevatür-ü bilmânâ

  • Mânâ yönünden tevatür derecesinde olan.

tevazu / tevâzu

  • Alçakgönüllülük, isteyerek mertebesinin altında görünme.

tevazukarane / tevâzukârâne

  • Tevazu edercesine.

tevbe suresi / tevbe sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 9. suresidir. Berae Suresi de denir. Medenîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Berâe sûresi de denir.

tevbe-i nasuh / tevbe-i nasûh

  • Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.
  • Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam kararlı olmak.

tevbeşiken

  • Tevbesini bozan. (Farsça)

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

teveccüh

  • Yönelme.
  • Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
  • Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velîni

teveccüh-ü amme / teveccüh-ü âmme / تَوَجُّهِ عَامَّه

  • Umumun (kabûlle) yönelmesi.

teveccüh-ü ehadiyet / تَوَجُّهُ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılıp görünerek yönelmesi.

teveccüh-ü emr-i rabbaniye / teveccüh-ü emr-i rabbânîye

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın emrinin varlıklara yönelmesi.

teveccüh-ü ilahi / تَوَجُّهُ اِلٓهِي

  • Allahın beğenerek (rahmetiyle) yönelmesi.

teveccüh-ü nas / teveccüh-ü nâs / تَوَجُّهُ نَاسْ

  • İnsanların yönelmesi, ilgi göstermesi.
  • İnsanların (kabûl ile) yönelmesi.

teveccüh-ü rahmet

  • İlâhî rahmetin yönelmesi, gelmesi.

teveddüd

  • Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi.

teveddüd-ü ilahi / teveddüd-ü ilâhî

  • Allah'ın Kendini sevdirmesi.

tevehhüm-ü küfür

  • Küfrü tevehhüm etme; küfür olmadığını kesin bildiği halde, küfürmüş gibi vehimlenme.

tevehhümkarane / tevehhümkârâne

  • Kuruntu edercesine.

tevekkül

  • İşi başkasına ısmarlamak.
  • Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek.
  • Yeis ve kederden uzak olmak.
  • Âcizlik göstermek
  • Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi.

tevekkül-i imani / tevekkül-i imanî

  • İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül.

tevessü-ü tesir

  • Tesir sahasının genişlemesi.

tevessül

  • Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir

tevettür-ü a'sab

  • Sinirlerin gerilmesi, sinirlenme.

tevettür-ü habl

  • İpin gerilmesi.

tevezzül

  • Kesilmek.

tevfik / tevfîk

  • Uygun düşürme.
  • Uydurma. Muvafık kılma.
  • Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
  • Cenâb-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
  • İnsan iradesiyle ilâhî iradenin birbirine uygunluğu.

tevfik-i ilahi / tevfik-i ilâhî

  • Cenab-ı Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi.

tevfikat-ı samedani / tevfikat-ı samedanî

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yardımları, muvaffakiyet bahşetmesi.

tevhid suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır.

tevhid-i azam / tevhid-i âzam

  • Allah'ın birliğinin en büyük şekilde tecelli etmesi.

tevhid-i medaris / tevhid-i medâris

  • Medreselerin, okulların birleştirilmesi; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği eğitim kurumlarının bir araya getirilmesi.

tevhid-i uluhiyet ve mabudiyet / tevhid-i ulûhiyet ve mâbudiyet

  • İlâhlığın ve kendisine ibadet edilecek olan varlığın birlenmesi ve yalnız bir olan Allah'ın kabul edilmesi.

tevkifi / tevkîfi / tevkîfî

  • Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm.
  • İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.

tevliyet

  • Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik.
  • Yüz çevirme, yüz döndürme.
  • Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme.

tevrat

  • Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmi

tevrid

  • Gülgün etmek.
  • Ağacın çiçek vermesi.

tevris

  • Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak.
  • Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek.

tevsik

  • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
  • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.

tevvab / tevvâb

  • (Tevbe. den) Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden Allah (C.C.).
  • Çok tevbe eden.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

tevzi'

  • Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.

tevzin-i adalet

  • Adaletin her şeyi teraziye alması; her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesindeki ölçü, tartı, denge.

teyakkun

  • İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek.
  • Tam yakınlık hâsıl etmek.

teyemmüm

  • Kasd.
  • Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
  • Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mesh etmek.

teyemmün

  • Saadet ve huzur vesilesi sayma, bereket dileme.

teyettüm

  • Kulluk etmek.
  • Aşkın insanı hor ve zelil etmesi.

teza'fur

  • Elbiseye ve gövdesine za'ferân sürmek.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezahür-ü rahmet

  • Rahmet belirmesi, görünmesi.

tezahür-ü rububiyet / tezahür-ü rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi.

tezahürat-ı rububiyet / tezahürât-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olması.

tezekkür-i mevt

  • Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünmesi.

tezellül

  • Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.

tezkere

  • Pusula, izin belgesi.
  • (Tezkire) Pusula.
  • Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika.
  • Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi.

tezkir-i müsellemat / tezkir-i müsellemât

  • Kesin esasları hatırlatma.

tezkiye-i nefs

  • Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerinden temizlemek.
  • Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden bilip, Allahü teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünmek

tezyid-i hüsün

  • Güzelliğin ziyadeleşmesi, artması.

tezyifkarane / tezyifkârâne

  • Küçük düşürürcesine.

tezyin-i inayet

  • İlâhî düzen ve özenin süslemesi.

tıbbiye / طبيه

  • Tıp mektebi. Tıp fakültesi.
  • Tıp fakültesi, tıp okulu. (Arapça)

tigzeban / tîgzeban

  • Dili kılıç gibi olan. Tesirli söz söyleyen. (Farsça)

tilmiz-i avrupa

  • Avrupa öğrencisi; Batı felsefesinden ders alan, hayata bu gözle bakan öğrenci.

tilmiz-i kur'an / tilmiz-i kur'ân / tilmîz-i kur'ân / تِلْمِيزِ قُرْآنْ

  • Kur'ân'ın talebesi.
  • Kur'ân talebesi.

tıls

  • (Çoğulu: Atlâs) Sahife.
  • Mahvolmuş nesne.
  • Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi.
  • Elbisenin eskimesi.

tılsım / طِلْسِمْ

  • Herkesin bilip çözemediği gizli şey.
  • Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey.
  • Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey.
  • Fevkalâde kuvvet ve tesîr.

tılsım-ı kainat / tılsım-ı kâinat

  • Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.

tılsım-ı kur'ani / tılsım-ı kur'ânî

  • Harika sonuçlar doğuran Kur'ân hakikatleri; Kur'ân'ın gayet tesirli, derin hakikatleri.

tılsım-ı müşkülküşa / tılsım-ı müşkülküşâ

  • Anlaşılması ve çözülmesi zor olan sır, gizem.

timar-hane / timar-hâne

  • Akıl hastahanesi, tımarhâne. (Farsça)

tımarhane

  • Ruh, sinir ve akıl hastalıkları hastanesi.

timarhane / tîmârhâne / تيمارخانه

  • Akıl hastanesi. (Farsça)

timsal / timsâl / تمثال

  • Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
  • Kumaşa, kâğıda, duvara ve başka yerlere yapılmış canlı resimler.
  • Resim. (Arapça)
  • Sembol. (Arapça)

timsal-i şems

  • Güneşin yansıyan görüntüsü.

timsal-i suret

  • Görünüş nümunesi.

tin suresi / tîn suresi / tîn sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir.
  • Kur'ân-ı kerîmin doksan beşinci sûresi.

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.

tinnü

  • Beraberlik, eşitlik.

tıraz

  • " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz : Çiçek süsleyen. (Farsça)

tirb

  • (Çoğulu: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan.
  • Yaşta diğerine eşit olan nesne.
  • Lezzet.

tırk

  • Kuvvet.
  • Besililik, semizlik.

tiryak

  • Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç.
  • Tesirli ilaç, panzehir.

tıyb-ı nefis

  • Nefsin rıza ile güzelce kabul etmesi, nefsin rıza ve hoşnutluğu.

tonaj

  • Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.

tufan

  • Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur.
  • Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi.

tufave

  • Güneş dairesi.
  • Ay ağılı, hâle.
  • Kabile.

tufu'

  • Ateşin sönmesi.

tuful

  • Güneşin batmağa yaklaşması.
  • (Tekili: Tıfl) Çocuklar.

tugave

  • Güneş dairesi.
  • Araptan bir kabile.

tugyan

  • Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık.
  • Kan galebe etmesi hali.
  • Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak.
  • Su baskını.

tuhare

  • Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.

tuhuha

  • Hamurun ekşimesi.

tuhur

  • İki hayız arasındaki temizlik süresi.

tuhye

  • Benî Temim kabilesinden bir cemaat.

tülave

  • Borç bakiyyesi.
  • Havâle etmek, başkasına bırakmak.

tulu-u hak / tulû-u hak

  • Cenâb-ı Hakkın görünmesi.

tuluat olma / tulûat olma

  • Kalbe ilhâmın gelmesi.

tur suresi / tûr sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli ikinci sûresi.

türbedar-ı nebevi / türbedâr-ı nebevî

  • Peygamberimizin türbesinde nöbet tutan, hizmet eden kişi.

turra-i ehadiyet / طُرَّۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi mührü.

turre / طره

  • Saç lülesi. (Arapça)

tuti

  • Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.

tuyurun hudrun / tuyûrun hudrun

  • Yeşil renkli kuşlar.
  • Yeşil renkli kuşlar.

u'cube-i hilkat

  • Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.

ubeyde bin cerrah

  • Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.

ubudiyet-i kamile / ubûdiyet-i kâmile

  • Mükemmel kulluk vazifesi.

ubudiyetkarane / ubûdiyetkârâne

  • Kulluk edercesine.

ucb

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.

ücret-i muaccel

  • Peşin ücret.

udhiye

  • Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan.

uffe

  • Bir deniz hayvanı.
  • Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.

ufk

  • Kıyı, kenar.
  • Rüzgârın estiği cihetler.
  • Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler.
  • Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.

ufk-u nazar

  • Bakış ufku, görüş mesafesi; insanın görebileceği alan.

üfnun

  • Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu.

üftade / üftâde

  • Düşkün, çaresiz.

uful

  • Sönüp gözden kaybolmak (güneşin sönüp kaybolması gibi).

ufunet

  • Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması.
  • İltihab.
  • Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu.
  • Sıkıntı veren manevî ağırlık.

uhde

  • Bir işi üzerine alma. Söz verme.
  • Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey.
  • Mes'uliyet hududu.
  • Ric'at ve taalluk dâiresi.
  • Becerme, yapma.
  • Mes'uliyet, sorumluluk.

uhuvvetkarane / uhuvvetkârane / uhuvvetkârâne

  • Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile. (Farsça)
  • Kardeşcesine.
  • Kardeşçesine.

ukbe

  • Nöbet.
  • Çorba bakiyyesi.

ukkaşe bin el-mihsan el-esdi / ukkaşe bin el-mihsan el-esdî

  • Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi.

uktua

  • Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.

ukud suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi.

ukul-u aşere

  • On akıl; eski bir felsefî iddiaya göre kâinatı on aklın idare etmesi.

ulale

  • Süt bakiyyesi.
  • Her nesnenin bakiyyesi, artığı.

ulema / ulemâ

  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i

ülke-i kisra / ülke-i kisrâ

  • Kisra'nın ülkesi.

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

ulufe-har / ulufe-hâr

  • (Çoğulu: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci.

uluhiyet

  • İlâhlık.
  • Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye / ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül
  • Vahdetü'l-vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatın eşyaya sirayet etmesi.

ulum-i islamiyye / ulûm-i islâmiyye

  • İslâm bilgileri, din bilgileri, müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgiler.

ulum-u mütearefe / ulum-u müteârefe

  • Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler.

ulum-u mütearif / ulûm-u müteârif

  • Herkesin bildiği ilimler.

ulum-u mütearife / ulûm-u müteârife / عُلُومُ مُتَعَارِفَه

  • Herkesin bildiği tanınmış ilimler.

ulum-u mütenevvia / ulûm-u mütenevvia

  • Çeşitli ilimler.

ulum-u şetta / ulum-u şettâ

  • Dağınık bilgiler, çeşit çeşit ilimler.

ulüvv-ü mertebe

  • Derecesinin yüksekliği.

ümidkarane / ümidkârâne

  • Ümit edercesine.

ümm-i seleme

  • (Mi: 542-626) Ümmehât-ı Mü'minînden olup, Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın son vefat eden zevcesi idi. 378 Hadis-i şerif rivayet etti. (R.A.)

ümm-üd dem

  • Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.

ümm-ül kur'an

  • Fâtiha Suresi.

ümm-ül-kitab / ümm-ül-kitâb

  • Muhkem âyetler.
  • Levh-ül-Mahfûz.
  • Fâtiha sûresi.

ümmü'l-mü'minin / ümmü'l-mü'minîn

  • Mü'minlerin Annesi; Hz. Peygamber'in (a.s.m.) eşlerine verilen ad.

ümmülkitab / ümmülkitâb / ام الكتاب

  • Fâtiha sûresi. (Arapça)
  • Levhimahfuz. (Arapça)

ümmülmü'minin / ümmülmü'minîn

  • Mü'minlerin annesi.

umra

  • Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi.

umur-u izafiye / umur-u izâfiye

  • Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)

umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua

  • Daha önceden işitilmeyen ve çeşitli işaretler yoluyla aktarılan işler, durumlar.

umur-u mukarrere

  • Kesin hatlarıyla ortaya konulmuş meseleler, konular ve işler.

unat

  • (Tekili: Ani) Esirler.
  • Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.

ünşude

  • (Bak: Neşide)

unsur / عُنْصُرْ

  • Asıl, esas, birleşik maddelerin her bir parçası, asıl madde.

unsur-u akide

  • İnanç unsuru; Muhâkemât'ın üçüncü makalesi.

unsur-u belagat / unsur-u belâgat

  • Belâgat unsuru, Muhâkemât'ın ikinci makâlesi.

unsuru'l-belagat / unsuru'l-belâgat

  • Belâgat maddesi; belâgatin esaslarını ele alan bölüm.

urat

  • (Tekili: Uryan) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.

ürbun

  • Pey akçesi, pey olarak verilen para.

urf

  • (Çoğulu: A'râf) At yelesi.
  • Horuz ibiği.
  • Âdet.
  • Cennet ile Cehennem arasında bir makam.
  • İhsan.

uruk

  • Kadının hayız görmesi.

urum

  • (Urume) Alâmet, nişane.
  • Kök, dip.
  • Başın tepesi.

uruz / urûz

  • Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal.

üsera / üserâ / اسرا

  • (Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar.
  • Köleler.
  • Esirler.
  • Esirler.
  • Tutsaklar, esirler. (Arapça)

üsküffe

  • Eşik tahtası.

üslub-u adi / üslub-u âdî

  • Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz.

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

usm

  • Her nesnenin bakiyyesi, artık.

usnun

  • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
  • Her nesnenin evveli.
  • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

üstad-ı küll / üstâd-ı küll

  • Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan.
  • Her çeşit ilimde çok bilgisi olan.

üsture

  • Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan "esâtir" kelimesinin müfredidir.

usul / usûl

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.
  • Bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metod.
  • Asıllar, kökler, temeller. Asl kelimesinin çokluk şeklidir.

usul-ü müteaddide

  • Çeşitli metodlar, yöntemler.

usuli / usulî

  • Asıllara, köklere ait; bir kimsenin soy ağacı itibariyle anne baba tarafından geriye doğru silsilesi, ataları, dedeleri.

usulü'd-din allameleri / usûlü'd-din allâmeleri

  • Kelâm âlimleri, mütekellimler; Allah'ın zât ve sıfatlarından, peygamberlik, âhiret ve inançla ilgili diğer meselelerden İslâmî esaslar dâiresinde bahseden âlimler.

üsun

  • Suyun tad ve renginin değişmesi.
  • Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.

üveys-el karani / üveys-el karanî

  • Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u

uzima

  • Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.

uzlet / عزلت

  • Köşesine çekilme. (Arapça)

uzletgah / uzletgâh

  • Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi. (Farsça)

uzletgüzin / عزلت گزین

  • Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen. (Farsça)
  • Köşesine çekilen, münzevi. (Arapça - Farsça)
  • Uzletgüzin olmak: Köşesine çekilmek. (Arapça - Farsça)

uzzab

  • Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr.

va

  • "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar. (Farsça)

va'd

  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

va'id / va'îd

  • Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi.

vaad ve vaid-i ilahi / vaad ve vaîd-i ilâhî

  • Cenab-ı Allah'ın mükafat için söz vermesi ve azapla korkutması.

vacib / vâcib

  • Allah ve resulü tarafından yerine getirilmesi kesin olarak emredilmiş olan şey (diğer bir mânası; delili farz ifade edecek derecede kesin olmayan, fakat hiç terk edilmeden yapılması istenen amel; vitir ve bayram namazları gibi.
  • Varlığı zorunlu olan.
  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.
  • (Vücub. dan) (Çoğulu: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan.
  • Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit
  • Gerekli, zorunlu olan, yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve zorunlu olan Allah'ın emirleri.

vacib-ül ifa / vâcib-ül ifa

  • İfa edilmesi lüzumlu olan. Yapılması gerekli olan.

vacibe / vâcibe

  • Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.

vacibülifa / vâcibülîfâ / واجب الایفا

  • Yapılması gereken, yerine getirilmesi gereken. (Arapça)

vaftiz

  • Hıristiyanlığa yeni girenin ve çocuğunun dine girmesi için gerekli sayılan, suya sokma töreni.

vaha / vâha / واحه

  • Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
  • Çöl ortasında yeşillik.
  • Vaha, çöl ortasındaki yeşil alan. (Arapça)

vahamet

  • Zor, güçlük.
  • Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena.
  • Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
  • Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.

vahat

  • Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.

vahdaniyet-i rabbaniye / vahdâniyet-i rabbâniye

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın birliği.

vahdeddin

  • (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan

vahdet

  • Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
  • Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.

vahdet-i mevcud

  • Bütün varlıkların bir elden tedbir ve idare edilmesi ve sahiplerinin bir olması.

vahdet-i rububiyet

  • Allah'ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik.

vahdet-i vücud / vahdet-i vücûd

  • Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.

vahdetü'ş-şuhud

  • "Allah'tan başka herşeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi" tarzında tasavvufî bir görüş; Allah'tan başka varlıkları nisyan (unutma) perdesine sarmak.

vahdetü'ş-şühud

  • İlâhi tecellilerin karşısında Allah'tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah'tan başka herşeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi.

vahid / vâhid

  • Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.

vahid-i hakiki / vahid-i hakikî

  • Eşi ve benzeri olmayan, ilâh olmaya lâyık tek gerçek olan Allah.

vahid-üd dehr / vahîd-üd dehr

  • (Vahîd-üz zaman) Zamanın, devrin eşi bulunmaz tek insanı.

vahiy / وَحِيْ

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve
  • Bir emrin veya bir hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Alah tarafından peygambere bildirilen kesin bilgi.
  • İlâhî bilgi Allah'tan peygamberlere gelen özelliği, Allah'ın dilediği şeyleri peygambere bildirmesi.
  • Allahın peygamberlerine bildirmesi.

vahy

  • Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi.

vahy-i gayri metluv / vahy-i gayri metlûv

  • Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî.

vahy-i rabbani / vahy-i rabbânî / وَحْيِ رَبَّان۪ي

  • Her şeyin rabbi olan Allah'ın vahyetmesi.
  • Allahın bildirmesi.

vahy-i sarihi / vahy-i sarihî

  • Hem sözü, hem mânası tam vahiy olan. (Âyetler ve kudsi hadisler gibi) Resul-ü Ekrem burada sırf tebliğ edendir. Müdahalesi yoktur.

vaid / vaîd

  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi haber vermek.

vak'

  • Yüksek mekân.
  • Etki, tesir.
  • Düşmek.

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

vakayi'

  • (Tekili: Vak'a) Vâki olup zuhur eden hususlar.
  • Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.

vakd

  • (Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.

vakf

  • Arapça bir kelimenin sonunun harekesiz okunması.

vakfiyye / وقفيه

  • Vakıf belgesi. (Arapça)

vaki / vâkî

  • (Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen.
  • Önleyici tedbir veya ilaç.

vakı'at haberleri / vâkı'ât haberleri

  • Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri, bildirdikleri hükümler.

vakia / vakîa

  • Kıtal. Öldüresiye vuruşmak.
  • Vak'a.

vakıa suresi / vâkıa suresi / vâkıa sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli altıncı sûresi.

vakıa-i sadıka / vâkıa-i sâdıka

  • Doğruluğundan şüphe edilmeyen olay, doğru rüya, keşif.

vakıat-ı kat'iye / vakıât-ı kat'iye

  • Kesin olarak meydana gelen vakıalar, olaylar.

vakıf

  • (ة) harfiyle biten kelimelerde (ﻫ) sesi verilerek durma ("şeceratin" kelimesinin "şecerah" şeklinde okunması gibi).

vakıf malı

  • Herkesin faydasına sunulmuş mal.

vakıfane / vâkıfane

  • Derinlemesine bilerek.

vakre

  • Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi.

vakt-ı ısfırar

  • Gün batımına doğru güneşin sararma vakti.

vakt-i kerahet

  • Kerahet vakti; güneşin doğduğu, battığı ve tepede olduğu anlar.

vakt-i zeval

  • Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti.

vakvak

  • Korkak kişi.
  • Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.

vakvaka

  • Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması.

valacah / vâlâcâh

  • Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan. (Farsça)

vali / vâlî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

vapesin / vapesîn

  • (Va-pesin) En gerideki, en sondaki. (Farsça)

var / vâr

  • (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. (Farsça)

varta-i mevt

  • Ölüm tehlikesi.

varta-yı mevt

  • Ölüm tehlikesi.

vasati saat / vasatî saat

  • Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.

vasid / vasîd

  • Kapı eşiği.

vasıf terkibi

  • Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ : Zevk-efzâ : Zevk artıran.

vasıta-i galebe

  • Üstünlük vesilesi.

vasıta-i ifade

  • İfade vesilesi.

vasıta-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma aracı, vesilesi.

vasıta-i vusul-ü hayat

  • Hayata kavuşma vasıtası, vesilesi.

vasiyetname-i peygamberi / vasiyetname-i peygamberî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vasiyetnamesi.

vatan-ı sani / vatan-ı sânî

  • İkinci vatan. Sonradan yerleşilen yer.

vatie / vatîe

  • Büyük çuval, harar.
  • Bir çeşit yemek.

vatvata

  • Geceleyin gözün görmemesi.

vav

  • Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.

vav-ı haliye / vav-ı hâliye

  • Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir "vav" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi.

vavik

  • Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.

vazife-i asliyesi

  • Esas vazifesi.

vazife-i diniye-i uhreviye

  • Âhirete ait din vazifesi.

vazife-i fıtrat

  • Yaratılış vazifesi.

vazife-i hayat

  • Hayat vazifesi, görevi.

vazife-i hayatiye

  • Hayat vazifesi.

vazife-i ilahiye / vazife-i ilâhiye

  • Allah'ın vazifesi.

vazife-i imaniye ve kur'aniye / vazife-i imaniye ve kur'âniye

  • İman ve Kur'ân vazifesi.

vazife-i imaniye ve uhreviye

  • İman ve âhiret vazifesi.

vazife-i kudsiye-i imaniye

  • Mukaddes iman vazifesi, kutsal imanî görev.

vazife-i kur'aniye / vazife-i kur'âniye

  • Kur'ân vazifesi.

vazife-i neşr

  • Yayımlama vazifesi.

vazife-i nübüvvet

  • Peygamberlik vazifesi.

vazife-i risalet

  • Peygamberlik vazifesi.

vazife-i rububiyet

  • Rablık işi; her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verme ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma işi.

vazife-i tebliğ

  • Tebliğ vazifesi.

vazife-i teceddüd-ü din

  • Dini yenileme vazifesi, mücedditlik görevi.

vazife-i teşekküriye

  • Teşekkür vazifesi, şükür görevi.

vazife-i ubudiyet

  • İbadet vazifesi, kulluk görevi.

vazife-i vicdaniye

  • Vicdan vazifesi.

vazife-i zaruriye-i insaniye

  • İnsanın zorunlu vazifesi, görevi.

vazifeperver

  • Vazifesini seven, işine düşkün.

vazifeşinas / vazifeşinâs

  • Vazifesini, işini dikkatli yapan, işine bağlı kimse.
  • İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan. (Farsça)

vazifeşinaslık

  • Vazifesini, işini dikkatli yapma.

vaziyet-i semaviye / vaziyet-i semâviye

  • Gökyüzünün değişik hâl ve vaziyetlere girmesi.

ve'l-asri

  • Asra and olsun; Kur'ân-ı Kerimin 103. sûresi.

ve'l-asri suresi / ve'l-asri sûresi

  • Kur'ân-ı Kerimin 103. sûresi.

ve's-saffat / ve's-sâffât

  • Sâffât Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 37. sûresi.

vecd

  • Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali.
  • Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
  • Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir başka sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması, kalbinin gayr-i ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.

vecibe

  • Borç hükmünde olan vazife.
  • Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.

veciz

  • Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan.
  • Az sözle çok mâna ifâdesi.

vecize

  • Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.

veda haccı / vedâ haccı

  • Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yüz bin kişiden fazla sahâbinin katılmasıyla yaptığı son haccı.

veda hutbesi / vedâ hutbesi

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesinde yaptığı Vedâ haccı sırasında îrâd buyurduğu (okuduğu) hutbe.

vedud

  • Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak. (Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.)

vefa

  • Ahdinde, sözünde durma.
  • Sevgi ve dostlukta sebat ve devam.
  • Ödeme.
  • Yetişme.
  • Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.

veffekakellah

  • Allah seni muvaffak eylesin.

vefir

  • (Vefret. den) Çok, bol, kesir.

vefk

  • Ebced ve cifir ilmi çerçevesinde, bir takım sırlara işaret eden uygunlukların bulunduğu tevafuk sistemini gösteren tılsımlı kare alan.
  • Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.
  • Tesirli dua.

vefk-i müselles

  • Üçlü vefk; bir âyet veya ibarenin ebced ve cifir değerleri esas alınarak, dağıtıldığı ve üç rakamının karesi biçiminde dokuz küçük kareden oluşan tılsımlı kare alan.

vehecan

  • Ateşin alevlenmesi.
  • Işıklandırmak, ziya vermek.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda olana Vehhâbî denir.

vehhabiyet / vehhâbîyet

  • Allahın bol bol ihsan etmesi ve bağışlaması.

vehic

  • Ateşin sıcaklığı.

vehn

  • Gevşeklik, kuvvetsizlik.
  • Zayıf.
  • Gövdesi kalın ve kısa adam.
  • Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.

vehvehe

  • Atın kendi gövdesini parça parça etmesi.

veka'

  • Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi.

vekalet / vekâlet

  • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.

vekaletname / vekâletnâme / وكالت نامه

  • Vekillik belgesi. (Arapça - Farsça)

velaid

  • (Tekili: Velide) Cariyeler, kadın esirler.

veled-i manevi / veled-i manevî

  • Evlâdlığa kabul edilen, âhiret evlâdı. Bir hocanın talebesi. Mürid.

velg

  • Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.

veli / velî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
  • Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettik

veliyy-ün niam

  • Nimetler ihsan eden, iyilik eden kimse.
  • Şeyhülislâm.
  • Sülâlesinin ileri gelenleri.

velvele-i hayret

  • Hayret ve şaşkınlık bağırtısı, sesi.

velvele-i istihsan / وَلْوَلَۀِ اِسْتِحْسَانْ

  • Beğenmenin yüksek sesle ifadesi.

velvele-i naz ü niyaz / velvele-i nâz ü niyaz

  • Allah'a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi.

ver

  • "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver : Âlim. Suhan-ver : Edip, şâir. (Farsça)

vera'

  • Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.

vera-ül-vera / verâ-ül-verâ

  • Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir terim.

verak

  • Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.

veraset

  • Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi.
  • İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.

veraset-i ırkıye

  • Doğan yavrunun ecdadına benzemesi.

veraset-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) varisliği; Peygamberimizin iman ve Kur'ân hakikatlerini tebliğ vazifesine varis olma.

verdene

  • Oklava, börekçi merdânesi. (Farsça)
  • Dolap oku. (Farsça)

verh

  • Hamurun kendini koyuverip sülpülmesi.

verik

  • Sikkesiz gümüş.
  • Gümüş.

verta

  • (Çoğulu: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum.
  • Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.

vesaik / vesâik / وَثَائِقْ

  • (Tekili: Vesika) Vesikalar.
  • Vesîkalar.

vesail / vesâil

  • (Tekili: Vesile) Vesileler. Sebebler.
  • Vesileler, sebepler.
  • Vesileler, araçlar.

vesail-i pürseyyal / vesâil-i pürseyyal

  • Çok akışkan sebepler, vesileler.

vesatat-ı aliye / vesâtat-ı âliye

  • Bir hürmet ve saygı ifadesi olarak "yüce aracılığınızla" anlamında bir söz.

vesen

  • Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Hâcet.

vesi'

  • (Vesia) Vüs'atli, geniş.
  • Meydanlık.

veşi'

  • (Çoğulu: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca.
  • Sümâme otundan yapılan hasır.
  • Ağaçlardan kuruyup düşen nesne.
  • Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken.
  • Az nesne.

veşika

  • (Bak: VEŞİK)

vesika-i itikad

  • İnanç belgesi.

vesika-i kur'aniye / vesika-i kur'âniye

  • Kur'ân vesikası, Kur'ânî belge, güvence.

vesile / vesîle

  • (Vâsile) Bahane, sebeb.
  • Fırsat.
  • Elverişli durum.
  • Vasıta. Yol.
  • Pâye, rütbe.
  • Baba.
  • Kurbiyet.
  • Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey.
  • Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)<
  • Kişiyi Allahü teâlâya yaklaştıran, Allahü teâlânın nezdinde (katında) yakınlığa ve hâcetlerin yâni ihtiyâçların giderilmesine sebeb olan her şey.

vesile-i def-i bela / vesile-i def-i belâ

  • Belâları ortadan kaldırma, uzaklaştırma vesilesi, aracı.

vesile-i dünya

  • Dünyanın yaratılış vesilesi.

vesile-i hak

  • Hakkın vesilesi.

vesile-i hamd ve şükran

  • Hamd ve şükür vesilesi, sebebi.

vesile-i icabe-i dua

  • Duanın kabulüne vesile, sebep.

vesile-i icad

  • Var ediliş vesilesi.

vesile-i iftihar

  • İftihar vesilesi, övünç sebebi.

vesile-i iltica

  • Sığınma vesilesi, sebebi.

vesile-i kat'iye

  • Kesin aracı.

vesile-i mutlak

  • Kesin aracı.

vesile-i nuraniye

  • Nurlu vesile, aydınlık araç.

vesile-i rızk-ı helal / vesile-i rızk-ı helâl

  • Helâl rızık vesilesi.

vesile-i sa'y

  • Çalışma vesilesi.

vesile-i saadet

  • Mutluluk vesilesi.

vesile-i saadet-i dareyn / vesile-i saadet-i dâreyn

  • İki dünya mutluluğunun vesilesi.

vesile-i şöhret

  • Şan, şöhret vesilesi.

vesile-i teshil ve takrib

  • Yakınlaştırma ve kolaylaştırma vesilesi.

vesile-i teshilat / vesile-i teshilât

  • Kolaylık vesilesi.

vesile-i teşvik

  • Teşvik vesilesi, motive etme vasıtası.

vesile-i vusul / vesile-i vusûl

  • Kavuşma vesilesi.
  • Kavuşma vesilesi.

vesiledar / vesiledâr

  • Vesileli. (Farsça)

vesilehah / vesilehâh

  • Vesile isteyen. (Farsça)

vesilet-ün necat

  • Kurtuluş vesilesi, kurtuluş sebebi.

vesime

  • (Bak: VESİM)

veşme

  • Yağmur tanesi.

vesn

  • Hafif.
  • Uyku.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.

veşşemsi suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.

vesvas

  • Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi.

vesvese-i medeniyet

  • Medeniyetin vesvesi, kuruntusu.

veşy

  • Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek.
  • Nesil ve zürriyet.
  • Çoğalma.
  • Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek.
  • Bir çeşit elbise.

veter

  • Yayın çilesi. İp ve kiriş.
  • Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi.
  • Kasları hareket ettiren kalın sinir.

veyl

  • Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
  • Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir.
  • Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.

vezan

  • "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir. (Farsça)

vezani / vezanî

  • Esinti zamanı. (Farsça)

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vezne / وزنه

  • Ağırlık. (Arapça)
  • Tartı. (Arapça)
  • Para gişesi. (Arapça)

vicdani iz'an / vicdanî iz'ân

  • Kalbe ait hislerin aynası olan vicdanın kesin kabulü.

vikaye / vikâye / وقایه

  • Koruma. (Arapça)
  • Vikâye etmek: Korumak, esirgemek, kayırmak. (Arapça)

vilayet yolu / vilâyet yolu

  • Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya kavuşturan evliyâlık yolu.

vird

  • Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. (Farsça)
  • Talebe, şakird, mürid. (Farsça)

vişah

  • (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.

visam

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar.
  • Güzel yüzlü olanlar.
  • Rastıklılar.

vitamin

  • Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır. (Fransızca)

vokal

  • İtl. Sesle anlatma.
  • İnsan sesinin müzikte kullanılması.
  • Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücub / vücûb

  • Kesinlik, zorunlu olma.
  • Vâcib ve lâzım olmak.
  • Sâbit olmak.
  • Sukut ve vuku.
  • Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak.
  • Güneşin batması.
  • Muztarib olmak.
  • Kesin olarak emredilme, farz kılınma.

vücub mertebesi

  • Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu olan ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen İlâhlık derecesi.

vücub-u kat'i / vücub-u kat'î

  • Kesin zorunluluk; kesin ve şüphesiz farz oluş.

vücub-u zekat / vücub-u zekât

  • Zekâtın vacib, şart oluşu.
  • Verilmesi Allah tarafından emredilmiş olan zekât.

vücud-u ebter

  • Kesik, sona ermiş varlık; kendisiyle Rabbi arasındaki bağı kesen varlık.

vücud-u eşya

  • Varlıkların yaratılması, herşeyin var edilmesi.

vücud-u mümkinat

  • Varlığı mümkün olanlar; varlığı imkân dairesinde olanlar, kâinatın varlığı.

vücudu muhakkak

  • Varlığı kesin olan.

vücuh ilmi / vücûh ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

vücuh şirketi / vücûh şirketi

  • Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.

vücuh-u muhtelife

  • Çeşitli yönler, yüzler.

vücup

  • Kesinlik, gereklilik.

vukū'u muayyen / وُقُوعُ مُعَيَّنْ

  • Meydana gelmesi belirlenmiş olan şey.

vülug

  • Köpeğin su içmesi.

vüs'at-i istidat

  • Kabiliyet genişliği, kapasitesi.

vüsema

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar, dağlanmış olanlar.
  • Güzel yüzlüler.
  • Rastıklılar.

vüsub

  • (Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama.
  • Oturma.

ya

  • Kur'ân alfabesindeki son harfin ismidir. Ebcedî değeri 10'dur. Hecâ harflerinin mahmuse kısmındandır. Şedide ile rihve arasında, ortadadır.

ya gulam! / yâ gulâm!

  • 'Ey çocuk!' mânâsında bir hitap cümlesi.

ya rabbi / yâ rabbi

  • Ey Rabbim; ey her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ım.

ya-i muhaffef / yâ-i muhaffef

  • Şeddesiz yâ harfi.

yab

  • "Yaften: Bulmak" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab : Şifa bulan, iyileşen. (Farsça)

yad-ı daşt / yâd-ı daşt

  • Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.

yafte

  • "Bulunmuş, bulmuş, bulunan" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte : f. Şeref bulmuş. (Farsça)

yağfirullah

  • Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).

yahya aleyhisselam / yahyâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Annesinin ismi Elîsa olup, hazret-i Meryem'in kızkardeşi ve İmrân'ın kızı idi. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan Yahyâ aleyhisselâm, hazret-i Meryem'in teyzesinin oğludur.

yakin / yakîn / يَق۪ينْ / یقين

  • Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek. (Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman
  • Şüphesiz ve kesin bilgi.
  • Şek ve şüpheden uzak olan; kesin.
  • Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâd, îmân.
  • Ölüm.
  • Sağlam ve kesin bilgi.
  • Kesin bilgi. (Arapça)

yakin ehli / yakîn ehli

  • Kesin ve doğru bilgi sahipleri.

yakin-i hükmi / yakîn-i hükmî

  • İlimle kesinlik kazanmış husus, inanç, bilgi.

yakin-i ilmi / yakîn-i ilmî

  • Kesin ve sağlam bilgi.

yakin-i imani / yakîn-i imanî

  • Kesin ve şüphesiz iman.

yakin-i imaniye / yakîn-i imanîye

  • İmanî kesinlik; kesin olan inanç. Gözle görür derecesinde kesin iman.

yakin-i kat'i / yakîn-i kat'î

  • Şüphesiz ve kesin bilgi.

yakinen / yakînen / يَق۪ينًا / یقينا

  • Kesin ve şüphesiz olarak.
  • Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette.
  • Şüphesiz olarak.
  • Kesin olarak. (Arapça)

yakini / yakinî / yakînî / يَق۪ين۪ي

  • Şüphe edilmeyecek derece kesinlik.
  • Sağlam ve kesin bilgi ile.

yakini burhan / yakînî burhan

  • Şüphesiz, kesin delil.

yakiniyat / yakîniyat

  • Şüpheye yer bırakmayacak derecede kesin olan şeyler.

yakiniyet

  • Kesinlik, şüphesizlik; yakîn ile kesin olarak bilinme durumu.

yakut / yâkut

  • Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.
  • Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.

yar-ı gar / yâr-ı gar

  • Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır.

yarek

  • Dölyatağı. Meşime. (Farsça)

yasıb

  • Yeşim taşı.

yasıf

  • Yeşim taşı.

yasin suresi / yâsin sûresi / yâsîn sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân'ın otuz altıncı sûresidir.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz altıncı sûresi.

yasin-i şerif / yâsin-i şerif

  • Kur'ân'ın 36. sûresi olan Yâsin Sûresi.

ye

  • Arap alfabesinde yer alan bir harf.

ye's

  • Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.

ye's-i mutlak / يَأِسِ مُطْلَقْ

  • Kesin ümîdsizlik.

yed-i emin

  • Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs.
  • Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse.
  • Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer.
  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir lâkabı.

yed-i rahmet

  • Rahmet eli, Rahmetle ihsan edilmesi.

yehova şahidleri / yehova şâhidleri

  • Amerika Birleşik Devletleri'nde Ch. Şarl Russel tarafından 1872'de kurulan, 1931 senesinden sonra kendilerini bu adla tanıtmaya çalışan mezheb ve misyoner teşkîlâtına verilen ad.

yekdane

  • Eşi, benzeri olmayan. Tek. (Farsça)

yekdest

  • Bir elli, tek elli. (Farsça)
  • Bir çeşit, bir cins. (Farsça)
  • Eskiden yapılmış bir çeşit rende. (Farsça)

yekseviye / یك سویه

  • Aynı düzeyde, eşit seviyeli. (Farsça - Arapça)

yele

  • Kuvvetle saldıran. (Farsça)
  • Otlağa salınmış hayvan sürüsü. (Farsça)
  • Koşan, koşucu, seğirten. (Farsça)
  • Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. (Farsça)

yemin-i lağv / yemin-i lâğv

  • Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemindir (ki; şer'an kefâret lâzım gelmez).

yeni harf

  • Latin alfabesi.

yerbu'

  • (Çoğulu: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.

yerhamükümullah

  • "Allah (C.C.) size rahmet ve merhamet eylesin" meâlinde dua olup, aksıran kimseye söylenmesi sünnettir.

yeşb

  • Yeşim denilen taş.

yeus

  • (Ye's. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me'yus.

yevm-i ahir / yevm-i âhir

  • Âhiret günü. Îmân edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi. Arkasından gece gelmeyen gün. Bu zamânın başlangıcı insanın öldüğü gündür.

yevm-i misak

  • Sözleşilen gün.
  • Kıyâmet Günü.

yevm-i nüşur

  • Kıyamet günü, mahşer günü. Herkesin amel defterinin açılıp neşredilip gösterileceği gün.

yevm-i şek

  • Şüpheli gün. Havanın bulutlu olup, Ramazan ayı hilâlinin görülmemesi sebebiyle Şâbân ayının otuzuncu günü mü, yoksa Ramazân-ı şerîfin ilk günü mü olduğu bilinmeyen, Şâbân'ın yirmi dokuzundan sonra gelen gün.

yevm-ül hamis

  • Perşembe günü. Beşinci gün.

yevmiye

  • Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret.
  • Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.

yezid

  • (Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.

yezid bin ebi süfyan

  • Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vef

yılbaşı

  • Sene başı. Yeni bir senenin başlaması. Başlangıç zamânına göre iki çeşit sene vardır. Mîlâdî ve hicrî sene.

yılmaz

  • Hüsnü Bayram'ın kardeşi.

yuh

  • (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir.
  • Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir.

yuhanna

  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yunani / yunanî

  • Eski Yunanlılar döneminde çeşitli varlıklara ve tabiat olaylarına ilâhlık veren bâtıl dinlere mensup olan.

yunus suresi / yûnus sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 10. suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin onuncu sûresi.

yuşa

  • Hz. Musa'dan (A.S.) sonra peygamber olmuş ve Benî İsrail'i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Yahudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı yaşadılar. Tâ bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İsrail'i idare etti. Sonra içlerinden bir mel

yuşa aleyhisselam / yûşâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekîli idi. İsmi Yeşû olup hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Annesi Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir.

yüscan

  • Yeşil taylasanlar.

yüsr-ü vahdet

  • Birliğin kolaylığı; bir işin birinin idaresinde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı.

yusuf suresi / yûsuf sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 12. suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin on ikinci sûresi.

yütm

  • (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir.
  • Yetimlik, kimsesizlik.

za

  • "Bu, şu" mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle.
  • Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)
  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zabazıb

  • Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.

zabıta / zâbıta

  • Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis.
  • Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.

zabt

  • Zabt etmek. İdâresi altına almak.
  • Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek.
  • Kavramak.
  • Kaydetmek. Hülâsasını yazmak.
  • Bağlamak.
  • Sıkı tutma.
  • İdaresi altına alma, kendine mal etme.
  • Silah zoru ile bir yeri alma.
  • Anlama, kavrama.
  • Kaydetme, özetini yazma.

zad

  • Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi.
  • "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş. (Farsça)

zade

  • Evlâd, oğul. (Farsça)
  • İyi insan. (Farsça)
  • Nikâh neticesi olmuş çocuk. (Farsça)
  • Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) : Padişah evlâdı. (Farsça)

zadellah

  • Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).

zafer-yab

  • Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen. (Farsça)

zafire

  • Kapı perdesi.

zahf

  • (Çoğulu: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme.
  • (Çocuk) emekleme.
  • Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.

zahir

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.

zahire

  • Dışarı fırlamış olan göz.
  • Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi.

zahr

  • (Çoğulu: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi.
  • Kuş yeleklerinin kısa tarafı.
  • Kara yolu.
  • Sırt, arka.
  • Yüksek yer.
  • Kur'an'ın lâfz-ı şerifi.
  • Haber.

zak

  • Dölyatağı, meşime. Rahim. (Farsça)

zakkum

  • Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği.
  • Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.

zakkum-u cehennem

  • Cehennemdeki zakkum ağacının meyvesi.

zal'

  • Eğilmek, meyl etmek.
  • Dar olmak.
  • Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.

zalimane

  • Zâlimcesine, zulmederek, acımasızca. Acımasız ve haksız olarak.

zaman-ı adem / zamân-ı âdem

  • Hz. Âdem zamanı, insanlığın ilk devresi.

zaman-ı esaret

  • Esirlik zamanı.

zaman-ı hayat

  • Ömür süresi.

zamme

  • Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.

zamme-i makbuze-i hafife

  • (Ü) sesini veren zamme.

zamme-i makbuze-i sakile

  • (U) sesini veren zamme.

zamme-i mebsuta

  • "O" sesi.

zamme-i mebsuta-i sakile

  • (O) sesini veren zamme.

zampara

  • (Aslı "zenpare"dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek.

zamyan

  • Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)

zann-ı kabul-ü cumhur

  • Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme

zanni / zannî

  • Kesin olmayan, zanna dayalı.

zar

  • Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar : Lâle bahçesi. (Farsça)

zar'

  • (Çoğulu: Zuru') Meme.
  • Süt veren hayvan memesi.

zarar

  • Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.

zarar-ı mutlak

  • Kesin ve tam zarar.

zariyat suresi / zâriyât sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir.
  • Kur'ân-ı kerîmin elli birinci sûresi.

zaruret / zarûret

  • Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk.
  • Çaresizlik, yoksulluk, mecburiyet.

zaruret derecesinde

  • Zorunluluk derecesinde.

zaruret-i akliye

  • Aklın zaruri olarak kabul etmesi.

zaruret-i kat'i / zaruret-i kat'î

  • Kat'î zorunluluk, kesin ihtiyaç.

zaruret-i kat'iye

  • Kesin zorunluluk ve mecburiyet.

zaruriyet-i kat'iye

  • Kesin bir zorunluluk.

zaruriyyat-ı din / zarûriyyât-ı din

  • İnanılacak ve yapılacak işlerle ilgili, âlim ve câhil herkesin bilmesi lâzım olan din bilgileri.

zaruriyyat-ı diniyye

  • İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.)

zat / zât

  • Hürmete lâyık kimse.
  • Kendi. Öz, asıl.
  • Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)

zat-ı nuru'l-envar / zât-ı nuru'l-envâr

  • Bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah.

zat-ul ilkah-i zahire / zât-ul ilkah-i zâhire

  • İlkahı (döllenmesi) çiçek vâsıtasıyla olan nebat.

zatiye / zâtiye

  • Bizzat var olan öz nitelik; sıcaklığın, ateşin kendi zâtında var olması gibi.

zaun

  • Yük devesi.

zaviye / zâviye

  • Köşe.
  • Küçük tekke.
  • İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.
  • Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "g
  • Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
  • Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.

zaviye-i vahşet / zâviye-i vahşet

  • Vahşet köşesi.

ze

  • Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.

ze'r

  • Arslan kükremesi.
  • Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.

zebani / zebânî

  • Azap melaikesi.

zebayıh / zebâyıh

  • Kesilecek kurbanlık hayvanlar. Kurban edilmiş, kurban olarak kesilmiş hayvanlar.

zeberced

  • Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.

zebercedi / zebercedî / زبرجدی

  • Fıstık yeşili. (Arapça)

zebh / ذبح

  • Boğazlama. (Arapça)
  • Zebh edilmek: Boğazlanmak, kesilmek. (Arapça)
  • Zebh etmek: Boğazlamak, kesmek. (Arapça)

zebih / zebîh / ذبيح

  • Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan.
  • Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.
  • Kesilmiş hayvan, boğazlanmış. (Arapça)

zebiha / zebîha

  • Boğazlanmış veya kesilecek hayvan.
  • Kesilecek hayvan.

zecc

  • Süngünün arkasıyla vurmak.
  • Atmak.
  • Deve kuşunun yelmesi.

zed

  • "Vurucu, vuran" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed : Kulağa çalınan. Zeban-zed : Yayılmış söz.

zede

  • (Zed) Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede : Musibete uğramış. (Farsça)

zedegan / zedegân

  • (Tekili: -zede) Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

zefif

  • Çabuk davranan. Çevik.
  • Deve kuşunun yelmesi.
  • Gelini kocasına göndermek.
  • Hızla gitmek.

zehk

  • Helâk olmak, mahvolmak.
  • Bâtıl olmak.
  • Okun nişanı aşıp geçmesi.
  • Çıkmak, huruç.
  • Derin kuyu.

zeir

  • Aslan kükremesi.

zeka / zekâ

  • Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma.
  • Ateşin alevlenmesi.
  • Güzel koku alma.

zekat / zekât

  • Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
  • Temizlik. Taharet.
  • Belli bir mal varlığına sahip olan Müslümanın, her yıl şeriat tarafından belirlenen miktarını tayin edilen yerlere vermesi.
  • İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.

zekeriyya

  • Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kız

zelef

  • Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ)

zelul

  • Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan.
  • Hecin devesi.
  • İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.

zemheri

  • Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.

zemherir

  • Zemheri, şiddetli soğuk devresi.

zemil

  • Tez, hızlı, seri.
  • Deve yürüyüşünden bir çeşit.

zemzem

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zemzeme

  • Ezgili ses, terennüm, teganni.
  • Mezamir'i okuyanların teranesi (Zebur).

zemzeme-i belağat / zemzeme-i belâğat

  • Belâğat nağmesi.

zemzeme-i hamd ve şükran

  • Teşekkür ve övgü nağmesi.

zemzeme-i i'caz

  • Mu'cizelik nağmesi ve ahengi.

zemzeme-i kur'an / zemzeme-i kur'ân

  • Kur'ân sesi.

zemzeme-i kur'aniye / zemzeme-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın nağmesi, hoş sedâsı.

zemzeme-i şükran / زَمْزَمَۀِ شُكْرَانْ

  • Minnetdarlığın nağmeli sesi.

zen

  • Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen : Söz atan, lâf atan. (Farsça)

zen-dost

  • Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. (Farsça)

zenan

  • "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan : Söverek. (Farsça)

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zengar / zengâr

  • Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.

zenme

  • Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
  • Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.

zenna'

  • Sümüklü kadın.
  • Hayzı kesilmiş olmayan kadın.

zenperest

  • (Çoğulu: Zenperestegân) Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse. (Farsça)

zenyan

  • Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek.
  • Evmek, acele etmek.
  • Rüzgârın sert esmesi.

zer'

  • Çoğaltma.
  • Halketme, yaratma.
  • Tohum ekme.
  • Ağzından dişlerin dökülmesi.
  • Saç ağarması.
  • Perde, hâil.

zerari / zerarî

  • (Tekili: Zürriyet) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.

zerde

  • Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)
  • Yumurta sarısı. (Farsça)

zeria

  • (Çoğulu: Zerâi) Vesile.
  • Yol.
  • Geçit.
  • Avcının, arkasında gizlendiği deve.

zerk

  • Çirkin söz söylemek.
  • Kuşun terslemesi.

zerm

  • Kesilmek.

zerre-i cazibe / zerre-i câzibe

  • Çekim zerresi; çekim gücüne sahip parça, çekirdek.

zerre-i havaiye / zerre-i havâiye / ذرّۀ هَوَائِيَه

  • Hava zerresi.

zerre-i nur

  • Nur zerresi.

zerzere

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.

zeval

  • Zâil olma, sona erme.
  • Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek.
  • Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman.
  • Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
  • Zail olma, sona erme.
  • Aşağılama, inme.
  • Güneşin başucunda, tam tepeden bulunma zamanı zeval vakti, öğle vakti.

zeval vakti / zevâl vakti

  • Güneşin tam tepeden ayrıldığı an.

zeval-i elem

  • Acı ve kederin sona ermesi.
  • Elemin sona ermesi.

zeval-i eşya / zevâl-i eşya

  • Varlıkların kaybolup gitmesi.

zeval-i gaflet

  • Gafletin dağılması; Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâlinin sona ermesi.

zeval-i hayat / zevâl-i hayat

  • Hayatın bitmesi, ölüm.

zeval-i ismet / zevâl-i ismet

  • Gühasızlığın sona ermesi.

zeval-i lezzet / zevâl-i lezzet / زَوَالِ لَذَّتْ

  • Lezzetin bitmesi, lezzetin sona ermesi.
  • Lezzetin sona ermesi.
  • Lezzetin sona ermesi.

zeval-i nimet

  • Nimetin yok olması, sona ermesi.

zevali / zevâlî

  • Sonu ermesi yakın.

zeveban etmek

  • Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.

zevk-i tarikat

  • Tarikat ve tasavvuf dairesindeki mânevî zevk.

zeyd

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)

  • Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur.

zıhar / zıhâr

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs
  • Bir kişinin, kendi hanımını, annesi gibi evlenmesi kendisine haram olan birine benzetmesi.
  • Kocanın karısına "sen anam gibisin" demesi.
  • Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi.

zıll-i tecelli / zıll-i tecellî

  • Yansımanın gölgesi.

zıll-ı zalil / zıll-ı zalîl

  • Koyu gölgeli yer; gölgenin gölgesi.

zıll-i zalil / zıll-i zalîl

  • Gölgenin gölgesi, zayıf gölge (güneşin aynadaki görüntüsüne "güneşin gölgesi" denir).

zımar

  • Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal.
  • Gizli kalmış hazine, iş veya şey.

zındıka komitesi

  • Dinsizlik, inançsızlık cemiyeti, dinsizlerin komitesi.

zırh

  • Cevşen.
  • Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.
  • Demirden yapılmış koruyucu giysi, savaş elbisesi.
  • Savaş elbisesi.

zırr

  • Gömlek ve kaftan düğmesi.
  • Tomurcuk.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın