REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te kelimesini içeren 2788 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

a'razi / a'razî

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey, ilinek; hareket ve koku gibi.

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

abonman

  • Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma. (Fransızca)

acemi / acemî

  • Bir işte yeni olan, tecrübesiz.

adem-i ihtilaf / adem-i ihtilâf

  • Birlik. Beraberlik. Uyuşma. Anlaşma.

adem-i ilim

  • Bilmeme, ilim ve bilgisinin olmaması.

adem-i ıttıla

  • Bilememe, tanımama.

adem-i malumiyet / adem-i malûmiyet

  • Bilinmemezlik, belirsizlik.

adem-i merkeziyyet

  • Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

adem-i muhakeme

  • Bir konu üzerinde derinlemesine düşünmeme ve araştırma yapmama.

adem-i niyet

  • Bir işi belli bir niyet olmaksızın yapma.

adid / adîd / عدید

  • Birçok. (Arapça)

adide / adîde / عدیده

  • Birçok. (Arapça)

ağda

  • Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.

agisna

  • Bize imdad eyle, yardım ihsan eyle (meâlinde duâ.)

ağleb-i hükema

  • Bilginlerin çoğu, filozofların ekseri.

ahad / âhâd / آحاد / احد

  • Birler.
  • Birler. Birden dokuza kadar olan sayılar.
  • Birler. (Arapça)
  • Bir. (Arapça)

ahad haber / âhad haber

  • Bir kişi tarafından rivayet edilen hadis veya rivayetler.

ahadi / ahadî / âhâdî

  • Bir iki koldan nakledilen hadîs türü.
  • Bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadis.

ahal

  • Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp. (Farsça)

ahbar-ı gayb / ahbâr-ı gayb

  • Bizce bilinmeyen gayb âlemlerine ve geleceğe dâir haberler.

ahir / âhir

  • Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki.

ahval-i acizane / ahvâl-i âcizâne

  • Bir tevazu ifadesi olarak "Allah'ın âciz ve zavallı bir kulu olarak sağlık durumum, halim" mânâsında bir ifade.

ahvel

  • Bir şeyi çift gören, şaşı.

ahyef

  • Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan.

akademi

  • Bir ilim dalında ihtisas sahibi kimselerin çatısı altında toplandığı kuruluş.

akala

  • Bir çeşit pamuk.

akib / akîb

  • Bir şeyin ardından gelen, arkası sıra giden.
  • Bir şeyin ardından gelen. Arkası sıra giden.

akibet / âkibet

  • Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç.

akibet-ül emr / âkibet-ül emr

  • Bir işin neticesi, sonu.

akran / akrân

  • Birbirine benzeyenler, em-sâl, yaşıt, denk.

akres

  • Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve "devenin yemişidir."

aksa-yı bilad / aksâ-yı bilâd

  • Bir memleketin sınır bölgeleri, hudut beldeleri.

aksam-ı malume / aksâm-ı malûme

  • Bilinen kısımlar.

ala-kavlin / alâ-kavlin

  • Bir kavle göre. Bir rivâyete nazaran.

alaf / âlâf / آلاف

  • Binler. (Arapça)

alamet-i farika / alâmet-i farika

  • Bir şeyi diğerinden ayırıcı işaret. Belirgin özellik.

ale-l-fevr

  • Birden, derhal, hemen.

ale-l-iştirak

  • Birlikte, müştereken.

ale-l-ittisal

  • Birbiri ardınca, peş peşe, aralarında fâsıla olmadan.

ale-l-kavl

  • Birinin sözüne, iddiasına göre.

alelinfirad / alelinfirâd / على الانفراد

  • Birer birer. (Arapça)

alem-i şuhud / âlem-i şuhud

  • Bilip keşfedilen, görür gibi bilinen âlem. Görünen âlem. Dünya. Kâinat.

alemü'l-guyub / âlemü'l-guyub

  • Bilinmeyen ve görünmeyen âlem.

alet / âlet

  • Bir iş veya sanatta kullanılan vasıta.

aleyna

  • Bizim üzerimize, bizim hakkımızda. Bize.

alim / alîm / âlim / عالم

  • Bilen. İlmi, ebedi ve ezeli olan Cenab-ı Hak. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 126 kerre zikredilir.)
  • Bilen, bilgili.
  • Bilen, ilim sâhibi.
  • Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
  • Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),
  • Bilgin. (Arapça)
  • Bilen.

allame / allâme

  • Bilginlerin en bilgilisi.

allame-i küll / allâme-i küll

  • Bir şeyin ilmine vâkıf olan. Bir hususda ihtisas sahibi olan.

aman-name

  • Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan pusula, yazı. (Farsça)

amatör

  • Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse. (Fransızca)

ambargo

  • Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.

amd / عَمْدْ

  • Bilerek isteyerek yapma.

amelen / عملا

  • Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak.
  • Bilfiil, işleyerek. (Arapça)

amen

  • Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek.

amiyane / âmiyâne

  • Bilgisizce, körü körüne.

amme

  • Bir suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir.

amr

  • Bir erkek ismi.

amut

  • Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek.

an-cehlin

  • Bilmezlikle, bilmeyerek.

an-ı seyyal / ân-ı seyyal

  • Bir anda akıp giden zaman dilimi.

an-ı seyyale / ân-ı seyyâle

  • Bir anda akıp giden zaman dilimi.

an-ı vahid / ân-ı vâhid

  • Bir an, pek kısa bir süre.

an-la şey'in

  • Bilâ mucib, sebebsiz.

anane

  • Bir tek bulut.

anaz

  • Bir büyük kuşun adı.

ancehiyye

  • Bilmezlik. Büyüklük. Ululuk.

anem

  • Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur.

ani / ânî

  • Bir anda, hemen.

anif-ül beyan / ânif-ül beyân

  • Biraz evvel bildirilen, az önce beyan olunan.

anifü'l-beyan / ânifü'l-beyân

  • Biraz önce ifade edilen.

aniyen / âniyen / آنيا

  • Bir anda, der hal, o anda. (Arapça)

araz

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey (ilinek.

arazi / ârazî

  • Bir şeyin aslen kendisinde olmayıp sonradan ona ilişen, zâtı için zorunlu olmayan.

arende

  • Birşey getiren kimse. (Farsça)

arif / ârif / عارف

  • Bilgide ileri olan.
  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.
  • Bilen, arif, irfan sahibi. (Arapça)

arifane / ârifâne

  • Bilen birine yakışır bir şekilde.

ariyet / âriyet

  • Bir malın menfeatini, istifâdesini bedelsiz olarak temlik etmek, vermek.

ariza / arîza

  • Bir mesele hakkında istek ve taleplerin sunulduğu yazı, mektup.

arsız / ârsız

  • Bî-ar, utanmaz, arsız.

arten

  • Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler.

artık

  • Bir kaptan veya alanı yirmi beş metre kareden az olan küçük havuzdan bir canlı yiyip-içtikten sonra geriye kalan su.

arz-gah

  • Bir şey arzetmek için toplanma yeri. (Farsça)

arz-ı mahzar

  • Bir işin yapılması için, yüksek bir mevkiye halk tarafından topluca verilen dilekçe.

asafane / asafâne

  • Bir vezire yakışır surette ve hâlde. (Farsça)

asakir-i müteavine

  • Birbirine yardım edip dayanışma içinde olan askerler.

asat

  • Binâ.

asayiş / âsâyiş

  • Bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik.

ashab-ı suyuf / ashâb-ı suyûf

  • Bizzat harbe iştirak edip kılıçları ile cihad edenler.

aşina / âşina / âşinâ

  • Bildik, tanıdık, bilen, tanıyan.
  • Bildik, tanıdık.

asir / âsir

  • Bir efsaneyi rivayet eden.

asla ve mutlaka zarar iras etmez / asla ve mutlaka zarar îras etmez

  • Bir meselenin temelinde ve özünde olan unsurlara kesinlikle ve hiçbir şekilde zarar vermez.

aşrefe

  • Bir cins misvak ağacı.

aşum

  • Bir ot cinsi.

aşure / âşure

  • Bir çok meyve ve hububat karıştırılarak pişirilen tatlı; derleme, karışık.

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

atfen

  • Birisi adına.
  • Birisinin adına. Birisine yükleyerek.
  • Birinin adına, birine yükleyerek.

atfetme

  • Bir işi veya bir sözü bir kimseye mal etme, yükleme.

atfetmek

  • Bir işi veya sözü bir kimseye yüklemek, dayandırmak.

aval

  • Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse. (Fransızca)

avamperestane / avamperestâne

  • Bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde.

avarif / avârif / عوارف

  • Bilginler, arifler. (Arapça)

avva

  • Bir yıldız kümesi.

ayine-i mevcudat / âyine-i mevcudat

  • Bir ayna şeklinde olan varlıklar.

ayn

  • Birşeyin kendisi.
  • Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
  • Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
  • İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan mal

ayn-ı vücud

  • Bir varlığın aynısı.

ayn-ı zatı / ayn-ı zâtı

  • Bizzat kendisi.

aynen

  • Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi değiştirmeden, aynı olarak.

ayniyyet

  • Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması.

azaz

  • Bir tek lokma.

azim / âzim

  • Bir yere gitmeğe karar veren. Bir iş hakkında kat'i karar ve niyet sahibi.

azir / azîr

  • Biçilmiş olan ekinin tarlada satılması.

azl

  • Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini işinden veya makamından ayırmak.

azy

  • Bir kimseyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etme.

ba'z

  • Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
  • Bir kısmı, bir parçası, bazısı.
  • Bir şeyin bir bölümü,bir parçası, bazısı.

ba-hem

  • Birlikte. Beraber. (Arabçadaki "Maa" mânasına) (Farsça)

babacan

  • Biraz kalender davranışlı, cana yakın.

bagar

  • Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur.

bahem / bâhem

  • Birlikte, beraber.
  • Birlikte, beraber.

bahusus / bâhusus / باخصوص

  • Bilhassa, özellikle.
  • Bilhassa.

balahan / bâlâhân

  • Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren. (Farsça)

balahani / bâlâhânî

  • Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. (Farsça)

balotaj

  • Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali. (Fransızca)

bani / bâni / bânî

  • Binâ eden; kuran, kurucu.
  • Bina eden, kuran, yapan.

banliyö

  • Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri. (Fransızca)

baraj

  • Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. (Fransızca)

bari'

  • Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)

barigah-ı ehadiyyet / bârigâh-ı ehadiyyet

  • Birliği herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî eden Allah'ın yüce katı.

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basile

  • Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.

basit / basît / بَسِيطْ

  • Birden fazla unsur içermeyen, karmaşık bir yapıya sahip olmayan.
  • Birleşik olmayan, tek parça.

bast-ı özür etmek

  • Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.

bayrak-ı tevhid

  • Birlik bayrağı.

bayram

  • Bir dinde mübarek addolunan gün.

becayiş / becâyiş

  • Birini verip ötekini alma, değişme.

becir

  • Birçok.

bedaheten

  • Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.

beddua / bedduâ

  • Bir kimsenin aleyhine yapılan duâ.
  • Birinin kötü olması için edilen dua.

bedel

  • Bir şeyin yerini tutan, yerine geçen; başkasının yerine iş yapan kimse.

bedhah / bedhâh / بدخواه

  • Birinin kötülüğünü isteyen, kötü niyetli. (Farsça)

bedruc

  • Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.

behem / بهم

  • Birlikte, beraber. (Farsça)

bekà-yı nev'

  • Bir canlı türünün varlığını sürdürmesi.

bekk

  • Bir şeyi kakmak.

bel

  • Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.

belagat-ı i'caz ve icaz / belâgat-ı i'câz ve îcâz

  • Bir mânâyı az sözle ve başkasının yapmaktan aciz kalacağı mükemmellikte, tam yerinde ifade etme san'atı.

belediye

  • Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.

belha'

  • Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.

belkıs

  • Bir kadın hükümdar.

ber-endaz

  • Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan. (Farsça)

ber-taraf

  • Bir yana atılan, ortadan kalkan.
  • Bertaraf etmek: Ortadan kaldırmak, yok etmek.

bera-yı malumat / berâ-yı mâlûmat

  • Bilgi vermek için.

berahin-i vahdet / berâhin-i vahdet

  • Birlik delilleri.

beray-ı ma'lumat / berây-ı ma'lûmât / بَرَايِ مَعْلُومَاتْ

  • Bilgi için.

berayı malumat / berâyı malûmât / برای معلومات

  • Bilgi edinmek için, bilgi vermek için, bilgi sahibi olmak için.

berayımalumat / berâyımâlûmât

  • Bilgi için.

berhem-zened

  • Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor. (Farsça)

berk-i zail / berk-i zâil

  • Bir an parlayıp yok olan şimşek.

berkata

  • Birbirine yakın olan adım.

bertaraf

  • Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş. (Farsça)
  • Bir tarafa atma, bırakma.

besbase

  • Bir ağaç adı.

besfayic

  • Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.

besi / besî / بسى

  • Birçok. (Farsça)

besman

  • Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora. (Farsça)

besmele / بَسْمَلَه

  • Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareke
  • Bismillâhirrahmânirrahîm'in kısaltılmış ismi.
  • Bismillâhirrahmânirrahîm sözü.
  • Bismillahirrahmanirrahim.
  • Bismillahirrahmanirrahim cümlesinin adı.

besmele-i şerife

  • Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi.

beyan-ı ifhamiye

  • Bildirmek ve anlatabilmek için yapılan açıklama.

beyanname / beyânnâme / بيان نامه / بَيَانْنَامَه

  • Bildiri, açıklama.
  • Bildirge. (Arapça - Farsça)
  • Bildiri.

bezdirme ekmeği

  • Bir çeşit yöresel ekmek.

bia-biyat / bîa-biyat

  • Birinin hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uyacağına söz vermek.

biat olunmak

  • Birine itaat edilmek, hükmüne girmek.

bid'at sahibi / bid'at sâhibi

  • Bid'at ehli.

bid'atkar / bid'atkâr

  • Bid'at ortaya çıkarıp uygulayan, İslâmın ruhuna ve özüne ters davranışlara taraftar olan.

bid'iyyat / bid'iyyât

  • Bid'alar; aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar.

bida / bidâ

  • Bidatlar, sonradan çıkan şeyler.

bidal

  • Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme.

bidatkar / bidâtkâr

  • Bidatçı, dinde olmayanı dine sokan bozguncu.

bidayet ve nihayet

  • Birşeyin başlangıcı ve sonu.

bidiyat / bidîyât

  • Bidatlar, dine sonradan sokulanlar.

bil'asale / bil'asâle

  • Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.
  • Bizzat.

bil-iltizam

  • Bile bile. Bir şeyi doğru ve lüzumlu görüp taraftar olmakla.

bil-iştirak

  • Birleşerek, ortaklaşa.

bililtizam / bililtizâm / بالالتزام

  • Bilerek, bile bile. (Arapça)

bilkast

  • Bilerek, kasıtlı olarak.

billah

  • Billahi, Allah için.

billur / billûr

  • Billûr gibi saf, temiz, beyaz.

billuri / billûrî

  • Billûr gibi saf, temiz, beyaz.

bilmünasebe / bilmünâsebe / بالمناسبه

  • Bir münasebetle, sırası geldiğinde. (Arapça)

bilvasıta müteharrik

  • Bir başka unsur aracılığıyla harekete geçen.

bilyakin / bilyakîn

  • Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek.

bina / binâ / بِنَا

  • Bina etme, dayandırma.

binefsihi

  • Bizzat, kendisi, kendisi ile.

binnisbe / بالنسبه

  • Bir derece, nisbî olarak.
  • Bir dereceye kadar, nispeten. (Arapça)

bir'lik

  • Birden ibaret, bir tane.

birinci cihan harbi

  • Birinci Dünya Savaşı.

birinci harb-i umumi / birinci harb-i umumî

  • Birinci Dünya Savaşı.

bişuur / bîşuur / بى شعور

  • Bilinçsiz. (Farsça - Arapça)

bit

  • Bir gece yiyecek yemek.

bit-tarik-il ula

  • Birinci usul veya yol ile. Elbetteki. Evleviyetle.

bitabane / bîtâbane / بيتابانه

  • Bitkince. (Farsça)

biyografi

  • Bir kimsenin hayatını anlatan eser.

biyolog

  • Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim.

bizar / bîzâr / بيزار

  • Bıkmış.
  • Bıkmış, usanmış. (Farsça)
  • Bîzâr olmak: Bıkmak, usanmak. (Farsça)

bizatihi / bizâtihî

  • Bizzat, kendi başına, başlı başına.

bizi sebkat eden

  • Bizi geçen, bizden ileride olan.

borç

  • Bir kimsenin başka birine bir şey yapmasını veya vermesini gerekli kılan yükümlülük.

botanik

  • Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi.

bu'

  • Bir şeyi kucaklayıp çekmek.

bücbuha / bücbûha

  • Bir yerin orta kısmı. Orta yer.

bücud

  • Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet.

budene

  • Bıldırcın kuşu. (Farsça)

bühbuha

  • Bir yerin ortası, orta yer.

bünyan-ı mersus

  • Birbirine lehimlenmiş, kenetlenmiş yapı.

burak

  • Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası. (Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)

burak-ı tevfik

  • Bir Cennet bineği olan Burak gibi, Allah'ın sür'atle başarıya ulaştırması.

bürd

  • Bilmece, bulmaca. (Farsça)

burhan-ı vahdet

  • Birlik delili.

burut

  • Bıyık.

busa

  • Bir gemi cinsi.

ca'ab

  • Bileyci.

cabe

  • Bir cevap.

cahd

  • Bile bile inkâr etme.

cahid

  • Bildiği halde inkâr eden. Ayak direyen.

cahil / câhil / جاهل

  • Bilgisiz.
  • Bilgisiz.
  • Bilgisiz. (Arapça)

cahilane / câhilâne

  • Bilgisizce.

cam-ı gevheri / cam-ı gevherî

  • Billur kadeh.

can-efşan

  • Bir dâvâ uğrunda canını veren, canını feda eden. (Farsça)

candade

  • Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan. (Farsça)

canişin

  • Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil.

caynişin / câynişîn / جاینشين

  • Birinin yerine geçen, halef. (Farsça)

cehalet / cehâlet

  • Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.
  • Bilmeme, bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.

cehaletperver / cehâletperver

  • Bilgisizliği seven.

cehil / جَهِلْ

  • Bilgisizlik.
  • Bilmeme.

cehl

  • Bilmezlik, cehalet.
  • Bilgisizlik.

cehl-i basit

  • Bilmediğini bilmek sûretiyle olan câhillik.

cehl-i mürekkeb

  • Bilmediği halde kendini bilmiş sayma; katmerli cehalet.
  • Bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemek.

cehl-i mürekkep

  • Bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti.

cehlistan / cehlistân

  • Bilgisizlik yeri.

cem'

  • Birleştirme, bir araya getirme.
  • İkindi namazını öğle namazıyla, yatsı namazını akşam namazıyla birlikte kılma.
  • Tasavvufta bir makam. Fenâ ve sekr (mânevî sarhoşluk) makâmı da denir.

cem'an

  • Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak.

cem'iyyet-i akvam / cem'iyyet-i akvâm / جمعيت اقوام

  • Birleşmiş Milletler.

cem-i ezdad

  • Birbirine zıd şeylerin bir arada bulunması.

cemahir-i müttefika

  • Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.
  • Birleşmiş cumhuriyetler.

cemahir-i müttefika-i islamiye / cemâhir-i müttefika-i islâmiye

  • Birleşik İslâm Cumhuriyetleri.

cemahir-i müttehide

  • Birleşmiş devletler. Müttehid cumhuriyetler.

cemal-i vahdet / cemâl-i vahdet

  • Birliğin güzelliği, Cenâb-ı Allah'ın eşi, benzeri ve ortağı olmamasının güzelliği.

cemder

  • Bir cins bıçak veya kama. (Farsça)

cemeden

  • Bir araya getiren, toplayan.

cemre-i ula / cemre-i ulâ

  • Birinci cemre ki, havaya düşer.

çendi / çendî

  • Bir müddet, biraz. (Farsça)

cennet-i ittihad

  • Birlik, beraberlik cenneti.

ceref

  • Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.

cereş

  • Bir şeyi iri dövme, iri öğütme.

cereyan / cereyân / جَرَيَانْ

  • Bir süreç içinde gerçekleşme.

cerge

  • Bir mevki'de bulunan insan topluluğu. (Farsça)

cerh-i amud / cerh-i amûd

  • Bir kimseyi her ne ile olursa olsun, haksız olarak kasden yaralamak.

cerş

  • Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma.

cesa

  • Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.

cev'a

  • Bir kere acıkmak.

cevhere

  • Bir, tek cevher.
  • Bir şeyi o şey yapan asıl öz, maya, madde.

cevs

  • Bir şeyi arayıp istemek.

cezf

  • Bir şeyi ölçmeden tartmadan almak.

cezme

  • Bir kere yemek.

cihazat-ı kesire / cihâzât-ı kesire

  • Birçok cihaz, duygular.

cihet-i melekutiyet / cihet-i melekûtiyet

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, hakikati; varlıklara hükmeden İlâhî fiil, isim, sıfat ve şuûnâta bakan yön.

cihet-i ula / cihet-i ûlâ

  • Birinci yön.

cihet-i vahdet / جِهَتِ وَحْدَتْ

  • Birlik yönü.
  • Birlik yönü.

cihet-ül vahdet

  • Birlik ciheti.

cihet-ül vahdet-i ittihad

  • Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur. Birleştiren ve birleşilen esas.

cihetü'l-vahdet

  • Birlik yönü.

cihetü'l-vahdet-i ittihad

  • Birliğin birlik yönü; birliği bir araya getiren yön.

cihetül-vahdet

  • Birlik ciheti, yönü.

cihetülvahdet

  • Birlik yönü, birleşme yönü.

cilse

  • Bir çeşit vurmak.

cilve-i ferdiyet

  • Bir ve benzersiz oluşun görüntüsü.

cilve-i vahdet / جِلْوَۀِ وَحْدَتْ

  • Birliğin görünmesi.

cilve-i zati / cilve-i zâtî

  • Bir şeyin bizzat kendisine ait görüntüsü.

cimah

  • Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.

cinas

  • Birçok mânâya gelebilen söz.

cismaniye-i nebatiye

  • Bitkisel olan cismî yapı, cisimsel bünye.

çistan

  • Bilmece. (Farsça)

cizle

  • Bir büyük yığın hurma.

conta

  • Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.

cudi / cûdi

  • Bir dağ adı.

cühela / cühelâ

  • Bilgisizler.

cühud / cühûd

  • Bilerek inkâr etme.
  • Bilerek inkâr etme.

cümle-i ula / cümle-i ûlâ

  • Birinci cümle.
  • Birinci cümle. Evvelki cümle.

cümma'

  • Bir araya gelerek toplanmış şey, küme.

cünah

  • Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, "günah" kelimesinin aslı budur.

cündilik / cündîlik

  • Binicilik, at binme. (Arapça - Türkçe)

cündüp

  • Bir kişi adı.

cünnab

  • Bitişik olan iki yemiş.

cür'a

  • Bir yudumluk su. İçim, yudum.

cur'aten

  • Bir yudumluk.

çürütme

  • Bir düşüncenin, bir davanın boşluğunu, anlamsızlığını ortaya koyma.

cüsve

  • Bir yere biriktirilmiş taş.

cüz'

  • Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

cüz-ü layetecezza / cüz-ü lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünemeyen en küçük parça, en küçük cisim parçası, atom.

cüz-ü vahid

  • Bir parça, bir bölüm.

cüzae

  • Bıçak sapı.

dabbe / dâbbe

  • Bir çeşit yerde yaşayan hayvan.

dabık

  • Bir yerin adı.

dacce

  • Bir kere çağırmak ve inlemek.

dacin / dâcin

  • Bir nevi kuş.

dagre

  • Bir şeyi kapıp almak.

dahb

  • Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.

dahl

  • Bir nesne az olmak.

dahten

  • Bilmek. (Farsça)

daire-i cehl

  • Bilgisizlik dairesi.

daire-i imkan / dâire-i imkân

  • Bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat.

daire-i imkani / daire-i imkânî

  • Birşeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat.

dakika-i vahide / dakika-i vâhide

  • Bir dakika.

dakis

  • Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.

dalalet-i fenniye / dalâlet-i fenniye

  • Bilimden gelen sapıklık, dalâlet.

dalalet-i ilmiye / dalâlet-i ilmiye

  • Bilimden gelen sapıklık, dalâlet.

dalgakıran

  • Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set. (Türkçe)

dallün bil-ibare / dâllün bil-ibare

  • Bir metindeki ibare ve lâfız ile gösteren.

damga-i vahdet

  • Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil. (Farsça)
  • Birlik damgası.

dan / dân / دان

  • Bilen. (Farsça)

dana / dânâ / دانا

  • Bilgili, âlim.
  • Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim. (Farsça)
  • Bilgili, iyi bilen. (Farsça)

danende / dânende / داننده

  • Bilgin, bilen, Haberli. (Farsça)
  • Bilen. (Farsça)

dang

  • Bir dirhemin altıda biri. (Farsça)

daniş / dâniş

  • Bilgi, ilim. Biliş. (Farsça)

danisten

  • Bilmek. (Farsça)

danişver / dânişver / دانشور

  • Bilgin. (Arapça)

darbum

  • Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi.

darin

  • Bir yerin adı.

darre

  • Bir miktar süt.

dedikodu

  • Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.

def'a

  • Bir kerre.

def'a-i ula / def'a-i ulâ

  • Birinci olarak, ilk defa.

def'aten / دفعة / دَفْعَةً

  • Birden bire, bir defada.
  • Bir defada. (Arapça)
  • Birden.
  • Birden.

def'i / def'î / دَفْع۪ي

  • Birdenbire, kısa zamanda gerçekleşme.
  • Bir anda.

defaten / defâten

  • Bir defada.
  • Birdenbire.

defi / defî

  • Bir anda.

dekaik-ı mahiyat / dekâik-ı mâhiyat

  • Bir şeyin iç yüzüne ait incelikler.

delail-i mücesseme-i musattaha / delâil-i mücesseme-i musattaha

  • Bir satıh hâline getirilmiş cismânî deliller (düz bir kâğıt üzerine şekli çizilmiş deliller).

delalet-i iltizamiye / delâlet-i iltizamiye

  • Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına zorunlu olarak işaret etmesi. Meselâ "ilâh" sözü zorunlu olarak "doğmamış, doğurmamış" mânâsına işaret eder.

delil-i adem

  • Birşeyin yokluğunun delili.

dem vurmak

  • Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek. (Türkçe)

dem'a

  • Bir damla göz yaşı.

demdeme-i nebat / demdeme-i nebât / دَمْدَمَۀِ نَبَاتْ

  • Bitkinin coşkun sesi.

demdeme-i nebat ve hava

  • Bitki ve havanın sesleri.

derece-i hakkalyakin / derece-i hakkalyakîn

  • Bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi.

dergah-ı vahid-i ehad / dergâh-ı vâhid-i ehad

  • Bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah'ın huzuru.

derketmek

  • Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.

derviş

  • Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse.

dery

  • Bilmek.

derya-yı maarif

  • Bilgiler, bilimler denizi.

deryan

  • Bilmek, ilim.

desak

  • Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.

destine

  • Bilezik, el bileziği. (Farsça)

devbel

  • Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.

devr

  • Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele.

devr-i sabık / devr-i sâbık

  • Bir önceki hükümet. Geçmiş devir.

dibace

  • Bir kitapta yer alan önsöz bölümü.

dibbic / dibbîc

  • Bir, ehad.

dibbih / dibbîh

  • Bir, ehad.

dıhle

  • Bir kişinin her işine karışan has adamı.

dıhye

  • Bir sahabe.

dinar / dînâr

  • Bir miskal (4.8 gram) ağırlığındaki altın para.
  • Bir altın liranın dörtte bir değerinde olan eski bir para.

dirayetkar / dirayetkâr

  • Bilgili, dirâyetli, kavrayışlı. (Farsça)

dirayetli / dirâyetli

  • Bilgili ve kavrama yeteneği olan. (Arapça - Türkçe)

dırhami

  • Bir dirhem.

dirhem-i urfi / dirhem-i urfî

  • Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki dirhem.

diyaf

  • Bir mevzi.

doktrin

  • Bir sistem meydana getiren fikirlerin hepsi, öğreti.

du'şuka

  • Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur.

dua-yı kavli-i ihtiyari / dua-yı kavlî-i ihtiyarî

  • Bilinçli olarak yapılan sözlü dua.

düfak

  • Bir şeyin dolu olması.

dürye

  • Bilmek.

düstur-u cüz'i / düstur-u cüz'î

  • Bireysel kural; cüz'î ve sınırlı bir alanda geçerli olan kanun.

düstur-u mütearife / düstur-u müteârife

  • Bilinen bir kural.

ebab

  • Bir yere gitmek için hazır olmak.

ebabil / ebâbil

  • Bir kuş türü.

ebhak

  • Bir gözlü.

ebniye / ابنيه

  • Binalar. (Arapça)

ebrencen

  • Bilezik. Kadınların kollarına taktıkları altından mâmul zinet eşyası. (Farsça)

ebu iyaz seleme bin amr bin el ekva / ebu iyaz seleme bin amr bin el ekvâ

  • Biat-ı Rıdvanda hazır bulunan, gayet cesur, nişancı, hamiyetperver bir sahabedir. 77 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Hicrî 74 tarihinde, 80 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)

ebu kalemun

  • Bir nevi kumaş ki, göze türlü türlü görünür. Bâzıları "gülistân-ı kemhâ" derler.

ecir / ecîr

  • Bir işi yapmak için kendi kuvvetini veya san'atını kirâya veren, çalışan kimse, işçi.

ecirna / ecirnâ

  • Bizi koru.

ecnas-ı nebatat / ecnâs-ı nebâtat

  • Bitki cinsleri.

eda şartları / edâ şartları

  • Bir işin, ibâdetin sahîh ve mûteber olması için lâzım olan şartlar.

efih

  • Bir adamın beynine vurmak.

efrad / efrâd

  • Bireyler, insan tekleri.

efrad-ı kesire / efrad-ı kesîre

  • Birçok fertler; birçok mânâlar.

efradın zerrat-ı hürriyatı / efrâdın zerrât-ı hürriyâtı

  • Bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları.

ehad

  • Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan.
  • Bir olan ve her bir varlıkta birliği tecellî eden Allah.
  • Bir, tek. Allah'ın sıfatlarından.

ehadiyet / اَحَدِيَتْ

  • Birlik.

ehadiyyet

  • Birlik. Allah'ın her bir şeyde kendilerine ait sıfatı. Her şeyde birliğinin tecellisi.

ehl u iyal / ehl u iyâl

  • Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu aile efradı ve diğer kimseler.

ehl-i bid'at

  • Bid'at sâhipleri. Peygamber efendimizin ve eshâbının bildirdiği doğru îtikâddan (inanıştan) ayrılanlar.

ehl-i cehl

  • Bilgisizler, câhiller.

ehl-i din / اهل دین

  • Bir dine inananlar.

ehl-i fen

  • Bilim adamları.

ehl-i hall ü akit

  • Bir ülkeyi yönetme, bir devlet başkanını seçme veya azletme yetkisine sahip kişiler, millet vekilleri.

ehl-i hubre / اهل خبره

  • Bilirkişi.

ehl-i ifrat

  • Bir meselede aşırı gidenler, sınırı aşanlar.

ehl-i iltibas / اَهْلِ اِلْتِبَاسْ

  • Birbirinden ayıramayanlar.

ehl-i meşrep

  • Bir hareket tarzı ve yol takip edenler, bir metoda sahip olanlar.

ehl-i vifak

  • Birbirleriyle dostça yaşayanlar.

ehl-i vukuf / ehl-i vukûf / اهل وقوف

  • Bir mes'ele hakkında bilgi sahibi olan salâhiyetli kimseler. Vukuf ehli. Bilirkişi.
  • Bilirkişi.
  • Bir mes'ele hakkında ihtisâs ve bilgi sâhibi olan, bilirkişi.
  • Bilirkişi.

ehl-i vukuf heyeti

  • Bilirkişi kurulu, heyeti.

ehtat

  • Bir bölük cemaat.

ekle

  • Bir kere doyana kadar yemek.

ekol

  • Bir fikir üzerine kurulu okul, meslek.

el-bab-ül evvel

  • Birinci kısım. İlk cüz. Birinci kapı.

eleman

  • Bir bütünün parçaları.

elf / الف

  • Bin sayısı.
  • Bin. (Arapça)

elfü elfi

  • Bin kere bin; milyon.

elfü-elfi

  • Bin kere bin.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

emam

  • Bir şeyin ön tarafı.

emarat-ı müteferrika

  • Birbirinden farklı emareler, ince deliller.

emare-i hadsiye / emâre-i hadsiye

  • Bir anda neticeye ulaştıran işaret.

emeviler / emevîler

  • Bir islâm devleti.

emperyalizm

  • Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sins (Fransızca)
  • Bir ülkenin sınırlarını genişletme politikası.

emr-i cebri / emr-i cebrî

  • Bir işi yapmaya zorlama.

emr-i cüz'i / emr-i cüz'î

  • Bireysel, ferdî iş; küçük ve basit bir iş.

emr-i nisbi / emr-i nisbî

  • Bir diğerine göre var olduğu kabul edilen iş, olgu.

emred / امرد

  • Bıyıkları yeni terlemiş genç. (Arapça)

emval-i gayr-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)

emval-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)

enasiya

  • Bir mürekkeb ilâç.

endülüs

  • Bir islâm devleti.

enfüsi / enfüsî

  • Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)

enkad

  • Bir alaca kuşun adı.

enva-ı vahide / envâ-ı vâhide

  • Bir çeşitten olma.

envar-ı marifet / envâr-ı marifet

  • Bilme ve tanıma nurları.

epsan

  • Bileği taşı. (Farsça)

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erden

  • Bir nevi kumaş.

ergavan

  • Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç.

erkan / erkân

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.

erkan-ı mühimme / erkân-ı mühimme

  • Bir topluluğun ileri gelenleri, önemli büyükleri; köşe taşları.

erre-hane / erre-hâne

  • Bıçkı yeri, hızar. (Farsça)

erre-keş

  • Bıçkıcı. (Farsça)

erta

  • Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.

es-sebebü ke'l-fail / es-sebebü ke'l-fâil

  • Birşeye sebep olan onu yapan gibidir.

esas-ı meslek

  • Bir meslek ve metodun üzerine bina edildiği temel.

esbab-ı damenkeş / esbab-ı dâmenkeş

  • Bir işten elini eteğini çeken sebepler; bir işte doğrudan müdahelesi olmayan, işe karışmayan sebepler.

esbab-ı nakziyye

  • Bir hükmün daha yüksek bir merci tarafından bozulmasını icâb ettiren sebepler. Bozma sebepleri.

esbab-ı vücud

  • Birşeyin varlığının sebepleri.

esbel

  • Bıyıkları uzun olan adam.

eser-i kast ve şuur

  • Bilerek, isteyerek ve şuurlu bir şekilde yapılmanın izi, işareti.

esir

  • Birbirine yakın olmak, mütekarib.

eşiya / eşîya

  • Bir peygamber.

eski harb-i umumi / eski harb-i umumî

  • Birinci Dünya Savaşı.

esrar-ı ezel / esrâr-ı ezel

  • Bilinmeyen sonsuzluk.

eşya-yı mütezad

  • Birbirine zıt şeyler.

evhad / اوحد

  • Bir tane, biricik. (Arapça)

evla / evlâ

  • Birinci, başta gelen. En iyi.

evliya-i abdaliye

  • Bir anda birkaç yerde görülebilen veliler.

evran

  • Biçme, ölçü, mikyas, tahmin, keşif, biçim, endam, tenasüb.

evvela / evvelâ

  • Birincisi, önce.

evy

  • Bir nesne yerine gelmek.

eyvallah

  • Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.

eyyam en ma'lumat / eyyâm en ma'lûmat

  • Bilinen günler.

ezan / ezân

  • Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak) için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak.

ezan-ı cavk / ezân-ı cavk

  • Bir kaç müezzinin bir ezânı birlikte okumaları.

ezvak-ı namütenahiye / ezvâk-ı nâmütenâhiye

  • Bitmez tükenmez zevkler, sonu gelmez lezzetler.

fabrika-i askeriye

  • Bir fabrikaya benzeyen askeriye müessesesi.

fabrika-i kainat / fabrika-i kâinat

  • Bir fabrikayı andıran kâinat, evren.

fadl-i cüz'i / fadl-i cüz'î

  • Bir bakımdan üstünlük.

fahm-i nebati / fahm-i nebatî

  • Bitkisel kömür.

fahriye

  • Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.

fahur

  • Bir fesliğen cinsi.

fail-i hakiki / fâil-i hakikî

  • Bir işte hakiki te'sir sahibi. Onu hakkı ile yapan (Allah C.C.)

failiyet mertebesi / fâiliyet mertebesi

  • Bir fiili yapma veya yaratma derecesi.

fakir

  • Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni

faktör

  • Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil. (Fransızca)
  • Bir sonucu oluşturan unsurlardan her birisi.

fanatik

  • Bir dinin veya mezhebin çok aşırı taraftarı olan. (Fransızca)

fani olma / fâni olma

  • Bir meseleye kendinden geçer derece kendini verme.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi.
  • Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.

fasık-ı hasir / fâsık-ı hâsir

  • Bilerek günah işleyip zarara uğrayan.

fasikül

  • Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri. (Fransızca)

fasm

  • Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.

fazl u kerem

  • Bilginlere, faziletli kişilere yaraşır olgunluk ve cömertlik.

fe'fe'

  • Bir söz söylerken, dile "fe" harfi gelip, her kelimenin başına "fe" getirerek söylemek.

fec'et

  • Birdenbire.

federal

  • Bir devletler federasyonu ile alâkalı, yahut ona ait. (Fransızca)

fen

  • Bilim dalı.

fence

  • Bir nevi toprak çanak.

fenci

  • Bilimle uğraşan, bilim adamı.

fennen

  • Bilimsel olarak.

feraset

  • Binicilik, süvarilik, yiğitlik.

ferd

  • Birey.

ferd-i samed

  • Bir ve tek olan ve Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

ferd-i vahid / ferd-i vâhid / فَرْدِ وَاحِدْ

  • Bir ve tek olan (Allah).

ferdaniyet / ferdâniyet

  • Birlik ve teklik.

ferden ferda / ferden ferdâ

  • Birer birer.

ferdiyet

  • Birlik, teklik, eşsiz ve benzersiz oluş.

ferdiyet zamanı

  • Bireysellik dönemi; büyük velîlerin çıktığı zaman.

ferdiyyet / فردیت

  • Bireylik. (Arapça)

ferid / ferîd / فرید

  • Biricik, tek. (Arapça)

ferzane / ferzâne / فرزانه

  • Bilge. (Farsça)

fesa

  • Bıçak.

fetva / fetvâ

  • Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.
  • Bir meseleyle ilgili dinî hüküm.

fevd

  • Bir işi veya emri başkasına teslim etmek.

fevkalferd / فوق الفرد

  • Birey üstü. (Arapça)

fevren

  • Birdenbire, sür'atle, çarçabuk.

feydum

  • Bir nevi mâcun.

feyzi-i biçare

  • Biçare, çaresiz Feyzi.

fi-i maktu' / fî-i maktu'

  • Biçilmiş kıymet, kararlaştırılmış değer.

fica

  • Birdenbire, ansızın.

fida / fidâ

  • Bir esiri kurtarmak için verilen şey, fidye.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge
  • Bir suçtan veya esirlikten kurtuluş parası.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fihinazarun / fîhinazarun

  • Bir bakmak lâzım!

fiil-i tevzin ve mizan

  • Birşeyi ölçülü ve dengeli yapma fiili, işi.

fıkh

  • Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri bildiren ilim.

fikr-i infirad / fikr-i infirâd

  • Bir çok özelliği tek bir kişi üzerine yükleme düşüncesi.

filo

  • Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü.

firs

  • Bir nevi ot.

firudest

  • Birkaç hânendenin hep bir ağızdan usûlüne uygun olarak söyledikleri nağme. (Farsça)

füc'eten / فُجْأَةً

  • Birdenbire.

fücêten

  • Birdenbire.

fülfül / فلفل

  • Biber, karabiber. (Arapça)

fülleyk

  • Bir şeftali cinsi.

füru-u kesire / fürû-u kesire

  • Birçok dal.

gabn-ı fahiş / gabn-ı fâhiş

  • Bir alışverişde veyahut ticari anlaşmada taraflardan birisinin nisbetsiz şekilde fazla aldanması.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

gayb / غيب

  • Bilinmeyen ve görünmeyen âlem.
  • Bilinmeyen.

gaybdan

  • Bilinmeyen, görünmeyen âlemden.

gaybi / gaybî

  • Bilinmeyen, gayb âlemine ait.

gaybi ihbar / gaybî ihbar

  • Bilinmeyen, görünmeyen şeyleri haber verme.

gaybi imdat / gaybî imdat

  • Bilinmeyen, gayb âleminden gelen yardım.

gaybilik / gaybîlik

  • Bilinmezlik.

gaybiyat

  • Bilinmeyen ve görünmeyen âlemler.

gayr-i kabil-i telif / gayr-i kâbil-i telif / غير قابل تأليف

  • Birleştirilemez, uzlaştırılamaz.

gayr-ı malum / gayr-ı malûm

  • Bilinmeyen.

gayr-ı meş'ur / gayr-ı meş'ûr

  • Bilincine varılmayan.

gayr-ı münfek

  • Birbirinden ayrılması imkânsız.

gayr-ı münfekk

  • Bitişik, ayrılmaz.

gayr-ı şuuri / gayr-ı şuurî

  • Bilinçsiz şekilde.

gayret

  • Bir kimseden fâidesi bulunmayan, zararlı olan bir şeyin ayrılmasını istemek, böyle şeyleri reddetmek, kabûl etmemek.

gazel

  • Bir şiir türü.

gazem

  • Bir ot cinsi.

gazver

  • Bir ot cinsi.

geçmiş olsun makamı

  • Bir kişinin başına gelen sıkıntıdan dolayı "geçmiş olsun" deme konumu.

gevsale

  • Bir yaşına girmiş sığır yavrusu. (Farsça)

gibet / gîbet

  • Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.

gılab

  • Birbirine galip olmasını dilemek.

gile / gîle

  • Bir kimseyi aldatıp bir yere götürüp öldürmek.

giribani / girîbanî

  • Bir çeşit gömlek. (Farsça)

giyah / giyâh / گياه

  • Bitki. (Farsça)

gıybet / غِيْبَتْ

  • Birinin ardından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme, dedikodu.

granit

  • Bir çeşit sert taş.

güncide / güncîde

  • Bir şey veya zarf içine sığmış olan. Sıkıştırılmış. (Farsça)

gune / gûne / گونه

  • Biçim, tarz. (Farsça)

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gurm

  • Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)

gurre-i garra

  • Bir günlük hilâl.

guşe-gir / guşe-gîr

  • Bir köşeye çekilen. (Farsça)

guvr

  • Bir ölçek. (12 senc miktarıdır: Senc: 24 batmandır.)

guzame

  • Bir miktar süt.

habbeyi kubbe yapma

  • Bir şeyi olduğundan çok büyük gösterme, çok abartma.

haber-i gayb

  • Bilinmeyen, görünmeyen âleme ait haberler.

haber-i meşhur

  • Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)

haber-i mütevatir

  • Birçok kimselerin çokları vasıtası ile rivâyet ettikleri hadis.

haber-i vahid / haber-i vâhid

  • Bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs.
  • Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.
  • Bir sahabeden, bir kişiden veya bir koldan gelen sahih hadis.

habirane / habirâne

  • Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde. (Farsça)

habr / حبر

  • Bilgin. (Arapça)

habs

  • Bir kaç şeyi birden karıştırmak.

haç

  • Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.

hacb-i noksan

  • Bir vârisi mirastan kısmen mahrum etme.

hacm-i istiabi / hacm-i istiabî

  • Bir şeyin içine alabildiği miktar.

had

  • Bir nevi ceza.

hadd-i ittisal

  • Bitişme noktası.

hadd-i te'dib

  • Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.

hadin

  • Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)

hadis-i has / hadîs-i hâs

  • Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

hadis-i hasen / hadîs-i hasen

  • Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i mevdu / hadîs-i mevdû

  • Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevâtir

  • Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i şaz / hadîs-i şâz

  • Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.

hadm

  • Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.

hads

  • Birdenbire sezilen bilgi.

hadsen

  • Birdenbire sezmekle.

hadsi / hadsî

  • Birdenbire sezilen.

haff

  • Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan.

hafiye

  • Biri hakkında gizlice bilgi toplayan kimse.

hafur

  • Bir ot cinsi.

haib

  • Bir işte emeği boşa giden, istediğini elde edemeyen.

hain / hâin

  • Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan. Eminin zıddı.

hait

  • Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.

hakaik-i gaybiye

  • Bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler.

hakem

  • Bir işte karar vermeye yetkili kişi.

hakikat-i hal

  • Bir durumun ardında gizlenen gerçek.

hakikat-ı hariciye / hakikat-ı hâriciye

  • Birşeyin zihin dışındaki gerçekliği, dış gerçeklik.

hakikat-i mahza / hakikat-i mahzâ

  • Bir şeyin özü, esası, tam hakikati.

hakikat-i meçhule

  • Bilinmeyen gerçek.

hakikat-i mutlaka

  • Bir sınırı olmayan sınırsız hakikat, gerçek.

hakikat-i zişuur / hakikat-i zîşuur

  • Bilinç sahibi hakikat.

hakikatsiz

  • Bir gerçeğe dayanmayan.

hakimiyet-i nev'iye / hâkimiyet-i nev'iye

  • Bir sınıfın üstün olduğu egemenlik.

hakir kalb / hakîr kalb

  • Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.

hakkalyakin / hakkalyakîn

  • Bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma.

hakke'l-yakin / hakke'l-yakîn

  • Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

hakm

  • Bir nevi kuş.

halef / خَلَفْ

  • Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
  • Bir meslek veya konumda öncekilerin yerine geçenler.
  • Birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse, ardıl.
  • Birinin yerine geçen.
  • Birinin yerine geçen.

hali / hâlî

  • Bir şeyden uzak, boş, ıssız.

halife / halîfe

  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

halık-ı ferd / hâlık-ı ferd

  • Bir ve benzersiz olan, herşeyi yaratan Allah.

halık-ı vahid / hâlık-ı vâhid

  • Bir ve tek olan, her şeyin yaratıcısı Allah.

halk-ı ezdad

  • Birbirine zıd halleri bir şeyde yaratmak. Meselâ: Bir zerrede hem def edici hem de cezb edici (çekici) kuvvetin bulunmasını yaratmak.

hallisna / hallisnâ

  • Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
  • Bizi kurtar.

ham madde

  • Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

hamale

  • Bir mala kefil olma.

hamd-i vahid / hamd-i vâhid

  • Bir "hamd".

hami-i meçhul / hâmî-i meçhul

  • Bilinmeyen koruyucu.

hamme / hâmme

  • Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)

hanbeli / hanbelî

  • Bir mezhep, bu mezhepten olan kimse.

handehariş

  • Bir kimseye alay tarzında gülme. (Farsça)

hane-gir

  • Bir yeri mekân sayan kimse. (Farsça)

hanefi / hanefî

  • Bir mezhep, bu mezhepten olan kimse.

hanife

  • Bir kabile ismi.

hapis / حبس

  • Bir yere kapatma veya kapanma. (Arapça)

harb-i umumi / harb-i umumî / harb-i umûmî / حرب عمومى

  • Birinci Dünya Savaşı.
  • Birinci Dünya Savaşı.

harb-i umumi inkılabı / harb-i umumî inkılâbı

  • Birinci Dünya Savaşının etkisiyle meydana gelen değişimler.

harbes

  • Bir ot cinsi.

harekat-ı muttarıda / harekât-ı muttarıda

  • Birbirini düzenli şekilde izleyen hareketler.

hareket-i milliye

  • Birinci Dünya Savaşının ardından İstanbul'u işgal eden İngilizler'e karşı ortaya çıkan direniş hareketi.

harime / harîme

  • Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.

haris / harîs

  • Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.

hariş / harîş

  • Bir cins yılan.

harita

  • Bir yerin coğrafî durumunu bildiren çizgiler.

harşa

  • Bir cins ot.

has lafızlar

  • Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.

hasais / hasâis

  • Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.

hasanet / hasânet

  • Bir bina veya yapının sağlamlığı.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

hasbüna / hasbünâ

  • Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde).
  • Bize yeter.

hasen hadis / hasen hadîs

  • Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.

haşhaş

  • Bir bitki türü.

hasıl-ı bilmasdar / hâsıl-ı bilmasdar

  • Bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen sonuç; varmak fiili masdar, acı ise hâsıl-ı bilmasdardır.

hasıla / hâsıla

  • Bir işten elde edilen sonuç.

hasisa

  • Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.

hasiyet / hâsiyet / خَاصِيَتْ

  • Bir şeye mahsûs hâl ve fayda, özellik.

hasmen

  • Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasr-ı iştigal

  • Bir tek şeyle meşgul olmak.

haşr-i nebati / haşr-i nebatî

  • Bitkilerin öldükten sonra her baharda yeniden yaratılması.

hasr-ı tesbihat

  • Bir zaman dilimini tesbihe ve Allah'ı anmaya ayırma.

hasredilme

  • Bir hüküm v.s. bir şeye ait kılınma, sınırlandırılma.

hassa-i lazime-i zaruriye / hassa-i lâzime-i zaruriye

  • Bir şeyde bulunması mutlaka gerekli olan özellik, nitelik.

hassa-i münhasıra / hâssa-i münhasıra

  • Bir şeyde bulunan ve sadece ona mahsus olan özellik.

hassa-i zatiye / hâssa-i zâtiye

  • Birşeyin bizzat kendinde bulunan temel nitelik.

haşşak

  • Bir nehir ismi.

hasse / hâsse

  • Bir şeye mahsus olan kuvvet, duygu.

hasse-i zatiye / hâsse-i zâtiye

  • Bir şeyin zâtına, kendine ait temel özellik.

hat'are

  • Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.

hatemkari / hatemkârî

  • Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.

hatime / hâtime

  • Bir şeyin son durumu.

hatita

  • Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.

hatm

  • Bitirme.

hatre

  • Bir kere emmek.

hatta / hattâ

  • Bile, hem, üstelik.

havale etme

  • Bir işi başka birine bırakma.

havass-ı mümeyyize / havâss-ı mümeyyize

  • Birşeyi diğerinden ayıran temel özellikler.

havli / havlî

  • Bir yıllık.

havsa'

  • Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun.

havz-ı marifet ve muhabbet / havz-ı mârifet ve muhabbet

  • Bilgi ve sevgi havuzu; tanışmaları ve sevgileri ortak bir havuz gibi bir araya toplama.

havza

  • Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.

havzeri / havzerî

  • Birbirinden ayrılmayı istemek.

hayal / hayâl

  • Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.

hayat-ı nebat

  • Bitki hayatı.

hayat-ı nebatiye

  • Bitkilerin hayatı.

hayatiyyat / hayâtiyyât / حياتيات

  • Biyoloji, yaşambilim. (Arapça)

hayatiyyun

  • Biyoloji âlimleri.

hayr-i mukayyed

  • Bir kimseye hayırlı olduğu halde, diğer bir kimseye göre zararlı ve şer olan şey.

hayrülhalef

  • Bir kişinin ardından bıraktığı ve onun yerine geçecek olan hayırlı kişi.
  • Bırakılan yeri dolduran hayırlı kimse.

hayrulhalef / خَيْرُ الْخَلَفْ

  • Birinin yerine geçen hayırlı kimse.

hayt-ı vasıl

  • Birleştirici bağ, irtibat bağı.

hazar

  • Bir şeyi bir kimseye vermeyip men ve hacr etmek.

hazine-i sermediye

  • Bitmek tükenmek bilmeyen hazine.

hazır ve nazır

  • Bizzat bulunan ve gören.

hazy

  • Birbiri üzerine yığılıp toplanmak.

heb-lena / heb-lenâ

  • Bize lutfet. Bize ihsan et, bağışla.

hebt

  • Birbiri ardınca vurmak.

hecai / hecâî

  • Bir harfin isminin heceler olarak sayılması.

hedem

  • Binadan yıkılan taş ve kerpiç.

helti / heltî

  • Bir ot cinsi.

hem

  • Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder. (Farsça)

hem-aramiş

  • Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden. (Farsça)

hem-aşiyan

  • Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan. (Farsça)

hem-dest-i vifak

  • Bir fikir ve mes'elede anlaşarak elele vermek, hep birden aynı sözü söylemek.
  • Bir meselede anlaşarak elele verme, elbirliği.

hem-hane

  • Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik. (Farsça)

hem-huy

  • Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan. (Farsça)

hem-sohbet

  • Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş. (Farsça)

hemavaz / hemâvâz / هم آواز

  • Bir ağız. (Farsça)

hemdiger / hemdîger / همدیگر

  • Birbiri. (Farsça)

hendeme

  • Bir şeyi yerli yerince yapmak.

henene

  • Bir cins kirpi.

hercayi menekşe / hercâyî menekşe

  • Bir cins menekşe.

herhir / herhîr

  • Bir nevi yılan.

herm

  • Bir ot cinsi.

hetf

  • Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.

hetit / hetît

  • Birbiri ardınca tez tez gitmek.

hey'are

  • Bir yerde karar etmeyen kadın.

hey'at / hey'ât

  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

hey'atın feletatı / hey'atın feletâtı

  • Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.

hey'et-i mecmua

  • Bir şeyi oluşturan şeylerin tümü, ferdlerinin tamamı.
  • Bir şeyin teferruatına ve cüz'lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hal ve manzara.

heyat / heyât

  • Biçimler, görünüşler, topluluklar.

heyet

  • Bir şeyi oluşturan unsunlar, bileşenler, genel yapı.

heyet-i suret

  • Bir şeyin görünen yapısı.

heyrun

  • Bir nevi hurma.

hezar / hezâr

  • Bin.

hezaran / hezârân / هزاران

  • Binlerce, pek çok.
  • Binler.
  • Binlerce. (Farsça)

hezarpare

  • Bin parça, çok ufak. (Farsça)

hezaryar

  • Bin defa. Bin kerre. (Farsça)

hezmele

  • Bir cins yürüyüş.

hi'ha'

  • Bir sapı kara ot.

hibe-name

  • Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt. (Farsça)

hicce

  • Bir defa hacca gitmek.

hicran-ı layezali / hicrân-ı lâyezâlî

  • Bitmeyen hicran, sonsuz ayrılık acısı.

hicret

  • Bir yerden başka bir yere göç etmek.
  • Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
  • Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.
  • İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere

hicv

  • Birini şiirle yerme, kötüleme.
  • Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek.

hıdivane / hıdîvâne

  • Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette. (Farsça)

hıfri / hıfrî

  • Bir otun adı.

hikmet-i ipham

  • Bir şeyi gizlemenin hikmeti.

hikmet-i vücud

  • Bir şeyin var olmasının hikmet ve amacı.

hikmetle

  • Bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde.

hıkmık etmek

  • Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak. (Türkçe)

hilaf-ı şuur / hilâf-ı şuur

  • Bilince aykırı, şuur dışı.

hilafet / hilâfet / خِلَافَتْ

  • Birinin yerine geçme, Peygamber vekili olarak âlem-i İslama reislik etme.

hıllifi / hıllîfî

  • Bir kimseyi yerine bırakmak.

hımre

  • Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.

hine / hîne

  • Bir vakit.

hir

  • Bir çeşit çiçek.

hirakl

  • Bir Rum padişahı.

hırric / hırrîc

  • Bir kimsenin çıkardığı nesne.

hırs

  • Bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek.

hirzun

  • Bir küçük canavar.

hiss-i kabl-el vuku'

  • Bir şeyi vukuundan önce hissetmek.

hiss-i kable'l-vuku

  • Bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu.

hiss-i kablelvuku

  • Birşeyi olmadan önce hissetme duygusu.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Bir şeye ortak olanların taksim edilmemiş paylarından her biri; ortak mülkiyet.

hıssisa / hıssîsa

  • Bir kimseye, bir şeye mahsus olan hâl.

hitab

  • Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk.

hitaben

  • Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.

hitam / hitâm / خِتَامْ

  • Bitme, son.

hitam buldurmak

  • Bitirmek, sona erdirmek.

hitampezir

  • Biten, hitâm bulun, sona eren, nihayet eren. (Farsça)

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı rü'yet

  • Bir şey hakkında görülmeden yapılan bir akitten dolayı, âkitlerden biri için görüldüğü zaman sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı vasf

  • Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)

hızab

  • Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib.

hizmet

  • Birinin işini görme.

hoca-i dana / hoca-i dânâ

  • Bilgin hoca.

hüccet-i dafia / hüccet-i dâfia

  • Bir şeyi isbata değil, ancak taleb ve iddiayı defetmeğe yarıyan hüccet.

hüccet-i müsbite

  • Bir şeyin isbatında delil olan hüccet.

hüdhüd

  • Bir kuş türü.
  • Bir kuş ismi. Çavuş Kuşu veya ibibik denilir.

hufdud

  • Bir kuş ismi.

hükema / hükemâ / حكما

  • Bilgeler, hakîmler. (Arapça)

hükema-i işrakıyyun / hükema-i işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan filozoflar.

hükema-yı işrakıyyun / hükema-yı işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan İslâm filozofları.

hükm

  • Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir.

hükmünde olan

  • Bir şeyle aynı hükmü alan.

hükumet / hükûmet

  • Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet.

hükümname

  • Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt. (Farsça)

hulasa

  • Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
  • Bir şeyin, bir sözün özü, özeti.

hüma

  • Bir çeşit diken.

humma

  • Bir ateşli hastalık.

humul

  • Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma.

hunnes-künnes

  • Bir kısım yıldızlar.

hüri'

  • Bit.

huruf-u kudsiye-i şifre-i ilahiye / hurûf-u kudsiye-i şifre-i ilâhiye

  • Birer İlâhî şifre olan kutsal harfler.

hus

  • Bir kavim üzerine nâzil olan umur.

hüsn-ü bizzat

  • Bizzat güzel.

hüsn-ü muaşeret / حُسْنُ مُعَاشَرَتْ

  • Bir arada yaşama güzelliği.

hüsnüzan

  • Bir başkası hakkında güzel düşünme.

hususan

  • Bilhassa, özellikle.

hususen / خصوصًا

  • Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak.
  • Bilhassa.

hususi / hususî

  • Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan.

hüviyet / هُوِيَتْ

  • Bir şeyin kim olduğu, kimlik.

hüviyet-i misaliye

  • Bir şeyin yansıyan kimliği.

huzur / huzûr

  • Birinin yanında bulunma, rahatlık.

huzva

  • Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.

i'cazlı / i'câzlı

  • Bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli.

i'lam / i'lâm / اعلام / اِعْلَامْ

  • Bildirme. (Arapça)
  • İ'lâm edilmek: Bildirilmek. (Arapça)
  • Bildirme.

i'lam etmek / i'lâm etmek

  • Bildirme, duyurma.

i'lamname / i'lâmnâme / اِعْلَامْنَامَه

  • Bildiri.

i'lem

  • Bil.

i'malat

  • Bir memlekette veya bir fabrikada yapılan işler ve eserler.

i'tikaf / i'tikâf / اعتكاف

  • Bir yere çekilip tek başına ibadetle meşgul olmak.
  • Bir yere kapanma, köşesine çekilerek yaşama. (Arapça)

i'tikam

  • Biriktirme, yığma.

i'tikar

  • Birbirine karışıp sayılamama.

i'titaf

  • Bir şeye örtünme, bürünme.

i'var

  • Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma.

ia'

  • Bir nesneyi kab içine koyup saklamak.

iade-i şuur

  • Bilincin iadesi, geri verilmesi.

iare-i mukayyede

  • Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi.

iare-i mutlaka

  • Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.

ibaet

  • Bir şeyi diğer bir şeye ircâ etme.

ibaha / ibâha

  • Bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma.

ibaha eden / ibâha eden

  • Bir şeyi haram olmaktan çıkararak serbest bırakan; mübah kılan.

ibak

  • Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması.

ibaratüna şetta / ibaratüna şettâ

  • Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır.

ibate

  • Bir yerde barındırma. Gece yatırma.

ibham

  • Birşeyi üstü kapalı anlatma.

ibka

  • Bırakma, yaşamını eline verme.

iblag

  • Bildirmek. Yetiştirmek. Haberdar etmek. Göndermek.

iblağ etmek / iblâğ etmek

  • Bildirmek, haberdar etmek.

ibra-i istifa / ibrâ-i istifa

  • Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi.

ibret / عِبْرَتْ

  • Bir hâdiseden alınan ders.
  • Bir şeyden ders alma.

ibrik

  • Bir su kabı.

ibsan

  • Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.

ibtidar

  • Bir işe sür'atle başlama.

ibtihas

  • Bir şeyin doğruluğunu öğrenmek için soruşturma, tetkik etme.

ibtika'

  • Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması.

ibtisar

  • Bir şeye başlama, ibtida.

ibtiyaz

  • Biriktirip yığma.

ibtiza'

  • Birşey meydanda ve açık olma.

ibza'

  • Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme.

ibzaz

  • Bir şeyi istenilen miktardan veya gerektiğinden az verme.

icare-i münecceze

  • Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur.

icare-i müzafe

  • Bir şeyi gelecek muayyen bir vakitten itibaren kiraya vermektir. Meselâ: Bir hâneyi gelecek falan ayın birinden itibaren bir sene müddetle şu kadar bin liraya kiraya vermek, bir icare-i müzafedir.

icazet-i fiiliye

  • Bir kimseden izin ve ruhsata delalet eden bir fiil ve hareketin sudûr etmesi.

icazet-i kavliye

  • Bir kimsenin bir şey hakkında "izin verdim" demesi.

icazet-i lahika / icazet-i lâhika

  • Bir kimsenin önce izni olmadığı halde, yapıldıktan sonra bir şeyi tasdik edip kabul etmesi.

ichaş

  • Bir kimseden yardım ve medet istemek.

icma' / icmâ' / اجماع

  • Bir araya getirme. (Arapça)

icraatçı

  • Bir uygulamayı doğrudan kendi iradesiyle yapan.

icşaş

  • Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme.

ictilal

  • Bir şeye bakmak.

içtimaü'z-zıddeyn

  • Birbirine zıt iki şeyin birleşmesi, bir araya gelmesi.

iczal

  • Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme.

ıda'

  • Bir şeyi birbiri ardınca yapmak.

idale

  • Bir şeyin elden ele geçmesi.

idare-i maslahat

  • Bir işi mümkün mertebe iyi-kötü yürütmek.

idare-i mutlaka

  • Bir hükümdarla idare. Bir hükümdarın idare ve yönetimi altında bulunan devlet. Mutlakiyet idaresi.

iddia

  • Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya kalkışmak.

iddihar / iddihâr

  • Biriktirme, depolama.
  • Biriktirme.

iddihar edilen

  • Biriktirilen, depolanan.

iddihar olunan

  • Biriktirilen, depolanan.

iddiharat / iddihârât

  • Biriktirmeler, depolamalar.
  • Biriktirmeler.

iddimac

  • Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek.

idealizm

  • Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir felsefe doktrini. (Fransızca)

idgam / idgâm

  • Birbirine benzeyen iki harfi bir yazıp şeddeli okuma.

idmag

  • Bir şeye muhtaç ve muztar eylemek.

idrak / idrâk

  • Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.

idrimac

  • Bir yere girip gizlenmek.

ifad

  • Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme.

ifade-i mana / ifade-i mânâ

  • Bir mânânın ifade edilmesi.

ifham

  • Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek.

ifrağ / اِفْرَاغْ

  • Bir şeyi kalıba dökme, boşaltma.
  • Bir halden başka bir hale sokma, kalıba dökme.

ifrağ etmek

  • Bir şekil ve keyfiyete sokmak.

ifrat / ifrât

  • Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.

ifrat ü tefrit

  • Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az.

ifrat ve tefrit

  • Bir şeyde aşırı seviyede ileri veya geri durma.

iftica'

  • Birdenbire, ansızın olma.

iftira / iftirâ / افترا

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
  • Birine aslı olmayan bir suç yükleme.
  • Birine işlemediği suçu yıkma. (Arapça)

igtimaz

  • Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma.

ihaş

  • Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme.

ihbar / ihbâr / اخبار

  • Bildirme, haber verme. (Arapça)
  • İhbar etmek: Bildirmek, haber vermek. (Arapça)

ihbar-ı gaybi / ihbâr-ı gaybî

  • Bilinmeyen gayb âleminden, gelecekten haber verme.

ihbar-ı gaybiye

  • Bilinmeyen bir şeyle, gelecekle ilgili haber verme.

ihbarat

  • Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler.

ihbarat-ı gaybiye ve sadıka

  • Bilinmeyen ve görünmeyen âlemler hakkında verilen doğru haberler.

ihbarname / ihbârnâme / اخبارنامه

  • Bildiri kağıdı. (Arapça - Farsça)

ihbas

  • Birinin hakkını yeme.

ihcam

  • Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma.

ihma

  • Bir şeyi ateşte kızdırma.

ihmal

  • Bir şeyi yüklemesi için yardım etmek. Yükletilmek.

ihnac

  • Bir şeyi bir yana eğme.

ihracat / ihrâcat

  • Bir madeni yerin altından çıkarma işlemleri.

ihriz

  • Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli olmayan.

ihtican

  • Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme.

ihtilaf-ı din

  • Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir.

ihtilaf-ı meşreb / ihtilâf-ı meşreb

  • Bireysel tarzdan dolayı ortaya çıkan farklılık.

ihtimal-i sıhhat

  • Bir meselenin sağlıklı ve doğru olabilme ihtimali.

ihtira' / ihtirâ'

  • Bir şeyin hiçten, yaratılması.

ihtiras

  • Bir şeyi fazla arzulama ve ona fazla düşkünlük.

ihtisas / ihtisâs / اِخْتِصَاصْ

  • Bir sahada geniş bilgi sâhibi olma.

ihtiyaren

  • Bizzat isteyerek, irade ederek.

ihvan-ı tarikat

  • Bir tarikata mensup kardeşler.

ihya-yı fert

  • Bir kişiye hayat verme.

ihya-yı nev'

  • Bir türe hayat verme.

ik'ad

  • Bir hükümdarın tahta oturtulması. Oturtmak.

ikbalperest

  • Bir mevki ve makam için hırslı olan. İkbale çok hırs duyan. (Farsça)

ikfar

  • Birisine kâfir demek, kâfir denilmek.

iki harb-i umumi / iki harb-i umumî

  • Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

ıklim

  • Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt'a ve her bir memleketi.

iklim

  • Bir yerin hava durumu.

ikrah / ikrâh

  • Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.

ikrar bi-l kitabe

  • Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır.

iksar

  • Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama.

iktibas etme

  • Birşeyin bazı yönlerini alma, alıntı yapma.

iktisa

  • Biriktirme, toplama, yığma.

iktital

  • Birbirini öldürme.

ıkval

  • Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek.

ikval

  • Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme.

ılac

  • Bir şeyi yerinden alıp gidermek.

ilah-ı vahid / ilâh-ı vâhid / اِلٰهِ وَاحِدْ

  • Birtek ilâh, Allah.
  • Bir tek ilâh (Allah).

ilam / ilâm / îlâm

  • Bildirme, duyurma.
  • Bildirme.

ilam-ı malum / ilâm-ı malûm

  • Bilineni bildirme.

ilamname / îlâmnâme

  • Bildirme yazısı.

ilbas-ı hırka

  • Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.

ilem / îlem

  • Bil!

ilemeyyühelaziz / îlemeyyühelazîz

  • Bil ey azîz!

ılgıdır

  • Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.

ilim / عِلِمْ

  • Bilme.

illet

  • Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.

illet-i ula / illet-i ûlâ

  • Birinci sebep, ilk sebep.

ilm / علم

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.
  • Bilim. (Arapça)

ilm-i huduri / ilm-i hudûrî

  • Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.

ilm-i husuli / ilm-i husûlî

  • Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.

ilm-i lügat

  • Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

ilm-i münazara

  • Bir meseleyi tartışarak çözümleme ilmi.

ilm-i usul

  • Bir işin nasıl yapılacağının yöntemini gösteren ilim, metodoloji, yöntembilim.

ilmi / ilmî / علمى

  • Bilimsel. (Arapça)

ilmü'l-guyub

  • Bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere dair ilim.

ilsak / ilsâk / الصاق

  • Bitiştirme, yapıştırma.
  • Bitiştirme, yapıştırma, kavuşturma. (Arapça)

iltibas / iltibâs / اِلْتِبَاسْ

  • Birbirinden ayıramama.

iltibas etme

  • Birini diğerine benzetme, birini diğeriyle karıştırma, birbirinden ayırt edememe.

iltibassız

  • Birbirine karışmayan.

iltizamiye

  • Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik.

ilzamiyat

  • Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler.

im'an-ı nazar / im'ân-ı nazar

  • Bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tedkik etmek.
  • Bir işi dikkatle düşünmek; bir şeye inceden inceye bakmak.

ima etme / imâ etme

  • Bir meseleyi dolaylı ve üstü kapalı olarak ifade etme.

imam

  • Bir ilimde sözü delil kabul edilebilecek derecede derin ve geniş bilgi sahibi olan âlim.

imamımübin / imamımübîn

  • Bir nevi kader defteri.

iman-ı kesbi / îmân-ı kesbî

  • Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

iman-ı taklidi / îmân-ı taklîdî

  • Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.

imkan-ı örfi / imkân-ı örfî

  • Bir şeyin olabilirliğinin genel kabul görmesi.

imkan-ı zati / imkân-ı zâtî

  • Bir özelliğin bir şeyin bizzat kendisinde olma ihtimali, yani hiçbir yaratıkta ilâhlık ihtimali yoktur.

imkan-ı zihni / imkân-ı zihnî

  • Bir şeyin mümkün olabileceğini zihinle düşünmek.
  • Birşeyin zihnen mümkün olması.

imtiha'

  • Bileme veya bilenilme, yahut da bilenme.

imtilal

  • Bir millete karışma.

imtina-i adi / imtina-i âdi

  • Bir şeyin olması âdeta mümkün olmamak.

imtina-i hakiki

  • Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.)

imtizac / imtizâc

  • Birleşme, kaynaşma.

imtizaç

  • Birbiriyle karışma, kaynaşma.

imtizaçkarane / imtizaçkârâne

  • Birbiriyle karışıp, kaynaşacak bir şekilde.

in'ikas / in'ikâs

  • Bir yere çarpıp geri dönme, aksetme.

in'izal

  • Bir tarafa çekilme, tek başına kalma.

inabe / inâbe

  • Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.

inaf

  • Bir kimseyi, bir şeyden vazgeçirmeğe çalışmak.

inak

  • Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma.

inbat

  • Bitki vs. bitirme, yeşertme; büyütme.

incirar

  • Bir sonuca sürüklenme, sonuçlanma.

indimizde

  • Bize göre, bizce, yanımızda. (Türkçe)

infaz eden

  • Bir hükmü yerine getiren.

infial

  • Bir tesirin gücü altında hareket etme.

infial mertebesi

  • Bir fiil veya tesir gücünden etkilenme derecesi.

infirad / infirâd / انفراد

  • Bir başına kalma. (Arapça)
  • İnfirâd ettirilmek: Bir başına bırakılmak. (Arapça)

infirag-ı cüz'i / infirag-ı cüz'î

  • Bir sıvının kısmen boşaltılması.

inhimak

  • Bir şeye fazla düşkün olma.

inhisar

  • Bir şeyin sadece bir kişiye verilmesi, tekel.

inkılab / inkılâb

  • Bir halden başka bir hale dönme.

inkışar

  • Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması.

insilal

  • Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme.

intifa'

  • Bir şey ortadan yok olma. Aradan çıkma.

intihal / intihâl / انتحال

  • Bir başkasının eserini sahiplenme. (Arapça)

intika

  • Bir şeyi seçme, ayırdetme.

intikal eden

  • Bir yerden başka bir yere taşınan.

inziva / inzivâ

  • Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
  • Bir köşeye çekilme.

ipotek

  • Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin. (Fransızca)

iptal-i hakk-ı nev'

  • Bir türe ait hakkın ortadan kaldırılması.

irade-i zatiye / irade-i zâtiye

  • Bir adamın kendi arzu ve isteği.

iras-ı fütur

  • Bıkkınlık verme.

irbab

  • Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma.

ircal

  • Birini yayan olarak yürütme.

irfan / irfân

  • Bilgili, anlayışlı, anlamak, bilmek.
  • Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.
  • Bilme, anlama, zihni olgunluk.

irgan

  • Bir işi kolaylaştırma.

irhaf

  • Bileme. Keskinleştirme.

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irkaben / irkâben

  • Bindirerek, irkâb suretiyle.

irşak

  • Bir şeye dik bakma. Dosdoğru etme.

irtibal

  • Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme.

irticam

  • Birşey üstüste katlanma.

irtima'

  • Birbirine atışma.

irtiyad

  • Bir kimseden bir şey isteme.

irtiza'

  • Bir şey eksilme, ziyân görme.

irza

  • Bir kimseyi râzı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak.

irza etmek / irzâ etmek

  • Bir kimseyi râzı etme, hoşnut etme.

is'af / is'âf

  • Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
  • Birinin isteğini kabul edip yerine getirme.

iş'ar / iş'âr / اشعار / اِشْعَارْ

  • Bildirme, gösterme. (Arapça)
  • Bildirme.

iş'ar etmek

  • Bildirmek.

iş'ar olma

  • Bildirme, haber verme.

işaa / işâa

  • Bir haberi yaymak, duyurmak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebeb olmak.
  • Bir haberi yayma, duyurma.

isaet

  • Bir işte ihmal ile zarar verme.

ışar

  • Birlikte geçinmek. Muâşeret etmek.

işar

  • Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek.

işarat-ı kur'aniye şuaı / işârât-ı kur'âniye şuaı

  • Birinci Şua.

işari mana / işârî mânâ

  • Bir ifâdenin bir şey hakkında açıkça değil, işâret ederek gösterdiği mânâ.

isbat

  • Bir hastalığın devamlı olması, müzmin oluşu, ayak kaydırma.

ısham

  • Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi.

ısmarlama

  • Bir san'at sâhibine bir şeyi târif ederek istediği şekilde yaptırmak.

israiloğulları / isrâîloğulları

  • Bir ismi de İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlunun soyundan gelenler.

işrakiyun / işrâkiyun

  • Bilginin kaynağının mânevi aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünde olan İslâm felsefecileri.

işrakıyyun / işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunanlar.

ısrar

  • Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek.

istatistik

  • Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim. (Fransızca)

isti'dad / isti'dâd

  • Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.

isti'kab

  • Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak.

isti'kaf / isti'kâf / اسعكاف

  • Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme.
  • Bir yere kapanma. (Arapça)

isti'lam / isti'lâm / استعلام

  • Bilgi isteme. (Arapça)

isti'sar

  • Bir işin güç olmasını arzulama.

isti'zab

  • Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek.

istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire

  • Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.

istiare / istiâre

  • Bir kelimeyi başka anlamda kullanma.

istibaa

  • Bir şeyi kendine sattırmağa uğraşma.

iştibah

  • Birbirine benzeme, karışıklık.

iştibak-ı tesanüd-ü nazm / iştibak-ı tesânüd-ü nazm

  • Bir ağ gibi birbirine bağlanıp dayanmış olan nazım, diziliş.

istibhas

  • Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme.

istibsas

  • Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma.

istidlal / istidlâl

  • Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.

istidlaliyat / istidlâliyat

  • Bir konu ve iddia hakkında delil arama işlemleri.

istidradi / istidrâdî

  • Bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka konulardan bahsetmek.

istifaname

  • Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı. (Farsça)

istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî

  • Bir şeyin öyle olmayacağını soru sorma şekliyle ifade etme; "Hiç böyle olur mu?".

istifta

  • Bir meselede dinin hükmünü sorma.

iştigal

  • Bir iş işlemek. Uğraşmak. Çalışmak. Meşgul olmak.

istiğrak

  • Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi.
  • İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif.

istihale / istihâle

  • Bir hâlden başka hâle geçme, biçim değiştirme.

istihare / istihâre / استخاره

  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.
  • Bir işin iyi olup olmadığını anlamak için rüya görmek niyetiyle uykuya yatma.
  • Bir işin nasıl sonuçlanacağını anlamak için ibadetten sonra uykuya yatma. (Arapça)

istihbaben

  • Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak.

istihdas

  • Bir şeyi sonradan ve yeniden elde etmek.

istihkamat-ı dahiliye / istihkâmat-ı dâhiliye

  • Bir istihkâmın iç tarafında, icab ettiği zaman yapılan müstakil sığınaklar.

istihkamat-ı muttasıla / istihkâmât-ı muttasıla

  • Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır.

istihrab

  • Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma.

istihrac

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.
  • Birşeyin içinden bir şey çıkarma; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden mânâ çıkartma.

istikak

  • Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları.

iştikak / iştikâk

  • Bir kökten parçalara ayrılmak. Türeme.

istikfa

  • Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma.

istikmal

  • Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istikrah

  • Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek.

istila / istilâ

  • Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek.

ıstılah / ıstılâh

  • Bir kelimenin belli bir ilim dalında kazandığı anlam, terim.

istilane

  • Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak.

istima

  • Birisinin ziyaretine gitmek.

istimaha

  • Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek.

istimla

  • Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak.

istinbat / istinbât

  • Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek.
  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
  • Bir sözden gizli bir mânâ çıkarma.

istinbatat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma işlemleri.

istinfaz

  • Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.

istinhac

  • Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme.

istinhaz

  • Bir kimseye bir iş için kımıldamamasını emretme.

istinkas

  • Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma.

istirabe

  • Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma.

istirhamname

  • Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub. (Farsça)

istirhas

  • Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma.

istisak

  • Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma.

istisar

  • Bir şeyden fazla miktarda alma, çoğaltmağa çalışma.

istişfa'

  • Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek.

istıslah

  • Bir şeyi iyi olarak görmek isteme. Bir şeyin iyi olmasını isteme.

istizahen

  • Bir şeyin açıklanmasını isteyerek.

istizan

  • Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak.

istizhar / istizhâr

  • Birinden yardımcı olmasını isteme.

ita-i malumat / itâ-i malûmat

  • Bilgi verme.

itaha

  • Bir şeyi tamamlama, yapıp bitirme, hazır etme.

ithafname

  • Bir eserin bir kimse adına olduğunu gösteren yazı. (Farsça)

ithal

  • Bir şeyin içine katma.

itikaf / îtikaf

  • Bir yere çekilip ibadet etmek.

itilafçılar / itilâfçılar

  • Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler.

itina

  • Bir işi yaparken gösterilen özel dikkat.

ıtk ala mal / ıtk alâ mal

  • Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna "Itk alâ cu'l" da denir.

ıtk-ı muallak

  • Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine "şu işi yaparsan hürsün" demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur.

ıtk-ı müneccez

  • Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben "seni azad ettim." demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur.

ıtk-ı muzaf

  • Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. "Sen gelecek ayın başında hürsün." denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir.

ıtlak / اطلاق

  • Bırakma, salma. (Arapça)

ıtmas

  • Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek.

ıtra'

  • Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek.

ıtrad

  • Bir kimseyle birlikte bahse girişme.

itrak

  • Bırakma, vazgeçme, terkettirme.

itticah

  • Bir cihete gitmek, yönelmek. Teveccüh etmek.

ittifak / ittifâk / اتفاق / اِتِّفَاقْ

  • Birleşme, oy birliği.
  • Birleşme.
  • Birleşme.
  • Birleşme. (Arapça)
  • Birleşme.

ittifak etmek

  • Birleşmek, anlaşmak.

ittifak ve tahkik

  • Bir gerçek üzerinde birleşme ve delillere dayanarak ispat etme.

ittifakan

  • Birleşerek, anlaşarak.
  • Birlik halinde, birleşerek.

ittifaken / ittifâken

  • Birlik halinde.
  • Birleşerek.

ittifaki / ittifâkî

  • Birleşmeye dair, üstünde birleşilen.

ittifakkarane / ittifâkkârâne

  • Birleşircesine.

ittifakla

  • Birleşerek, fikir birliği ederek.

ittifaksız

  • Birlik oluşturmamak.

ittihad / ittihâd / اتحاد

  • Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak.
  • Birlik, beraberlik.
  • Birleşme, birlik.
  • Birleşme.
  • Birlik.
  • Birleşme.
  • Birlik. (Arapça)

ittihad eden

  • Birleşen.

ittihad etmek

  • Birleşmek.

ittihad ettirme

  • Birleştirme.

ittihat

  • Birleşme.

ıttıla / ıttılâ

  • Bilgi, bilme.

ıttıla' / ıttılâ' / اطلاع

  • Bilgi sahibi olma. (Arapça)

ıttılaat / ıttılâât / اطلاعات

  • Bilgiler. (Arapça)

ittisal / ittisâl / اِتِّصَالْ

  • Bitişme.
  • Bitişme.

ittisāl / اِتِّصَالْ

  • Bitişme.

ittitan

  • Bir memlekette veya bir şehirde yerleşme. Vatan edinme.

ıyal / ıyâl

  • Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi.
  • Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu kişiler.

iyal / iyâl

  • Bir kimsenin geçimini üstlendiği kimseler.

iza / izâ

  • Birdenbire.

ızaa

  • Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek.

izaha

  • Bir şeyin çevresini dolaşma.

izare

  • Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme.

ızfar

  • Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama.

ıznan

  • Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.

jüri

  • Bir mesele hakkında hüküm vermek için toplanan heyet.

kaakı'

  • Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.

kabil-i imtizac

  • Birleşip uyuşabilir bir yapı.

kabil-i tevfik

  • Biraraya gelebilme.

kabile

  • Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.

kabilesinden

  • Bir konunun sınırları içinde yer alması yönünden; türünden.

kablelvuku

  • Birşeyi olmadan önce hissetme duygusu.

kabotaj

  • Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. (Fransızca)

kabul

  • Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür.

kabul-ü umumi / kabul-ü umumî

  • Bir fikrin genel kabul görmesi.

kadastro

  • Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. (Fransızca)

kadir

  • Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)

kadr

  • Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.

kafd

  • Bileğin eğri olması.

kaffe-i esbab-ı sübutiye / kâffe-i esbab-ı sübutiye

  • Bir meselenin sağlam dayanaklara sahip olduğunu gösteren sebepler.

kafi / kafî

  • Birine uyup peşinden giden.

kafil / kâfil

  • Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.

kàfile-i nebatat / kàfile-i nebâtât

  • Bitkiler topluluğu.

kafur / kâfûr

  • Bir madde ismi, cennette bir kaynak.

kafv

  • Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.

kaide-i istidlal / kâide-i istidlâl

  • Bir konu hakkında ispat için uyulması gerekli delil sunma kaidesi; çıkarımda bulunma kaidesi.

kaide-i meşhur

  • Bilinen kural.

kail ve kani

  • Bir konuda kesin kanaat sahibi olma ve dile getirme.

kaim-makam

  • Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.

kainat kitabı / kâinat kitabı

  • Bir kitap gibi yazılmış bütün âlem.

kal'

  • Birşeyi kökünden koparıp atma.

kal'a-bend

  • Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. (Farsça)

kal'abend

  • Bir kale içerisinde yaşamaya mahkum olmuş; esir.

kalemrev

  • Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer. (Farsça)

kamed

  • Binanın temeli.

kaml

  • Bit, kehle.

kamş

  • Bir şeyi şundan bundan toplamak.

kanun-u vahdet

  • Birlik kanunu.

kar haddi / kâr haddi

  • Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.

karbon

  • Bir element, kömür.

karbonik

  • Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. (Fransızca)

kard / kârd / كارد

  • Bıçak. (Farsça)
  • Bıçak. (Farsça)

karin / kârin

  • Birşeyin beraberinde, eşiğinde olan.

karine / karîne

  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret.

karine-i mania / karine-i mânia

  • Bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz mânâda kullanıldığını gösterir.

karsa

  • Bir hurma cinsi.

kasd-ı tahsis

  • Bir şeyi bilerek ve isteyerek birine ait kılma, tahsis etme.

kasden

  • Bizzat yönelerek.
  • Bile bile, isteyerek.

kasdi / kasdî

  • Bir şeye yönelme, maksatlı yapma.

kasis

  • Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı. (Fransızca)

kasıt

  • Bilerek, isteyerek.

kaşr

  • Bir şeyin kabuğunu soyma.

kasten ve bizzat

  • Bilerek ve kendisi isteyerek.

kasti / kastî

  • Bilerek, isteyerek.

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

kat'-ı nazar

  • Bir şeye bakmaktan vazgeçme, ondan ilgisini kesme.

kat'iyy-üd delale

  • Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu.

katl-i am / katl-i âm

  • Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha.

katliam / katliâm

  • Bir yerde bir anda çok kimsenin öldürülmesi.

katrecu

  • Bir damla arıyan. (Farsça)

kaud

  • Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.)

kavanin-i fenniye / kavânin-i fenniye

  • Bilimsel kanunlar.

kavanin-i ilmiye / kavânîn-i ilmiye

  • Bilimsel kanunlar.

kavmiyeten

  • Bir kavme mensup olma itibariyle, ırk olarak.

kayd

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası.

kayser

  • Bizans imparatorunun lâkabı.

kaytus

  • Bir yıldız kümesi.

kazif / kâzif

  • Bir kadına zina suçu isnat eden.

kaziye-i mutlaka

  • Bir mesele hakkında, hiçbir sınırlama söz konusu olmaksızın ifade edilen kaziye, önerme.

kaziye-i ula / kaziye-i ûlâ

  • Birinci kaziye, birinci önerme, hüküm.

kazr

  • Bir kimsenin peşinden gitmek.

kebabe

  • Bir ot ismi.

ked-banu

  • Bir daireyi idare eden kâhya kadın. (Farsça)

kefaf-ı nefs

  • Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.

kefalet

  • Bir şeye kefil olma, mesuliyeti üzerine alma.

kefalet-bit-teslim

  • Bir malın teslimine kefil olma.

kefalet-i binnefs

  • Birinin şahsına kefil olma.

kefalet-i nakdiye

  • Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma.

kefaret / kefâret

  • Bir günahı affettirmek ümidiyle yapılan ibadet veya çekilen sıkıntı.

keffaret-i katl

  • Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.

keffaret-i yemin / keffâret-i yemîn

  • Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

keffaret-i zıhar / keffâret-i zıhâr

  • Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

kefil bi-t-teslim

  • Bir malın teslimine kefil olan kimse.

kehle

  • Bit.

kehreba

  • Bir şeffaf zamk ismi.

kehribar

  • Birşeye hızlı bir şekilde sürüldüğü zaman hafif şeyleri kendine çeken değerli bir taş.

kehs

  • Bir şeyi eliyle almak.

kelal / kelâl

  • Bitkinlik.

kelime-i vahide

  • Bir tek kelime.

kemal-i imtiyaz / kemâl-i imtiyaz

  • Bir şeyi mükemmel bir şekilde diğerlerinden ayırma.

kemha

  • Bir cins ipek kumaş. (Farsça)

ken'at

  • Bir balık cinsi.

kendeş

  • Bir nevi devâ.

kenehbül

  • Bir cins ağaç.

kenta

  • Bir ot cinsi.

keran ta keran / keran tâ keran

  • Bir uçtan bir uca.

kerre

  • Bir defa. Bir adet. Bir.

kervan

  • Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. (Farsça)

keşah

  • Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)

kesb-i malumat / kesb-i malûmat

  • Bilgi sahibi olma, bilgi kazanma.

kesb-i muarefe / kesb-i muârefe

  • Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.

kesi / kesî

  • Bir kimse. (Farsça)

kesret-i sücud

  • Bir çok kez secdeye gitme.

keyfiyet / كَيْفِيَتْ

  • Bir şeyin nasıl olduğu.

keyfiyyet

  • Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.

keylekan

  • Bir pırasa cinsi.

kıble açısı

  • Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.

kımcar

  • Bıçak kını.

kimya / kimyâ

  • Bir ilim kolu, ilaç.

kinaiyat / kinâiyat

  • Bir şeyi temsille ve dolaylı olarak anlatan sözler.

kinaye / kinâye

  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı.

kinaye lafızlar / kinâye lafızlar

  • Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.

kinayet

  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san'atı.

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kirar

  • Bir daha, tekrar. Tekerrür.

kırba

  • Bir tür su kabı, matara.

kırla

  • Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.

kırtıbiyy

  • Bir nevi oyun.

kisal

  • Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.

kısmen / قسما

  • Bir kısım olarak. Bir parça olarak.
  • Bir miktar.
  • Bir bölümü.
  • Bir kısmı. (Arapça)

kısmi / kısmî

  • Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.

kıtal

  • Birbirini öldürme.

kite / kîte

  • Bir gün veya bir gece yenecek yemek.

kıyamet-i nev'i

  • Bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi.

kıyamet-i nev'iye

  • Bir tür ve cinsin ölümü.

kıyas / kıyâs

  • Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü, buna benzeyen ve hakkında nass bulunan başka bir mes'elenin hükmüne benzeterek anlama.

kıyas maa'l-farık / kıyas maa'l-fârık

  • Birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan kıyas.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî / kıyas-ı istisnâî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyas-ı maalfarık / kıyas-ı maalfârık

  • Birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas.
  • Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.

kıyasımaalfarık / kıyâsımaâlfârık

  • Birbirine benzemeyenlerin karşılaştırılması.

kıymet-i zatiye / kıymet-i zâtiye

  • Bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan değer.

komite

  • Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et. (Fransızca)
  • Bir iş için toplanan heyet.

kompetan

  • Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse. (Fransızca)

komplo

  • Bir kimse aleyhine alınan gizli karar.
  • Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. (Fransızca)

komşu

  • Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.

kroki

  • Bir konu veya nesnenin başlıca özelliklerini yansıtacak biçimde hazırlanmış taslağı.

ku'bere

  • Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.

kuas

  • Bir hastalık (ki göğüsü tutar.)

kübab

  • Bir yere toplanmış kum.

kudret-i ehad-i samed

  • Bir ve tek olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın kudreti.

kudret-i ezeli / kudret-i ezelî

  • Bir başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah'ın kudreti.

kudret-i vahid-i ehad / kudret-i vâhid-i ehad

  • Bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah'ın güç ve iktidarı.

küfr-i inadi / küfr-i inâdî

  • Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.

kul hakkı

  • Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.

kulab

  • Bir çeşit deve hastalığı.

külfet-i tahsil

  • Bir ilmi tahsil etme sırasında karşılaşılan zorluklar.

kulkalan

  • Bir nevi ot.

külliyat / külliyât / كُلِّيَاتْ

  • Birşeyin tamamı.

küllü vahid / küllü vâhid

  • Bir topluluktaki her bir kişi.

kulmuh

  • Bir ot.

kültür

  • Bir milletin maddî ve mânevî varlıkları, yaşayış ve davranış şekli, kazanılan genel bilgi.

kümze

  • Bir yere toplanmış hurma.

künh / كُنْهْ

  • Bir şeyin özü, aslı.
  • Bir şeyin aslı, temeli, dip, kök, öz.
  • Bir şeyin özü.

künun

  • Birşeyi gizleme, saklı tutma.

künye

  • Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt.
  • Bir kimsenin adı, soyadı, ülkesi, doğumu, mesleği gibi özelliklerini gösteren kayıt.

kur'an-ı ekber-i alem / kur'ân-ı ekber-i âlem

  • Bir Kur'ân gibi olan büyük kâinat kitabı.

kurena

  • Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.

kürsu'

  • Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı.

küseyra

  • Bir dikenli ağacın zamkı.

kussas

  • Bir demir madeninin adı.

kut'a

  • Bir hurma cinsi.

kutaa

  • Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.

kutrub

  • Bir kuş.

kütüm

  • Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)

küv'

  • Bileğin başparmak tarafı.

kuvve-i alime / kuvve-i âlime

  • Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.

kuvve-i bazu / kuvve-i bâzû

  • Bilek gücü.

kuvve-i inbatiye

  • Bitkilerin filiz verip yetişme yeteneği, kabiliyeti.

kuvve-i musavvire / قُوَّۀِ مُصَوِّرَه

  • Bir şeyi zihinde şekillendirme, resmetme kabiliyeti.

kuvve-i müvellide / قُوَّۀِ مُوَلِّدَه

  • Birşeyler meydana getirme kabiliyeti.

kuvveden fiile çıkarma

  • Bir düşünceyi veya potansiyeli hayata geçirme.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

la müdrike / lâ müdrike

  • Bilinçsiz, sınırsız.

la'be

  • Bir kere oynamak.

laedri / laedrî

  • Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm.

lafz-ı has

  • Bir mânâya münferiden başlı başına vaz' olunan lâfızdır. Hasan, Hüseyin, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.

lafza

  • Bir tek söz veya kelime.

lahiya / lâhiya

  • Bir konu hakkında yazılan yazı.

laht

  • Bir şeyin parçası, cüz'ü. (Farsça)

lakab

  • Bir kimseyi övmek veya yermek (kötülemek) için takılan adlar.

laşey / lâşey

  • Bir şey değil.
  • Bir şey değil. Değersiz.

layebgıyan / lâyebgıyan

  • Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)

layefna / lâyefna

  • Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.

layu'ref / lâyu'ref

  • Bilinmez. Tarif edilmez.

lazım / lâzım

  • Birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyden birinci derecede geleni; meselâ Güneş lâzımdır, gündüz melzumdur. Kur'ân lâzımdır, onun açıklaması olan tefsir melzumdur.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bir mesele hakkında hiçbir delil ve işarete ihtiyaç olmadan, o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey (insan denilince ilim kabiliyetinin akla gelmesi gibi).

lazım-ı eamm / lâzım-ı eamm

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ayrılmaya engel olana lâzım denir (matbaa ve kitap gibi; matbaa lâzımdır).

lazım-ı melzum / lâzım-ı melzum

  • Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan.

lazım-ı zati / lâzım-ı zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.

lazıme-i zaruriye-i beyyine / lâzıme-i zaruriye-i beyyine

  • Bir meseleyle beraber düşünülmesi ister istemez zaruri olan diğer bir şey ("Allah" denilince Onun ezelî olduğu da zorunlu olarak bilinir).

lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye

  • Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.

lebh

  • Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)

lebs

  • Bir yerde eğlenip durma. Vakit geçirme.

lecen

  • Bir şeye musallat olmak, ilişmek.

lecne

  • Bir mes'ele için toplanan cemaat.

leh

  • Bir kimseden veya birşeyden yana olma, yandaşlık.

lehce

  • Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı.
  • Bir beldenin konuşma tarzı.

lehm

  • Bir şeyi hemen yutma.

leht

  • Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası. (Farsça)
  • Bir nevi yürüyüş.

lemleme

  • Bir şeyi evvel yapmak.

lemsiyet

  • Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his.

letafet-i asliye / letâfet-i asliye

  • Bir şeyin aslında ve temelinde bulunan tatlılık, hoşluk.

levh-i mahv ve isbat

  • Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz

levh-i mahv, isbat

  • Bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren mânevî levha, yaz boz tahtası.

levh-i mahv-isbat

  • Bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu kaydeden mânevî levha, İlâhî kudretin yaz boz tahtası.

leviyye

  • Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

lezk

  • Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması.

li-sebebin

  • Bir sebebe mebni olarak. Bir sebepten dolayı.

ligayrihi / ligayrihî

  • Bizzat olmayan, başkası için.

lihikmetin

  • Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı.
  • Bir hikmet için.

lisan-ı mahalli / lisân-ı mahallî

  • Bir yere has dil, yerel dil.

lizatihi / lizâtihî

  • Bizzat kendisi, kendisinin bir özelliği olarak.

lügat

  • Bir dilin kelimelerini belli bir sıralama içinde, mânâlarıyla beraber ihtiva eden kitap, sözlük.

lugaz / لغز

  • Bilmece. (Arapça)

lükya

  • Birbirini görmek.

lümeze

  • Bir kimsenin arkasından ayıplarını söyliyen. Gıybet eden.

lüvase

  • Bir lokma yiyecek.

lüzum-u zati-i tabii / lüzum-u zâti-i tabiî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ tam olmasa da "Ateşin lüzum-u zâti-i tabiîsi sıcaklıktır." denilebilir.

ma / mâ / ما

  • Biz. (Farsça)

ma fiz-zamir / mâ fiz-zamir

  • Bir şeyin içinde gizli olan hakikatler.

ma'kul-ül-ma'na

  • Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele.

ma'lum / ma'lûm / مَعْلُومْ

  • Bilinen, belli.
  • Bilinen şey.
  • Bilinen.

ma'lumat / ma'lûmât / مَعْلُومَاتْ

  • Bilinen şeyler, biliş, bilgi.
  • Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
  • Bilgiler.

ma'raz

  • Bir şeylerin sergilendiği yer.

ma'rifet

  • Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.

ma'rufat

  • Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar.

ma'ruz / ma'rûz / مَعْرُوضْ

  • Bir şeyin tesirinde kalan.

ma'tufun aleyh

  • Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Farsça)

ma-vera

  • Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.

maan

  • Birlikte. Beraber.

maani-i cifriye

  • Bir ifadenin cifir ilmine göre taşıdığı mânâlar.

maani-i müteaddid / maâni-i müteaddid

  • Birden fazla mânâlar.

maani-i mütefavite / maâni-i mütefavite

  • Birbirinden farklı mânâlar.

maani-i mütezahime / maanî-i mütezahime / maâni-i mütezahime

  • Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli.
  • Birbiriyle yarışan izdiham oluşturan mânâlar.

maarifet

  • Bilgiler, ilimler.

maarifsiz

  • Bilgisiz.

madde-i unsuriye

  • Bir varlığı oluşturan temel madde, element.

madde-i vahide / madde-i vâhide

  • Bir tek madde.

maden-i marifet / mâden-i mârifet

  • Bilgi kaynağı.

mader / mâder

  • Birşeyin çıktığı yer; kaynak; ana.

mahall-i tevarüd

  • Bir olay veya gelişmenin meydana geldiği yer.

mahalli / mahallî

  • Bir yere mahsus. Yerli.

mahamil-i sahiha

  • Bir söze yüklenen sahih, doğru ve güvenilir mânâlar.

mahbubetün lizatiha / mahbûbetün lizâtihâ

  • Bizzat sevilen.

mahiyet / ماهيت / mâhiyet / مَاهِيَتْ

  • Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
  • Bir şeyin aslı, esası, içyüzü, özü.
  • Bir şeyin ne olduğu.
  • Bir şeyin ne olduğu.

mahiyet-i hüviyet / mâhiyet-i hüviyet / مَاهِيَتِ هُوِيَتْ

  • Bir şeyin kimliğinin ne olduğu.

mahiyet-i ilmiye / mâhiyet-i ilmiye / مَاهِيَتِ عِلْمِيَه

  • Bir şeyin hârici vücûdu dışındaki ilmî ciheti.

mahiyet-i mücerrede / mâhiyet-i mücerrede / مَاهِيَتْ مُجَرَّدَه

  • Bir şeyin ne olduğunun, kendi maddi vücudundan ve ona has kimliğinden bağımsız soyut hali.

mahkum-u aleyh / mahkûm-u aleyh

  • Bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabiliriz.

mahluk-u vahid / mahlûk-u vahid

  • Bir tek varlık.

mahmil

  • Bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi.

mahmil-i sahih

  • Bir şeye yüklenilen doğru ve sağlam mânâ, hüküm.

mahmul

  • Bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; 'Mehmed âlimdir' hükmünde 'âlim' mahmuldür.

mahmulat / mahmulât

  • Bir hükümde kendisiyle hükmedilenler; hükmün konusunu niteleyen yüklemler.

mahrek-i senevi / mahrek-i senevî

  • Bir gezegenin bir sene boyunca döndüğü daire, hareket yolu, yıllık yörüngesi.
  • Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire.

mahtumane / mahtumâne / mahtûmâne

  • Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet. (Farsça)
  • Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyâfet.
  • Bitirircesine, bir kitabı bitirince verilen ziyafet gibi.

mahud / mâhud

  • Bilinen, sözü edilen.

mahudane

  • Bir ot adı.

mahudiyet / mâhudiyet

  • Bilinirlik.

mahut / mâhut

  • Bilinen, adı geçen; garanti edilen.

maiyet

  • Birinin yanında bulunan, emrinde çalışan.

maiyyet / معيت

  • Birlik, beraberlik, yanında bulunma. (Arapça)

makale-i ula / makale-i ûlâ

  • Birinci makale.

makam-ı ebcedi / makam-ı ebcedî / مَقَامِ اَبْجَد۪ي

  • Bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri.
  • Bir metnin ebced hesabıyla çıkan sayı değeri.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

maket

  • Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli. (Fransızca)

makine-i alem / makine-i âlem

  • Bir makine gibi mükemmel bir şekilde çalışan âlem, dünya makinesi.

makine-i insaniye

  • Bir makine hükmünde olan insanın beden ve cihazları.

maksud-u bizzat / maksûd-u bizzât / مَقْصُودُ بِالذَّاتْ

  • Bizzât kastedilen.

maktel

  • Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer.

mal / mâl

  • Bir kimsenin eli altında bulunan değerli şey.

mal-i zımar

  • Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.

malul / malûl

  • Bir sebepten dolayı meydana gelen şey.

maluliyet / mâlûliyet

  • Bir sebebe ve illete bağlı olarak meydana gelme.
  • Bir sebebe ve illete bağlı olma.

malum / malûm / mâlum / mâlûm / معلوم

  • Bilinen, belli.
  • Bilinen, belli.
  • Bilinen.
  • Bilinen.
  • Bilinen.
  • Bilinen. (Arapça)
  • Malûm olmak: Anlaşılmak, bilinmek. (Arapça)

malum olma / malûm olma

  • Bilinme.

malum olmayan / malûm olmayan

  • Bilinmeyen.

malumat / mâlûmât / malûmat / معلومات

  • Bilinen şeyler.
  • Bilinenler.
  • Bilgi. (Arapça)

malumatfuruş / malûmatfurûş / معلومات فروش

  • Bilgiçlik taslayan. (Arapça - Farsça)

malumatfuruşluk / malûmatfurûşluk

  • Bilgiçlik taslama. (Arapça - Farsça - Türkçe)
  • Malûmatfurûşluk etmek: Bilgiçlik taslamak. (Arapça - Farsça - Türkçe)

malumatlı / malûmatlı

  • Bilgili.

malumiyet / mâlûmiyet

  • Bilinme, belli olma.
  • Bilinir olma, bilinmişlik.
  • Bilinirlik.

malumu ilam / malûmu ilâm

  • Bilineni bildirmek.

malumun mekayisi / malûmun mekayisi

  • Bilinenin ölçüleri.

malumunuz / malûmunuz

  • Bildiğiniz gibi.

mamhuran

  • Bir aşiret ismi.

mamisa

  • Bir ot cinsi.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • Bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.

mana-yı mecazi / mânâ-yı mecâzî

  • Bir ifadede, kendi mânâsının dışında başka bir mânânın kastedilmesi.

mana-yı örfi / mânâ-yı örfî

  • Bilinen, alışılan mânâ.

mana-yı zahiri / mânâ-yı zâhirî

  • Bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ.

mananın dikkati / mânânın dikkati

  • Bir sözdeki mânânın derinliği ve inceliği.

manay-ı iltizami / mânây-ı iltizâmî

  • Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

manay-ı muradi / mânây-ı murâdî

  • Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

manay-ı mutabıki / mânây-ı mutâbıkî

  • Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.

manay-ı zahiri / mânây-ı zâhirî

  • Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

manay-ı zımni / mânây-ı zımnî

  • Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

manyatizma

  • Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir.

marifet / معرفت

  • Bilgi.

maruf / mâruf

  • Bilinen.
  • Bilinen, güzel.

marufe / mârufe

  • Bilinen, belli; meşhur.

marufiyet / mârufiyet

  • Bilinirlik, tanınır olma.
  • Bilinirlik.

maruz kalan / mâruz kalan

  • Birşeyin tesirine uğrayan, etkisinde kalan.

maruzatta bulunma / mâruzatta bulunma

  • Bir meseleyi sunma.

masadak / mâsadak

  • Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.
  • Bir sözü onaylayan, doğrulayan.

maslahat

  • Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

masnu-u vahid / masnu-u vâhid

  • Bir san'at eseri.

mastar

  • Bir şeyin çıktığı kaynak.

masur

  • Birbirine katılmış şey. Mümtezic.

materyal

  • Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. (Fransızca)

matiye

  • Binek hayvanı.

matiyye

  • Binek hayvanı.
  • Binek.

matiyye-ran / matiyye-rân

  • Bindiği hayvanı yola süren.

matufun-aleyh / mâtufun-aleyh

  • Bir bağlama edâtı (bağlaç) ile kendisine bağlanan kelime, mânâ, maksat.

maviye

  • Billur taşı.

mavzer

  • Bir çeşit tüfek.

mayhoş

  • Biraz ekşice lezzetli tatlı. (Farsça)

mazbata

  • Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.

mazhariyet-i münkeşife

  • Bir görünüme sahip olmak.

mazrubeyn

  • Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.

me'haz

  • Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer, kaynak.

me'haz-ı iştikak

  • Bir kelimenin türetildiği asıl kök ve kaynak (Yahudiyet, Nasraniyet gibi).

mebadi-i zaruriyye

  • Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar.

mebde'-i vahdet / مَبْدَأِ وَحْدَتْ

  • Birlik başlangıcı.

mebna / mebnâ / مبنى

  • Bina. (Arapça)

mebni / mebnî / مَبْن۪ي

  • Bina edilmiş, dayandırılmış.
  • Bina edilen, dayanan.

mebsuten mütenasib

  • Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı.

mechele

  • Birini câhilliğe sevkeden şey.

mechul

  • Bilinmeyen. Belli olmayan.
  • Bilinmeyen, meçhul.

meçhul

  • Bilinmeyen.

mechul / mechûl / مجهول

  • Bilinmeyen. (Arapça)

mechulat / mechûlât / مجهولات

  • Bilinmeyenler. (Arapça)

mechuliyet / mechûliyet / مجهوليت

  • Bilinmezlik, mechullük.
  • Bilinmezlik. (Arapça)

meçhulü'l-keyfiyet

  • Bir şeyin keyfiyet ve niteliğinin bilinmemesi.

meclis

  • Bir mesele için toplanmış insan topluluğu.

medak

  • Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.

medar-ı iltibas / medâr-ı iltibâs / مَدَارِ اِلْتِبَاسْ

  • Birbirinden ayıramamaya sebeb.

medar-ı istihracat / medâr-ı istihracat

  • Bir şeyden bir mânâ çıkarma sebebi, kaynağı.

medh

  • Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek.

medhaldar

  • Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan. (Farsça)

medhiye

  • Birini medhetmek için yazılan yazı.

medrese-i ceziretü'l-arap

  • Bir okulu andıran Arap yarımadası.

mef'ul

  • Bir fail tarafından yapılan, ortaya konulan.

mefahim-i mütefavite / mefâhim-i mütefavite

  • Birbirinden farklı anlayışlar.

mefharet

  • Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey.

mefhum-i muhalif

  • Bir sözden çıkarılan zıt mânâ.

mefhum-u muhalif

  • Bir sözün ters mânâsı, zıt anlam.

mefrugün bih

  • Bir kimseye bırakılan şey.

mefturane

  • Bitkin bir halde, bezmişcesine. (Farsça)

mefturiyet

  • Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik.

megad

  • Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.

mehbit

  • Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.

mekareci / mekâreci

  • Binek veya yük hayvanı kiralayan. (Arapça - Türkçe)

mekik / mekîk

  • Bir dokuma âleti.

meknan

  • Bir ot cinsi.

melab

  • Bir cins güzel koku.

melekut / melekût

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.

melekut ciheti / melekût ciheti

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.

melekuten / melekûten

  • Birşeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati olarak.

melekuti / melekûtî

  • Birşeyin aslına, içyüzüne ait.

melekutiyet / melekûtiyet

  • Bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati.

melel

  • Bıkma, usanma, bezme.

melfuf

  • Bir şeye ek olarak sarılmış.

melis / melîs

  • Bir şeyi şiddetle tutmak.

melzum

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ikinci derecede birisi geleni, ayrılmaya engel olunanı; meselâ, oğul melzumdur, babası lâzımdır (mevlûd-vâlid). Tefsir melzumdur, Kur'ân ise lâzımdır.

melzum-u ehass

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ayrılmaya engel olunan şeye melzum denir (matbaa ve kitap gibi; kitap melzumdur).

memsuh

  • Biçimsiz ve çirkin surete girmiş.

menab

  • Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.

menahic-i hükema / menâhic-i hükema

  • Bilgin ve filozofların metodları.

menat

  • Bir putun adı.

menba-ı vahdet

  • Birlik kaynağı.

menkıbe

  • Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır.

menkur / menkûr

  • Bilinmeyen; belirsiz.

mensub

  • Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan.

merakib / merâkib

  • Binekler.
  • Binekler.

merambahş

  • Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren. (Farsça)

meratib-i ilim

  • Bilmek mertebeleri.

meratib-i münkeşife-i meşhude

  • Bizzat görerek açığa çıkmış mertebeler (k-ş-f;.

merci'-i resmi / merci'-i resmî

  • Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam.

merci'-i rü'yet

  • Bir işin görülmesi için başvurulan yer.

merih

  • Bir gezegen.

merkaş

  • Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması.

merkeb

  • Binek.

merkep

  • Binek.

merkub / merkûb

  • Binek.
  • Binek.

mermahur

  • Bir cins güzel koku.

merre

  • Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre.

merre-i vahide / merre-i vâhide

  • Bir defa. Bir kere.

mersiye

  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, üzüntüyü dile getiren manzume, ağıt.

mersud

  • Birbiri üstüne yığılmış kumaş.

mertus

  • Bir fesleğen çeşidi.

merv

  • Bir cins güzel koku.

merzencuş

  • Bir ot cinsi.

meş'ur / meş'ûr / مشعور

  • Bilinçli, şuurlu. (Arapça)

mesalih-i cüz'iye-i müteferrika

  • Birbirinden farklı, cüz'î, bireysel faydalar.

mesani / mesânî

  • Bir şeyin tekrarı.

meşe

  • Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur.

mesel / مَثَلْ

  • Bir şeyin üzerine getirilen örnek.

mesele-i ula / mesele-i ûlâ

  • Birinci mesele.

meskat-ı re's

  • Bir kimsenin doğduğu yer.
  • Bir kimsenin doğduğu yer.

meslek ve meşreb

  • Bir hedefe ulaşmak için takip edilen tarz ve metod.

mesnednişin

  • Bir mesned veya makamda bulunan. (Farsça)

mesnevi / mesnevî

  • Bir şiir türü.

meşruti / meşrutî

  • Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.

meşrutiyyet

  • Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.

mesuk-un leh

  • Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.

metod

  • Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem. (Fransızca)

mevadd-ı münasebe

  • Birbirine uyan maddeler.

mevcud-u meçhul

  • Bilinmeyen varlık.

mevcudat-ı müteavine / mevcudat-ı müteâvine

  • Birbiriyle yardımlaşan varlıklar.

mevdu hadis / mevdû hadîs

  • Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.

mevk

  • Bir şeyin ucuz olması.

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mevsuf / mevsûf / مَوْصُوفْ

  • Bir vasıfla sıfatlanan.

mevsule / mevsûle

  • Bitiştirilmiş.
  • Bitiştirilmiş.

mevzi / mevzî

  • Bir şey konulacak yer.

mevzi'

  • Bir şey konulacak yer.

meyelan

  • Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.

meyelan-ı fıtriye / meyelân-ı fıtriye

  • Bir şeyde yaradılıştan var olan meyiller, eğilimler.

meyliyat

  • Bir tarafa meyleden istekler.

mezc etme

  • Birleştirme, karıştırma.

meziyet-i zatiye / meziyet-i zâtiye

  • Bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan meziyet ve değerli özellik.

mi'cer

  • Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp.

micveb

  • Bir şey kesmeye yarıyan demir.

midanem

  • Biliyorum. (Farsça)

midmak

  • Binanın iskeleti.

midvek

  • Bir şey ezmekte kullanılan taş.

mihsarre

  • Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek.

mihyal

  • Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi.

mil

  • Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.

mila

  • Bir kap dolusu nesne.

milak

  • Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne.

milk

  • Birinin tasarrufunda bulunan şey veya yer.

mimar / mîmar

  • Bina tasarımcısı.

min haysü la yeş'ur / min haysü lâ yeş'ur

  • Bilmediği bir tarzda, beklemediği şekilde.

min-cihetin

  • Bir cihetten, bir bakıma göre.

min-vechin

  • Bir bakımdan, bir cihetten.

minnetdar / minnetdâr

  • Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. (Farsça)
  • Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.

minşar / minşâr / منشار

  • Bıçkı. (Arapça)

mir'at-ül ayn

  • Bir şeyin dış görünüşü.

mir-ab

  • Bir kentin su işlerine bakan kişi. (Farsça)

misenn

  • Bileği taşı.

mişhaz

  • Bileği taşı.

misk

  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

miskal

  • Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.

misleyn

  • Birbirine benzeyen iki şey, birbirinin aynısı olan iki şey.

misvak / misvâk

  • Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

mişye

  • Bir yürüme çeşidi.

mit'em

  • Bir defalık ikiz doğuran kadın.

mite

  • Bir nevi ölmek.

miting

  • Bir gaye uğruna yapılan büyük toplantı.

miz'ac

  • Bir yerde karar etmeyen kadın.

mizbah

  • Bıçak.

mizz

  • Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü.

mu'cir

  • Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.

mu'cizat / mu'cizât

  • Bir şeyin mucizeviliği.

mu'cize

  • Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey.

mu'cizeli

  • Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü bir şekilde olan.

mu'cizevi / mu'cizevî

  • Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakır şekilde.

mu'dem

  • Bir şeyi yitiren, kaybeden.

mu'tazıb

  • Birbirine yardım eden. Birbirine muavenette bulunan.

mu'tenik

  • Birinin boynuna sarılan.

mu'ter

  • Bir nesneye mütecâviz olan, bir şeye tecâvüz eden.

mu'zam

  • Bir şeyin en büyük kısmı. İ'zam edilmiş, büyütülmüş.
  • Birşeyin en büyük kısmı.

muahede-i ittifakiyye

  • Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma.

muakabe

  • Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.

muakid

  • Birbiriyle akid yapan, sözleşen.

mualece / muâlece

  • Bir işin üzerinde durarak teşebbüs etme, bir işe girişme; maddeten elleme, ilişme.

muamma / muammâ / معما

  • Bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.
  • Bilmece.
  • Bilmece. (Arapça)

muammaalud / muammââlûd

  • Bilmeceli.

muanaka / muânaka

  • Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
  • Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma.

muanık

  • Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.

muarız

  • Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen.

muarref

  • Bilinen.

muaşaka / muâşaka

  • Birbirine âşık olma.

muaşeret / muâşeret / مُعَاشَرَتْ

  • Bir arada yaşama.

muasır

  • Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.

mübadele / mübâdele

  • Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, değiş-tokuş, trampa, takas.
  • Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış.

mübadere

  • Bir işe hemen girişme, başlama.

mübadir

  • Bir işe hemen girişen.

mübahele

  • Birine beddua etme, ilenme, birinden nefret etme.

mübahese

  • Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. Bir şeyin bahsini etmek. Musahabe.

mübakere

  • Bir işe sabahtan başlamak.

mübalağa

  • Bir şeyi çok büyütme, abartma, küçük bir şeyi büyük gösterme.

mübarat

  • Bir kimsenin iş ortağından veya karısından, anlaşarak ayrılması.

mübatana

  • Bir mevzu üzerinde karşılıklı çekişme.

mübayenet / mübâyenet / مُبَايَنَتْ

  • Birbirine benzememe, zıtlık.

mübtedi

  • Bir işe yeni başlayan, çaylak, acemi.
  • Bir işte yeni olan kimse, acemi.

mübtedi'

  • Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.

mücarre

  • Bir kimsenin hakkını süründürme. İşini sürüncemede bırakma.

mücavedet

  • Bir kimseye karşı ihsan ve kerem etme.

mücehhelen

  • Bilinmiyerek, mücehhel olarak.

mücemmiz

  • Bindiği hayvanı çok yürüten.

mücmel

  • Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müdavim

  • Bir yere ve işleme devam eden.

müddahir

  • Biriktiren. Toplayıp saklayan.

müddehar / مُدَّخَرْ

  • Biriktirilmiş, yığılmış. İstif edilmiş. İddihar edilmiş.
  • Biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
  • Biriken.
  • Biriktirilmiş.

müddeharat / müddeharât

  • Birikenler.

müddehir

  • Biriktirilen, toplayıp saklayan. İddihar eden.

müdehhar

  • Biriktirilip cem' olunmuş, bir araya getirilmiş olan.

müdri / müdrî

  • Bildiren, idra eden.

mufadale

  • Bir şeyi diğerine üstün tutma.

müfareze

  • Bir şeyden kesilip ayrılma.

mufavviz

  • Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.

müfcir

  • Birden kaynayıp akıtan. Tefeccür eden.

müfelfel

  • Biberli.

müfreze

  • Bir kaç alaydan müteşekkil. Ordudan ayrılmış bir kol asker.

müftihane / müftihâne

  • Bir kitabı okumaya başlarken verilen ziyâfet.

mugameze

  • Birini göz işaretiyle zemmetme.

mugayyebat / mugayyebât

  • Bilinmeyenler.

mugişş

  • Birisini fenalığa bırakan, aldatan.

muhacat

  • Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.

muhacere

  • Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.

mühadat

  • Birbirine bahşiş ve hediye vermek.

muhakat / muhâkât

  • Bir kimseyi ahmak yerine koyma.
  • Bir şeye uymak, tatbik edip benzemek.

muhakeme etme / muhâkeme etme

  • Bir şeyi iyice araştırdıktan sonra hüküm verme.

muhakeme-i hissi / muhakeme-i hissî

  • Bir mesele hakkında hislerle düşünme.

muhalese

  • Bir şeyi alıp kaçmak.

muhasara

  • Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.

muhasımeyn

  • Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.

muhassas

  • Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.

mühatat

  • Birbirine atâ ve bahşiş etmek, hediye vermek.

muhazza

  • Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.

muhit-i mekteb-i irfan

  • Bir okyanusu andıran irfan okulu.

muhnis

  • Birine verdiği sözü geri alan.

mühr-ü vahdet

  • Birlik mührü.

muhtar kavl / muhtâr kavl

  • Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

mühtebiş

  • Birikmiş, bir araya toplanmış.

muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib / muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib

  • Birbirinden farklı usûl, tarz ve yol izleyenler.

muhteşid

  • Biriken, toplanan.

muhteva

  • Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.

muhtezen

  • Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş.

mühtezim

  • Bir kimsenin malını zorla alıp gasbederek zulmeden.

muhvil

  • Bir yaş tamamlamış.

mukaddem fen

  • Bir önceki bilim.

mukaddemat-ı ihzariye / mukaddemât-ı ihzariye

  • Bir şeyi hazırlamak için önceden yapılan işler.

mukarenet

  • Bitişiklik, yaklaşma, kavuşma, uygunluk, cinsel yaklaşma.
  • Bitişiklik, yakınlık.

mukarib

  • Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.

mukarin

  • Bitişik, yakın.

mukarrin

  • Birlikte bulunduran.

mukatele

  • Birbirini öldürme, vuruşma, savaş.
  • Birbirini öldürme.

mükellef

  • Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse.

mükreh-ün aleyh

  • Bir kimsenin yapması için zorlandığı iş.

mukrem

  • Bir kavmin ulusu, seyyidi.

mükrih

  • Bir kimseyi istemediği bir şeyi yapması için zorlayan, tehdîd eden.

mukrin

  • Birlikte. Berâber.

muktebes

  • Bir yerden alınan.

muktedi / muktedî

  • Birine uyan.

müktesebat / مكتسبات

  • Bilgi birikimi. (Arapça)

mukteza / muktezâ

  • Bir şeyin gereği.

mül'aka

  • Bir kaşık dolusu miktar.

mülaene

  • Birbirine bedduâ etme. Lânetleşme.

mülaet / mülâet

  • Bir örtü adı.

mülahake

  • Bir nesneyi diğerine gereği gibi yetiştirmek.

mülatama

  • Birbirine şamar vurma, tokat atma.

mülaveme

  • Birbirini çekiştirme.

mülazım / mülâzım

  • Birşeyden ayrılmama, aralıksız devam etme.

mülezzez

  • Bir yere biriktirilip toplanmış, yığılmış ve ulaştırılmış nesne.

mülk

  • Bir şeyin dış yüzü.

mülk-i yemin / mülk-i yemîn

  • Bir kimsenin mülkü olan köle veya câriye.
  • Bir kimsenin emrindeki köleler ve câriyeler.

mültebis

  • Birbirine karıştırılmış.

mültehid

  • Bir yere sığınan kimse.

multekit

  • Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran.

mültezim

  • Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan.

mümalata

  • Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere karşılıklı şiir söylemek.

mümanaa

  • Birbirine engel olma.

mümasaa

  • Birbiriyle kılıçlaşmak.

mümaşat etme / mümâşât etme

  • Bir kimsenin fikrine katılıyormuş gibi görünme.

mümasse

  • Birbirine değme. Dokunma, temâs etme.

mumil / mumîl

  • Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren.

mümtezic

  • Birleşen, kaynaşan.

mümteziç

  • Birleşik, karışık.

mümtezicen

  • Birleşerek.

mün'atıf

  • Bir tarafa doğru teveccüh etmiş. Meyillenen, bir tarafa yönelen. Mütemâyil, meyledici.

münaceze

  • Bitip tükenmek.

münafat

  • Birbirinin aksine olan. Birbirine aykırı olmak. Aykırılık, mugayeret, münafi, muhalefet.

münakade

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayırmak.

münakız / münâkız

  • Birbirine zıt.

münamese

  • Birbiriyle sırlaşmak.

münasara

  • Birbirine yardım etme. Muavenette bulunma.

münasebat-ı tevafukiye / münâsebât-ı tevafukiye

  • Birbirine uygun gelişmelerdeki bağlantılar, ilişkiler.

munatıf / munâtıf

  • Bir tarafa yönelmiş, meyletmiş.

münbais

  • Bir sebepten ileri gelen, bir şeyden ileri gelmiş.

müncedil

  • Bırakılmış.

müncer / مُنْجَرْ

  • Bir tarafa doğru çekilip sürüklenen, sona eren.

mündemic / مُنْدَمِجْ

  • Bir şeyin içine yerleştirilmiş.

mündemiç olan

  • Bir şeyin içinde var olan, bulunan, saklı olan.

münderecat / münderecât

  • Bir şeyin içine dercedilmiş şeyler, anlatılan şeyler, muhteva.

münekker

  • Bilinmeyen, bilinmez.
  • Bilinmeyen, meçhul.

munfasi / munfasî

  • Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan.

münha

  • Bildirilmiş, tebliğ edilmiş.

münhasır kalma

  • Bir özellik ve konumla sınırlı kalma.

munkarız

  • Bitmiş, batmış.

müntevi

  • Birşey yapmaya niyetlenen.

münzevi / münzevî

  • Bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, dünyadan çok âhiret için çalışan kişi.

münzeviyane

  • Bir köşeye çekilip ibadetle uğraşarak, vaktini ibadetle geçirerek.

müraşe

  • Bir kimsenin üzerinde olan küçük hak.

muravaza

  • Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma.

müredded

  • Bir hususta hayran ve sergerdan olmuş, şaşırmış olan.

mürekkeb / مُرَكَّبْ

  • Birleşik olan, parçalanabilen. Basitin zıddı.
  • Birkaç şeyden oluşturulan.

mürekkebat / mürekkebât

  • Bir bütünü oluşturan parçalar.

mürekkep

  • Bir araya gelmiş, birlik oluşmuş.

mürettebat

  • Bir iş için hazırlanan kimseler, personel.

murtabıt / murtâbıt

  • Birbirine bağlı, birbiriyle bağlantılı.

mürtecim

  • Birbiri üstüne istif olmuş olan.

mürtekış

  • Birbirine giren. Karmakarışık olan.

müruriye

  • Bir köprüden veya yabancı memleketden geçerken verilen para.

mus

  • Bıçak.

müş'ir

  • Bildiren, haber veren.

müşabehet / müşâbehet / مُشَابَهَتْ

  • Birbirine benzeme.

musabiyet

  • Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.

musafaa

  • Birbirinin boynuna sarılma.

müsahhar

  • Bir şeyin tesiri altında kalmış, büyülenmiş.

musahi / musahî

  • Bir şeyin hâlisi. Seçilip ayrılmışı.

müsanat

  • Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.

müsavat ve müvazene-i etvar

  • Bir kimsenin tavır ve hareketlerinin ölçülü ve dengeli olması.

müşavere

  • Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)

müşaveret

  • Birbirleriyle istişare etme; birbirlerine danışma.

müsavi

  • Birbirine denk olmak, aynı seviyede olmak. Denk, aynı derecede.

müsebbebat / müsebbebât

  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.

müşekkel / مشكل

  • Biçimli, kalıplı. (Arapça)

müşekkik

  • Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat, özellik.

müserrah

  • Bırakılmış, boşanmış.

musibet-i semaviye / musibet-i semâviye

  • Bir hikmete binaen Allah tarafından gökten indirilen musibet, belâ.

müşir

  • Bildiren.

müstafzıl

  • Bir şeyden arta kalan.

müstahsinane / müstahsinâne

  • Bir şeyin güzelliğini kabul eder şekilde.

müstakill-i bizzat

  • Bizzat, başlı başına, tek başına.

mustashiben

  • Birlikte, beraberce. Yanında olarak.

müstebgi / müstebgî

  • Bir şeyin olması için yardımda bulunan.

müştebih

  • Birbirine benzer, benzeyen; şüpheli.
  • Birbirine benzeyen.

müstebtın

  • Bir şeyin ledününe, içyüzüne âşinâ olan.

müstedlel

  • Bir delil ile ispat edilmiş, delilli.

müsteid / مُسْتَعِدْ

  • Bir şeyi yapmaya ehil olan.

müstemsik

  • Bırakmamak üzere sıkı tutan.

müstened

  • Bir şeye istinad etmiş veya o şey sened kabul edilmiş.

müstenhic

  • Birinin mesleğine giren.

müstensih / مُسْتَنْسِخْ

  • Bir yazıdan örnek çoğaltan.

müster'i / müster'î

  • Bir kimseden bir şeyin saklanıp muhafaza edilmesini isteyen.

müşterek

  • Birlikte, beraber, ortak.

müşteri

  • Bir gezegen.

müstesna olma

  • Birşeyin dışında, hariç olma.

müstevsik

  • Bir kimseden sened veya vesika alan.

müşti

  • Bir avuç dolusu.

müsvedde-i ula / müsvedde-i ûlâ

  • Birinci müsvedde.

mütabaat

  • Birine tâbi olmak, uymak. Birini takib etmek.

mutabık

  • Birbirine uyan, uygun.

mutalaa

  • Bir mes'ele hakkında bilgi edinmek için tetkikatta bulunma, okuma, okuma ile meşguliyet.

mütalaa

  • Bir işi etraflıca düşünmek, okumak, tetkik etmek.

mutaraha

  • Birbirine söz söyleme.

mütareke / متاركه

  • Bırakışma, karşılıklı silah bırakma. (Arapça)

mutarrid

  • Bir düziye, devamlı, aynı şekilde olan.

mutarriden / مطردا

  • Bir düziye, bir teviye.
  • Biteviye. (Arapça)

mutasallıf

  • Bilgiçlik taslayan, şarlatan, gösterişçi.

mutasayyif

  • Bir yerde yazlıyan.. Yaz mevsimini geçiren.

mutatarrif

  • Bir yana çekilen.

müteaddid / متعدد / مُتَعَدِّدْ

  • Bir çok, çoğalan, türlü türlü, tekrar.
  • Birçok, birkaç, adetli, sayılı.
  • Bir çok.
  • Birçok. (Arapça)
  • Bir çok.

müteaddit

  • Birçok.

müteadid

  • Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren.

müteadil

  • Birbirine denk ve eşit gelen. Teadül eden.

müteafir

  • Birbirinden nefret eden.

müteakis / müteâkis

  • Birbirine ters, zıt.

müteanik

  • Birbirinin boynuna sarılmış durumda olan.
  • Birinin boynuna sarılan.

müteanika

  • Birbirinin boynuna sarılmış.

mütearız

  • Birbirine zıt ve muhâlif olan.

mütearric

  • Bir tarafa meyleden, bir yana eğilen.

mütearrif

  • Bir şeyi araştırarak bilen. İrfan sahibi.

müteaşir

  • Birbiriyle iyi geçinen, muâşeret eden.

müteati

  • Birbirine veren.

müteavine

  • Birbirleriyle yardımlaşan.

mütebadir / mütebâdir

  • Birden bire akla gelen. Ortaya çıkan.
  • Birdenbire akla gelen.

mütebagiz

  • Birbirine düşman olan, kin güden, hased eden.

mütebahhirin / mütebahhirîn

  • Bilgileri pek çok olanlar, deniz gibi derin bilgili olanlar. Allâmeler.

mütebaid / mütebâid

  • Birbirinden uzak.

mütebayin / mütebâyin

  • Birbirine uymayan. Birbirine zıt olan. Birbirinden ayrı.
  • Birbirinden ayrı, farklı.

mütebenni

  • Bir kimseyi oğul edinen.

mütecahil / mütecâhil

  • Bilmez görünen.

mütecahilane / mütecahilâne

  • Bilmiyor görünerek, bilmemezlikten gelerek. (Farsça)

mütecavibe

  • Birbirine cevap veren, birbirini destekleyen.

mütecavil

  • Birbiri etrafında dolaşan, cevelan eden.

mütecazib

  • Birbirini çeken, yakınlaştıran.

mütefavit / mütefâvit

  • Birbirinden farklı.

mütefayid

  • Birbirinden istifade edip faydalanan.

mütefelsifane / mütefelsifâne / متفلسفانه

  • Bir filozof gibi. (Arapça - Farsça)

mütefennin

  • Bilgili, sanatkâr, fen ilimlerine sahip.

mütegayir / mütegâyir / متغایر

  • Birbirine zıt.
  • Birbirine zıt. (Arapça)

mütehabbis

  • Bir yere kapanan. Kendini hapseden.

mütehabbisane / mütehabbisâne

  • Bir yere kapanıp kendini hapsedene yakışır surette. (Farsça)

mütehacim

  • Birbirine hücum eden, saldıran.

mütehacimane / mütehacimâne

  • Birbirine saldırır ve hücum eder şekilde. (Farsça)

mütehafitane / mütehafitâne

  • Birşeye istekle saldırırcasına. (Farsça)

mütehalif / mütehâlif / متخالف

  • Birbirine muhalif olan. Birbirine uymayan. Birbirini tutmayan.
  • Birbirine karşı, uymaz.
  • Birbirine uymayan. (Arapça)

mütehallid

  • Bir yerde devamlı olarak kalan. Ebedi, sermedi.

mütehallik

  • Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o ahlâka alışan.

mütehasid

  • Birbirini kıskanan, çekemiyen. Birbirine hased eden.

mütehassir

  • Birbirine hasretle bağlanma.

mütehatıb

  • Birbirine hitab eden, söyleşen.

mütehatir

  • Birbirini yalanlayan, tekzib eden.

mütehavir

  • Birbiriyle konuşan.

mütehazib

  • Biribine muvâfık olmak, uygunluk.

mütekabiletan

  • Birbirine karşı olan iki şey.

mütekafiyen / mütekâfiyen

  • Birbirine eşit, denk, müsavi ve akran olarak.

mütekallid

  • Bir görevi üzerine alan ve yapan.

mütekamir

  • Birbiriyle kumar oynayan. Kumar arkadaşı.

mütekavvem

  • Biçilmiş, kesilmiş. Toplanmış.

mütekellim-i maalgayr / مُتَكَلِّمِ مَعَ الْغَيْرْ

  • Birinci çoğul şahıs, biz.
  • Birinci çoğul şahıs.

mütekellim-i vahde / مُتَكَلِّمِ وَحدَه

  • Birinci tekil şahıs, "ben".
  • Birinci tekil şahıs.

mütelakim

  • Birbirine yumruk atan, telâküm eden.

mütelebbid

  • Birbiri üstünü yığılıp kat kat olmuş.

müteleffik

  • Bitişik ve yapışık olan.

mütemasil / mütemâsil

  • Birbirine benzer.

mütemayiz

  • Birbirinden ayrılan, ayırt edilmiş.

mütemerkiz / متمركز

  • Bir yere toplanmış, merkezleşmiş.
  • Bir merkezde toplanma. (Arapça)

mütemessel

  • Bir şeye benzetilen.

mütenadd

  • Birbirinden ürken, korkan.

mütenafir / mütenâfir

  • Birbirinden nefret eden.

mütenahhi

  • Bir tarafa çekilen. Çekingen.

mütenakir

  • Bilmezlikten gelen, bilmez görünen.

mütenakız / mütenâkız / مُتَنَاقِضْ

  • Birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden, birbirini bozup nakzeder olan. İkinci söylediği sözü, birinci söylediği söze zıt olup uymayan.
  • Birbirine zıt, çelişen.
  • Birbirine zıt.
  • Birbirine zıt olan.

mütenakkıl

  • Bir yerden diğer bir yere nakleden, göçen.

mütenasiben / mütenâsiben

  • Birbirine uygun olarak.

mütenasık

  • Birbirine uygun olan, münâsib ve nizam üzerine dizilmiş olan.

mütenasika

  • Bir düzen içinde, tertipli; birbirine uygun, insicamlı.

mütenasil

  • Birbirinden doğan, tenasül eden.

mütenasip / mütenâsip

  • Birbirine uygun.

mütenasır

  • Birbirine yardım eden, muavenette bulunan, yardımlaşan.

mütenekkir

  • Bilinmeyecek, tanınmayacak surete giren. Kıyafet değiştiren.

müteneşşib

  • Bir şeye ilişip tutulan.

müterakim / müterâkim / مُتَرَاكِمْ

  • Birikmiş.
  • Birikmiş, biriken.
  • Birikmiş.

müterettibe

  • Birbirine uyumlu şekilde sıralanan.

müterevvih

  • Bir şeyden koku alan. Kokulanan.

müteşabih / müteşâbih

  • Birbirine benzer, mânâsı kapalı âyet ve hadîs.

müteşabik / müteşâbik

  • Bir ağ gibi birbiri içine girmiş.

müteşabike / müteşâbike

  • Birbirine girmiş, örgülenmiş, karışık.

müteşacirane / müteşacirâne

  • Birbirlerine sopayla vururcasına. (Farsça)

müteşaki

  • Birbirlerine hallerinden şikâyet edenlerin beheri.

mütesakıt

  • Birbiri ardınca dökülüp düşen.

mütesalif

  • Birbirleriyle bacanak olan.

mütesanidane / mütesânidâne

  • Birbirine dayanıp kuvvet vererek.

mütesanit

  • Birbirini destekleyen.

müteşarik

  • Birbiriyle ortak olan.

mütesavi / mütesâvi

  • Birbirine eşit.

müteşavir

  • Birbirine danışan, müşavere eden.

mütesaviyen

  • Birbirine eş değerde.

mütesayif

  • Birbirine kılıçla vuran.

mütesebbib

  • Bir şeyin olmasına yol açan, sebep olan.

müteşebbisane / müteşebbisâne

  • Bir işe girişerek, teşebbüs suretiyle. (Farsça)

müteselsil

  • Birbirini takib eden. Zincirleme, arasız, uzayıp giden.

müteselsilen

  • Birbirine bağlanmış sıra halinde, zincirleme şekilde.

mütesemmi

  • Bir isim ile isimlenen, müsemma olan.

mütetabian

  • Birbiri ardınca. Birbirinin peşinden.

mütetabık / mütetâbık

  • Birbirine uygun olan.

mütetabıkan / mütetâbıkan

  • Birbirine uygunluk içinde.
  • Birbirine uyarak.

mütetali

  • Birbiri ardınca olup giden.

mütetarik

  • Bir işi bırakmakta olan.

mütevadd

  • Birbirine sevgi gösteren.

mütevafık

  • Birbirine uygun olan, tevafuk eden.
  • Birbiriyle uyumlu olan.
  • Birbirine uyan.

mütevaggıl

  • Bir işle fazla uğraşan, bir konu hakkında derinlemesine ilgilenen ve takip eden.
  • Bir işle pek fazla meşgul olan.

mütevaggil

  • Bir şeyin çok derinliğine giren, meşguliyetini derinleştiren. Usanmayıp, yorulmayıp gayret ve devam eden.

mütevağğıl

  • Bir şeyle aşırı meşgul olan, derinlemesine dalan.

mütevaid

  • Birbirine söz veren. Sözleşen.

mütevakil

  • Birbirini vekil eden.

mütevakkı'

  • Bir şeyin vukuuna muntazır olan, ümid eden, ricâ ve niyazda bulunan.

mütevali / mütevâli

  • Birbiri ardınca giden, ard arda gelen, takip eden.

mütevalid

  • Birbirinden doğup üreyen.

mütevasi

  • Birbirine teveccüh edip yönelen. Birbirine tavsiye eden.

mütevasib

  • Birbirinin üzerine sıçrayan.

mütevasık

  • Birbirine güvenip itimad etmek suretiyle anlaşan.

mütevati / mütevâtî

  • Birbirine benzeyen.
  • Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet, özellik.

mütevatir hadis / mütevâtir hadîs

  • Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

mütevattın

  • Bir yeri vatan edinmiş, tavattun etmiş, yurt tutmuş.

müteveccihane / müteveccihâne

  • Bir yana dönerek, teveccüh edip yönelerek. (Farsça)

mütevelli / mütevellî / متولى

  • Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.
  • Bir vakfın üst yöneticisi. (Arapça)

mütevessikane

  • Bir işe sımsıkı sarılarak. Bir işi sebat ve devam üzere tutarak. (Farsça)

mutezad / mûtezad

  • Birbirine zıt.

mütezadd

  • Birbirine zıt, birbirinin aksi olan.

mütezadde / mütezâdde

  • Birbirine zıt.

mutlak adalet / mutlak adâlet

  • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

mutlak zuhur / mutlak zuhûr

  • Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

mutlakıyyet-i idare

  • Bir kişinin arzu ve isteklerine bağlı olan idare sistemi.

muttala

  • Bilgilenme noktası.

muttali olan

  • Bir bilgiye ulaşan, gözlemleyen.

muttarid

  • Bir düzeye giden, sıralı, düzgün, muntazam.

muttariden

  • Bir düziye, bir teviye.

muttasıl / مُتَّصِلْ

  • Bitişik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. Ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.
  • Bitşik. Aralıksız. Fâsılasız. Hiç durmadan. İttisâl eden, ulaşan, kavuşan.
  • Bitişik, aralıksız, sürekli.
  • Bitişik.

müttefik / متفق

  • Birleşmiş, kendisiyle birleşilen kimse.
  • Birlik olmuş, ittifak yapmış. (Arapça)

müttefikan / مُتَّفِقًا

  • Birleşerek, fikir birliğiyle.
  • Birlikte.

müttefikane

  • Birleşerek.

müttehid / متحد / مُتَّحِدْ

  • Birleşmiş.
  • Birleşmiş, kaynaşmış.
  • Birleşik. (Arapça)
  • Birleşmiş.

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

müttehiden

  • Birlikte, birlik olarak, ittihad ederek.

müttehim

  • Birisine zan ile kabahat isnad eden.

muvakebe

  • Bir işe sebat ve gayret gösterme.

müvalefe

  • Birbiriyle üns tutmak, dostluk kurmak.

muvarat

  • Bir şeyi örtüp gizleme.

müvarese

  • Birbirinden miras yemek.

muvasaka

  • Birbirine söz verip anlaşma.

muvasebe

  • Birbirinin üstüne atlama, zıplama, sıçrama.

müvatere

  • Bir yapıp bir yapmamak. (Bir gün oruç bir gün iftar gibi)

müvazaa

  • Birbiriyle düzenlilik edip, başkalarına tersini göstermek.

muvazebet

  • Bir işle dâimâ uğraşma. Bir işe durmadan çalışma.

muvazi / muvazî

  • Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi. Paralel.

müvekkel

  • Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse.

müyul-ü müteşaibe

  • Birçok dallara ayrılmış meyiller, arzular.

muza'af

  • Bir kat daha artmış. Bir o kadar daha çoğaltılmış.

muzacea

  • Bir yerde beraber yatmak.

muzadde

  • Birbiriyle zıt olmak, terslik.

muzaeme

  • Bir kimse ile bacanak olmak.

müzahame / müzâhame

  • Bir yere yığılarak fertlerin birbirine zahmet vermesi.

müzahametsiz

  • Birbirine engel olmaksızın, birbirini zorlamaksızın.

muzahat

  • Bir şeye benzeme.

müzahemet / müzâhemet

  • Bir yere yığılıp sıkışma.

müzakerat

  • Bir mesele hakkında karşılıklı görüş alışverişleri.

müzakere / müzâkere

  • Bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.

müzayakasız

  • Birbirini sıkıştırıp birbirine engel olmaksızın.

müzayele

  • Birbirinden ayrılma.

müzekkire

  • Bir iş için üst makama yazılan resmi kâğıt.

müzellak

  • Bilenmiş, keskin.

na-aşna

  • Bilinmeyen, yabancı. (Farsça)

na-ehil / nâ-ehil

  • Bir konuda ehil olmayan.

na-gehan

  • Birdenbire, ansızın, âniden. (Farsça)

na-kare / na-kâre

  • Bir işe yaramaz olan. (Farsça)

na-ma'lum

  • Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan. (Farsça)

nabite

  • Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk.

nabüdü / nâbüdü

  • Biz ibadet ederiz.

nacak

  • Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.

nagah / nagâh / nâgâh

  • Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî) (Farsça)
  • Birdenbire.

nahle

  • Bir tek arı.

nahnu

  • Biz.

nahnü / نَحْنُ

  • Biz.
  • Biz.

nahz

  • Bir şeyle dürtme.

naib / nâib

  • Birinin yerine geçen, vekil.

nakiz / nakîz

  • Bir şeyin hüküm ve mânâsının tersi, muhalifi.

nakızeyn / nâkızeyn

  • Birbirine zıt iki şey.

nakl-i sahih

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakl-i sahih-i

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakl-i sahih-i kat'i / nakl-i sahih-i kat'î

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakş-ı nazmi-i i'cazi / nakş-ı nazmî-i i'câzî

  • Bir mu'cize olan tertip ve dizilişindeki örgü.

nakş-ı vahdet / نَقْشِ وَحْدَتْ

  • Birliği gösteren nakış, birlik nakşı.
  • Birlik nakşı.

nakş–bendi / nakş–bendî

  • Bir tarikat, bu tarikatı kuran zat.

nakvet

  • Bir şeyin seçkini.

namalum / nâmalûm / نامعلوم

  • Bilinmeyen. (Farsça - Arapça)

nar-ı teessüf / nâr-ı teessüf

  • Bir ateş gibi insanın içini yakan üzüntü ve kırgınlık.

naşie-i zatiye / nâşie-i zâtiye

  • Bizzat zâtından çıkan ve zâtından başka hiçbir şeyden kaynaklanmamış olan.

natıs

  • Bilgili, faziletli adam.

navakıf / nâvâkıf

  • Bilmeyen, anlamayan.

naz-perdar

  • Birinin nazını çeken. (Farsça)

nazar-ı dikkate alma

  • Bir meseleyi tüm yönleriyle ele alma.

nazar-ı hayal

  • Bir meseleye hayalen bakmak.

nazar-ı irfan

  • Bilgece bakış.

nazardan düşürme

  • Birşeyin insanların gözündeki değerini düşürme.

nazariyye

  • Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilec ek umûmî bir fikirdir.

nazume

  • Bir cins renkli kumaş.

nazzare

  • Bir şeye bakan kavim.

nebat / nebât / نبات / نَبَاتْ

  • Bitki.
  • Bitki.
  • Bitki. (Arapça)
  • Bitki.

nebatat / nebâtât / نَبَاتَاتْ

  • Bitkiler.
  • Bitkiler.
  • Bitkiler.

nebati / nebatî / nebâtî / نباتى / نَبَات۪ي

  • Bitki ile ilgili, bitki cinsinden.
  • Bitkisel, bitki ile ilgili.
  • Bitkisel. (Arapça)
  • Bitkiye âit, bitki kökenli.

nebati haşir / nebatî haşir

  • Bitkilerin öldükten sonra bahar mevsiminde yeniden diriltilmeleri.

nebatiyet

  • Bitkilere âit, bitkisel.
  • Bitki olma hâli.

nebze / نَبْذَه

  • Bir parça.

neccina / neccinâ

  • Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua).
  • Bizi kurtar.

necisü'l-ayn

  • Bir şeyin bizzat kendisinin pis olması.

nedan

  • Bilmeyen, bilmez. (Farsça)

nefed

  • Bitirme, tükenme, bitirilme.

nefis / نَفِسْ

  • Bir kimsenin kendisi.
  • Bir şeyin kendisi, zât.

nefs-i vahide

  • Bir şey, bir kişi.

nefsülemir

  • Birşeyin gerçek hâli ve konumu; işin aslı esası.

nefy-i ebed

  • Bir daha dönmemek üzere nefyedip sürme.

nefy-i mülk

  • Bir malın başkasına ait olduğunu söyleme.

nehabik

  • Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen.

nemidanem

  • Bilmiyorum.

nemis

  • Bittikten sonra yine biten ot.

nemm

  • Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.

nergis

  • Bir çiçek.

neş'

  • Bir nesneyi zorla çekmek.

nesf

  • Bir yapıyı temelinden yıkma.

nesis

  • Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.

nesk

  • Bir kelâmı başka kelâma atfetmek.

neşter-i ümid

  • Bir neşter görevini gören umut.

netice-i tevhid

  • Birleme, her şeyin bir olan Allah'a ait olduğu sonucuna ulaşma.

netk

  • Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek.

netnun

  • Bir ağaç cinsi.

nev'an ma / nev'an mâ / نوعا ما

  • Bir bakıma. (Arapça)

nev'an-ma

  • Bir dereceye kadar, bir bakıma göre, bir suretle.

nev'umma

  • Bir derece, bir suretle.

nevabit / nevâbit

  • Bitkiler.

nevahi-i kaza

  • bir kazâya bağlı olan nahiyeler.

ney

  • Bir tür üflemeli müzik aleti.

nezzare / nezzâre

  • Birbirini takip eden, birbirine bakan.

nikah-ı mut'a / nikâh-ı mut'a

  • Bir zamanlık, geçici nikâh olup meşru değildir.

nimet-i istifade

  • Bir şeyden yararlanabilme nimeti.

nims

  • Bir ot cinsi.

nısa'

  • Bir cins beyaz elbise.

nişad

  • Bir kimseye yemin vermek.

nısaf

  • Bir şeyi tam olarak ikiye bölme.

nizam-ı ekmel-i kasdi / nizam-ı ekmel-i kasdî

  • Bilerek kasten plânlanmış olan en mükemmel düzen.

nokta-i ittisal / نُقْطَۀِ اِتِّصَالْ

  • Bitişme noktası.

nokta-i telaki / nokta-i telâkî

  • Birleşme noktası.

nokta-i vahide / nokta-i vâhide

  • Bir nokta.

nota

  • Bildiri.

nübub

  • Bitmek.

nücme

  • Bir ot cinsi.

nüfus

  • Bireyler, insanlar.

nüfza

  • Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.

nüham

  • Bir kuş cinsi.

nuhust

  • Birinci, ilk, evvel. (Farsça)

nuhustin / nuhustîn

  • Birinci, ilk, evvel. (Farsça)

nukaa

  • Birşeyi ıslamada kullanılan su.

nukaza

  • Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne.

nümune-i ittihad

  • Birleşme örneği.

nun-u mütekellim-i maalgayr

  • Birinci çoğul şahıs; biz.

nur-u ehad

  • Bir olan ve herbir varlıkta birliği tecellî eden Allah'ın nuru.

ömr-ü mukadder

  • Biçilmiş, belirlenmiş ömür.

ömr-ü zail / ömr-ü zâil / عُمْرٌ زَائِلْ

  • Bitmeye mahkum ömür.

ömri hibe / ömrî hibe

  • Bir kimseye; "Ömrün boyunca evim senin olsun" diyerek yapılan hibe.

operasyon

  • Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat. (Fransızca)

öşr-ü mişar-ı aşir

  • Binde bir.

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

para / پَارَه

  • Bir kuruşun kırkta biri.

parsel

  • Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası. (Fransızca)

pasinler cephesi

  • Birinci Dünya Savaşı'nın ilk çıktığı sıralarda Erzurum yakınlarındaki Pasinler yöresinde Ruslar'a karşı açılan cephe.

perestiş etmek

  • Bir şeye aşırı düşkün olmak.

pey-der-pey

  • Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar. (Farsça)

peygulegüzin

  • Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan.

peyvestegi / peyvestegî

  • Bitişme, ulaşma, bitişiklik. (Farsça)

pir / pîr / پ۪يرْ

  • Bir işin en mâhir ustası, reis.

piyango

  • Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.

pota

  • Bir çeşit tas.

pres ateşeliği

  • Bir ülkenin yabancı ülkede kendini temsil için açtığı büyükelçilik bünyesinde bulunan Basın Ateşeliği.

propaganda

  • Bir fikri, ya da malı beğendirmek için yapılan ilân, reklâm.
  • Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat. (Fransızca)
  • Bir fikrin tanıtılması faaliyeti.

püştvare

  • Bir hamal yükü. Bir arkalık yük. (Farsça)

rabıta / râbıta

  • Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu

rabıta-i ittifak

  • Birlik bağları.

rabıta-i ittihad

  • Birlik bağı.

rabıta-i vahdet

  • Birlik bağı.

radif

  • Binicinin ardına binen kişi.

radm

  • Binayı taşla yapmak ( O binaya "razim" derler.)

rafide

  • Binanın direği.

raic-i vakt

  • Bir şeyin şimdiki değeri.

raiyet / رَعِيَتْ

  • Birinin idaresi altındaki halk.

rakiben / râkiben / راكبا

  • Binmiş olarak, binerek.
  • Binerek. (Arapça)

rakip / râkip

  • Binmiş, binen.

rakkasane / rakkasâne

  • Bir dansçı gibi dans ederek.

rapor

  • Bir tedkik neticesini bildiren yazı. (Fransızca)

rasğ

  • Bilek, elbileği.

ratık

  • Bir şeyin yarığını bitiştiren, yırtığını kavuşturup birleştiren.

ravi-i kıssa

  • Bir hâdiseyi hikâye eden. Hikâye anlatan.

raz-aşna

  • Bir sırrı bilen. (Farsça)

recez

  • Bir nevi şiir.

reddiye

  • Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.

reft

  • Bir şeyi ufalıyarak kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama.

rehin

  • Bir şeyin yerine garanti olarak tutulan.

rehn

  • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

rehs

  • Bir şeyi ayakla çiğniyerek ezme.

rejim

  • Bir devletin yönetim biçimi.

rejim-i bid'akarane / rejim-i bid'akârâne

  • Bid'aları, dinin aslından olmayan zararlı âdet ve uygulamaları getiren rejim.

rek'at-ı ula / rek'at-ı ulâ

  • Birinci rekât.

rekam

  • Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne.

rekm

  • Biriktirme, yığma.

rekub

  • Binek hayvanı, binilecek şey.

remil

  • Bir fal türü.

remiyye

  • Bir nesne ile atılmış olan av.

remz-i hikmet

  • Bilimsel işaret.

resh

  • Bir şeyin, yerin sabit olması.

resim

  • Bir çeşit deve yürüyüşü.

retküfetk / رتق و فتق

  • Bir işi iyi idare etme. (Arapça)

revabıt-ı içtima / revâbıt-ı içtimâ

  • Bir araya getiren bağlar.

revnak-efza

  • Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren. (Farsça)

rezn

  • Bir şeyi kaldırıp ağır mı hafif mi diye görmek.

ricaname

  • Bir iş için yazılan rica mektubu. (Farsça)
  • Bir iş için yazılan rica mektubu.

rikabi / rikâbî

  • Binici, binen.

rişhand / rîşhand / ریشخند

  • Bıyık altından gülme. Alay. (Farsça)
  • Bıyık altından gülüş. (Farsça)

rişvet

  • Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para.

röportaj

  • Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı. (Fransızca)

ru-şinas

  • Bilen, tanıyan. (Farsça)

rüft

  • Bir küçük canavar. ("İnâk-ul arz" da derler)

ruh-u asli / ruh-u aslî

  • Bir şeyin asıl özü, ruhu.

ruhul

  • Binmek için kullanılan deve.

rükun

  • Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil.

rumi / rumî

  • Bir nevi takvim.

rusg

  • Bilek.

rüsuh

  • Bir ilmin derinliğine, özüne ve inceliğine vakıf olma, sağlam ve geniş bilgi sahibi olma.

rüşvet

  • Bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.
  • Bir işin yapılması için haksız alınan veya verilen haram para.

sa'f

  • Bir şarap cinsi.

sab

  • Bir acı otun suyu.

sabae

  • Bir dinden bir dine geçmek.

şabb-ı emred

  • Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.

sabık harb-i umumi / sabık harb-i umumî

  • Birinci Dünya Savaşı.

sabıka-i mükerrere / sâbıka-i mükerrere

  • Birden fazla suç işleme.

sabri-i evvel

  • Birinci Sabri.

saddetmek

  • Bir şeyin gediğini kapamak, tıkamak, engel olmak.

sadrnişin

  • Bir toplantıda baş sedirde oturan. (Farsça)

saf

  • Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar.

saff-ı evvel / صَفِّ اَوَّلْ

  • Birinci saf.

safragun

  • Bir cins serçe kuşu.

sağnak

  • Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur.

şahadetname

  • Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. (Farsça)

sahib-i hakiki / sâhib-i hakikî

  • Bir şeyin gerçek sahibi.

sahibe / sâhibe

  • Bir şeyin sahibi olan kadın.

sahife-i itibar-ı alem / sahife-i itibar-ı âlem

  • Bir kitap gibi kabul edilen kâinat sayfası.

sahife-i vahid

  • Bir tek sahife, bir sayfa.

şahs-ı ma'nevi / şahs-ı ma'nevî / شَخْصِ مَعْنَو۪ي

  • Bir topluluğun ifade ettiği manevî kişilik.

şahs-ı meçhul

  • Bilinmeyen şahıs.

şahs-ı vahid / şahs-ı vâhid / شَخْصِ وَاحِدْ

  • Bir tek şahıs, kişi.
  • Bir şahıs.

şahsen / شخصا

  • Bizzet, kendisi. (Arapça)

şahsiyet

  • Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.

sahtgir

  • Bir şeyi sıkıca tutan. (Farsça)

saib

  • Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan.

sakin / sâkin

  • Bir yerde veya zamanda oturup yaşayan, bulunan.

salah

  • Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)

salif-ül beyan

  • Bildirilmiş, beyanı geçmiş.

salif-üz zikr

  • Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen.

salik / sâlik

  • Bir yolu ve yöntemi takip eden.
  • Bir yola bağlı olan, bir yolu takip eden, bir tarikata girip hidayet yolunu takip eden, mürid.

saltanat alemi / saltanat âlemi

  • Bir ülkenin hakimiyeti ve yönetimiyle ilgili alan.

saltanat-ı zatiye / saltanat-ı zâtiye

  • Bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik.

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

sara / sarâ

  • Bir çeşit asabi hastalık.

saray-ı kabe-i ulya / sarây-ı kâbe-i ulyâ

  • Bir saray hükmünde olan şu kâinatta her şeyin Rabbine yöneldiği yüce Kâbe.

saray-ı vücud

  • Bin kubbeli harika bir saraya benzetilen insan vücudu.

sarf-ı nazar

  • Bir şeyden vazgeçme, cayma.

şart

  • Biri diğerinin şartına bağlı olan iki cümleden ilki. Meselâ "Haber verirsen, gelirim" ifadesinde "Haber verirsen" şarttır, "gelirim" cezadır.
  • Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.

şartname

  • Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt. (Farsça)

savm-ı davudi / savm-ı davudî

  • Bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek.

saydenani

  • Bir küçük canlı.

sayrem

  • Bir lokma yemek.

şe'n

  • Bir şeyin gereği.

seam

  • Bir çeşit deve yürüyüşü.

sebeb-i dai / sebeb-i dâî

  • Birşeyin ortaya çıkmasındaki gerektirici sebep.

sebeb-i telif

  • Bir eserin yazılma sebebi.

sebele

  • Bıyık.

şebib

  • Bıçak üstüne sürçmek.

sebin

  • Bir dağın adı.

secde-i şükr

  • Bir nîmete kavuşan veya bir dertten kurtulan kimsenin Allahü teâlâ için yaptığı secde.

secde-i şükür

  • Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.

secdeteyn

  • Birbiri arkası yapılan iki secde.

şecere-i nariye / şecere-i nâriye

  • Bir ağacın dalları gibi kâinatın her yerine yayılmış olan ateş.

şecere-i tuba-i islamiyet / şecere-i tûbâ-i islâmiyet

  • Bir tûbâ ağacı hükmünde olan İslâmiyet.

seciye-i avra

  • Bir gözü kör olan seciye; olaylara sadece şahsî çıkar açısından veya sadece dünyevî açıdan bakan seciye, huy.

şedde

  • Birinci hamle.

şefaric

  • Bir cins helva.

sehar

  • Bir havuç cinsi.

şehid-i ahiret / şehîd-i âhiret

  • Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.

şehnişin

  • Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. (Farsça)

şehsüvar / شهسوار

  • Binici, usta binici. (Farsça)

şekakıl

  • Bir Hind ağacının dalları.

şekil

  • Biçim.

sekkak

  • Bıçakçı, çakıcı.

selbub

  • Bir dere.

sema' / semâ'

  • Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek.

semai müennes / semaî müennes

  • Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime.

semen-i rayic / semen-i râyic

  • Bir malın o günkü değeri.

semere-i vahid

  • Bir tek meyve.

şems-i islamiyet / şems-i islâmiyet

  • Bir güneş gibi her yeri aydınlatan İslâmiyet.

şems-i vahid

  • Bir ve tek olan güneş.

semsere

  • Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek.

semure / semûre

  • Bir cins ağaç.

senaveri / senaverî

  • Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. (Farsça)

sencilat

  • Bir cins koku.

serapa

  • Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar. (Farsça)

seraser / serâser / سراسر

  • Bir baştan bir başa. (Farsça)

şerbe

  • Bir içim su.

serbeser / سربسر

  • Bir baştan bir başa. (Farsça)

sergüzeşt-i zalimane / sergüzeşt-i zâlimâne

  • Bir kimsenin yaptığı, yaşattığı zalimce olaylar, gaddarlıklar.

serm

  • Birinin dişlerini kırma.

sersere

  • Bir kimse konuşurken söz katmak.

servet-i ilmiye

  • Bilgililik, âlimlik, ilim zenginliği.

seth

  • Bir kimsenin arkasına vurmak.

setl

  • Birbiri ardınca bir bir çıkmak.

şetm

  • Bir kimseye dil uzatmak, sövmek, kötülemek.

şevk-i kesb

  • Bir kazanç elde etme şevk ve gayreti.

sevm-i nazar

  • Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.

şey-i vahid / şey-i vâhid

  • Bir tek şey.

şeyd

  • Binayı kireçle yapmak.

şeyh

  • Bir tarîkatın kurucusu veya başı.

şibh-i billuri / şibh-i billurî

  • Billur gibi olan.

sibkan

  • Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır.

sicistan

  • Bir cins darı.

siclat

  • Bir güzel kokulu çiçek.

sidder

  • Bir oyun adı.

şiddet-i muhalefet

  • Birbirinden çok farklı ve zıt olması.

şiddet-i tevaggul

  • Bir şeye fazlaca dalma.

sidre

  • Bir ağaç, gökte mânevî bir yer.

şifahane-i hikmet

  • Bilim, hikmet şifahanesi.

sıfsıl

  • Bir ot cinsi.

siga-i mübalağa / siga-i mübâlağa

  • Bir şeyin pek çok, pek büyük, pek ileri olduğunu gösteren kelime hâli. Fiilin mübâlağalı çekimi. Hallâk, Rezzak, Kahhar, Rauf gibi.

sikayet

  • Birine içecek su verme.

şıkkayn

  • Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı.

sikke-i vahid-i ehad / sikke-i vâhid-i ehad

  • Bir olan ve birliği herbir şeyde görülen Allah'ı gösteren mühür.

sikkin / sikkîn / سكين

  • Bıçak.
  • Bıçak. (Arapça)

sıle

  • Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.

silhem

  • Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.

silsile-i rivayet

  • Birinin diğerine nakletmesiyle gelen rivayet, nakil zinciri.

sima' / simâ'

  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

sima-yı istidadiye-i hususiye

  • Bir insanda özel yeteneklerin oluşturduğu yüz.

sina / sînâ

  • Bir dağ ismi.

sırr-ı ittihad

  • Birlikteki sır, espri.

sırr-ı mahiyet

  • Bir şeyin özündeki sır, gizem.

sırr-ı tevhid

  • Birleme esprisi; herşeyin bir olan Allah'a ait olmasının sırrı, Ona ait kılma sırrı.

sırr-ı tezad

  • Birbirine zıt olma esprisi; zıtlık sırrı.

sırr-ı vahdet / سِرِّ وَحْدَتْ

  • Birlik sırrı.
  • Birlik sırrı.

sıtma

  • Bir hastalık.

siyakat

  • Binek hayvanını arkasından sürme.

siyyanen

  • Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

şua'

  • Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.

süal

  • Bir kabile ismi.

subre

  • Birikinti, yığın.

sübut-u ilmi / sübut-u ilmî

  • Bir şeyin ilmen var olması, ilim dünyasında varlığının sabit olması.

süda'

  • Bir otun adı.

süha

  • Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.

suistimal / suistimâl

  • Bir şeyi kötüye kullanma.

şukak

  • Bir çeşit hayvan hastalığı.

sulbi / sulbî

  • Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.

süluk / sülûk / سُلُوكْ

  • Bir yola girmek, manen yükselmek.
  • Bir yola girme.

süluk eden / sülûk eden

  • Bir yöne doğru giden.

sümme

  • Bir tutam ot.

sünnet-i daimi / sünnet-i daimî

  • Bitmeyen, devamlı ve doğru işleyen kanun.

şüpüş / شپش

  • Bit. (Farsça)
  • Bit. (Farsça)

sur

  • Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar.

şürabiye

  • Bir şeye bakmak için boyun uzatmak. (Farsça)

suret

  • Biçim, şekil.

suret-i mesele

  • Bir meselenin sûreti, genel yapısı; asıl yapısı.

suret-perestlik / sûret-perestlik

  • Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, rûhuna va mânâsına kıymet vermemek.

sureta / suretâ

  • Biçim, görünüş itibariyle.

suretiyle

  • Biçimiyle.

süreyci / süreycî

  • Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip "süreycî" derler.)

sütur

  • Binek ve yük hayvanı. (Farsça)

sutur-ül gayb

  • Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar.

şütürbar / şütürbâr

  • Bir deve yükü kadar olan ağırlık. (Farsça)

şuur / شعور

  • Bilinç, idrak.
  • Bilinç. (Arapça)

şuurdarane / şuurdârâne

  • Bilinçli bir şekilde.

şuuri / şuurî

  • Bilinçli şekilde, şuurla.

şuurlu

  • Bilinçli.

şuursuz

  • Bilinçsiz.

şuursuzluk

  • Bilinçsizlik, idraksizlik.

şuuru külli / şuuru küllî

  • Bilgi ve kavrayışı kapsamlı.

suver-i müteaddidede

  • Bir çok şekillerde.

ta'ammüden

  • Bilerek, isteyerek, önceden hazırlayarak yapma.

ta'kir

  • Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme.

ta'lil

  • Bir hükmün sebep ve illetlerini ortaya çıkarma, gösterme.

ta'lil ba'd-el-vuku'

  • Bir şeye sonradan uygun bir sebep uydurma.

ta'limat

  • Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.

ta'rif / ta'rîf / تَعْر۪يفْ

  • Bir ismi, bir şeyi belirli kılma.

ta'rife

  • Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı.

ta'til / ta'tîl / تَعْط۪يلْ

  • Bırakma, durma.

ta'ziz

  • Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek.

ta-i evvel / tâ-i evvel

  • Birinci "tâ" harfi.

taaddüd-ü zevcat

  • Birden fazla kadınla evlilik.
  • Bir kaç kadınla evlilik hali.

taaddüdüzevcat / taaddüdüzevcât

  • Birden fazla evlilik.

taaddüt

  • Birden fazla olma.

taallukat

  • Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.

taammüd / تعمد

  • Bilerek yapma.
  • Bilerek yapma. (Arapça)

taammüden / تعمدا

  • Bilerek, kasıtlı olarak. (Arapça)

taarruz

  • Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.

taarüf

  • Birbirini bilmek, tanımak.

taassub-u mezhebi / taassub-u mezhebî

  • Bir mezhebe aşırı derecede bağlılık.

tab'a

  • Bir kere basılma.

tab'a-i ula / tab'a-i ûlâ

  • Birinci baskı.

taberzed

  • Bir cins şeker.

tabi / tâbi

  • Birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.

tabi bulunma / tâbi bulunma

  • Bir şeye bağlı olma.

tabiat / طَب۪يعَتْ

  • Bir şeyin kendi özelliği.

tabii / tabîî / طَب۪يع۪ي

  • Bir şeyin kendine hâs.

tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.

tabiiyet / tâbiiyet

  • Bir başkasına uymak, tabii olmak.

tabiler / tâbiler

  • Bir inanca ve dine bağlı olanlar.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tadadd

  • Birbirine düşmanlık etmek.

tadagun

  • Birbirini istemeyip garaz edişmek.

tadamm

  • Bir yere cem'olmak, toplanmak.

tadarr

  • Birbirine zarar etmek.

tadlil etme / tadlîl etme

  • Bir kişiyi dinden çıkmakla itham etme.

tafazzul / تفضل

  • Bilgiçlik taslama. (Arapça)

tafsil-i mahiyet / tafsîl-i mahiyet / تَفْص۪يلِ مَاهِيَتْ

  • Bir şeyin ne olduğunu açıklama.

taglib / taglîb

  • Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

tahab

  • Birbiriyle sevişmek.

tahai

  • Birbiriyle kardeş olmak.

tahakkuk

  • Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.

tahaşşüd

  • Birikme, yığılma. Toplanma.

tahassun

  • Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.

tahatül

  • Birbirini aldatmak.

tahavüz

  • Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.

tahavvüb

  • Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak.

tahaz

  • Birbirini kandırmak, aldatmak.

tahazül

  • Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek.

tahazzün

  • Birikme.

tahiyyet-ül mescid

  • Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.

tahkimat

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.

tahliye-i sebil

  • Bir suçluyu bırakma, salıverme.

tahliz

  • Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak.

tahma

  • Bir ot cinsi.

tahmil-i minnet

  • Birini minnet altında bırakma.

tahrifat

  • Bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.

tahsin-i kelam / tahsin-i kelâm

  • Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek.

tahsis

  • Biri için ayırma.
  • Bir şeyi birine mahsus kılma, ona özel yapma.

tahsis edilen

  • Bir hedef ve netice için ayrılan.

tahsisat / tahsisât

  • Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal.
  • Biri için ayırmalar.

tahsisen

  • Birine ayırmakla.

tahteşşuur / تحت الشعور

  • Bilinçaltı. (Arapça)

tahtüşşuur / tahtüşşuûr / تحت الشعور

  • Bilinçaltı. (Arapça)

taife-i nebatat / taife-i nebâtât

  • Bitkiler taifesi, topluluğu.

tak / tâk

  • Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan.
  • Bina kemeri.

takabbüb

  • Binaya kubbe yapmak.

takadi

  • Birbirine hakkını vermek.

takadu'

  • Birbirine süngü ile vurmak.

takali

  • Birbirini düşman kabul etmek.

takammül

  • Bitlenme. Bitli olma.

takarr

  • Birbiriyle kararlaşmak.

takarüb

  • Birbirine yakın olmak.

takassi

  • Bir şeyin aslını esasını araştırma.

takavül

  • Birbiriyle söyleşmek.

takavvüb

  • Bir şeyin kabuğu soyulmak.

takazüf

  • Birbirine iftira edip atışmak.

takdir etme

  • Birşeyin değerini ve mahiyetini tam olarak bilme ve anlama.

takdir etmek

  • Bir şeyin değerini anlama.

takdirname

  • Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt. (Farsça)

takriş

  • Birbirine rağbet etmek.

takriz / takrîz / تَقْر۪يضْ

  • Birşeyi veya bir eseri beğendiğini söyleme ve bu gayeyle yazılan yazı.
  • Bir eserin medih yazısı.
  • Bir eseri tanıtan ve öven yazı.

takrizname / takriznâme

  • Bir eser hakkında yazılan övgü ve beğeni yazısı.
  • Bir eseri metheden yazı.

taksit

  • Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi.

takvir

  • Bir cismi yuvarlak kesmek.

takviz

  • Binayı yıkmak.

talak-ı selase / talâk-ı selâse

  • Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması. Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir.

talid

  • Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası.

tamam-ı ıttırad-ı ahval

  • Bir kimsede var olan huy ve hasletlerin sekteye uğramadan biteviye devam etmesi, her zaman aynı durumu göstermesi.

tantik

  • Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.

tanzid

  • Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.

tarafdar

  • Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran. (Farsça)

tarafgirane / tarafgirâne

  • Bir grup veya partiyi destekleyerek, benimseyerek.

tarassud

  • Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.
  • Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme.

tareten

  • Bir kere veya bazı defa.

tareten uhra / târeten uhrâ

  • Bir kere daha, başka bir kere daha.

tarfetü'l-ayn

  • Bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an.

tarif-i şer'i / târif-i şer'î

  • Bir şeyin İslâm hukukuna göre tarifi, tanımı.

tarife / târife

  • Bir işlemin nasıl gerçekleştirileceğini gösteren belge.

tarifename / târifename

  • Bir şeyin bütün özelliklerini tanıtan yazı.

tarifname / târifname

  • Bir şeyin yapılışını, kullanılışını anlatan yazı.

tarih-i vuku

  • Bir olayın gerçekleşme tarihi.

tarik-ı evvel / tarîk-ı evvel

  • Birinci yol.

tarik-i vahdaniyet / tarîk-i vahdâniyet / طَر۪يقِ وَحْدَانِيَتْ

  • Birlik yolu.

tarsif

  • Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.

tarz

  • Biçim, şekil.
  • Biçim, yol, metod.

tarz-ı vahdet

  • Birlik hali.

tarzim

  • Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.

tasaduk

  • Birbirine inanmak.

tasarruf etme

  • Bir şeyde değişiklik yapma vs. gibi dilediği gibi hareket etme.

tasaru'

  • Birbiriyle güreşmek.

tasarum

  • Birbirini kesmek.

tasayuh

  • Birbirine çağırmak.

taşnak

  • Bir Ermeni komitesi.

tasrif

  • Bir şeyi bir yöne çevirmek, yönlendirmek, istediği şekilde kullanma ve idare etme.

tasvir etme

  • Birşeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma.

tasyir

  • Bir surete koyma. Bir şekle vardırma.

tatallüb

  • Bir defa daha istemek.

tatalu'

  • Birbirine bakmak. Gözlemek.

tatar

  • Bir Müslüman Türk kabilesi.

tatbin

  • Bir şeye çamur sürme.

tatrih

  • Bırakmak.

tavaggul

  • Bir işe kendini tamamen verme.

tavattun

  • Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek.

tayfur

  • Bir kuş ismi.

tayy-i meratib

  • Birden üst mertebeye geçmek. Birden mertebeleri aşıp, geçip gitmek.

tayyımekan / tayyımekân

  • Bir yerdeyken birdenbire başka yerde olmak.

tayyızaman

  • Bir zamandan birdenbire başka zamana geçmek.

tazavvu'

  • Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması.

te'leb

  • Bir ağaç adı.

te'lifkerde / te'lîfkerde / تأليف كرده

  • Biri tarafından kaleme alınmış. (Farsça)

te'nis

  • Bir kelimenin sonuna te'nis alâmeti olan ( ) ilâve ederek müennes yapmak.

te'vil

  • Bilinen anlamından başka bir anlamda yorumlama. Başka anlam verme.

teaddüd-i zevcat / teaddüd-i zevcât

  • Birden fazla kadınla evlenmek; poligami.

teakub / teâkub / تعاقب

  • Birbirini izleme.
  • Birbirini izleme. (Arapça)
  • Teâkub etmek: Birbirini izlemek. (Arapça)
  • Teâkud etmek: Karşılıklı akitleşmek. (Arapça)

teanuk / teânuk

  • Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
  • Birbirine sarılma.

tearrüf

  • Bir şeyi araştırarak öğrenme.

tearüf

  • Bilinme, tanınma.

tearuzan / teâruzan

  • Birbirine zıt, her biri diğeriyle çelişiyor olarak.

tearuzen

  • Birbirine zıt olarak, muarız olarak.

teati / teâtî / تعاطى

  • Birbirine verme. (Arapça)
  • Teâtî edilmek: Birbirine verilmek. (Arapça)

teati-i efkar / teati-i efkâr

  • Birbirlerine fikir verme.

teayüş

  • Birbiriyle dirlik etmek.

teayyün-i vücubi / teayyün-i vücûbî

  • Bir şeyin, insanın hakîkati.

teb'an

  • Bir şeyin arkasından gitmek ve ona tabi olmak.
  • Bir şeye bağlı olarak; bir şeye bağlı olduğu şeyi dikkate alarak ikinci derecede bakmak.

tebaa

  • Bir devletin hükmünde bulunan (Türkiye Devletinin tebaası gibi).

tebadül / tebâdül

  • Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.
  • Birbirinin yerine geçme, yer değiştirme.

tebadür / tebâdür

  • Birdenbire aklına gelme.

tebagi

  • Birbirine zulüm etmek.

tebasbus

  • Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek, yaltaklanmak.

tebattun

  • Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.

tebazül

  • Birbirine bahşiş etmek.

tebea

  • Bir devletin hükmünde bulunan (Türkiye Devletinin tebaası gibi).

tebelleş

  • Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.

tebellür

  • Billurlaşma.

tebellür eden

  • Billurlaşan.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.

teberrük

  • Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak.

tebliğ / تبليغ

  • Bildirme, ulaştırma.
  • Bildirme.

tebliğ buyurmak

  • Bildirmek.

tebliğ edilen

  • Bildirilen.

tebliğ etme

  • Bildirme, ulaştırma.

tebliğ etmek

  • Bildirmek.

tebliğ eylemek

  • Bildirmek.

tebligat

  • Bildiri.

tebliğat / teblîğât / تبليغات

  • Bildirim.
  • Bildiriler. (Arapça)

tebliğname / tebliğnâme

  • Bildiri.

tebrik

  • Bir kimseyi eriştiği bir iyilikten dolayı "Bârekellâh" diye sevincini bildirmek. Mübarekliğini, Cenab-ı Hakk'ın onu muvaffak kıldığını söyleyerek ta'ziz etmek.

tebvie

  • Bir kadını boş bir evde oturtma.

tecahül / tecâhül / تجاهل / تَجَاهُلْ

  • Bilmezlikten gelme. Bilmiyor görünme.
  • Bilmezlikten gelme.
  • Bilmezlikten gelme. (Arapça)
  • Bilmemezlikten gelme.

tecahülkar / tecahülkâr

  • Bilmezlikten gelen. (Farsça)

tecalüs

  • Birlikte oturmak.

tecavez an-na

  • Bizi affeyle (meâlinde dua).

tecavüb / tecâvüb

  • Birbirine cevap verme.

tecavüp / tecâvüp

  • Birbirinin ihtiyacına cevap verme.

tecavüz etme

  • Bir başkasının hakkını çiğneme, haddini aşma.

tecazüb / tecâzüb

  • Birbirini cezbetme, yakınlaşma.

tecazüp

  • Birbirini cezbetme; birbirine duyulan yakınlık, sempati.

tecbin

  • Birisine "korkaksın" deme, korkak sayma.

tecdid-i biat

  • Biatını, bağlılığını, itimadını tekrarlamak, yenilemek.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecemmu

  • Bir arada bulunma, toplanma.

tecennüd

  • Bir yere toplanıp asker olmak.

techil

  • Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma.

teçhil

  • Birinin veya bir topluluğun cahil olduğunu iddia etmek.

techil / techîl / تجهيل

  • Bilgisizliğini çıkarma. (Arapça)

tedafü / tedâfü

  • Birbirine karşı savunma vaziyeti alma.

tedahül / tedâhül

  • Birbirine girme.

tedai-i efkar / tedaî-i efkâr

  • Bir fikrin veya şeyin başka bir fikri veya şeyi hatıra getirmesi.

tedbir / tedbîr

  • Bir şeyi elde edecek veya önliyecek yol, çâre; bir işin sonunu düşünerek hareket etmek.

tedebbür

  • Birşeyin sonunu, hakikatini düşünme.
  • Bir şeyin üzerinde düşünmek, tefekkür etmek.

tederrü'

  • Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek.

tederrün

  • Bir organın, bir uzvun şişmesi.

tedvin / tedvîn

  • Bir konudaki mevzuatı bir araya toplama.
  • Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.

teehhi

  • Birini kardeş edinme.

teenni-i hikmet / teennî-i hikmet

  • Bilimsel bir süre veya bekleme, ihtiyatlı hareket.

tefahhus

  • Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma.

tefahuş

  • Birbirine çirkin sözler söylemek.

tefani / tefanî / tefâni

  • Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.
  • Birbirinde fâni olma; fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama, onun üstün özelliklerini kendisinin gibi kabul edip onunla iftihar etme.
  • Birbirinde fani olma.

tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ

  • Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da

tefarikulasa / tefârikulasâ

  • Bir olmakla beraber türlü faydaları bulunan.

tefaul / tefâul

  • Birbirinin fiilinden etkilenme.

tefavüd

  • Birbirinden faydalanma, yararlanma.

tefavüt / tefâvüt / تَفَاوُتْ

  • Birbirinden farklı olma.

tefennün-i fi-l ibare / tefennün-i fi-l ibâre

  • Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı.

teferru'

  • Bir asıldan şubelere vs. ayrılma.

teferruat / teferruât

  • Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.

tefettün

  • Bir kimseyi zorla fitneye atma.

tefevvüt

  • Birbirinden eksik olmak.

tefevvüz

  • Bir işi üzerine alma.

tefrik

  • Birbirinden ayırma.

tefsik

  • Birisini günahkârlık ile suçlama.

tefyil

  • Bir kimsenin bir kimseye "fikrin zayıf" demesi.

tegabbi

  • Birisini geri zekâlı sayma.

tegabi

  • Bilmez olmak. Ahmaklaşmak.

tegafül / تغافل

  • Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.
  • Bilmez görünme.
  • Bilmezlikten gelme, anlamazlıktan gelme. (Arapça)
  • Tegafül etmek: Anlamazlıktan gelmek. (Arapça)

tegalgul

  • Bir işin içine girme, ilmî bir meseleye dalma, onda derinleşme.

tegalüb

  • Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek.

tegat

  • Birbirini suya daldırmak.

tegavür

  • Birbirini yağmalamak.

tegayüb

  • Birkaç kişinin topluca kaybolması.

tehacümat-ı müttehide

  • Bir birlik içinde yapılan hücumlar, saldırılar.

tehalüf / tehâlüf / تَخَالُفْ

  • Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak.
  • Birbirine zıt olma.
  • Bir birine zıt olma.

teharri / teharrî

  • Bir şeyi anlamak için araştırmak.

tehasum / tehâsum / تخاصم

  • Birbirine düşmanlık gütme. (Arapça)
  • Birbirine düşmanlık gütme. (Arapça)

tehcir

  • Bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme.

tehezzuk

  • Bir yerde karar etmeyip çalkanmak.

tehezzül

  • Bıkkın olmak.

tekabül

  • Birbirine karşılık olma, bir ayna gibi karşısında olma.

tekallüd

  • Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma.

tekarüb

  • Birbirine yakınlaşma.

tekattül

  • Birbirini kesme, kesişme.

tekatüm

  • Birbirinden sır saklama.

tekemmül-ü mebadi / tekemmül-ü mebâdî

  • Bir şeyi netice veren ilk unsur ve sebeblerin ibtidailikten mükemmelliğe doğru gitmesi.

tekennüf

  • Bir yere toplanmak.

tekettül

  • Bir yürüme çeşiti.

tekeyyüf

  • Bir nitelik kazanma.

tekfir / tekfîr

  • Birine kâfir demek.
  • Bir kişiyi küfürle itham etmek.
  • Bir kimseye küfr, îmânsızlık nisbet etmek, kâfir demek.

teknisyen

  • Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse. (Fransızca)

telafi etme / telâfi etme

  • Bir kaybı tamamlama, eksiği giderme.

telah

  • Birbirine inatçılık etmek.

telahi

  • Birbirine sövmek.

telahuk / telâhuk

  • Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek.
  • Birbirine katılma, birleşme.

telasuk / telâsuk / تلاصق

  • Bitişme, yapışma. (Arapça)

telaun

  • Birbirine karşılıklı lânet okuma.

telazum

  • Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.

teleccün

  • Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek.

telehvüc

  • Biri işi gevşek yapmak.

telepati

  • Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı hiçbir bağlantı olmadan algılama, uza duyum.

telhis

  • Birşeyi süzüp özünü alma, özetleme.

telif zamanı

  • Bir kitabın yazılma süresi.

telkin

  • Bir fikir ve düşünceyi anlatma, zihinde yer ettirme.

telmih / telmîh

  • Bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. Kapalı söylemek.

telsin

  • Bir nesneye dil etmek.

temaşi

  • Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek.

temasül / temâsül

  • Birbirinin aynısı olma, karşılıklı benzeyiş.

temattuk

  • Bir nesnenin lezzetinden ağzını şapırdatmak.

temayüt

  • Birbirinden ayırmak.

temehhuz

  • Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi)
  • Bir şeyin safileşip olgunlaşması.

temerküz / تَمَرْكُزْ

  • Birikme, toplanma.
  • Bir merkezde toplanma.

temerküz etme

  • Bir yere toplanma; merkezleşme, birikme.

temime / temîme

  • Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.

temin ve tesis

  • Bir neticeyi temin etme ve sağlama.

temme

  • Bitti.

temre

  • Bir tek hurma.

temrid

  • Binayı yüksek yapmak.

temsil

  • Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz.

temsil eden

  • Birinin veya bir topluluğun adına davranan.

temsil-i cüz'i / temsil-i cüz'î

  • Bireysel, ferdî bir temsil.

temsir

  • Birşeye göz dikip beklemek.

temyiz etme

  • Birbirinden ayırma.

temyizen

  • Bir üst mahkemede tekrar görüşülerek.

temzic

  • Birleştirme, kaynaştırma.

tenabüz

  • Birbirine lâkap takıp çağırmak.

tenad

  • Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak.

tenadüs

  • Birbirine lâkap koyup bağırışmak.

tenafi

  • Birbirine zıt ve muhâlif olma.

tenafür / tenâfür

  • Birbirini itme, birbirinden nefret etme.

tenahi / tenâhi

  • Bitme, tükenme.

tenakür / tenâkür

  • Birbirlerini inkâr etme, yekdiğerine inkârla yabani bakma.

tenaşüd

  • Birbirine şiir okuma.

tenasuh

  • Birbirine nasihat etme.
  • Bir ruhun bedenden bedene geçmesi, reankarnasyon.

tenasül

  • Birbirinden doğup üreme, türeme, nesil yetiştirme.

tenasüp / tenâsüp

  • Birbirine uyumluluk, uygunluk.

tenatül

  • Birbirine muhâlif olmak, ters olmak.

tenazuk

  • Birbirine öğretmek.

tenazük

  • Birbirine süngü ile vurmak.

tenazul

  • Birbiri ile oklaşmak.

tenebbüt / تنبت

  • Bitmek, bitki gibi gelişmek.
  • Bitme, yeşerme. (Arapça)
  • Tenebbüt etmek: Bitmek, yeşermek. (Arapça)

teneşşüb

  • Bir şeye ilişip tutulma.

teneşşüd

  • Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenvir ve teyid

  • Bir meseleyi aydınlatma ve destekleyici unsurlar ortaya koyma.

terad

  • Birbirini reddetmek.

terafüd

  • Birbirine yardım etme. Yardımlaşma.

terakkiyat-ı fenniye / terakkiyât-ı fenniye

  • Bilimsel ilerlemeler.

teraküm / terâküm / تراكم / تَرَاكُمْ

  • Birikme, yığılma.
  • Birikme.
  • Birikim, birikme, yığılma. (Arapça)
  • Terâküm etmek: Birikmek, yığılmak. (Arapça)
  • Terâküm ettirmek: Biriktirmek. (Arapça)
  • Birikme.

teraküm eden

  • Biriken, toplanan.

teraküm edilen

  • Biriken, yığılan.

terb

  • Bir nesneyi toprakla örtmek, üstüne toprak saçmak.

terceme

  • Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek.

tercüme

  • Bir sözü bir dilden başka dile çevirme.

tercüme-i hal

  • Biyografi, bir kişinin hayatını anlatan eser.

tereccuh bila müreccih / tereccuh bilâ müreccih

  • Bir şeyin kendi zâtında diğer şeye karşı bir üstünlük vasfı olmadığı hâlde, hiç sebebsiz üstün bulunması ki; böyle bir hal imkânsızdır, muhaldir.

terekküb / تَرَكُّبْ

  • Birleşme, karışma.
  • Birkaç şeyden meydana gelme.

terekküben

  • Birleşmekle.
  • Birleşik olarak.

terekküp

  • Birleşme, meydana gelme.

teremrüm

  • Bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp, söylemeyip kalma.

terettüm

  • Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama.

terfikan

  • Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek.

terk

  • Bırakma, vazgeçme.

terkib / تركيب / terkîb

  • Birleşim, sentez.
  • Birleştirme, tamlama.
  • Birleştirme.
  • Birleştirme, terkip. (Arapça)

terkib-i kıyas

  • Bir davayı isbat için delil arayıp bulma usulü.

terkibat

  • Birleştirmeler; birleşikler yapma.

terkip

  • Birleştirme, sentez.

tertib-i mebadi / tertib-i mebâdi

  • Bir işin gerçekleştirilmesi için gerekli ön şartların yerine getirilmesi.

tertib-i mukaddemat / tertib-i mukaddemât

  • Bir sonuca ulaşmak için uyulması gerekli olan sebepler sırası.
  • Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler.

terviz

  • Bir yeri çayır çimen yapmak.

teşabüh / teşâbüh

  • Birbirine benzeme.
  • Birbirine benzeme, benzerlik.

tesabür

  • Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma.

tesakku'

  • Bir bâtıl nesneyi çekişmek.

tesakut

  • Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek.

tesakutan

  • Birbiri ardına düşerek.

teşaubat / teşaubât

  • Birbirinden ayrılmış dallar, kollar.

tesaül

  • Birbirine sual etme, soru sormak.

teşayu'

  • Birbiriyle yâr olmak.

tesayür

  • Bir uğurdan gitmek.

teşbit

  • Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma.

tescif

  • Bir şeyi örtme.

teşe'üm

  • Bir şeyi uğursuz saymak, kötüye yormak.

teşebbüs / تَشَبُّثْ

  • Bir işe girişme.
  • Bir işe girişme.

teşebbüs-ü şahsiye

  • Bireysel girişimcilik.

teşeffü'

  • Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme.

teşkil

  • Biçimlendirme, oluşturma.

teslim-i nefis

  • Bir kişinin kendisini bir şeye teslim etmesi.

tesniye

  • Bir şeyi kolaylaştırma.

teşrik-i mesai / teşrik-i mesaî / teşrik-i mesâi

  • Birlikte çalışmak. İşbirliği etmek. Bir işi beraber yapmak.
  • Birlikte çalışma, işbirliği yapma.

teşrikü'l-mesai / teşrikü'l-mesâi

  • Birlikte çalışma, işbirliği yapma.

teştir

  • Bir nesneye ayıp vermek, noksanlık vermek.

tesvid

  • Bir yazıyı, daha sonra temize çekmek üzere, karalama olarak yazma, müsvedde.

teşyi'

  • Bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, hürmet için biraz onunla birlikte gitme.

tetabu-u izafat

  • Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.)

tetabuk / tetâbuk / تَطَابُقْ

  • Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek.
  • Birbirine uygun düşme.

tetkikat-ı fenniye

  • Bilimsel araştırma ve incelemeler.

tetra

  • Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek.

tevafuk / توافق / tevâfuk / تَوَافُقْ

  • Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.
  • Birbirine uygunluk.
  • Birbirine denk gelme.
  • Birbirine uygun olma.

tevafuk-u hatır / tevafuk-u hâtır

  • Bir fikir tevafuğu, bir düşünce rastlantısı.

tevafukat-ı müteşabihe

  • Birbirine benzeyen tevafuklar, uyumluluklar.

tevaggul

  • Bir işe girme, bir şeyde derinleşme.

tevakkuf etme

  • Bir şeye bağlı olmak.

tevasül

  • Birbirine ulaşma.

tevazüf

  • Birbiriyle sallanıp yürümek.

tevdi / tevdî

  • Birisine bırakmak, emanet etmek.
  • Bırakma, emanet verme.

tevdi edilen

  • Bırakılan, emanet edilen.

tevdi' / tevdî' / تودیع

  • Bırakma, görev verme. (Arapça)
  • Tevdî' etmek: Bırakmak. (Arapça)

tevehhüs

  • Bir işe dikkat ve itina ile koyulma.

tevessül

  • Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir
  • Bir şeyi vasıta yaparak yaklaşma, sarılma, çalışma.

tevessüm

  • Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
  • Bir işaret, belirti ortaya çıkma, görünme, bir şeyi işaretlerinden hareketle bilme, iyice anlama.

tevfik-i hareket

  • Bir şeyin olmasına ve bir nizamın icablarına uygun düşen hareket.

tevhid / tevhîd / توحيد

  • Birleme, Allahın birliğine inanma.
  • Birleme; herşeyin bir olan Allah'a ait olduğunu bilme ve inanma.
  • Birleme.
  • Birleştirme. (Arapça)
  • Tevhîd edilmek: Birleştirilmek. (Arapça)
  • Tevhîd etmek: Birleştirmek. (Arapça)

tevhiden

  • Birleştirerek, tevhid olarak.

tevhidkarane / tevhidkârâne

  • Birleyerek.

tevhit

  • Birleme; her şeyin bir olan Allah'a verme.

tevkil

  • Birini vekil atama, birini vekil etme, vekil tanıma.

tevkir

  • Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek.

tevli'

  • Bir nesneye beyaz noktalar yapmak.

tevliye satışı

  • Bir malın alış fiyatını söyleyerek aynı fiyatla, satmak.

tevrib

  • Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası.

tevrih

  • Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek.

tevsit

  • Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
  • Birini araya koyma.

teyakkuz-ı arifane / teyakkuz-ı ârifâne

  • Bilen birine yakışır bir şekilde bir uyanıklılık.

teyasür

  • Bir nesneyi solundan tutmak.

tezacür

  • Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.

tezahüm / tezâhüm

  • Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.
  • Birbirine sıkıntı verme, sürtüşme, sıkışma.

tezakkuf

  • Bir şeyi sür'atle alıp yemek.

tezakür

  • Birbirini zikretmek.

tezallüm

  • Birisinin zulmünden şikâyet etme.

tezamür

  • Birbirini kandırmak.

tezavül

  • Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.

tezlil

  • Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.

teznib

  • Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak.

tezyif etmek

  • Bir görüşü çürütmeye ve bozmaya çalışmak.

tiba'

  • Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak.

tibrak

  • Bıçak.

tivele

  • Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.

töhmet

  • Birine isnat edilen suç.

tonaj

  • Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.

tübbet

  • Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup "Misk-i Tübbetî" derler)

tubu

  • Bir nevi kene.

tuliemel / tûliemel

  • Bitmeyen istek.

tumus

  • Bir şeyin mahvolması.

turka

  • Bir kere.

turra-i vahdet / طُرَّۀِ وَحْدَتْ

  • Birlik mührü.
  • Birlik mührü.

tuyur

  • Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak.

ücret

  • Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya mal, karşılık.

uddet

  • Birikim, sermaye, hazırlık.

üftade

  • Biçare, zavallı, âşık.

uğursuzluk

  • Bir şeyi veya bir hâdiseyi şerre, kötülüğe yorumlamak.

uhciyye

  • Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.

uhre

  • Bir şeyin sonu.

ulbari

  • Bir ot cinsi.

ulema / ulemâ / علما

  • Bilginler. (Arapça)

ulema-yı işrakıyyun / ulema-yı işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan âlimler.

ülfet

  • Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları. Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak.

ulguze

  • Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.

üluf

  • Binler.

ulviyet-i mahiyet / ulviyet-i mâhiyet / عُلْوِيَتِ مَاهِيَتْ

  • Birşeyin özünün yüceliği.

umale

  • Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.

ümidgah / ümidgâh

  • Bir şey ümit edilen yer veya makam. (Farsça)

ümmet

  • Bir peygambere inanan topluluk.
  • Bir Peygambere inanan insan topluluğu.

ümmiyane

  • Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan. (Farsça)

umra

  • Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi.

umumiyet

  • Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik.

umur-i izafiye

  • Biri birisiz olmayan ve birbirine nisbet ve kıyaslamayla anlaşılan nitelikler; karanlık-aydınlık, acı-tatlı gibi.

umur-u gaybiye / umûr-u gaybiye / اُمُورُ غَيْبِيَه

  • Bilinmeyen işler.

umur-u izafiye / umur-u izâfiye

  • Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)

umur-u mütenasibe

  • Birbirlerine uyumlu olan şeyler.

ünsiyetkar / ünsiyetkâr

  • Birbirine alışmış.

ünsiyetkarane / ünsiyetkârâne

  • Birbirine alışmışçasına.

ünvan-ı mülahaza / ünvan-ı mülâhaza

  • Bir şeyin hakikatini bir derece düşünebilmek için konulan isim veya ünvan.
  • Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.

urca

  • Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.

usanç

  • Bıkmak.

usfür

  • Bir asıl boya.

üstad-ı alim / üstad-ı alîm

  • Bilgin eğitimci, bilgin öğretmen.

üstur / üstûr / استور

  • Binek ve yük hayvanı. (Farsça)

usul

  • Bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metod.

uvz

  • Bir kimseye sığınmak.

vahdani / vahdânî

  • Birlik sahibi, birliğe ait.

vahdani sima / vahdânî sima

  • Birlik içindeki sîma, görünüş.

vahdaniyet / وحدانيت

  • Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.
  • Birlik.

vahdet / وحدت / وَحْدَتْ

  • Birlik, teklik.
  • Birlik.
  • Bir olma.
  • Birlik.

vahdet mertebesi

  • Bir ve tek olmanın zarurî olduğu derece.

vahdet-i mesele

  • Bir mesele hakkında ileri sürülen delillerin biraraya toplanması.

vahdet-i tedbir

  • Bir elden yönetme.

vahid / vâhid / واحد / وَاحِدْ

  • Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
  • Bir.
  • Bir olan.
  • Bir.

vahid ve ehad / vâhid ve ehad

  • Bir olan ve her bir varlıkta birliği görülen Allah.

vahid-i ehad / vâhid-i ehad

  • Birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Allah.

vahid-i ehad-i samed / vâhid-i ehad-i samed

  • Bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

vahid-i fert

  • Bir, tek kişi.

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.

vahidikıyasi / vâhidikıyâsî

  • Birim, "metre" gibi.

vahidiyet / vâhidiyet

  • Birlik, teklik.

vahiy

  • Bir emrin veya bir hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi.

vakıf / vâkıf / وَاقِفْ

  • Bilen, Allah için veren.
  • Bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan.
  • Bilen, haberdâr olan.

vakıfane / vâkıfane / vâkıfâne

  • Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle. (Farsça)
  • Bilerek, hakim olarak.

variş

  • Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse.

vasf-ı tahsini / vasf-ı tahsinî

  • Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir.

vasfetmek

  • Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak.

vasi / vasî

  • Bir kimsenin, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tâyin ettiği kimse.

vasil / vasîl

  • Birinden aslâ ayrılmaz kimse.

vasıta-i cer

  • Birşeyi herhangi bir menfaata veya geçinmeye vasıta yapma.

vasıta-i cerr

  • Birşeyi çıkar aracı yapma.

vasiyet

  • Bir kimsenin öldükten sonra yapılmasını istediği şey.

vasıyyet

  • Bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.

vasiyyet

  • Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâ

vasl

  • Birleştirme, ulaştırma.

vata'

  • Bir şeyi ayakla çiğneme.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.

vatandaş

  • Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan.

vazı / vâzı

  • Bir tarif, sistem vs. koyan, yerleştiren.

ve'l-ilmü indallah

  • Bilgi Allah katındadır.

veba / vebâ

  • Bir salgın hastalık.

vech-i ma / vech-i mâ

  • Bir sebepten dolayı.

vechen

  • Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan.

vehf

  • Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma.

vehleten

  • Birdenbire. İlkin. Ansızın.

vehs

  • Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak.

vekalet / vekâlet

  • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.
  • Birinin yerini tutma.

vekaleten / vekâleten

  • Birisine vekil olarak. Başkası adına.

vekaletname / vekâletnâme

  • Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. (Farsça)

velediyet

  • Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.
  • Birinin çocuğu oluş, Hıristiyanların isa aleyhisselâma hata ile "Allahın oğlu" demeleri.

velev / وَلَوْ

  • Bile, hatta.

velsan

  • Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.

velu'

  • Bir şeye fazla düşkün olan.

velyetme

  • Birbiri ardı sıra gitmek birini takip etmek.

verak

  • Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.

veş'

  • Bir şeyin üstüne çıkmak.

vesait-i esbab

  • Birer vasıta olan sebepler.

vesatat-ı aliye / vesâtat-ı âliye

  • Bir hürmet ve saygı ifadesi olarak "yüce aracılığınızla" anlamında bir söz.

vesayet

  • Bir başkasının yardımı ve koruması altında bulunma.

vesbe

  • Bir atlama. Bir sıçrayış.

vesika

  • Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened.

vesk

  • Bir deve yükü miktârında bir hacim ölçeği.

veyh

  • Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır.

veylettirmek

  • Birbiri ardı sıra götürmek, birbiri ardı sıra gelmeyi sağlamak.

vezega

  • Bir cins büyük keler.

vifak

  • Birbirine uyma.

vilayet yolu / vilâyet yolu

  • Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya kavuşturan evliyâlık yolu.

vücub şartları / vücûb şartları

  • Bir ibâdetin bir kimseye farz olmasının şartları.

vücud-u nebati / vücud-u nebâtî / vücûd-u nebâtî / وُجُودُ نَبَاتِي

  • Bitkisel varlık.
  • Bitki varlığı.

vuku'-i hal / vuku'-i hâl

  • Bir hâdisenin çıkış ve oluş şekli.

vukuf / vukûf / وقوف

  • Bir şeyi etraflıca bilme, öğrenme.
  • Bilme, biliş.
  • Bir şeyi bilme, öğrenmiş olma.
  • Bir konu hakkında geniş bilgi sahibi olma. (Arapça)

vukuflu

  • Bilen, bilgili.

vukufsuz

  • Bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan.
  • Bilgisiz. (Arapça - Türkçe)

vükul

  • Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.

vülu'

  • Bir şeye aşırı derece düşkünlük.

vusla

  • Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey.

yafuh

  • Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.

yankesici

  • Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.

yare / yâre

  • Bilezik. (Farsça)

yegan / yegân / یگان

  • Birler. (Farsça)

yegan yegan / yegân yegân / یگان یگان

  • Bir bir, tek tek. (Farsça)

yegane / yegâne / یگانه

  • Biricik. (Farsça)

yeganegi / yegânegî / یگانگى

  • Birlik, teklik. (Farsça)

yegden

  • Birden, birdenbire. (Farsça)

yek / یك

  • Bir. (Farsça)

yek-dü-se

  • Bir-iki-üç. (Farsça)

yekbeyek / یك بيك

  • Bir bir, birer birer. (Farsça)

yekdem

  • Bir nefes, çok az, çok kısa. (Farsça)

yekdiğer

  • Bir başkası.
  • Bir başkası.

yekdiger / yekdîger / یك دیگر

  • Birbiri. (Farsça)

yekdiğeri

  • Bir diğeri.

yekdil / یك دل

  • Bir gönül. (Farsça)

yekruz

  • Bir günlük. Geçici, muvakkat. (Farsça)

yeksal

  • Bir yıllık. Bir yaşında. (Farsça)

yekşebe

  • Bir gecelik. (Farsça)

yeltenmek

  • Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak. (Türkçe)

yüsr-ü vahdet / يُسْرُ وَحْدَتْ

  • Birliğin kolaylığı; bir işin birinin idaresinde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı.
  • Birlikten gelen kolaylık.

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zade-i tab / zâde-i tab

  • Bir kimsenin düşünce mahsûlü olarak kaleminden çıkan, doğan.

zagt

  • Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.

zahip olma / zâhip olma

  • Bir zanna kapılma, bir fikre uyma.

zahir-perest / zâhir-perest

  • Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. (Farsça)

zakkum

  • Bir bitki türü, cehennem ağacı.

zaman-ı vahid / zamân-ı vâhid / زَمَانِ وَاحِدْ

  • Bir zaman.

zamir-i mütekellim

  • Birinci tekil şahıs, ben.

zann-ı kabul-ü cumhur

  • Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme

zarar-ı hass

  • Bir veya bir kaç şahsa âit olan zarar.

zarfiyet

  • Bir şeyin bir başka şeyi kuşatması ve içine alması.

zaruriyet-i naşie / zaruriyet-i nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan.

zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.

zat / ذَاتْ

  • Bir şeyin kendisi.

zat-ı ehad ve samed / zât-ı ehad ve samed

  • Birliği her bir varlıkta kendisini gösteren ve herşey Kendisine muhtaç olduğu hâlde Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Zât, Allah.

zat-ı ferd-i vahid / zât-ı ferd-i vâhid

  • Bir ve tek olan Zât, Allah.

zat-ı ferd-i zülcelal / zât-ı ferd-i zülcelâl

  • Bir ve benzersiz olan, sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah.

zat-ı vahid / zât-ı vâhid

  • Bir ve tek olan Zât, Allah.

zat-ı vahid-i ehad / zât-ı vâhid-i ehad

  • Birliği her şeyi kapladığı gibi her bir şeyde de tecellîleri görülen Zât; Allah.

zat-ül matali' / zât-ül matâli'

  • Birkaç matlâı bulunan akaside.

zati hassa / zâtî hassa

  • Bir varlığın kendisinde olan ve onsuz olması imkânsız olan özellik.

zati imkan / zâtî imkân

  • Birşeyin özünde mümkün olması.

zatında / zâtında

  • Bizzat kendisinde.

zatiye / zâtiye

  • Bizzat var olan öz nitelik; sıcaklığın, ateşin kendi zâtında var olması gibi.

zemberekvari / zemberekvâri

  • Bir mekanizmanın güç merkezi gibi.

zemil

  • Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam.

zemin-i maarif

  • Bilgiler, bilimler zemini, yeri.

zemm

  • Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
  • Birinin kötülüğünü söyleme, ayıplama, yerme, çekiştirme.

zenk

  • Bir taife adı.

zerre-i vahide / zerre-i vâhide

  • Bir tek zerre.

zeval / زوال

  • Bitme.

zevg

  • Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.

zıddeyn

  • Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
  • Birbirine aksi olan iki şey, iki zıt şey.

zıddiyet

  • Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.

zıhar

  • Bir kişinin, kendi hanımını, annesi gibi evlenmesi kendisine haram olan birine benzetmesi.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın