REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Bede ifadesini içeren 451 kelime bulundu...

a'mal-i bedeniye / a'mâl-i bedeniye

  • Bedenle yapılan ameller; namaz gibi.

a'rabi / a'râbî

  • Bedevi arap.

a'vaz

  • Karşılıklar. Bedeller.

a'za

  • (Tekili: Uzv) Bedenin her bir uzvu.
  • Bir cemiyete mensup kimse.

abdulhamid ll

  • (mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)

adale

  • Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.

afiyet / âfiyet

  • Sağlık, sıhhat, bedende hastalık bulunmaması.
  • Günah işlememek.

ahkam-ı fıkhiyye / ahkâm-ı fıkhiyye

  • Fıkıh ile ilgili hükümler. Bedenle yapılması ve sakınılması lazım gelen şeyler, emirler ve yasaklar.

ahmed-i bedevi / ahmed-i bedevî

  • (Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı t

ahsen-i takvim / ahsen-i takvîm

  • En güzel boy ve sûret. Bedenen ve rûhen en güzel olan.

akl-ı meaş / akl-ı meâş

  • Yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin râhatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddı.

aktab-ı erbaa / aktâb-ı erbaa

  • Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler. (Seyyid Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki.)
  • Dört büyük kutub zât (Seyyid Abdülkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Rufâî ve Seyyid İbrahim Desukî).

aktar-ı beden / aktâr-ı beden / اَقْطاَرِ بَدَنْ

  • Bedenin her tarafı.
  • Bedenin her tarafı.

akvam-ı bedevi / akvâm-ı bedevî

  • Bedevî kavimler; çölde yaşayan kavimler, topluluklar.

albay

  • Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay.

alim-i mukaddir / alîm-i mukaddir

  • Her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz ilmiyle ezelden ebede her şeyi yaratılmadan önce takdir edip plânlayan Allah.

amnezi

  • Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.

an

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına

apriori

  • fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.

arabi / ârâbî

  • Bedevî. Çölde yaşayan köylü.

arazi-i muhtekere / arâzi-i muhtekere

  • Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

ariyet / âriyet

  • Bir malın menfeatini, istifâdesini bedelsiz olarak temlik etmek, vermek.

arş-ı ehadiyet

  • Allah'ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam.

asr-ı bedeviyet

  • Bedevîlik asrı, dönemi.

atletizm

  • yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.

azamet-i bedeniye

  • Bedenin büyüklüğü.

ba'del harb

  • (Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra.

babayiğit

  • Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.

badin

  • Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.

baha / bahâ

  • Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ. (Farsça)

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

barimetri

  • Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme. (Fransızca)

bedavet / bedâvet / بداوت

  • Çölde oturmak, Bedevilik.
  • Bedevilik, göçebelik; şehirlilikten uzak köy ve göçebe hayatı.
  • Bedevilik, göçerlik.
  • Göçebelik. (Arapça)
  • Bedevîlik. (Arapça)

bedel

  • (Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
  • Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
  • Başkasının adına hacca giden.
  • Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ

bedel-i ferag

  • Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.

bedel-i müsemma

  • Huk: Akidde belirlenen bedel.

bedel-i öşr

  • Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.

bedelat / bedelât / بدلات

  • Bedeller. (Arapça)

bedelen

  • Bedel ve karşılık olarak.

beden

  • (Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
  • Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
  • Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
  • Kale bedeni.

beden-i insan

  • İnsan bedeni.

beden-i insani / beden-i insanî

  • İnsan bedeni.

beden-i misali / beden-i misalî / beden-i misâlî / بَدَنِ مِثَالِي

  • Görüntüden ibaret beden.
  • Ruhun cesedden ayrıldığında giydiği, madde âleminden olmayan nurânî beden.

beden-i zihayat / beden-i zîhayat

  • Canlı bedeni.

bedenen

  • Vücutça. Beden ile.

bedeni ibadet / bedenî ibadet

  • Bedene ait, bedenle yapılan ibadet—namaz gibi.

bedestan / bedestân / بزستان

  • Bedesten. (Farsça)

bedevi / bedevî

  • Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan.
  • Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan.

bedeviyane / bedeviyâne

  • Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi. (Farsça)
  • Bedevice, çölde yaşayanlar gibi.

bedeviyet

  • Bedevilik, medeniyetten uzaklık.
  • Bedevîlik, göçebelik.
  • (Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik.

bedeviyet-i sırf

  • Bütün yönleriyle bedevîlik ve köylülük, medenî olmama özelliği.

bedeviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

bedeviyyet / بدویت

  • Göçebelik. (Arapça)
  • Bedevîlik. (Arapça)

bedligam

  • Serkeş at, gem almaz at. (Farsça)
  • İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. (Farsça)
  • Bedevi, çöl adamı. (Farsça)

bedr gazvesi

  • Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.

beha-baha

  • Güzellik, süs, pırıltı.
  • Kıymet, değer, bedel.

bel

  • t. Geminin orta kısmı.
  • Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası.
  • Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.

ber-vech-i maktu'

  • Muayyen bir bedel karşılığı olarak.

beşen

  • Uzun boy. (Farsça)
  • Beden, cisim. (Farsça)
  • Taraf, uç, kenar. (Farsça)

bezistan / bezistân / بزستان

  • Bedesten. (Arapça - Farsça)

bezzazistan

  • Esnaf çarşısı. Bedestan. (Farsça)

bila bedel / bilâ bedel

  • Bedelsiz, karşılıksız.

bila-bedel / bilâ-bedel

  • Bedelsiz. Ücretsiz, meccanen.

bilabedel / bilâbedel

  • Bedelsiz.

bina-yı sübhani / bina-yı sübhanî

  • Her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah'ın san'atla yarattığı bina; beden.

büdela / büdelâ

  • Bedeller. Ricâlü'l-Gayb denilen Allahü teâlânın insanlardan gizlediği evliyâ zâtlar. Bedîl'in çokluk şeklidir. Ebdâl de denir.

büdün

  • (Tekili: Bedene) Kurbanlık develer.

bünye

  • Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat.
  • Şekil, tarz, sûret.

burhan-ı enfüsi / burhan-ı enfüsî

  • Dar dairede, nefis ve beden dairesinde olan delil.

cabir-ül-ensari / câbir-ül-ensarî

  • Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hic

calib-i şefkat / câlib-i şefkat

  • Şefkati celbeden, şefkati çeken.

çare / çâre

  • Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Bir def'a. (Farsça)
  • Ayrılık. (Farsça)

cariye

  • Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden.
  • Güneş, şems.
  • Gemi.
  • Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet.
  • Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.

cazibe / câzibe

  • Cezbeden, çeken, yer çekimi.

cehennem-i cismani / cehennem-i cismanî

  • Cismen, bedenen yaşanacak olan cehennem azabı.

celeb

  • Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
  • Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.

cengaver

  • (Çoğulu: Cengâverân ) Cenkçi. Yiğit olan. Kahraman. İyi harbeden. (Farsça)

cengiz

  • (Temuçin) Moğol Devleti'nin hükümdarlığını yapmıştır. İslâmî medeniyetleri ve kıymetleri tahribeden zâlim ve müstebid bir hükümdar olarak tarihe geçen bir kimsedir. Milâdi 1229'da ölmüştür. Asrının deccalıdır.

cesed / جسد

  • Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
  • Beden.
  • Beden.

cesed-i hayvani / cesed-i hayvânî

  • Canlı beden, cesed, vücut.

cesed-i hilkat

  • Yaratılmış olan varlık cesedi, bedeni.

cesed-i insani / cesed-i insanî

  • İnsanın cesedi, bedeni.

cesed-i misali / cesed-i misalî / cesed-i misâlî / جَسَدِ مِثَالِي

  • Maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden.
  • Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.
  • Madde âleminden olmayan nurânî beden.

cesed-i mübarek

  • Mübarek beden, vücud.

cesed-i necmi / cesed-i necmî / جَسَدِ نَجْمِي

  • Yıldız gibi nurlu beden.

ceset

  • Vücud, beden.

cezzab

  • Fazla çekici olan. Cezub. Çok cezbeden.

cihad-ı ekber / cihâd-ı ekber

  • Büyük cihâd. Nefsin, insan tabiatının, bedeninin kötü isteklerini yerine getirmemek için yapılan mücâdele.

cihazat-ı bedeniye

  • Bedendeki organlar.

cilve-i a'zam / جِلْوَۀِ اَعْظَمْ

  • En büyük mertebede görünme.

cimnastik

  • yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

cisim

  • Beden.

cism / جسم

  • Boşlukta yer kaplayan şekil almış veya başka bir şekle giren madde.
  • Beden, vücûd.
  • Cisim, madde. (Arapça)
  • Vücut, beden. (Arapça)

cism ü can / cism ü cân

  • Beden ve ruh.

cism-i arz

  • Dünyaya ait cisim, beden.

cism-i arzi / cism-i arzî

  • Dünyaya ait cisim, beden.

cism-i beşeri / cism-i beşerî

  • İnsan cismi, bedeni.

cism-i devlet

  • Devletin cismi, bedeni.

cism-i has

  • Özel cisim, özel bünye, beden.

cism-i hayvani / cism-i hayvanî

  • Canlı bedeni.

cism-i insan

  • İnsan bedeni.

cism-i insani / cism-i insanî

  • İnsan bedeni.

cism-i insani ve hayvani / cism-i insanî ve hayvanî

  • İnsan ve hayvan bedeni.

cism-i maddi / cism-i maddî

  • Maddî cisim, beden.

cism-i mübarek

  • Peygamberimizin mübarek cismi, bedeni.

cism-i muhammedi / cism-i muhammedî

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in pâk ve temiz cismi, bedeni.

cism-i velayet / cism-i velâyet

  • Velîlik bedeni, cismi.

cism-i zihayat / cism-i zîhayat

  • Canlı bedeni.

cismani / cismanî / cismânî / جسمانى

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.
  • Cisim ile ilgili. (Arapça)
  • Bedensel. (Arapça)

cismani alem / cismânî âlem

  • Beden dünyası.

cismaniyet / cismâniyet

  • Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.
  • Bedenle, maddî vücutla ilgili oluş.

cismen / جسما

  • Beden olarak.
  • Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.
  • Bedenen. (Arapça)

cüdere

  • (Çoğulu: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar)

cum'a

  • Toplanma.
  • Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest

cum'a namazı / cum'â namazı

  • Cumâ günü öğle vaktinde câmilerde hutbeden sonra, cemâatle kılınan iki rek'atlik farz namaz.

cum'at

  • (Tekili: Cum'a) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.

cumeat

  • (Tekili: Cum'a) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.

cüses

  • (Tekili: Cüsse) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler.

cüsse

  • Gövde, kalıp, beden.
  • Fiziksel yapı, beden.
  • Gövde, kalıp, beden,

cüz-ü tamm

  • Bütün. Bir şeyin, temel vasıflarının tamamını toplayan parçası. Parçalandığı vakit ana vasfını ve asliyetini kaybeden şey.

dakvan

  • Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.

dalaletpişe

  • Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.

damar

  • t. İstidad. Huy, tabiat, inat.
  • İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan.
  • Irk.
  • Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası.
  • Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar.
  • Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.

dar-ül-gurur / dâr-ül-gurûr

  • İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ.

darib

  • (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve.
  • Ağaçlı yer.
  • Karanlık gece.
  • Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.

devle

  • "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli.
  • İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

dıhye

  • Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.)

dır'

  • (Çoğulu: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh.

diyet

  • Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası.
  • Para, değer. Kıymet.
  • Kan bedeli, can pahası.

diyet-i kamile / diyet-i kâmile

  • Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.

ebahir

  • Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.

ebdal / ebdâl

  • (Tekili: Bedil veya Bedel) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir.
  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

ebdan / ebdân / ابدان

  • (Tekili: Beden) Bedenler. Tenler.
  • Bedenler. (Arapça)

eberr

  • Çok faziletli, şerefli. Çok sâdık ve dindar. Çok iyilik sever.
  • Şenlikten uzak, bedevi.

ebher

  • En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir.
  • Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.

ecsad / ecsâd / اجساد

  • Cesetler, bedenler.
  • Cesetler. (Arapça)
  • Bedenler. (Arapça)

ecsad-ı insaniye / ecsâd-ı insaniye

  • İnsanların cesetleri bedenleri.

ecsam / ecsâm

  • Cisimler, bedenler.

ecsam-ı hayvaniye / ecsâm-ı hayvaniye

  • Hayvan cisimleri, bedenleri.

ecza-yı bedeni / ecza-yı bedenî

  • Bedenin parçaları, organlar.

ecza-yı zaide / ecza-yı zâide

  • Asıl olmayan parçalar; bedendeki tırnak ve saç gibi.

edgam

  • Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at.

ehl-i veber ve badiye / ehl-i veber ve bâdiye

  • Çadırda oturan bedevi Arab, çöl ahalisi.

elhamdü lillah / elhamdü lillâh

  • "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsustur".

elhamdü lillahi / elhamdü lillâhi

  • "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsustur".

elhamdü-lillah

  • Kısaca meali: Her ne kadar hamd ve şükür varsa, ezelden ebede ve kimden kime olursa olsun hepsi Allah'a mahsustur. İman, şükür, hamd, memnuniyet ifâde eden bir deyimdir.

elhamdülillah / elhamdülillâh

  • Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsustur.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

emhar

  • (Tekili: Mehr) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar.
  • (Mühür) Taylar, at yavruları.

emir-ül ma'

  • Amiral. Deniz kuvvetlerinde albaydan büyük rütbede bulunan subaylar.

endam / endâm

  • Beden. Vücud. (Farsça)
  • Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. (Farsça)
  • Letafet. İntizam ve üslub. (Farsça)
  • Vücut, beden, boy pos.
  • Beden, boy.

endam-ı mevzun

  • Düzgün endam, düzgün beden.

endami / endamî

  • Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli. (Farsça)

enfüsi / enfüsî

  • Kişinin kendisi ile ilgili, nefis ve beden dairesine ait.

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

ensar / ensâr

  • Yardımcılar. Mekke'den Medîne'ye hicretten sonra, Resûlullah efendimize ve Mekke'den gelen müslümanlara yakın alâka gösterip, malları, mülkleri, bedenleri ve her şeyleri ile yardım eden Medîneli müslümanlar.

erdan / erdân

  • "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.

esham-ı umumiye

  • Tanzimat devrinde devletin, halka borç karşılığı olarak verdiği hisse bedelleri.

esman / esmân / اثمان

  • Değerler, kıymetler, bedeller. (Arapça)

esnan

  • (Tekili: Sinn) Dişler.
  • Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)

eşşükrü lillah / eşşükrü lillâh

  • Ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah'adır.

ezel ve ebed sultanı

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, egemenliği, saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah.

ezel-ebed sultanı

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan.

fark

  • Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.

fenn-i menafi-ül a'za

  • Bedendeki âzâların, uzuvların faydalarını anlatan ilim.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

fida

  • Dağıtmak.
  • Atâ etmek. Hediye veya bahşiş olarak vermek.
  • Bedel vermek.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

fürayık

  • (Çoğulu: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit.

gade

  • Bedeni yumuşak olan kadın.

ganimet / ganîmet / غنيمت

  • Savaşta düşmandan alınan her türlü eşya. (Arapça)
  • Bedelsiz kazanç. (Arapça)

gar

  • Mağara. İn. Kehf.
  • Defne ağacı.
  • Gayret.
  • Fesad.
  • Tren istasyonu.
  • Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer.

gasben

  • (Gasb. dan) Cebren alarak, zorla gasbederek.

gasıb

  • Gasbeden, zorla alan.

gasıb-ül gasıb

  • Gasbedilmiş malı gasıbdan gasbeden.

gasıbane / gasıbâne

  • Hakkı olmadığı şeyi alarak, gasbederek.

gazi

  • Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen.

gusl

  • Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

gusn

  • Ağaç dalı. Budak.
  • Tıb: Damar ve sinir gibi ayrılan bedenin cüzleri.

gusül

  • Bedenin her yerini yıkamak biçimindeki temizlik.

guzat

  • (Tekili: Gazi) Din için harbedenler. Gaziler.

habat

  • Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz.
  • Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.

haber-i vahid / haber-i vâhid

  • Bir sahabeden, bir kişiden veya bir koldan gelen sahih hadis.

hacerülesved

  • Kâbede bulunan ünlü kara taş.

hadise-i bedeniye / hâdise-i bedeniye

  • Bedende var olan bir rahatsızlık.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.

hair-i bair

  • Şaşkın, sapıtmış.
  • Aklını kaybederek ne yapacağını bilemiyen.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

haps-i beden

  • Beden hapsi.

harben

  • Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.

haşr-i bahar

  • Bahar mevsiminde bitkilerden hayvanlara kadar bütün bedenlerin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

haşr-ı cismani / haşr-ı cismânî

  • Âhirette tekrar bedenlerin ve vücudların dirilişi.

haşr-i cismani / haşr-i cismanî / haşr-i cismânî

  • Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri.
  • İnsanların öldükten sonra âhirette bedenle birlikte yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşr-i kıyamet

  • Bütün varlıkların bedenlerinin kıyametten sonra ahiret âleminde tekrar inşa edilip diriltilmesi.

haşrin cismaniyeti

  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması.

hatib

  • Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse.
  • Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.

hayat-ı cismaniye / hayat-ı cismâniye

  • Maddî, bedene ait hayat.

hayme-nişin / hayme-nîşin

  • Göçebe, çadırda yaşayan bedevi.

hem-paye

  • (Çoğulu: Hempâyegân) Bir pâye ve rütbede olanların beheri. (Farsça)

hercai / hercaî

  • (Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder.
  • Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.

  • Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.

hil'at-ı vücud

  • Vücud, beden elbisesi.

hırbak

  • Sahabeden bir kimsenin adı ki, ona "Zülyedeyn" de derlerdi.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Yellenmek.

hırpani / hırpanî

  • Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde. (Farsça)

hiss

  • Duymak. Farkına varmak. Duygu.
  • Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek.
  • Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.

hiss-i nefs-i cisim

  • Bedene ait nefsani duygu.

hüceyrat-ı bedeniye / hüceyrât-ı bedeniye

  • Beden hücreleri.

hüceyre-i beden

  • Bedeni oluşturan hücrecik.

hülefa-yı raşidin / hülefâ-yı raşidîn

  • En ileri sahabeden ilk dört halife.

huluvv

  • Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak.
  • Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri.
  • Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan kiracılık hakkı ve menfaati.
  • Hava parası adıyla verilen meblağ.

huneyn vak'ası

  • Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç

hurac

  • Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.

huruf-u hecaiye / huruf-u hecâiye

  • Alfabedeki harflerin hepsi.

huruf-u nasibe / huruf-u nâsibe

  • Gr: Muzari (geniş zaman) fiilinin başına getirildiğinde o fiili nasbeden harfler. (En), (Len), (İzen), (Key) harfleri gibi.

huteba-i umumi / hutebâ-i umumî

  • Herkese hitâbeden, umuma ders verenler. (Farsça)

iadeten / iâdeten

  • Eskiyi yerine getirerek; ölümden sonra çürüyüp dağılan bedeni tekrar inşa edip diriltmek şeklinde.

iane-i askeriye

  • Tanzimattan sonra cizye yerine Hristiyan tebeadan alınan vergi. Bu vergi sonradan "bedel-i askerî" adını almış ve 1908 Temmuz inkılâbına kadar devam etmiştir.

iaza

  • (İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek.

ibadet-i bedeniyye / ibâdet-i bedeniyye

  • Beden ile yapılan ibâdetler.

icar / îcar

  • Kira bedeli.

icare / icâre

  • Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.

icare-i sahiha

  • İn'ikad ve sıhhat şartlarını tamamen câmi' olan icaredir ki, şuyu'ı asilden ve şartı mufsidden hâli olmak üzere malum bir menfaatı, malum bir bedel mukabilinde temlik etmekten ibarettir.

idare-i beden

  • Bedenin idaresi.

idman

  • Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket yapmak.
  • Beden terbiyesi. Jimnastik.

idman-ı beden

  • Beden idmanı, jimnastik.

ifrazat

  • Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler.

iftilal

  • Bükülme.
  • (Asker) muharebeden yılma.

ihcac

  • Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir, menub veya mahcucun anh" da denir.

ihsasiyye

  • Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik.

ihtiyaç / ihtiyâç

  • Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.

ile-l-ebed

  • Ebede kadar. Nihayetsiz.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

inhirat

  • Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
  • Zarar verme, ziyana sokma.
  • İpliğe boncuk dizme.
  • Beden çelimsizlenip zayıflama.
  • Bir yola süluk etme, girme.

inşaallah

  • Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir).

insan

  • Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.

insanın haşri

  • İnsanların, öldükten sonra dağılmış olan zerreleri âhirette Allah tarafından tekrar bir araya getirilerek bedenlerinin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

iskarlat

  • İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat bedeli" deni

istibdal / istibdâl

  • (Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek.
  • Bir vakfı mülk ile mübadele etmek.
  • Birşey verip yerine başka şey istemek.
  • Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.
  • Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.

istisal

  • (Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak.
  • Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.

ıvaz

  • Karşılık, bedel.

ivaz / عوض

  • Karşılık olarak verilen şey. Bedel.
  • Karşılık, bedel.
  • Karşılık olarak verilen şey, bedel.
  • Karşılık, bedel. (Arapça)

ivazsız

  • Karşılıksız, bedelsiz.

izzet-i rütebi / izzet-i rütebî

  • Rütbeden gelen izzet; rütbe ve makam açısından çok büyük ve üstün olma.

jest

  • Anlamlı beden hareketleri.

kabid / kâbid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.

kàdir-i kayyum / kàdir-i kayyûm

  • Ezelden ebede kadar bütün varlıkları ayakta tutan sonsuz kudret sahibi, Allah.

kalbüd / kâlbüd / كالبد

  • Kalıp, şekil. (Farsça)
  • Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. (Farsça)
  • Beden. (Farsça)
  • Kalıp. (Farsça)
  • Kireç kalıpı. (Farsça)

kalıb / kâlıb / قالب

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey
  • Vücut, beden.
  • Kalıp. (Arapça)
  • Beden. (Arapça)

kar'-ul asa / kar'-ul asâ

  • Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi.
  • Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.

karh

  • Yaralama.
  • Hasta olmak.
  • Bedende çıkan yara.
  • Su olmayan yerde kuyu kazmak.
  • Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.

karulasa / karulâsâ

  • Doktorun bedene vurarak muayene etmesi.

kasib / kâsib

  • Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
  • Kesbeden, kazanan, kazanmak için çalışan, kazanç sahibi.

kayyum

  • Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.

kayyum-i alem / kayyûm-i âlem

  • Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.

kefareten / kefâreten

  • Günahın bağışlanmasına vesile olarak, bedel olarak.

kefen-i kifaye / kefen-i kifâye

  • Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.

keffaret / keffâret / كَفَّارَتْ

  • Affa vesîle olan bedel.

kerr ü fer

  • Muharebede geri çekilerek tekrar hücuma geçme.

kerr u ferr

  • Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.

kesub

  • Çok kazanan ve kesbeden.

key

  • Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf.

kımme

  • (Çoğulu: Kumem) Boy, kamet.
  • Beden.
  • Başın tepesi.
  • Dağ tepesi.
  • Her şeyin yükseği.
  • İnsan cemaati, topluluk.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kis

  • (Çoğulu: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi.
  • Rahimde döl yatağı.
  • Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.

kıymet

  • Değer, tutar, bedel, itibar, onur.
  • Değer, baha, semen, bedel.

küfiyyun

  • Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi.

kurb-i ebdan / kurb-i ebdân

  • Bedenlerin birbirine yakın olması.

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kurnuk

  • Yumuşak bedenli delikanlı.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuvve-i bedeniye

  • Beden gücü.

latife / latîfe

  • Hoş, tatlı söz, şaka.
  • Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

leda

  • Beden.

ledünn

  • (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı iz

len

  • Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder.

leyte

  • "Keşke olsa idi. Ne olaydı" meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur).

lisan-ı hal ve kàl

  • Beden ve konuşma dili.

lisan-ı hal ve kal / lisan-ı hâl ve kal

  • Beden ve konuşma dili.

lisan-ı hal-i şevk

  • Şevk ve arzunun hâl dili, beden dili.

maddi hastalık / maddî hastalık

  • Beden hastalığı.

maddi temizlik / maddî temizlik

  • Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.

maddiye-i hayvaniye

  • Maddî olan hayvanî yapı, maddî beden.

magavir

  • (Tekili: Mugâvir) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.

mak'ad

  • Oturulacak yer. Minder.
  • Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç.

makine-i ilahiye / makine-i ilâhiye

  • İlâhî makine; Allah'ın yarattığı ve bir makineyi andıran insan bedeni.

makine-i insaniye

  • Bir makine hükmünde olan insanın beden ve cihazları.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

mavera-yı haşr-ı cismani / mâverâ-yı haşr-ı cismânî

  • Maddî bedenle âhiret âleminde yeniden diriltilme arka tarafı, arka plânı.

mecmu-u cesed

  • Vücudun tamamı, beden.

mehir

  • Nikâh bedeli; nikâh esnasında belirlenen ve erkek tarafından kadına verilmesi gereken mal, değerli eşya veya para.

mehire / mehîre

  • Usta, mâhir, hünerli.
  • Hür olan kadın.
  • Nikâh bedeli çok olan kadın.

mehr

  • Aşk, şefkat, muhabbet.
  • Güneş.
  • Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli.
  • Mehir, erkeğin kadına verdiği evlenme bedeli.

mehr-i müsemma

  • İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para.

melda

  • Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.

melekat-ı akliyye / melekât-ı akliyye

  • Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik.

meleke

  • Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret.
  • Mümârese.

memhure

  • Nikâh bedeli verilmiş olan kadın.

menat

  • İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı.

meşakkat-i bedeniye

  • Bedenen çekilen zorluklar, sıkıntılar.

mesalih-i beden / mesâlih-i beden

  • Bedene gerekli ve faydalı işler.

mesfur

  • Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)

mesih

  • Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş.
  • Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz.
  • Acibe. Garibe.
  • Güzelliği olmayan.
  • Tuzsuz ve tatsız yemek.

meşyum

  • Bedeninde beni olan, benli adam.

mevt

  • Ölüm; rûhun bedenden ayrılması.

meyl-i tabi'i / meyl-i tabî'î

  • İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.

mi'rac / mi'râc

  • Merdiven.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

mihrab

  • Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
  • Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
  • Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
  • Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
  • Mc: Harb âleti.
  • Orman.
  • Melikin hususi makamı.
  • Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare

mu'dem

  • Bir şeyi yitiren, kaybeden.

muakıb

  • Cezalandıran.
  • Takibeden.

muavaza / muâvaza

  • İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.

mübadil

  • Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.

mübeddel

  • (Bedel. den) Değiştirilmiş, değişmiş, değişmiş. Tebdil edilmiş.

muharib

  • Harbeden. Cenkci. Cengâver.
  • Cesur. Atılgan. Kahraman.
  • İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen.

muhatıb

  • (Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.

muhrib

  • Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden.

muhterib

  • (Çoğulu: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib.

muhteribin / muhteribîn

  • (Tekili: Muhterib) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler.

mühtezim

  • Bir kimsenin malını zorla alıp gasbederek zulmeden.

mühur

  • (Tekili: Mehr) Evlenirken erkek tarafından verilen nikâh bedelleri.

mukabil

  • Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mükavaha / mükâvaha

  • Muharebede üstün gelme, galib olma.

mukit / mukît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için görünen kuvvet, rûh için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.

murakabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.

mürsel hadis

  • Tabiînin, sahabeyi atlayarak rivayet ettiği hadis, yani sahabeden değil tabiînden gelen hadis.

mürtes

  • Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra vefat eden İslâm mücâhidi.

müşa'şa

  • (Şa'şaa. dan) Parlayan, parıldayan.
  • Dedbedeli, gürültülü, patırtılı.
  • Karışmış, karışık.

müsafir

  • Seferde ve muharebede olan. Yola çıkmış olan, yolcu. Yoldan gelen, başkasının evine gelmiş olan.
  • Fık: Onsekiz fersahtan uzak olan yerlere giden.

müstebdel

  • (Bedel. den) Değiştirilmiş, istibdâl edilmiş.

müstebdil

  • (Bedel. den) Değiştiren, istibdal eden.

müteavvız

  • (Ivaz. dan) Bedel alan.

mütebadil

  • (Bedel. den) Birbirinin yerine geçen, tebâdül eden.
  • Nöbetle değişen.

mütebeddil

  • (Bedel. den) Değişen, tebeddül eden, başka hâle giren. Bozulan.
  • Kararsız.

mütecemmil

  • Cemal kesbeden, zinetlenen, süslenen, donanan.

müteharib

  • (Harb. den) Savaşan, harbeden, muharebe eden.

mütemeddin

  • Medeni, görgülü, terakki etmiş. Şehirleşmiş olan. Bedeviliği, göçebeliği bırakıp medenileşmiş olan.

müzdelife

  • Kâbede mukaddes bir yer.

muzi' / muzî'

  • Zâyi eden, kaybeden.

nahl

  • Bal arısı.
  • Bedelsiz bir şey vermek veya bedelsiz verilen şey.
  • Sövmek, iftira etmek.

nakd

  • (C?: Nukûd) Madeni para, akçe.
  • Bir şeyin bedelini peşinen ödemek.
  • Para olarak bulunan servet.
  • Vezin ve ayarı tamam olan para.
  • Bir şeye hırsızlamasına bakma.
  • Seçmek.
  • Saymak.

nakş

  • Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak.
  • Resim.
  • Tezyin etmek.
  • Bedene batmış dikeni çıkarmak.
  • Bir şeyin esasını araştırmak.
  • Yaymak.
  • Suda ıslanmış hurma.
  • İpekle, sırma ile işleme.
  • Mc: Hile.

nasib

  • Nasbeden, bir şeyi bir şeye diken.
  • Gr: Harfi (e) diye üstün okutan.

nazik-beden / nâzik-beden

  • Vücudu, bedeni nâzik olan. (Farsça)

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

nefs

  • (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi.
  • Göz.
  • Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri.
  • Ruh, hayat, asıl.
  • Maya.
  • Hamiyet.
  • Can.
  • İnsanın kendisi, kişi, beden.
  • Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şerîate yâni dîne uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir.

nefs-i cismani / nefs-i cismanî / nefs-i cismânî / نَفْسِ جِسْمَانِي

  • Cisimleşmiş nefis, beden.
  • Cismin kendisi, beden.

nefsani / nefsanî

  • Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.

neş'e-i ula / neş'e-i ulâ

  • İlk hayat. Ruhun bedene girmesi. Dünyaya gelmek.

nesie

  • Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.

nim-bedevi / nim-bedevî

  • Yarı bedevî, yerleşik fakat medeniyetten uzak yaşama tarzı.

nimbedevi / nimbedevî / nîmbedevî

  • Yarı bedevî, yarı köylü.
  • Yarı bedevi, yarı medeni.

ölüm

  • Rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, rûhun bedenden ayrılması, mevt.

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

pılaçka

  • (Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul.

remak

  • Bedende ruhun bakiyyesi.
  • Koyun sürüsü.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

rivayet

  • Hikâye edilen hâdise veya söz.
  • Bir hâdisenin başkalarına anlatılması.
  • Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması.
  • Kuyudan halk için su çekmek.

riya-yı mütecessid / riyâ-yı mütecessid

  • Beden giymiş ve gözle görülür hale gelmiş gösteriş.

riyazet-i bedeniye

  • Cimnastik. Bedenî riyazet.

ruda'

  • Hastalığın insana yine dönmesi.
  • Gövde ve beden ağrısının her birisi.

ruh / rûh

  • Can; bedene hayâtiyet (canlılık) veren kuvvet.
  • Bir şeyin özü, cevheri, hakîkati.
  • Emr âleminin beş latîfesinden biri.

ruh-u fıtri / ruh-u fıtrî

  • Doğal ruh, bir bedenin kendi ruhu gibi.

saadet-i cismaniye

  • Maddî mutluluk, bedenle alınan mutluluk.

sabr

  • Acıya ve zorluğa katlanmak.
  • Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
  • Muharebede şecaat gösterme.
  • Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak.
  • Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.

sady

  • Taarruz eden kimse.
  • Bedeni, endamı hoş olan.
  • Dimağ. Başın içini dolduran haşev.
  • Ölü insan cesedi.
  • Baykuş.

saffeyn

  • İki sıra.
  • Muharebede karşılaşan iki taraf.

şahadet

  • (Şehâdet) Şâhidlik.
  • Bir şeyin doğruluğuna inanmak.
  • Delâlet. Alâmet, işaret, iz.
  • Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik.

şahid-i ezeli / şâhid-i ezelî

  • Ezelden ebede her şey nazar-ı şuhudunda olan Cenab-ı Hak.

sahranişin / sahrânişin

  • Çölde oturan, bedevi.

saky

  • Sulamak. Su içirmek.
  • Bedende su toplamak.

salat-ı havf / salât-ı havf

  • Muharebeden evvel kılınan iki rekât namaz.

sar'a

  • İnsanın kendini kaybederek düşmesine sebep olan sinir hastalığı.

şarib

  • (Şürb. den) İçen. Şürbeden.
  • (Çoğulu: Şevarib) Bıyık.

satih / satîh

  • Bedeni kemiksiz etten ibaret olan hilkat garibesi bir kâhin, falcı.

sekla

  • Çocuğunu kaybeden kadın.

şekt

  • Bedel etmek, karşılık vermek.

semen

  • Para, kıymet, değer, bedel.

semen-i müsemma / semen-i müsemmâ

  • Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.

şems-i ezel ve ebed

  • Ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah.

şems-i ezel ve ebed sultanı

  • Ezel ve ebedin sultanı olan Güneş; bu tabir ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

ser'

  • Üzüm çubuğu.
  • Yaş ve taze çubuk.
  • Yumuşak bedenli yiğit.
  • Uzun boylu adam.

şeraşir

  • Nefis.
  • Beden, vücut, ceset.
  • Ağırlık.

serseri

  • Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. (Farsça)
  • Boş söz. (Farsça)

sil'a

  • Bedende olan ur.
  • Ticaret malı.
  • Sülük.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

sübhanallahi ve bihamdihi / sübhanallahi ve bihamdihî

  • Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir ve ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsustur.

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <

sultan-ı ezel ve ebed

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan.

sultan-ı ezel, ebed

  • Başlangıç ve sonu olmayan, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah.

sultan-ı ezeli ve ebedi / sultan-ı ezelî ve ebedî

  • Başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan.

suret-i cismaniye / suret-i cismâniye

  • Cisme ait şekil; bedenî görünüş.

ta'viz

  • Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek.
  • Değiştirmek.

taavvuz

  • (İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak.
  • Bir şey karşılığı olarak alınmak.

tabiin / tâbiîn

  • Hz. Muhammed'i görmüş olanlara yetişmiş olanlar, sahabeden sonraki nesil.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

talha bin ubeydullah

  • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

tasavvuf

  • Beden ve ruhun eğitilmesiyle bazı mânevî mertebelerin katedilmesini sağlayan yol.

taviz / tâviz

  • Karşılık, bedel.

tazminat / tazminât

  • Maddî veya mânevî zarara karşılık ödetilen maddî bedel, mal.
  • (Tekili: Tazmin) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller.
  • Zararların bedellerini ödetme.

tebdil-i beden

  • Beden değiştirme.

tebeddülat / tebeddülât

  • (Tekili: Tebeddül) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât.

tecessüd

  • Cisimleşme; batıl dinlerde, Allah'ın herhangi bir maddi varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi şeklinde inanılan batıl bir Allah inancı.

tedbirü'l-cesed

  • Sağlık; beden eğitimi.

tedbirü'l-ceset

  • Beden eğitimi.

tefennün-i fi-l ibare / tefennün-i fi-l ibâre

  • Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı.

tehazül

  • Muhârebeden kaçıp geri dönme.

ten / تن

  • Gövde, beden, vücut. (Farsça)
  • İnsan bedeninin dış yüzü. (Farsça)
  • Vücut, beden. (Farsça)
  • Dış yüz. (Farsça)

tenasuh

  • Bir ruhun bedenden bedene geçmesi, reankarnasyon.

tenasüh / tenâsüh / تناسخ / تَنَاسُخ

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.
  • Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.
  • Ruhun bedenden bedene geçmesi, sapık bir inanç.
  • Ruhun bedenler arası göçü. (Arapça)
  • Ruhun bir bedenden başka bir bedene geçmesi.

tene

  • Gövde, beden, cüsse, vücut. (Farsça)
  • Örümcek ağı. (Farsça)

terbiye

  • Kişiyi yavaş yavaş rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak.
  • Edeblendirme, cezâlarını verme.

tesrib

  • Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır.
  • Darılma. Ayıplama.
  • Başa kakma.

teşrih-i beden-i insani fenni / teşrih-i beden-i insanî fenni

  • İnsan bedenini tüm yönleriyle ele alan, inceleyen bilim; anatomi.

tevrim

  • Gazaba getirme, öfkelendirme.
  • Verem etme, verem edilme.
  • Bedenin azâsını şişirip kabartmak.

tevşim

  • (Çoğulu: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma.

tezahüf

  • Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması.

tişe / tîşe

  • Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser. (Farsça)

türbedar

  • Türbede hizmet gören, bekçilik yapan kimse.

ucre

  • (Çoğulu: Ucer) Ağaç boğumu.
  • Düğme.
  • Bedenin tomur kabaran yeri.
  • Ayıp.

ukkaşe bin el-mihsan el-esdi / ukkaşe bin el-mihsan el-esdî

  • Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi.

üsame bin zeyd

  • Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın azadlısı olan Zeyd bin Harise'nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. 75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.)

uzv-u insani / uzv-u insanî

  • İnsan bedeninin bir organı.

uzvi / uzvî

  • Bedensel.

uzza

  • İslâmdan önce Kâbede bulunan putlardan biri.

vahy-i mahz

  • Kuvvetli ve sarih mertebede olan vahiy. Sırf vahiy olup, içinde Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey katılmamış vahiy.

vaks

  • Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak.
  • Bedene uyuz illeti yayılması.

veber

  • Bedevi, göçer.
  • Deve yünü.
  • Davar tırnağı.

veresiye satış

  • Bedelini, parasını sonra ödemek üzere yapılan alış-veriş.

vücud / vücûd / وجود

  • Varlık. (Arapça)
  • Beden. (Arapça)
  • Var oluş. (Arapça)
  • Vücûd bulmak: Meydana gelmek, oluşmak. (Arapça)

vücud-u cismani / vücud-u cismanî

  • Maddî vücut, beden.

vücud-u fani / vücud-u fâni

  • Geçici, ölümlü varlık, beden.

vücud-u insan

  • İnsan bedeni.

vücud-u insaniyet

  • İnsanın vücudu, beden.

vücud-u islamiye / vücud-u islâmiye

  • İslâmiyetin bedeni.

za'r

  • Bedende kılın az olması.

zayi eden / zâyi eden

  • Kaybeden.

zemanet

  • Belâ, musibet, âfet.
  • Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.

zemzem

  • Kâbedeki mukaddes su.

zerrat-ı bedeniye / zerrât-ı bedeniye

  • Bedendeki zerreler.

zerrat-ı cisim / zerrât-ı cisim

  • Bedenin zerreleri, hücreleri.

zerrat-ı vücud / zerrât-ı vücud / zerrât-ı vücûd

  • Beden zerreleri.
  • Bedeni oluşturan zerreler, atomlar.

zevk-i maddi / zevk-i maddî

  • Maddî zevk, bedenle alınan zevk.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

zıman

  • Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın