REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Eler ifadesini içeren 3814 kelime bulundu...

ayat-ı hırz / âyât-ı hırz

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

misak / mîsâk

  • Söz verme, sözleşme, andlaşma.
  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
  • Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

müceddid / müceddîd

  • Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

a / â / آ

  • Ünlem edatı ey, hey. (Farsça)
  • İki kelimenin arasına girerek, anlamı pekiştiren yeni kelimeler türetmeye yarayan orta ek. (Farsça)

a'bad

  • Köleler.

a'bide

  • (Tekili: Abd) Köleler. Abid.

a'la-d derecat

  • Derecelerin en alâsı, en yükseği.

a'la-yı illiyyin / a'lâ-yı illiyyîn

  • Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri.

a'mide

  • (Tekili: Amud) Direkler. Temeller. Sütunlar.
  • Mc: Büyük kimseler. Büyükler.

a'na / a'nâ

  • (Tekili: İnv) Nahiyeler, taraflar.
  • Cemaatler.

a'raf

  • (Tekili: Örf) Âdetler, örfler, an'aneler.

a'vak

  • (Tekili: Avk) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.

a'vam

  • Yıllar. Seneler.

a'yan / a'yân

  • Senato üyeleri.
  • İleri gelenler. 2 Gözdeler.

a'yün

  • (Tekili: Ayn) Gözler, aynlar.
  • Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar.

a'za / a'zâ / اعضا

  • Uzuvlar, organlar, üyeler.
  • Üyeler. (Arapça)
  • Organlar. (Arapça)

a'zar

  • (Tekili: Özr) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller.

aba ve ecdad / âbâ ve ecdâd

  • Analar, babalar, dedeler.

aba vü ecdad / âbâ vü ecdad

  • Babalar, dedeler, atalar.

abadile / abâdile

  • Abdullah isimli sahabeler.

abadile-i seb'a-i meşhure / abâdile-i seb'a-i meşhure

  • "Yedi Abdullahlar" ismiyle meşhur sahabeler.

abal / âbal / âbâl / آبال

  • Develer.
  • Develer. (Arapça)

abdal

  • t. Safdil, ahmak, bön.
  • Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse.
  • Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse.
  • Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal)

abdulaziz

  • 32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hi: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir.

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

abesiyyun

  • Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, h

abid / abîd / عبيد

  • Kullar. Köleler.
  • Kullar. (Arapça)
  • Köleler. (Arapça)

abir

  • (Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen.
  • Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.

aborda

  • İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.

abraş

  • Alaca benekli at.
  • Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı.

acaib vezaif / acaib vezâif

  • Acayip vazifeler, hayret ve hayranlık uyandıran görevler.

acaib-i dekaik / acâib-i dekâik

  • Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.

acaib-i vezaif / acaib-i vezâif

  • Vazifelerin şaşırtıcılıkları.

acal

  • (Tekili: Ecel) Eceller. Ölümler, vâdeler.

adab / âdâb / آداب

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,
  • Edepler, terbiyeler. (Arapça)
  • Yol yordam. (Arapça)

adab u erkan / âdâb u erkân

  • Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri.

adab-ı kur'aniye / âdâb-ı kur'aniye

  • Kur'ânî terbiye, Kur'ân'ın ihtiva ettiği edepler, terbiyeler.

adab-ı milliye / âdâb-ı milliye

  • Millete ait edep ve terbiyeler.

adab-ı nebeviye / âdâb-ı nebevîye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) göstermiş olduğu hal, davranış ve ahlâk kâideleri.

adab-ı şer'iye / âdâb-ı şer'iye

  • Şeriatın kaideleri, âdâbları.

adab-ı tarikat / âdâb-ı tarikat

  • Tarikat kaideleri, âdâbları.

adab-ı tasavvuf / âdâb-ı tasavvuf

  • Tasavvuf kaideleri, davranış edep ve kuralları.

adab-ı umumiye / âdâb-ı umumiye

  • Umumi ahlâk kaideleri.

adalat

  • (Tekili: Adale) Adaleler.

adem-i merkeziyet-i siyasiye

  • Siyasî olarak yerinden yönetim; bir ülke sınırları dahilinde bulunan eyâlet ve bölgelerin tek merkezden değil, yerel yönetimler tarafından idare edilmesi.

adem-i merkeziyyet

  • Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz

adgas / adgâs

  • (Tekili: Dags) Desteler, demetler.
  • Karışık rüyalar.
  • Karışık söylentiler.

adiyat / âdiyat

  • (Tekili: Âdi) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler.
  • Kıymetsiz şeyler.

adrefut

  • Kelerden büyük bir hayvan.

afaki / afakî

  • Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair.
  • Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif)

aftab-gerdek

  • Kaya keleri. (Farsça)
  • Ayçiçeği. (Farsça)

aftab-gerdiş

  • Yer yüzü. (Farsça)
  • Kaya keleri. (Farsça)
  • Devamlı güneş gören yer. (Farsça)

ağaz / âğaz

  • Ağızlar, nağmeler.

aglal

  • (Tekili: Gull) Boyna geçirilen zincirler.
  • Kelepçeler, pırangalar.

agmar

  • (Tekili: Gamr) Yüce kimseler.
  • Seller.
  • (Gumr) Bilgisizler, cahiller.

agraz

  • (Tekili: Garaz) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler.

ağraz-ı siyasi / ağraz-ı siyasî

  • Siyasî gayeler, siyasî tarafgirliğin doğurduğu kin ve düşmanlıklar.

agşiye

  • (Tekili: Gışa) Perdeler, örtüler.
  • Zarflar, mahfazalar.

ağşiye / اغشيه

  • Perdeler. (Arapça)
  • Zarlar. (Arapça)

agtiye

  • (Tekili: Gıtâ) Perdeler.

agvas

  • (Tekili: Gavs) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler.

agza

  • (Tekili: Gazâ) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler.

agziye

  • (Tekili: Gıdâ) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri.

ahabir

  • (Tekili: Ahbâr) Hikâyeler.
  • Rivayetler.

ahd ü misak / ahd ü mîsâk

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.

ahdas

  • (Tekili: Hades) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler.
  • Gençler.

ahfas

  • (Tekili: Hıfs) İşkembeler, kırkbayırlar.

ahfiye

  • (Tekili: Hıfâ) Örtüler, perdeler, gizli şeyler.
  • Çiçeğin tomurcuğunu örten kabuk.

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahiret ehli / âhiret ehli

  • Âhiret hayatını esas tutan kimseler.

ahkaf

  • (Tekili: Hıkf) Eğri büğrü kum tepeleri.

ahlak

  • (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine

ahlat-ı erbaa

  • İnsan vücudunda varlığı kabul edilen dört unsur veya üsareler.

ahnas

  • (Tekili: Hıns) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler.

ahrar

  • (Tekili: Hür) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler.
  • Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar.
  • Hürriyetçiler.

ahruf

  • (Tekili: Harf) Uçlar.
  • Şiveler, lehçeler.
  • Harfler.

ahşa' / ahşâ' / احشاء

  • (Tekili: Haşâ) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar.
  • Mahaller, bölgeler, cihetler.
  • İç organlar. (Arapça)
  • Bölgeler, yöreler. (Arapça)

ahşab / ahşâb / اخشاب

  • Ahşap. (Arapça > Türkçe)
  • Keresteler. (Arapça > Türkçe)

ahsen-ül gayat / ahsen-ül gayât

  • Gayelerin en güzeli, en iyisi.

ahsen-ül halıkin / ahsen-ül hâlıkîn

  • Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel yaratan Hâlık. (C.C.)

ahsenü'l-kasas

  • Kıssaların, hikâyelerin en güzeli.
  • Yusuf Sûresi.

ahtar / ahtâr / اخطار

  • (Hıtar - Hatarat) Tehlikeler.
  • Tehlikeler. (Arapça)

ahterşümar / ahterşümâr / اخترشمار

  • Yıldızbilimci. (Farsça)
  • Geceleri uyuyamayan. (Farsça)

ahval / ahvâl

  • Hâller. Tasavvuf yolunda bulunan kimselerin, kalblerinde meydana gelen değişmeler. Hâl'in çokluk şeklidir.

ahval-i şahsiye

  • Huk: Hakiki şahısların, hukuki varlıklariyle alâkalı olan hukuki durumlar. (Doğum, evlenme, boşanma, evlat edinme, ölüm hadiseleri gibi)

ahval-i siyasiye

  • Siyasetle bağlantılı haller ve gelişmeler.

ahyar / ahyâr

  • Hayırlı kimseler.

ahyaz

  • (Tekili: Hayiz) Odalar, bölmeler, bölümler.

ahzab / ahzâb / احزاب

  • Kütleler. (Arapça)
  • Partiler. (Arapça)
  • Ahzâb sûresi. (Arapça)

ahzar

  • (Tekili: Hazer) Endişeler, ihtiyatlar.

aidat

  • (Tekili: Aide) Gelirler, kazançlar.
  • Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para.

ajine

  • Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi. (Farsça)

akademi

  • Bir ilim dalında ihtisas sahibi kimselerin çatısı altında toplandığı kuruluş.

akaid / akâid / عقائد

  • (Tekili: Akide) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.
  • Akideler, inançlar.
  • Akideler, inanılan hakikatlar.
  • Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.
  • Akîdeler, inançlar, dinin itikadî hükümleri.
  • İnançlar, akideler. (Arapça)

akaid-i diniye

  • Dini akideler. İmâni esaslar.

akanyıldız

  • Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.

akbiye

  • (Tekili: Kubâ) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler.

akd

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi

akdemin / akdemîn

  • Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim kimseler.
  • Eksikler.

akfa

  • (Tekili: Kafâ) Başın arka kısımları. Enseler.

akfas

  • (Tekili: Kafas) Hamal küfeleri.
  • Kafesler.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

aklam / aklâm / اقلام

  • Kalemler. (Arapça)
  • Yazı gereçleri. (Arapça)
  • Devlet daireleri. (Arapça)

akliyat / akliyât

  • Aklın kapasitesine göre ele alınan meseleler, bilimsel şeyler.

akliyyat

  • Müşahedeye ve tecrübeye girmeyen ve sadece akıl ile düşünülen şeyler ve hususlar. Nazarî meseleler.

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

akmadde

  • Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.

aknan

  • (Tekili: Kınn) Kullar, köleler.

akras

  • (Tekili: Kurs) Yuvarlaklar, daireler, çemberler.

aksa-l-gayat

  • Gayelerin en ilerisi, en büyüğü.

aksa-yı bilad / aksâ-yı bilâd

  • Bir memleketin sınır bölgeleri, hudut beldeleri.

aksa-yı meratib / aksâ-yı merâtib

  • Rütbelerin, mertebelerin en büyüğü.

aksam-ı seb'a

  • Yedi kısım.
  • Gr: Kelimelerin (sahih, misâl, muzaaf, lefif, nakıs, mehmuz, ecvef) bölümleri.

aksat

  • (Tekili: Kıst) Hisseler. Nasibler.

akson

  • yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.

akta' / aktâ' / اقطاع

  • Kesmeler, kırılmalar.
  • Beylik araziler.
  • Alâkasızlıklar.
  • Kesmeler. (Arapça)
  • Beylik araziler. (Arapça)

aktab / aktâb

  • Kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler.
  • Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir.

aktar / aktâr / اقطار

  • Kuturlar, çaplar, dairenin merkezinden geçen hatlar, bölgeler, taraflar. Her taraf.
  • Taraflar, yöreler. (Arapça)

aktar-u etraf / aktâr-u etraf

  • Çevre ve etraf; çevre ve civar bölgeler.

aktüalite

  • Bugünkü hâdise veya mevzu. Günlük hâdiseler. (Fransızca)

akvaz

  • (Tekili: Kavz) Kum tepeleri.

akziye

  • (Tekili: Kaza) Hükümler. Kararlar.
  • Tam cümleler.

ala-yı illiyin / âlâ-yı illiyîn

  • Yüceler yücesi, en yüksek mertebe.

ala-yı illiyyin / âlâ-yı illiyyîn

  • Yücelerin en yücesi.

ala-yı illiyyin-i tevhid / âlâ-yı illiyyîn-i tevhid

  • Tevhid mertebelerinin en yükseği; her şeyi bir olan Allah'a verme derecelerinin en yükseği, en zirvesi.

aladderecat / aladderecât

  • Derecelere göre.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alat-ı lehv / âlât-ı lehv

  • Dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar.

alavi / alavî

  • (Tekili: İlâve) İlâveler, ekler.

alayıilliyyin / âlâyıîlliyyîn

  • Yücelerin yücesi.

alb

  • (Çoğulu: Ulub) Eser.
  • Yaşlı keler.

ale-d-derecat

  • Derecelere göre, sırayla.

ale-l-gafle

  • Dalgınlığa getirerek. Dalgınlığa gelerek, boş bulunarak.

alem / âlem

  • Bütün cihan. Kâinat.
  • Dünya.
  • Her şey.
  • Cemaat.
  • Halk.
  • Cemiyet. Dehr.
  • Hususi hal ve keyfiyet.
  • Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire.

alem-i islam milletleri / âlem-i islâm milletleri

  • İslâm dünyası toplulukları, ülkeleri.

ali-d-derecat / âli-d-derecat

  • Derecelerin âlisi, iyi ve şereflisi.

allame / allâme

  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

alüfte-gan / alüfte-gân

  • (Tekili: Alüfte) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler. (Farsça)

amaim / amâim

  • (Tekili: İmâme) Sarıklar, imâmeler.

amair / amâir

  • (Tekili: Amâyir) (İmâret) İmâretler. Mâmur etmeler.
  • Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.

amair-i hayriyye / amâir-i hayriyye

  • Hayır ve hayrat müesseseleri.

amal / âmâl

  • (Tekili: Emel) Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler.

amay

  • Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır. (Farsça)

amazon

  • Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır.
  • Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.

amin

  • Kim. Hususiyetleri ve yapıları bakımından amonyaka benzeyen kimyevi maddelerin cins adı.

amme

  • Bir suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir.

amortisör

  • Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat. (Fransızca)

an'anat / an'anât

  • (Tekili: An'ane) Rivayetler.
  • Gelenekler, an'aneler, âdetler, örfler.

anasır-ı asliye / anâsır-ı asliye

  • Temel unsurlar, ana maddeler.

anasır-ıerbe'a / anâsır-ıerbe'a

  • Dört temel unsur. Maddelerin asıllarını teşkil ettiği kabûl edilen dört unsur; toprak, su, hava, ateş.

aned

  • Cânib ve nâhiyeler.

anise

  • Sıkı bağlanmış. (Farsça)
  • Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi akıcı maddeler.) (Farsça)

anonim

  • yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser.
  • Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.

apulet

  • Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak. (Fransızca)

arab / ârâb

  • (Tekili: İrb ve İrbe) Hacetler.
  • Uzuvlar.
  • Akıllar, zekâlar.
  • Hileler, oyunlar.

arafat

  • Mekke'ye 12 mil yani takriben 20 km. uzaktaki bir yer. Hacca gidenler Zilhicce'nin 9. günü buraya gelerek bir müddet vakfe yaparlar.

araiz

  • (Tekili: Ariza) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar.

arazi-i mürfaka / arâzi-i mürfaka

  • Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar. Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar.

arif-i billah / ârif-i billah

  • Mürşid, ermiş, evliyâ. Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen. Âlemi, hâdiseleri İlahî feyz ve ilim ile gören veli.

aristokrat

  • yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde sınıfından olan.

ariza-i aciziye / arîza-i âciziye

  • "Bu aciz talebenizin bazı meselelerini sunduğu dilekçe" anlamına gelen ifade.

arşiv

  • Kıymetli belgelerin saklandığı yer.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arzu

  • Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı.

asa

  • (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.) (Farsça)

asabe

  • Kuvvet, şiddet.
  • Bir tek sinir.
  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı.
  • Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)

asaib

  • Cemaatler, tayfalar.
  • Başa sarılan sargılar, nesneler.

aşair

  • (Tekili: Aşiret) Aşiretler. Kabileler.

aşam

  • Yiyecek ve içecek. (Farsça)
  • İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

asar / âsâr

  • Vazifeler.
  • Yükler.
  • Cürümler. Kabahatler.
  • Öç almalar. İntikamlar.
  • Eserler.
  • İzler. Nişanlar. Abideler.
  • Âdetler.

asar-ı lütuf ve merhamet / âsâr-ı lütuf ve merhamet

  • İyilik, bağış ve merhamet eserleri, neticeleri.

aserat

  • Sürçmeler, yanılmalar.
  • Ayak kayması.

aşere-i mübeşşere

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde b

ases

  • Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

asfad

  • (Tekili: Safed) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.

asfiya

  • Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.

asfiya-i müçtehidin / asfiya-i müçtehidîn

  • Kur'ân ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan ve Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi kimseler.

ashab / ashâb / اصحاب / اَصْحَابْ

  • Hz. Peygamber'i mümin olarak gören ve o iman üzere ölen kimseler.
  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz
  • Sahipler, sahabeler.
  • Sahabeler.
  • Sahâbeler.

ashab-ı akıl ve nakil

  • Akıl ve bilim sahipleri ve dinî bilgileri nakleden kimseler.

ashab-ı bedir / ashâb-ı bedir

  • Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbeler (R.A.)

ashab-ı dünya

  • Yalnızca dünyaya çalışan, dünyalık kimseler.

ashab-ı güzin / ashâb-ı güzin

  • Mümtaz ve en meşhur sahâbeler.

ashab-ı irfan ve hikmet

  • İlim ve hikmet sahibi kimseler.

ashab-ı kemal

  • Mükemmel ve olgunluk sahibi kimseler.

ashab-ı keşif

  • İmanın hakikatlerine ve sırlarına, mânevi terakki ile ulaşan kimseler.

ashab-ı kiram / ashâb-ı kiram

  • Yüksek şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler.
  • Hz. Muhammedin (A.S.M.) Ashabı, sahabeleri.

ashab-ı meymene / ashâb-ı meymene

  • Uğurlu kişiler, iyi kimseler.
  • Dinen ihtiram mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahibleri. Hayırlı kimseler.

ashab-ı rıdvan / ashâb-ı rıdvân

  • Cenab-ı Hakkın rızâsıyla müjdelenen sahâbeler. (R.A.)

ashab-ı şuur

  • Şuurlu kimseler.

ashab-ı tahkik

  • Gerçeği delilleriyle araştıran kimseler.

ashab-ı uhdud / ashâb-ı uhdûd

  • Cenab-ı Hakka imân ve itâat edenleri çukurlara doldurup yakan veya sopa ile döven, fir'avn gibi zâlim kimseler.

ashab-ı yemin

  • Uğurlu, meymenetli kimseler.

ashab-üş-şimal / ashâb-üş-şimâl

  • Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler.

aşık-ı didar-ı pak / âşık-ı didâr-ı pâk

  • Temiz yüzün âşıkı.
  • Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri.

asil-zadegan / asil-zâdegân

  • (Tekili: Asil-zâde) Asilzâdeler, soylu kişiler.

aşirat / aşîrât

  • Aşireler, onda birler.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

aska' / askâ'

  • (Tekili: Suk) Çeşme duvarlarının bölmeleri.
  • Bölgeler.

asr

  • (Asır) Bir devrelik zaman.
  • İkindi vakti.
  • Zamanın bir cüz'ü.
  • Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
  • Yüz yıl.
  • Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
  • İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
  • Gece ve gündüzden

asr-ı saadet ve tabiin / asr-ı saadet ve tâbiîn

  • Mutluluk asrı olan sahabe dönemi ve sahabelere tâbi olan bir sonraki dönem.

asr-ı sahabe / asr-ı sahâbe

  • Sahabelerin (r.a.) yaşadığı dönem.

asram

  • (Tekili: Sırm) İnsan toplulukları, insan kümeleri.
  • Çadır grupları.

asri / asrî

  • Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.

aşşab

  • (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.

assubay

  • Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir.

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

aşub / aşûb

  • Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

atabey

  • (Atabek) Selçuklular devrinde şehzadelere mürebbilik eden şahıs, lala.

atavil

  • (Tekili: Atvel) Seçkin kimseler.
  • Uzun boylular.

ataya-yı rahmaniye / atâyâ-yı rahmâniye

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenâb-ı Hakkın bağış ve hediyeleri.

atba'

  • (Tekili: Tıb') Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları.

ateş

  • Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. (Farsça)
  • Kızgınlık, hararet. (Farsça)
  • Hiddet, gazab, şiddet. (Farsça)
  • Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. (Farsça)
  • Yangın. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)
  • Hastalık. (Farsça)
  • Harb, savaş. (Farsça)

ateş-i rumi / ateş-i rumî

  • Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.

atiyyat

  • (Tekili: Atiyye) Hediyeler. İhsanlar.
  • Büyük bir kimsenin bahşişleri.

atlab

  • (Tekili: Tâlib) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.
  • (Tılb) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.

atlas

  • (Tekili: Talas) Eskitmeler, yıpratmalar.
  • Eski, aşındırılmış, yıpranmış.

atmar

  • (Tekili: Tımr) Paçavralar. Eski, yıpranmış elbiseler.

atrab

  • Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar.

avabis

  • Müdhiş, çetin günler.
  • Yüzü abûs kimseler.

avah

  • Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri.
  • Rızık, kısmet, nasib.

avali / avalî / avâlî

  • Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler.
  • Medine etrafındaki semtler.
  • Yüceler, büyükler. Medine etrafındaki semtler.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avam-ı melaike / avâm-ı melâike

  • Meleklerden dereceleri düşük olanlar.

avam-perestane

  • Avam kimselere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette. (Farsça)

avamperestane / avamperestâne

  • Bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde.

avasım

  • (Tekili: Asıme) Temiz, ismetli kimseler.
  • Hudut şehirleri.

avatıf

  • (Tekili: Atıfet) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar.

avazil

  • (Tekili: Âzil) Başa kakıcı kimseler.

avrupa medeniyet-i sefihanesi

  • Helâl olmayan zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupanın medeniyeti.

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

ayan / âyan

  • Parlamentonun aldığı kararları düzeltmek için üyelerinin bir kısmı devlete mensup, bir kısmı da halktan seçilmiş olan meclis ve bu meclis üyelerinin her biri ("âyan meclisi", "âyandan falan zat" şeklinde kullanılır).

ayastafanos muahedesi

  • 3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna "Ayastafanos Mukaddemat-ı Sulhiyesi" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir.

ayat-ı kudret / âyât-ı kudret

  • Kudret âlemi olan kâinat belgeleri, delilleri.

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayet-i muhkeme / âyet-i muhkeme

  • Muhkem âyet. Çoğulu âyât-ı muhkemât'tır.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olan âyet-i kerîmelere verilen ad.

ayet-i nuriye-i hasbiye / âyet-i nuriye-i hasbiye

  • "Hasbünallahu ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)" âyetinin mertebeleri, nurları.

ayin / âyin

  • Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun.
  • Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyi

ayin-han / âyin-han

  • Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse. (Farsça)

ayn harfi

  • Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi hep âyet-i kerîmelerin sonunda bulunmaktadır.

ayn-ı lezzet-i sefihane / ayn-ı lezzet-i sefihâne

  • Yasak zevk ve eğlencelerde bulunan lezzetin kendisi.

aza / âzâ

  • Uzuvlar, organlar, üyeler.

aza-yı tabiiye / âzâ-yı tabiiye

  • Doğal üyeler.

azade-gan / azade-gân

  • (Tekili: Azâde) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar. (Farsça)

azamim

  • (Tekili: Izmâme) Desteler, kümeler, topluluklar, zümreler.

azeret

  • Yetişip kuvvetlenme.
  • Kalınlaşma.
  • Ekinin yetişip tanelerinin çıkması.

azlal

  • (Tekili: Zıll ) Gölgeler.

azulat / azulât / عضلات

  • Adaleler. (Arapça)

azuz / azûz

  • Memelerinin delikleri dar olan deve ve koyun.

ba-haberan / bâ-haberan

  • (Tekili: Bâ-haber) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.

bab harcı

  • Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.

bab-ı ali / bâb-ı âlî

  • Yüksek kapı.
  • Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina.
  • Mc: Osmanlı Hükümeti.

bad / bâd

  • "Olsun, ola, olaydı" mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd : Afiyet olsun. (Farsça)

baf / bâf

  • Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Farsça)

bagan

  • Bahçeler. Bostanlar. (Farsça)

bagaya

  • (Tekili: Bagiyy) Fahişeler.

bağıstan-ı cinan / bağıstan-ı cinân

  • Cennet bahçeleri.

bahatir

  • (Tekili: Bühter) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.

bahile

  • Arap kabilelerinden birinin ismi.
  • Dul kadın.

bahr-i mu'cizat / bahr-i mu'cizât

  • Mu'cizeler denizi.

bahr-i muhit-i havai / bahr-i muhit-i havaî

  • Yıldızların, seyyarelerin içinde dolaştığı feza. Büyük feza denizi.

bahriyyun

  • Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.

bakara

  • Sığır, inek.
  • Kur'ân-ı Kerim'in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır.

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

bakiyyet-üs-süyuf / bakiyyet-üs-süyûf

  • Kılıçtan kurtulan kimseler.
  • Mc: Arta kalan kişiler.

balast

  • ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.

ban

  • Dam, çatı.
  • Sorgun ağacı. Bey söğüdü.
  • yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.

banbu

  • (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.

bankiz

  • Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.

banu / bânû

  • Kadın, hatun, hanım. (Farsça)
  • Gelin. (Farsça)
  • Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri. (Farsça)

bar / bâr

  • Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran. (Farsça)

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

bari'

  • Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)

barigah-ı kibriya / bârigâh-ı kibriyâ

  • Cenâb-ı Hakkın sonsuz büyüklüğünün tecellî ettiği yüceler yücesi makam.

barla

  • Nur Risalelerinin yazıldığı belde.

başmuharrir

  • Başyazar, bir süreli yayında başmakaleleri, başyazıları yazan yazar.

bast-ı mukaddemat

  • Asıl konuya girmeden önce giriş cümlelerini söyleme.

bast-ı özür etmek

  • Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batarya

  • İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı.
  • Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.

batın / bâtın

  • Bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratan ve işleten Allah.

batın-ı umur / bâtın-ı umûr

  • İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri.

batıni / batınî

  • İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit.
  • Tas: Bâtiniyyeden olan.

batıniyyun / bâtıniyyûn

  • Kurânın açık mânâlarını bir yana bırakıp gizli mânalar bulduklarına inanarak sapıtan kimseler.

baykal

  • Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.

bedayi'

  • (Tekili: Bidâa) Sermayeler, anamallar.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedihiyat-ı hissi / bedihiyat-ı hissî

  • Hislerle açık bir şekilde idrak edilen nesneler, olaylar.

bedr muharebesi

  • Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 1

bedraka-i efkar / bedraka-i efkâr

  • Düşüncelerin kılavuzu, yol gösterici.

behaya / behâyâ

  • Güzel, parlak, lâtif şeyler; hediyeler.

behdel

  • Sırtlan yavrusu.
  • Erkeğin memelerinin büyük olması.

bekaya

  • Geride kalanlar, bakiyeler.
  • Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.

bel

  • Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.

bela-yı siyah / belâ-yı siyâh

  • Kara belâ.
  • Mc: Acı olan olaylar, kötü hâdiseler.

belabil

  • (Tekili: Belbâl - Belbele) Vesveseler. Kederler. Tasalar.
  • (Bülbül) Bülbüller. Andelibler.

belagat / belâgat

  • Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
  • Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,

belağat-i mu'cizekarane / belâğat-i mu'cizekârâne

  • Mu'cizeler gösteren belağat.

belaya

  • (Tekili: Belâ) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.

beled

  • (Tekili: Belde) Beldeler. Memleketler.

bendegan / bendegân / بندگان

  • Kullar. (Farsça)
  • Köleler. (Farsça)

benul-ahyaf / benûl-ahyâf

  • İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

benun / benûn

  • (Tekili: Benîn) (İbn) Oğullar. Zâdeler. Veledler.

beragis

  • (Tekili: Bürgus) Pireler.

berasin

  • (Tekili: Bürsün) Yırtıcı hayvanların pençeleri.

beratil

  • (Tekili: Birtîl) Hediyeler, rüşvetler.

berehmen

  • (Berhemen) Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları. (Farsça)

berekat-ı ilahiye / berekât-ı ilâhiye

  • Bereketli ve feyizli İlâhî hediyeler.

berere

  • (Tekili: Bârr ve Berr) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.

berzah-ı esma / berzah-ı esmâ

  • Allah'ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar.

beşarat / beşârât

  • Müjdeler, müjdeli haberler.
  • Beşaretler, müjdeler.

beşaretkarane / beşâretkârâne

  • Müjdelercesine.

besatet-i efkar / besâtet-i efkâr

  • Fikir ve düşüncelerin basitliği.

besatin / besâtîn / بساتين

  • Bostanlar, bağlar, bahçeler.
  • Bahçeler. (Arapça)

besatin-i cinan

  • Cennet bostanları. Cennet bahçeleri.

besatin-i daime / besâtîn-i daime

  • Daimi ve sürekli bahçeler.

besin

  • Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri. (Türkçe)

beşir

  • Müjdeci, iyi haber getiren,güleryüzlü.
  • Hıristiyan Araplar'da İncil yazan veya hıristiyanlık akidelerini telkin eden kimse.
  • Peygamberimizin bir vasfı.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)

besur / besûr

  • (Tekili: Besr) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.

bevadi

  • (Tekili: Bâdiye) Bâdiyeler, sahralar, çöller.

bevadir

  • (Tekili: Bâdire) Bâdireler, olagelen hâdiseler.

bevatıl

  • (Tekili: Bâtıl) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.

bey'

  • Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.

beyadıka

  • (Tekili: Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar.
  • Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.

beyanat / beyânât

  • Açıklayıp bildirmeler.

beyanat-ı medhiye

  • Övgü dolu ifadeler, açıklamalar.

beyin

  • Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkez (Türkçe)

beyt-i atik

  • Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)

beyya'

  • (Bey'. den) Dellal.
  • Alıp satan kimseler.
  • Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.

beyyinat

  • (Tekili: Beyyine) Beyyineler. Bürhanlar.

beyyine-i adile / beyyine-i âdile

  • Huk: Adaletli kimselerin şehadetleri.

bezaga

  • Kertenkele, keler. (Farsça)

bezm-i elest

  • Cenab-ı Hak ruhları yarattığında "Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde soru sorduğunda, ruhlar, "Evet Rabbimizsin" diye cevap vermeleri ânına "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" tabir edilir.

bezm-i ezel-i elestü

  • Cenâb-ı Hak ezelde ruhları yarattığında, "Ben Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki soruya bütün ruhların, "Evet Sen Rabbimizsin" diye söz vermeleri ânı; "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" şeklinde de ifade edilir.

bi / bî

  • Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, "BİA" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız. (Farsça)

bi'se

  • Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.

bi-çaregan / bî-çaregân

  • Zavallılar. Biçareler. (Farsça)

biat-ı rıdvan

  • Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz. Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400 veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.A.)

bid'at ehli

  • Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmının yolundan (Ehl-i sünnet îtikâdından) ayrılanlar. Bid'at sâhibi. Îtikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dinde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformcular.

bidayet mahkemesi

  • Bu tâbir eskiden Asliye Mahkemeleri için kullanılırdı.

bıka

  • (Tekili: Buka) Topraklar, memleketler, ülkeler.

bika'

  • (Tekili: Buk'a) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler.

bilad / bilâd / بلاد

  • Beldeler, şehirler, memleketler, kasabalar.
  • Beldeler, ülkeler.
  • (Tekili: Belde) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler.
  • Beldeler, memleketler.
  • Beldeler. (Arapça)
  • Memleketler. (Arapça)

bilad-ı amire / bilâd-ı âmire

  • İmar edilmiş, yapılmış beldeler.
  • Devlet idaresindeki yerler.

bilad-ı arab / bilâd-ı arab

  • Arap beldeleri, ülkeleri.

bilad-i arab / bilâd-i arab

  • Arab ülkeleri.

bilad-ı arabiye / bilâd-ı arabiye

  • Arap beldeleri, Arap memleketleri.

bilad-ı arap / bilâd-ı arap

  • Arap beldeleri, ülkeleri.

bilad-ı cesime / bilâd-ı cesime

  • Büyük ülkeler.

bilad-ı islamiye / bilâd-ı islâmiye

  • İslâm beldeleri, ülkeleri.

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bilinçaltı

  • Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hare (Türkçe)

bimare

  • Hasta, alil. (Farsça)
  • Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı. (Farsça)

birsam

  • (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.

bişar

  • Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. (Farsça)
  • Altın, gümüş kakmalı işlemeler. (Farsça)
  • Takatsiz, dermansız, halsiz. (Farsça)

biya'

  • (Tekili: Bia) Kiliseler.

biyocoğrafya

  • yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.

biyofizik

  • Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

biyonik

  • Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bostan-ı cinan / bostan-ı cinân

  • Cennet bahçeleri.

budizm

  • Hindistan'da M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış olan Buda'nın kurduğu, Uzakdoğu ülkelerinde yaygın bozuk bir inanış. Bu inanışta olanlara Budist denir.

büdün

  • (Tekili: Bedene) Kurbanlık develer.

bugat

  • (Tekili: Bâgî) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler.

buht

  • Arabî ile Acemîden doğmuş develer.

buhtiyye

  • Melez dişi develer.

büjmeje

  • Kaya keleri, kertenkele. (Farsça)

büldan / büldân / بلدان

  • (Tekili: Belde ve Beled) Beldeler, şehirler, iller, memleketler.
  • Beldeler, diyarlar, ülkeler. (Arapça)

bürcüd

  • Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.

bürhan

  • Delil, hüccet, isbat vasıtası.
  • Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas.
  • Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.

bürhan-ı inni / bürhan-ı innî

  • Hâdiselerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.
  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

burhan-ı limmi / burhan-ı limmî

  • Tümevarım; kanunlardan hâdiselere, sebeplerden neticelere, müessirden esere gitme usûl ve delili.

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

burhan-ı mantıki / burhan-ı mantıkî

  • Mantık kaidelerine uygun delil.

bürhan-ı mantıki / bürhan-ı mantıkî

  • Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir.

burhan-ı yakini / burhan-ı yakînî

  • Şüphelerden uzak, güçlü ve sarsılmaz kesin delil.

bürin

  • Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.) (Farsça)

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

bürokrat

  • Memur sınıfından olan. (Fransızca)
  • Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren. (Fransızca)

bürsün

  • (Çoğulu: Berâsin) İnsan eli.
  • Vahşi hayvanların pençesi.
  • Develere vurulan bir nevi damga.

buruc

  • (Tekili: Burc) Burçlar, hisarlar, kuleler.

bus

  • "Öpen" mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus : Etek öpen. (Farsça)

büyun

  • Geniş ve derin kuyu.
  • Mıntıkalar, bölgeler, yerler.

büyutat / büyûtât

  • (Tekili: Büyût) Asilzâde aileleri.
  • Asil kimseler, soylu kişiler.
  • Ev kümeleri.

cabir-ül-ensari / câbir-ül-ensarî

  • Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hic

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

can ü dilden

  • Can ve gönül ile; içten gelerek, gönülden.

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

cedavil / cedâvil / جداول

  • (Tekili: Cedvel) Cedveller.
  • Su yolları.
  • Listeler.
  • Cedveller, kanallar, listeler.
  • Cetveller, çizelgeler. (Arapça)

ceddat

  • (Tekili: Cedde) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler.

cedel

  • Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik)
  • Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.

celabib

  • (Tekili: Cilbâb) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler.

celail

  • (Tekili: Celile) Celiller, büyük olanlar, yüceler.

celaleddin-i süyuti / celaleddin-i süyûtî

  • (Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celale

celali / celalî

  • Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan.
  • Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad.
  • Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.

celaze

  • Sazların perdeleri.

çelenk

  • Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. (Cenazelere çelenk göndermek İslâm âdeti değildir, israftır.) (Farsça)

celesat

  • (Tekili: Celse) Meclisler, celseler.

celevat / celevât

  • (Tekili: Cilve) Cilveler. Hüsn-ü zuhûrlar.
  • Cilveler, yansımalar.
  • Cilveler, görünümler.

cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

  • Manevî âlemlerde en yüksek seviyeler olan kutupluk, gavslık ve ferdiyet özelliklerini üzerinde toplama; bu makamlara sahip olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî hazretleri.

cem-i müennes-i salim / cem-i müennes-i sâlim

  • Gr: Sonu (ât) eki ile biten cemi'ler. Meselâ: Müminât: (Kadın mü'minler, mümineler) Sâdıkât, Hafiyyât, Sâlihât gibi.

cem-ul cevami'

  • Eski medreselerde okutulan Dört Hak Mezhebin fıkıh usûlünü içine alan, Usûl-i Fıkh'ın en son kitabı. Müellifi Şâfiî âlimlerinden İbn-üs Sübkî'dir.

cemaat

  • Gayeleri bir olan topluluk.

cemal / cemâl

  • Güzellik.
  • Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
  • Zât, yüz.
  • Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.

cemal-i rububiyet / cemâl-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği.

cemerat

  • (Tekili: Cemre) Cemreler. Şubat ayında azar azar artan sıcaklıklar.

cengiziyan

  • Cengiz soyundan gelenler, bunlara tâbi olan kimseler. (Farsça)

cennat / cennât / جنات

  • Cennetler. (Arapça)
  • Bahçeler. (Arapça)

cennetmekan / cennetmekân

  • "Yeri cennet olası, makamı cennet olan" meâlinde olup, vefat eden makbul ve sâlih kimselere hürmeten söylenir.

cephane

  • (Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer.
  • Yanıcı maddeler levazımı.

cerad

  • "Cerâde"nin çoğulu.
  • Çekirgeler.
  • Yağmacılar.

ceraid / cerâid / جرائد

  • (Tekili: Ceride) Cerideler. Gazeteler.
  • Cerideler, gazeteler.
  • Gazeteler.
  • Gazeteler. (Arapça)

ceraid-i yevmiyye

  • Günlük gazeteler.

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

cereyan-ı efkar / cereyan-ı efkâr

  • Fikirler, düşünceler akımı.

cereyan-ı hikmet

  • Hikmetin cârî, yürürlükte olması; dünyadaki hâdiselerin sebepler altında, fayda ve gayelere yönelik olarak cereyan etmesi.

cerib

  • İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü.
  • Dönüm.
  • Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü.

cerre çıkma

  • Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.

çeş

  • "Deneyen, sınayan, tadına bakan" mânâsına gelerek kelimelere eklenir. (Farsça)

cevadd

  • (Tekili: Câdde) Caddeler, büyük ve işler yollar, tarikler.

cevahir-i ferd / cevâhir-i ferd

  • (Tekili: Cevher-i ferd) Cevher-i ferdler. Zerreler, atomlar.
  • Tek başına olan cevherler; atomlar, zerreler.

cevahir-i fert / cevâhir-i fert

  • Tek başına olan cevherler; atomlar, zerreler.

cevaiz

  • (Tekili: Câize) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar.

cevami-ül kelim / cevâmi-ül kelim

  • Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler, fıkralar.

cevamiu'l-kelim / cevâmiu'l-kelim

  • Az sözle çok mânâ içeren kelâmlar, ibâreler.
  • Kelimeler topluluğu.

cevamiü'l-kelim / cevâmiü'l-kelim

  • Özlü sözler, vecizeler.

cevari

  • (Tekili: Câriye) Akıcı ve câri olanlar.
  • Hizmetçi kızlar.
  • Câriyeler, kadınlar.

ceza

  • Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab.
  • Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım.

cezair

  • (Tekili: Cezâyir) (Cezire) Cezireler, adalar.
  • Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.

cezalet / cezâlet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld
  • Sözde kelimelerin düzgün dizilişinden doğan güzellik.

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

cezebat

  • (Tekili: Cezbe) Cezbeler.

cibah

  • (Tekili: Cebhe) Cebheler, alınlar.

cifir

  • Harflere verilen sayı kıymetiyle ibarelerden geçmişe veya geleceğe ait işâretler çıkarmak, tarih düşürmek.

cifr

  • (Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir.

cihad / cihâd

  • İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal, can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek.

cilve-i rabbaniye / cilve-i rabbâniye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin ve onları terbiye, idare ve egemenliği altında bulundurmasının izi, görüntüsü.

cimal

  • (Tekili: Cemel) Erkek develer.

çin

  • "Derleyen, toplayan" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

cinan / cinân / جنان

  • Cennetler, bahçeler (üniversiteler, mektepler, zikirhaneler vs.).
  • Cennetler. (Arapça)
  • Bahçeler. (Arapça)

cinan-ı cenan / cinân-ı cenân

  • Kalb ve ruh bahçeleri.

cinan-ı cennet / cinân-ı cennet

  • Cennet bahçeleri.

cinan-ı hilkat

  • Yaratılış bahçeleri.

cinas / cinâs

  • Benzeyiş, münâsebet.
  • Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya "tecnis" denir, o kelimelere de "cinas" denir.
  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cinas-ı muharref

  • Edb: Yalnız harflerde beraberlik, harekelerde ayrılık bulunan cinâs. (merd, mürd gibi.)

cinas-ı nakıs / cinas-ı nâkıs

  • Edb: Cinaslı kelimelerin birinde veya birkaç harfin ziyade olması suretiyle yapılan cinas. (dem, âdem gibi.)

cinas-ı tamm

  • Edb: Lâfızda, harekelerde ve harflerde eksiklik ve ziyâdelik bulunmayan cinâs. Kır (kırmaktan emir), kır (çöl); yaz (yazmaktan emir), yaz (mevsim).

cinayet ve ictinadan himayet etmek

  • Kesilme ve mevyelerin toplanma teklikesine karşı korumak.

ciraye

  • Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.

ciyef

  • (Tekili: Cife) Lâşeler, leşler. Cifeler.

cu

  • Custen fiilinin emir kökü. Gelecek misâlde olduğu gibi birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

cümel / جمل

  • (Tekili: Cümle) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular.
  • Cümleler.
  • Cümleler. (Arapça)

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cümma'

  • Bir araya gelerek toplanmış şey, küme.

cürde askeri

  • Eskiden hacca giden kafilelerin muhafızlığını yapan asker.

cüses

  • (Tekili: Cüsse) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler.

dabb

  • (Çoğulu: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele.
  • Yaraya merhem sürmek.
  • Akmak.
  • Süt sağmak.
  • Yere yapışmak.
  • Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar).
  • Hurma çiçeği.

dahme

  • Mezar, kabir. türbe. (Farsça)
  • Donanma geceleri atılan hava fişeği. (Farsça)

dakaik-aşina

  • İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. (Farsça)

dakika

  • (Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
  • İnce fikir, mülâhaza, nükte.
  • Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.

dakika-şinas

  • İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.

dalgakıran

  • Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set. (Türkçe)

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

dan

  • Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan : Mangal. Cüz-dan : Cüz kabı, çanta.

danişmend

  • (Çoğulu: Dânişmendân) Bilgili, ilimli. (Farsça)
  • Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. (Farsça)

dar-ül cihad / dâr-ül cihad

  • İslâm sınırlarının haricindeki ülkeler.

darabat / darabât / ضربات

  • Darbeler, vuruşlar. (Arapça)

daru'l-muallimin / dâru'l-muallimîn

  • Öğretmen okulu; 1847'de rüştiyelere (ortaokullara) öğretmen yetiştirmek üzere kurulan eğitim kurumu.

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

dasitan / dâsitân

  • (Dâstân) Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. (Farsça)
  • Şöhret. (Farsça)

davahi

  • Memleket köşeleri.

dayı

  • Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan.
  • Annenin erkek kardeşi.

deavi

  • (Tekili: Davâ) Dâvalar, mes'eleler.

deccaliyet / deccâliyet

  • Din yıkıcı deccalın ilkeleriyle hareket edenlerin oluşturduğu mânevî şahsiyet.

defaat / defâât / defaât / دفعات

  • Kerreler, def'alar. Müteaddid.
  • Defalar, kereler.
  • Kereler, defalar. (Arapça)

defain / defâin / دفائن

  • (Tekili: Define) Defineler.
  • Defineler, örtülü hazineler.
  • Defineler.
  • Gömüler, defineler. (Arapça)

defain-i saadet / defâin-i saadet

  • Mutluluk defineleri.

dehdan

  • Develerin bir yere toplanması.

dekaik-i mesail-i fer'iye / dekaik-i mesâil-i fer'iye

  • Ana meselelerin kollarına ve en alt konularına yönelik incelikler.

dekan

  • Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.

delail-i enfüsiye / delâil-i enfüsiye

  • Dahili deliller; kalb, vicdan, his ve lâtifeler gibi insanın iç âlemine konan donanımlarından hareketle Allah'ın varlığına ait deliller.

delalat

  • (Tekili: Delâlet) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.

delil-i ihtirai / delil-i ihtirâî

  • Kâinatta her bir varlığın kendinden beklenen neticeleri yerine getirebilecek şekilde kabiliyetlerine göre en üst derecede yoktan yaratılması.

delil-i inni / delil-i innî

  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

derahim

  • (Tekili: Dirhem) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri.
  • Akçeler, paralar.

derecat / derecât / درجات

  • (Tekili: Derece) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.
  • Dereceler.
  • Dereceler, yukarı katlar.
  • Dereceler.
  • Dereceler. (Arapça)

derecat-ı arifin / derecât-ı ârifîn

  • Ariflerin dereceleri.

derecat-ı erzak / derecât-ı erzak

  • Rızıkların dereceleri.

derecat-ı fehim / derecât-ı fehim

  • Anlayış dereceleri.

derecat-ı hararet

  • Sıcaklık dereceleri.

derecat-ı imaniye / derecât-ı imaniye

  • Îmanın dereceleri.

derecat-ı insan

  • İnsanların seviyeleri, dereceleri.

derecat-ı kurbiye / derecât-ı kurbiye

  • Yakınlık dereceleri. Allah'a manevi yakınlık mertebeleri.
  • Allah'a yakınlık dereceleri.

derecat-ı niam-ı ilahiye / derecat-ı niam-ı ilâhiye

  • İlâhî nimetlerin dereceleri.

derecat-ı refia ve mühimme / derecat-ı refîa ve mühimme

  • Çok yüce ve önemli dereceler.

derecat-ı şemsiye / derecât-ı şemsiye

  • Güneşe ait dereceler.

derecat-ı takdir / derecât-ı takdir

  • Takdir, övgü dereceleri.

derecat-ı tecelli / derecât-ı tecellî

  • Yansıma dereceleri.

derecat-ı tecelliyat / derecât-ı tecelliyât

  • Görünüm ve yansıma dereceleri.

derekat / derekât

  • Derekeler, aşağı katlar.
  • Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.
  • Aşağı mertebeler.

dergah / dergâh

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.

ders-i amm

  • Bir medreseyi bitirdikten sonra, tâbi tutulan imtihan sonunda medrese talebelerine ders vermek salâhiyetini kazanan.
  • Asistan.
  • Herkese ders vermeğe salâhiyetli âlim.

derviş

  • Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse.

desais / desâis / دسائس

  • (Tekili: Desise) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler.
  • Hileler, aldatmacalar.
  • Desiseler, hileler, oyunlar.
  • Hileler, oyunlar. (Arapça)

desais-i harbiye / desâis-i harbiye

  • Harp hileleri.

desais-i şeytaniye / desâis-i şeytaniye

  • Şeytanın desiseleri, hileleri.

desais-i şeytaniyye

  • Şeytanca desiseler, hileler.

desatir / desâtir

  • (Tekili: Düstur) Düsturlar, kaideler.
  • Düsturlar, ilkeler.

desatir-i aliye / desatir-i âliye

  • Yüksek ve ulvi düsturlar ve kaideler.

desatir-i hikmet / desâtir-i hikmet

  • Hikmet düsturları. Hikmet ve maslahatın iktiza ettirdiği kaideler.
  • Hikmet düsturları; İlâhî gaye ve faydanın prensip ve kaideleri.

desatir-i ilmiye / desâtir-i ilmiye

  • İlmin düsturları. İlmin icab ettirdiği kaideler.

desise-i şeytaniye

  • Şeytanın hile ve desiseleri.

destan

  • (Tekili: Dest) Eller. (Farsça)
  • Hikâyeler, masallar. (Farsça)
  • Hile, tezvir, mekir. (Farsça)
  • Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı. (Farsça)

devair / devâir / دوائر

  • (Tekili: Dâire) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler.
  • Daireler.
  • Daireler, işyerleri.
  • Daireler. (Arapça)

devair-i adliye / devâir-i adliye

  • Adliye daireleri.

devair-i askeriye / devâir-i askeriye

  • Askerî daireler.
  • Askerî daireler.

devair-i devlet

  • Devlet daireleri.

devair-i gaybiye / devâir-i gaybiye

  • Gaybî, görünmeyen daireler.

devair-i külliye / devâir-i külliye

  • Geniş ve kapsamlı daireler.

devair-i masnuat / devâir-i masnuat

  • San'atla yapılmış şeylerin oluşturduğu daireler.

devair-i mütedahile / devâir-i mütedahile

  • İç içe daireler.
  • İç içe daireler.

devair-i resmiye

  • Resmî daireler.

devair-i rububiyet / devâir-i rububiyet

  • Rububiyet daireleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının alanları.

devair-i saltanat / devâir-i saltanat

  • Saltanat daireleri.

devair-i saltanat-ı ilahiye / devâir-i saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanat daireleri.

devair-i tedbir ve icad / devâir-i tedbir ve icad

  • İdare etme ve yaratma daireleri.

devair-i ubudiyet / devâir-i ubûdiyet

  • Kulluk daireleri.

deveran-ı dünya / deverân-ı dünya

  • Dünyanın sürekli dönmesiyle meydana gelen büyük gelişmeler.

devir ve teselsül

  • Davanın delile ve delilin davaya taalluk etmesiyle kaziyenin dönüp dolaşıp yine eski hâline gelerek hallolunamaması.

devletçilik

  • Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve ziraatin devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma âid olan işleri ve bu işler için lâzım gelen teşkilât, müessese ve sâirelerini devlet eliyle yapılmasını kabul eden idâre sistemi.
  • Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseseler

devletli

  • Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan. (Farsça)

devletlü necabetlü / devletlü necâbetlü

  • Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.

devriy

  • (Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol.
  • Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.

devvare

  • Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.

deylem

  • Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer.
  • Belâ.
  • Zahmet.
  • Düşman.
  • Türaç kuşunun erkeği.
  • Cemaat.
  • Bir kabile adıdır ve ehline "Deylemî" derler.

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

dih

  • "Veren, verici" mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih : Rahatlık veren. (Farsça)

dihat

  • (Tekili: Dih) Köyler, karyeler. (Farsça)

dik-ı elfaz / dîk-ı elfaz

  • İfadelerdeki, sözlerdeki darlık, yetersizlik.

diku'l-elfaz / dîku'l-elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin bir mânâyı aktarmada yetersiz kalışı, lâfız darlığı.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

dindar

  • Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin. (Farsça)

diplomat

  • yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı.
  • Becerikli, söz söyliyebilen.
  • Memleket ve millet meseleleri hakkında siyasî söz sahibi.

diran

  • (Tekili: Dâr) Evler, hâneler.

divan

  • Eskiden yaşamış şâirlerin şiirlerinin toplandığı kitap.
  • Büyük meclis. Büyük ve idâre işlerine bakan bilgili, nüfuzlu kimselerin toplandıkları yer.

divan-ı harp

  • Harp divanı. Yüksek rütbeli askerlerin harp mes'eleleri veya harp suçluları hakkında işler için toplandıkları meclis.

divan-ı hümayun / divan-ı hümâyun

  • Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük devlet ricali bulunurdu. (Farsça)

diyar-ı baide / diyar-ı baîde

  • Uzak diyarlar, ülkeler.

diyar-ı küfr

  • İslâm ülkelerinden hariç olan memleketler.

diyer

  • (Tekili: Dâr) Dârlar, hâneler, evler.

dizçek

  • Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

döviz

  • Yabancı devlet parası. (Fransızca)
  • Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler. (Fransızca)

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

duhas

  • Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, "dülfin" de derler.)

dükkan-ı rabbani / dükkân-ı rabbânî

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü.

dun-perver / dûn-perver

  • Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan. (Farsça)

dunperver / dûnperver / دون پرور

  • Aşağılık kimseleri koruyan. (Arapça - Farsça)

dürrat

  • (Tekili: Dürre) Büyük, iri inci taneleri.

duru'

  • (Tekili: Dır) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler.

durub

  • (Tekili: Darb) Döğmeler, vurmalar, darblar.

düsür

  • (Tekili: Disar) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler.
  • Yatak çarşafları.

e

  • Gr: İstifham, sorgu edatı. (Ezehebe Nuri: Nuri gitti mi? derken Ezehebe'nin başındaki "E" harfi gibi)
  • Arapça kelimelerin sonuna "e" gelerek onları müennes yapmaya yarar. Âdil, Âdile... Emin, Emine... Kâmil, Kâmile... Nuri, Nuriye... gibi.

e'ba

  • Yükler, hamuleler, çuvallar.

e'zar

  • Özürler. Kusurlar. Bahaneler.

eali

  • (Tekili: A'lâ) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.

eb'ad / eb'âd

  • (Tekili: Bu'd) Mesafeler, uzaklıklar.

eb'ad-ı vasia / eb'âd-ı vâsia

  • Geniş mesafeler, boyutlar, uzaklıklar.

ebatih

  • (Tekili: Ebtah) Kumlu dereler ve ırmaklar.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),

ebced hesabı / ebced hesâbı

  • Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdiseler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk Ebediyatında hâdiselerin tarihleri Ebced hesâbı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek me
  • Her harfi bir rakamı gösteren arabî harflerle yazılı sekiz kelimeden meydana gelen bir hesab sistemi. Hâdiselerin zamânının tesbiti ve hatırda daha kolay kalması için rakamları harf olan târih düşürme sanatı.

ebedi mahrem / ebedî mahrem

  • Dinde kendileriyle evlenilmesi ölünceye kadar haram, yasak olan kimseler.

ebna / ebnâ

  • (Tekili: İbn) Oğullar. Çocuklar. Veledler. Ferzendeler.

ebrac

  • Burçlar, kaleler.

ebrar / ebrâr

  • İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir.

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ebu cehl

  • "Cehalet babası" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü.

ebu hüreyre

  • Peygamberimize (A.S.M.) bütün gücüyle hizmette bulunmuş ve İ'lâ-yı kelimetullâh yolunda Peygamber (A.S.M.) ile bütün muharebelere iştirak etmiş, 5374 aded Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicri 75 yılında, Medine-i Münevvere'de, 78 yaşında iken dâr-ı bekaya irtihâl etmiştir. (R.A.)

ebu katade haris bin rib'iy

  • Ensardan ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süvarilerindendir. 170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uhud Gazvesinden itibaren bütün muharebelere iştirak etmiş bir kahraman olup 74 tarihinde 80 yaşında iken Medine'ye avdetinde vefat etmiştir. (R.A.)

ebu talha zeyd bin sehl

  • Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.)

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

ebu-l ala-i maarri / ebu-l ala-i maarrî

  • (Mi: 973 - 1057) Kör olmasına rağmen hafızasının fevkalâdeliği ile tanınmış büyük Arap şairlerinden biridir ki, kasideleriyle meşhurdur.

ecamire

  • Taifeler, kabileler, kavimler.

ecdad / ecdâd

  • (Tekili: Cedd) Dedeler. Babalar. Büyük babalar.
  • Atalar, dedeler.

ecdat

  • Dedeler, atalar.

ecmal

  • (Tekili: Cemel) Develer.
  • Cümleler.
  • Yekünler.

ecram-ı kainat / ecram-ı kâinat

  • Kâinattaki kütleler; cisimler.

ecsam-ı şeffafe

  • Şeffaf cisimler, saydam maddeler.

ecyaf

  • (Tekili: Cife) Kokmuş etler. Cifeler.

ecyal

  • (Tekili: Cîl) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller.

ecza / eczâ / اجزا / اَجْزَا

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
  • Cüzler.
  • Eczacılıkta kullanılan maddeler.
  • Bir kitabın parçaları. Kur'ân-ı Kerim'in cüzleri.
  • Parçalar. (Arapça)
  • İlaç hammaddeleri. (Arapça)
  • (Kimyevî) küçük maddeler.

ed'iye-i me'sure

  • Peygamberimiz (A.S.M.) ile, sahabelerden naklolunan te'sirli ve makbul duâlar.

eda-i feraiz / eda-i ferâiz

  • Allah'ın (C.C.) farz olarak emrettiklerini yerine getirmek. Farz vazifelerini ifa etmek.

edani

  • (Tekili: Ednâ) Ednâlar, en deniler, en alçaklar. Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler.

edat

  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).

edvar-ı seb'a

  • Yedi devreler. Dünyanın yaradılışından beri geçirdiği devreler ki, nazariye olarak söylenir.

edviye

  • Devâlar, çareler.

edyar

  • (Tekili: Deyr) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.

ef'al-i kulub / ef'âl-i kulûb

  • Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça'da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi)

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • İslâm dîninde mükelleflerin (dînî vazîfeleri yerine getirmekle yükümlü, sorumlu kimselerin) yapmaları ve sakınmaları lâzım olan emirler ve yasaklar. Ahkâm-ı İslâmiyye (fıkıh bilgileri), din bilgileri.
  • Mükellef olanların (yani; Cenâb-ı Hakk'ın teklif ve emirlerini kabul ve vazifeli kimselerin) yaptıkları amel ve işler. Bunlar şu isim altında sıralanır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, sahih bâtıl, fâsid, helâl.

ef'al-i rabbaniye / ef'âl-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiilleri.

efadıl / efâdıl

  • (Efâzıl) Faziletliler, iyiliksever ve temiz kimseler.
  • Üstün nitelikli kimseler.

efahim

  • (Tekili: Efhâm) Büyük zatlar. Pek büyük, muhterem kimseler.

efazıl / efâzıl

  • (Tekili: Efdal) Fâzıllar, faziletliler. Mümtaz ve çok bilgili kimseler.

efdal

  • (Tekili: Fazl) Ziyadeler, fazlalar, çoklar.
  • İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler.

efgan

  • Figanlar, inlemeler.

efkar / efkâr / افكار

  • (Tekili: Fikir) Fikirler. Düşünceler.
  • Fikirler, düşünceler.
  • Fikirler, düşünceler. (Arapça)

efkar-ı aliye / efkâr-ı âliye

  • Yüksek düşünceler, fikirler.

efkar-ı amme-i millet / efkâr-ı âmme-i millet

  • Kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı batıla / efkâr-ı batıla

  • Asılsız, boş düşünceler.

efkar-ı hazıra / efkâr-ı hâzıra

  • Şu anda mevcut olan düşünceler, fikirler.

efkar-ı mücerrede / efkâr-ı mücerrede

  • Mücerret fikirler; maddî âlemlerden uzak ve soyutlanmış düşünceler.

efkar-ı münafıkane / efkâr-ı münafıkane

  • İki yüzlü, içten pazarlıklı fikirler, düşünceler.

efkar-ı mütehalife / efkâr-ı mütehâlife

  • Farklı düşünceler.

efkar-ı nuriye / efkâr-ı nuriye

  • Nurlu, aydın fikirler, düşünceler.

efkar-ı saibe / efkâr-ı saibe

  • İsabetli görüşler, doğru düşünceler.

efkar-ı sefile / efkâr-ı sefile

  • Sefil düşünceler, fikirler.

efkar-ı ulema / efkâr-ı ulema

  • Âlimlerin fikirleri, düşünceleri.

efkar-ı umumi / efkâr-ı umumî

  • Kamuoyu; genelin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı umumiye / efkâr-ı umumiye

  • Kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri.

efkarıamme / efkârıâmme

  • Umumun fikirleri, halkın düşünceleri.

efnan

  • (Tekili: Fen) Neviler, çeşitler.
  • (Fenen. den) İnce dallar.
  • Üslublar, şubeler.

efradın zerrat-ı hürriyatı / efrâdın zerrât-ı hürriyâtı

  • Bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları.

efrah

  • Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler.

efsun / efsûn

  • Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

efza

  • (Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ : Hayret verici, hayret artıran. (Farsça)

egani

  • (Tekili: Ugniyye) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler.

eglak

  • (Tekili: Galak) Kilitler, kilitli şeyler. Mc: Anlaşılması zor olan ifadeler.

eglal

  • (Tekili: Gull) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler.
  • (Galel) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.

ehaci / ehacî

  • (Tekili: Uhcüvve) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ehdaf

  • (Tekili: Hedef) Hedefler, nişan alınan yerler.
  • Yüksek yerler.
  • Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.

ehibba / ehibbâ

  • Dostlar, sevdiği kimseler.

ehl u iyal / ehl u iyâl

  • Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu aile efradı ve diğer kimseler.

ehl-i adalet

  • Adaletle davranan kimseler.

ehl-i ahiret / ehl-i âhiret

  • Âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler.

ehl-i akıl ve vicdan

  • Akıl ve vicdan sahibi kimseler.

ehl-i bedeviyet

  • Göçebeler, köylüler.

ehl-i beyt

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.

ehl-i dalalet / ehl-i dalâlet

  • Doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler.

ehl-i dalalet ve gaflet / ehl-i dalâlet ve gaflet

  • Doğru ve hak yoldan sapmış ve gaflete dalmış kimseler.

ehl-i dalalet ve ilhad / ehl-i dalâlet ve ilhad

  • Doğru ve hak yoldan sapan, insanları da saptırmaya çalışan sapık kimseler.

ehl-i dalalet ve sefahet / ehl-i dalâlet ve sefahet

  • Doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler.

ehl-i dirayet

  • Zeka, bilgi ve kavrayış sahibi kimseler.

ehl-i gaflet

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan kimseler.

ehl-i gaflet ve dalalet / ehl-i gaflet ve dalâlet

  • Âhirete ve Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız ve hak yoldan sapmış kimseler.

ehl-i gıybet

  • Gıybet eden, arkadan çekiştiren kimseler.

ehl-i hak

  • Hak ve doğru yolda olan kimseler.

ehl-i hak ve iman

  • Hak ve doğru yolda olan, Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan kimseler.

ehl-i hak ve insaf

  • Hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler.

ehl-i hak ve istikamet

  • Doğru ve hak yolda olan kimseler.

ehl-i hak ve zekavet / ehl-i hak ve zekâvet

  • Doğru yoldan olan ve çabuk anlayıp kavrayan zekî kimseler.

ehl-i hakikat ve kemal / ehl-i hakikat ve kemâl

  • Doğru ve hak yolda olanlar ve mânevî açıdan belirli bir olgunluğa erişmiş kimseler.

ehl-i hakikat ve keşif

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i hamiyet

  • Hamiyet ve gayret sahibi kimseler.

ehl-i hidayet

  • Hidâyette ve doğru yolda olanlar. Hidâyete erişmiş kimseler.

ehl-i hıfz

  • Kur'ân'ı ezberleyen, kimseler, hâfızlar.

ehl-i hükümet

  • Hükümete mensup kimseler, milleti idare edenler.

ehl-i ihtisas

  • Sahasında uzman olan kimseler.
  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i ihtisas ve müşahede

  • Görünmeyen âlemlere ait hakikatleri bizzat gözleyen ve bu konuda uzmanlaşan kimseler.

ehl-i ilim ve kemal

  • Fazilet ve ilim sahibi kimseler.

ehl-i ilim ve tarikat

  • İlim sahibi ve bir tarikata bağlı olan kimseler.

ehl-i iltibas

  • Hak ile batılı karıştıran kimseler.

ehl-i iman / ehl-i îmân

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve hakikat

  • Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan ve Kur'ân'a tâbi olan kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve irfan

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan kimseler ve ilim sahipleri.

ehl-i iman ve salahat / ehl-i iman ve salâhat

  • Allah'a ve iman esaslarına inanan takva sahipleri, sâlih kimseler.

ehl-i iman ve takva / ehl-i iman ve takvâ

  • Allah'a inanıp Onun emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i iman ve tevhid

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan ve bunu ilân eden kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve'l-kur'an / ehl-i iman ve'l-kur'ân

  • Allah'a ve Kur'ân'a inanıp emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i inkar ve dalalet / ehl-i inkâr ve dalâlet

  • Hak yoldan sapmış, inançsız kimseler.

ehl-i insaf

  • İnsaf sahibi kimseler.

ehl-i insaf ve dikkat

  • İnsaf sahibi ve dikkatli kimseler.

ehl-i irfan

  • Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatin özüne ve esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler.

ehl-i işarat / ehl-i işârât

  • Çeşitli ifadeler ile geleceğe dair bazı haberleri dolaylı işaretler yoluyla aktaran âlimler.

ehl-i ispat

  • Doğruyu ortaya çıkaran kimseler.

ehl-i iştiyak

  • Çok istekli kimseler.

ehl-i isyan

  • Allah'a karşı isyan eden kimseler.

ehl-i izzet

  • İtibar ve şeref sahibi kimseler.

ehl-i kemal / ehl-i kemâl

  • Kemâl sahibi, olgun kimseler.

ehl-i keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hâl ve hareketler gösteren kimseler.

ehl-i keşif ve hakikat

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve ilham

  • Görünmeyen ve bilinmeyen âlemlere ait olan hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve yardımıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla bilen ve gören kimseler.

ehl-i keşif ve tahkik

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i kıraat ve kitabet

  • Okuma-yazma bilen kimseler.

ehl-i marifet / ehl-i mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler.

ehl-i mektep ve fen

  • Okumuş ve ilim ehli kimseler.

ehl-i nübüvvet ve salahat / ehl-i nübüvvet ve salâhat

  • Peygamberler ve takva sahibi sâlih kimseler.

ehl-i rivayet-i sadıka / ehl-i rivâyet-i sadıka

  • Peygamberimizden duyulan şeyleri dosdoğru bir şekilde nakleden kimseler.

ehl-i salah / ehl-i salâh

  • Namuslu, doğru ve adaletli kimseler.
  • Huk: Hâli mestur, nâmuslu, doğru, adaletli olan kimse. Sâlih kimseler.

ehl-i salahat / ehl-i salâhat

  • Dine göre yaşayanlar, salih kimseler.

ehl-i sefahet

  • Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler.

ehl-i sefahet ve dalalet / ehl-i sefahet ve dalâlet

  • Yasak eğlence, zevklere düşkün olan, doğru ve hak yoldan sapan, sapık kimseler.

ehl-i şirk ve dalalet / ehl-i şirk ve dalâlet

  • Allah'a ortak koşanlar ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler.

ehl-i şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gören kimseler.

ehl-i sünnet ve cemaat / اَهْلِ سُنَّتْ وَجَمَاعَتْ

  • Peygamberimiz (asm) ve sahabelerine inanç ve amelde uyanlar.

ehl-i takva / ehl-i takvâ

  • Takvâ sahipleri; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i takva ve salahat / ehl-i takvâ ve salâhat

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan ve dindarlıkta çok ileri olan kimseler.

ehl-i takva ve vicdan / ehl-i takvâ ve vicdan

  • Allah'tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri.

ehl-i tasavvuf

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.

ehl-i tekke

  • Tekkeye giden ve oradaki zikirleri yapan kişiler; Osmanlı döneminde, sadece tasavvuf ve tarikat eğitimi verilen tekkelerde mânevî ilim tahsil edenler.

ehl-i tenkit

  • Eleştirmenler, kritik ve eleştiri yapan kimseler.

ehl-i tetkik

  • Dikkatle ve titizlikle araştıran kimseler.

ehl-i usulüddin

  • Din usulculeri; dinin usul ve prensiplerini bilen, itikada ait meseleleri ispat eden âlimler.

ehl-i vahdetü'ş-şuhud

  • Görünen herşeyin Allah'ın varlığını gösterdiğini söyleyen kimseler.

ehl-i velayet ve keşif / ehl-i velâyet ve keşif

  • Mânevî mertebelere yükselen ve maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini keşfeden insanlar.

ehl-i velayet ve tahkik / ehl-i velâyet ve tahkik

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini delilleriyle bilen Allah dostu âlim kimseler.

ehl-i veraset-i nübüvvet

  • Peygamberin (a.s.m.) vârisi olan kimseler, âlimler.

ehl-i vukuf

  • Bir mes'ele hakkında bilgi sahibi olan salâhiyetli kimseler. Vukuf ehli. Bilirkişi.

ehl-i zevk / اَهْلِ ذَوْقْ

  • İlahî sırların ruh ve kalbten, nefis ve hislere geçmesiyle bundan zevk alan kimseler.

ehl-i zevk ve keşif

  • İman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler.

ehlifelsefe

  • Felsefeciler, felsefeye önem veren kimseler.

ehlihakikat / ehlihakîkat

  • Hakikatı bulan kimseler.

ehlisuffa

  • Peygamberimizin mescidinde kalan sahabeler.

ehlitakva

  • Allahtan korkup günahtan sakınan kimseler.

eimme-i selase / eimme-i selâse

  • Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur.

ekalim / ekâlim / ekâlîm / اقاليم

  • İklimler, memleketler, ülkeler.
  • Ülkeler. (Arapça)
  • Büyük toprak parçaları. (Arapça)

ekalim-i harre / ekalim-i hârre

  • Sıcak iklimler, ülkeler.

ekam

  • (Tekili: Ekme) Tepeler, bayırlar.

ekasi-i bilad / ekasi-i bilâd

  • Uzak beldeler, en uzak şehirler.

ekhal / ekhâl / اكحال

  • (Tekili: Kühl) Göze çekilen sürmeler.
  • Sürmeler. (Arapça)

eknaf / eknâf / اكناف

  • Yerler, yöreler, taraflar. (Arapça)

eknan

  • (Tekili: Kinân) Mahfazalar, perdeler.
  • Evler, odalar, hücreler. Çadırlar.

ekol

  • (Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. (Fransızca)
  • Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı. (Fransızca)

ekoloji

  • yun. Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki münasebetleri araştıran biyoloji kolu.

ekrad aşairi / ekrad aşâiri

  • Kürd aşiretleri, kabileleri.

eksantrik

  • Lât. Merkezden uzakta kurulmuş.
  • Mat: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler.
  • Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici.

ekser-i meratib

  • Mertebelerin çoğu, mertebe, derece çokluğu.

ekseriyet

  • (Ekseriyyet) En büyük kısım, çokluk.
  • Bir topluluk ve hey'etin yarısından fazlası.
  • Bir mecliste üyelerin verdikleri rey'lerin büyük kısmı ve bunların üstünlüğü.

ektar

  • (Tekili: Keter) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.

ekvah

  • (Tekili: Kûh) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.

ekvaz

  • (Tekili: Kûz) Kâseler, bardaklar, kadehller.

ekyal / ekyâl / اكيال

  • (Tekili: Keyl) Keyller, kileler, hububat ölçüleri, ölçekler.
  • Kileler. (Arapça)
  • Ölçekler. (Arapça)

ekyas

  • (Tekili: Kis) Kisler, para keseleri. Torbalar.
  • (Keys) Akıllı kimseler.

elbürz

  • Kafkas sıradağlarının en yükseği. (Farsça)
  • Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. (Farsça)
  • Uzun boylu ve yakışıklı kimse. (Farsça)

elest günü

  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb ve rdikleri gün, zaman.

elfaf

  • Lifler. Lif lif. Sarmaş dolaş.
  • Cemaatler, taifeler.

elfaz / elfâz

  • Kelimeler, sözler.

elfaz-ı hadisiye / elfâz-ı hadîsiye

  • Hadislerdeki lâfız ve ifâdeler, metinler.

elfaz-ı kudsiye-i ilahiye / elfâz-ı kudsiye-i ilâhiye

  • Mukaddes İlâhî lâfızlar, ifadeler.

elfaz-ı kur'aniye / elfâz-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın lafızları, ifadeleri.

elfaz-ı mübareke / elfâz-ı mübareke

  • Mübarek lâfızlar, hayırlı ifadeler.

elgaz

  • (Tekili: Lügaz) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

elhan / elhân

  • (Tekili: Lahn) Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler.
  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.
  • Nağmeler, besteler.

elhan-ı şita

  • Cenab Şahâbeddin'in şöhret bulmuş olan bir kış şiiri. Kış nağmeleri.

elhan-ı tayyibe / elhân-ı tayyibe

  • Güzel nağmeler, güzel sesler.

elibba'

  • (Tekili: Lebib) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler.

elif-lam / elif-lâm

  • Arap alfabesinde yer alan iki harf ve kelimelerin başına konan bir takı.

elkab

  • (Tekili: Lakab) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

eltaf

  • (Tekili: Lutf) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar.

elti

  • İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi. (Türkçe)

em

  • Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. "Yahut, belki, yoksa" kelimeleriyle tercüme edilebilir.

emacid

  • (Tekili: Emced) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler.

emani

  • Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. (Farsça)
  • Eminlik, korkusuzluk. (Farsça)

emarat / emârât

  • Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.
  • Emareler, belirtiler.

emarat-ı haşriye / emârât-ı haşriye

  • Haşrin emâreleri, belirtileri.

emarat-ı müteferrika

  • Birbirinden farklı emareler, ince deliller.

emasil

  • (Tekili: Emsel) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler.
  • İtibarlı kimseler.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emevi devleti

  • Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Merva

emhal

  • (Tekili: Mehl) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.

emir ve irade

  • Allah'ın yaratılışa dair emir ve dilemeleri.

emkine

  • (Tekili: Mekân) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler.

emr-i rabbani / emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri.

emr-i tekvini / emr-i tekvinî

  • Yaradılışa ait İlâhi kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtri kanunlar ve Âdetullahın tazammun ettiği emirler.

emri kanun / emrî kanun

  • Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu.

emsal / emsâl / امثال

  • (Tekili: Misâl) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar.
  • Mat: Kat sayı.
  • (Mesel) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.
  • Hikayeler. (Arapça)
  • Masallar. (Arapça)

emsar

  • (Tekili: Mısr) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.

emval-i zahire / emval-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

en'am / en'âm

  • Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar.
  • Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
  • Bazı Kur'an âyetlerinin veya sûrelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılan dua kitabı.

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enduz

  • Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar. (Farsça)

enes ibn-i malik

  • Ensardan ve Ashâb-ı Kiram'ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır.Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 2630 Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir. 100 yaşına kadar yaşamış, hicri 92 veya 94 senelerinde Basra'da ebedî hayat

enfal / enfâl

  • Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl denir.

engizisyon / اَنْگِيزِيسْيُونْ

  • Kiliselerin işkenceci mahkemeleri.
  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)
  • 16. ve 17. yüzyılda Hıristiyan Katolik mezhebinden ayrılan veya papaya karşı gelen kimselere karşı, arslana parçalatma, ateşte yakma gibi cezalar uygulayan mahkeme.
  • Ortaçağdaki işkenceci hristiyan mahkemeleri.

engizisyon mahkemeleri

  • Fransa'da 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan Katolik Mezhebine ait kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenleri ağır işkence ve zor ölümlere mahkûm eden mahkemelere verilen isim.

engizisyonane / engizisyonâne

  • Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi.

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

ensal

  • (Tekili: Nesl) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.

ensar / ensâr

  • Yardımcılar, Medineli sahabeler.

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

enva-ı külliye-i mu'cizat / envâ-ı külliye-i mu'cizât

  • Çeşitli ve çok yönlü mu'cizeler.

enva-ı mehalik / enva-ı mehâlik

  • Çok çeşitli tehlikeler.

enva-ı mu'cizat / envâ-ı mu'cizât

  • Mu'cizelerin türleri.

enva-ı mu'cizat-ı ahmediye / envâ-ı mu'cizat-ı ahmediye

  • Hz. Peygambere ait mu'cizelerin türleri, çeşitleri.

enva-ı murassaat / envâ-ı murassaat

  • Türlü türlü yaldızlar, süsleme ve işlemeler.

envar-ı resail / envâr-ı resâil

  • Risalelerin nurları.

enzad

  • (Tekili: Nazad) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler.
  • Toprak tabakaları.

eraciz

  • (Tekili: Ürcuze) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.

erakk-ı hissiyat

  • Duyguların en inceleri. Gizli hisler, ince duygular.

erbab-ı denaet / erbab-ı denâet / erbâb-ı denâet / اَرْبَابِ دَنَائَتْ

  • Alçak ve rezil kimseler.
  • Alçak ve rezil kimseler.
  • Alçak kimseler.

erbab-ı fazilet / erbâb-ı fazilet

  • Faziletli, güzel ahlâk sahibi kimseler.

erbab-ı kulub / erbâb-ı kulûb

  • Gönül sâhipleri. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (içerisinde bulundukları mânevî hallere dalıp kendilerini unutan) kimseler. Bunlara İbn-ül-vakt de denir.

erdan / erdân

  • "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erfa'-ı derecat / erfa'-ı derecât

  • Derecelerin en yükseği.

erkan / erkân

  • (Tekili: Rükn) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
  • Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler.

erkan-ı hükümet / erkân-ı hükümet

  • Hükümetin ileri gelenleri, esas üyeler.

ermah

  • (Tekili: Remh) Remhler, darbeler, vuruşlar.
  • (Rumh) Rumhlar, süngüler, mızraklar.

ermeni

  • Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumcu

ersad

  • (Tekili: Rasad) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.

ervah-ı tayyibe

  • İyi ruhlar, iyi kimselerin ruhları.

ervak

  • (Tekili: Revk) Revkler, perdeler, örtüler.
  • Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar.

erzak

  • (Tekili: Rızık) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.

erzal

  • (Tekili: Rezil) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.

es'ile

  • (Tekili: Sual) Sualler. Bir şey istemeler. Sorular.

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

esafil

  • (Tekili: Esfel) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.

esas-ı fikirleri

  • Düşüncelerinin temeli, aslı esası.

esasat

  • Temel malzemeler, mobilya, dekorasyon, döşeme gibi ev eşyaları.

esatin / esatîn

  • Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler.
  • Mc: İleri gelen kimseler.

esatir / esâtir

  • İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji.
  • Saflar. Sıralar.
  • Efsaneler, masallar.
  • Uydurulmuş hikâyeler, mitoloji.

esatir-ül evvelin / esatir-ül evvelîn

  • İlk zamanlara ait efsâneler.

esbab / esbâb

  • Sebepler, vasıtalar, vesileler, araçlar.

esbab-ı mucibe / esbâb-ı mûcibe / اسباب موجبه

  • Gerekçe, gerekçeler.

esbab-ı nüzul

  • İnmesinin sebebleri.
  • Kur'an-ı Kerim âyetlerinin gelmesine (Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile indirilmesine) sebeb olan hâdiseler.

esbat

  • (Tekili: Sıbt) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları.
  • Beni İsrâil kabileleri.

esdaf

  • Sedefler, inci kabukları; sedef gibi içinde hakikat incilerini saklayan Kur'ân ifadeleri.

eshab / eshâb

  • Arkadaşlar. Sâhib kelimesinin çoğuludur.
  • Peygamber efendimizi görüp îmân eden ve mü'min olarak vefât eden mübârek kimseler.
  • Bir âlimin talebeleri.

eshab ve etba / eshâb ve etba

  • Sahabeler ve tabiin.

eshab-ı feraiz / eshâb-ı ferâiz

  • Ölen bir kimsenin mîrâsına (geriye bıraktığı mala) vâris (hak sâhibi) olan ve Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini (paylarını) bildirdiği dördü erkek, sekizi kadın on iki kişi.

eshab-ı temyiz / eshâb-ı temyîz

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî mezhebinin temeli olan meşhûr altı kitâbında bildirdiği haberleri), nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İmâm-ı a'zâm ve talebelerinin diğer kitâblarda bild

esham / eshâm / اسهام

  • (Tekili: Sehm) Oklar.
  • Nasibler, hisseler.
  • Hisseler, paylar.
  • Hisseler. (Arapça)
  • Senetler. (Arapça)

eşhür-ül hurum

  • İslâmiyetten evvel Arab kabileleri arasında vuruşmanın ve muharebenin haram kılındığı Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları.

eşi'a

  • Şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri.

esihha'

  • (Tekili: Sahih) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.

esis

  • Asıl esas, hak, doğru.
  • Hediyeler. Armağan olarak verilen şeyler.

eslaf / eslâf

  • "Selef"in çoğulu. Eskiler, yerlerine geçilmiş kimseler.

esma'

  • Kulaklar. İşitmeler.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esma-i mübheme

  • Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.

esma-i züruf

  • Gr: Zarf olan isimler. Bir şeyin bir zamanda veya mekânda veya diğer bir şey ile beraber veya ondan evvel veya sonra vuku' bulduğunu ifade eden kelimelerdir. Bunlar Arapçada (maa, kabl, ba'd, ind) gibi kelimelerdir.

esmar

  • Meyveler.
  • (Tekili: Semer) Meyveler, Yemişler.

esniye

  • (Tekili: Senâ) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler.

eşrar

  • Şerli ve kötü kimseler.

estar

  • Örtüler, perdeler.

eşvak

  • (Tekili: şevk) şiddetli arzular, istekler, neşveler.

esvap

  • Elbiseler, giysiler.

esvar

  • (Tekili: Sur) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar.
  • Ziyafetler, şölenler.

eşya

  • (Tekili: Şey) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s.
  • Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler.
  • Yük, yük eşyası.
  • Nesneler, şeyler.

esyah

  • (Tekili: Seyh) Nehirler, akarsular.
  • Çizgili elbiseler.

et-tahiyyatü

  • Bütün mahlukatın hayatları, kal ve hâl dilleri ile Hâlıkları olan Allah'a (C.C.) karşı yaptıkları hamdler, şükürler, mânevi hayat hediyeleri.

et-tevvab

  • Tevbeleri kabul edici olan Allah. Kendine tevbe ve rücu' eden kulları çok. Tevbeyi kabulde çok beliğdir. Tevbe edeni hiç günah yapmamış gibi afv u rahmeti ile bahtiyar eder.

etbak

  • (Tekili: Tabak ve Tabaka) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar.
  • Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar.
  • Kabileler, kavimler, aşiretler.

etfal-i mekatib / etfal-i mekâtib

  • Mekteb çocukları, okul talebeleri.

etkıya

  • (Tekili: Taki) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.

etkıya-i ümmet

  • Ümmet içinde takva sahibi kimseler.

etlad

  • Evde doğan câriyeler.
  • Eski mal.
  • Damızlık denilen doğurucu hayvan.

etrika

  • (Tekili: Tarik) Tarikler, yollar, caddeler.
  • Sebepler, vesileler, vasıtalar.
  • Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.

ev

  • Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. "yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister" gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.

evabid

  • (Tekili: Abide) Abideler.

evamir

  • Emirler, emredilenler, vazifeler.

evani / evânî

  • Kaplar, kâseler.

evar

  • Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. (Farsça)
  • İmaret. (Farsça)

evbaşan

  • (Tekili: Evbaş) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.

evdiye / اودیه

  • (Tekili: Vâdi) Vâdiler. Dereler.
  • Vadiler, dereler. (Arapça)

evhal

  • (Tekili: Vahal) Sıvalar, balçıklar, çamurlar.
  • Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.

evliya

  • (Tekili: Veli) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar.

evliya-i umur / evliya-i umûr

  • İş başında bulunan kimseler.

evliya-yı umur / evliyâ-yı umûr

  • İş başında olan kimseler.

evrak / evrâk / اوراق

  • (Tekili: Vakar) Sahifeler. Yapraklar.
  • Yapraklar, kağıtlar, belgeler.
  • Kağıtlar. (Arapça)
  • Belgeler. (Arapça)
  • Arşiv. (Arapça)

evrak-ı havadis / evrak-ı havâdis

  • Cerideler, gazeteler.

evrak-ı muzırra / evrâk-ı muzırra / اَوْرَاقِ مُضِرَّه 

  • Zararlı belgeler.

evrak-ı tevkifiye

  • Tutuklanmayı gerektiren belgeler.

evşal

  • (Tekili: Veşl) Damla damla akan su.
  • Birbiri ardınca katar gibi peşpeşe gelen kimseler.

evsat-ı mufassal / evsât-ı mufassal

  • Kur'ân-ı Kerimin 86. suresi olan Tarık Suresinden 98. sure olan Beyyine Suresinin sonuna kadar olan surelerdir.

evtad-ül arz

  • Tepeler. Dağlar. Arzın direkleri.

evvel-ül-evail / evvel-ül-evâil

  • Evvellerin evveli.
  • Hâdiselerin başlangıcı.

evveliyat

  • Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler.
  • Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar.
  • Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur edilince aklın kat'iyyetle teslim ve tasdik ettiği kaziyeler.

evzar

  • (Tekili: Vizr) Ağırlıklar. Yükler.
  • Mc: Günahlar.
  • (Vezer) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler.
  • Üstünlükler, galebeler.
  • Dağlar.

eyalat

  • (Tekili: Eyâlet) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler.

ez-can ü dil

  • İçten gelerek, gönülden.

ez-kadim

  • Eskiden, önceleri. (Farsça)

ezahir

  • Çiçekler, şükufeler.

ezan / ezân

  • Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak) için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak.

ezhar

  • (Tekili: Zehre) Çiçekler. Zehreler. şukufeler.

ezhar ve esmar-ı binihaye / ezhâr ve esmâr-ı bînihaye

  • Sonsuz çiçekler ve meyveler.

ezkan

  • (Tekili: Zakn) Çeneler.

ezkiya

  • Saf, temiz, iyi halli kimseler.
  • (Tekili: Zeki) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.

ezrar

  • (Tekili: Zirr) Elbise düğmeleri.

ezvac

  • Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar.
  • Kocalar.

ezvac-ı tahirat / ezvac-ı tâhirat / ezvâc-ı tâhirât

  • Hz. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) ismetli ve iffetli, pâk zevce-i muhteremeleri (R.A.) "Mü'minlerin anneleri" diye bilinen ve Peygamberimize (A.S.M.) âilelik etmek şerefine ermiş mübârek hanımlar.
  • Peygamber efendimizin temiz ve çok mübârek hanımları, mü'minlerin anneleri.

ezvak

  • Zevkler. Keyfler. Eğlenceler.

ezyal

  • (Tekili: Zeyl) Ekler. İlâveler. Zeyiller.

fa-yı atıf / fâ-yı atıf

  • Arapçada kelimelerin başına gelen ve baştakî bir ifadeyle bağlantı kurulmasını ifade eden 'fâ' harfi.

faalet

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, iş yapanlar.

fagosit

  • yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre.

fahir

  • (Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen.
  • Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı.
  • Büyük ve iyi nesne.
  • Koruğu büyük çekirdeksiz hurma.
  • Memeleri büyük deve.

fakülte

  • (Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. (Fransızca)
  • Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet. (Fransızca)

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

farisan

  • (Tekili: Fâris) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.

fariza-i zimmet

  • Mutlaka yapılması gereken vazifeler, farzlar.

fasık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecâhir

  • Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)

fatımat-üz zehra

  • Hz. Resul-i Ekremin (A.S.M.), Hz. Hatice'den doğma kızı. Hicretten 18 yıl önce doğmuş, Hz. Ali ile evlenmiş ve Hz. Hasan ve Hüseyin'in vâlideleri olmuştur. Peygamberimizden (A.S.M.) 6 ay sonra dâr-ı bekaya göçmüştür. (Radıyallahü anha)

fatımiler / fâtımîler

  • Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân

fazilet

  • Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.

felasife / felâsife

  • Felsefeler.
  • Felsefeciler, felsefeler.

feleğin ters dönmesi

  • Herşeyin tersine dönmesi, dengelerin alt-üst olması.

feletat / feletât

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.
  • Yanlışlar, yanılmalar, sürçmeler, tutarsızlıklar.
  • Sürçmeler, falsolar.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.
  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

felsefe-i beyan

  • Beyan İlmindeki kaidelerin vaz'ediliş sebeb ve gayelerinin açıklanması.

felsefiyyat

  • Felsefe ile ilgili bilgi ve düşünceler, hikmet bilgileri.

fenn-i bedii / fenn-i bedîi

  • Sözün güzel olması usûl ve kaidelerinden bahseden belâgat ilminin bir bölümü.

fenn-i makina

  • Çeşitli makineler ve onların kısımlarının işleyişleri hakkında bilgi veren ilimler. Mihanikiyet.

fennin iliştiği

  • Bazı materyalist bilginlerin maddî ilimleri kullanarak Kur'ân'daki bazı âyetlerin gerçek dışı olduğunu ileri sürmeleri.

fer'i / fer'î

  • (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.

feradis / feradîs

  • (Tekili: Firdevs) Cennetler, firdevsler.
  • Bahçeler.

ferag ü intikal

  • Alım satımda tapu muâmeleleri.

ferbal

  • Çardak. Etrafı pencerelerle kaplı yazlık köşk. (Farsça)

ferman-ı celil / ferman-ı celîl

  • Cenab-ı Allah'ın yücelerden gelen fermanı.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

ferş

  • Yer. Yeryüzü.
  • Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey.
  • Küçük develer.

fersa

  • Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa : Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa : Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan. (Farsça)

fersah

  • Üç mil, beş kilometre veya dört saatlik mesafe, muhtelif mesafelere tekabül eden bir uzunluk ölçüsü.

fersahlarca

  • Kilometrelerce.

fesaki / fesakî

  • (Tekili: Fıskıyye) Fıskiyeler.
  • Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar.

feth-i bilad

  • Beldelerin istilâsı, şehirlerin zabtı.

fetva emini

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ

fevahiş / fevâhiş / فواحش

  • Kötülükler.
  • Fahişeler, kahpeler.
  • Fahişeler. (Arapça)

fevakih

  • (Tekili: Fâkihe) Meyveler, yemişler, fâkiheler.

fevatih

  • (Tekili: Fâtiha) Fâtihalar. Başlangıçlar.
  • Son vermeler.
  • Bir kitabın mukaddemeleri.

fey-i zeval

  • Güneşin garba doğru dönmesinin başlaması, Güneş tam ortada gibiyken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan doğuya dönüp kısalmakta son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle namazı vakti başlar.

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

figar / figâr

  • Ceriha, yara. (Farsça)
  • İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr : Yüreği yaralı. (Farsça)

fihal

  • (Tekili: Fahl) İtibarlı, seçkin ve üstün kimseler.

fiham

  • (Tekili: Fahîm ve fahm) İtibar ve nüfuz sahibi kişiler, ulu kimseler.

fiil

  • (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş.
  • Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)

fiil-i rabbaniye / fiil-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiil ve icraatı.

fıkarat / fıkarât

  • (Tekili: Fıkra) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler.
  • Fasıllar, bölümler, kısımlar.
  • Cümleler, parağraflar.
  • Omurga kemiklerindeki boğumlar.
  • Paragraflar, nükteler, bölümler.

fıkarat-ı anife / fıkarât-ı anife

  • Mezkur cümleler, yukarıda geçmiş olan cümleler.

fıkarat-ı latife / fıkarât-ı latife

  • Hoş ve lâtif hikâyeler.

fıkarat-ı müntehabe / fıkarât-ı müntehabe

  • Seçkin hikâyeler.

fıkıh usulü / fıkıh usûlü

  • Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nâsıl çıkarıldığını öğreten ilim.

fıkıh-fıkh

  • Bir şeyi anlayıp bilme,
  • Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer'î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi.

fikr-i ihtilal / fikr-i ihtilâl

  • İhtilâl düşüncesi; toplumun dengelerini bozacak düşünce.

fıkra

  • Yazıda bir bahis.
  • Parağraf.
  • Kanun maddelerinden her bir kısım.
  • Kısa haber.
  • Küçük hikâye.
  • Omurga kemiklerinin her biri.
  • Bend.
  • Kıssa.
  • Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.

fırak / فرق

  • Fırkalar, partiler. (Arapça)
  • Bölükler. (Arapça)
  • Zümreler. (Arapça)

firavun

  • Eski Mısır krallarının lâkabı; katı yürekli, inatçı ve zâlim kimseler için kullanılan bir tabir.

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

firkateyn

  • Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.

fiten / فتن

  • (Tekili: Fitne) Fitneler.
  • Fitneler.
  • Fitneler. (Arapça)

fitne-i ahirzaman / fitne-i âhirzaman

  • Âhirzaman fitnesi; dünyanın son devresinde görülen fitneler, bozulmalar.

fizyoloji

  • Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.

formalite

  • Resmi işlerin gerektirdiği muameleler. (Fransızca)

forsa

  • Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erba

frengistan / frengistân

  • Batı ülkeleri.

fua

  • Keler, kertenkele.
  • Her nesnenin evveli.
  • şiddetli koku. Güzel koku.

fuala

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar.

fudala / fudalâ

  • Üstün nitelikli kimseler.

fuhş

  • Çirkin söz. İş ve ayb şeyler. Çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak.

fünun-u kevniye

  • Kevne (kâinattaki fizikî, kimyevî ve hayatî hâdiselere) dair fenler.

füru' / fürû' / فروع

  • (Tekili: Feri') Bir kökten ayrılmış kısımlar. Dallar. Budaklar.
  • Bir sülâleden gelmiş torunlar. Çocuklar.
  • Fık: Cüz'î hüküm ve kaideler. Ahkâm-ı cüz'iyye.
  • Yan dallar, şubeler. (Arapça)

füruat / fürûat

  • Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
  • Detaylar, ayrıntılar; aynı soydan gelenler, esastan olmayan talî meseleler.

füruat-ı şeriat

  • Dinin temel meselelerinden ayrılan dalları, alt bölümleri.

füruş / fürûş

  • (Tekili: Firaş) Döşemeler. Yerlere serilen örtüler.
  • Yataklar.
  • Döşemeler, yaygılar.

fusaha

  • (Tekili: Fasih) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.

füseyfisa

  • Küçük boncuk taneleriyle veya taş ve cam parçalarıyla süslenmiş satıh.

fustat

  • (Fistat) Göçebelerin kıldan yapılan çadırı. Büyük çadır.
  • Kapıya asılan perde.
  • Cemaat.

fütl

  • (Tekili: Eftel) Kolları göğsünden uzak olan kimseler.

gah / gâh / گاه

  • Kâh. (Farsça)
  • Yer ve zaman bildiren kelimeler türetir. (Farsça)

galal

  • (Tekili: Gılâl) (Galle) Zahireler. Mahsuller.
  • Akarât kiraları.

gallat

  • (Tekili: Galle) Mahsuller, zahireler.
  • El emekleri, çalışmanın semereleri.
  • Ev kirası gelirleri.

galle-i vakf

  • Vakfın faide ve mahsulü. Bununla vakfın tabiî ve hukukî semereleri anlaşılır. Vakıf paraların ticareti ve vakıf akarların kirası, vakıf bahçelerin sebze ve meyveleri bu kabildendir.

galuta

  • (Çoğulu: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.

gamaim

  • (Tekili: Gımâme) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.

gan / gân

  • Cemi' yapmak için, sonu "e" sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir "ek" tir. Meselâ: Bendegân : f. Hizmetçiler, bendeler. (Farsça)

ganiyy-i mutlak

  • Hiçbir şeye hiçbir şekilde muhtaç olmayan ve bütün varlıkların her türlü ihtiyaçları gayb hazinelerinde bulunan sınırsız zenginliğe sahip olan Allah.

garaibat

  • (Tekili: Garâib) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.

garib-nüvaz

  • Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan. (Farsça)

garibane

  • Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine. (Farsça)

garp medeniyet-i sefihanesi

  • Batının sefih haldeki medeniyeti, haram zevk ve eğlencelere düşkün medeniyeti.

gasr

  • Asılsız, alçak kimseler.

gatarif

  • (Tekili: Gıtrîf) Başkanlar, başlar, reisler, önderler.
  • Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.

gavamız / gavâmız

  • (Tekili: Gamız) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.
  • Anlaşılması zor bilmeceler.

gavga

  • Çekirge.
  • İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler.

gavsiyet

  • Evliyaların başı olma, velilik mertebelerinde yüksek bir makamda olma; en büyük yardım etme makamı.

gavsiyyet

  • Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak.

gayat

  • (Tekili: Gâye) Gâyeler.

gàyat / gàyât

  • Gayeler, hedefler.

gayat / gâyât / غایات

  • Gayeler, amaçlar.
  • Gayeler.
  • Gayeler. (Arapça)

gayat-ı fıtrat / gayât-ı fıtrat

  • Yaratılış gayeleri.

gayatü'l-gayat / gâyâtü'l-gâyât

  • Gayelerin gayesi, asıl gaye ve hedef.

gaybi i'caz / gaybî i'câz

  • Geçmiş zamanda gelecekte gerçekleşecek hâdiselerin bir mu'cize olarak haber verilmesi.

gaydak

  • Geniş.
  • Yumuşak.
  • Kerim kişi. İyi huylu kimse.
  • Keler yavrusu.
  • Büluğ çağına varmamış çocuk.

gayetü'l-gayat / gayetü'l-gâyât

  • Gayelerin gayesi, gayelerin son noktası, esas hedef.

gayetü'l-gaye

  • Gayelerin gayesi, son noktası, esas hedef.

gayurane

  • Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi. (Farsça)

gaza / gazâ

  • İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe.

gazevat / gazevât

  • Gazveler, savaşlar .

geçer akça

  • Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı. (Türkçe)

gerd

  • Kelimelere eklenir ve "Dönen, dolaşan" anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd : Çabuk dönen. (Farsça)

gerdendade-i tevfik / gerdendâde-i tevfik

  • Gerekli çalışma ve vazifeleri yerine getirdikten sonra neticeye boyun eğme ve sonucu Allah'tan bekleme.

geşte

  • "Gezmiş, dolaşmış, dönmüş" anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte : Altüst olmuş. Ser-geşte : Başı dönmüş. (Farsça)

gevar

  • Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol. (Türkçe)

gıbb

  • Nihayet, son, netice.
  • İki günde bir. Gün aşırı.
  • -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.

gılman / gılmân

  • (Tekili: Gulâm) Bıyığı yeni bitmiş gençler.
  • Cennet'te hizmet gören delikanlılar.
  • Köleler, esirler.
  • Hizmet gören delikanlılar. Köleler, esirler.

gılman ü cevari / gılman ü cevarî

  • Köleler ve cariyeler.

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

gılme

  • (Tekili: Gulâm) Delikanlılar, gençler.
  • Esirler, köleler.

gına / gınâ

  • Şarkı, tegannî, müzik perdelerine uygun ses; çalgı ile birlikte şarkı, müzik. Tegannî de denir.
  • Zenginlik.

girde

  • Yuvarlak, değirmi. (Farsça)
  • Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. (Farsça)
  • Açılmış yufka. (Farsça)
  • Yuvarlak yastık. (Farsça)
  • Gr: Bütün, hepsi, tamamı. (Farsça)

gramer

  • Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi. (Fransızca)

güdaz

  • Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz : Takati mahveden. (Farsça)

gülhane

  • İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.

gülistan-ı bağ-ı cinan / gülistan-ı bâğ-ı cinan

  • Cennetlerdeki bağların gül bahçeleri.

güllabici

  • Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

güriz

  • Kaçma. (Farsça)
  • Kaçan. (Farsça)
  • Edb: Kasidelerde mevzuya girmeden evvel söylenen beyit. (Farsça)

gurre

  • Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar.
  • Fık: İska

güruh-u hazele / gürûh-u hazele

  • Alçaklar, aşağılık kimseler.

güruh-u mücahid / güruh-u mücâhid

  • Din için cihad edip çalışan, çaba harcayan kimseler topluluğu.

güşa

  • Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa : Gönüle ferahlık veren. Gönül açan. (Farsça)

güsar

  • Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar : Dert ortağı, arkadaş. (Farsça)

guy

  • "Diyen, söyleyen" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu(y) : Doğru söyleyen. Suhan-gu(y) : Söz söyleyen, konuşan.

güzar

  • Geçiş, geçme. (Farsça)
  • Beceren, halleden, yapan. (Farsça)
  • Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar : Zaman geçiren, vakit öldüren. (Farsça)

ha

  • "İşte!" mânasınadır. (Farsça)
  • Cemi edatıdır. Kelimelerle birleşerek onları çoğul yapar. Meselâ: Ayine-hâ : Aynalar. Der-hâ : Kapılar. Esb-hâ : Atlar. Zülüf-hâ : Zülüfler. (Farsça)

habaib

  • (Tekili: Habibe) Habibeler, sevgili kadınlar.

habala

  • (Tekili: Hublâ) Gebeler.

habaleyat

  • (Tekili: Habâlâ) Hâmileler, gebeler.

habaya

  • Gizli işler, gizli şeyler.
  • Defineler.

habbat

  • (Tekili: Habbe) Habbeler, tohumlar, tâneler.
  • Haplar.

habbe / حبه

  • Taneler. (Arapça)

habbül büluğ

  • (Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Birçok kimselerin çokları vasıtası ile rivâyet ettikleri hadis.
  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

hac

  • İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

hacc-ı asgar

  • Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.

hacc-ı kıran

  • Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.

hace / hâce

  • Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir ünvan.

hacegan-ı divan-ı hümayun / hâcegân-ı divan-ı hümayun

  • Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elb

hacele

  • (Çoğulu: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik.
  • Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.

hacetaş / hâcetaş

  • Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri. (Farsça)

hacis / hâcis

  • Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.

hadafil

  • Eski kaftanlar, eski elbiseler.

hadai'

  • (Tekili: Hadîa) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.

hadaik / hadâik / حدائق

  • (Tekili: Hadîka) Bahçeler.
  • Bahçeler. (Arapça)

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

hademat / hademât

  • Hademeler. Hizmetçiler.
  • Hademeler.

hadim ağası

  • Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi.

hadis-i hasen / hadîs-i hasen

  • Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i kudsi / hadîs-i kudsî

  • Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler.

hadis-i meşhur / hadîs-i meşhûr

  • İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i sahih / hadîs-i sahîh

  • Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.

hadisat / hâdisat / hâdisât / حَادِثَاتْ

  • (Tekili: Hâdise) Yeni olan şeyler. Hâdiseler.
  • Hâdiseler.

hadisat-ı ahkam / hâdisât-ı ahkâm

  • Hükümlere zemin oluşturan hadiseler.

hadisat-ı bereket / hâdisât-ı bereket

  • Bereket ile ilgili hâdiseler, olaylar.

hadisat-ı cevviye ve semaviye / hâdisât-ı cevviye ve semaviye / حَادِثَاتِ جَوِّيَه وَ سَمَاوِيَه

  • Gökyüzü ve uzay hâdiseleri.

hadisat-ı cüz'iye / hâdisât-ı cüz'iye

  • Ferdî hâdiseler, bireysel olaylar.

hadisat-ı dünyeviye / hâdisât-ı dünyeviye

  • Dünyada meydana gelen hâdiseler, olaylar.

hadisat-ı kevniye / hâdisât-ı kevniye / حَادِثَاتِ كَوْنِيَه

  • Yaratılışla ilgili hâdiseler, olaylar.
  • Varlıkla ilgili hâdiseler.

hadisat-ı necmiye / hâdisât-ı necmiye / حَادِثَاتِ نَجْمِيَه

  • Yıldız (kayması) hâdiseleri.

hadisat-ı risalet / hâdisât-ı risalet

  • Peygamberlikle ilgili hâdiseler, olaylar.

hadisat-ı tarihiye / hâdisât-ı tarihiye

  • Tarihî hadiseler.

hadisat-ı ümem-i salife / hâdisât-ı ümem-i sâlife

  • Geçmişteki milletlerin başına gelen hâdiseler.

hadisat-ı zamaniye / hâdisât-ı zamaniye

  • Zamanın hâdiseleri, olayları.

hadisin meratibi / hadîsin merâtibi

  • Hadîsin mütevatir, sahih, hasen zayıf gibi dereceleri.

hadıyd

  • (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
  • Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
  • Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.

hadsiyyat

  • Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.

hafelleh

  • Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.

hafid / hâfid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.

hafriyat

  • Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.

hafsa

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.

hakaik-i diniye

  • Dini esaslar, dini meselelere ait hakikatler, gerçekler.

hakayık-ül vekayi'

  • Hâdiselerin hakikatları.

hakikat-i belagat / hakikat-i belâgat

  • Güzel ifadelerle anlatma gerçeği.

hakim / hakîm

  • Her fiilinde hikmet ve gayeleri gözeten Allah.

hakim-i bimisal / hâkim-i bîmisâl

  • Hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve yerli yerinde yaratan ve eşi, benzeri olmayan Allah.

hakim-i kerim / hakîm-i kerîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah.

hakim-i mutlak / hâkim-i mutlak

  • Herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah.

hakimiyet / hâkimiyet

  • Hikmetlilik; Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı ve tecellîsi.

hakimiyet-i rububiyet / hâkimiyet-i rububiyet

  • Rablığın egemenliği; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

hakk-ı ihtitab

  • Ormana yakın olan kimselerin ormandan odun kesmek hakkı.

hakke'l-yakin / hakke'l-yakîn

  • Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

hakku'l-yakin / hakku'l-yakîn

  • Hakke'l-yakîn. Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

halaif

  • Halifeler.

halail

  • (Tekili: Halile) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.

halas

  • Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)

halat

  • (Tekili: Hâle) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.

halefen

  • Arkadan gelerek.

halife-i evvel

  • Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.

halife-i raşide / halîfe-i râşide

  • İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir.

halık-ı hakim-i alim / hâlık-ı hakîm-i alîm

  • Her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve yarattığı herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

halisane / hâlisane

  • Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile. (Farsça)

halita

  • Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış.
  • Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)

hall ü akd

  • Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.

hallac-ı mansur

  • Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.

hallak-ı hakim / hallâk-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Yaratıcı.

halvet-i faside / halvet-i fâside

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.

halvet-i sahiha

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.

ham madde

  • Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

ham'

  • (Çoğulu: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.

hamd

  • Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri.

hamelat / hamelât / حملات

  • Saldırılar, hamleler. (Arapça)

hamele-i arş / حَمَلَۀِ عَرْشْ

  • Arşı taşıyan melâikeler.

hamele-i kur'an

  • Hâfızlar. Kur'anı ezbere okuyup ilmi ile amel eden mes'ud kimseler.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hanacır

  • (Tekili: Hancere) Gırtlaklar, hançereler.

hanadis

  • (Tekili: Hındıs) Musibetler.
  • Karanlık geceler.
  • Şiddetli hâller.

hanat

  • (Tekili: Hân) Dükkânlar, meyhaneler.

handefeşan

  • Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan. (Farsça)

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

hane

  • Ev, mesken, beyt. (Farsça)
  • Mat: Basamak, bölüm, göz. (Farsça)
  • Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi. (Farsça)

hanende-gan / hânende-gân

  • (Tekili: Hânende) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar. (Farsça)

hannan / hannân

  • Rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah.

hansir

  • (Çoğulu: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız.
  • Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.

harabat / hârâbat

  • Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.
  • Harabeler, viraneler, meyhaneler. (Ziya Paşa'nın meşhur antolojisi).

harabenişin

  • Viranelerde, harabelerde oturan. (Farsça)

haraid

  • (Tekili: Harîde) Kızlar, bâkireler.
  • Delinmemiş inciler.

harekat-ı kalbiye / harekât-ı kalbiye

  • Kalbî hareketler, gelişmeler.

harekat-ı zerrat / harekât-ı zerrât

  • Zerrelerin, atomların hareketleri.

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

hareket-i zerrat

  • Zerrelerin, atomların hareketi.

haremgah-ı ilahi / haremgâh-ı ilâhî

  • Cenâb-ı Hakkın mübarek kıldığı ve özel kimselerden başkasına açmadığı kutsal mekân.

hargele

  • Eşek sürüsü. (Farsça)
  • Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler. (Farsça)

harun

  • Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi.
  • Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid.

has kardeş

  • Özel kardeş; Üstadın çok değer verdiği, ilk saftaki talebelerinden biri.

has kardeşler

  • Özel kardeşler; Üstadın çok değer verdiği, ilk sıradaki talebeler.

has şakirtler

  • Özel talebeler; Üstadın çok değer verdiği, ilk sıradaki talebeler.

has ve halis kardeşler / has ve hâlis kardeşler

  • Kıymetli ve ileri gelen; samimî mühim talebeler.

hasais / hasâis

  • Hasseler, nitelikler.

haşas

  • Arz haşereleri.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

hasen hadis / hasen hadîs

  • Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.

haşerat / حشرات

  • (Tekili: Haşere) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar.
  • Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
  • Haşereler, börtü böcek. (Arapça)

hasirin / hâsirîn

  • (Tekili: Hâsir) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.

haslar

  • Üstadın çok değer verdiği, ilk sıradaki talebeler.

haslar dairesi

  • Seçkin Nur talebelerinin dahil olduğu hizmet dairesi.

haşmet-i rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden Allah'ın idare ve egemenliğinin ihtişamı.

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

haşşaş

  • Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hatarat / hatarât / خطرات

  • Tehlikeler. Akla gelen fikirler.
  • Tehlikeler. (Arapça)

hatavat

  • (Tekili: Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve) Adımlar, hatveler.

hatem-i mu'cizat-ı ahmediye / hâtem-i mu'cizât-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mu'cizelerinin mührü, damgası.

hatemat

  • (Tekili: Hatme) Hatim etmeler. Sona erdirmeler.

haten

  • (Çoğulu: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi)
  • Araplar, damat mânasına kullanırlar.

hatia / hatîa

  • Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri.

hatib-i fasih / hatib-i fasîh

  • Meseleleri çok net ifadelerle muhataplarına veciz şekilde anlatan hatip.

hatırat

  • (Tekili: Hâtıra) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler.
  • Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.

hatırat-ı imaniye

  • İmanî meselelerle ilgili hatıralar; hatıra gelen ve kaleme alınan meseleler.

hatme-i ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) geniş halk kitleleriyle beraber belirli dua ve zikirleri yapıp bitirdiği oturum veya zikir halkası.

hatme-i hacegan / hatme-i hâcegân

  • Nakşî tarikatına mensup olanların dua ve zikirlerini birlikte okuyup bitirmeleri.

hatme-i muazzama-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) geniş halk kitleleriyle beraber belirli dua ve zikirleri yapıp bitirdiği oturum veya zikir halkası.

hatt-ı bala / hatt-ı bâlâ

  • Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat. (Farsça)

hatt-ı nısf-ün nehar

  • Meridyen. Ekvatora dik olarak geçtiği farzedilen dairelerin her biri.

hatt-ı vasıt / hatt-ı vâsıt

  • Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.

hav

  • Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy.
  • Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.

havacib

  • Hicablar, perdeler, örtüler.

havadis / havâdis / حَوَادِثْ

  • (Tekili: Hâdise) Yeni hâdiseler, yeni sözler.
  • Alâka ile karşılanan haberler.
  • Hâdiseler, olaylar, haber.
  • Hâdiseler.

havadis-i yevmiye / havâdîs-i yevmiye

  • Günlük hâdiseler, olaylar.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havanık

  • (Tekili: Hânkah) Tekkeler.

havanit

  • (Tekili: Hânut) Dükkânlar.
  • Meyhaneler, işrethâneler.

havari

  • Yardımcı.
  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

havarık-ı ade / havarık-ı âde

  • Fevkalâde olaylar, hârika hâdiseler.

havarık-ı hissiye / havârık-ı hissiye

  • Duyularla, hislerle idrak olunan veya duyulara hitap eden mu'cizeler, olağanüstü şeyler; ağacın konuşması, parmaklardan suyun akması gibi.

havariyyun

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya

havaşi

  • (Tekili: Hâşiye) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar.
  • Maiyet adamları.

havass / havâss

  • (Tekili: Hasse) Hasseler. Duygular.
  • Hasseler, duyular.
  • Muhterem ve seçkin kişiler.
  • (Tekili: Hâss - Hâssa) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar.
  • Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar.
  • Zenginler sınıfı.
  • Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat

havass u avam / havâss u avâm

  • İleri gelen kimseler ve halk.

havatim / havâtîm

  • Sonlar, hâtimeler.

havatır / havâtır

  • Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
  • Hâtıralar, düşünceler.
  • İnsanın kalbine gelen düşünceler.

havatır-ı şeytaniye / havâtır-ı şeytaniye

  • Şeytanî vesvese ve düşünceler.
  • Şeytandan gelen hâtıralar, düşünceler.

havayic-i asliyye / havâyic-i asliyye

  • İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.

havz

  • Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.

havza

  • Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.

hay

  • Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. (Farsça)
  • Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen. (Farsça)

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayrat

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet

hayy-ı meyyit

  • Ölü halinde canlı.
  • Mc: Hiçbir işe yaramayan, hakiki vazifelerini yapmayan insan.

hazain / hazâin / خزائن

  • (Tekili: Hazine) Hazineler.
  • Hazineler.
  • Hazineler.
  • Hazineler. (Arapça)

hazain-i hikmet / hazâin-i hikmet

  • Allah'ın hikmet hazineleri.

hazain-i kudsiye / hazâin-i kudsiye

  • Mukaddes, kutsal hazineler.

hazain-i medfune

  • Gömülü hazineler.

hazain-i mukaddese-i kur'aniye / hazâin-i mukaddese-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın mukaddes hazineleri.

hazain-i namütenahiye / hazâin-i nâmütenâhiye

  • Sonsuz, sınırsız hazineler.

hazain-i nur / hazâin-i nur

  • Nur hazineleri.

hazain-i rahmet / hazâin-i rahmet

  • Allah'ın rahmet hazineleri.

hazain-i servet / hazâin-i servet

  • Servet hazineleri.

hazef

  • Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazine-i hassa-i rahmet nazırı / hazine-i hassa-i rahmet nâzırı

  • İlahi rahmetin çok özel hazinelerinin gözlemcisi.

hazine-i mu'cizat

  • Mu'cizeler hazinesi.

hazine-i rabbaniye / hazine-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın hazinesi.

hazn

  • Sağlam yer.
  • Kabile ismi.
  • Arap beldeleri.

hecai / hecâî

  • Bir harfin isminin heceler olarak sayılması.

hece vezni

  • Türklerin eskiden kullandıkları nazım âhengi ölçüsüdür ki, buna "parmak hesabı" da denir. Parmak hesabı, Türk edebiyatının başlangıcından XI. yy. a, yani Türklerin aruz veznini öğrenmelerine kadar Türk nazmının yegâne âhengi idi. Aruz vezni kabul edilmekle beraber, hece vezni terkedilmeyerek yine ha

hecemat

  • Hamleler, taarruzlar, hücumlar.

hedaya / hedâyâ / هدایا

  • (Tekili: Hediye) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
  • Hediyeler.
  • Hediyeler.
  • Armağanlar, hediyeler. (Arapça)

hedaya-yı hayatiye / hedâyâ-yı hayatiye

  • Hayatın sunduğu hediyeler.

hedaya-yı hidayet / hedâyâ-yı hidâyet

  • Doğru yola ulaştırıcı hediyeler, ihsanlar.

hedaya-yı maneviye / hedâyâ-yı mâneviye

  • Mânevî hediyeler.

hedaya-yı rahmaniye / hedâyâ-yı rahmâniye

  • Allah'ın rahmet hediyeleri.

hedaya-yı rahmet / hedâyâ-yı rahmet

  • Rahmet hediyeleri.

hedaya-yı şahane / hedâyâ-yı şahane

  • Şahane, mükemmel hediyeler, armağanlar.

hedaya-yı sübhani / hedâyâ-yı sübhânî

  • Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah'ın hediyeleri.

hediyy

  • (Tekili: Hediye) Atiyyeler, hediyeler.

hedm

  • (Çoğulu: Ehdâm) Eski elbiseler.

hefevat

  • (Tekili: Hefve) Yanlışlıklar, yanılmalar.
  • Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.

heftan

  • Zırhın altına giyilen pamuklu elbise.
  • Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya üstlerine atılırdı.)

helezon

  • Gittikçe daralan iç içe daireler.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

hem-aver

  • Efendileri aynı olan köleler. (Farsça)
  • Arkadaş, refik. (Farsça)

hem-dil

  • Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri. (Farsça)

hem-matla'

  • Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.

hem-rad

  • Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler. (Farsça)

hem-zeman

  • Aynı zamanda işleyen. (Farsça)
  • Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri. (Farsça)

hemezat

  • (Tekili: Hemeze) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler.

hendesehane

  • Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. (Farsça)
  • Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi. (Farsça)

herzevat

  • (Tekili: Herze) Herzeler, mânâsız ve boş sözler.

heterojen

  • yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.

hevacir

  • (Tekili: Hâcire) Günlerin en sıcak olan anları.
  • Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler.
  • (Hücr) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.

hevacis

  • (Tekili: Hâcise) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler.

hevadic

  • (Tekili: Hevdec) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.

hevamm

  • Böcekler, haşereler.
  • Yılan, pire, akrep gizli zararlı hayvanlar.
  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

hey'atın feletatı / hey'atın feletâtı

  • Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hezecat / hezecât

  • Ölçülü nağmeler, sesler.

hibab

  • Dostluk, sevmek.
  • (Tekili: Habb) Tohumlar, taneler.
  • Haplar.

hibat

  • (Tekili: Hibe) Bağışlar, hibeler.

hibeb

  • Habbler. Taneler, tohumlar. (Hubub da denir)

hicabat

  • (Tekili: Hicab) Perdeler.
  • Tılsımlar.

hicr

  • Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
  • Dostluğu bırakmak, dargın

hidam

  • (Tekili: Hizmet) Hizmetler. Vazifeler.
  • (Hademe) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.

hidemat

  • (Tekili: Hizmet) Hizmetler. Vazifeler. Hizmetliler.

hidemat-ı amme / hidemat-ı âmme

  • Umuma ait vazifeler. Kamu görevleri. Millete fayda veren hizmetler.

hidemat-ı hayatiye / hidemât-ı hayatiye

  • Hayata âit vazifeler, hizmetler.

hidemat-ı imaniye

  • İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri.

hikayat / hikâyât / حكایات

  • Hikâyeler.
  • Hikâyeler, olaylar.
  • Hikâyeler.
  • Hikayeler, öyküler. (Arapça)

hikem-i dakika

  • İnce hikmetler, maksat ve gayeler.

hikemiyat-ı kur'aniye / hikemiyat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'daki hikmetler, hikmetli meseleler.

hikemiyyat

  • Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler.

hikmet

  • Herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i alem / hikmet-i âlem

  • Âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i ebediye

  • Allah'ın sonsuz hikmeti; herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ilahi / hikmet-i ilâhî

  • Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ilahiye / hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.
  • Allah'ın hikmeti. Mahlûkatın yaratılışında Allah'ın gayeleri.

hikmet-i kainat / hikmet-i kâinat

  • Kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i rabbani / hikmet-i rabbânî

  • Kâinatın Rabbi olan Allah tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması.

hikmet-i san'at-ı rabbaniye

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın san'atındaki hikmet, gaye, fayda, sır.

hikmettar

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan.

hıkmık etmek

  • Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak. (Türkçe)

hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ

  • Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.

hilal / hilâl

  • Yeni ay şekli. Yeni ay.
  • Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir.
  • Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hımare

  • (Çoğulu: Hamâyir) Ayak üstü.
  • Havuzun etrafına koydukları taş.
  • Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.

hımas

  • Karnı aç kimseler.

hımye

  • Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.

hınak

  • (Tekili: Hanak) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler.

hinas

  • (Tekili: Hünsâ) Kendilerinde hem erkeklik, hem de kadınlık alâmetleri bulunan kimseler.

hırba

  • Bukalemun adı verilen keler cinsi.
  • Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler.

hırvani / hırvanî

  • Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hısan

  • Mümtaz kimseler, seçkin kişiler.

hisarlı

  • Hisarla çevrili yer.
  • Hisarda oturan, kalede mukim.
  • Ask: Sınırlarda bulunan şehir ve kalelerde topçuya ait hizmetlerde kullanılan bir sınıf asker. Bunlara İstanbul'dan gönderilen "topçuağası" kumanda ederdi. Hisarlılar, bölük ve ortalara ayrılmamıştı. Sayıları sınırlı ve sabit

hısas / hısâs

  • Hisseler. Paylar. Nasipler.
  • Kıssadan alınan dersler.
  • Hisseler, paylar, kıssadan alınan dersler.
  • Hisseler, paylar.

hisbe

  • Ecir, sevap.
  • İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
  • Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.

hıssan

  • Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler.

hissiyat-ı cumhur

  • Genel halk kitlelerinin hisleri, algılamaları.

hissiyat-ı mütevarise / hissiyat-ı mütevârise

  • Nesilden nesile miras kalan, geçmişten gelerek yeni nesle geçen duygular.

hitab

  • Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk.

hitabat-ı nebeviye / hitabât-ı nebeviye

  • Hz Peygamberi (a.s.m.) muhatap alan ifadeler, hitaplar.

hitabet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

hıtar

  • (Tekili: Hatar) Tehlikeler, hatalar.

hıtat / خطط

  • (Tekili: Hıtta) Ülkeler, memleketler, diyarlar.
  • Ülkeler, diyarlar. (Arapça)

hiyam

  • (Tekili: Hayme) Çadırlar, haymeler.

hıyarat

  • (Tekili: Hıyâr) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.

hıyat

  • (Tekili: Hâit) Perdeler. Mânialar.

hiyel / حيل

  • (Tekili: Hile) Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar.
  • Hileler. (Arapça)

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hıyere-i nas / hıyere-i nâs

  • Seçkin kimseler, mümtaz kişiler.

hodfikirlik

  • Sadece kendi düşüncesini beğenme; düşüncelerinde bencil davranma.

homogen

  • Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. (Fransızca)
  • Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir. (Fransızca)

hor

  • Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. (Farsça)
  • Güneş, ışık, aydınlık. (Farsça)
  • Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen. (Farsça)

hormon

  • yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hubab / hubâb

  • Daneler, tohumlar; Mesnevî-i Nûriye'de yer alan bir risale.
  • Daneler, tohumlar.

hubban

  • Habbeler, tâneler, tohumlar. (Hibeb de aynı meâldedir).

hubbüşşehevat / hubbüşşehevât

  • Şehvetleri sevme, nefsin arzu ve istekelerinine aşırı düşkünlük.

hubeb / حبب

  • (Tekili: Habbe) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.
  • Taneler. (Arapça)

hubub / hubûb / حبوب

  • Tohumlar, tâneler.
  • Taneler. (Arapça)
  • Haplar. (Arapça)

hububat / hububât

  • Habbeler, tâneli nebatlar, taneler.

hubük

  • (Tekili: Habîke ve Hibak) Habîkeler ve hibaklar.

huccet

  • Senet, vesîka, delîl, burhân.
  • Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün yazıldığı îlâm, belge.

hücec / حجج

  • Deliller, belgeler. (Arapça)

hücerat

  • (Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.

hüceyrat / hüceyrât

  • Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.
  • Hücreler.

hüceyrat-ı bedeniye / hüceyrât-ı bedeniye

  • Beden hücreleri.

hücrat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, gözler, odacıklar.

hucub

  • (Tekili: Hicab) Perdeler, hicablar, hâiller.

hücüb

  • (Tekili: Hicâb) Perdeler, hicablar.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hucurat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, odacıklar.

hücürat / hücürât / حجرات

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, odacıklar, gözler.
  • Hücreler. (Arapça)

hudud

  • (Tekili: Hadd) Yanaklar.
  • Cemâatler.
  • Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler.
  • Çiçek yaprakları.

hükema / hükemâ / حكما

  • (Tekili: Hakîm) Âlimler. Çok bilgili kimseler.
  • Bilgeler, hakîmler. (Arapça)

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

hukuk

  • (Tekili: Hakk) Haklar.
  • İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler.
  • Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler.
  • Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı.

hukuk-u ibad

  • Fık: Akidler ve muamelelerle alâkalı hukuk. İnsanlarla olan muamelelerimizdeki haklar. Ferde ait olan hususi haklar.

hükümet

  • Hükmetme, ülkeyi idare eden kimseler topluluğu.

hulefa / hulefâ

  • Halifeler.
  • (Tekili: Halife) Halifeler.
  • Halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar.

hülefa / hülefâ

  • (Tekili: Halife) Halifeler.

hulefa / خلفا

  • Halifeler. (Arapça)

hulefa-i mehdiyyin / hulefa-i mehdiyyîn / hulefâ-i mehdiyyîn

  • Mehdî olan halifeler; âhirzamanda gelen büyük mehdînin bazı niteliklerine sahip olan halifeler.
  • Mehdi olan halifeler. Yani âhir zamanda gelen büyük mehdinin bazı vâsıflarına sahib olan halifeler.

hulefa-i raşidin / hulefâ-i râşidîn

  • Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

hulel

  • (Tekili: Hulle) Elbiseler.
  • Hulleler, güzel elbiseler.

hulel-i fahire / hulel-i fâhire

  • Kıymetli, şaşaalı, parlak elbiseler.
  • Göz alıcı lüks elbiseler; Cennet elbiseleri.

huluvv

  • Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak.
  • Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri.
  • Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan kiracılık hakkı ve menfaati.
  • Hava parası adıyla verilen meblağ.

hulviyyat

  • Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler.

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

hums

  • Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet hazînesine ayrılan beşte bir hisse.

hünerveran / hünerverân

  • (Tekili: Hünerver) Mârifetli, hünerli kimseler.

huneyn vak'ası

  • Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hurafat / hurâfât / خرافات

  • (Tekili: Hurafe) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
  • Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler.
  • Hurafeler.
  • Hurafeler, batıl inançlar. (Arapça)

hurafeperver / خرافه پرور

  • Hurafelere inanan. (Arapça - Farsça)

hurafeperverlik

  • Hurafelere inanış. (Arapça - Farsça - Türkçe)

hurdedan

  • Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen. (Farsça)

hurdeşinas

  • Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan. (Farsça)

huri

  • (Ahver ve Havrâ kelimelerinin çoğulu) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları.

huru'

  • Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç.
  • Sütleğen otu.
  • Yumuşak ot.

hurub

  • (Tekili: Harb) Harpler, savaşlar, muharebeler.

huruf

  • (Tekili: Harf) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler.

huruf-i mukattaa

  • Bazı surelerin başında bulunan ve ayrı ayrı okunan harfler.

huruf-u heca / huruf-u hecâ

  • Alfabe sırasına göre dizili harfler.
  • Kelimelerdeki harflere ayrıca ses katan elif, vav, he, yâ harfleri.

huruf-u kameriye

  • Gr: Arapçada kelimenin başında harf-i tarif olduğu vakit, harf-i tarifin lâmı okunan harfler. Meselâ: El-Kamer, El-İnsân, El-Bedi' kelimelerinde olduğu gibi. Burada kelime başında "kaf, elif, bâ" harfleri kameriyeden olduğu için aynen okunuyor. (Bunlar: Elif, bâ, cim, hı, hâ, ayın, gayn, fe, kaf, ke

huruf-u mukattáa

  • Arap harflerini heceler halinde kesik kesik yazmak (Yâsin, Elif Lâm Mim vb.).

huruf-u mukattaa / hurûf-u mukattaa

  • Bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan Arapça hece harfleri.

huruf-u şartiye

  • Şart edatları; Türkçe'de "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan Arapça edatlar, in, lev gibi.

hurufat ve kelimat-ı kur'aniye / hurufat ve kelimat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın harfleri ve kelimeleri.

hüsn-ü bilgayr

  • Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.

husser

  • Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.

husufat / husûfât

  • Perdelenmeler, ay tutulmaları.

husun

  • (Tekili: Hısn) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.

husun-i refia / husun-i refîa

  • Yüksek kaleler.

hususat

  • (Tekili: Husus) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler.

hutab

  • (Tekili: Hutbe) Hutbeler.

hutub

  • Zorluk, güçlük.
  • (Tekili: Hatb) İşler, maslahatlar. Mes'eleler.

hutut-u efkar / hutut-u efkâr

  • Düşüncelerin çizgileri.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

hüve'l-batın / hüve'l-bâtın

  • O Bâtındır; bütün varlıkların içyüzlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve herşeyin iç âlemine hükmeden Allah'tır.

huza'bil / huza'bîl

  • (Çoğulu: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler.

huzem

  • (Tekili: Huzme) Demetler, desteler, huzmeler.

hüzeyfe

  • Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'

huzur-u mehakim / huzur-u mehâkim / huzûr-u mehâkim

  • Mahkemelerin önünde durma.
  • Mahkemelerin önüne gelme.

huzzak / huzzâk

  • (Tekili: Hâzık) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.

i'cazat-ı kur'aniye / i'câzât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın mu'cizeleri.

i'dadiye

  • Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus.
  • Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb.

i'lamat-ı nizamiye

  • Huk: Nizamiye mahkemelerinden çıkan ilâmlar.

i'lamat-ı şer'iye

  • Huk: Şer'iye mahkemelerinden nafaka, nikâh vs. ye dâir verilen i'lâmlar.

i'lan

  • Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak.
  • Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme.
  • Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.

i'rab / i'râb

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
  • Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme.
  • Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi.

i'tibarat

  • (Tekili: İ'tibar) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler.
  • Var sayılan şeyler, faraziyeler.

i'tikadiyat

  • İtikada ait mes'eleler.

i'tila

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak.
  • Yüksek rütbelere çıkmak.

ianat

  • (Tekili: İâne) İaneler.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

iaşe-i rabbaniye / iaşe-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın beslemesi, yedirip içirmesi.

ibadet / ibâdet

  • Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.

ibar

  • Eritilmiş kurşun.
  • (Tekili: İbre) İğneler, ibreler.

ibarat / ibârât / عبارات

  • (Tekili: İbare) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler.
  • İbareler, sözler.
  • İbareler, metinler, yazılar.
  • Cümleler. (Arapça)
  • Paragraflar. (Arapça)

ibaratüna şetta / ibaratüna şettâ

  • Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

iber

  • (Tekili: İbre) İbreler, iğneler.

ibhamat

  • (Tekili: İbham) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı sözler.

ibka fermanı

  • Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam edeceklerine dâir gönderilen ferman.

ibn-i mes'ud

  • Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mek

ibn-i teymiye

  • (Hi: 661-728) Diğer adı Ahmed bin Abdülhalim Harranî'dir. Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi olarak bilinir. Bazı mes'elelerde ifrata kaydığından cumhur-u ulemaca hüsn-ü kabul görmemiştir.

ibn-ül-vakt

  • Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B

ibramat

  • (Tekili: İbram) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar.

ibret

  • İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.

ibşarat

  • (Tekili: İbşâr) Müjdelemeler, tebşir etmeler, sevinç verici haber bildirmeler.

ibtida-i dahil / ibtida-i dâhil

  • Tar: Medreselerden orta tahsili verenler.

iç il müderrisleri

  • İstanbul, Edirne ve Bursa'da ve bunlara bağlı yerlerde 150'şer akça ve daha fazla yevmiyeleri olan medrese müderrisleri. (Türkçe)

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icab ve kabul-ü şer'i / icab ve kabul-ü şer'î

  • Şeriata göre "verdim" ve "aldım" ifadesi, ilkeleri.

icabat / îcâbât

  • Gerekler, cevap vermeler.

icad

  • (Ücâd) Kapı ve pencerelerin üstlerinde bulunan kemer.

icareteyn

  • Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina.

icazkar / icazkâr

  • İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan. (Farsça)

icma / icmâ

  • Toplama, büyük âlimlerin bir mesele üzerinde birleşmeleri.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

icma-ı manevi / icmâ-ı mânevî

  • Mânevi olarak görüş birliğine varma; uzmanların aynı konuyu faklı tarzlarda belirtmeleriyle veya susmak sûretiyle onu tasdik etmeleriyle görüş birliğine varmaları.

icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet

  • Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müçtehit olanların, şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri, dinî bir konuda söz birliği etmeleri.

icma-i ümmet

  • Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların, şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.

icraat / icrâât / اِجْرَاآتْ

  • Yürütmeler, yapmalar.

ictihad

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle

ictima-i a'zam

  • Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf etmiş gibi görünmeleri.

ictima-i neyyireyn

  • Güneş ile Ay'ın bir istiva üzerine gelmeleri.

içtimaiyat-ı islamiye / içtimaiyat-ı islâmiye

  • İslâmî toplum bilimi, İslâm sosyolojisi; Müslümanların yaşadığı şartlar ve gelişmeler.

ictimaiyyun

  • İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar.

iddiharat / iddihârât

  • Biriktirmeler, depolamalar.
  • Biriktirmeler.

idiyye / îdiyye

  • Bayramlık.
  • Divan Edebiyatı şairlerinin bayram vesilesiyle büyüklerin medhine dair yazdıkları kasideler.
  • Bayram kutlaması.

idlaliyyat / idlâliyyât

  • İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.

idrak-i maali / idrak-i maâlî

  • Büyük mes'eleleri ve sırları kavramak, akıl erdirmek.

idrakat

  • (Tekili: İdrak) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler.

ıdtıba'

  • Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri.

ifadat / ifâdât / افادات

  • (Tekili: İfâde) Anlatmalar. İfadeler.
  • İfadeler, sözler.
  • İfadeler. (Arapça)

ifadat-ı lazime / ifadat-ı lâzime

  • Gerekli ifadeler.

ifrazat / ifrâzât / افراضات

  • Salgılar. (Arapça)
  • Parsellemeler. (Arapça)

ifşaat

  • (Tekili: İfşa) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.

iftikarat

  • Fakirliğini bilip göstermeler.

iftiraat

  • (Tekili: İftira) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler.

igfalat

  • (Tekili: İgfal) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar.

iğnelemek

  • t. İğne ile delmek.
  • Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek.
  • Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.

igrakat

  • (Tekili: İgrak) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler.

igrakiyyat

  • Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler.

igtilal

  • Hayvanın çok susaması.
  • Elbiseleri üst üste giyme.
  • İçme.
  • İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma.

igtirab

  • (Gurbet. den) Gurbete gitme.
  • (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma.
  • Göz önünden kaybolma.

igtisabat

  • (Tekili: İgtisab) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar.

ihan

  • (Tekili: İhnet) Kızgınlıklar, öfkeler, gazablar, dargınlıklar.

ihbarat / ihbarât / ihbârât

  • Haber vermeler.
  • Haber vermeler.

ihbarat-ı gaybiye / ihbârât-ı gaybîye

  • Önceden bilinmeyen ve görünmeyen âlemden haber vermeler.

ihbarat-ı sadıka-i ahmediye / ihbârât-ı sadıka-i ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dosdoğru haber vermeleri.

ihbariyyat

  • Haberle alâkalı, habere âit cümleler.

ihbarname

  • Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. (Farsça)
  • Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. (Farsça)
  • Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme. (Farsça)

ihfik

  • Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.

ihracat

  • (Tekili: İhrâc) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak.
  • Çıkarmalar. İhraç etmeler.

ihsa'

  • Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme.

ihsan-didegan / ihsan-didegân

  • (Tekili: İhsandide) İyilik görmüş olanlar, bahşiş almış kimseler, minnettar bulunanlar.

ihtarat

  • (Tekili: İhtar) İhtarlar, hatırlatmalar.
  • Dikkati çekmeler, tenbihler.

ihticacat

  • (Tekili: İhticac) Delil, şahit göstermeler.

ihtikar / ihtikâr

  • İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.
  • Vurgunculuk; fazladan kazanç sağlamak amacıyla, hayat için zarurî olan ihtiyaç maddelerini satın alıp fiyatı artsın diye bir süre saklama.

ihtilacat

  • (Tekili: İhtilâc) İhtilaclar, çarpıntılar, seğirtmeler.

ihtilaf / ihtilâf

  • Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid denilen âlimlerin amelî (işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad ayrılıkları.

ihtilaf-ı dar / ihtilaf-ı dâr

  • Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler ahâlisinden olması.

ihtilalat

  • (Tekili: İhtilâl) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.

ihtilatat / ihtilâtat

  • Karışmalar, görüşmeler.

ihtimamat / ihtimamât / ihtimâmat

  • İhtimamlar, özenmeler.
  • İhtimamlar, özen göstermeler.

ihtisasat / ihtisâsât

  • Hislenmeler, duygulanmalar.
  • Duygu ve düşünceler, izlenimler.

ihtisasiyyun

  • İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar.

ihtiyalat

  • (Tekili: İhtiyal) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ihtizazat / ihtizazât / ihtizâzât

  • Titremeler, hoşlanmalar.
  • Sarsmalar, titretmeler.

ikaat / îkaât

  • Yapıp etmeler.

ıkak

  • Tırnaklı hayvanların gebeleri.

ikdamat

  • (Tekili: İkdam) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar.

ikmal-i nüsah

  • Bütün sahifeleri tamam etmek, okuyup bitirmek.

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

ikrazat

  • Borçlar. Borç vermeler.

iktihamat

  • (Tekili: İktihâm) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar.
  • Tahammül etmeler, göğüs germeler.

iktirah / iktirâh / اقتراه

  • İçinden gelerek konuşma. (Arapça)

iktiran-ı kevakib

  • Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.

iktirani kıyas / iktiranî kıyas

  • Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir.

iktisabat

  • (Tekili: İktisab): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler.

ilahiyat

  • Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler.

ilan-ı tekvini / ilân-ı tekvinî

  • Umumi âfetler ve gök taşları düşmesi gibi Cenab-ı Hakk'ın tekvinî âyetleri ve ibretli hâdiseleri ile hakaik ve hikmet-i İlâhiyesini ilân edip bildirmesi.

ilavat / ilâvât / علاوات

  • (Tekili: İlâve) İlâveler, ekler, katmalar.
  • İlaveler, ekler. (Arapça)

ilhahat

  • (Tekili: İlhah) Direnmeler, zorlamalar.

ilham / ilhâm

  • Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
  • Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
  • Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.

ilhamat-ı gaybiye / ilhâmât-ı gaybiye

  • Gayb âleminden gelen ilhamlar; Cenâb-ı Hakkın ihtiyaçlarını temin etmeleri için varlıklara vermiş olduğu duygu.

ilkaat / ilkaât

  • Zararlı sözlerle şaşırtmak.
  • Bırakmalar, terk etmeler.
  • Telkinler, söz göndermeler.
  • İlkalar, ekmeler.

ilkahat

  • (Tekili: İlkah) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar.

ilm-i bedi'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz

ilm-i fiten

  • Asr-ı saadetten sonra zuhur eden hâdiselere, fitnelere dâir olan hadis-i şeriflere, ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Fiten denilmektedir.

ilm-i hal / ilm-i hâl

  • İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren kitap.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir.

ilm-i kıraat / ilm-i kırâat

  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim.

ilm-i lügat

  • Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

ilm-i mevalid

  • Tabiat, eşya ilmi. Hayvanat, nebatât ve maddelerine ait ilim.

ilm-i nahv

  • Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.

ilm-i usul-i fıkıh / ilm-i usûl-i fıkıh

  • Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

ilm-i usul-i kelam / ilm-i usûl-i kelâm

  • Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

ilm-i usul-i tefsir / ilm-i usûl-i tefsîr

  • Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması gereken şartlarından, âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve âmmından bahseden ilim.

ilm-i usuliddin / ilm-i usûliddin

  • Dinin temel meselelerini ve gayelerini araştıran metod ilmi; metodoloji.

ilmihal / ilmihâl

  • İman esaslarıyla, namaz, abdest gibi amel ile ilgili meseleleri halkın seviyesinde anlatan kitap.

ilmiye rütbeleri

  • İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği.

iltifatat / iltifâtât

  • İltifatlar, gönül almalar, lütfetmeler.

iltihabat

  • (Tekili: İltihab) İltihablar, alevlenmeler.

iltimasat

  • (Tekili: İltimas) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar.
  • Kayırmalar, tutmalar.

iltisam-ı nisvan

  • Kadınların örtünmeleri.

ima'

  • (Tekili: Emen) Câriyeler, kadın esirler.

imalar / îmalar

  • Dolaylı anlatımlar, göstermeler.

imalat

  • (Tekili: İmale) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler.

imam

  • Öne geçmek.
  • Önde ve ileride olan. Delil ve rehber.
  • Cemaate namaz kıldıran.
  • İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan.
  • Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret eden.
  • Müslümanların imamı olan halife ve askerlerin başı. Sultan. Hâkim.

imam-ı gazali / imam-ı gazalî

  • Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. "Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî" diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok eserler vermiştir. (K.S.)

imam-ı mübin / imâm-ı mübîn

  • İlâhî ilim ve emrin bir ünvanı; gayb âlemine bakan, eşyanın geçmiş ve geleceğe ait kaidelerinin yazıldığı kader defteri.

imame / imâme

  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

iman-ı merdud

  • Münafık olan kimselerin imanı.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

iman-ı taklidi / iman-ı taklidî

  • Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman.

imaret kemeri

  • Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.

imkanat / imkânât

  • İmkânlar, olabilmeler.

imtisas

  • Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar tarafından emilmesi.

imtiyazat

  • (Tekili: İmtiyâz) İmtiyâzlar, izinler, müsâadeler.

imtizac-ı efkar / imtizâc-ı efkâr

  • Fikirlerin, düşüncelerin uyuşması, birleşmesi.

in'amat / in'âmât

  • (Tekili: İn'am) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler.
  • Nimetlendirmeler.

in'amperver

  • Nimetlerle bezeyen, çok nimet veren. Tehlikelerden sâlim kılan. (Farsça)

in'ikasat / in'ikâsât

  • Yansımalar, aksetmeler.

inamat / inâmât

  • Nimetlendirmeler.

inan

  • Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). (Farsça)

inayet-i bari / inâyet-i bâri

  • Varlıklardaki organ ve donanımı gayelere uygun yaratan Allah'ın ihsanı, yardımı.

inbik

  • Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

incizabat / incizâbât

  • Cezbedilmeler, çekilmeler.
  • Cezbedilmeler, çekicilikler.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

infialat / infiâlât

  • (Tekili: İnfial) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler.
  • Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
  • Etkilenmeler, hareketlenmeler, taşkınlıklar.

infisalat

  • (Tekili: İnfisal) Yerinden ayrılmalar.
  • Azledilmeler.

inkılab ale-l a'kıb / inkılâb ale-l a'kıb

  • Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde irtidaddan meca

inkılabat / inkılâbât

  • İnkılâblar, değişmeler.
  • Değişmeler.

inkılabat-ı ruhi / inkılâbât-ı ruhî

  • Ruhta ve iç yapıdaki değişmeler.

inkılabat-ı zaman / inkılâbât-ı zaman

  • Zaman içinde meydana gelen değişmeler.

inkişafat / inkişâfât

  • Açılmalar, gelişmeler.
  • İnkişaflar, gelişmeler.

inorganik

  • Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. (Fransızca)

inşaiyyat

  • (Tekili: İnşâi) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler.

insanın haşri

  • İnsanların, öldükten sonra dağılmış olan zerreleri âhirette Allah tarafından tekrar bir araya getirilerek bedenlerinin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

inşiab

  • Şubelendirme. Ayırma. Şubelere ayrılma.
  • Bölük bölük olma.
  • Dalbudak verme.

intıbakat

  • (Tekili: İntıbak) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler.

intiha-i terakkiyat-ı hayat-ı ahmediye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) hayatı süresince katettiği mânevî mertebelere yükselme ve ilerlemesinin en son noktası.

intihabat

  • (Tekili: İntihab) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar.
  • (Tekili: İntihab) Seçilmeler, seçmeler.
  • Seçimler.

intikam

  • Öc alma.
  • Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırması.

iplikhane

  • Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır.
  • Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi.

iptal-i his

  • Hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme.

iradat

  • (Tekili: İrade) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar.

irade-i rabbaniye / irâde-i rabbâniye

  • Her şeyi yaratılış gayelerine göre terbiye ve idare edip, egemenliği altında tutan Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i seniyye

  • Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır.
  • Çok yüksek ve m

ırem

  • Irmak kenarı. "
  • Su bendi.
  • Dere, vâdi.
  • Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur.
  • Gözsüz köstebek.
  • Kemikten etin suyunu almak.

irhasat

  • Hayırlı işlerle uğraşmak.
  • Sağlam şey.
  • Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir.

irhasat-ı mütenevvia / irhâsât-ı mütenevvia

  • Peygamberimizde (a.s.m.) peygamber olmadan önce görülen çeşitli olağanüstü hâller ve hâdiseler.

irşad-ı cumhur / irşâd-ı cumhur

  • Geniş halk kitlelerine doğru yolun gösterilmesi.

irşad-ı gaybi / irşad-ı gaybî

  • Gaybî irşad; gelecekteki hâdiselere işaret etmek suretiyle rehberlik yapma.

irşadat

  • (Tekili: İrşad) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar.

irşadat-ı aliye / irşâdât-ı âliye

  • Yüksek irşatlar, doğru yolu göstermeler.

irsalat / irsâlât

  • (Tekili: İrsal) Göndermeler. Gönderilen şeyler.
  • Göndermeler.

irtibak

  • Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
  • Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
  • Bir kazâya uğrama.

irtihaz

  • Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma.
  • Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.

irtisa'

  • Dişler sık olma.
  • İki şey, birbirine bitişik olma.
  • Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama.

iş'arat

  • (Tekili: İş'ar) Tebliğler, bildirmeler.

ısaga

  • Kuyumculuk yapma.
  • Eritilmiş maddeleri kalıba dökme.

ışar

  • (Tekili: Aşerâ) On aylık hamile develer.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

işfa'

  • (Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma.

iskele

  • Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal.
  • Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer.
  • Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba.
  • Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan lima

iskender

  • Sayısız beldeler fethetmiş bir hükümdar.

ıslahat / ıslâhât / اصلاحات

  • Düzeltmeler, tashihler, iyi hale getirme, mükemmelleştirme.
  • Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler.
  • İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.
  • İyileştirmeler.
  • Düzeltmeler, iyileştirmeler, reformlar. (Arapça)

ıslahat-ı mülkiye

  • İdarede yapılan düzeltmeler, yenilikler.

ıslahhane

  • Tar: San'at mekteblerine önceleri verilen isim.
  • Islah evi.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî

ism-i batın / ism-i bâtın

  • Allah'ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismi.

ism-i hakim / ism-i hakîm

  • Her şeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan mânâsında Allah'ın Hakîm ismi.

ism-i mevsule

  • O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir.

ismail aleyhisselam / ismâil aleyhisselâm

  • Yemen'den gelip Mekke ve civârına yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Peygamber efendimizin dedelerindendir. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. Anne si Hacer Hâtun'dur.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

ismetlü

  • Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi.

isnadiyyat

  • İsnad ile ilgili düşünceler.
  • Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.

ısparçana

  • Halatın üzerine sarılmış olan ip.
  • Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri.

ispiralya

  • İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük kaporta.

ispirtizma

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler. (Fransızca)

israf

  • Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak.
  • En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.

israiliyat

  • Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.

isti'dad

  • Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil.
  • Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.

isti'naf

  • Önceki cümlelere bağlı olmayıp ilerdeki muhtemel sorulara cevap teşkil etme.

iştialat / iştialât

  • (Tekili: İştial) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar.
  • Mc: Şiddetlenmeler.

istianat / istiânât

  • (Tekili: İstiane) İstianeler, yalvarmalar.
  • Yardım dilemeler.
  • Yardım istemeler.

istiarat / istiârât

  • İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.

istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire

  • Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.

istiare-i musarraha

  • (Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi.

iştibak

  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

istibşarkarane / istibşârkârâne

  • Müjdelercesine.

isticvab

  • Cevab istemek. Sorguya çekmek.
  • Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek.

isticvabname

  • Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt. (Farsça)

istidlalat

  • (Tekili: İstidlal) İstidlaller. Muhakemeler.

istidrac

  • İnkârcı veya günahkâr kimselere Cenâb-ı Hakkın verdiği olağanüstü özellikler.

istidraç

  • İnkârcı veya günahkâr kimselere Cenâb-ı Hakkın verdiği olağanüstü özellikler.

istihalat

  • (Tekili: İstihale) Değişmeler, başkalaşmalar.

istihase

  • Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.

istihrac

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.

iştikak

  • Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
  • Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
  • Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i

istikbaliyat

  • Geleceğe ait şeyler, hâdiseler.

istikra / istikrâ / اِسْتِقْرَا

  • Hadiselerden ortak bir sonuç çıkarma.

istikra'

  • Gezmek, dolaşmak, etraflı bilgi edinmek. Ayrı ayrı hâdiselerdeki müşterek vasıflara dikkat ederek umumi bir netice çıkarmak. Umumi araştırmak. Fertten umuma âit hüküm sâhibi olmak.

ıstılahat

  • Her hangi bir ilme ait kelimeler, tabirler, terimler.

istinabe

  • Niyabet istemek.
  • Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi.
  • Duruşmada yasal gerekçelerle bulunamayan zanlının, ilgili mahkemece, yasal prosedürün yerine getirilmesi için zanlıya en yakın bölgedeki bir mahkeme veya kişileri yetkili kılması.

istinaf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.

istirha-yi adelat / istirha-yi adelât

  • Adalelerin, kasların gevşemesi.

istirhamat

  • (Tekili: İstirhâm) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler.

istiş'arat

  • (Tekili: İstiş'ar) Yazı ile bildirilmesini istemeler.

istişarat

  • (Tekili: İstişare) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler.

istişhadat

  • (Tekili: İstişhad) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler.
  • Şehid olmalar.

istişmam

  • Koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama.

istisna' / istisnâ'

  • Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.

istizmar

  • (Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.

it'amiyye

  • Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat.

itilafçılar / itilâfçılar

  • Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler.

ıtk-ı müşterek

  • İki veya daha fazla kimsenin, mâlik oldukları bir köleyi azad etmeleridir.

ıtri / ıtrî

  • Itra mensub, ıtır gibi kokan.
  • Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştu

ıtriyyat

  • (Tekili: Itr) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler.

ittifakat

  • (Tekili: İttifak) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar.

ittihad-ı islam / ittihad-ı islâm

  • İslâm birliği. İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için: 1-İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak. 2-İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek. 3-İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunl

ıttılaat

  • (Tekili: Ittılâ') Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar.

ıyal / ıyâl

  • Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler.
  • Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi.

iyal / iyâl

  • Bir kimsenin geçimini üstlendiği kimseler.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

iz'acat / iz'âcât

  • Rahatsız etmeler.

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izacat / izâcât

  • Taciz etmeler.

izam

  • (Tekili: Azim) Büyükler. Büyük kimseler.
  • (Azm) Kemikler.

izar

  • Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler.
  • İsmet, iffet.
  • Zevce.

izhar-ı rububiyet

  • Rablığını gösterme; Allah'ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verdiğini, onları terbiye ve idare ettiğini ve herşeyi egemenliği altında tuttuğunu göstermesi.

ıztırabat

  • (Tekili: Iztırâb) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler.

jaketatay

  • Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. (Fransızca)

jeoloji

  • yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.

jimnaz

  • Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi.

jurnal

  • İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor. (Fransızca)

kabail / kabâil / قبائل

  • (Tekili: Kabile) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
  • Kabileler, aşiretler.
  • Kabileler.
  • Kâbileler. (Arapça)

kabail-i arab

  • Arap kabileleri.

kabail-i islamiye / kabâil-i islâmiye

  • Müslüman kabileler.

kabati / kabatî

  • (Tekili: Kıbtî) Çingeneler.

kabil-i inkisar

  • Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler.

kabr hayatı / kabr hayâtı

  • İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.

kabul / kabûl

  • Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ göstermek.

kade

  • Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.

kader

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.
  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kadı

  • Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları.

kadir-şinas

  • Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. (Farsça)

kafes

  • Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey.
  • Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper,
  • Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.

kaffe-i kelimat / kâffe-i kelimat

  • Bütün kelimeler.

kafile-i zerrat / kâfile-i zerrat

  • Atomlar, zerreler topluluğu.

kafiye

  • Şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı sesi veren hecelerin benzeşmesi.

kahr

  • Zorlama, zorla bir iş gördürme.
  • Üstün gelerek mahvetme, batırma, ezme.
  • Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.

kahramanan

  • (Tekili: Kahraman) Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler. (Farsça)

kaht

  • Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.

kahya / kâhya

  • Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.

kaide-i külliye

  • Genel, kapsamlı kural; kendisine cüz'î, detay meselelerin tatbik edilebildiği genel kural.

kainat seması / kâinat seması

  • Kâinatın ve bütün varlıkların üzerinde duran gökyüzü; burada bütün varlıklar âlemi dünyaya, onu kuşatan gökyüzü ise yücelerde bulunan manevî âlemlere benzetilmiştir.

kalanis / kalânis

  • Takkeler, külâhlar.

kalb selameti / kalb selâmeti

  • Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.

kalb tasfiyesi

  • Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.

kalem-i kader

  • Kader kalemi; Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip belirlemesi.

kalem-i kader ve hikmet

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip, belli bir amaca yönelik olarak yazması.

kalem-i kader ve kudret

  • Allah'ın olacak hadiseleri önceden bilip takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kalem-i kader-i ilahi / kalem-i kader-i ilâhî

  • Allah'ın kader kalemi; Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması.

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kalfa

  • Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
  • Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
  • Bir san'atta usta ile çırak ara

kalıb-ı kelam / kalıb-ı kelâm

  • Söz kalıbı; söz ve ifadelerin içine döküldüğü kalıp.

kalubela / kalûbelâ / kâlûbelâ

  • Allahın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorması ve ruhların "evet" demeleri olayı.
  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz.

kam-binan / kâm-binan

  • (Tekili: Kâm-bin) Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler. (Farsça)

kamea

  • (Çoğulu: Kamâ) Büyük gök sinek.
  • Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.

kameriyye

  • Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.

kamilin / kâmilîn

  • Kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş kimseler.

kamilin-i ehl-i suffe / kâmilîn-i ehl-i suffe

  • Suffede bulunan fazilet sahibi kâmil sahabeler.

kamp

  • Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh.
  • Esirler karargâhı.

kamuflaj

  • Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. (Fransızca)

kanafiz

  • (Tekili: Kunfuz) Kirpiler.
  • Dağ fareleri.

kandil geceleri

  • İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler.

kangren

  • Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
  • Hücrelerin ölmesiyle oluşan bir hastalık.

kanun-u kader-i ilahi / kanun-u kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar.

kanun-u rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması kanunu.

kapçak

  • Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.

karain / karâin / قرائن

  • (Tekili: Karine) Karineler, ip uçları.
  • Karineler, ip uçları.
  • İpuçları, karineler. (Arapça)

karatis

  • (Tekili: Kırtâs) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.

karavana

  • Bakırdan yayvan yemek kabı.
  • Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap.
  • İnce ve yassı elmas.
  • Atışta hedefe vuramama.

karban-saray / kârban-saray

  • Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. (Farsça)

kariyer

  • Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. (Fransızca)
  • Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. (Fransızca)

karlayl

  • (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.

karun

  • İki şeyi bir araya getiren.
  • Tez terleyen hayvan.
  • Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan.
  • İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve.

kasaba

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.

kaşağı

  • Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet.
  • İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.

kasaid / kasâid / قصائد

  • (Tekili: Kaside) Kasideler.
  • Kasideler; kâfiyeli olarak büyük şahsiyetleri övmek için yazılan şiirler.
  • Kasideler, övgü için yazılan şiirler.
  • Kasideler. (Arapça)

kasaid-i aleviye / kasâid-i aleviye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Peygamberden (a.s.m.) aldığı derslere istinaden yazdığı kasideler.

kasaid-i vataniye / kasâid-i vataniye

  • Vatan kasideleri, marşlar.

kasal

  • Buğday içinde olan siyah taneler.

kasas

  • Kıssalar, hikâyeler.

kasden

  • Bizzat yönelerek.

kaseha / kâseha

  • (Tekili: Kâse) Kâseler.

kaside

  • (Çoğulu: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume.

kaside-i gaybiye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Peygamberden (a.s.m.) ders alarak yazdığı gelecekteki hadiselere ışık tutan, Ercûze ve Celcelutiye isimli kasideler.

kasisa

  • (Çoğulu: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve.
  • Bir ot.

kat'-ı merahil / kat'-ı merâhil

  • Merhaleleri, durak yerlerini geçme. Yol alma, ilerleme.

kat'-ı meratib

  • Mertebeleri aşıp geçme.

kat'-ı meratip / kat'-ı merâtip

  • Mertebeleri aşma.

kat'i delil / kat'î delîl

  • Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.

kat-ı meratip / kat-ı merâtip

  • Manevî derece ve mertebelere yükselme.

katarat

  • (Tekili: Katre) Katreler, su damlaları.

katarat-ı baran / katarat-ı bârân

  • Yağmur damlaları. Yağmur katreleri.

katele

  • (Tekili: Katil) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.

kater

  • (Tekili: Katre) Katreler, damlalar.

katla / katlâ

  • (Tekili: Katîl) Öldürülmüş kimseler.

katr

  • Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey.
  • Develeri katarlamak.
  • Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak.
  • Yağmur.

kaur

  • Çok derin.
  • Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar.

kavabil

  • (Tekili: Kabile) Ebeler.
  • (Kabiliyet) Kabiliyetler veya kabiliyetliler.

kavafi / kavafî

  • (Tekili: Kafiye) Kafiyeler.

kavafil / kavâfil / قوافل

  • (Tekili: Kafile) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar.
  • Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler.
  • Kafileler. (Arapça)

kavaid / kavâid / قواعد

  • (Tekili: Kaide) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.
  • Kaideler, usüller, kurallar.
  • Kaideler.
  • Kurallar, kâideler. (Arapça)

kavaid-i esasiye

  • Esası teşkil eden temel kaideler.

kavaid-i imaniye / kavâid-i imanîye

  • İmanın kaideleri, rükûn ve şartları.

kavaid-i külliye-i muntazama

  • Her yerde geçerli olan küllî ve muntazam kaideler.

kavaid-i külliyye / kavâid-i külliyye

  • Genel kaideler, kurallar.

kavaid-i mukarrere / kavâid-i mukarrere

  • Yerleşmiş kaideler, kurallar.

kavaim

  • (Tekili: Kaime) Kaimeler.

kavanin

  • (Tekili: Kanun) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi.

kavanin-i emriye / kavânîn-i emriye

  • Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunları.

kavanin-i rububiyet / kavânîn-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması ile ilgili kanunlar.

kavarir

  • (Tekili: Karure) Gözbebekleri.
  • Şişeler.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kayyumiyet-i ilahiye / kayyûmiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.
  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza ve kader kalemi

  • Cenâb-ı Hakkın plân ve takdirlerini ve zamanı gelen takdirlerin yaratılma kaidelerini yazan kalem.

kaza ve kader-i ilahi / kaza ve kader-i ilâhî

  • Hâdiselerin, olmadan önce Allah tarafından takdir olunup plânlanması ve vakti gelince yaratılması.

kazaha

  • (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kazaya / kazâyâ / قضایا

  • Kaziyeler, önermeler, işler, meseleler.
  • (Tekili: Kaziye) Kaziyeler. Hükümler.
  • Kaziyeler, hükümler, önermeler.
  • Kaziyeler, hükümler.
  • Meseleler, problemler. (Arapça)

kazein

  • Sütte bulunan albüminli maddeler. (Fransızca)

kaziye-i ma'dule

  • Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.

kaziye-i zanniye

  • Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir.

kazurat

  • Artık maddeler, pislikler.

ke

  • Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.) (Farsça)

kefef

  • (Tekili: Keffe) Kefeler. Terazinin tablaları.

kefeteyn-i havf ü reca / kefeteyn-i havf ü recâ

  • Ümit ve korku kefeleri, dengeleri.

kefeteyn-i havf u reca / كَفَتَيْنِ خَوْفُ و رَجَا

  • Korku ve ümit kefeleri.

kelalet / kelâlet

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık.
  • Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması.
  • Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi).
  • Kör ve kesmez olan.

kelam

  • Söz, söyleyiş, nutuk.
  • Dil, lehçe.
  • Kelâm ilmi, İslâmî inanç meselelerinden bahseden ilim.

kelam-ı mudari / kelâm-ı mudarî / kelâm-ı mudârî

  • Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
  • Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur'ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça'dır.

kelamat-ı hikmet / kelâmât-ı hikmet

  • Hikmet kelimeleri, sözleri.

kelim

  • (Tekili: Kelime) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar.

kelimat / kelimât / كلمات

  • (Tekili: Kelime) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
  • Kelimeler.
  • Kelimeler.
  • Kelimeler, sözcükler. (Arapça)

kelimat ve tabirat-ı aliye / kelimat ve tâbirat-ı âliye

  • Yüksek, yüce ifadeler, tabirler.

kelimat-ı hikmet

  • Hikmetin kelimeleri; Allah'ın her bir varlığı belirli gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratma sıfatının kelimeleri, sözleri.

kelimat-ı ilahiye / kelimât-ı ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar.

kelimat-ı imaniye

  • İmana ait kelimeler.

kelimat-ı kitab-ı kainat / kelimât-ı kitab-ı kâinat

  • Kâinat kitabının ifade ettiği mânâlı ifadeler.

kelimat-ı kudret / kelimât-ı kudret

  • Allah'ın kudret kelimeleri.

kelimat-ı kudsiye / kelimât-ı kudsiye

  • Kutsal kelimeler.

kelimat-ı kur'aniye / kelimât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın kelimeleri, sözleri.

kelimat-ı latife / kelimat-ı lâtîfe

  • Çok hoş, güzel kelimeler.

kelimat-ı mektube

  • Yazılı kelimeler.

kelimat-ı mübareke / kelimât-ı mübareke

  • Mübarek, bereketli kelimeler.

kelimat-ı mukaddese / kelimât-ı mukaddese

  • Mukaddes kelimeler.

kelimat-ı nahviye

  • Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.

kelimat-ı rabbaniye / kelimât-ı rabbâniye

  • Herşeyi yaratıp terbiye eden Allah'ın kelimeleri, sözleri.

kelimat-ı tayyibe

  • Güzel kelimeler.

kelimat-ı tercümiye / kelimât-ı tercümiye

  • Tercümede kullanılan kelimeler.

kelimat-ı tesbihiye / kelimât-ı tesbihiye

  • Allah'ı tesbih eden kelimeler.

kelimat-ı tesbihiye ve zikriye / kelimât-ı tesbihiye ve zikriye

  • Allah'ın yüceliğini dile getirmek ve Allah'ı anmak için kullanılan kelimeler, sözler.

kemalat-ı fenniye / kemâlât-ı fenniye

  • İlim ve teknolojideki gelişmeler.

kemalat-ı ilmiye / kemâlât-ı ilmiye

  • İlimdeki mükemmellikler, ilmî yüksek gelişmeler.

ken

  • "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. (Farsça)

kenais

  • Keniseler, kiliseler.

keramet / kerâmet

  • Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli.
  • Bağış, kerem.
  • İkram, ağırlama.
  • İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.

kerkeç

  • Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.

kerrat

  • Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli.

keş

  • (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş : Cefâ çeken. Esrar-keş : Esrar çeken, esrar içen serseri. (Farsça)

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kesan / kesân

  • Kimseler.

keşende

  • "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) (Farsça)
  • Dayanan, tahammül eden, mütehammil. (Farsça)

keşf-i sadık / keşf-i sâdık

  • Allah'ın velî kullarının mânevî âlemlere ait bazı sır ve hakikatleri Allah'ın ilham etmesiyle görmeleri.

keşf-ül kubur

  • Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.

kesret daireleri

  • Çokluk daireleri; sayısız varlıklardan oluşan daireler.

kesret-i makasıd

  • Maksat ve gayelerin çokluğu.

kevar

  • Meyve veya üzüm küfesi. (Farsça)
  • Bal arısı gömeci, petek. (Farsça)
  • Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. (Farsça)

kevniyyat

  • Kâinat ilmi, kozmoloji.
  • Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.

kevr

  • Devretmek, dönmek.
  • Sarık sarmak. Tülbend sarmak.
  • Bir yerde toplanmış olan develer.
  • Çokluk, bolluk, ziyadelik.
  • Mukül dedikleri darı cinsi.

keymus

  • yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

kıbab / kıbâb / قباب

  • (Tekili: Kubbe) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.
  • Kubbeler. (Arapça)

kibarane

  • Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette. (Farsça)

kıbtiyan

  • (Tekili: Kıbti) Kıbtiler, çingeneler.

kifaf

  • (Tekili: Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık.
  • Bir şeyin güzide ve hayırlısı.
  • (Keffe) Terazi kefeleri.

kihal

  • (Tekili: Kehl) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.

kıla' / kılâ' / قلاع

  • (Tekili: Kal'a) Surlar, kaleler, hisarlar.
  • Kaleler. (Arapça)

kıla-i rasine / kılâ-i rasine

  • Sağlam kaleler. Muhkem surlar.

kilem

  • (Tekili: Kelime) Kelimeler, kelâmlar, sözler.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kinaiyyat / kinâiyyât

  • Kinayeler.

kinaye lafızlar / kinâye lafızlar

  • Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.

kıpti

  • Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.

kıraat-ı seb'a

  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kıraet ilmi / kırâet ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.

kıraet-i şazze / kırâet-i şâzze

  • Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).

kiram

  • Benzetmeli, kinâyeli.
  • (Tekili: Kerim) Kerimler, şerefliler.
  • Eli açık cömert kimseler.

kırkbayır

  • Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.

kırtasiye

  • Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.

kısar-ı mufassal

  • Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir.

kısas

  • Kıssalar. Fıkralar. Hikâyeler.
  • Kıssalar, hikayeler. (Arapça)
  • Kıssalar, hikâyeler.

kısas-ı meşhure

  • Meşhur kıssalar, hikâyeler.

kısmet

  • Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
  • Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.
  • Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek.
  • Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.

kıssa-i lut ve davud / kıssa-i lût ve davud

  • İncil ve Tevrat'ta Hz. Lût (a.s.) ve Hz. Davud'un (a.s.) hayatıyla ilgili aktarılan hadiseler.

kıssat / kıssât

  • (Tekili: Kıssa) Kıssalar. Hikâyeler.
  • Kıssalar, hikâyeler.

kisve

  • Giyecek. Nafaka vermekle vazîfeli kimsenin bakmakla mükellef bulunduğu kimselere te'min etmekle yükümlü olduğu giyecek.

kişverküşa / kişverküşâ / كشوركشا

  • Fatih, ülkeler alan. (Farsça)

kıtaat

  • (Tekili: Kıt'a) Bölümler, cüzler, parçalar.
  • Büyük kara parçaları.
  • Askeri birlikler.
  • Ülkeler, memleketler.

kitab-ı hikmet

  • Hikmet kitabı; her şeyin belirli fayda ve gayelere yönelik olarak tam yerli yerinde olduğunu bildiren kitap.

kitabet / kitâbet

  • Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
  • Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
  • Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme.

kitabet-i fıtriye

  • Fıtri olan yazılmış şeyler.
  • Kâinat sahifelerinin kitab gibi oluşu.

kıyamet-i mükerrere-i nev'iye / kıyâmet-i mükerrere-i nev'iye

  • Her bir varlık türünde sürekli olarak tekrarlanan ve kıyameti andıran var olma ve yok olma hadiseleri.

kıyas-ı fukaha

  • Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

kıyas-ı istikrai / kıyâs-ı istikrâî

  • Tüme varım; ayrı ayrı hâdiselerden yola çıkarak bir genelleme yapma.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.

kıyemiyyat

  • (Tekili: Kıyemî) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.

kızıl kafirler / kızıl kâfirler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeye inanmayan komünist kimseler, komünistler.

kızılhaç

  • Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.

klüp

  • ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.

kodaman

  • İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir.

komando

  • (Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

komşu

  • Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.

kongre

  • Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı. (Fransızca)

konsey

  • İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. (Fransızca)
  • Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. (Fransızca)
  • Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. (Fransızca)

konsolos

  • İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.

kub

  • "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) (Farsça)

kuban

  • (Tekili: Kub) Vurucular, dövücüler. (Farsça)
  • Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

kubbe-nişin

  • İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri. (Farsça)

kubeb

  • (Tekili: Kubbe) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.

kubur

  • (Tekili: Kabr) Kabirler, mezarlar, türbeler.

kudema-yı sahabe

  • Sahabelerin ileri gelenleri, eskileri.

kudur

  • (Tekili: Kıdr) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.

küf

  • Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad.
  • Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.

kuh-u kaf / kûh-u kaf

  • Efsânelerde geçen Kafdağı.

kühul

  • (Tekili: Kehl) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.

kulakıl

  • İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri.

kulel / قلل

  • (Tekili: Kulle) Kuleler.
  • Dağ tepeleri.
  • Kuleler. (Arapça)
  • Doruklar. (Arapça)

küll

  • Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.

kulle

  • (Çoğulu: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve.
  • Kule.
  • Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.

kulüp / قُلُوبْ

  • Yalnız üye olanların girebildikleri belli gayelerle toplanılan yer.

kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

kümmelin / kümmelîn

  • Kâmiller; büyük mâneviyat ve fazilet sahibi olgun kimseler.

künan

  • "Ederek, yaparak, eden, yapan" manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek) (Farsça)

künasat

  • (Tekili: Künâse) Künâseler, süprüntüler.

künende

  • "Edici, yapıcı" mânâlarına gelerek kelimelere eklenir. (Farsça)

künuz / künûz / كنوز

  • (Tekili: Kenz) Hazineler. Defineler.
  • Hazineler.
  • Hazineler.
  • Hazineler. (Arapça)

künuz-u esma-i ilahiye / künûz-u esmâ-i ilâhiye

  • İlâhî isimlerin hazineleri.

künuz-u mahfiye / künûz-u mahfiye

  • Gizli hazineler.
  • Gizli hazineler.

künuz-u mütenevvi / künûz-u mütenevvi

  • Çeşit çeşit kıymetli hazineler.

künuzat / künuzât

  • Kenzler. Hazineler.

kur'an-ı hakimin nuru / kur'ân-ı hakîmin nuru

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve mu'cizeler bulunan Kur'ân'ın nuru, aydınlığı.

kur'an-ı hatib-i mu'cizbeyan / kur'ân-ı hatib-i mu'cizbeyan

  • İnsanlığa hitap eden açıklama ve ifadeleriyle mu'cize olan Kur'ân.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kur'an-ı rabbani / kur'ân-ı rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın Kur'ân'ı; kâinat kitabı.

kura

  • (Tekili: Karye) Karyeler, köyler, kasabalar.

kürat

  • (Tekili: Küre) Küreler. Yuvarlak olan nesneler.

kurban geceleri

  • Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.

kürek cezası

  • Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.

küreviyat

  • (Tekili: Küreviyet) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar.

küreyvat

  • Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.

küreyvat-ı beyza

  • Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kürsi

  • Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer.
  • Taht, serir. Erike. Koltuk.
  • Kaide.
  • Merkez.
  • Vazife.
  • Saltanat, kudret ve mülk.
  • Başkent, hükümet merkezi.
  • Mânevi makam.
  • Arş'ın altına bir semâ tabakas

kurun / kurûn

  • Çağlar, asırlar, devreler.

kürur-u a'vam

  • Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.

küruş

  • (Tekili: Keriş) İşkembeler.

kurut

  • Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler.

kus / kûs

  • Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul. (Farsça)

küş

  • "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. (Farsça)

küşa

  • "Açan, açıcı" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. (Farsça)

kusare

  • Hususi hücre.
  • Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.

küştegan-ı zinde / küştegân-ı zinde

  • Şehitler. Şehid olmuş kimseler.

küsuf

  • Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

kutela'

  • (Tekili: Katil) Öldürülmüş kimseler, maktuller.

kütle-i azim / kütle-i azîm

  • Büyük kütle (yani, büyük halk kitlelerinden meydana gelen topluluk).

kutne

  • Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.

kütüb ve suhuf-u semaviye

  • Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler.

kuva / kuvâ

  • (Tekili: Kuvvet) Güçler. Kuvvetler.
  • Hisler. Hasseler. Takatler.
  • Şeriatın birer hükmü.
  • Kuvveler.

kuydaş

  • Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler. (Farsça)

kuyud

  • (Tekili: Kayd) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.

kuyud-u ihtiraziye / kuyûd-u ihtiraziye

  • Bazı hakların kullanılabilmesi için öne sürülen şartlar ve çekinceler; tedbir ve çekince kayıtları.

laboratuvar

  • İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer. (Fransızca)

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

lağım

  • Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır.
  • Kazurat ve çirkef sularının akmasın

lahham

  • Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.

lahk

  • (Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek.
  • Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

lala

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. (Farsça)
  • Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. (Farsça)
  • Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine (Farsça)

latime / latîme

  • (Çoğulu: Letâyim) Misk.
  • Güzel kokular konulan kap.
  • Attarlar pazarı.
  • Güzel kokulu nesneleri götüren deve.

lebdeğmez

  • t. Dudak değmez.
  • Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan "B-F-M-P-V" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler.

lebeniyyat / lebeniyyât

  • (Tekili: Lebeniyye) Sütlü nesneler.

leddam

  • Eski elbiseleri yamalıyan.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

lehviyat / lehviyât

  • Dinen yasak olan oyun ve eğlenceler.
  • Günahlı eğlenceler.

lehviyat-ı gayr-ı meşrua / lehviyât-ı gayr-ı meşrua

  • Dinin izin vermediği istekler ve eğlenceler.

lehviyat-ı medeniye

  • Medeniyetin haram eğlenceleri, oyunları.

lehviyat-ı muharreme / lehviyât-ı muharreme

  • Haram kılınmış eğlenceler.

lehviyat-ı nevmiye

  • İnsanları uyutucu zevk ve eğlenceler.

lehviyyat

  • (Tekili: Lehv) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler. (Farsça)

leiman

  • (Tekili: Leim) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar.

letaif / letâif / لطائف

  • Lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygulardan herbiri.
  • Lâtifeler, incelikler.
  • Latifeler.
  • Şakalar, fıkralar, latifeler. (Arapça)

letaif-i aşere

  • On lâtif duygu. On adet lâtifeler.

letaif-i belağat / letâif-i belâğat

  • Belâğattaki incelikler, ifadelerdeki edebî güzellikler.

levahık

  • (Tekili: Lâhık. Lâhıka) İlâveler, ekler. Lâhıkalar.

levaim

  • (Tekili: Lâime) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

levazımat

  • (Tekili: Levazım) Lüzumlu maddeler.

levise / levîse

  • Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler.

levs-i fani / levs-i fâni

  • Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri.
  • Dünyanın geçici işleri, eğlenceleri.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

leyail

  • (Tekili: Leyl) Geceler.

leyal / leyâl

  • (Tekili: Leyâli-Leyâil) (Leyl) Geceler.
  • Geceler.

leyal-i aşr

  • Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler.

leyal-i hasret

  • Hasret geceleri.

leyali / leyâli / leyâlî / ليالى

  • Geceler.
  • Geceler. (Arapça)

leyali-i meşhure / leyâli-i meşhure

  • Meşhûr, mübârek geceler.

leyali-i mübareke / leyâli-i mübareke

  • Mübarek geceler.

leyali-i ramazan-ı mübareke / leyâli-i ramazan-ı mübareke

  • Mübarek Ramazan geceleri.

leyali-i şerife / leyâlî-i şerife

  • Mübarek, mukaddes geceler.

leyle-i berat / leyle-i berât

  • Mübârek gecelerden, Şâban ayının on beşinci gecesi.

leyle-i isra / leyle-i isrâ

  • Mübârek gecelerden Mi'râc gecesi.

leyle-i mi'rac / leyle-i mi'râc

  • Mübârek gecelerden, Resûlullah efendimizin Mîrâca çıktığı Receb ayının yirmi yedinci gecesi.

leyle-i regaib / leyle-i regâib

  • Mübârek gecelerden, Receb ayının ilk Cumâ gecesi.

liam

  • (Tekili: Leim) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar.

lian / liân

  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

libab

  • (Tekili: Lebib) Akıllılar, zeki kimseler.

ligayrihi haram / ligayrihî haram

  • Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.

liha

  • (Tekili: Lihye) Lihyeler, sakallar.

likah

  • (Tekili: Lükuh) Süt veren dişi develer.

lis

  • Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis : Çanak yalayıcı. Dalkavuk. (Farsça)

lisan-ı fasihane / lisân-ı fasihâne

  • Fasih dil; meramı güzel, açık ve düzgün ifadelerle aktaran dil.

lisan-ı mu'cizat

  • Mu'cizelerin dili.

lisan-ı nahvi / lisan-ı nahvî

  • Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.

lisan-ı tesbih

  • Allah'ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil.

litre

  • İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi.

liyakatmendan / liyakatmendân

  • (Tekili: Liyâkatmend) Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler. (Farsça)

lu'betgah / lu'betgâh

  • Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri. (Farsça)

lu'biyyat / lu'biyyât

  • Oyunlar, eğlenceler.

lübus

  • (Tekili: Libâs) Esvaplar, elbiseler.
  • Savaş elbisesi.

lugat / lûgat

  • (Tekili: A, uzun okunur) (Lügat) Lügatlar, kelimeler.
  • Lügat kitapları.
  • Lügat, sözlük, kelimelerin anlamlarını kısaca bildiren kitap.

lügat

  • Bir dilin kelimelerini belli bir sıralama içinde, mânâlarıyla beraber ihtiva eden kitap, sözlük.

lugat / lugât / لغات

  • Sözlük. (Arapça)
  • Kelimeler. (Arapça)

lugaviyyun

  • Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler.

lügaz

  • Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.

lütf-u rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı.

lütin / lütîn

  • Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)

ma / mâ

  • Biz mânasınadır. (Farsça)
  • Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) (Farsça)

ma'den

  • Maden.
  • Bir haslet veya hususiyetin kaynağı.
  • Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
  • Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.

ma'kulat

  • (Tekili: Ma'kul) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler.

ma'lulin / ma'lulîn

  • (Tekili: Ma'lul) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.

ma'nevi temizlik / ma'nevî temizlik

  • İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.

ma's

  • Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp.

ma'zulin / ma'zulîn

  • (Tekili: Ma'zul) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.

ma-fi-l yed

  • Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

maakım

  • (Tekili: Ma'kım) Eklemler, eklemeler.

maali / maalî

  • şerefler. Yükseklikler.
  • Yüksek fikirler.
  • şerefli vazifeler.

maalim

  • (Tekili: Ma'lem) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler.
  • İzler. Nişanlar. Eserler.

maaliyat

  • Yüce bilgiler, yüksek mertebeler.

maani-i lüğaviye / maâni-i lüğaviye

  • Lügat mânâları, kelimelerin sözlük anlamları.

maani-i rububiyet / maânî-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin ifadeleri.

maani-i ula / maanî-i ûlâ

  • Evvelki mânâlar, vesileler.

maani-yi irşadiye / maânî-yi irşâdiye

  • Doğru yolu gösteren ifadeler.

maarif-mendan / maarif-mendân

  • (Tekili: Maarifmend) Bilgi sahibi kimseler, bilgililer.

maariz / maarîz

  • (Tekili: Mi'raz) Kapalı mânâlar.
  • Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler.

maariz-ül kelam / maarîz-ül kelâm

  • Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.

maarizü'l-kelam / maarîzü'l-kelâm

  • Kapalı mânâlar; birden fazla anlamlı kelimelerin en uzak mânâsı.

maaşat

  • (Tekili: Maâş) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar.

maayib

  • Ayıplar. Lekeler. Kusurlar.

macun / mâcun

  • Maddelerin ezilmiş hâli.

madahik

  • (Tekili: Madhek) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar.

madalya

  • Başarılı kimselere takılan madeni nişan.

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

maddiyat-ı kesife

  • Kesif, şeffaf olmayan maddeler.

maddiyunluk

  • Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.

maddiyyun

  • (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.

mader-i hilkatin hazain-i la-tefnasındaki sehavet / mâder-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnâsındaki sehavet

  • Yaratılış kaynağının bitmez tükenmez hazinelerindeki cömertlik.

magalık

  • (Tekili: Mağlak) Kilitler, sürmeler.

magani

  • (Tekili: Magni) Evler, hâneler, menziller.

magaris

  • (Tekili: Magris) Fidanlıklar, fidan bahçeleri.

magasil

  • (Tekili: Magsel ve Magsil) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.

magazi

  • Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri.
  • Savaşlar, muharebeler, gazalar.

mağazi / mağazî

  • Gaza hikâyeleri.

mağdub

  • Allah'ın gazap ettiği, kızdığı kimseler.

magza

  • Maksad, gaye, meram, istek, arzu.
  • (Çoğulu: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler.
  • Savaş, muharebe, gaza, harb.

mahabis

  • (Tekili: Mahbes) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.

mahakim / mahâkim / محاكم

  • Mahkemeler.
  • Mahkemeler. (Arapça)

mahakim-i adliye

  • Adliye mahkemeleri.

mahakim-i askeriye

  • Askerî mahkemeler.

mahakim-i şer'iye

  • Şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri.

mahalib

  • (Tekili: Mahleb) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.

mahazil

  • (Tekili: Mahzul) Rezil ve kepaze olmuş kimseler.

mahbusin / mahbusîn

  • (Tekili: Mahbus) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.

mahkeme-i nizamiye

  • Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri.

mahkeme-i temyiz

  • Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahrem

  • Gizli.
  • Dince ve şer'an müsaade olunmayan.
  • Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.
  • Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır

mahruyan

  • Güzeller, ay yüzlüler. (Farsça)
  • Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler. (Farsça)

mahsulat / mahsulât

  • (Tekili: Mahsul) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri.

mahsulat-ı fikriye / mahsulât-ı fikriye

  • Fikir ve düşüncelerle ortaya konulanlar; düşünce ürünleri.

mahya

  • Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

mahz-ı tebşirat

  • Müjdelerin ta kendisi.

mahzen ve medfen-i mücevherat / mahzen ve medfen-i mücevherât

  • Kıymetli taşların ve hazinelerin bulunduğu define ve mahzen.

mahzen-i mu'cizat

  • Mu'cizeler mahzeni, kaynağı.

maişet

  • (Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür.
  • Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.

makadim

  • (Tekili: Makdem) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler.

makalat / makalât / makâlat

  • (Tekili: Makale) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler.
  • Makaleler.
  • Makaleler.

makalid

  • (Ka, uzun okunur) Hazineler.
  • Kilitler. Anahtarlar.

makam / makâm

  • Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.

makamat

  • (Tekili: Makam ve makame) Makamlar, mertebeler.
  • Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar.

makamat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dereceleri, makamları.

makamat-ı süluk / makâmât-ı sülûk

  • Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

makasıd

  • Maksatlar, gayeler.
  • Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler.
  • Maksatlar, gayeler.

makasıd-ı aliye / makasıd-ı âliye

  • Yüce maksatlar, gayeler.

makàsıd-ı aliye / makàsıd-ı âliye

  • Yüce gayeler.

makàsıd-ı aliye-i kudsiye / makàsıd-ı âliye-i kudsiye

  • Her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan İlâhî maksatlar, gayeler.

makàsıd-ı asliye-i kur'aniye / makàsıd-ı asliye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın asıl maksatları, gayeleri.

makàsıd-ı azime / makàsıd-ı azîme

  • Büyük maksatlar, gayeler.

makasıd-ı cüz'iye

  • Ferdî, bireysel gayeler.

makasıd-ı dünyeviye

  • Dünyevî maksatlar, gayeler.

makasıd-ı esasiye

  • Esas maksatlar, asıl gayeler.

makàsıd-ı ilahiye / makàsıd-ı ilâhiye

  • Allah'ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler.

makàsıd-ı ilmiye

  • İlmi maksatlar, gayeler.

makasıd-ı insaniyet / makasıd-ı insâniyet

  • İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri.

makasıd-ı kelam / makasıd-ı kelâm

  • Sözün gayeleri, maksatları.

makàsıd-ı külliye

  • Büyük ve kapsamlı maksatlar, gayeler.

makasıd-ı kur'aniye / makasıd-ı kur'âniye

  • Kur'ân-ı Kerimin maksatları, hedefleri, gayeleri.

makasıd-ı meşrua

  • Meşru gayeler, hedefler.

makasıd-ı rabbaniye / makasıd-ı rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın yüce maksatları, gayeleri.

makàsıd-ı rabbaniye / makàsıd-ı rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın yüce maksatları, gayeleri.

makàsıd-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler.

makàsıd-ı ulya / makàsıd-ı ulyâ

  • En yüce gayeler, hedefler.

makatı'

  • (Tekili: Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler.
  • (Kat') Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.

makatir

  • (Tekili: Maktar) Damlalar, katreler.

makes-i efkar / mâkes-i efkâr

  • Fikir ve düşüncelerin yansıdığı yer.

maksadü'l-makasıt

  • Gayelerin gayesi.

maksur

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i

makta'

  • Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
  • Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü.
  • Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.

maktulin / maktulîn

  • (Tekili: Maktul) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler.

makulat-ı sırfe / mâkulât-ı sırfe

  • Tamamıyla aklî olan meseleler.

mal-i zımar

  • Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.

maliye / ماليه

  • Devletin gelir ve gider işlerini takip eden bakanlık ve ona bağlı daireler. (Arapça)

mana-yı kelimat / mânâ-yı kelimat

  • Kelimelerin ve sözlerin mânâları.

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında kalelere ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti.

manevi tefsir / mânevî tefsir

  • Kur'ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

maneviyat-ı kalbiye / mâneviyat-ı kalbiye

  • Kalpteki mânevî lâtifeler, mânâlar.

manken

  • Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli. (Fransızca)

mantıki / mantıkî

  • Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun.

mantıki kıraet / mantıkî kırâet

  • Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

mantıkiyyat / mantıkiyyât

  • Mantıkla alâkalı mes'eleler.

manzumat / manzûmât / منظومات

  • Düzenlemeler, sıralamalar.
  • Manzumeler.
  • Manzumeler. (Arapça)

manzume-i şemsiye

  • Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.

masaif

  • (Tekili: Masif) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.

masari / masâri / مصارع

  • Dizeler, mısralar. (Arapça)

matahir

  • (Tekili: Mathare) Mataralar, su kapları.
  • Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.

mataim / mataîm

  • (Tekili: Mıt'âm) Oburlar, doymakbilmez kimseler.
  • Başkalarını beslemeler.

matbaha-i kudret

  • Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.

matbuat

  • Basın-yayın; gazeteler.
  • Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi)

matekaddem

  • (Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi.
  • Sâbık. Geçen şey.
  • Önceleri.

matris

  • Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. (Fransızca)
  • Dizme makinelerinde harf kalıbı. (Fransızca)

matviyyat / matviyyât

  • Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.

mavera-ün nehr

  • Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu.
  • Dicle ile Fırat arası.

mazahir

  • (Tekili: Mazhar) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler.
  • Nâil olmalar.
  • Şereflenmeler.

maziyat / mâziyat

  • Geçmişe ait şeyler, hâdiseler.

mazlumin / mazlumîn

  • Zulüm görmüş kimseler.

maznunin / maznunîn

  • (Tekili: Maznun) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler.

me'kulat / me'kulât

  • (Tekili: Me'kul) Yenilecek gıdâ maddeleri.

me'mun

  • Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan.
  • Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.

me'murin / me'murîn

  • (Tekili: Me'mur) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar.

me'zunin / me'zunîn

  • (Tekili: Me'zun) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.

meal / meâl

  • Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.

meani-i elfaz / meâni-i elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin mânâları.

meayib

  • Kusurlar, ayıblar, lekeler.

meazir

  • Perdeler. Hicablar.
  • Özürler.

mebadi / mebâdî / مبادی

  • (Tekili: Mebde) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar.
  • Çekirdekler.
  • Prensipler.
  • Başlangıçlar, ilkeler.
  • İlkeler, prensipler. (Arapça)

mebadi-i zaruriye / mebâdi-i zaruriye

  • Zorunlu prensip ve ilkeler.

mebadi-i zaruriyye

  • Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar.

mebaliğ

  • (Tekili: Meblâğ) Paralar, akçeler.

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

mecmu-u makasıt

  • Gayelerin, isteklerin toplamı.

mecved

  • Doymaya yakın olmak.
  • Yağmur taneleri değmiş cisim.

meczum

  • Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş.
  • Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.)

medaih

  • Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler.

medain

  • (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler.
  • Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılm

medaris / medâris / مدارس

  • Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.
  • Medreseler, okullar; Osmanlı döneminde dinî eğitim veren yüksek öğretim kurumları.
  • Medreseler.
  • Medreseler. (Arapça)

medaris-i diniye / medâris-i diniye

  • Dinî medreseler, okullar.

medayin

  • (Tekili: Midyân) Dâima borçlanan kimseler.

meddah

  • (Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden.
  • Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci.

medeni / medenî

  • Faziletli, terbiyeli, kibâr.
  • Medineli. Şehirli.
  • Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri.
  • Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.
  • Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.

medhiyat

  • (Tekili: Medhiye) Medh etmeler, övmeler.

medine sureleri / medine sûreleri

  • Medine'de inen sûreler.

medrese

  • (Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ.
  • İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.

mefahir-i milliye / mefâhir-i milliye

  • Millî iftihar araçları, övünç vesileleri.

meftihane / meftihâne

  • Yeni bir kitaba veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.

meftuhane

  • Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti. (Farsça)

megafir

  • (Tekili: Miğfer) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar.

megazi / megâzî

  • Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.

mehacim

  • (Tekili: Mihcem) Hacamat şişeleri.
  • Çekip emmeye yarayan âletler.

mehalik / mehâlik

  • (Tekili: Mehleke) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.
  • Tehlikeler, tehlikeli işler, helâk eden işler.
  • Tehlikeler.

mehalik-i azime / mehâlik-i azîme

  • Büyük tehlikeler.

mehasin-i meşrutiyet / mehâsin-i meşrutiyet

  • Meşrutiyet sisteminin ortaya çıkardığı güzel neticeler.

mehasin-i rububiyet / mehâsin-i rububiyet / mehâsin-i rubûbiyet

  • Rablığın güzellikleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.
  • Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.

mehazin

  • Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler.

mehdi / mehdî

  • Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.

mehere

  • (Tekili: Mâhir) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler.

mekaid

  • (Tekili: Mekide) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.

mekanik

  • Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap.
  • Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
  • Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.

mekanis / mekânis

  • (Tekili: Miknese) Süpürgeler.

mekatib-i i'dadiyye / mekâtib-i i'dâdiyye

  • Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen mektebler. Liseler.

mekayid / mekâyid

  • (Tekili: Mekide) Hileler, düzenler, aldatmalar.

mekayil / mekâyil

  • (Tekili: Mikyâl) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler.

mekayis / mekayîs

  • Mikyaslar. Ölçüler.
  • Mukayeseler.

mekki / mekkî

  • Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.
  • Mekke ile ilgili, Mekkeli, Mekke'de nazil olmuş âyetler veya sûreler.

mekki sureler / mekkî sûreler

  • İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.

mekkiye sureler / mekkiye sûreler

  • Mekke'de inen sûreler.

mekkiye sureleri / mekkiye sûreleri

  • Mekke'de inen sûreler.

mekniyyat

  • (Tekili: Mekniyye) Kinayeli cümleler.

meknuzat-ı hikmet-perver / meknûzât-ı hikmet-perver

  • Hikmetli defineler.

melabis

  • Elbiseler. Giyecek şeyler.

melahi

  • Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.

melaik-i medaris / melâik-i medâris

  • Medreselerin melekleri, yüksek dinî eğitim kurumlarındaki meleklere benzeyen talebeler.

melamet-zedegan / melamet-zedegân

  • (Tekili: Melametzede) Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar. (Farsça)

melazz

  • (Tekili: Melzuz) Yalancı, kezzab. Leziz nesneler, lezzetli şeyler.

melbusat / melbusât / melbûsat

  • Giyilecek şeyler. Elbiseler.
  • Giyecekler, elbiseler.

melekat / melekât

  • (Tekili: Meleke) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.
  • Melekeler; tekrarla yapılan iş veya tecrübelerden sonra elde edilen bilgi ve beceriler.
  • Melekeler.

melekat-ı akliye / melekât-ı akliye

  • Aklî melekeler, yetenekler.

melmusat

  • (Tekili: Melmus) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.

memalik / memalîk / memâlik / ممالك / memâlîk / مَمَال۪يكْ

  • (Tekili: Memluk) Köleler. kullar.
  • Mülk hâline getirilen yerler ve köleler.
  • Ülkeler. (Arapça)
  • Topraklar, diyarlar. (Arapça)
  • Köleler.

memalik-i baride / memâlik-i bâride

  • Soğuk memleketler, ülkeler.

memalik-i islamiye ve osmaniye / memâlik-i islâmiye ve osmaniye

  • İslâm ve Osmanlı memleketleri, ülkeleri.

menadil

  • (Tekili: Mendil) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.

menahir

  • (Tekili: Menhar) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler.

menaif

  • Dağların sivri tepeleri.

menaih

  • (Tekili: Menâhe) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.

menair

  • (Menâvir) Minâreler.
  • Nur yerleri.
  • Alâmet.

menakıb / menâkıb / مناقب

  • (Tekili: Menkıbe) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri.
  • Menkıbeler, övünülecek vasıflar.
  • Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir.
  • Hayat hikâyeleri.
  • Menkıbeler, övgüye değer özellikler. (Arapça)

menasıb

  • (Tekili: Mansıb) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler.

menasik / menâsik

  • Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur.

menaşir

  • (Tekili: Minşâr) Testereler.
  • (Menşur) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları.
  • Mat: Prizmalar.

menatık / menâtık / مناطق

  • Mıntıkalar, bölgeler.
  • Mıntıkalar, bölgeler.
  • Bölgeler. (Arapça)

menatık-ı baide / menatık-ı baîde

  • Uzak mıntıkalar. Uzak bölgeler.

menavir

  • (Tekili: Minare) Minareler.

menaya

  • (Tekili: Meniyye) Ölümler.
  • Maksatlar. Gâyeler.

menba-ı hurafat

  • Hurafelerin kaynağı.

mend

  • Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır. (Farsça)

menkabe

  • Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.

menkıbe

  • Meşhur kimselerin hallerine dair hayat hikâyesi; kıssa.

menuat

  • Men'etmeler. Yasaklar.

menuc

  • Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.

merabi'

  • (Tekili: Mürabba) Mürabbalar, kareler.
  • (Merba) İlkbaharda oturulan evler.

merahil

  • (Tekili: Merhale) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar.

merasi / merasî / merâsî / مراثى

  • (Tekili: Mersiye) Mersiyeler, ağıtlar.
  • Ağıtlar, mersiyeler. (Arapça)

merasim

  • (Tekili: Mersem) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler.
  • Şiveler. Âdetler.

meratib / merâtib / مراتب

  • Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
  • Mertebeler, dereceler.
  • Mertebeler.
  • Mertebeler.
  • Rütbeler, mertebeler. (Arapça)

meratib-i beşeriye

  • İnsanlığa ait mertebeler, dereceler.

meratib-i delalat / merâtib-i delâlât

  • Delillerin, işaretlerin mertebeleri.

meratib-i dünya / merâtib-i dünya

  • Dünya mertebeleri.

meratib-i esma / merâtib-i esmâ

  • İsimlerin mertebeleri.

meratib-i gaflet

  • Gerçeklerden habersiz olma mertebeleri, dereceleri.

meratib-i hayat

  • Hayat mertebeleri.

meratib-i ihsan ve cemal / merâtib-i ihsan ve cemâl

  • Güzellik ve iyilik mertebeleri.

meratib-i ilim / merâtib-i ilim

  • Bilmek mertebeleri.
  • İlmin mertebeleri, dereceleri.

meratib-i iman / merâtib-i iman

  • İman mertebeleri.

meratib-i imaniye / merâtib-i imaniye

  • İman mertebeleri, dereceleri.

meratib-i kemalat / merâtib-i kemâlât

  • Fazilet ve mükemmellik mertebeleri.

meratib-i kibriya / meratib-i kibriyâ

  • Cenab-ı Allah'ın büyüklüğünün mertebeleri.

meratib-i külliye / merâtib-i külliye

  • Büyük ve kalabalık mertebeler.

meratib-i külliye-i esmaiye / merâtib-i külliye-i esmâiye

  • Allah'ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri.

meratib-i külliye-i rububiyet

  • Rububiyetin geniş, kapsamlı mertebeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mertebeleri.

meratib-i külliyet

  • Büyük mertebeler.

meratib-i maneviye / merâtib-i mâneviye

  • Mânevî mertebeler.

meratib-i muhabbet / merâtib-i muhabbet

  • Sevgi dereceleri.

meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya / merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ

  • Sevgi, övgü, şeref ve büyüklük mertebeleri.

meratib-i münkeşife-i meşhude

  • Bizzat görerek açığa çıkmış mertebeler (k-ş-f;.

meratib-i mütefavite

  • Çeşitli mertebeler.

meratib-i nimet / merâtib-i nimet

  • Nimet dereceleri, mertebeleri.

meratib-i nisbiye

  • Göreceli olan mertebeler, başkalarına oranla ortaya çıkan dereceler.

meratib-i saadet ve kemalat / merâtib-i saadet ve kemâlât

  • Mutluluk ve mükemmellik dereceleri.

meratib-i terakkiyat ve tedenniyat / merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat

  • Yükselme ve alçalma dereceleri.

meratib-i tevhid / merâtib-i tevhid

  • Tevhid mertebeleri, dereceleri.

meratib-i velayet / merâtib-i velâyet

  • Evliyalık, velîlik mertebeleri, dereceleri.

meratip / merâtip

  • Mertebeler.

meravih

  • (Tekili: Mirvaha) Yelpâzeler.

merdane

  • Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. (Farsça)
  • Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. (Farsça)
  • Yufka açmağa yarıyan oklava. (Farsça)
  • Erkek ayakkabısı. (Farsça)

merdud-üş şehadet / merdud-üş şehâdet

  • Şahitlikleri kabul edilmiyenler.
  • Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.

merfuat / merfuât

  • Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya.
  • Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.

merhamet

  • (Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.

merih

  • Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.)
  • Mars.

merkez

  • (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret.
  • Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı.
  • Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.

mermiyat

  • (Tekili: Mermi) Atılmış şeyler.
  • Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler.

merrat

  • Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar.

mertebe-i vücub ve vücud ve tevhid / mertebe-i vücûb ve vücûd ve tevhid

  • Vücûb, vücut ve tevhid mertebeleri.

mes'elede müctehid

  • Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

mesafat

  • (Tekili: Mesâfe) Mesafeler. Uzaklıklar.

mesafat-ı baide / mesâfât-ı baide

  • Uzak mesafeler.

meşagil

  • Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler.

meşagil-i dünyeviye

  • Dünyâ meşgaleleri.

mesahif

  • Sahifeler. Kitap sahifeleri.
  • Kur'anlar. Mushaflar.

meşahir / meşahîr

  • Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.

meşahir-i mu'cizat / meşâhir-i mu'cizat

  • Meşhur mu'cizeler; Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü hallerin, mucizelerin meşhurları.

meşahir-i sahabe / meşâhir-i sahabe

  • Sahabelerin meşhurları.

meşahir-i ulema-i sahabe / meşâhir-i ulema-i sahabe

  • Sahabelerin meşhur âlimleri.

mesail / mesâil

  • Mes'eleler.
  • Meseleler.
  • Meseleler.

meşail

  • (Tekili: Meş'al ve Meş'ale) Meşaleler.

mesail / mesâil / مسائل

  • Meseleler. (Arapça)

meşail / meşâil / مشاعل

  • Meşaleler. (Arapça)

mesail-i amika / mesail-i amîka

  • Derin mevzular. Derin mes'eleler.

mesail-i azime / mesâil-i azîme

  • Büyük meseleler.

mesail-i azime-yi siyasiye / mesâil-i azîme-yi siyasiye

  • Siyasete ait büyük meseleler.

mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilafiye / mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilâfiye

  • İhtilaf konusu olan, hakkında farklı görüş belirtilebilen cüz'î (bireylerle ilgili) ve fer'î (imanla ilgili olmayan, amellerle ilgili) meseleler.

mesail-i dakika / mesâil-i dakika / مَسَائِلِ دَقِيقَه

  • İnce ve hassas meseleler.
  • İnce meseleler.

mesail-i diniye / mesâil-i diniye

  • Dinî mes'eleler.
  • Dinî meseleler, konular.

mesail-i dünyeviye

  • Dünyaya ait, dünyayla ilgili meseleler.

mesail-i felsefiye / mesâil-i felsefiye

  • Felsefe meseleleri.

mesail-i fer'i / mesâil-i fer'î

  • Teferruata dair meseleler.

mesail-i fer'iye / mesâil-i fer'iye

  • Teferruata dair olan meseleler.

mesail-i hilafiye / mesail-i hilâfiye

  • İhtilaf mevzuu olan mes'eleler.
  • İhtilâf mevzuu olan, hakkında farklı görüş belirtilebilen meseleler.

mesail-i hukukiye

  • Hukuk meseleleri.

mesail-i içtihadiye-i hilafiye / mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye

  • Üzerinde ihtilaf edilen içtihadi meseleler.

mesail-i ilahiye / mesâil-i ilâhiye

  • İlâhi meseleler.

mesail-i ilmiye / mesâil-i ilmiye

  • İlmî meseleler.

mesail-i ilmiye ve aliye / mesâil-i ilmiye ve âliye

  • İlmî ve yüksek meseleler.

mesail-i imaniye / mesâil-i imâniye

  • İmanî mes'eleler.
  • İmanla ilgili meseleler.

mesail-i imaniye-i kelamiye / mesâil-i imaniye-i kelâmiye

  • Kelâm ilmindeki imanî meseleler.

mesail-i islamiye / mesâil-i islâmiye

  • İslâmî meseleler.

mesail-i istikbaliye / mesâil-i istikbaliye

  • Gelecekle ilgili meseleler.

mesail-i kevniye / mesâil-i kevniye

  • Yaratılışla ilgili meseleler.

mesail-i kudsiye

  • Kutsal meseleler.

mesail-i kur'aniye / mesâil-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın meseleleri.

mesail-i mantıkıye / mesâil-i mantıkıye

  • Mantık meseleleri.

mesail-i mühimme-i hakikiye / mesâil-i mühimme-i hakikiye

  • Gerçek önemli meseleler, konular.

mesail-i müteferrika / mesâil-i müteferrika / مَسَائِلِ مُتَفَرِّقَه

  • Farklı meseleler, değişik konular.
  • Farklı meseleler.

mesail-i şer'iye / mesâil-i şer'iye

  • Şeriatın meseleleri, kaideleri.

mesail-i şeriat / mesâil-i şeriat

  • Şeriata ait meseleler.

mesail-i şetta

  • Dağınık mes'eleler, maddeler.

mesail-i siyasiye / mesâil-i siyasiye

  • Siyasetle ilgili meseleler.

mesail-i yakini / mesâil-i yakîni

  • Kesin bilgiye ait meseleler.

meşain

  • (Tekili: Şeyn) Kabahatler, ayıp ve lekeler.

meşair / meşâir

  • (Tekili: Meş'ar) Beş duygu, his. Hasseler.
  • Akıl ve vahiy.
  • Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar.
  • Hacı olmadan önce durulması gereken önemli yerler.
  • Hasseler, duygular.

meşaki

  • (Tekili: Mişkât) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.

mesakin / mesakîn / mesâkin

  • (Tekili: Miskin) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler.
  • Oturanlar.
  • Miskinler, zavallı fakir kimseler.

mesamat / mesâmât

  • Gözenekler, pencereler.
  • Cilt üzerinde küçük delikler, gözenekler.

mesanid

  • (Tekili: Mesned) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler.

mesanid-i aliye / mesanid-i âliye

  • Yüksek rütbeler, âli mevkiler.

meşari'

  • Caddeler. Doğru ve açık yollar.
  • Su akan oluklar.

mesavi

  • (Tekili: Mesvâ) Meskenler. Haneler. Evler.
  • (Tekili: Su') Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.)

mesbuk-ul emsal / mesbuk-ul emsâl

  • Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş.

mesfur

  • Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)

meşhur hadis / meşhûr hadîs

  • İlk asırda âhâdî (bir Sahabî tarafından rivayet edilmiş) iken, ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadis.
  • İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

meşhurat

  • (Tekili: Meşhur) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler.

meşihat-ı islamiye / meşîhat-ı islâmiye

  • İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi.

meşihat-ı islamiyye / meşihat-ı islâmiyye

  • İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.

meskukat / meskûkât / مسكوكات

  • (Tekili: Meskuk) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.
  • Madenî paralar, sikkeler. (Arapça)

metalip / metâlip

  • Kaziyyeler, kàideler, ispat istemeyen konular.

metrukat / metrûkât

  • Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.
  • Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler.

mevacib

  • (Çoğulu: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar.
  • Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri.

mevad / mevâd / مواد

  • Maddeler, malzemeler.
  • Maddeler. (Arapça)

mevadd / mevâdd

  • (Tekili: Madde) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler.
  • Kısımlar.
  • Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar.
  • Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.
  • Maddeler.

mevadd-ı camide / mevadd-ı câmide

  • Cansız maddeler.

mevadd-ı faniye / mevadd-ı fâniye

  • Geçici maddeler.

mevadd-ı gıdaiye / mevadd-ı gıdâiye

  • Gıda maddeleri.

mevadd-ı hayatiye / mevâdd-ı hayatiye

  • Hayat için lüzumlu ve zorunlu olan maddeler.

mevadd-ı hayatiyye

  • Hayata lüzumu bulunan maddeler.

mevadd-ı ibtidaiye / mevadd-ı ibtidâiye

  • İlkel maddeler, ham maddeler.

mevadd-ı ihtilaf / mevadd-ı ihtilâf

  • İhtilâfa sebep olan maddeler; parçalanma, değişim, başkalaşım ve uyuşmazlık gibi sonuçlara sebep olan maddeler.

mevadd-ı kanuniye

  • Kanun maddeleri.

mevadd-ı münasebe

  • Birbirine uyan maddeler.

mevadd-ı münasib / mevadd-ı münâsib

  • Uygun maddeler.

mevadd-ı müncezibe

  • Cezbolunan, çekilen maddeler.

mevadd-ı muzırra / mevâdd-ı muzırra

  • Zararlı maddeler. Zarar veren şeyler.
  • Zararlı maddeler.

mevadd-ı muzırra-i vahiye / mevadd-ı muzırra-i vâhiye

  • Zararlı kıymetsiz maddeler.

mevadd-ı nafia / mevadd-ı nâfia

  • Faydalı maddeler.

mevadd-ı şerire

  • Kötü maddeler.

mevadd-ı süfliye

  • Alçak ve basit maddeler.

mevadd-ı taamiye

  • Yiyecek maddeleri, yiyecekler.

mevadd-ı vahiye / mevadd-ı vâhiye

  • Boş, saçma şeyler, anlamsız maddeler.

mevadd-ı zülaliye / mevadd-ı zülâliye

  • Azotlu maddeler.

mevahib

  • Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler.

mevaid

  • (Tekili: Mâide) Sofralar, mâideler.

mevali / mevalî

  • Efendiler.
  • Azad edilmiş köleler.
  • Azad edenler.
  • Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler.
  • Dost ve komşular.
  • Yardımcılar.

mevarid

  • Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.

mevasik

  • Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.

mevetan

  • Canı olmayan nesneler.
  • İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.

mevkufin / mevkufîn

  • (Tekili: Mevkuf) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar.

mevlana

  • "Efendimiz, mevlâmız" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mevlevi-vari / mevlevi-vâri / mevlevî-vâri

  • Mevlevî tarikatı mensuplarının cezbe halinde, Allah aşkıyla kendinden geçerek dönmeleri gibi.
  • Mevlevîlik tarikatına mensup kimselerin döndüğü gibi.

mevsuf / mevsûf

  • Nitelenen; imanla nitelenen mü'min kimseler.

mevt

  • Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek.
  • Mevt, mü'minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.

mevta

  • Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler.

mevzuat / mevzûât / مَوْضُوعَاتْ

  • Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler.
  • Kanunlar, kaideler.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

meyvecat

  • (Tekili: Meyve) Yemişler, meyveler. (Farsça)

meyveha

  • (Tekili: Meyve) Meyveler, yemişler. (Farsça)

mezabbe

  • Keleri çok olan yer.

mezahim-i hazıra / mezahim-i hâzıra

  • Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar.

mezahir

  • Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.

mezalim

  • Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler.

mezamir / mezâmir

  • Zebur kitabının sureleri.
  • Düdükler.
  • Zebur kitabının süreleri.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve

mezhebde müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.

mezmur

  • Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat.
  • Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri.

mezruat

  • (Tekili: Mezru) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler.

mi'rac

  • Merdiven, süllem.
  • Yükselecek yer.
  • En yüksek makam.
  • Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.

mi'raz

  • Süs için giyilen güzel elbiseler.

mihaffe

  • Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.

mihaniki kıraet / mihanikî kıraet

  • Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.

minarat / minârât

  • (Tekili: Minare) Minareler.
  • Minareler.
  • Minareler.

mirar

  • Kerreler. Def'alar.

mirkatü's-sünne

  • Sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri.

mirkatü's-sünnet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine uymanın dereceleri, basamakları; On Birinci Lem'a.

mirza

  • Reis. Bey.
  • Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde.
  • Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

mizah

  • Şaka, lâtife.
  • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)

moloz

  • Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar.
  • Bir işe yaramaz insan.

mu'aşeret / mu'âşeret

  • İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar.

mu'avvizeteyn / mu'âvvizeteyn

  • Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.

mu'cizat / mu'cizât / معجزات

  • Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.
  • Mucizeler. (Arapça)

mu'cizat mecmuası / mu'cizât mecmuası

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu'cizelerin anlatıldığı kitap; On Dokuzuncu Mektup ve Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı ahmediye / mu'cizât-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri.
  • Peygamber Efendimizin (a.s.m) gösterdiği mu'cizeleri anlatan, Mektubat'ta yer alan On Dokuzuncu Mektup.

mu'cizat-ı bahire / mu'cizât-ı bâhire

  • Ap açık mu'cizeler.

mu'cizat-ı enbiya / mu'cizât-ı enbiya

  • Peygamberlerin gösterdikleri mu'cizeler.

mu'cizat-ı fıtrat / mu'cizât-ı fıtrat

  • Yaratılış mu'cizeleri.

mu'cizat-ı gaybiye

  • Gabya ait mu'cizeleri.

mu'cizat-ı hissiye

  • Duygu ile bilinen, duyu ve duygulara hitap eden mu'cizeler; su, ağaç, taş, hayvan gibi varlıklar üzerinde Peygamber'in (a.s.m.) gösterdiği mu'cizeler.

mu'cizat-ı ilmiye

  • İlmî mu'cizeler.

mu'cizat-ı katıa

  • Meydana gelişi kesin olan mu'cizeler.

mu'cizat-ı kudret / mu'cizât-ı kudret

  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarının mu'cizeleri.

mu'cizat-ı kudret-i ilahiye / mu'cizât-ı kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudret mu'cizeleri.

mu'cizat-ı kudret-i ilahiyeyi / mu'cizât-ı kudret-i ilâhiyeyi

  • Allah'ın kudret mu'cizeleri.

mu'cizat-ı kur'an / mu'cizat-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın mu'cizeleri, Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı kur'ani / mu'cizat-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın mu'cizeleri.

mu'cizat-ı kur'aniye / mu'cizât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın mu'cizeleri, Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı kur'aniye ve ahmediye / mu'cizât-ı kur'âniye ve ahmediye

  • Kur'ân'ın ve Peygamber Efendimizin mu'cizelerinin anlatıldığı risaleler.

mu'cizat-ı mahsusa

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hergangi bir şeyle ilgili gösterdiği mu'cizeler, kendisine mahsus mu'cizeler.

mu'cizat-ı maiye / mu'cizât-ı mâiye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) su ile ilgili mu'cizeleri.

mu'cizat-ı museviye / mu'cizât-ı mûseviye

  • Hz. Mûsâ'nın mu'cizeleri.

mu'cizat-ı nebeviye / mu'cizât-ı nebeviye

  • Peygamberimizin mu'cizeleri.

mu'cizat-ı rahmet / mu'cizât-ı rahmet

  • Rahmet mu'cizeleri.

mu'cizat-ı rahmet ve ihsan / mu'cizât-ı rahmet ve ihsan

  • Rahmet ve ihsan mu'cizeleri.

mu'cizat-ı rububiyet / mu'cizât-ı rububiyet

  • Rablık mu'cizeleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mu'cizeleri.

mu'cizat-ı san'at / mu'cizât-ı san'at

  • San'at mu'cizeleri.

mu'cizat-ı san'at-ı rabbaniye / mu'cizât-ı san'at-ı rabbâniye

  • Allah'ın san'at mu'cizeleri.

mu'cizat-ı sübhaniye / mu'cizât-ı sübhâniye

  • Her türlü eksiklikten uzak olan Allah'ın mu'cizeleri.

mu'cizatlar

  • Mu'cizât risaleleri; Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mu'cizelerinden bahseden On Dokuzuncu Mektup.

mu'cize

  • İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise.
  • Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.

mu'cize-i mütevatire

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan mu'cize.

mu'cize-i sahabiye / mu'cize-i sahâbiye

  • Sahabelerle alâkalı olup, pekçoğunun gördüğü, tasdik ettiği mu'cizeler.

mu'cize-i tevafukıyye

  • Kur'ân'daki tevafuka ait mu'cize, kelimelerin mu'cizeli bir şekilde birbirine uygunluğu.

mu'cizegu / mu'cizegû / معجزه گو

  • Mucizeler anlatan. (Arapça - Farsça)
  • Mucize gibi söyleyen. (Arapça - Farsça)

mü'minin / mü'minîn

  • (Tekili: Mü'min) Mü'minler, iman etmiş kimseler.

mü'minler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herşeye inanıp iman eden kimseler.

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

muabbirin / muabbirîn

  • (Tekili: Muabbir) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.

muaccelat

  • (Tekili: Muaccel) Peşin ödemeler.

muahedat

  • (Tekili: Muâhede) Muâhedeler, antlaşmalar.

muallakat

  • İslâm'dan önce Arap şairlerinin Kâbe duvarına asılan meşhur kasideleri.

muamelat / muamelât

  • (Tekili: Muâmele) Muameleler.
  • İnsanların birbirine karşı tutum ve davranışları.
  • Resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.
  • Muameleler, işlemler.

muamelat-ı dünyeviye / muamelât-ı dünyeviye

  • Dünyevi işler, muameleler.

muamele

  • (Çoğulu: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş.
  • Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.

muammerin / muammerîn

  • (Tekili: Muammer) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.

muaşiran / muaşirân

  • (Tekili: Muaşir) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler.

muaşşer

  • (Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş.
  • Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.

muavenat

  • (Tekili: Muâvenet) Muâvenetler, yardım etmeler.

muavin

  • Yardımcı. Yardım eden. Vekil.
  • Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru.

muavvizeteyn

  • Kur'ân'ın 113. ve 114. sûreleri olan Felak ve Nâs sûreleri.

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

mübahasat

  • (Tekili: Mübâhese) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.
  • Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.

mübahesat / mübâhesât

  • Söz etmeler, konuşmalar.

mübalağalı ism-i fail / mübalağalı ism-i fâil

  • Gr: ( : fa'âl) ve ( : faul) gibi bazı kalıplara giren kelimelere denir. Bu vezinden gelen kelimeler "mübalağa" ifade ederler. "En, pek, çok" mânasına gelirler.

mübarek geceler / mübârek geceler

  • İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban bayramı ile Mevlid, Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri.

mübeyyiz

  • Müsveddeleri temize çeken kimse.

mübeyyizin / mübeyyizîn

  • (Tekili: Mübeyyiz) Müsveddeleri temize çeken kâtibler.

mübteda / mübtedâ

  • Arapça isim cümlelerinde özne.

mücadelat

  • (Tekili: Mücadele) (Cedel. den) Savaşmalar, mücâdeleler.

mücahedat / mücâhedât

  • (Mücahede. c.) Mücahedeler.
  • Mücahedeler, mücadeleler.

mücahedat-ı fikriye / mücâhedât-ı fikriye

  • Fikir yoluyla yapılan mücadeleler, fikrî savaşlar.

mücerrebat-ı yakiniyye / mücerrebât-ı yakîniyye

  • İyice edinilmiş tecrübeler.

mücessemat

  • (Tekili: Mücesseme) (Cisim. den) Katı nesneler, cisimler.
  • Geometrik cisimler. Üç boyutlu geometri cisimleri.

mucizat / mucizât / mûcizât

  • Mucizeler.
  • Mûcizeler.

mucizat-ı ahmediye / mucizât-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu'cizeler On Dokuzuncu Mektup.

mucizat-ı san'at / mucizât-ı san'at / mûcizât-ı san'at

  • Sanat mucizeleri.
  • Sanat mucizeleri.

mücrimin / mücrimîn

  • (Tekili: Mücrim) Mücrimler, suçlular. Cürüm işlemiş olan kimseler.

müctehid

  • İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi

müctehid fil-mes'ele

  • Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.

müctehid fil-mezheb

  • Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.

müctehid-i mukayyed

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran İslâm âlimi. Mukayyed müctehid.

müctehid-i müntesib

  • Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir.

müdahalat

  • (Tekili: Müdahale) Müdahaleler, karışmalar, araya girmeler.

müdahilin / müdahilîn

  • (Tekili: Müdahil) Müdahil olanlar, karışanlar, dâhil olan kimseler.

müdakkikane / müdakkikâne

  • İncelercesine.

mudarebat

  • (Tekili: Mudarabe) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.

müdebbirin / müdebbirîn

  • (Tekili: Müdebbir) (Dübur. dan) Tedbirli ve düşünceli olan kimseler.

müdekkikane

  • İnceden inceye tedkik ederek, en ince noktaları, mes'eleleri de görmeğe, bilmeğe çalışarak. (Farsça)

müderris

  • Ders veren. Ders okutan. Muallim. İlim talebelerine ders veren. Ders vermeğe izinli ve salâhiyetli olan kimse. Profesör.
  • Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.

mudhikat / mudhikât

  • (Tekili: Mudhike) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.

mudill

  • Hak yoldan sapmış ve sapıtan, sapkın kimseler.

müdn

  • (Tekili: Müdün) (Medine) şehirler. Medineler.

müdün

  • (Tekili: Medine) şehirler, medineler.

müennes

  • Dişi. Müzekkerin mukabili.
  • Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı. (Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir

müessesat / müessesât / مؤسسات

  • (Tekili: Müessese) Müesseseler. Kurumlar, kuruluşlar.
  • Yapılmış olanlar. Binalar. Daireler.
  • Kurumlar, kuruluşlar, müesseseler. (Arapça)

müessesat-ı hususiye / müessesât-ı hususiye

  • Hususi daireler ve müesseseler.

müessesat-ı resmiye / müessesât-ı resmiye

  • Resmi daireler.

müfadat-ı üsera / müfadat-ı üserâ

  • Eskiden muhârib iki kavmin karşılıklı olarak esirlerini değişmeleri.

mufavada şirketi / mufâvada şirketi

  • Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.

müflisan / müflisân

  • (Tekili: Müflis) İflas etmiş olanlar, müflisler. Parasız kalmış olan kimseler.

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müftehan

  • Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti. (Farsça)
  • Hazineler. (Farsça)

müfti / müftî

  • (Fetva. dan) Fıkha dair mes'elelerin şeriattaki hükümlerini beyan ve açıklamağa memur olan zat.
  • Genç ve kavi.

müfti-yi macin / müftî-yi mâcin

  • Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.

muhaberat / muhâberât

  • Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
  • Haberleşmeler, konuşmalar.
  • Haberleşmeler.

muhaberat-ı kudsiye / muhâberât-ı kudsiye

  • Kutsal haberleşmeler.

muhacemat

  • Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.

muhacerat / muhâcerât

  • Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
  • Göç etmeler.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhacirin / muhacirîn / muhâcirîn

  • Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler.
  • Medineye göç eden sahabeler.

muhadat

  • Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.

muhafızin / muhafızîn

  • (Tekili: Muhafız) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.

muhakemat / muhâkemat / محاكمات

  • (Tekili: Muhakeme) Muhakemeler.
  • Akıl yürütmeler, değerlendirmeler.
  • Hüküm yürütmeler. (Arapça)
  • Yargılamalar. (Arapça)

muhakkikin-i sofiye / muhakkikîn-i sofiye

  • Meseleleri delilleriyle araştırıp bilen tasavvuf erbabı kimseler.

muharebat / محاربات

  • (Tekili: Muhârebe) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
  • Harpler, muharebeler. (Arapça)

muharremat / muharremât

  • Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
  • Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.

muhasara

  • Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.

muhasebat

  • (Tekili: Muhasebe) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri.

muhassasat

  • (Tekili: Muhassas) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para.
  • Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.

muhatarat

  • (Tekili: Muhatara) Zararlar, ziyanlar, hasarlar.
  • Korkular. Tehlikeler.

muhaverat

  • (Tekili: Muhavere) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.

muhazara

  • (Çoğulu: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler.
  • Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma.
  • Konferans verme.

muhazarat / muhazarât

  • (Tekili: Muhazara) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.

muhdar

  • (Muhzar) Hazırlanmış.
  • Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak.

mühendisin / mühendisîn

  • (Tekili: Mühendis) Mühendisler. Hendese ilmini bilen kimseler.

muhhakemat / muhhakemât

  • Akıl yürütmeler, hüküm çıkarmalar.

muhitat

  • (Tekili: Muhit) Çevreler, muhitler.

muhkemat / muhkemât

  • Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu.

muhkemat-ı şeriat / muhkemât-ı şeriat

  • Kur'ân ve Hadisin yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık hükümleri, ifadeleri.

muhtacin / muhtacîn

  • (Tekili: Muhtac) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar.

muhtekir

  • İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse. Karaborsacılık yapan.

muhtelif kadirler

  • Çeşitli, farklı yörüngeler, mesafeler.

muhtelifü'd-derecat / muhtelifü'd-derecât

  • Dereceleri birbirinden farklı.

muhtemel-üz zıddeyn

  • Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

muhzır

  • (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.

mukaddeme-i istisnaiye

  • Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir.

mukadderat / mukadderât

  • Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı.

mukadderat-ı islam / mukadderat-ı islâm

  • İslâm ve Müslümanların içinde bulundukları durum; yaşanan hâdiseler.

mukaddimat

  • (Tekili: Mukaddime) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler.

mükalemat / mükâlemat

  • (Tekili: Mükâleme) (Kelâm.dan) Mükâlemeler, konuşmalar.

mukarnes

  • Kubbe biçiminde olan.
  • İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan.
  • Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe.

mukarreb

  • (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın.
  • Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
  • Yakınlar, yakınlaşmış kimseler.
  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mukarrebin-i sahabe / mukarrebîn-i sahabe

  • Devamlı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yakınında ve etrafında bulunan Sahabeler.

mükatebat / mükâtebat

  • (Tekili: Mükâtebe) Mektuplaşmalar, mükâtebeler, yazışmalar.

mukatelat

  • (Tekili: Mukatele) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler.
  • Vuruşmalar, düello yapmalar.

mukattaat

  • Sûrelerinin başlarında bulunan şifreli harfler.
  • Bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler.
  • (Tekili: Mukattaa) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler.
  • Kısaltmalar.
  • Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler.
  • Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.

mukattaat-ı huruf / mukattaât-ı huruf / mukattaât-ı hurûf

  • Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları.
  • Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler.
  • Bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler.
  • Kur'ân'da sûrelerin başında zikredilen tek harfler (Elif, lam, mim gibi).

mukavelat / مقاولات

  • (Tekili: Mukavele) Mukaveleler.
  • Sözleşmeler. (Arapça)

mukayesat

  • (Tekili: Mukayese) Mukayeseler. Kıyas etmeler.

mukayyed müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir.

mukbilan

  • (Tekili: Mukbil) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler.

mukmehun

  • Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler.
  • Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.

mukri'

  • Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan.

muktatafat

  • (Tekili: Muktataf) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler.

mukteziyat / muktezîyât

  • Gerektirenler, gerekçeler.

mükur

  • (Tekili: Mekr) Hileler, oyunlar, dalavereler.

mükus

  • (Tekili: Meks) Öşürler, vergiler ve bunları tahsil etmeler.

mülaane / mülâane

  • Lânet edişmek. Erkek ile kadının birbirlerini lânetlemeleri.
  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülaet

  • (Çoğulu: Mulâ) Midedeki rahatsızlıktan dolayı husule gelen zükkâm hastalığı.
  • Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.), Hz. Abbas'ı ve dört erkek evlâd-ı mübarekelerini örttüğü perde.
  • Büyük ihram.

mülahazat

  • (Tekili: Mülahaza) Mülahazalar. Düşünceler. Akıldan geçenler.

mülatafat

  • (Tekili: Mülâtafa) Lâtifeler, mülâtafa etmeler, şakalaşmalar.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mülemmaat

  • (Tekili: Mülemma') Bir kısmı Türkçe, bir kısmı Farsça veya Arapça söylenmiş olan manzumeler.

mülhakat

  • (Tekili: Mülhak) Bir merkeze bağlı veya ait olan yerler.
  • Ekler, ilâveler, katmalar.

mülk-i yemin / mülk-i yemîn

  • Bir kimsenin emrindeki köleler ve câriyeler.

mülkıyat

  • İlham eden melâikeler.

mülkiye

  • Yönetim daireleri ve kadroları.

mümaresat

  • Mümâreseler. Alıştırmalar, bir işi devamlı yapmakla alıştırmalar. Ustalıklar. Melekeler.

mün'azilin / mün'azilîn

  • (Tekili: Mün'azil) Azledilenler, vazifelerinden çıkarılanlar.

münadimin / münadimîn

  • (Tekili: Münadim) Nedimler. Bir büyüğün yakını olan kimseler.

münaferat

  • (Tekili: Nefret) Nefret etmeler, tiksinmeler. Arada olan soğukluklar.
  • Nefret etmeler, karşılıklı soğuk davranmalar.

münafesat

  • (Tekili: Münâfese) (Nefs. den) Münâfeseler.

münakasat

  • (Tekili: Münakasa) Eksiltmeler, münakasalar.

münakaşat / münakaşât

  • (Tekili: Münakaşa) Çekişmeler.

münasebat-ı kelamiye / münâsebât-ı kelâmiye

  • İfadeler arasındaki ilişki ve bağlantılar.

münasebat-ı tevafukiye / münâsebât-ı tevafukiye

  • Birbirine uygun gelişmelerdeki bağlantılar, ilişkiler.

münaza'at / münaza'ât / منازعات

  • Çatışmalar, çekişmeler. (Arapça)

münazaat

  • Ağız kavgaları, çekişmeler.

münazara / münâzara

  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.

müncibe

  • (Çoğulu: Müncibât) İyi kimseler doğuran kadın.

münderisat / münderisât

  • Yıkılıp mahvolmuş olan harâbeler.

münevverü'l-efkar / münevverü'l-efkâr

  • Fikir ve düşünceleri aydın.

münşaib

  • Kollara, şubelere ayrılan.

müntehabat / müntehabât

  • Güzideler, seçilmiş olan şeyler.

müntehi / müntehî

  • Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin sonuna varan velî.

müraat-ı efham / müraât-ı efhâm

  • Zihinlere, anlayışlara uygun davranma; anlayış seviyelerini dikkate alma.

müraat-ı nazir / müraat-ı nazîr

  • Edb: Mânâca birbirine uygun kelimeleri bir cümlede toplamak.

murahham

  • Kısaltma.
  • Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.

murassaat / murassaât

  • Yaldızlar, süsler, işlemeler.

murassaat-ı hikmet / murassaât-ı hikmet

  • Hikmet süslemeleri.

müraveha

  • Çeşitli nesnelerin kâh birini ve kâh birini işlemek.

murdar

  • Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. (Farsça)
  • İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan. (Farsça)

mürebbi-i rahim / mürebbî-i rahîm

  • Şefkat ve merhamet herbir varlık üzerinde görülen ve herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye eden Allah.

mürettebat

  • Bir iş için hazırlanan kimseler, personel.
  • Tertib edilmiş olanlar.
  • Bir iş için hazırlanmış kimseler.
  • Gemide çalışan şahıslar.

mürettil

  • Kur'ân-ı Kerimi ağır ağır ve tecvid kaidelerine göre okuyan.

mürsel hadis / mürsel hadîs

  • Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek insanların) ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp, sohbetinde yetişen kimselerden) birinin, doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler.

mürşid-i kamil / mürşid-i kâmil / mürşîd-i kâmil

  • Dinî meselelerde olgunluğa ulaşmış mürşid, yol gösterici.
  • Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.

mürşidin / mürşidîn

  • (Tekili: Mürşid) Mürşidler, doğru ve selâmetli yolu gösteren kimseler.

mürtekibin / mürtekibîn

  • (Tekili: Mürtekib) İrtikâb edenler. Kötü iş yapan kimseler.
  • Rüşvet alan ve yiyen kişiler.

müruk

  • Sâfi, süzülmüş nesne.
  • Süslü perdeler takılmış olan ev.

müşa'

  • (Şüyu. dan) Yayılmış, şüyu bulmuş, herkese duyurulmuş.
  • Ortaklar veya hissedarlar arasında birlikte kullanıldığı hâlde hisselere ayrılmamış olan şey.

müsaadat

  • (Tekili: Müsâade) Yardımlar, muavenetler.
  • Müsâadeler, izinler.

müşacerat

  • (Tekili: Müşacere) Dövüşmeler, vuruşmalar, kavgalar.

musaddak-gerde-i erbab-ı basiret / musaddak-gerde-i erbâb-ı basiret

  • Basiret erbabınca tasdik edilmiş; kalp gözü açık olan ileri görüşlü kimseler tarafından onaylanmış.

musademat

  • Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.

müsademat

  • (Tekili: Müsademe) Vuruşmalar, birbirine çarpmalar. Müsademeler.

müsaf

  • (Tekili: Mesâfe) Uzaklıklar, mesâfeler.

müsafirhane / müsafirhâne

  • Yolcu konağı, han, otel. (Farsça)
  • Misafir olarak geçen resmi kimselerin konaklıyacağı yer. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

musahabat

  • (Tekili: Musahebe) (Sohbet. den) Sohbetler, konuşup görüşmeler.

müşahedat / müşâhedât

  • (Tekili: Müşahede) Gözle görülen şeyler.
  • Görüşler.
  • Keşifle seyredilenler.
  • Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.
  • Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.

müşahedat-ı vakıa / müşahedat-ı vâkıa

  • Olgular, gerçekler üzerinde yapılan müşahedeler, gözlemler.

müsakat şirketi / müsâkât şirketi

  • Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

musalla taşı / musallâ taşı

  • Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş.

müsamahakarane / müsamahakârâne

  • Görmemezliğe gelerek, müsamaha ederek, hoş görerek. (Farsça)

müsamahat

  • (Tekili: Müsamaha) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler.

müsamerat

  • (Tekili: Müsamere) Müsamereler, gece eğlenceleri.

müsamere

  • (Semr. den) Gece eğlencesi.
  • Mekteplerde talebelerin oynadıkları piyes.

müşat

  • (Tekili: Mâşi) Yayan yürüyen kimseler.

müşavere / müşâvere

  • Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)
  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma.

müşavirin / müşavirîn

  • (Tekili: Müşavir) Müşavirler. Kendisine danışılan kişiler. İstişare edilen kimseler.

müsebbeb

  • (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.

müsebbebat / müsebbebât

  • Sebelerin sonuçları.
  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.
  • Sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar.

müsebbih

  • Tesbih eden; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan.

müsecca'

  • Secilendirilmiş. Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli olan nesir.

müsellemat

  • (Tekili: Müsellem) Doğruluğunda şüphe edilmeyen umumi bilgi ve kaideler. İslâmiyete ait, sağlamlığında şüphe olmayan esâslar.
  • Man: Dinleyenin hemen münakaşasız kabul ettiği kaziyeler.

müsellemat-ı diniye / müsellemât-ı diniye

  • Dinin kabul görmüş ve uygulanması zorunlu kaideleri, temelleri.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

musika-i ilahiye / musika-i ilâhiye

  • İlâhî müzik, Allah'ın kâinata yerleştirdiği, Allah'ın ilhamıyla varlıkların çıkardığı tabii nâmeler ve sesler.

müşkil-küşayan / müşkil-küşayân

  • Zorluğu gideren ve zor işleri halleden kimseler. (Farsça)

müspet mesail / müspet mesâil

  • Yararlı, olumlu meseleler; pozitif ilimler.

müsta'birin / müsta'birîn

  • (Tekili: Müsta'bir) Rüyâ tabir ettiren kimseler.

müsta'merat / müsta'merât

  • (Tekili: Müstâ'mere) (Umrân. dan) Sömürgeler, müstemlekeler.

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstaiddan / müstaiddân

  • (Tekili: Müstaid) İstidatlı kimseler, müstaid kişiler.

müştakkat

  • (Tekili: Müştakk) (şakk. dan) Türemiş kelimeler.

mustalahat / mustalahât

  • (Tekili: Mustalah) Istılah haline getirilmiş kelimeler.

müste'nife

  • Gr: Evvelki cümlelerle bağlı olmayıp ilerdeki veya mukadder olan suallere cevap teşkil eden cümle.
  • Yeni başlayan; önceki cümlelere bağlı olmayıp ilerideki muhtemel, sorulara cevap teşkil eden cümle.

müştekat

  • Türemiş kelimeler. Bir kökten ayrılmış kelimeler.

müstemlekat / müstemlekât

  • Müstemlekeler. Başka devletlerin emri ve idaresi altında olan yerler. Memleketler.
  • Sömürgeler.
  • Sömürgeler.

müstemlekat nazırı / müstemlekât nâzırı

  • Sömürgelerden sorumlu bakan.

müstemzic

  • (Mezc. den) Soran, soruşturan. Fikir yoklayan. Anket için düşüncelerini soran.

müsteşhedat / müsteşhedât

  • (Tekili: Müsteşhed) şâhid olarak gösterilen kimseler. şâhid tutulan kişiler.

müstetbeatü't-terakib / müstetbeâtü't-terâkib

  • Üslup içindeki cümle ve kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar.

müstezad

  • (Ziyade. den) Artmış, çoğalmış.
  • Edb: Aruz kalıplarından " Bahr-i recez" denilen vezin ile yazılmış manzume. (Mef'ulü mefâîlü mefâîlü faûlün) gibi. Veya (Mef'ûlü faûlün) veznine denk parça ilâvesi ile yapılır. Ziyadeli mısralı manzumelerdir.

müstmendan / müstmendân

  • (Tekili: Müstmend) Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler. Zavallılar, miskinler, biçareler. (Farsça)

müsül-i faraziye

  • Farazî temsiller, hikâyeler.

müsül-ü faraziyye

  • Farazî temsiller, hikâyeler.

müsveddat

  • (Sevvad. dan) Müsveddeler, karalamalar, taslaklar.

mutaassıbin / mutaassıbîn

  • (Tekili: Mutaassıb) (Asab. dan) Mutaassıb kimseler. Taassubu olan insanlar.

mütalaat / mütalaât

  • (Tekili: Mütalaa) Düşünceler. Tedkik etmeler. Okumalar. Mütalaa.

mutatarribane

  • Coşarak, sevinerek, şevke gelerek. (Farsça)

mutayebat

  • (Tekili: Mutâyebe) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar.
  • Şakalaşmalar, lâtife yapmalar.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteaffifin / müteaffifîn

  • (Tekili: Müteaffif) İffetli, namuslu ve şerefli kimseler. Müteaffifler.

müteahhidin / müteahhidîn

  • (Tekili: Müteahhid) (Ahd. dan) Taahhüd edenler. İşi üzerine alan kimseler.

müteahhirin / müteahhirîn

  • Son zamanlarda gelenler ve yetişenler. (Büyük allâmeler hakkında söylenir.)

müteallikat

  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.

müteallimin / müteallimîn

  • (Tekili: Müteallim) İlm. den) Bilgi edinenler, ilim öğrenenler, talebeler.

müteamiyane / müteamiyâne

  • Görmemezlikten gelerek. (Farsça)

müteayyinan / müteayyinân

  • (Tekili: Müteayyin) (Ayn. dan) Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. (Farsça)
  • Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. (Farsça)
  • Karar verilmişler. (Farsça)

müteazzibin / müteazzibîn

  • (Tekili: Müteazzib) Evlenmeyenler, bekâr kimseler.

mütebahhirin / mütebahhirîn

  • Bilgileri pek çok olanlar, deniz gibi derin bilgili olanlar. Allâmeler.

mütebbahhirin-i ulema / mütebbahhirîn-i ulema

  • Çok büyük, geniş ilim sahibi olan âlimler, allâmeler.

mütebettilen

  • Allah'a yönelerek.

mütecahilane / mütecahilâne

  • Bilmiyor görünerek, bilmemezlikten gelerek. (Farsça)

mütecavizin / mütecavizîn

  • (Tekili: Mütecaviz) Tecavüz edenler, sarkıntılık eden kimseler, saldıranlar.

mütecellidin / mütecellidîn

  • (Tekili: Mütecellid) Kahramanlar, yiğitler, celâdet gösteren kahraman kimseler.

mütedahilen müteselsil / mütedâhilen müteselsil

  • İç içe girmiş daireler şeklinde zincirleme devam eden; küçükten büyüğe iç içe sıralanmış daireler.

mütefakkıhin / mütefakkıhîn

  • (Tekili: Mütefakkıh) Fıkıh âlimleri, fıkıh bilginleri. Fıkıhla uğraşan kimseler.

mütefekkir

  • Düşünen, derin mes'eleleri düşünen. Tefekkür ve teemmül edici olan.
  • Kuvve-i bâtınayı sarfeden. Âlim. Çok bilgili.

mütefevvikane

  • Üstünlükle, üstün gelerek. (Farsça)

müteharimin / müteharimîn

  • (Tekili: Müteharim) Teharüm edenler, kendilerini ihtiyar gibi gösteren kimseler.

mütehayyirin

  • (Tekili: Mütehayyir) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar.

müteheccid

  • Geceleri uyanıp teheccüd namazı kılan.

müteheyyicane / müteheyyicâne

  • Coşkunlukla, heyecana gelerek. (Farsça)

mütekaddimin / mütekaddimîn

  • Evvelkiler, geçmiştekiler.
  • Eskiden gelmiş İslâm allâmeleri.

mütekamilin / mütekâmilîn

  • Tekâmül etmiş olanlar. Kâmil ve olgun kimseler. Allah'ın emrine uygun şekilde hareketi alışkanlık hâline getirmiş olanlar.

mütekeddirin / mütekeddirîn

  • (Tekili: Mütekeddir) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler.
  • Bulanık şeyler.

mütekellim-i maalgayr

  • Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır. Okuduk, yazıyoruz, gideceğiz, çalışmışız... gibi.

mütekellim-i vahde

  • Konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin sigasıdır. Baktım, görüyorum, gezmişim, oturacağım gibi.

mütekellimin / mütekellimîn

  • İslâm ve iman esaslarını, hakaik-ı Kur'aniye ile isbat ve izahını yapan büyük İslâm allâmeleri, âlimleri, İlm-i Kelâm âlimleri.

mütekerrir

  • Tekerrür eden. Tekrar. Tekrar olan. Mükerrer olan.
  • Edb: Murabbâ, muhammes, müseddes bentli manzumelerin birinci bendi sonunda tekrar edilmiş olan mısra.

mütemehhirin / mütemehhirîn

  • (Tekili: Mütemehhir) Mâhir olan kimseler. Temehhür eden kişiler.

mütemeyyizin / mütemeyyizîn

  • (Tekili: Mütemeyyiz) Seçkin kişiler, seçilen kimseler, mütemeyyizler.

müteneffizan

  • (Tekili: Müteneffiz) Nüfuzlu ve hatırı sayılır kimseler. Sözü dinlenir kişiler. (Farsça)

mütereddidane / mütereddidâne

  • Kararsızlıkla. Tereddüd ederek. (Farsça)
  • Bir yere gidip gelerek. (Farsça)

müteşaab / müteşââb

  • Şubelere ayrılan.

müteşabih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

müteşabihat-ı kur'aniyye / müteşabihat-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler.

mütesellim

  • (Selm. den) Teslim edilen şeyi alıp kabul eden.
  • Tanzimattan evvel vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve kazâların idaresine memur edilen kimseler. Bunlara "voyvoda" denirdi.
  • Vergi tahsildarı.

müteşevvikin / müteşevvikîn

  • (Tekili: Müteşevvik) şevkliler, çok istekli olan kimseler.

müteseyyibane / müteseyyibâne

  • Kayıtsız davranarak, aldırış etmiyerek, duymazdan gelerek. (Farsça)

müteseyyibin / müteseyyibîn

  • (Tekili: Müteseyyib) Aldırış etmeyenler, kayıtsız davranan kimseler.

mütevacihen

  • Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek.

mütevatir / mütevâtir

  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden aktardığı haber veya hadis.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir hadis / mütevatir hadîs / mütevâtir hadîs

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı hadîs.
  • Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

mütevatir-i bilmana / mütevatir-i bilmânâ / mütevâtir-i bilmâna

  • Nakledilen bir haberin başka ifade ve kelimelerle, başka başka şekilde ifade edilerek tevatür hâle gelmesi. Mânaların çok insanlarca başka başka kelimelerle nakledilmesi. Bir haberin veya hâdisenin farklı ifadelerle, başka başka şahıs veya topluluklar tarafından nakledilmiş olması.
  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütevatirat

  • Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar.
  • Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.

mütevaziin / mütevaziîn

  • (Tekili: Mütevazi) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli olan kişiler.

müteveccih

  • Bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan.
  • Birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.

müteveccihane / müteveccihâne

  • Bir yana dönerek, teveccüh edip yönelerek. (Farsça)

müteveccihen / مُتَوَجِّهًا

  • Yönelerek.
  • Yönelerek.

müteveccihin / müteveccihîn

  • (Tekili: Müteveccih) Bir yana dönenler. Teveccüh edip yönelen kimseler.

müteverrimin / müteverrimîn

  • (Tekili: Müteverrim) Veremliler. Verem hastalığına tutulmuş kimseler.

mutlak müctehid / mutlak müctehîd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her biri.

muttaki

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

muvacehat

  • Yüzleşmeler. Yüzyüze gelmeler.

muvarede

  • (Çoğulu: Muvâredât) (Vürud. dan) Girip gelme.
  • İki şâirin, birbirlerinden habersiz olarak, tesâdüfen aynı beyitleri söylemeleri.

muvazenat / muvâzenât

  • Muvazeneler, dengeler.

muvazene-i gayat

  • Gayelerin ölçüsü, dengesi.

müvelledat / müvelledât

  • Doğmakla meydana gelmiş canlılar. Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş olanlar.
  • Uydurma kelimeler.

müyul

  • Meyiller, yönelmeler.
  • Meyiller, yönelmeler.

müyul-ü müteşa'ibe

  • Çeşitli şubeleri olan meyiller. Çeşitli arzular, meyiller.

müyun

  • Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler.

muzafat

  • (Tekili: Muzâf) (Zayf. dan) Bir şeyin ekleri, ilâveleri. Bir merkezin şubeleri, kolları.

muzafferen

  • Muzaffer olarak. Üstün gelerek, muvaffak olarak, galip olarak.

müzakerat

  • (Tekili: Müzâkere) Müzâkereler. Bir fikir hakkında karşılıklı görüşmeler. Bir arada muhtelif fikirleri beyan etmek.

müzekki

  • (Zekâ. dan) Temizleyen, ıslâh eden, tezkiye eden.
  • Huk: Şâhitleri gizli olarak tezkiye eden kimse. Eskiden hâkimler, şâhit olarak gösterilen kişilerin iyi kimse olup olmadıklarını, şehadetlerinin kabul olunabilip olunamıyacağını icab eden kimselerden sorarlar, haklarında; "İyidir" den

müzeyyelat / müzeyyelât

  • (Tekili: Müzeyyel) Zeyiller, ilâveler, katılmış şeyler.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na-kesan

  • (Tekili: Nâ-kes) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler.
  • Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.

naarat / naarât

  • Naralar, gürlemeler.

nacileyn

  • Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.

nafaka

  • Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey.
  • Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası.

nafıka

  • (Çoğulu: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği

nafika

  • (Nüfeka) (Çoğulu: Nevâfık) Keler yuvalarından biri.

nagam

  • (Tekili: Nağme) Nağmeler, âhenkler, türküler.

nagam-kar / nagam-kâr

  • Nağmeler söyleyen, ezgici. (Farsça)

nagamat / nagamât

  • Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.

nağamat / nağamât / nâğamât / نغمات

  • Nağmeler, güzel sesler.
  • Nağmeler, ezgiler.
  • Nağmeler. (Arapça)

nağamat-ı emvac / nağamât-ı emvac

  • Dalgaların nağmeleri, hoş sesleri.

nağamat-ı hazine / nağamât-ı hazîne

  • Hüzünlü nağmeler.

nağamat-ı zikriye / nağamât-ı zikriye

  • Zikir nağmeleri.

nağme

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak. Tegannî.

naharir

  • (Tekili: Nihrir) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler.

nahv

  • (Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön.
  • Misâl.
  • Miktar.
  • Kasd ve azmeylemek.
  • Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır.

nahv ilmi

  • Cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

naıt

  • Dağ.
  • Hemeden kabilelerinden bir kabile.

nak

  • Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk : Gamlı, kederli. (Farsça)

nakaka

  • Kurbağaların çağrışıp ötmeleri.
  • Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması.

nakiz

  • (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş.
  • Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyni

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nakş-tıraz

  • Süslü işlemeler. (Farsça)

nakus

  • Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.

nam-averan / nam-âverân

  • (Tekili: Nam-âver) Namlı kişiler, ad salmış kimseler, ünlüler, meşhurlar.

namaz tesbihatı / namaz tesbihâtı

  • Namazdan sonra, Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

namusiyye

  • Yatan kimselerin başkaları tarafından görülmemeleri için, yatağın etrafına çekilen perde.

nardan

  • Gözyaşı damlaları. (Farsça)
  • Nar tâneleri. (Farsça)
  • Mangal. (Farsça)

nardenk

  • Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez. (Farsça)

narenciye

  • Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.)

narh

  • (Aslı "Nirh" dir) Yiyecek maddelerine belediyenin koyduğu fiat.

narkotik

  • yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.

nasara

  • Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.

nasb

  • Dikme, bir rütbe alma, bir memurluğa atama. Bazı Arapça kelimelerin sonunun üstünlü olma durumu.

nasil

  • Çenelerin altından boyun ile başın kavuştuğu yerde olan mafsal.

nasreddin hoca

  • (Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.

nass

  • Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
  • Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

natüralizm

  • (Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.

nazaif

  • (Tekili: Nazif) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler.

nazair

  • Nazire. Nazireler. Benzerler, örnekler.

nazar değmesi

  • Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

nazar-ı adalet ve insaf

  • Hadiselere adaletli ve insaflı bir açıdan bakma, değerlendirme.

nazar-ı ehl-i dikkat

  • Dikkatli olan kimselerin gözü, bakışı, ilgisi.

nazariyat / nazariyât / نظریات

  • Kitabî bilgiler, görüşler, ispatlanmamış düşünceler.
  • Teoriler, nazariyeler. (Arapça)

nazariyat-ı hikemiye

  • İlmî nazariyeler, teoriler.

nazariyyat / nazariyyât / نظریات

  • (Tekili: Nazariye) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.
  • Teoriler, nazariyeler. (Arapça)

nazariyye

  • Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilec ek umûmî bir fikirdir.

nazm

  • Kelimeleri inci gibi yanyana dizmek.

nazm-ı celil

  • Yüce diziliş; âyetteki harf ve kelimelerin yüce dizilişi, İlâhî tertibi.

nazzam-ı vahid / nazzâm-ı vâhid

  • Bütün varlık âlemini yaratılış gayelerine uygun olarak en güzel şekilde düzenleyen Kendisi bir olan Allah.

nebail

  • (Tekili: Nebile) Yüceler, ulular, yüksekler.

nebati haşir / nebatî haşir

  • Bitkilerin öldükten sonra bahar mevsiminde yeniden diriltilmeleri.

nebati ruh / nebâtî ruh

  • Her canlıda mevcud olan ve doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık hallerini yapan rûh.

neberd-azma / neberd-azmâ

  • Çok muhârebelerde bulunmuş tecrübeli kimse. (Farsça)

nebiyyü-t tevbe

  • Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. (Ümmetinin tevbelerinin kabul edileceğine işâreten bu isim verilmiştir.)

necaib

  • (Tekili: Necib) Şerefli, necib, asil, temiz kimseler.

necm-i sakıb / necm-i sâkıb

  • Karanlığı delerek geçen parlak yıldız.

nefehat

  • (Tekili: Nefha) Esintiler. Üfürmeler.

nefes

  • Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma.
  • Uzun söz.
  • Bolluk.
  • Hased etmek.
  • Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.

neffasat / neffasât

  • (Tekili: Neffâse) Neffâseler, büyücü kadınlar.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.
  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

nefy ve isbat zikri / nefy ve isbât zikri

  • "Lâ ilâhe illallah" mübârek sözünü diyerek yapılan zikr (Lâ ilâhe) yâni Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur, nefy; (illallah) yâni Allahü teâlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle belirtilmiştir.

nehabir

  • (Tekili: Nühbur) Kum yığınları, kum tepeleri.

nekabet

  • Muayyen zümrelerin başları.
  • Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol.

nekais

  • (Tekili: Nakise) Nakiseler. Noksanlar.

nekaiz

  • (Tekili: Nakize) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler.

nekkad

  • Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse.
  • Paranın sağlamını kalpından ayıran.
  • İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.

nekre-gu / nekre-gû

  • Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen. (Farsça)

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

neşr-i esrar-ı kur'aniye / neşr-i esrar-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın içindeki sırları anlatan risaleleri neşretme, yayma.

neşr-i suhuf

  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

neşvat

  • (Tekili: Neşvet) Keşifler, neş'eler, sevinçler.

netaic / netâic

  • (Tekili: Netayic) (Netice) Neticeler.
  • Neticeler, sonuçlar.
  • Neticeler, sonuçlar.

netaic-i aliye / netâic-i âliye

  • Yüce neticeler.

netaic-i amel / netâic-i amel

  • İşin neticeleri.

netaic-i efkar / netâic-i efkâr

  • Fikir ve düşüncelerin neticeleri.

netaic-i hayat / netâic-i hayat

  • Hayatın neticeleri.

netaic-i rahmet / netâic-i rahmet

  • Rahmetin neticeleri.

netaic-i uhreviye / netâic-i uhreviye

  • Âhiretteki neticeler.

netaic-i uzma / netâic-i uzmâ

  • En büyük neticeler, sonuçlar.

netaic-i vahime / netâic-i vahîme

  • Vahim, korkunç neticeler.

netayic / netâyic

  • Neticeler, sonuçlar.

nevabig

  • (Tekili: Nâbiga) Şerefli ve ulu kimseler.
  • Sonradan şâir olan kişiler.

nevafil

  • İsteğe bağlı ibadetler, nafileler.

nevahi

  • (Tekili: Nahiye) Taraflar, yanlar, nahiyeler.
  • Nahiyeler, taraflar, yanlar.

nevahi-i kaza

  • bir kazâya bağlı olan nahiyeler.

nevahi-i mekke / nevâhî-i mekke

  • Mekke civarı. Mekke'nin yakınları, nahiyeleri.
  • Mekke civarları, tarafları, bölgeleri.

nevakis

  • (Tekili: Nakus) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar.

nevatir

  • (Tekili: Nâtur) Hamam hademeleri.
  • Bostan bekçileri.

nevazil

  • Nezleler.
  • Hâdiseler. Belâlar.

nevber

  • Turfanda meyve. (Farsça)
  • Memeleri yeni belirmeye başlamış kız. (Farsça)

neveyat

  • (Nevâ) Nüveler, çekirdekler.

nevresidegan / nevresidegân

  • (Tekili: Nev-reside) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.

nezair

  • (Tekili: Nazire) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar.

niam-ı esasiye

  • Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar.

nihaf

  • (Tekili: Nahif) Cılız, zayıf kimseler.

nikan

  • (Tekili: Nik) İyiler, iyi kimseler. (Farsça)

nikar / nikâr

  • Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

nikat / nikât

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. İnce mânâlar.
  • İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.
  • Nükteler, incelikler.

nikmet

  • Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
  • Şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.

nimet-i rabbaniye / nimet-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın nimet ve ihsanı.

nişane-i tasdik

  • Kabul edildiğine dâir işaret, tasdik işareti.
  • Mu'cizeler.

nisar

  • "Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.

nısf

  • Yarım, yarı. İslâm mîrâs hukûkunda eshâb-ı ferâiz adı verilen yâni Kur'ân-ı kerîmde payları bildirilenlerden bâzı kimselere verilen yarım hisse.

nişin

  • "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir. (Farsça)

niver

  • Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller. (Farsça)

niyagan / niyagân

  • (Tekili: Niyâ) Dedeler, ceddler. Ecdad.

nizamname / nizamnâme

  • Tüzük metni; herhangi bir müessesenin tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri gösteren maddelerin hepsi.

nokta-i istinad

  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

nübüvvet

  • Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi.

nüceba

  • (Tekili: Necib) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler.

nücum-u kur'aniye / nücûm-u kur'âniye

  • Kur'ân'ın yıldızları; âyet-i kerîmeler.

nüdub

  • (Tekili: Nedebe) Yara izleri, nedbeler.

nüfur

  • Ürküp kaçma, dağılma, firar etme.
  • İntikal etme.
  • Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri.

nuk

  • (Tekili: Naka) Dişi develer.

nükat / nükât

  • Nükteler; ince mânâlar.

nüket

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
  • Nükteler, ince mânâlar.

nükte

  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.

nukud

  • (Tekili: Nakid) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.

nukul

  • Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.

nukuş / nukûş / نقوش

  • Nakışlar, işlemeler. (Arapça)

nukuş-u esma-i ilahiye / nukuş-u esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları, işlemeleri.

nukuş-u kalem-i kudret

  • Allah'ın kudret kaleminin işlemeleri.

nüma

  • Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

nümunegah / nümunegâh

  • Nümunelerin bulunduğu yer.

nur-u rabbani / nur-u rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın nuru.

nur-u tarikat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemlerin aydınlığı, güzelliği.

nüsah

  • Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nutfe

  • Duru ve sâfi su.
  • Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi.
  • Taşmış, dökülmüş su.
  • Deniz.

nutk-u beliğane / nutk-u beliğâne

  • Balâgatli nutuk; kusursuz ifadelerle muhatapların hallerine ulgun olarak akıl ve kalplerini aydınlatan nutuk.

nutuf

  • (Tekili: Nutfe) Nutfeler, dölsuları, spermalar.

nuut

  • (Tekili: Na't) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler.

nüvat

  • (Tekili: Nüve) Nüveler, çekirdekler.
  • Nüveler, çekirdekler.

nüzul

  • Aşağı inme.
  • Konaklama. Kur'ân sûrelerinin inişi, vahyin gelişi.

ömer ibn-i abdülaziz

  • (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

on iki imam / on iki imâm

  • Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i beytinden (akrabâsından) olup, tasavvufun vilâyet yolunda en yüksek derecelere ulaşmış olan on iki büyük zât. Bunların hepsine birden Eimme-i İsnâ aşere de denir.

örf-i nas / örf-i nâs

  • İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri. (Farsça)

örfi / örfî / عُرْف۪ي

  • Söz hükmündeki kelimeler.

ortodoks

  • Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.

osman

  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıd

otorite

  • Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. (Fransızca)
  • İdari veya siyasi iktidar. (Fransızca)
  • Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser. (Fransızca)

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

paravan

  • İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler.
  • Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde.
  • Gizleme vasıtası.

pare

  • Cüz, parça. Kesinti. (Farsça)
  • Para. Kuruşun kırkta biri. (Farsça)
  • Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. (Farsça)
  • Sayı, bölük. (Farsça)
  • "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre : Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel. Yek-pâre : Tek parça, bir parça. (Farsça)

paş

  • "Serpen, saçan, dağıtan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

patrik

  • Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.

pay-endaz

  • Ayak atan, ayak atmış. (Farsça)
  • Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. (Farsça)
  • Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş. (Farsça)

perde-i dest-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretine perde olan hâdiseler ve sebepler.

perdedar-ı dest-i kudret / perdedâr-ı dest-i kudret

  • Kudret elinin perdecisi; hikmetli olduğu hâlde ilk bakışta çirkin gibi görünen hâdiselerde İlâhî kudreti gizleyen perde.

perestaran / perestarân

  • (Tekili: Perestar) Kullar, köleler. (Farsça)
  • Hizmetçiler. (Farsça)
  • Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. (Farsça)
  • Tapanlar, tapıcılar. (Farsça)

pervane

  • Fırıldak çark. (Farsça)
  • Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. (Farsça)
  • Haberci, kılavuz. (Farsça)

pervaz

  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

perver

  • (Pervar) "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

perveran / perverân

  • (Tekili: Perver) Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler. (Farsça)

peygamber

  • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.

pezir

  • Kabul eden, olan, olabilen. (Farsça)
  • "Söz dinleyici, emir tutan" mânasında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

pişe

  • İş, kâr. Meşguliyet. (Farsça)
  • Alışkanlık, huy, âdet. (Farsça)
  • Meslek, san'at. (Farsça)
  • "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. (Farsça)

piskopos

  • Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.

pranga

  • İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir.
  • Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır.
  • Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.

psikoloji

  • Ruhiyat, ruhî hâdiseleri tetkik eden ilim kolu. (Fransızca)

puhtegan / puhtegân

  • (Tekili: Puhte) Olgun kimseler, pişkin kişiler.

pür

  • Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) (Farsça)
  • Sâhib, mâlik. (Farsça)

pür-dilan / pür-dilân

  • (Tekili: Pür-dil) Cesurlar, yürekli kimseler. (Farsça)

pür-hatarkar / pür-hatarkâr

  • Tehlikelerle dolu, çok tehlikeli.

puş

  • "Örten, giyen, giyinmiş" mânasına birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Örtü, elbise, zırh. (Farsça)

rab

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i azim / rabb-i azîm

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i hakim / rabb-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayıp idare eden Allah.

rabia-i adeviye

  • (Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliye

rabıta-i mevt

  • Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.

rabt

  • Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak.
  • Nizam vermek, intizam bulmak.
  • Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.

radh

  • Az bir şey verme. Az verilen şey.
  • Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal.

rafi-üd derecat

  • Dereceleri yükselten. Allah. (C.C.)

rafıziler / râfızîler

  • Şîanın kollarından. İmâm-ı Zeynel'âbidîn'in vefâtından sonra oğlu Zeyd'den ayrılarak, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) düşmanlığında taşkınlık gösteren, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl etmeyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. Terk edenler, ayrılanlar

rah-ı müridan / râh-ı mürîdân

  • Tasavvufta müridlerin, talebelerin yolu. Allahü teâlâya kavuşturan yollardan. Sâlikler (tasavvuf yolunda ilerleyen talebeler) yolu.

rah-ı uruc / râh-ı urûc

  • Yücelere gitme, yükseklere uçma yolu.

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rahmet-i binihaye-i ilahiye / rahmet-i bînihaye-i ilâhiye

  • Allah'ın sonsuz rahmet hazineleri.

rahmet-i ilahiyenin hazineleri / rahmet-i ilâhiyenin hazineleri

  • Allah'ın rahmet hazineleri.

rahmet-i rububiyet / rahmet-i rubûbiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın rahmeti.

rakabat

  • (Tekili: Rakabe) Boyunlar. Ense kökleri.
  • Köleler, câriyeler. Kullar.

rampacı

  • Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.

ran

  • Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. (Farsça)
  • Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân : Hüküm süren. (Farsça)

raşidin / raşidîn

  • Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar.

rastan

  • (Tekili: Râst) Doğru olanlar. Haklı kimseler.

raufe

  • Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş.
  • Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.

ravz

  • Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler.

ravza-i cinan / ravza-i cinân

  • Cennet bahçeleri.
  • Cennet bahçeleri. Cennetlere giden yol.

ravzat

  • (Tekili: Ravza) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler.

rayb-el menun

  • Zamanın hâdiseleri.
  • Ölüm.
  • Iztırab veren hâdiseler.

rayet-i ulviyet-i şeyh-i hakkani / râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanî

  • Mânevî mertebelere ulaşma ve hakikatleri elde etme yolunda Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin elinde tuttuğu yücelik sembolü olan sancak.

realizm

  • Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.

redane

  • Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

refik-i a'la / refîk-i a'lâ

  • Allahü teâlâ.
  • Peygamberlerin, evliyânın, şehidlerin ve sâlih (iyi) kimselerin rûhlarının bulunduğu yer.

regaib gecesi / regâib gecesi

  • Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.

rehain

  • (Tekili: Rehine) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar.

reml

  • Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.

remli / remlî

  • (Şihâbüddin Remlî) (Mi: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında salâvatları ile meşhurdur. Fıkh ve tevhide, tasavvufa dair manzumeleri vardır. " İmam-ı Remlî" diye anılır.

rende

  • Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. (Farsça)
  • Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. (Farsça)

res

  • (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) "Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

resail / resâil / رسائل

  • (Tekili: Risale) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar.
  • Dergiler, mecmualar.
  • Risaleler, küçük kitaplar, mektuplar.
  • Risaleler. (Arapça)
  • Dergiler. (Arapça)

resail-i saire / resâil-i saire

  • Diğer risaleler.

resail-i tevhid / resâil-i tevhid

  • Tevhid bahsini anlatan risaleler.

resail-ün nur

  • Nur Risaleleri.

resan

  • (Residen mastarından) "Yetişenler, ulaşanlar, getirenler" mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

reşid / reşîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

resm-i geçit

  • Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi.

resül-ül melahim / resül-ül melâhim

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Cenk ve muharebe ile de vazifeli olduğundan ümmeti ve kendisi din için, dinin ihyası uğrunda büyük muharebelere mükellef olduğundan bu isim ile de yâd edilmiştir.

rev

  • (Reften mastarının emir kökü) "Giden, yürüyen" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev : Önde giden. (Farsça)

revabıt-ı kevniye / revâbıt-ı kevnîye

  • Kâinatla irtibatlı meseleler, kâinatla ilgili bağlar.

revatib / revâtib

  • Vazifeler, maaşlar.
  • Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler.
  • Vazifeler, maaşlar.

revazin

  • (Tekili: Revzen) Pencereler. (Farsça)

revzat-ı inşirahiye / revzat-ı inşirâhiye

  • Ferahlık veren bostanlar, bahçeler.

ribab

  • Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı.

ribanın vesaili / ribânın vesaili

  • Faizin vesileleri; faizin araç ve vasıtaları.

rical

  • Erkekler, adamlar.
  • Yaya olanlar.
  • Rütbeli, mevki sahibi kimseler, hadis ravileri.
  • (Tekili: Recül) Erkekler, er kişiler.
  • Mevki sahibi kimseler, devlet adamları.
  • Yaya olanlar.

rıka

  • Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları.
  • Kısa mektublar.
  • Yamalar.
  • İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler.

rikab

  • (Tekili: Rakabe) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler.
  • Boyun, ense kökü.

rikabdar / rikâbdar

  • Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.

risale-i hasbiye

  • "Hasbünallahü ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter O ne güzel vekildir.)" âyetinin sırlarını ve mertebelerini anlatan risale.

ritm

  • (Reythme) Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. (Fransızca)
  • Müvazeneli ve tenasüblü hareket. (Fransızca)

rivayet tefsiri / rivâyet tefsiri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki bâzı âyet-i kerîmelerin başka âyetlerle veya Peygamber efendimizin sünneti veya Eshâb-ı kirâmın mübârek sözleriyle açıklanması. Buna me'sur veya naklî tefsir de denir.

riyaz / riyâz / ریاض

  • (Tekili: Ravza) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
  • Bahçeler. (Arapça)

riyaz-ı cennet

  • Cennet bahçeleri.

riyeb

  • (Tekili: Ribet) Şüpheye düşmeler.

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

ru

  • Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden. (Farsça)

rü'yetullah

  • Cennet'te mü'minlerin Allah'ı görmeleri.

rüba

  • Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba : Aklı alan, hayret veren. (Farsça)

rübai / rübaî

  • Dörtlük olan. Dörtle ilgili.
  • Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir.
  • Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.

rububiyet

  • Rablık; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i ilah / rububiyet-i ilâh

  • İlâhî Rablık; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i ilahiye / rubûbiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i mutlaka-i ilahiye / rububiyet-i mutlaka-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye ve idare etmesi ve egemenliği altında bulundurması.

ruhaniyun / rûhâniyun

  • Gayb âlemine nüfuz eden nurânî ve ruhânî kimseler.

ruhas

  • (Tekili: Ruhsat) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler.

ruhban / ruhbân

  • Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.

ruhlet

  • Göçüp giden kimseler.

ruhsat / ruhsât

  • (Tekili: Ruhsat) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler.

rukba

  • Muntazır olmak, beklemek.
  • Bir kimseye, "Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun" demek.

rumuz

  • (Tekili: Remz) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.

rumuzat / rumuzât

  • Remizler, ince nükteler.

rumuzat-ı kur'aniye / rumuzât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın remizleri, ince nükteleri.

rüste

  • "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste : Yeni yetişmiş bitki. (Farsça)

rüteb

  • (Tekili: Rütbe) Rütbeler, dereceler.

rüteb-i askeriye

  • Askerlik rütbeleri.

rutebi / rutebî

  • Rütbelere ait.

rütebi / rütebî

  • Rütbeye dair ve rütbelere mensub.
  • Derecelere göre sıralama.
  • Rütbelerle ilgili.

rüya-yı sadıka / rüya-yı sâdıka

  • Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.

rüyub

  • (Tekili: Reyb) şekler, şüpheler.

ruzname

  • Vakit cetveli, takvim.
  • Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt.
  • Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı.
  • Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter.

sa'dane

  • (Çoğulu: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot.
  • Devenin göğsü.
  • Tırnak dibinin siniri.
  • Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme.
  • Kadın memesinin etrafı.

sa'di / sa'dî

  • (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır.
  • Saadete, uğura mensub.

sa'ran

  • Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.

sa'sa

  • Dağılmış develer.

sa'y

  • Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
  • Çalışmak, iş görm

saan

  • Suya yakın yerde develerin yattığı yer.

sabii / sabiî

  • İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden.
  • Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sabiiyyun / sâbiiyyun

  • Yıldızlara tapan kimseler.

sabıkin-ı islam / sâbıkîn-ı islâm

  • En evvel müslüman olan sahabeler.

sadedil

  • Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse. (Farsça)

sademat / صدمات

  • Sadmeler, çarpmalar, darbeler. (Arapça)
  • Musibetler. (Arapça)

sadr-ı evvel

  • İslâmın başlangıç devrindekiler, sahabeler.

safahat / safahât

  • Safhalar, devreler.

safahat-ı alem / safahât-ı âlem

  • Dünya olayları, dünyadaki gelişmeler.

saff-ı evvel

  • İlk saf, birinci saf.
  • İlk sahabeler.
  • Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.

saff-ı sahabe

  • Hz. Muhammed'i görmüş ve onun sohbetinde bulunmuş olan mü'min kimselerin oluşturduğu ilk insanlar.

safka

  • Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, "hayrını gör" demeleri.
  • Yapılan satış.

safra

  • Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, kum gibi ağırlıklar.

safsaf

  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

sahabe-i güzin / sahabe-i güzîn

  • Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar, seçkin sahabeler.

sahabe-i kiram / sahâbe-i kirâm

  • Cömertlik ve şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler.

sahabi / sahâbî

  • Peygamberimizi görerek îman eden hayırlı kimseler.

sahaif

  • (Tekili: Sahife) Sahifeler.

sahaif-i a'mal / sahâif-i a'mâl

  • Amellerin yazıldığı sahifeler.

sahaif-i alem / sahâif-i âlem

  • Âlem sahifeleri.

sahaif-i ef'al / sahâif-i ef'al

  • Fiilerin ve işlerin sahifeleri.

sahaif-i kainat / sahaif-i kâinat

  • Kâinatın sayfaları; görünen bir Kur'an olan kâinattaki varlıklar ve hâdiseler.

sahaif-i leyl ve nehar / sahâif-i leyl ve nehar

  • Gece ve gündüz sahifeleri.

sahaif-i mevcudat / sahâif-i mevcudat

  • Varlık sahifeleri.

sahaif-i nukuş-u sübhaniye / sahâif-i nukuş-u sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah'ın nakışlarını gösterdiği sahifeler.

sahife-i a'mal / sahife-i a'mâl

  • İş ve davranışların yazıldığı sahifeler.

sahife-i efkar / sahife-i efkâr

  • Düşünceler sayfası; kamuoyu, insanlığın genel düşünce sayfası.

sahife-i hayat

  • Hayatın devreleri, hayat sayfası.

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

şahik-ul-cebel / şâhik-ul-cebel

  • Dağda, çölde veya baskı ve zulüm rejimleri altında yaşayıp da peygamberleri ve onların getirdikleri dinleri işitmemiş kimseler.

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

sahn

  • Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk.
  • Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık.
  • Sahne.
  • Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer.
  • Büyük kâse. Sahan.
  • Zil.

sai

  • Çalışan.
  • Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler.
  • Bir yere vâli olan.
  • Cemaat başı.
  • Yan yan giden.
  • Hızlı yürüyen.
  • Koğuculuk yapan.

said bin zeyd

  • Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti.

saime / sâime

  • Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.

saimin / saimîn

  • (Tekili: Sâim) Oruç tutan kimseler.

şakirdan / şakirdân

  • Şakirdler, talebeler.

şakk-ı kamer

  • Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)

sala / salâ

  • Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.

salha

  • (Tekili: Sâl) Yıllar. Seneler. (Farsça)

salihun / salihûn

  • Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.

salikan / sâlikân

  • (Tekili: Sâlik) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.

salim / sâlim

  • Sağlam.
  • Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
  • Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
  • Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
  • İçinde harf-i illet bulunma

salisat / sâlisât

  • (Tekili: Sâlise) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.

sall

  • Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

şamil

  • Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan.
  • Çok şeye birden örtü ve zarf olan.
  • Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.

san

  • "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

sanayi

  • San'at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri.

sanduka

  • Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan y

sar

  • Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar : Çok dağlık yer. (Farsça)

saray

  • (Seray) Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. (Farsça)

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K
  • Dilbilgisinin konusu kelimeler olan bölümü.

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

sarih tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadîs-i şerifi, bizzat aynen aktarması.

şark

  • Doğu. Güneşin doğduğu taraf.
  • Güneş ve güneşin aydınlığı.
  • Yarmak.
  • Parıldamak.
  • Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.

şart

  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şaryo

  • Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. (Fransızca)

şathiyyat

  • Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.

satı'

  • (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan.
  • Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.

savarif

  • (Tekili: Sârife) Değişmeler. Değişiklikler.

savm'aa

  • Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.

sayarif

  • (Tekili: Sayrefî) Sarraflar.
  • Kurnaz ve işini bilir kimseler.

sayasi

  • (Tekili: Sisâ) Dağın uçları.
  • Herhangi bir şeyin asılları.
  • Çulha tarakları.
  • Muhkem ve yüksek kaleler.

saz

  • (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz : Evham veren. (Farsça)

se'd

  • Zayıf yağan yağmur.
  • Yaz gecelerinde olan rutubet.
  • Boğaz ıslatan her cins nesne.

şeair

  • (Tekili: Şiâr) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.

sealil

  • (Tekili: Sü'lul) Memeler.
  • Vücudda meydana gelen siğiller.

şeayir

  • (Tekili: Şâire) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.

sebaik

  • (Tekili: Sebika) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.

şeban / şebân / شبان

  • (Tekili: şeb) Geceler. (Farsça)
  • Geceler. (Farsça)

sebeb-i risale

  • Risalelerin yazılmasına vesile olan.

şebgir / şebgîr / شبگير

  • Geceleri uyuyamayan, uykusuzluk çeken. (Farsça)
  • Sabah. (Farsça)

şebhiz

  • (Çoğulu: Şebhizân) Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. (Farsça)

sebk-i mevsul

  • Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı.

sebzevat

  • Sebzeler.

şebzindedar / şebzindedâr / شب زنده دار

  • (Şeb-zindedâr) Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. (Farsça)
  • Gece bekçisi. (Farsça)
  • Geceleri uyumayıp ibadet eden. (Farsça)
  • Geceleri ibadet eden. (Farsça)

secaat / secaât

  • Kuşların ötüşleri, sec'aları.
  • Nesir halindeki yazının kafiyeleri.

secaya / secâyâ

  • (Tekili: Seciye) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar.
  • Seciyeler, karakterler.

secaya-yı samiye / secaya-yı sâmiye

  • Yüksek ve kıymetli seciyeler.

secde ayetleri / secde âyetleri

  • Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.

şecea

  • Küt ve kötürüm kimseler.

şecerat / şecerât

  • (Tekili: şecere) şecereler.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

seciye-i aliye-i sahabe / seciye-i âliye-i sahabe

  • Sahabelerin yüksek karakteri.

sedail

  • (Tekili: Sedil) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler.

sedaya / sedâyâ / ثدایا

  • (Tekili: Sedâ) Memeler.
  • Memeler. (Arapça)

şefa'at / şefâ'at

  • Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Ceh

şefaat

  • Şefaat etmek. Af için vesile olmak.
  • Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.

sefahet / sefâhet

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık.

sefahet-i hayat

  • Hayattaki dinen yasaklanmış olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.

sefahet-i mutlak

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük.

sefahet-perest

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olan, ahlâksızca davranan.

sefahetçiler

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olanlar.

sefahetkarane / sefâhetkârâne

  • Akılsızca, haram eğlencelere dalarcasına.

sefalethane

  • Yasak zevk ve eğlencelerin ve çirkin işlerin yapıldığı yer.

sefele

  • (Tekili: Sâfil) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.

sefih / sefîh

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün.

sefihane / sefîhâne

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce.
  • Dinen yasaklanmış zevk ve eğlencelere düşkün olarak.

sefk-i dima / sefk-i dimâ

  • Kan dökmeler, akıtmalar.

sefsaf

  • (Çoğulu: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş.
  • Un elerken elekten kalkan toz.

sehale

  • Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.

seham

  • Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler.
  • Sıcak esen rüzgâr.

şehamet / şehâmet

  • İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik.

sehbel

  • Büyük, iri vücutlu, şişman deve.
  • Büyük ve geniş tuluk.
  • Büyük keler.

seher

  • Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.

sehran

  • Geceleri uyanık duran.

şehvet

  • Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu.
  • Bir şeyi fazla istemek.
  • Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı

şehzadegan / şehzâdegân / شهزادگان

  • Şehzadeler. (Farsça)

sekenat / sekenât

  • Sekeneler, oturanlar, yerliler.

sekerat / sekerât

  • Ölüm hâli, kendinden geçmeler, esrimeler.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

şekur / şekûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
  • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

şelalat

  • (Tekili: Şelâle) Büyük çağlayanlar, şelâleler.

selaset-i nazm / selâset-i nazm

  • Kur'ân'ın âyet ve cümlelerinin tertip ve düzenindeki açıklık, ahenk, akıcılık.

selasil / selâsil

  • (Tekili: Silsile) Silsileler.
  • Zincir gibi olanlar. Zincirler.
  • Sıradağlar.
  • Silsileler.

selasil-i resail / selâsil-i resâil

  • Mektup silsileleri, mektup zincirleri.

selefiyye

  • Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikâdlı kimseler.

sellat

  • (Tekili: Selle) Sepetler, seleler.

seluf

  • Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve.

semakil

  • "Somak" ve "tadım" denilen ekşi taneler.

şemarih

  • (Tekili: Şimrâh) Dağ tepeleri.
  • Hurma veya üzüm salkımları.

semavat-ı kur'aniye / semâvât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce makam ve dereceleri.

semavi suhuflar / semavî suhuflar

  • Bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar.

semerat / semerât / ثَمَرَاتْ

  • Meyveler.
  • Meyveler, neticeler.
  • (Tekili: Semere) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler.
  • Meyveler.

semerat ve gayat-ı hayatiye / semerat ve gayât-ı hayatiye

  • Hayatın gayeleri ve meyveleri.

semerat-ı harika / semerât-ı harika

  • Harika meyveler.

semerat-ı manzume ve mevzune

  • Tertipli, düzenli, ölçülü ve san'atlı meyveler.

semerat-ı medeniyet

  • Medeniyetin semereleri, sonuçları.

semerat-ı niam / semerât-ı niam

  • Nimet meyveleri.

semerat-ı rahmet

  • Rahmet meyveleri.

semerat-ı uhreviye / semerât-ı uhreviye

  • Âhirete ait meyveler.

şems-i ehadiyet

  • Herbir varlıkta birlik cilveleri görünen Güneş, Allah.

şems-üş şümus

  • Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.

sene-be-sene

  • Yıldan yıla, seneden seneye seneler geçtikçe.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

sened-i özr

  • Özrün belgeleri, dayanağı.

senedat / senedât / سندات

  • Belgeler. (Arapça)

senevat

  • (Tekili: Sene) Yıllar, seneler.

senkendaz

  • Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı.

sera

  • "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. (Farsça)

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

seradikat

  • Padişaha mahsus perdeler.

şeraif

  • (Tekili: Şerife) Mutlular, kutlu kimseler.

şerarat

  • Şerareler, kıvılcımlar.

şerarat-ı neyyirane

  • Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. (Farsça)
  • Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık. (Farsça)

serari

  • (Tekili: Süriyye) Câriyeler, odalıklar.

serdab

  • Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. (Farsça)
  • Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen (Farsça)

serdengeçti

  • Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için "dalkılıç" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden

serhadlu / serhadlû

  • Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler.

şeriat-ı mutahhara

  • Temiz, mübarek şeriat; Allah tarafından bildirilen temiz, şüphelerden uzak hükümler, İslâmiyet.

şerif-i caferi / şerîf-i câferî

  • Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad.

şerik / şerîk

  • Eş, ortak.
  • Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri.

serpaş

  • Gürz. Çomak. (Farsça)
  • Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık. (Farsça)

serveran

  • (Tekili: Server) Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler. (Farsça)

servet-i fünun

  • Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.

şevahık

  • (Tekili: şahika) Yüksek tepeler, şahikalar.

şevaib

  • (Tekili: Şâibe) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar.
  • Şüpheler
  • Eserler, izler, nişânlar.

sevaki / sevakî

  • (Tekili: Sakıye) Su yerleri, sâkiyeler.

şevakil

  • (Tekili: Şâkile) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler.

şevamih

  • (Tekili: Şâmiha) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler.

sevani

  • (Tekili: Saniye) Saniyeler.
  • İkinci derecede şeyler.

şevari'

  • (Tekili: Şâri') Büyük yollar, caddeler.

şevayib

  • (Tekili: Şayibe) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar.

şevazi / şevazî

  • Dağların dik tepeleri.

şevk-i tenzili / şevk-i tenzilî

  • Kur'an-ı Kerim'in ilk önceki mânâsıyla Sahabelere verdiği sevgi ve iştiyak. Kur'an-ı Kerim'in tenzil mertebesindeki mânâsının verdiği şevk. İlâhî bir makamdan inmenin verdiği şevk.

sevkiyat / sevkiyât

  • Göndermeler, yollamalar.

seyda

  • Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.

şeyhülislam / şeyhülislâm

  • Osmanlı Devleti zamanında dînî meselelerle şerîat mahkemelerine bakan en yüksek rütbeli din adamı.

seyl-i şuunat / seyl-i şuunât

  • İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.

seyr ü seyelan-ı eşya / seyr ü seyelân-ı eşya

  • Varlıkların hareketleri, akıp gitmeleri.

seyr ü süluk-i ruhani / seyr ü sülûk-i ruhanî

  • Mânevî âlemlerde ruh ile bazı mertebelere yükselme ve yolculuk etme.

seyr-i bilad-ı kesire / seyr-i bilâd-ı kesîre

  • Çok sayıdaki beldeleri gezme ve dolaşma.

seyr-i şuunat / seyr-i şuunât

  • Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak.
  • Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.

şeytan-ı ins ve cinni / şeytan-ı ins ve cinnî

  • Cinlerden ve insanlardan şeytanlık özelliği gösteren kimseler.

seyyalat / seyyalât / seyyâlât

  • (Tekili: Seyyale) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.
  • Seyyaleler; maddî olmayan ince ve akıcı lâtif maddeler.

seyyarat / seyyarât

  • (Tekili: Seyyare) Seyyareler, gezegenler.
  • Seyyareler, gezegenler.

şezerat

  • (Tekili: Şezre) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları.
  • Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.

şia / şîa

  • Taraftar, yardımcılar. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kıymetini bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka.

şiab

  • (Tekili: Şi'b) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar.
  • (Şube) Şubeler.

şiba'

  • (Tekili: Şeb'ân) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler.

sıbah

  • Güzel nesneler, parıltı.

şibak

  • (Tekili: Şebeke) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar.

sıbhal

  • Şişman, büyük keler.
  • Deve.
  • Kırba.
  • Câriye.

sıddıkin-i sahabe / sıddıkîn-i sahabe

  • Sadakatli, doğru sözlü Sahabeler.

sıdk erbabı

  • Doğru kimseler.

şifahiyat / şifahiyât

  • Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler.

sıfat terkibi

  • Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.

sıfat-ı rububiyet / sıfât-ı rububiyet

  • Rububiyete dair sıfatlar; her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşması için muhtaç olduğu şeylerin verilmesi, onların terbiye edilip idare edilmesi ve egemenlik altında bulundurulmasına dair İlâhî sıfatlar, özellikler.

sıffin / sıffîn

  • Sahabeler arasında meydana gelen bir savaşın adı.
  • Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. S

sifleperver

  • Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. (Farsça)

şifre

  • Gizli ve işaretle yazı usulü. (Fransızca)
  • Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. (Fransızca)
  • Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. (Fransızca)

şifre-i kudsiye-i ilahiye / şifre-i kudsiye-i ilâhiye

  • Kutsal İlâhî şifreler.

siham

  • (Tekili: Sehm) Oklar.
  • Sehimler, hisseler.

sıhri / sıhrî

  • Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.

şikaf / şikâf

  • (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. (Farsça)
  • Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf : Ciğer parçalayan. (Farsça)

sikat

  • (Tekili: Sika) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.

sikek

  • (Tekili: Sikke) Sikkeler.

şiken

  • (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. (Farsça)
  • Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken : f. Haysiyet kıran. (Farsça)

şıkz

  • (Çoğulu: Şekazân) Keler eniği.

silal

  • (Tekili: Selle) Sepetler, seleler.

sılat

  • (Tekili: Sıla) Sılalar.
  • Bahşişler, armağanlar, hediyeler.

silsile-i hilkat-i kainat / silsile-i hilkat-i kâinat

  • Kâinatın yaratılış devreleri.

silsile-i icaz-ı i'cazi / silsile-i îcâz-ı i'câzî

  • Mu'cize olan veciz ifadeler zinciri.

silsile-i ilmiye

  • İlim öğrenme dereceleri, basamakları.

silsile-i kur'an / silsile-i kur'ân

  • Kur'ân'daki tevafuklu ve bağlantılı ifadeler.

silsile-i tahsil

  • Öğretim kademeleri.

silsile-i tefekkür

  • Tefekkür mânâları ve ifadeleri bulunan ve günlük olarak tekrarlanan bölümlerin zincirleme devam etmesi.

silsile-i zerrat / silsile-i zerrât

  • Zerreler, atomlar zinciri.

silsile-name

  • Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel. (Farsça)

silsilename

  • Meşhur ve mühim kimselerin silsilesini, soyunu gösteren liste.

sima' / simâ'

  • Dinlemek, kulak vermek. İşitmek.
  • Çalgı dinlemek.
  • Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler.
  • Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri.
  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

simar

  • (Tekili: Semere) Meyveler, yemişler.
  • Mc: Faydalar.

simya

  • Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.

sinema-i rabbaniye / sinema-i rabbâniye

  • Rabbâni sinema; Cenâb-ı Hakkın tedbir ve irâdesiyle, bütün faaliyetlerinin âdeta sinema perdeleri ve levhaları gibi gösterildiği âlem.

sinin

  • (Tekili: Sene) Sünun. Seneler.
  • Sina Dağı.

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

siran

  • (Tekili: Sur) Kaleler, kal'alar, hisarlar.

şirar

  • Ateş kıvılcımları.
  • Şerirler. Şerli kimseler.

şirket

  • Ortaklık, iş ortaklığı.
  • Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri.

sırr-ı teklif

  • İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı.

siyab

  • (Tekili: Sevb) Elbiseler, giyecek şeyler.

sıyas

  • (Tekili: Sıysa) Kaleler, kal'alar.
  • Köşkler.
  • Sığınacak yerler.

siyaset tabibleri

  • Siyasî hastalıkların hekimleri, doktorları; siyasî meselelere çözüm arayanlar.

siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?

  • Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik.

sofiye meşrebi

  • Tarikat yoluyla mânevî derecelere yükselme gayretinde olan tasavvuf ehlinin takip ettikleri yol, tarz.

sohbet

  • Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı.
  • Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.

solcu

  • solculuğu benimseyen, ilerici düşünceler taşıyan, toplumcu, ilerici (kimse, görüş).

sorguç

  • Başa takılan tuğ.
  • Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs.

şuaat / şuâât

  • Işınlar, ışık hüzmeleri; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinin isbatına dair bir eser olup, 1921 yılında Üstad Said Nursî tarafından telif edilmiştir.

şuaat-ı ayniye / şuâât-ı ayniye

  • Gözdeki ışık hüzmeleri, göz feri.

şuaat-ı istişhad / şuâât-ı istişhad

  • İstişhad ışınları; şahit ve delil gösterme ışığının hüzmeleri, ışınları.

şuab

  • (Tekili: şu'be) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar.

şuabat / şuabât / شعبات

  • (Tekili: Şu'be) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar.
  • Şubeler. (Arapça)

şual

  • (Tekili: şu'le) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri.

sualat / sualât

  • (Tekili: Suâl) Suâller, sorular. İstemeler, istekler.

şübeh

  • (Tekili: Şübhe) şübheler, şekler. şübhe edilenler.
  • Şüpheler.
  • Şüpheler.

şübehat / şübehât

  • Şüpheler.
  • Şüpheler, tereddütler.

şübehat-alud / şübehat-âlûd

  • Şüphelerle karma karışık olmuş, şüphelerle dolu.

şübehat-ı şeytaniye

  • Şeytanî şüpheler.

şübehat-ı uhreviye

  • Âhiretle ilgili şüpheler.

subuhat

  • (Tekili: Subha) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye.

sübül

  • (Tekili: Sebil) Yollar, caddeler.

sücud / sücûd

  • Secdeye varmak, secdeler.

sücuf

  • (Tekili: Secf) Perdeler, örtüler.

sücun

  • (Tekili: Sicn) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri.
  • Mc: Dünyanın sıkıntıları.

şuebat / şuebât / شعبات

  • Şubeler. (Arapça)

süfeha / süfehâ

  • (Tekili: Sefih) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler.
  • Sefihler, günahkâr kimseler, ahmaklar.

suffe

  • Peygamberimizin Mescidine bitişik olarak inşa edilen ve içinde bazı sahabelerin Peygamber Efendimizden Kur'ân ve Hadis ilimlerini öğrendiği ve barındığı yer.
  • Peygamberimizin mescidine bitişik yer, bekâr sahabelerin kaldığı mekân.

süfliyat

  • Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.

sufun

  • (Tekili: Süfun) (Sefine) Sefineler. Gemiler.

suğra / suğrâ

  • Küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur.

şugul

  • (Tekili: Şugl) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler.

süha

  • Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.

şühud / şühûd

  • Görme. Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri görmesi.

şühud-i ehadiyet / şühûd-i ehadiyet

  • Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet.

suhuf / صُحُفْ

  • (Tekili: Sahife) Sahifeler.
  • Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap.
  • Sahifeler, bazı peygamberlere gelen ve ilâhî emirleri bildiren sayfalar.
  • Sahîfeler.

suhuf-u enbiya

  • Peygamberlere gelen sahifeler; küçük kitaplar.

suhuf-u ibrahim

  • Hz. İbrahim'e indirilen sahifeler, küçük kitap.

suhuf-u semaviye / suhuf-u semâviye

  • Bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar.

suhun

  • (Tekili: Sahne) Sahneler.

suiistimalat / suiistimalât

  • Kötü kullanımlar, vücut enerjisini israf etmeler.

sükala'

  • (Tekili: Sakil) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.

sukub

  • (Tekili: Sakb ve Sukb) Delmeler veya delinmeler.
  • Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler.

şüküfte

  • "Açılmış" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte : Yeni açılmış. (Farsça)

şükuk / şükûk

  • (Tekili: şekk) şekler, şüpheler.
  • Şekler; şüpheler.
  • Şüpheler.

suleha / sulehâ

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden sâlih kimseler.

süllem

  • Merdiven, basamak.
  • Derece.
  • Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

süluk

  • (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.

sümmak

  • Türkçede "tadım" denilen ekşi taneler.

sunuf

  • (Tekili: Sınıf) Sınıflar.
  • Dereceler, mertebeler.
  • Nikablar, yaşmaklar.
  • Soylar, neviler.

sünun

  • (Tekili: Sene) Seneler, yıllar.

süradik

  • (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.

sure / sûre

  • Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ

sure-i zümer, casiye, ahkaf / sûre-i zümer, câsiye, ahkaf

  • Kur'ân-ı Kerimin 39, 45 ve 46. sûreleri.

şüref

  • (Tekili: şerefe ve şürfe) şerefeler.

sürü

  • Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi.

sürub

  • (Tekili: Serb) İçyağları.
  • Çekiştirmeler, azarlamalar.

susmar

  • Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler. (Farsça)

sütre

  • Perde. Örtü. Perdelenecek şey.
  • Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik)

şütum

  • (Tekili: şetm) Küfürler, sövmeler.

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

sütur

  • (Tekili: Sitr) Örtüler. Perdeler.

sutur-u hadisat / sutur-u hâdisat

  • Hâdiselerin satırları. Mânidar hâdiseler.

sutur-u hadisat-ı dehr / sutûr-u hâdisât-ı dehr

  • Zamanın hâdiselerinin satırları.

sutur-ül gayb

  • Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar.

şuub

  • (Tekili: şa'b) Cemaatler. Taifeler. Kabileler.

şuubat

  • (Tekili: şu'be) Şubeler, kısımlar, bölümler.

şüunat / şüûnât

  • Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

şüvaye

  • Büyük nesnelerin küçüğü.
  • Kıt'a.

suver

  • Sûreler, sûretler.

süver

  • (Tekili: Sure) Sureler.

suver / صور

  • Yüzler. (Arapça)
  • Çareler. (Arapça)
  • Biçimler. (Arapça)
  • Tarzlar. (Arapça)

suver-i hayaliye

  • Hayale ait biçimler, şekiller, hayalî ifadeler.

suver-i kur'aniye / suver-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın sûreleri.

süver-i kur'aniye / süver-i kur'âniye / سُوَرِ قُرْاٰنِيَه

  • Kur'ân'ın sûreleri.
  • Kurân sureleri.

suver-i misaliye

  • Temsilî ifadeler, misalî şekiller, suretler.

suver-i muhtelife

  • Çeşitli sûreler.

suver-i müteşabihe

  • Müteşâbih ifadeler; Kur'ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller.

süyuh

  • (Tekili: Seyh) Akarsular, nehirler, ırmaklar.
  • Çizgili elbiseler.

süyuti / süyûtî

  • Osmanlı dönemi medreselerinde okutulan tefsir metodu ile ilgili imam Suyûtî'nin "el-itkân fî ulûmi'l-Kur'ân" adlı eseri.

suz

  • (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. (Farsça)

ta'cilat / ta'cilât

  • (Tekili: Ta'cil) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.

ta'cizat / ta'cizât

  • (Tekili: Ta'ciz) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.

ta'dil-i erkan / ta'dîl-i erkân

  • Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak.

ta'dilat / ta'dîlat / تعدیلات

  • Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
  • Değiştirmeler, değişiklik. (Arapça)
  • Ta'dilât yapmak: Değişiklik yapmak. (Arapça)

ta'limat / ta'lîmât / تَعْل۪يمَاتْ

  • Öğretmeler.

ta'mikat

  • (Tekili: Ta'mik) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.

ta'mirat / ta'mirât

  • (Tekili: Tamir) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.

ta'zir-i eşraf

  • Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır.

ta'zir-i evsat

  • İçtimai mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye bilcelb ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılabilir.

ta'zirat

  • (Tekili: Ta'zir) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler.

ta-be

  • "... e kadar" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir. (Farsça)

taaccülat

  • (Tekili: Taaccül) Acele etmeler. Acelecilikler.

taammukat

  • (Tekili: Taammuk) Derinleşmeler.

taannüdat / taannüdât

  • (Tekili: Taannüd) İnad etmeler, ayak diremeler.

taayyünat / taayyünât

  • Belirlenmeler.
  • Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.
  • Belirmeler.

taazzumat / taazzumât

  • (Tekili: Taazzum) Kibirlenmeler.
  • Kemikleşmeler.

tab

  • "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. (Farsça)

tabakat / tabakât

  • Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
  • Tabakalar, dereceler.

tabakat-ı evliya / tabakat-ı evliyâ

  • Velilerin tabakaları, dereceleri.

tabakat-ı gaflet

  • Vurdumduymazlık örtüleri, umursamazlık perdeleri.

tabakat-ı insaniye

  • İnsanların sosyal sınıfları, dereceleri.

tabakat-ı meşhure-i sahabe

  • Meşhur sahabilerin kendi aralarındaki farklı dereceleri.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı muhaddisin / tabakât-ı muhaddisîn

  • Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı sahabe

  • Sahabilerin dereceleri.

tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
  • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

tabiat

  • (Tabia) Yaratılış, huy, karakter.
  • Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük

tabiin / tabiîn / tâbiîn / تَابِع۪ينْ

  • Sahabeleri görenler.
  • Sahabeleri gören mü'minler.
  • Sahâbeleri görenler.

tabirat / tâbirat

  • Tabirler, ifadeler.

tabirat-ı nebeviye ve ilahiye / tabirat-ı nebeviye ve ilâhiye

  • Allah ve Resulünün tabirleri, ifadeleri.

tabiun / tâbiûn

  • Sahabeleri görenler.

tadilat / tâdilât

  • Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
  • Düzeltmeler.

tagaddi-i hüceyrat / tagaddî-i hüceyrât

  • Hücrelerin gıda alması, beslenmesi.

tagaddiyat / tagaddiyât

  • (Tekili: Tagaddi) Gıdalanmalar, beslenmeler.

tagayyürat

  • (Tekili: Tagayyür) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler.

tağayyürat

  • Başkalaşmalar, değişmeler.

tagayyürat-ı alem / tagayyürât-ı âlem

  • Âlemdeki değişmeler, başkalaşmalar.

tagayyüzat

  • Hiddetlenmeler. Kızmalar.

taglif

  • (Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma.
  • İyi kokulu nesneler yapmak.

tagun

  • Azgın kimseler.
  • Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler.

tagyirat / tagyirât

  • (Tekili: Tagyir) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar.

tahaccürat

  • (Tekili: Tahaccür) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahammürat / tahammürât

  • (Tekili: Tahammür) Ekşimeler, mayalanmalar.

taharriyat / taharriyât

  • Araştırmalar, incelemeler.

tahaşhuş

  • Kâğıt hışırtısı.
  • Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.

tahassürat / tahassürât

  • Tahassürler. Hasret çekmeler.

tahassüsat / tahassüsât

  • Hislenmeler, etkilenişler.
  • (Tekili: Tahassüs) Duygulanmalar, hislenmeler.

tahavvülat / tahavvülât

  • (Tekili: Tahavvül) Tahavvüller. Değişmeler.
  • Değişmeler.

tahavvülat-ı muntazam / tahavvülât-ı muntazam

  • Düzgün ve muntazam değişiklikler, değişmeler, gelişmeler.

tahavvülat-ı zerrat / tahavvülât-ı zerrat

  • Zerrelerin tahavvülü.

tahayyül-ü küfri / tahayyül-ü küfrî

  • Küfür ve inkârla ilgili meseleleri hayal etme.

tahayyülat / tahayyülât / تخيلات

  • Hayal etmeler, hayale dalışlar. (Arapça)

tahdisat / tahdisât

  • Anlatmalar. Rivayet etmeler.
  • Teşekkürle bildirmeler.
  • Hadis anlatmalar.

tahfif

  • (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma.
  • Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek.
  • Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak.
  • Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.

tahfifat / tahfifât

  • (Tekili: Tahfif) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.

tahiyyat / tahiyyât

  • Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye.
  • Mâlikiyet, beka ve mülk.
  • Hediyeler.

tahkimat

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.

tahkirat / tahkirât

  • (Tekili: Tahkir) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler.

tahmidat / tahmidât

  • Hamdetmeler.

tahmilat / tahmilât

  • (Tekili: Tahmil) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler.

tahribat / tahribât

  • (Tekili: Tahrib) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler.

tahric / tahrîc

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

tahrifat

  • Değiştirmeler, bozmalar.
  • Bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.

tahrikat

  • Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.

tahrime

  • Namaza başlanırken söylenen tekbir.
  • Hacıların ihrama bürünmeleri.
  • Namaza başlanırken söylenen tekbir. Hacıların ihrama bürünmeleri.

tahşidat / tahşidât

  • Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar.
  • Konuşarak fazla üzerinde durma.

tahsil-i irfan / tahsîl-i irfan

  • Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme. Edeler dâimâ tahsîl-i irfân Olalar her biri, bir kâmil insan.
  • İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme.

tahsilat / tahsilât

  • Edinmeler, derlemeler.

tahsinat / tahsinât

  • Güzelleştirmeler.
  • Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.
  • Tahsinler, beğenmeler.

taht-ı belkıs

  • Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)

tahtieci

  • "Doğru bir tanedir, fazla olmaz" diyerek muhataplarının görüşlerini hatâlı bulan kimselere metodoloji ilminde Tahtieci denir.

tahvifat / tahvifât

  • (Tekili: Tahvif) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.

tahvilat / tahvilât

  • Değiştirmeler.

taif

  • Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan.
  • Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Hun

taife-i ehl-i hak

  • Hak ve doğru yolda olan kimseler.

takbihat / takbihât

  • (Tekili: Takbih) Ayıplamalar, çirkin görmeler.
  • Çirkin görmeler.

takdir / takdîr

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

takdir-i ilahi / takdîr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi.

takibat / tâkibât

  • Takipler, izlemeler.

takriri sünnet / takrirî sünnet

  • Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.

taksimat / taksimât / taksîmât / تَقْس۪يمَاتْ

  • Bölmeler.
  • Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar.
  • Bölüştürmeler.

tal'

  • Tomurcuk.
  • Miktar. Kadar.
  • Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları.

talar

  • Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. (Farsça)
  • Salon, büyük oda. (Farsça)

talebe-i ulum / talebe-i ulûm

  • İlim talebeleri.

talha bin ubeydullah

  • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

talimat / tâlimât

  • Talimler, öğretmeler, idmanlar, emirler.

tamirat

  • Tamirler, düzeltmeler.

tanzifat / tanzifât / tanzîfât / تَنْظ۪يفَاتْ

  • Temizlemeler.
  • Temizlemeler.
  • Temizlik işleri. Temizlemeler.
  • Temizlemeler.

tanzimat / tanzimât

  • Düzenlemeler.
  • Düzenlemeler.

tanzimat-ı hayriye

  • Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kuru

tarafeyn

  • İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin (ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim.

tarassudat / tarassudât

  • Gözlemeler.
  • (Tekili: Tarassud) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler.
  • Gözetlemeler.

tarassudat-ı semaviye / tarassudât-ı semâviye

  • Gökyüzünü gözetlemeler.

tarih

  • Hâdiseye vakit tayin etmek.
  • Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti.
  • Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim.
  • Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam.
  • Memlekette vâki olan hâdiseleri zamana nazaran tertip ve sırasıyla zikir ve beyan ede

tarikat / tarîkat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemler.

tarizat-ı zımniye / târizat-ı zımniye

  • Üstü kapalı ve dolaylı ifadelerle saldırma, tenkit etme.

tarz-ı intihabat / tarz-ı intihabât / طَرْزِ اِنْتِخَابَاتْ

  • Seçmelerin tarzı.

tas'ibat

  • (Tekili: Tas'ib) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler.

tasalsul

  • Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.

tasarrufat / tasarrufât

  • Faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler.

tasavvuf / تَصَوُّفْ

  • Beden ve ruhun eğitilmesiyle bazı mânevî mertebelerin katedilmesini sağlayan yol.
  • Kalb ayağıyla rûhânî mertebelerde ilerleyerek nefsi terbiye etme yolu.

tasavvurat / tasavvurât

  • Düşünceler, tasavvurlar.

tasavvurat-ı insaniye / tasavvurât-ı insaniye

  • İnsanın düşünceleri, hayalleri.

tasgirat / tasgirât

  • (Tekili: Tasgir) Küçültmeler.

tashihat / tashihât

  • Düzeltmeler.
  • (Tekili: Tashih) Düzeltmeler, tashihler.
  • Tashihler, düzeltmeler.

tasniat / tasnîât

  • Düzmeler, uydurmalar.

tasnifat

  • Konu ve meseleleri düzenleyici mâhiyette olan kitaplar.

tasrihat

  • (Tekili: Tasrih) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.

tatbik-i nazariyat

  • Nazariyelerin, teorilerin uygulanması.

tatyibat

  • (Tekili: Tatyib) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler.

taus-u yemeni / taus-u yemenî

  • Yemen'li Tâus Ebî Abdurrahman. (Kırk defa hacceden ve kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan ve Sahabelerle görüşen ve Tâbiînin azîm imamlarından olan zât. (R.A.)

tava'vu'

  • Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri.

tavaf-ı sadr / tavâf-ı sadr

  • Hac esnâsında cemrelerin taşlanması bittikten sonra Mina'dan Mekke'ye inildiğinde yapılan tavâf. Buna Tavâf-ı vedâ da denilir. Hac vazîfeleri bununla sona erer.

tavaif / tavâif / طوائف

  • Taifeler, toplumlar.
  • Zümreler. (Arapça)
  • Tayfalar. (Arapça)
  • Kavimler. (Arapça)

tavaif-i beşer / tavâif-i beşer

  • İnsan taifeleri, grupları.

tavaif-i mevcudat / tavâif-i mevcudat

  • Varlık taifeleri, türleri.

tavasim

  • (Tavâsin) : Kur'an-ı Kerim'den tâ-sin, tâ-sin-mim sureleri.

tavsifat / tavsifât

  • Nitelemeler.

tavvaf

  • Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden.
  • Resmî dairelerde gece bekçisi.
  • Çok tavaf eden.

tavvafiyye

  • Resmî dairelerdeki gece bekçilerine verilen ücret.

tavzifat / tavzifât

  • Vazifelendirmeler.
  • Görevlendirmeler.

tayınat

  • Erzak, yiyecekler; paylar, hisseler.

tayinat / tayinât

  • Tayinler, belirlemeler.

tayy-i mekan / tayy-i mekân

  • Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az zamanda çok uzak yerlere gitme.

tayy-i meratib

  • Birden üst mertebeye geçmek. Birden mertebeleri aşıp, geçip gitmek.

tayyetmek

  • Atlamak; uzun mesafeleri kısa zamanda geçip gitmek.

tayyib

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.

tayyibat / tayyibât

  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

tazimat / tâzimat

  • Büyüklüğünü dile getirmeler.

tazminat / tazmînât / تضمينات

  • Zarar ödemeleri, tazminat. (Arapça)
  • Tazmînat vermek: Zarar ödemesinde bulunmak. (Arapça)

te'bidat / te'bidât

  • (Tekili: Te'bid) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler.

te'dibat

  • (Tekili: Te'dib) Edeplendirmeler, terbiye etmeler.

te'diyat / te'diyât / تأدیات

  • (Tekili: Te'diye) Ödemeler.
  • Ödemeler. (Arapça)

te'hirat / te'hirât

  • (Tekili: Te'hir) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar.

te'vil / te'vîl

  • Yorumlamak, açıklamak.
  • Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.

te'vilat / te'vilât

  • (Tekili: Te'vil) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.

teahüdat / teahüdât

  • (Tekili: Teâhüd) Sözleşmeler. Ahidleşmeler.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

tebadülat / tebadülât

  • (Tekili: Tebadül) Değişmeler. Tebadüller.

tebahhurat / tebahhurât

  • Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler.

tebaüdat / tebaüdât

  • (Tekili: Tebaüd) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar.

tebayün-i efkar / tebayün-i efkâr

  • Fikirlerin aykırılığı. Düşüncelerin farklı olması.

tebdilat / tebdilât

  • (Tekili: Tebdil) Tebdiller, değiştirmeler.

tebeddülat / tebeddülât / تَبَدُّلاَتْ

  • Değişmeler.
  • Değişmeler.

tebessümat

  • (Tekili: Tebessüm) Gülümsemeler, tebessümler.

tebliğ / teblîğ

  • Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız olarak bildirmeleri.

tebliğ-i şeriat

  • Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri.

tebrikat / tebrikât

  • (Tekili: Tebrik) Tebrikler. Tebrik etmeler.

tebşirat / tebşirât

  • Müjdelemeler, müjde vermeler.
  • (Tekili: Tebşir) Müjdelemeler, müjde vermeler.
  • Müjdelemeler.

tebşirat-ı azime / tebşirat-ı azîme

  • Büyük müjdeler.

tebşirat-ı peygamber

  • Peygamber müjdeleri.

tebşirname

  • Müjdelerin olduğu yazı.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tecarib / tecârib / تجارب

  • Tecrübeler, denemeler. (Arapça)

tecarüb / tecârüb

  • (Tekili: Tecarib) (Tecrübe) Tecrübeler.
  • Tecrübeler, deneyimler.
  • Tecrübeler.

tecarüb-ü kesire

  • Pek çok tecrübeler ve deneyimler.

tecdidat / tecdidât

  • Yenilemeler, tazelemeler.

teceddüdat / teceddüdât / تجددات

  • Yenilenmeler, yenilikler. (Arapça)

tecelliyat / tecellîyât / tecelliyât / تَجَلِّيَاتْ

  • Görünmeler, belirmeler.
  • Görünmeler.

tecemmuat / tecemmuât

  • (Tekili: Tecemmu') Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar.

tecemmüdat / tecemmüdât

  • (Tekili: Tecemmüd) Sertleşmeler, katılaşıp donmuş şeyler.

tecessüsat / tecessüsât

  • (Tekili: Tecessüs) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler.

tecrübat / tecrübât

  • Tecrübeler.
  • Tecrübeler.

tecrübe-i umumi / tecrübe-i umumî

  • Genele ait tecrübe, umumî deneyler ve incelemeler.

tecsimat / tecsimât

  • (Tekili: Tecsim) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler.

tecvid

  • Kur'ân-ı Kerim'i okuma kaidelerini (kurallarını) öğreten bilim.

tedabir / tedâbir / تدابير

  • (Tekili: Tedbir) Tedbirler, çareler.
  • Çareler, tedbirler. (Arapça)

tedarikat / tedârikât

  • Edinmeler.

tedavir

  • (Tekili: Tedvir) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar.

tedelliyat / tedelliyât

  • (Tekili: Tedelli) Nazlanmalar.
  • Eğilmeler.
  • Tevâzu göstermeler.

tedenniyat / tedenniyât

  • Alçalmalar, gerilemeler.
  • (Tekili: Tedenni) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar.

tederrüsat / tederrüsât

  • (Tekili: Tederrüs) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler.

tedkikat / tedkîkât / تدقيقات

  • Tedkikler, incelemeler.
  • (Tekili: Tedkik) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
  • İncelemeler, tetkikler. (Arapça)

tedrisat / tedrisât / tedrîsât / تَدْر۪يسَاتْ

  • (Tekili: Tedris) Tedrisler. Ders vermeler.
  • Ders vermeler.
  • Ders vermeler.

tedvir

  • Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek.
  • İdare etmek, yönetmek.
  • Daire şekline sokmak.
  • Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır.
  • Kur'an-ı Kerim kıraatında: Tahkik ile hadr ortasında bir okuma usulüdür. Her iki yönde meşru m

teeddübat / teeddübât

  • (Tekili: Teeddüb) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar.

teeddüben

  • Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak.

teellüfat / teellüfât

  • (Tekili: Teellüf) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.

teellümat / teellümât

  • Acı hissetmeler.

teessürat / teessürât

  • Etkilenmeler, üzülmeler.

tefaric

  • (Tekili: Tefric) Yırtmalar, genişletmeler.
  • Ferah vermeler.
  • Korkaklar, zaifler, yüreksizler.
  • (Tifrac) Yırtmaçlar, aralıklar.

tefarik

  • Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler.
  • Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler.
  • Küçük hediyelik eşya.

tefe'ül

  • Fal açmak.
  • Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi.
  • Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm)

tefekkür-ü imani / tefekkür-ü imanî

  • İmana ait meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefekkür-ü imaniye

  • İmanî meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefekkürat / tefekkürât / تفكرات

  • Tefekkürler, düşünmeler.
  • Tefekkürler, düşünmeler.
  • Düşünmeler, düşünceler. (Arapça)

tefekkürat-ı imaniye

  • İmanî tefekkürler, düşünceler.

teferru'

  • Bir asıldan şubelere vs. ayrılma.

teferruat-ı şer'iye

  • Şeriatın, İslâm hukuuknun fer'i meseleleri, detayları.

tefri'

  • Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme.

tefrişat / تفریشات

  • Döşemeler. (Arapça)

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tegayyürat / tegayyürât

  • Başkalaşmalar, değişmeler.

tehacümat / tehâcümât

  • Hücum etmeler, saldırılar.

tehalüf-ü ukul

  • Düşüncelerin farklı oluşu.

tehdidat / tehdidât

  • (Tekili: Tehdid) Korkutmalar, göz dağı vermeler.
  • Gözdağı vermeler.

tehekkümat / tehekkümât

  • (Tekili: Tehekküm) Ciddi tavır takınarak eğlenmeler.

tehiyyat / tehiyyât

  • Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.

tehlike-i maneviye / tehlike-i mâneviye

  • Mânevî tehlikeler; imanî noktalarda oluşacak kayıplar.

tekadim

  • (Tekili: Takdime) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler.

tekalib

  • (Tekili: Taklib) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler.

tekalif-i devlet / tekâlif-i devlet

  • Devletin halka yüklediği yükler; vergiler ve saireler.

tekarir / tekârîr / تقاریر

  • (Tekili: Takrir) Teklifler, takrirler, önergeler.
  • Önergeler. (Arapça)

tekasüf / tekâsüf

  • Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma.
  • Bir noktada toplanma.
  • Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.

tekasülat / tekâsülât

  • (Tekili: Tekâsül) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler.

tekaya / tekâya / tekâyâ / تكایا

  • (Tekili: Tekye) Tekyeler. (Türkçede bazan "tekke" şeklinde de kullanılır.)
  • Tekkeler.
  • Tekkeler. Tekkenin çoğulu.
  • Tekkeler. (Arapça)

tekbirat / tekbirât

  • (Tekili: Tekbir) Tekbirler. Tekbir getirmeler.

tekbiratü'l-huccac fi arafat / tekbirâtü'l-huccac fî arafat

  • Hacıların Arafat Dağına çıktıkları zaman tekbir getirmeleri.

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.

tekemmülat-ı insaniye / tekemmülât-ı insaniye

  • İnsana ait mükemmellikler, ilerlemeler.

tekemmülat-ı ruhiye / tekemmülât-ı ruhiye

  • Ruha ait mükemmelleşmeler, ilerlemeler.

tekfur

  • Tar: Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler.

tekrimat / tekrimât

  • İkram etmeler.

tekvinat / tekvinât

  • (Tekili: Tekvin) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar.

tekvini emr-i rabbani / tekvînî emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

telakkiyat / telakkiyât / telâkkiyat / تلقيات

  • (Tekili: Telakki) Şahsî anlayış ve görüşler.
  • Kabul etmeler. Telakkiler.
  • Düşünceler, anlayışlar.
  • Görüşler, anlayışlar, değerlendirmeler. (Arapça)

telamiz

  • (Tekili: Tilmiz) Talebeler, çıraklar.

telattufat / telattufât

  • (Tekili: Telattuf) Nâzikâne muameleler.

telbisat / telbisât

  • Telbisler. Hileler, oyunlar.

telfik-i mezahib

  • Dinî bir mes'elede, hak mezheblerin aynı o mes'ele hakkındaki zıd görüşleri cem'etmekle bir mezheb yapmak. Bu zıd görüşlerle amel etmeyi caiz görür. Fukaha ise bu tarzı caiz görmemişlerdir.Tevhid-i mezahib ise: Hak mezheblerin mes'eleleri arasında, tercih yoluyla bazı mes'elelerini alıp bir mezheb y

telhisat / telhisât

  • (Tekili: Telhis) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler.

telkin-i dini / telkin-i dinî

  • Dine ait düşünceleri zihinlere aşılama.

telmihat / telmîhât / تلميحات

  • Göndermeler, îmâlı anlatmalar.. (Arapça)

telvihat / telvihât

  • Maksadın lâzımı olan şeylerden bahsetmek sûretiyle yapılan kinayeler.

temasil-i belagat / temasil-i belâgat

  • Belâgat abideleri.

temayülat / temâyülât

  • Meyletmeler, eğilimler.

temayüzat

  • (Tekili: Temayüz) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler.

temcid

  • Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek.
  • Ağırlamak.
  • Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz.

temdihat / temdihât

  • (Tekili: Temdih) Mübalâğa ile medhetmeler.

temeddühat / temeddühât

  • (Tekili: Temeddüh) Temeddühler, böbürlenmeler.

temehhuz-u tecarüb

  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi.
  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemâle ermesi.

temessülat / temessülât

  • Belirmeler, görünmeler.

temhisat / temhisât

  • (Tekili: Temhis) Tecrübeler, imtihan etmeler.

temin-i hayat

  • Hayatın devamını temin etme; yaşamı rahatlatacak vesileleri, araç ve gereçleri elde etme.

temsilat / temsilât

  • Temsiller; kıyaslama tarzında benzetmeler.

temsilat-ı maddiye / temsilât-ı maddiye

  • Maddî benzetmeler, örnekler.

temsillerin darbı

  • Benzetmelerin getirilmesi, örneklemelerin yapılması.

temyiz evrak ve layihaları / temyiz evrak ve lâyihaları

  • Temyiz evrak ve dilekçeleri.

tenafür

  • Birbirinden kaçmak. Ürkmek.
  • Uzağa çekilmek.
  • Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak.
  • Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.

tenakusat / tenakusât

  • (Tekili: Tenakus) Eksilmeler, azalmalar.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.
  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Nisbet, kıyas.
  • İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü.
  • Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.

tenasülat / tenasülât

  • (Tekili: Tenasül) Çoğalma. Tenâsüller. Üremeler.

tenbihat / tenbihât

  • (Tekili: Tenbih) Tenbihler. İkaz etmeler.

tenevvüat / tenevvüât

  • Çeşitlenmeler.
  • Çeşitlenmeler.

tenezzül-ü emtar

  • Yağmur yağması. Yağmur katrelerinin inişi.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat / tenezzülât

  • Eğilmeler, seviyeye inmeler.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.
  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenezzülat-ı kelam / tenezzülât-ı kelâm

  • Sözün muhatapların seviyelerine uygun olarak ayarlanması.

tenezzülat-ı kelamiye / tenezzülât-ı kelâmiye

  • Sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması.

tenkilat / tenkilât

  • (Tekili: Tenkil) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar.
  • Düşmanları tepelemeler.
  • Uzaklaştırmalar.

tenkisat / tenkisât / tenkîsât / تنقيصات

  • (Tekili: Tenkis) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar.
  • Azaltmalar, eksiltmeler. (Arapça)

tenvin-i tenkir

  • Gr. nekre tenvini; kelime sonlarına gelerek o kelimeye kapalılık ve belirsizlik mânâsı veren iki üstün (en), iki esre (in) ve iki ötre (ün) işareti.

tenvirat / tenvirât

  • (Tekili: Tenvir) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.

teracim

  • (Tekili: Teracüm) (Tercüme) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler.

terahhumat / terahhumât

  • Şefkat ve marhamet göstermeler.
  • (Tekili: Terahhum) Acımalar, merhamet etmeler.
  • Merhamet etmeler.

terakib

  • (Tekili: Terkib) Terkibler.
  • Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.

terakkiyat / terakkiyât / ترقيات

  • İlerlemeler.
  • İlerlemeler.
  • (Tekili: Terakki) Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler.
  • İlerlemeler. (Arapça)

terakkiyat-ı beşer

  • İnsanlığa ait kalkınmalar, yükselmeler, ilerlemeler.

terakkiyat-ı ecnebiye / terakkiyât-ı ecnebiye

  • Yabancıların sağladığı gelişmeler, ilerlemeler.

terakkiyat-ı fenniye / terakkiyât-ı fenniye

  • Bilimsel ilerlemeler.

terakkiyat-ı fenniye ve zihniye

  • Fenne ve zihne ait gelişmeler, bilimsel ve ilmî gelişmeler.

terakkiyat-ı havaiye

  • Hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler.

terakkiyat-ı hazıra / terakkiyat-ı hâzıra

  • Zamanımızdaki ilmî ve teknik ilerlemeler.

terakkiyat-ı insaniye / terakkiyât-ı insaniye

  • İnsanların manevî açıdan gelişme ve ilerlemeleri.

terakkiyat-ı maddiye

  • Maddî ilerlemeler.

terakkiyat-ı maneviye / terakkiyât-ı mâneviye

  • Mânevî ilerlemeler, yükselmeler.

terakkiyat-ı medeniye / terakkiyât-ı medeniye

  • Teknolojik ilerlemeler.

terakkiyat-ı medeniyet / terakkiyât-ı medeniyet

  • Medenî ve teknolojik ilerlemeler.

terakkiyat-ı ruhiye / terakkiyât-ı ruhiye

  • Ruh ile mânevî mertebelere yükselme.

terakkiyat-ı ruhiye ve fikriye / terakkiyât-ı ruhiye ve fikriye

  • Ruhî ve düşünceyle ilgili ilerlemeler.

terakkiyat-ı sanayi / terakkiyât-ı sanayi

  • Sanayi dallarında meydana gelen gelişme ve ilerlemeler—uçak sanayii, gemi sanayii gibi.

terakkiyat-ı tıbbiye

  • Tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler.

terakkubat / terakkubât

  • (Tekili: Terakkub) Gözetlemeler, beklemeler.

terakümat / terakümât

  • (Tekili: Teraküm) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler.

teravih

  • Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz.

terci'-i bend

  • Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L. (Farsça)

terciat / terciât

  • (Tekili: Terci') Döndürmeler, geri çevirmeler.

tercihat

  • Tercihler, seçmeler.

tereffuat / tereffuât

  • (Tekili: Tereffu') Yukarı kalkmalar, yükselmeler.

terehhumat / terehhumât

  • Merhametler, şefkat ifadeleri.

terekat

  • (Tekili: Tereke) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, terekeler.

terennümat / terennümât

  • Terennümler, nameler, güzel, hoş sesler.
  • (Tekili: Terennüm) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar.
  • Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.

tereşşuhat / tereşşuhât

  • (Tekili: Tereşşuh) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar.
  • Kulaktan gelme haberler.

terettüb

  • Sıralanmak.
  • Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak.
  • Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak.
  • Zuhura gelmek.
  • Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.

terfian / terfîan

  • Yükselerek, terfi ederek.
  • Yükselerek.

terfiat / terfiât

  • (Tekili: Terfi') Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar.
  • Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler.

tergibat / tergibât

  • Teşvikler, istek uyandırıcı ifadeler.
  • İsteklendirmeler.

terhisat

  • Terhisler, vazifeye son vermeler.

terhisat-ı askeriye

  • Askerlikten terhis etmeler.

terk-i sefahet

  • Gayrı meşru zevk ve eğlenceleri bırakma.

terkib

  • Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek.
  • Birbirine karıştırılmış maddeler.
  • Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirin

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

terkib-i mezci / terkib-i mezcî

  • İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.

terkibat / terkibât

  • Birleştirmeler; birleşikler yapma.
  • Terkibler, birleştirmeler.

tersi'

  • Oymacılık.
  • Mücevherler takarak süslemek.
  • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer

tersimat / tersimât

  • Resimlemeler.
  • Resimlemeler.

tertib

  • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
  • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
  • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
  • Mertebelere göre davranmak.
  • Hile ile aldatma.

tertib-i kur'an / tertib-i kur'ân

  • Kur'ân'daki sûrelerin düzenlenmesi, sıralanması.

tertibat / tertîbât / ترتيبات

  • Düzenlemeler, düzenler. (Arapça)

tertil / tertîl

  • Kur'ân-ı Kerim'i iyi ve kaidelerine (kurallarına) uygun biçimde tane tane okuma.
  • Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.

terye

  • Az gizli.
  • Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler.

teş'ib

  • (Çoğulu: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma.

teşa'ub

  • Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma.
  • Bozuk bir şeyin düzelmesi.
  • Iraklaşmak.

teşa'ubat / teşa'ubât

  • (Tekili: Teşa'ub) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar.

teşahhusat / teşahhusât

  • Belirlenmeler, şekillenmeler.

teşahhusat-ı vechiye / teşahhusât-ı vechiye

  • Yüze ait belirmeler, insanın simasındaki ayırdedilme özelliği.

teşahhusat-ı zahiriye / teşahhusât-ı zâhiriye

  • Dış belirmeler, dış kimlik.

tesamuhat

  • (Tekili: Tesâmuh) Hoş görmeler, müsâmahalar.
  • Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar.

teşaub / teşâub

  • Şubelere ayrılma.

teşaub etme

  • Şubelere, bölümlere ayrılma.

tesbih

  • Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir.
  • Allah'ı her türlü noksan ve kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.
  • Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
  • Namaz kılmak.
  • Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri sö

tesbih eden

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tesbih-i ilahi / tesbih-i ilâhî

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat

  • (Tekili: Tesbih) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler.

teşbihat / teşbihât

  • Benzetmeler.
  • (Tekili: Teşbih) Benzetmeler, teşbihler, benzetilmeler.
  • Benzetmeler.

tesbihat-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin Allah'ı şanına lâyık derin ifadelerle anması.

tesbihat-ı hususiye

  • Özel tesbihler; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat-ı mahsusa

  • Özel tesbihler, Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma.

tesbihat-ı nebeviye / tesbihât-ı nebeviye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) Cenâb-ı Hakkı yüceltmek için kullandığı ifadeler, tesbihler.

tesbihat-ı uzma / tesbihât-ı uzmâ

  • Büyük, azim tesbihât bütün varlıkların Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anmaları.

tesbihhan / tesbihhân

  • Tesbih eden; Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tesci'

  • Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek.

tescilat / tescilât

  • (Tekili: Tescil) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler.

tesdiye

  • Çulhaların bez çözmeleri.

teşekkiyat

  • Şikayet etmeler.

teşekkülat / teşekkülât

  • (Tekili: Teşekkül) Teşekküller. şekillenmeler.
  • Kuruluşlar.
  • Şekillenmeler, oluşmalar.

teşekkülat-ı arziye / teşekkülât-ı arziye

  • Dünyanın oluşum devreleri.

teselsülat / teselsülât

  • (Tekili: Teselsül) Zincirlemeler. Zincirleme gitmeler.

tesemmümat / tesemmümât

  • (Tekili: Tesemmüm) Zehirlenmeler.

teşennüc

  • (Şenc. den) (Çoğulu: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma.
  • Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması.
  • Korkmak.
  • Titremek.

teşerrüfat / teşerrüfât

  • (Tekili: Teşerrüf) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler.

tesettür

  • Kapanıp gizlenme. Örtünme.
  • Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri.

teshir-i rabbani / teshir-i rabbânî

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın herşeye boyun eğdirmesi.

teshirat

  • İtaat ettirmeler.

teşkikat / teşkikât

  • Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar.

teşkikat-ı vehmiye / teşkikât-ı vehmiye

  • Vehmî ve asılsız şüpheler, tereddütler.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.

teslimat

  • (Tekili: Teslim) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler.
  • Teslimler, vermeler.

teslis

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)

tesmiat

  • (Tekili: Tesmi) İşittirmeler, duyurmalar.

tesmit

  • Aksıran kimselere: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" demek.

tesnim

  • Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir.

teşrifat / تَشْرِيفَاتْ

  • Şereflendirmeler.
  • Şereflendirmeler, protokol.

teşvikat

  • (Tekili: Teşvik) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar.

teşvikhat

  • İsteklendirmeler.

tesvir

  • Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme.
  • Koluna bilezik yapma.

tetahhurat / tetahhurât

  • (Tekili: Tetahhur) Temizlenmeler.

tetebbuat / tetebbuât

  • Araştırıp incelemeler.
  • Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
  • Araştırıp incelemeler.

tetebu'at / tetebu'ât / تتبعات

  • İncelemeler. (Arapça)

tetimmat

  • Ekler, ilâveler.

tetkikat

  • İncelemeler.

tetkikat-ı amika / tetkikat-ı amîka

  • Etraflı, derin araştırmalar, incelemeler.

tetkikat-ı fenniye

  • Bilimsel araştırma ve incelemeler.

tetkikat-ı ilmiye

  • İlmî bakımdan incelemeler, araştırmalar.

tevabi'

  • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
  • Uşaklar.
  • Bir merkeze bağlı olan yerler.
  • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

tevafuk-u cifri / tevafuk-u cifrî

  • Cifir ilmine göre kelime veya cümlelerin rakamsal değeri ile anlamı arasındaki uyum.

tevafukat / tevâfukat

  • Uygun düşmeler, denk olmalar.

tevafukat-ı belagat / tevafukat-ı belâgat

  • Belâgat kuralları gözetilerek yazılmış ifadeler arasındaki uyum.

tevafukat-ı gaybiye

  • Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.

tevaif

  • Taifeler, guruplar.

tevakkufat / tevakkufât

  • (Tekili: Tevakkuf) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler.

tevarih

  • (Tekili: Târih) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar.

tevarüd

  • Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma.
  • Arka arkaya gelmek.
  • Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri.

tevarüsat / tevarüsât

  • (Tekili: Tevarüs) Tevarüsler, mirasa konmalar.
  • İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler.

tevatür / tevâtür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması.
  • Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
  • Yalan söylemez kimselerin ittifakla verdikleri kuvvetli haber.

tevatür-ü mevcudat

  • Bütün varlıkların aynı hakikatte birleşmeleri ve aynı noktaya parmak basmaları.

tevcih-i hitap

  • Sözü birine yöneltme, birine hitap etmeler.

tevcihat / tevcihât

  • Yönlendirmeler.
  • (Tekili: Tevcih) Verilmiş rütbeler. Tevcihler.
  • İşaret eden mânalar.
  • Yöneltmeler.

teveccüh-ü nas / teveccüh-ü nâs

  • İnsanların, bir kimseyi beğenip, ona teveccüh etmeleri ve medh ü senâ etmeleri.

teveccühkarane / teveccühkârane

  • İlgilenerek, yönelerek.

teveddüdat / teveddüdât

  • Kendini sevdirmeler.

tevekkül

  • İşi başkasına ısmarlamak.
  • Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek.
  • Yeis ve kederden uzak olmak.
  • Âcizlik göstermek

tevessüat / tevessüât

  • (Tekili: Tevessü') Genişlemeler.

tevhid-i efkar / tevhid-i efkâr

  • Düşüncelerin bir noktada toplanması, düşünce birliği.

tevhid-i medaris / tevhid-i medâris

  • Medreselerin, okulların birleştirilmesi; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği eğitim kurumlarının bir araya getirilmesi.

tevhişat / tevhişât

  • (Tekili: Tevhiş) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler.

tevlidat / tevlidât

  • (Tekili: Tevlid) Meydana getirmeler, sebep olmalar.
  • Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.

tevşih

  • (Vişah. dan) (Çoğulu: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme.
  • Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma.
  • Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak.
  • Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yaz

tevzi'

  • Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.

tevziat / tevziât

  • (Tekili: Tevzi') Tevziler, dağıtmalar.
  • Herkese payını vermeler.

teyekkunat / teyekkunât

  • (Tekili: Teyekkun) Tam olarak ve iyice bilmeler.

tezad

  • İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik.
  • Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
  • İki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik.
  • Anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.

tezahürat / tezâhürât / تَظَاهُرَاتْ

  • Görünmeler, belirmeler.
  • Görünmeler, gösterişler.
  • Görünmeler.

tezakir

  • (Tekili: Tezkire) Tezkereler.

tezayüdat / tezayüdât

  • (Tekili: Tezayüd) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.

tezellülat / tezellülât

  • (Tekili: Tezellül) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.

tezevvücat / tezevvücât

  • Evlenmeler.
  • (Tekili: Tezevvüc) Evlenmeler, zevce edinmeler.

tezeyyün-ül ezhar / tezeyyün-ül ezhâr

  • Çiçeklerin tezeyyünü, ziynetlenmeleri.

tezeyyünat / tezeyyünât

  • (Tekili: Tezeyyün) Süslenmeler, ziynetlenmeler.

teznibat / teznibât

  • (Tekili: Teznib) İlâveler, eklemeler. Ekler.

tezvirat

  • Süslü yalan söylemeler, sahtekârlıklar.

tezyid-i derecat / tezyîd-i derecât

  • Derecelerin artması.

tezyidat / tezyidât

  • (Tekili: Tezyid) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler.

tezyifat / tezyifât

  • Alay etmeler, küçük düşürmeler.
  • Çürütmeler, küçük düşürmeler.

tezyinat / tezyinât / tezyînat / تزیينات

  • Süslemeler.
  • Süsler, süslemeler.
  • Süslemeler, süsler. (Arapça)

tezyinat-ı lafziye / tezyinat-ı lâfziye

  • Sözle ilgili süslemeler, cinas, seci' gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san'atları.

tezyinat-ı zahiri / tezyinat-ı zahîri

  • Dış görünüşte bulunan süslemeler.

tıkde

  • Asmacık adı verilen ufacık taneler.

tilal

  • (Tekili: Tell) Kümeler, yığınlar. Tepeler.

timar / timâr

  • Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.

tıraz

  • Elbiselere nakışla yapılan süs.
  • Sırma ve ipekle işleme.
  • Zinet, süs.
  • Üslup, tarz, tutulan yol.
  • Döviz.
  • " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz : Çiçek süsleyen. (Farsça)

tıval-ı mufassal

  • Kur'an-ı Kerim'de 49'uncudan 85'inciye kadar olan sureler.

tiyese

  • (Tekili: Teys) Erkek keçiler, tekeler.

trajedi

  • yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.

Troçkizm / Troçkist

  • Troçkizm, Marksizm'in Troçki'nin bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış bir ayrımı ifade eder. Sovyetler Birliği'nde "sol muhalefet" olarak örgütlenmiş, Troçki'nin kurduğu 4. Enternasyonal'le başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Troçkizm'in en önemli unsurları; özgürlüğü ortadan kaldıracak bir sistem olarak görülen "tek ülkede sosyalizmi" fikrinin reddi, dünya devrimi fikri, enternasyonalin gerekliliği, sürekli devrim ve Doğu Bloku ülkelerinin gerçek sosyalizm olmadığı fikirleridir.

    Kaynak: Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Troçkizm


tuhaf / تحف

  • (Tekili: Tuhfe) Hediyeler.
  • Münâsebetsiz hâl.
  • Eğlenceli, gülünç.
  • Garip iş veya şey.
  • Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
  • İlginç. (Arapça)
  • Hediyeler. (Arapça)
  • Gülünç. (Arapça)

tuhr

  • Pâklık, temizlik, taharet.
  • Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına "Mümtedet-üt tuhur" denir).

tukat

  • Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.

tullab / tullâb

  • (Tekili: Talebe) Talebeler.
  • Talebeler.

tullab-ı nur

  • Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri.

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

turan

  • Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

uddet

  • Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat.
  • İstidad.
  • Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.

üdeba

  • (Tekili: Edib) Edibler, edebiyatçılar.
  • Edeb sâhibleri. Zarif kimseler.

uhbuşe

  • Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.

uhud

  • (Tekili: Ahd) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler.

ukad

  • (Tekili: Ukde) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.
  • Ukdeler, düğümler.

ukubat

  • (Tekili: Ukubet) Cezalar. İşkenceler, eziyetler.
  • Kısas ve şahsî cezalar.

ulema-i muhakkik / ulemâ-i muhakkik

  • Meseleleri çok ince ayrıntılarına kadar inceleyerek hüküm veren âlimler.

ulema-i rüsum

  • Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)

ülfet

  • Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları. Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak.

ülinnüha

  • (Üli-n nühâ) Akıllı kimseler.

ülü'l-emr

  • Emir sâhibleri. Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler.

ulü-n nüha

  • Akıllı kimseler.

ulüf

  • (Tekili: Ulûfe) Yemler, ulufeler.
  • Yeniçeri maaşları.

ulum-u arziye / ulûm-u arziye

  • İnsanların bilgi ve tecrübelerinin ürünü olan ilimler.

ulum-u medaris / ulûm-u medaris

  • Medreselerin ilimleri; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği yüksek eğitim kurumlarında ders verilen ilimler.

ümena

  • Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri.

ümm-ül-mü'minin / ümm-ül-mü'minîn

  • "Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).

ümmehat / ümmehât / امهات

  • Anneler. (Arapça)
  • Temeller, esaslar. (Arapça)

ümmehat-ül mü'minin / ümmehât-ül mü'minîn

  • Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek zevceleri.

ümmet-i davet / ümmet-i dâvet

  • Kendilerine gönderilen peygambere inanmaya dâvet edilip de îmân etmeyen kimseler.

ümmet-i icabet / ümmet-i icâbet

  • Kendilerine gönderilen peygamberin dâvetini kabûl edip, ona inanan ve tâbi olan kimseler.

umur

  • (Tekili: Emir) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.

umur-u diniye / umûr-u diniye

  • Dine ait işler, meseleler.

umur-u gaybiye / umûr-u gaybiye

  • Gayba ait, bilinmeyen işler ve gelişmeler.
  • Gayba ait, bilinmeyen işler ve gelişmeler.

umur-u mukarrere

  • Kesin hatlarıyla ortaya konulmuş meseleler, konular ve işler.

umurat

  • (Tekili: Umre) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.

unat

  • (Tekili: Ani) Esirler.
  • Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.

unsur / عُنْصُرْ

  • Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi.
  • Umumdan ayrılan kısım.
  • Tam olan şeyin her bir parçaları.
  • Madde, esas, kök. Element.
  • Asıl, esas, birleşik maddelerin her bir parçası, asıl madde.

urefa

  • (Tekili: Ârif) İrfan sâhibi kimseler.

ürne

  • Taze peynir.
  • Keler tuzağı olan yer.

ürümek

  • Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır. (Farsça)

uruz

  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Gelme, ârız olma.
  • (Tekili: Arz) Bildirmeler, keyfiyetler.

üsera

  • (Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar.
  • Köleler.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

usul ve füru' / usûl ve fürû'

  • Fıkıh ilminde usûl; baba ve dedeler, ana ve nineler; fürû', çocuklar ve torunlar.
  • Usûl, îmân bilgileri; fürû; fıkıh bilgileri.

usul-i fıkıh / usûl-i fıkıh

  • Fıkıh (ibâdet ve amel) bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

usul-i kelam / usûl-i kelâm

  • Îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

usul-ü arabiye / usûl-ü arabiye

  • Arap dili kural ve kaideleri.

usul-ü din / usûl-ü dîn / اُصُولُ د۪ينْ

  • Dinin düzen ve kaideleri.

usuli / usulî

  • Asıllara, köklere ait; bir kimsenin soy ağacı itibariyle anne baba tarafından geriye doğru silsilesi, ataları, dedeleri.

usulü'd-din allameleri / usûlü'd-din allâmeleri

  • Kelâm âlimleri, mütekellimler; Allah'ın zât ve sıfatlarından, peygamberlik, âhiret ve inançla ilgili diğer meselelerden İslâmî esaslar dâiresinde bahseden âlimler.

uteka

  • (Tekili: Atik) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler.

uzuf

  • Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak.

va

  • "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar. (Farsça)
  • "Vah, yazık" meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada "edât-ı nüdbe" denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir.

va'z

  • Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.

vahib-ül ataya / vâhib-ül atâyâ

  • Hediyeler bağışlayan. Bağışlar ihsan eden. (Cenab-ı Hak (C.C.)

vahy-i gayri metluv / vahy-i gayri metlûv

  • Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî.

vaid / vaîd

  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak.
  • Cehennemi haber vermek.
  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi haber vermek.

vaiz / vâiz

  • Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

vak'a-nüvis

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi. (Farsça)

vakı'at haberleri / vâkı'ât haberleri

  • Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri, bildirdikleri hükümler.

vakıat / vâkıât

  • (Tekili: Vâkıa) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler.

vakıat-ı istikbaliye / vâkıat-ı istikbaliye

  • Gelecekteki hadiseler, olaylar.

vakıf

  • (ة) harfiyle biten kelimelerde (ﻫ) sesi verilerek durma ("şeceratin" kelimesinin "şecerah" şeklinde okunması gibi).

validat

  • (Tekili: Vâlide) Anneler. Vâlideler.

var / vâr

  • (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. (Farsça)

vareste-i rayb ve zunun / vareste-i rayb ve zunûn

  • Zan ve şüphelerden beri, uzak.

vasi / vasî

  • Çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli.

vasılun / vâsılûn

  • (Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.

vasl

  • Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak.
  • Birleştirmek, ulaştırmak.
  • Gr: Ulama, ekleme.
  • Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, buna Sebk-i Mevsul da ta'bir edilir.
  • Bir kelimenin sonundaki harfi, bir sonrak

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek senelerce oturulan yer.

vatavit

  • (Tekili: Vatvât) Korkak ve geveze olan kimseler.
  • Yarasalar.
  • Dağ kırlangıçları.

vav-ı kasem

  • Gr: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan vav harfi. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi.

vaveyla

  • Çığlık, yaygara, feryat.
  • Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.

vazaif / وظائف

  • (Tekili: Vazife) Vazifeler, işler.
  • Vazifeler.

vazife-i rububiyet

  • Rablık işi; her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verme ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma işi.

vazife-i tesbihiye

  • Allah'ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi.

vehhab / vehhâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

vehhabi / vehhabî

  • Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.

vekayi-i risalet-meabiye / vekâyi-i risalet-meâbiye

  • Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) peygamberliğine ait olaylar, hadiseler.

velaid

  • (Tekili: Velide) Cariyeler, kadın esirler.

velaim

  • (Tekili: Velime) Düğünler, evlenmeler.
  • Düğün ziyafetleri.

velaya

  • (Tekili: Veliyye) Veli kadınlar. Veliyyeler.

velayet-i kamile / velâyet-i kâmile

  • Mükemmel velilik; kulluk noktasında mânevî mertebeleri aşarak Allah'ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme mükemmelliği.

velayet-i kübra

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)

velediyet

  • Birinin çocuğu oluş, Hıristiyanların isa aleyhisselâma hata ile "Allahın oğlu" demeleri.

veleh-resan-ı efkar / veleh-resan-ı efkâr

  • Fikirleri, düşünceleri hayrette bırakan.

veli

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All

ver

  • "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver : Âlim. Suhan-ver : Edip, şâir. (Farsça)

vera-ül-vera / verâ-ül-verâ

  • Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir terim.

verel

  • (Çoğulu: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.

vesaid

  • (Tekili: Visâde) Yastıklar, şilteler, döşekler.

vesaik / vesâik / وثائق

  • Belgeler.
  • Belgeler. (Arapça)

vesail / vesâil

  • (Tekili: Vesile) Vesileler. Sebebler.
  • Vesileler, sebepler.
  • Vesileler, araçlar.

vesail-i pürseyyal / vesâil-i pürseyyal

  • Çok akışkan sebepler, vesileler.

vesavis

  • (Tekili: Vesvese) Vesveseler.

vesaya / vesâyâ

  • Vasiyetler, tavsiyeler.

vezaif / vezâif

  • Vazifeler, görevler.
  • Görevler, vazifeler.

vezaif-i acibe / vezâif-i acibe

  • Hayrette bırakan vazifeler, hayranlık veren işler.

vezaif-i azime / vezaif-i azîme

  • Büyük vazifeler.

vezaif-i eşya / vezâif-i eşya

  • Eşyanın vazifeleri.

vezaif-i mevcudat / vezâif-i mevcudat

  • Varlıkların vazifeleri.

vezaif-i telkih ve tevlid / vezâif-i telkih ve tevlid

  • Aşılama ve doğurma vazifeleri.

vezaif-i ubudiyet / vezâif-i ubûdiyet

  • Kulluk vazifeleri.

vezaif-i ubudiyetkarane / vezâif-i ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır şekilde yapılan vazifeler.

vezanet-i efkar / vezanet-i efkâr

  • Düşüncelerin isabeti.

vezega

  • Bir cins büyük keler.

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vezne

  • Tartı. Terazi.
  • Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir.
  • Barut

vicahen

  • Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.

vilayet-i muhammediyye / vilâyet-i muhammediyye

  • Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.

vildan / vildân / ولدان

  • (Tekili: Velid) Çocuklar.
  • Kullar. Köleler.
  • Bebekler. (Arapça)
  • Köleler. (Arapça)

visak

  • Kuvvetli, kalın bağ.
  • Yeminle söz vermeler. Muahedeler.
  • Peyman.

vişam

  • (Tekili: Veşm) Dövmeler.

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât / vücud-u müteşâbihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).
  • Sözün hangi mânâya geldiği kapalı ve zor anlaşılır ifadelerin varlığı.

vücuh

  • (Tekili: Vech) Çehreler, yüzler, suretler.
  • Tarzlar.
  • Sebepler.
  • İmkânlar.
  • Münasebetler.
  • Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar.
  • Bir memleketin ileri gelenleri.

vukuat / vukûât

  • (Tekili: Vak'a) Vak'alar, hâdiseler.
  • Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise.
  • Normal dışında olan hâdiseler.
  • Oluşlar, hâdiseler.

vukuat-ı maddiye ve maneviye / vukuat-ı maddiye ve mâneviye

  • Maddî ve manevî olaylar, hadiseler.

vukufiyet

  • Vâkıf olma, meselelere hakimiyet.

vüsuk

  • Bağlar, râbıtalar.
  • Anlaşma ve sözleşmeler.

vuud

  • Vaidler. Vâdeler.

ya

  • "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri

ya hakim / yâ hakîm

  • Ey herşeyi belirli maksat ve gayelere uygun olarak faydalı ve tam yerli yerinde yaratan, hikmet sahibi Allah.

yab

  • "Yaften: Bulmak" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab : Şifa bulan, iyileşen. (Farsça)

yafte

  • "Bulunmuş, bulmuş, bulunan" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte : f. Şeref bulmuş. (Farsça)

yahçe

  • Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri. (Farsça)

yahudi

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî.Yahudilerin vaziyetlerine ve seciyelerine işaret eden âyetler şunlardır: 2: 60-66 arası. 5: 62-64 arası ve 17: 4.

yalak

  • Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yenabi'

  • (Tekili: Yenbu') Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler.
  • Kedi yavruları.

yenabi'-i ulum / yenabi'-i ulûm

  • İlim kaynakları, çeşmeleri.

yerabi'

  • (Tekili: Yerbu') Tarla fareleri.

yevmiye

  • Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret.
  • Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.

yezidiler / yezîdîler

  • Hazret-i Ali'ye düşman olan ve şeytana tapan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. İbâdiyye fırkasının kurucusu Abdullah bin İbâd'ın adamlarından Yezîd bin Enîse'ye uydukları için bu adı almışlardır. Emevî halîfelerinden Yezîd'in bunlarla hiçbir ilgi si yoktur.

yoga

  • Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.

yüksek tahsil gençliği

  • Genç üniversite talebeleri, öğrencileri.

za

  • "Bu, şu" mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle.
  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

zabb

  • Kertenkele, keler.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.

zabıtname / zabıtnâme

  • Olay yerinde ilgili kimselerin olayın oluş şeklini kaydettikleri kâğıt.

zabt-name / zabt-nâme

  • Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt. (Farsça)

zad

  • "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş. (Farsça)

zade

  • Evlâd, oğul. (Farsça)
  • İyi insan. (Farsça)
  • Nikâh neticesi olmuş çocuk. (Farsça)
  • Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) : Padişah evlâdı. (Farsça)

zadegan / zadegân

  • Asâlet. (Farsça)
  • Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. (Farsça)
  • Meşhur ve belli âileler cemaatı. (Farsça)

zahair / zahâir / ذخائر

  • (Tekili: Zahire) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
  • Zahireler. (Arapça)

zahid

  • (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.

zahir haberler / zâhir haberler

  • Hanefî mezhebinin, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve talebelerinden gelen kuvvetli, güvenilir haberlerine verilen ad. Bu haberlere usûl haberleri de denir.

zahiri mezheb / zâhirî mezheb

  • Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değ

zakkum-u esmar

  • Cehennem meyveleri.

zamaim

  • (Tekili: Zamime) İlâveler, ekler. Artırmalar.

zamair

  • (Tekili: Zamir) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
  • İsim yerine kullanılan kelimeler.

zamair-i şahsiyye

  • Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen kelimeler.

zaman-ı sahabe / zaman-ı sahâbe

  • Sahabelerin yaşadığı dönem.

zann-ı kabul-ü cumhur

  • Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme

zar

  • Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar : Lâle bahçesi. (Farsça)

zat-ı hakim / zât-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Zât, Allah.

zavabıt

  • (Tekili: Zâbıta) Kaideler. Nizamlar, usuller.

zaviye / zâviye

  • Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
  • Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.

zed

  • "Vurucu, vuran" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed : Kulağa çalınan. Zeban-zed : Yayılmış söz.

zede

  • (Zed) Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede : Musibete uğramış. (Farsça)

zedegan / zedegân

  • (Tekili: -zede) Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

zehravan

  • (Zehrâveyn) İki parlak şey.
  • Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.

zelazil

  • Zelzeleler. Yer sarsıntıları.

zelilane / zelilâne

  • Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. (Farsça)

zellat

  • (Tekili: Zelle) Yanılmalar, yanlışlar.
  • Sürçmeler, kaymalar.
  • Hatalar.

zemzeme-i ezkar / zemzeme-i ezkâr

  • Allah'ı anmanın hoş, güzel nağmeleri.

zemzeme-i hayvan ve eşcar

  • Hayvan ve ağaçların nağmeleri.

zemzeme-i şükran

  • Teşekkür ifade eden nağmeler.

zen

  • Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen : Söz atan, lâf atan. (Farsça)

zenan

  • "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan : Söverek. (Farsça)

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zerrat / zerrât / ذرات

  • (Tekili: Zerre) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
  • Zerreler, atomlar.
  • Zerreler. (Arapça)

zerrat-ı alem / zerrât-ı âlem

  • Evrendeki zerreler.

zerrat-ı asliye / zerrât-ı asliye

  • Temel zerreler.

zerrat-ı asliye ve esasiye

  • Asıl ve temel zerreler, hücreler, atomlar.

zerrat-ı bedeniye / zerrât-ı bedeniye

  • Bedendeki zerreler.

zerrat-ı cisim / zerrât-ı cisim

  • Bedenin zerreleri, hücreleri.

zerrat-ı esasiye / zerrât-ı esasiye

  • Temel zerreler.

zerrat-ı gıdaiye

  • Gıda zerreleri, gıdalı zerreler.

zerrat-ı havaiye / zerrât-ı havâiye

  • Hava zerreleri, havadaki atomlar.

zerrat-ı hürriyat / zerrât-ı hürriyât

  • Hürriyetlerinin, özgürlüklerinin zerreleri.

zerrat-ı kainat / zerrât-ı kâinat

  • Kâinattaki zerreler, atomlar.

zerrat-ı mevcudat

  • Varlıkların zerreleri.

zerrat-ı mevcudiyetim / zerrât-ı mevcudiyetim

  • Varlığımın bütün zerreleri, bütün varlığım.

zerrat-ı müteharrike / zerrât-ı müteharrike

  • Hareketli zerreler, atomlar.

zerrat-ı vücud / zerrât-ı vücud / zerrât-ı vücûd

  • Beden zerreleri.
  • Bedeni oluşturan zerreler, atomlar.

zerrat-ı vücudiye / zerrât-ı vücudiye

  • Vücudun hücreleri.

zerrat-ı zücaciye

  • Cam zerreleri, camı meydana getiren atomlar.

zerre-i şeffafe / zerre-i şeffâfe

  • Şeffaf ve saydam zerre, ayna gibi yansıtma özelliği olan küçük maddeler.

zevani

  • (Tekili: Zâniye) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.

zevat / zevât

  • (Tekili: Zât) Zatlar, şahıslar, kimseler.
  • Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
  • Zatlar, kimseler.

zevat-ı aliye / zevât-ı âliye

  • Yüksek makama sahip zâtlar, kimseler.

zevat-ı ma'dude

  • Sayılı zevât. Sayılı kimseler.

zevaya / zevâyâ / زوایا

  • (Tekili: Zâviye) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler.
  • Zâviyeler.
  • Açılar. (Arapça)
  • Köşeler. (Arapça)
  • Küçük tekkeler, zaviyeler. (Arapça)

zevcat / zevcât

  • (Tekili: Zevce) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
  • Zevceler, eşler.

zevcat-ı tahirat / zevcât-ı tâhirât

  • Peygamber efendimizin iffetli, pâk, muhterem zevceleri. Mü'minlerin anneleri.

zevh

  • Develeri dağıtıp toplamak.

zevil erham / zevil erhâm

  • İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz (farz hisse sâhibi) ve asabe denilen kimseler dışındaki yakın akrabâ.

zıbab

  • (Tekili: Zabb) Kertenkeleler. Kelerler.

zılal / zılâl / ظلال

  • (Tekili: Zıll) Gölgeler.
  • Gölgeler.
  • Gölgeler. (Arapça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın