REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te AĞLA ifadesini içeren 1259 kelime bulundu...

a'lam

  • (Tekili: Alem) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar.
  • Bayraklar.
  • Büyük âlimler.
  • Büyük dağlar.

abdar

  • Parlak. (Farsça)
  • Sağlam vücudlu. (Farsça)
  • Su veren hizmetçi. (Farsça)
  • Mc : Ter u tâze, tap taze. (Farsça)

abran

  • Ağlayan, ağlayıcı.

abşar / âbşâr / آبشار

  • Çağlayan. (Farsça)

aceme

  • (Çoğulu: Acemât) Çekirdek.
  • Çekirdekten biten hurma ağacı.
  • Sert ve sağlam taş.

aclez

  • Kavi, sağlam nesne.

adem-i vüsuk

  • Sağlam olmama, delilsizlik.

adliye

  • Adaleti sağlama görevi olan resmî makamlar.

ağıt

  • Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)

ah u enin

  • Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.

ah ü fizar eden / âh ü fîzâr eden

  • Âh çekip ağlayan.

ahenin / âhenîn

  • Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam.
  • Demir gibi sağlam.

ahkem

  • En sağlam. En kuvvetli.
  • En çok hükmeden.
  • En hakim ve akıllı.

ahmez

  • Daha metin, daha sağlam, daha çetin.

ahval-i siyasiye

  • Siyasetle bağlantılı haller ve gelişmeler.

akam

  • Yük bağladıkları ip.

akan

  • Deve ayağını bağladıkları ip.

akar / عقار

  • Kazanç sağlayan mülk. (Arapça)

akarat / akarât / عقرات

  • Kazanç sağlayan mülkler, akarlar. (Arapça)

akd / عقد

  • Anlaşma, sözleşme.
  • Bağlama, düğümleme.
  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi
  • Düğümleme, bağlama. (Arapça)
  • Nikah. (Arapça)
  • Kararlaştırma. (Arapça)
  • Kurma. (Arapça)
  • Akdedilmek: Yapılmak, uygulanmak, icra edilmek. (Arapça)
  • Akdetmek/eylemek: Yapmak, uygulamak, icra etmek, imzalamak, antlaşma yapmak, sözleşme yap (Arapça)

akıl / âkıl

  • Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr.

akl

  • Sürmek.
  • Ölmek.
  • İp ile bağlamak.

akl-ı selim / akl-ı selîm / عَقْلِ سَل۪يمْ

  • İyiyi ve kötüyü fark eden sağlam akıl, sağduyu.
  • Sağlam, bozulmamış olan akıl.

aks

  • Boynuzu eğri ve kayık olmak.
  • Bağlamak.
  • Dövmek.
  • Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek.
  • Saçını kıvırcık göstermek.
  • Bahillik etmek.
  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aktar

  • (Tekili: Kutr) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar.
  • Her taraf.
  • Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri.
  • Ecza, ilâç satan adam.
  • Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.

akviya

  • (Tekili: Kavi) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alaka peyda etme / alâka peyda etme

  • Bağlantı kurma.

alaka-i şedide-i uhuvvetkarane / alâka-i şedide-i uhuvvetkârane

  • Kardeşlik gibi çok sağlam ve güçlü ilgi, alâka.

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

alçı

  • Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.

alem-i ecsad / âlem-i ecsâd

  • Yerler, dağlar, gökler gibi, ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi. Buna âlem-i halk, âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de denir.

alenda

  • (Çoğulu: Alânid) Çok sağlam nesne.

alendat

  • Katı, sağlam nesne.

alenked

  • Çok sağlam nesne.

ales

  • Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur.
  • Buğday arasında biten çavdar ve mercimek.
  • Büyük kene.
  • Bir nevi karınca.
  • Katı, sağlam nesne.

amazon

  • Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır.
  • Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.

amellet

  • Sağlam, muhkem, katı nesne.

aminen

  • Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak.

anise

  • Sıkı bağlanmış. (Farsça)
  • Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi akıcı maddeler.) (Farsça)

anke

  • Sağlam olan nesne.
  • Ahmak.

ans

  • Sağlam, kuvvetli deve.
  • Yemen tâifesinden bir kabile.
  • Kız bâliğa olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması.

ariyy

  • (Çoğulu: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.

arten

  • Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler.

asabe

  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.

asar / âsar

  • Asırlar, çağlar.

asb

  • Bağlamak.
  • Sağlam olarak dürmek.
  • İmâme, sarık.
  • Yemen'de yapılır bir nevi kumaş.
  • Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi.
  • Kurumak.
  • Kızarmak.
  • Sarmaşık.
  • Sargı, bağ.
  • Mendil.

aşenzer

  • Katı, sağlam nesne.

asil / asîl / اصيل

  • Sağlam. (Arapça)
  • Soylu. (Arapça)

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

asm

  • Sargı.
  • Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.

ass

  • Katı ve sağlam olmak, berk olmak.

aşvez

  • (Çoğulu: Aşâviz) Sağlam yer.
  • Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl.
  • Sağlam, kuvvetli deve.
  • Çok et.

ateş-engiz

  • Dağlama aleti. (Farsça)
  • Mc: Fesatçı, ifsad yapan. (Farsça)

atf / عطف

  • Bağlama. Bağ. Ekleme.
  • Meyletme.
  • Şefkat. Sevgi.
  • Eğilme.
  • İkiye bükme. İki kat eyleme.
  • Çevirme.
  • Geri döndürme.
  • Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek.
  • Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle ilhak eylemek.
  • <
  • Bağlama, bağlaç; kendinden öncekiyle sonraki kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı kuran edat.
  • Atıf, bağlama, verme, yükleme.
  • Eğme, meyletme,
  • Bağlama.
  • Eğme. (Arapça)
  • Bağlaç. (Arapça)
  • Çevirme,yöneltme. (Arapça)
  • Atfetmek: Yöneltmek, vermek. (Arapça)

atf için vav

  • Arap gramerine göre başına geldiği kelimeyi daha önce geçen bir kelime yapmayı sağlayan vav harfi.

atfetmek

  • Meyletmek. Sevgi beslemek.
  • Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.

atıf / âtıf / عاطف

  • Bağlanma, gönderilme.
  • Eğme, meyletme,
  • Bağlama.
  • Verme, yükleme, bağlama.
  • (Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen.
  • Bağlaç.
  • Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik.
  • Yarış atlarının altıncısı.
  • Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.
  • Şefkatli. (Arapça)
  • Meyleden. (Arapça)
  • Bağlayan. (Arapça)

atvad

  • (Tekili: Tavd) Dağlar.

avil

  • Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd.
  • Meyletme.

ayhem

  • Katı, sağlam nesne.

ayn-ı münasebet

  • Tam bir bağlantı, ilişki.

azade

  • Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ. (Farsça)

azam-ı cibal-i dünya / âzam-ı cibal-i dünya

  • Dünyanın en büyük dağları.

azame

  • Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.

azm

  • (Azim) Kasd, niyet. Sağlam ve kat'i karar. Sebât.

azm-i metin / azm-i metîn

  • Sağlam azim, büyük gayret.

bab

  • Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. (Farsça)
  • Gemi halatlarının bağlandığı yer. (Farsça)
  • İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. (Farsça)
  • Mânevi rehber, şeyh. (Farsça)
  • Bektaşi şeyhi. (Farsça)
  • Hayırhah ve muhterem. (Farsça)
  • Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatt (Farsça)

bagat

  • (Tekili: Bağ) Bağlar, üzüm bağları.

baki / bâkî

  • Ağlayan.

bakiyane / bâkiyâne

  • Ağlayarak. (Farsça)

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

baver

  • Sağlam. Pek doğru. (Farsça)
  • Tasdik, inanma. Razı olma. (Farsça)

bazubend / bâzubend

  • Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt. (Farsça)

behbud

  • Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik. (Farsça)

bekà-yı istiklaliyet / bekà-yı istiklâliyet

  • Bağımsızlığın devamını sağlamak.

bekale

  • Yağla karışmış keş.
  • Karıştırmak.

bekile

  • Yağla karışmış keş.

bekkain / bekkâîn

  • (Bükâ. dan) Ağlayanlar.

bell

  • Yaş etmek. Islatmak.
  • Ulaştırmak.
  • Hastanın sağlamlaşması.

belzi

  • Muhkem, güçlü, sağlam deve.

bend / بند

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)
  • Bent, bağlanmış.
  • Bağ. (Farsça)
  • Zincir. (Farsça)
  • Boğum. (Farsça)
  • Bend, fıkra. (Farsça)
  • Baraj, su bendi. (Farsça)
  • Bend olmak: Bağlanmak. (Farsça)

bende

  • Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul. (Farsça)

bendegane / bendegâne

  • Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.

bendide

  • Esir, köle. (Farsça)
  • Bağlı, bağlanmış. (Farsça)

ber'

  • (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek.
  • Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.

ber-bend

  • Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı. (Farsça)

berahin-i kaviyye

  • Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.

berceste

  • Sağlam ve lâtif. (Farsça)
  • Seçme. (Farsça)
  • Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz. (Farsça)

berk

  • t. Katı. Sert.
  • Serin.
  • Metin, sağlam.

bertil

  • (Çoğulu: Beratil) Uzun taş.
  • Uzun, sağlam demir.

besalet

  • Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı.
  • Yiğitlik, bahadırlık, sağlam yüreklilik.

besatin / besâtîn

  • Bostanlar, bağlar, bahçeler.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)
  • Bağlanmış, şarkı ahengi.

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

bezla'

  • Kavi, sağlam, muhkem.
  • İyi fikir.

bihbud

  • Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ. (Farsça)

bilal-i habeşi / bilal-i habeşî

  • Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) müezzini idi. Sesi çok güzeldi. Ezan okurken çokları ağlardı. Kölelikten Hz. Ebu Bekir-i Sıddîk (R.A.) satın alıp azâd etmişti. Her gazada hazır bulunmuştu. (Hi: 20) de dâr-ı bekaya göçtü. (R.A.)

bilvasıta

  • Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile.
  • Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.

Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

buhnuk

  • Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe "destâr" derler)

buk'a

  • Yer parçası, ülke.
  • Boş ve ıssız yer.
  • Sağlam ve büyük bina.
  • Benek leke.

büka / bükâ / بكاء

  • Ağlama.
  • Ağlama.
  • Ağlama. (Arapça)

büka-alud / bükâ-âlûd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü. (Farsça)

büka-engiz / bükâ-engiz

  • Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü. (Farsça)

bükat / bükât

  • Ağlayanlar.

büky

  • Ağlayıcılar, ağlıyanlar.

bünyan-ı kavi / bünyan-ı kavî

  • Sağlam bina.

bünyan-ı mersus

  • Kaynaşmış sağlam bina. Birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı.

burhan-ı katı

  • Sağlam delil.

bürhan-ı katı'

  • Kat'î, en sağlam ve şeksiz delil.
  • Farsça bir lügat kitabının ismi.

burhan-ı yakini / burhân-ı yakînî / بُرْهَانِ يَقِينِي

  • Sağlam ve kesin bilgi ile elde edilen delil.

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

büyü

  • Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı sağlayan ilim.

cadde-i kur'aniye / cadde-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın gösterdiği, çizdiği yol; Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi, ehli sünnet yolu, Kur'ân yolu.

çağ

  • Zaman, vakit, esnâ, hengâm, mevsim.
  • Yaş.
  • Boy, kamet, tenâsüb, lüzumu derece semizlik.
  • Devir, tarih çağları. (İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ.)

çağlar

  • Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.

camit

  • Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.

çamular

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

çamulari

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

candade

  • Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan. (Farsça)

car / câr

  • (Harf-i cer) Başına geldiği ismin sonunu esre okutarak kendinden önceki fiilin mânâsını, başına geldiği isme çekip bağlayan harf.

çarmıh

  • Suçluyu bağlamak için kurulmuş haç şeklinde ağaç.

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

cebel-ün nur

  • Mekke dağlarından, Hira veya Hırra veya Harra Dağı. Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği dağ.

cebire / cebîre

  • Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

cebub

  • Sağlam yer. Muhkem.
  • Yeryüzü.
  • Katı ve galiz yer.

cedl

  • Yaratmak, halk.
  • Kuvvet.
  • Sağlam bükmek.
  • Azâ, organ, uzuv.

çeğale / çeğâle / چغاله

  • Çağla. (Farsça)

cehad

  • Sağlam, katı yer.

celb-i maslahat

  • İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici.

celb-i menafi / celb-i menâfi

  • Menfaatlerin celbedilmesi; yarar sağlama, çıkar elde etme.

celb-i menfaat

  • Menfaat celbedici, çekici, fayda sağlayıcı.

celis

  • Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.

çenber

  • Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. (Farsça)
  • Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. (Farsça)
  • Başa ve boyna bağlanan yemeni. (Farsça)
  • Esirlik, bağlılık, kölelik. (Farsça)
  • Geo: Bir düz (Farsça)

çeşm-i alil / çeşm-i alîl

  • Ağlayan yaralı göz.

çeşm-i giryan / çeşm-i giryân

  • Ağlayan göz.

çeşmigiryan / çeşmigiryân

  • Ağlayan göz.

cez'

  • Ağlayıp sızlama, ümitsizliğe düşme.

ceza'

  • Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.
  • Ağlayıp sızlanma.

cezl

  • Kalın odun. Tomruk.
  • Sağlam. Metin.
  • Güzel ve muhkem fikir.
  • Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime.
  • Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.

ciar

  • Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.

cibal / cibâl / جبال

  • (Tekili: Cebel) Dağlar.
  • Dağlar.
  • Dağlar.
  • Dağlar.
  • Dağlar. (Arapça)

cibal-i dünya / cibâl-i dünya

  • Dünyanın dağları.

cibal-i mübaha / cibal-i mübâha

  • Huk: Hiç bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan dağlar.

cibal-i şahika / cibal-i şâhika / cibâl-i şâhika

  • Yüksek dağlar.
  • Zirvesi çok yüksek olan dağlar.

cihet-i irtibat

  • Bağlantı yönü.

cihet-i nazm ve irtibat

  • Diziliş ve bağlantı yönü.

cihet-i temas / cihet-i temâs

  • Bağlantı yönü.

cilaz

  • Kamçının ucuna bağlanan kayış.

cilze

  • (Çoğulu: Cilzâ) Sert ve sağlam yer.

cism-i müebbed-i müşeyyed

  • Ebedleştirilmiş, sonsuzlaştırılmış sağlam cisim.

cism-i muhkem

  • Sağlam cisim, yapı.

civanmerd

  • Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.

cıvata

  • Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.

cülza

  • Sağlam deve.

cum'a gecesi / cum'â gecesi

  • Perşembe'yi Cumâ'ya bağlayan gece.

cümd

  • (Çoğulu: Cümâd-Ecmâd) Yüce, sağlam mekân.

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.

dağ-dar / dâğ-dâr

  • Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış.
  • Pek müteessir, çok üzgün.

dağdar

  • Yaralı, kızgın demirle dağlanmış.

dağlarvari / dağlarvâri

  • Dağlar gibi.

daiye / dâiye

  • İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu.
  • Mücib ve sebep.
  • Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti.
  • Arzu, hırs.
  • Dava.
  • Bahane.

dalı'

  • Kavi, kuvvetli.
  • Muhkem, sağlam, sert.
  • Eğri.

dalil

  • Sert, sağlam, muhkem yer.
  • Yolu azmış kişi.

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

damd

  • Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.

damzer

  • (Çoğulu: Damazir) Sütü az olan deve.
  • Sağlam ve sert yer.
  • Şişman kadın.

dehn

  • Değnekle vurmak.
  • Yağmurun, yeri ıslatması.
  • Bir şeyi yağlamak.
  • Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek.

dehri / dehrî

  • Zaman yönünden, çağları içine alan.

dek

  • Desise, hile, dolandırıcılık. (Farsça)
  • Sâil, dilenci. (Farsça)
  • Dilencilik. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Çatma, tokuşma. (Farsça)

dem'

  • Göz yaşı, göz yaşı dökme, ağlama.
  • Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.

derece-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma seviyesi.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

dervah

  • Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Doğru, asıl, gerçek. (Farsça)
  • Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. (Farsça)
  • Ayıp, utanma. (Farsça)
  • Sertlik, kabalık. (Farsça)

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

dest-beste

  • El bağlamış, eli bağlı. (Farsça)

dide giryan / dîde giryân

  • (Gözü) yaşlı, ağlayan.

dide-giryan

  • Teessürle ağlayan göz. Ağlayarak.

dihan

  • Kırmızı deri, sahtiyan.
  • (Tekili: Dühn) Vücuda sürünülecek yağlar.

dilbend / دلبند

  • Gönül bağlanan, sevgili. (Farsça)

dilbeste / دلبسته

  • Gönlü bağlanmış, aşık. (Farsça)

dilhun / dilhûn / دلخون

  • Yüreği kanlı, içi kan ağlayan. (Farsça)

dımad

  • Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.

dinperver

  • Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi. (Farsça)

dırab

  • Erkek dişiye aşmak.
  • Küçük dağlar.

dırefs

  • İpek.
  • Katı, sağlam nesne.
  • Büyük iri yapılı adam.
  • Büyük deve.

disam

  • Şişe ağzına konulan tıpa.
  • Yaraya bağlanan bez.
  • Kulak içine sokulan şey.
  • Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.

dümac

  • Çok sağlam nesne.
  • Gizli örtülü olan şey.

dürüsti / dürüstî

  • Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık. (Farsça)

düsum

  • (Tekili: Desem) Yağlar.

düsür

  • (Tekili: Disar) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.

ebka

  • Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ)

eczeb

  • Suyu geçirmeyen sağlam zemin.

edhan

  • (Tekili: Dühn) Sürülecek güzel kokulu yağlar.

edille-i katı'a

  • İtiraz edilmeyecek derecede kat'î ve sağlam deliller.

edille-i kaviyye

  • Sağlam deliller.

edmiga

  • (Tekili: Dimağ) Beyinler, dimağlar.

edvar / edvâr / ادوار

  • Devirler, çağlar.
  • Devirler, çağlar. (Arapça)

ehl-i hal

  • İlâhî aşka bağlanmış, çoşkunluk ve vecd sahibi.

ehl-i idare ve zabıta

  • Şehir güvenliğini sağlamakla vazifeli bulunan idare, polis.

ehl-i kütüb-ü sahiha

  • Doğru, güvenilir ve sağlam hadîs kitap yazarları.

ehl-i sünnet

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların muhaliflerine "ehl-i bid'a" veya "fırak-ı dâlle" denir. (Farsça)

ehl-i tasavvuf

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.

ehl-i tevhid

  • Cenab-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimse.

ekid

  • Sağlam, metin, muhkem.
  • Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli.

ekiden

  • Metin, muhkem ve sağlam şekilde.
  • Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen.
  • Mükerreren, tekrar olarak.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

elbürz

  • Kafkas sıradağlarının en yükseği. (Farsça)
  • Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. (Farsça)
  • Uzun boylu ve yakışıklı kimse. (Farsça)

em'az

  • (Çoğulu: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer.

emare-i kaviye

  • Güçlü ve sağlam işaret.

emten

  • Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enbahun

  • Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. (Farsça)
  • Hisar, kale. (Farsça)

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

envah

  • (Tekili: Nevh) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.

erba'in / erba'în

  • Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile de denir.

erta

  • Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.

erzen

  • Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç.
  • Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.

esar

  • Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.

esas-ı metin

  • Sağlam esas, ana metin.

esasat-ı sadıka / esâsât-ı sâdıka

  • Doğru esaslar, sağlam temeller.

esbab-ı inkişaf / esbâb-ı inkişaf

  • Gizli kalmış hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlayan sebepler.

esbabperest

  • Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.

esedd

  • Sağlam, kavi, muhkem.

eser-i itkan

  • Eserdeki mükemmellik, sağlamlık ve kusursuzluk.

eser-i itkan-ı san'at

  • Sağlam ve pürüzsüz san'at eseri.

esid

  • Ev önü.
  • Bağlanmış kapı.

esil

  • (Çoğulu: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit.
  • Kavi, muhkem, sağlam.

eşk-bar

  • Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken. (Farsça)

eşk-efşan

  • Çok ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

eşk-i şadi / eşk-i şâdi

  • Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.

eşk-riz / eşk-rîz

  • Gözyaşı döken, ağlayan. (Farsça)

eşk-ver

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

eslem

  • Daha sağlam, en selâmetli, en sâlim.
  • En sağlam, en emin.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esma-i mevsule ve müpheme / esmâ-i mevsûle ve müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; mânâsı kendisinden sonra gelen cümle ile açıklanan ve bir ismi başka bir cümleye bağlayan kelimedir.

esr

  • Esir etmek.
  • Muhkem bağlamak.
  • Takviye etmek.
  • Göbeğinde illeti olan.

esus

  • Katı, sağlam, muhkem nesne.

evamir-i tanzifiye / evâmir-i tanzifiye

  • Temizliği sağlayan emirler, kanunlar.

evladiyye

  • Evlatlık, evlada mahsus.
  • Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya.

evsak

  • En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi.

evtad-ül arz

  • Tepeler. Dağlar. Arzın direkleri.

evvah

  • Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak.
  • Çok âh edip duâ eden.
  • Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı.

evzar

  • (Tekili: Vizr) Ağırlıklar. Yükler.
  • Mc: Günahlar.
  • (Vezer) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler.
  • Üstünlükler, galebeler.
  • Dağlar.

eyman

  • (Tekili: Eymün) (Yemin) Andlar. Yeminler. Kasemler.
  • Fık: Zevcesi ölmüş er.
  • Sağ taraflar. Sağlar.

eysar

  • Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler.
  • Ot.

ezimme

  • (Tekili: Zimam) Yularlar. Bağlar.

ezmine / ازمنه

  • Zamanlar, çağlar.
  • Zamanlar, anlar, vakitler, çağlar.
  • Zamanlar, çağlar. (Arapça)

ezmine-i kadime / ezmine-i kadîme / ازمنهء قدیمه

  • Eski zamanlar, eski çağlar.

ezmine-i mütekaddime / ازمنهء متقدمه

  • Eski çağlar.

fa-yı atıf / fâ-yı atıf / fâ-yı âtıf / فَايِ عَاطِفْ

  • Arapçada kelimelerin başına gelen ve baştakî bir ifadeyle bağlantı kurulmasını ifade eden 'fâ' harfi.
  • Bağlaç olan fe harfi.

fahl

  • Aygır; neslin devamını sağlayan erkek hayvan.

faran / fârân

  • İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir.
  • Mekke dağlarının incildeki adı.

farz

  • Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.)
  • Takdir veya beyan eylemek.
  • Bir şeyi delmek, gedik açmak.
  • Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus.
  • Addet

fatanet

  • (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik.
  • Müteyakkız oluş.
  • Peygamberlerin sıfatlarından biridir.

fenafillah / fenâfillâh

  • Allah'a, Onda fâni olacak seviyede bağlanma.

fenafirresul / fenâfirresûl

  • Resûlullaha (a.s.m.), onda fâni olacak seviyede bağlanma.

fenafişşeyh / fenâfişşeyh

  • Tarikatlerde müridin şeyhine, onda fâni olacak şekilde bağlanması.

ferman-ı ahkem

  • Sağlam esaslar içeren buyruk.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

feryad ü figan

  • Bağırıp çağırma, ağlayıp sızlama.

feveran ve galeyana getirme

  • Kaynatıp coşturma, çoşturup çağlatma.

fidam

  • (Feddâm) : Su kabının üzerine koydukları süzgeç.
  • Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.

figan / figân

  • Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. (Farsça)

fıtrat-ı selime / fıtrat-ı selîme / فِطْرَتِ سَل۪يمَه

  • Selim fıtrat. Kusursuz sağlam huy.
  • Ahlâk, din. Haram ve çirkin işlerden uzak ahlâk.
  • Noksansız yaradılış.
  • Bozulmamış sağlam yaratılış.

fizar / fîzâr

  • Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak. (Farsça)
  • Ağlayıp inleme.

füfs

  • Kırman dağlarında bulunan bir taife.

furkan-ı ahkem

  • Doğruyu yanlıştan en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran Kur'ân-ı Kerim.

gabit / gabît

  • (Çoğulu: Gubut) Çukur yer.
  • Bir dere ismi.
  • Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.

galak

  • (Çoğulu: Ağlak) Kapı kilidi.

galebe etmek

  • Gâlip gelip üstünlük sağlamak.

gall

  • Girmek, sokmak, akmak.
  • Boynunu, elini zincir ile bağlamak.
  • Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek.
  • Ganimet malından hırsızlık etmek.

gayet rasih / gayet rasîh

  • Çok sağlam ve sarsılmaz.

gayr-ı meş'ur

  • Şuursuz, bilinçsiz; şuurla bağlantısı olmayan, farkedilmeyen.

gazbe

  • Sağlam, sert taş.

gem vurmak

  • Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.

gerden-bend

  • Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. (Farsça)
  • Gerdanlık. (Farsça)

giryan / giryân / گریان

  • Gözyaşı döken. Ağlayan. (Farsça)
  • Ağlayan.
  • Ağlayan.
  • Ağlayan. (Farsça)
  • Giryân etmek: Ağlatmak. (Farsça)
  • Giryân olmak: Ağlamak. (Farsça)

girye / گریه

  • Ağlama, ağlayış. (Farsça)

girye-bar

  • Gözyaşı döken, ağlayan. (Farsça)

girye-dar

  • Ağlamış, göz yaşı dökmüş. (Farsça)

girye-engiz / girye-engîz

  • Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan. (Farsça)

girye-feşan

  • Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan. (Farsça)

girye-feza

  • Çok ağlatan, ağlamayı artıran. (Farsça)

girye-i şadi / girye-i şâdî

  • Sevinçten dolayı olan ağlama. Sevinç gözyaşı.

girye-künan

  • Gözyaşı dökerek, ağlayarak. (Farsça)

girye-nak

  • Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı. (Farsça)

girye-nümud

  • Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen. (Farsça)

girye-paş

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

girye-perverd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren. (Farsça)

girye-riz / girye-rîz

  • Gözyaşı döken, ağlayan. (Farsça)

girye-zar

  • Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer. (Farsça)

giryeengiz / giryeengîz / گریه انگيز

  • Ağlatıcı. (Farsça)

giryenak / giryenâk / گریه ناک

  • Ağlamaklı, ağlayan. (Farsça)

giryende

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

gülistan-ı bağ-ı cinan / gülistan-ı bâğ-ı cinan

  • Cennetlerdeki bağların gül bahçeleri.

gürmih

  • Çivi. (Farsça)
  • Hayvan bağlanan büyük kazık. (Farsça)

habib-ül bekkain / habib-ül bekkâîn

  • Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.

habike / habîke

  • (Çoğulu: Habâik) Kehkeşan, samanyolu.
  • Çizgi.
  • (Çoğulu: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.

habk

  • Bükmek.
  • Sağlam yapmak.
  • İyi dokumak.

habl-i metin

  • En sağlam ip.

habl-i metin-i ilahi / habl-i metîn-i ilâhî

  • Allah'ın sağlam ve kopmaz ipi.

habl-ül metin

  • Sağlam ip.
  • Mc: İslamiyet. Kur'an-ı Kerim.

hablü'l-metin

  • Sağlam ip; İslâmiyet.
  • Sağlam ip. İslâ-miyet, Kur'ân-ı Kerim.

hablü'l-metin-i islamiye / hablü'l-metin-i islâmiye

  • İslâmiyetin sağlam bağı, ipi.

hablü'l-metin-i milliyet / hablü'l-metîn-i milliyet

  • Kopmaz bir bağ ile insanları birbirine bağlayan milliyet, millî özellikler.

hablullah

  • Allah'ın sağlam ipi.

hablülmetin / hablülmetîn

  • Sağlam ip; İslâmiyet, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet.
  • Sağlam ip.

hademe

  • Hizmetçiler, hâdimler.
  • (Çoğulu: Hıdâm) Halhal.
  • Devenin ayağını bağladıkları kayış.

hadis-i sahih / hadîs-i sahîh / حَد۪يثِ صَح۪يحْ

  • Peygamberimizden (asm) sağlam olarak nakledilen hadîs.

hadrece

  • Bükmek.
  • Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.

hakaik-i muhkeme

  • Sağlam hakikatler, esaslar.

hakb

  • Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip.
  • Tutulmak.

hakikat-i rasiha-i aliye / hakikat-i râsiha-i âliye

  • Yüce ve sağlam gerçek.

hal'

  • Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı.
  • Vurmak.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Hediye vermek, atâ etmek.
  • Cima etmek.

halat

  • Kalın, sağlam ip.

halbes

  • (Çoğulu: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.

halim selim

  • Yumuşak huylu ve sağlam karakterli kişi.

hall

  • Sağlamlaştırmak.
  • Dostluk, sadâkat.
  • Fakir, hastalıklı, nahif insan.
  • Sirke.

hall ü akd

  • Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.

hall ü fasl

  • Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.

hamail

  • (Tekili: Himâle) Tılsım, muska.
  • Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.

hamit

  • Şiddetli, sağlam.
  • Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.

hamz

  • Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık.

hanin / hanîn

  • Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak.
  • Şevk ve arzu.
  • Burun içinden ağlamak.
  • Burun içinden gülmek.

hanin-ül ciz'

  • Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.

hank

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
  • Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek.
  • Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak.

harac

  • Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.

harf-i atıf

  • Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir.
  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

harir / harîr

  • Su akarken çağlamak.
  • Yel eserken fışıldamak.
  • Horuldamak.

harm

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
  • Davara yük vurmak.
  • İşinde çabuk çabuk olmak.
  • Udul etmek.
  • Kat'etmek.

harrare

  • Gürleyerek, çağlayarak akan su.

hasafet

  • Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk.

hasanet / hasânet

  • Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması.
  • Kadının kendisini haramdan koruması.
  • Bir bina veya yapının sağlamlığı.

hasin / hasîn / حصين

  • Sağlam. Metin. Mustahkem.
  • Sağlam muhafaza eden.
  • Sağlam.
  • Sağlam, müstahkem. (Arapça)

hatar

  • Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler.
  • Çadırın eteklerine bağlanan parça.

hatim

  • Kadı, hâkim.
  • Sağlamlaştıran.

hatm

  • Hâlis, saf.
  • Sağlamlaştırma, muhkemleştirme.
  • Hüküm ve kazâ icabettirme.

hatr

  • Atâ etmek, hediye vermek.
  • Sağlamlaştırmak.

hatt-ı münasebet

  • Bağlantı hattı, ilgi bağı.

hatt-ı muvasala

  • Bağlantı hattı.

havass-ı refia / havâss-ı refia

  • Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî

havmane

  • (Çoğulu: Havâmin) Çok sağlam yer.

hayretinden ağlama

  • Şaşkınlığın tesiriyle ağlama.

hayse

  • Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.

hayt

  • İp. Kalın ip.
  • İplik. Bağ.
  • İki şeyi birbirine bağlayan.
  • Dikiş dikmek.
  • Tanyeri ağarması.

hayt-ı ittisal

  • Bağlayan, birleştiren bağ.

hayt-ı nurani / hayt-ı nuranî

  • Nurlu bağlantı. Nurâni râbıta.

haytu'l-emel

  • Ümit ipi; ümit bağlayacak bir sebep.

hazhaz

  • Kavi, sağlam.

hazine

  • Define.
  • Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.

hazine-i hassa / hazine-i hâssa

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.

hazk

  • Bağlamak.

hazm

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Zaptetmek.
  • Kast etmek.
  • Bağlamak.
  • Yumuşak yüksek yer.
  • Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar.
  • Basiretle hareket etmek.

hazn

  • Sağlam yer.
  • Kabile ismi.
  • Arap beldeleri.

henin / henîn

  • Ağlamak.

henn

  • Ağlamak.
  • Ayıptan kinayedir.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

heyr

  • Rüzgâr adı.
  • Sağlam ve sert taş.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hıbve

  • (Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
  • Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
  • Bele takılan şey.

hicar

  • Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak.
  • Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.

hıçkırık

  • t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması.
  • Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.

hidam

  • (Tekili: Hizmet) Hizmetler. Vazifeler.
  • (Hademe) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.

hıffet

  • Hafiflik; kolaylık; Arapça'da kural olarak teleffuzu dile ağır gelen lâfızların kurallar çerçevesinde düzenlenerek kolaylık sağlama; Meselâ, kàle fiilinin aslı 'kavele' dir. Ancak söylemesi dile ağır geldiği için 'vav' harfi 'elif'e çevrilerek kàle denmiştir.

hikmet-i efgan

  • Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi. (Farsça)

hılt-ı mahmud

  • Vücudun sağlam ve sağlıklı oluşu.

himalaya silsilesi

  • Himalaya sıradağları.

hirabe

  • Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.

hısane

  • Berklik, sağlamlık, sertlik, muhkemlik.

hisbe

  • Ecir, sevap.
  • İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
  • Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.

hısn

  • Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.

hısn-ı hasin / hısn-ı hasîn

  • Çok kuvvetli, en sağlam korunma.
  • Çok sağlam kale.

hiss-i selim

  • Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi.
  • Sağlam ve insanı yanıltmayan his.

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hizam

  • Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizriyye

  • (Çoğulu: Hızari) Sağlam, sert yer.

horasan

  • İran'ın doğusunda bir memleket adı. (Farsça)
  • Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. (Farsça)
  • Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. (Farsça)
  • Kelime mânası: Doğan güneş. (Farsça)

hubu'

  • Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.

hücciyet

  • İhticaca salih olma. Delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma.

hümam

  • Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd.
  • Aslan.
  • Büyük ve sağlam.

humaris

  • Sağlam, şiddetli, katı.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

huruşan

  • Çağlıyarak, coşarak, (Farsça)
  • Coşan, çağlayan. (Farsça)

hüsn-ü metanet

  • Metanetin ve sağlamlığın güzelliği.

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.

husun

  • (Tekili: Hısn) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.

huzne

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlam ve sert olan.

huzunet

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.

i'kad

  • Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek.

i'lamat

  • (Tekili: İ'lam) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.

i'nan

  • Büyü ile bağlanma.

i'tikadat / i'tikadât

  • (Tekili: İ'tikad) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar.

i'tikal

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma.
  • Devenin dizini büküp bağlama.
  • Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma.

i'timad

  • (İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak.

i'timad-ı kavi / i'timad-ı kavî

  • Sağlam itimad, kavi güveniş.

iaşe-i umumi / iâşe-i umumî

  • Herkesi besleyip geçimini sağlama.

ibad

  • Devenin ayağını bağladıkları ip.

ibka

  • Ağlatmak.

ibra / ibrâ

  • (Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak.

ibrahim-vari

  • İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile. (Farsça)

ibram

  • Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek.
  • Usandırmak, yıldırmak.
  • İpi sağlam bükmek.
  • Muhkem kılmak.

ibtika'

  • (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.

ibzaz

  • Yağlanma, şişmanlama, semirme.

icar

  • Kadının başına bağladığı nesne.

icra dairesi

  • Borçlunun, alacaklıya karşı ödemekle yükümlü bulunduğu bir şeyi hukukî yollarla almasını sağlayan daire, kurum.

içtimaat-ı hayatiye

  • Hayatın devamlılığını sağlayan parçaların bir araya gelmesi.

idrik

  • Dağlarda çok olan bir yemiş.

ihkam / ihkâm

  • Sağlamlaştırma.
  • Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek.

ihnak

  • (Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma.

ihnet

  • Gazap, öfke. Hiddet.
  • Kalb katılığı.
  • Kin bağlamak.

ihrak-ı dümu'

  • Gözyaşı akıtma, ağlama.

ihsan / ihsân

  • (Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek.
  • Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak.
  • Ehl-i azamet olmak.
  • İyilik etme.
  • Bağış, bağışlama.
  • Sağlamlaştırma.

ihtika'

  • Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği.
  • Dimağ heyecanı.

ihtikar / ihtikâr

  • Vurgunculuk; fazladan kazanç sağlamak amacıyla, hayat için zarurî olan ihtiyaç maddelerini satın alıp fiyatı artsın diye bir süre saklama.

ihtisab / ihtisâb

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi.

ihtizam

  • Kemer takma, kuşak bağlama.

ihza'

  • Semirme, yağlanma. Semirtme, semirtilme.

ikad

  • Kuvvetlendirme, sağlam kılma.

ikan

  • İyi ve yakînen bilmek.
  • Sağlam bir iş.
  • Yakin hasıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek.

ikdar

  • (Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama.
  • Birini kayırma.

iktiva'

  • Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma.

ilmelyakin / ilmelyakîn

  • İlmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme.

iltizam-ı hak

  • Hakka sarılma ve bağlanma.

iltizam-perverane

  • Bağlanarak, sarılarak.

imale etmek

  • Meylettirmek, eğilim göstermesini sağlamak.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

iman-ı yakini / îmân-ı yakînî

  • Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.

imdad-ı vahidiyet / imdad-ı vâhidiyet

  • Her şeyin bir tek noktaya bağlanmasından gelen yardım ve destek.

imrar

  • Geçirmek. Mürur ettirmek.
  • İpi sağlam bükmek.
  • Acıtmak. Acı olmak.

imtizac etmek

  • Kaynaşmak, uyum sağlamak.

in'ikad / in'ikâd / انعقاد

  • Akdetme. Bağlanma.
  • Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık.
  • Kurulma. Toplanma.
  • Bağlanma. (Arapça)
  • Toplanma. (Arapça)

inabe / inâbe

  • Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.
  • Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.

inbat / inbât

  • Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini sağlama.
  • Otun bitmesini sağlama.

inbika

  • (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.

incibar

  • Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması.

indab

  • (Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama.

inikad / inîkad

  • Kurulma, gerçekleşme, bağlanma.

inkıyad / inkıyâd / انقياد

  • Boyun eğme, bağlanma.
  • Bağlanma, boyun eğme. (Arapça)

insicam

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.

insicam-ı ahkem

  • Sağlam bir akış ve uyumlu gidiş.

intibak etme

  • Uyum sağlama.

intifa / intifâ

  • Fayda sağlama, menfaatlanma.

intikaz

  • Bozulma.
  • Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
  • (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.

intisab / intisâb / انتساب

  • (Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak.
  • Bağlanma, kapılanma.
  • Bağlanma, mensup olma.
  • Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere) bağlanma, talebe olma.
  • Bağlanma.
  • Bir yere mensup olma. (Arapça)
  • Bir yere bağlanma, bir yerde çalışmaya başlama. (Arapça)

intisab-ı imani / intisab-ı imanî

  • İman ederek Allah'a bağlanma.

intisaben

  • Bağlanarak, mensup olarak.

intisap

  • Bağlanma, mensup olma.

intisap etme

  • Mensup olma, bağlanma.

intisap etmek

  • Bağlanmak, mensup olmak.

intitak

  • Kemer veya kuşak bağlama.

intiyah

  • Ağlama, göz yaşı dökme.

intizac

  • Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme.
  • Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi.

inzibat

  • Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması.
  • Sağlamlaşmak.
  • Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu.

inzimam

  • Bağlanma.
  • Yular ile bağlanma.

ıras

  • Devenin başını ayağına bağladıkları ip.

irca / ircâ

  • Geri döndürme, bağlama.

irhas

  • Hayırlı işler yapmak.
  • Israr etmek.
  • Duvar yapmak.
  • Sağlam şey.

irhasat

  • Hayırlı işlerle uğraşmak.
  • Sağlam şey.
  • Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir.

irsa / irsâ

  • Yere çakma, sabitleme, demir atma, sağlamlaştırma.
  • Sağlamlaştırma.

irsa'

  • Sağlamlaştırma, sâbit kılma.
  • Geminin demir atması.
  • Pâyidar olmak.

irsah

  • Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma.

irsan

  • Muhkem ve sağlam kılma, rasanet verme.

irtam

  • Hatırlamak için parmağa iplik bağlama.

irtibat / irtibât / ارتباط / اِرْتِبَاطْ

  • Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık.
  • Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.
  • Bağlantı, ilişki, ilgi. (Arapça)
  • Bağlanma.

irtibat etme

  • Bağlı olma, bağlanma.

irtibat-ı ruhi / irtibat-ı ruhî

  • Ruhsal bağlanma, ruhsal münasebet.

irtikaz

  • (Rekz. den) Dikilme.
  • Bağlanma.
  • Tıb: Nabız atma.

ırzim

  • Sağlam, sert ve dayanıklı.
  • Şiddetli toplayıcı.

isale-i dümu'

  • Gözyaşları dökme, ağlama.

isbat / isbât

  • Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
  • Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.

işgerf

  • Dayanıklı, sağlam, kalın. (Farsça)
  • Şan, nam, ün, şeref. (Farsça)

ishan-ı ayn

  • Ağlatma. Göz kızartma.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

ısmi'lal

  • Muhkem olmak, sağlam olmak.
  • Otların birbirine dolaşmaları.

işrirak

  • Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme.

iştibak-ı tesanüd-ü nazm / iştibak-ı tesânüd-ü nazm

  • Bir ağ gibi birbirine bağlanıp dayanmış olan nazım, diziliş.

istibka / istibkâ

  • Ağlatmak. Ağlamayı istemek.

istidradi / istidrâdî

  • Bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka konulardan bahsetmek.

ıstıfaf

  • Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama.

istihbarat-ı mevsuka

  • Sağlam ve inanılır doğru haberler.

istihkam / istihkâm / استحكام

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.
  • Sağlamlık, siper.
  • Sağlamlık. (Arapça)
  • Siper. (Arapça)

istihlal

  • Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi.
  • Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi.
  • Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi.
  • Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması.
  • İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek.

istihsan

  • Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak.
  • Sağlam bir yere kapanmak.

istıktab

  • (Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba bağlanma.

istimzaç

  • Kaynaşmaya çalışma, uyum sağlamaya çalışma.

istinahe

  • Yaygarayı basma.
  • Ağlamak isteme.
  • Kurdun uluması.

iştirat

  • (Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma.

itikadat-ı imaniye / itikadât-ı imaniye

  • İmanla bağlantılı inanışlar.

itkan / itkân / اتقان

  • Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak.
  • Muhkem, sağlam kalma.
  • İnanma, emin olma.
  • Sağlamlık.
  • Sağlam yapma.
  • Emin olma. (Arapça)
  • Sağlamlaştırma. (Arapça)

itkan-ı muhkem

  • Kusursuz sağlamlık.
  • Bütün açıklığıyla bilerek sağlam yapmak.

itkan-ı mükemmel

  • Mükemmel derecede sağlamlık.

itkan-ı san'at

  • San'atın sağlam, mükemmel ve pürüzsüzlüğü.

itlak

  • Bağlama, asma.

ıtlıhah

  • Gözden yaş akma, ağlama.

ıtna'

  • Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak.

ittiba / ittibâ

  • Tâbi olma, bağlanma, uyma.

ittiba etme / ittibâ etme

  • Tâbi olma, bağlanma.

ittiba eyleme / ittibâ eyleme

  • Tâbi olma, bağlanma.

ittiba-ı sünnet-i muhammediye / ittibâ-ı sünnet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünnetine bağlanma.

ittihad-ı islam cemiyet-i kudsiyesi / ittihad-ı islâm cemiyet-i kudsiyesi

  • Bütün Müslümanların birliğini sağlama gibi mukaddes bir hedef için faaliyet gösteren bir topluluk.

ittikan

  • Sağlam ve pürüzsüz san'at yapma.
  • Sağlamlık.

ittisam

  • (Vesm. den) Damga ve nişan vurma.
  • Dağlama, süsleme.

iz'an-ı yakin / iz'ân-ı yakîn

  • Kesin delile dayalı olan sağlam inanç.

izafe / izâfe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.
  • Katma, ilâve etme, bağlama.
  • Bağlama, yükleme.

izafet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafi / izafî

  • İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

jegand

  • Sağlamlık, metanet. (Farsça)
  • Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. (Farsça)

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

ka'sere

  • Yoğun, sağlam, kalın, katı.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kaba'ser

  • (Çoğulu: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu.
  • Deniz canavarlarından bir canavar.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kaffe-i esbab-ı sübutiye / kâffe-i esbab-ı sübutiye

  • Bir meselenin sağlam dayanaklara sahip olduğunu gösteren sebepler.

kafs

  • Sıçramak.
  • Hafiflik.
  • Sevinç, neşat.
  • Hayvanın ayaklarını bağlamak.

kahkar

  • Katı, sert, sağlam taş.

kaide-i rabt

  • Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.

kaime

  • Ayakta sağlam duran, esaslı.

kal'a-bend

  • Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. (Farsça)

kal'a-i hasin

  • Sağlam, kuvvetli kale.

kal'a-i polat ve beden

  • Sağlam kale ve yapı.

kalb hastalığı

  • Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.

kalb huzuru / kalb huzûru

  • İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.

kalb toparlanması

  • Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.

kalb-i ahenin / kalb-i âhenin

  • Demir gibi metin ve sağlam olan kalb.

kalben terketme

  • Kalbini bağlamama.

kale-i metin / kale-i metîn

  • Sağlam kale.

kalet

  • (Çoğulu: Kılât) Helâk olmak.
  • Dağlarda, içinde su biriken çukur.
  • Göz çukuru.
  • Baş parmağın dibinde olan çukur.

kamatır

  • Katı, sağlam.

kamit

  • Bağlanmış.
  • Tam olgun, kâmil.

kanun-u adalet ve tedip

  • Adaleti sağlama ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenen kanun.

karar

  • Değişmez hâle gelmek.
  • Sabit ve sakin olmak.
  • Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük.
  • Gitmeyip kalmak.
  • Oturaklı yer. Sâkin olacak yer.
  • Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü.
  • Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama.
  • Dolanmak.

karargir / karargîr / قرارگير

  • Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. (Farsça)
  • Karar verilmiş. (Arapça - Farsça)
  • Karargîr olmak: Karara bağlanmak. (Arapça - Farsça)

karya

  • Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.

kasatura

  • Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.

kasb

  • Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma.
  • Sağlam, sert.

kasr-ı meşid-i nurani / kasr-ı meşîd-i nuranî

  • Temelleri sağlam ve etrafına aydınlık saçan saray.

kasr-ı müşeyyed

  • Sağlam yapılmış büyük köşk, saray.
  • Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman.

kasr-ı müşeyyed-i alem / kasr-ı müşeyyed-i âlem

  • Sağlam yapılmış âlem sarayı.

kat-ı sıla-i rahim

  • Hısım-akrabayı ve özellikle anne-babayı terk etme, bağlantıyı kesme.

kavaid-i usuliye / kavâid-i usuliye

  • Metod kuralları; ilmî disiplinlerle bağlantılı metod kuralları.

kavi / kavî / kâvî

  • Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü.
  • Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.
  • Kuvvetli, güçlü.
  • Güvenilir, sağlam.
  • (Key. den) Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci. (Farsça)

kaviyü'l-bünye / قوی البنيه

  • Sağlam yapılı. (Arapça)

kaviyy-ül bünye

  • Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.

kaviyyet / kâviyyet

  • Yakıcılık, dağlayıcılık.

kavz

  • (Çoğulu: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi.
  • Düşmek.
  • Bağlamak.

kayd

  • Kelepçe, bağ.
  • Bağlamak.
  • Bir şeyi bir yere yazmak.
  • Deftere geçirmek.
  • Sınırlamak.
  • Şart.
  • Bağlanma, bağlayacak şey.
  • Bir yere yazma.
  • Sınırlama, belirtme.
  • Önem verme, unsurlama.

kaydetmek

  • Yazmak.
  • Bağlamak.
  • İlgilenmek, alâkalanmak.

kaynan

  • At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.

kaziye-i muhkeme

  • Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir.

kebl

  • Bağlamak.
  • Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.

kelendi

  • Bir para.
  • Sağlam ve sert yer.

kemal-i imtisal / kemâl-i imtisâl

  • Eksiksiz bir şekilde bağlanma, boyun eğme.

kemal-i ittisal

  • Tam, sıkı bir bağlantı, ilişki.

kemal-i metanet / kemâl-i metanet

  • Tam sağlamlıkla, sarsılmadan.
  • Tam ve mükemmel bir sağlamlık.

kemal-i sadakat / kemâl-i sadakat

  • Tam ve mükemmel bağlılık; sağlam ve sarsılmaz kalbî bağlılık.

kemer

  • Yay gibi eğik olan yapı. (Farsça)
  • Bele bağlanan kuşak. (Farsça)
  • İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. (Farsça)

kemerbeste

  • Kuşak bağlamış, hazırlanmış.
  • Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. (Farsça)

kemerbeste-i hizmet-i mevla / kemerbeste-i hizmet-i mevlâ

  • Allah'ın huzurunda, Onun emrine hazır şekilde el bağlamak.

kemerbeste-i ubudiyet / kemerbeste-i ubûdiyet

  • Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)
  • Kulluk için el bağlayıp Allah'ın huzurunda durma.

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

kereb

  • Kova bağladıkları ip.
  • Suyu yatıp ağızla içmek.
  • Hurma ağacının kökü.

keşah

  • Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)

kesb

  • Kazanma, kazanç, edinme.
  • Geçimi sağlama için kullanılan âlet veya iş.

keşk

  • Kavi, kuvvetli, sağlam.
  • Kabuğu çıkmış arpa.
  • Arpa suyu.
  • Yoğurt keşi.

ketf

  • Omuz. Omuz kemiği.
  • Parça parça kesmek ve bağlamak.

keyy

  • Adama veya davara yapılan nişan.
  • Yarayı dağlama.

kıla-i rasine / kılâ-i rasine

  • Sağlam kaleler. Muhkem surlar.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kımt

  • Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.

kınne

  • (Çoğulu: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması.
  • Dâne çadırı dedikleri ot.
  • Bir nevi devâ.

kıra'

  • Cimâ etmek.
  • Sağlam, muhkem.
  • Şiddetli.

kıvamı / kıvâmı

  • Ayakta tutanı, gelişip yayılmasını sağlayanı.

koloni

  • Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. (Fransızca)
  • Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. (Fransızca)
  • Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu. (Fransızca)

kuhi / kuhî

  • Dağa mensub. (Farsça)
  • Dağla alâkalı. (Farsça)
  • Dağlı. (Farsça)

külam

  • Kaba, muhkem ve sağlam yer.

kumudd

  • Sağlamak, sert, katı.
  • Uzun, tavil.

künbül

  • Sağlam, dayanıklı, sert, katı.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.

kurre

  • Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması.
  • Ağlamaktan sonraki serinlik.
  • Dilşâd olmak.
  • Bir atımlık şey.
  • Kurbağa.

kürsüb

  • Kesbetmek, kazanmak, çalışmak.
  • Sert ve sağlam ağaç.

kurun / kurûn / قرون

  • (Tekili: Karn) Asırlar. Devirler. Çağlar.
  • Çağlar, asırlar, devreler.
  • Yüzyıllar. (Arapça)
  • Çağlar. (Arapça)

kurun-i kadime / kurûn-i kadîme / قرون قدیمه

  • Eski çağlar.
  • Eski çağlar. (Farsça)

kurun-i ula / kurun-i ulâ

  • İlk çağlar.

kurun-i vusta

  • Orta çağlar.

kurun-u salife / kurûn-u sâlife

  • Geçmiş çağlar.

kurun-u uhra / kurûn-u uhrâ / قُرُونُ اُخْرٰي

  • Son çağlar.

kurun-u ula / kurûn-u ûlâ / قُرُونُ اُولٰي

  • İlk çağlar.

kurun-u ula ve vusta / kurun-u ulâ ve vustâ / kurûn-u ûlâ ve vustâ

  • İlk ve orta çağlar.
  • İlk ve orta çağlar.

kuslub

  • Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kutb-u azam / kutb-u âzam

  • En büyük kutup; birçok Müslüman'ın kendisine bağlandıkları büyük evliyadan zamanın en büyük mürşidi.

kuvve-i amile / kuvve-i âmile

  • İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.

kuvvet-i irtibat

  • Güçlü bağlantı.

kuyud / kuyûd / قيود

  • Kayıtlar, bağlar.
  • Bağlar. (Arapça)
  • Kayıtlar. (Arapça)

ladini / lâdinî

  • Dinî olmayan, dinle bağlantısı bulunmayan.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lahm

  • Et. Her şeyin içi ve üzeri.
  • Bir işi sağlam kılmak.
  • Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek.
  • Bir yerde ilişip kalmak.

laik cumhuriyet / lâik cumhuriyet

  • Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, her türlü inanç sahibine karşı tarafsız olarak din ve vicdan hürriyetinin sağlandığı cumhuriyet.

lav / lâv

  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde. (Fransızca)
  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püsküren sıvı ateş.

lebeb

  • (Çoğulu: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer.
  • Atın göğsüne yapılan sinebend.
  • Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne.
  • Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.

leff-ü neşr

  • Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.

letb

  • Gitmek.
  • Devretmek.
  • Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak.

lett

  • Bağlama.
  • Karıştırma.
  • Vurma, dövme, dayak atma.
  • Yanaşma, yaklaşma.

lezz

  • Bağlamak.

lisan-ı nahvi / lisân-ı nahvî / لِسَانِ نَحْو۪ي

  • Sağlam gramer yapısına sâhib dil.

ma'kud

  • (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.
  • Bağlı, bağlanmış.

ma-i mevsule / mâ-i mevsule

  • Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

maddiye

  • Maddeyle bağlantılı.

magalık

  • (Tekili: Mağlak) Kilitler, sürmeler.

maglul

  • Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan.
  • Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse.
  • Hapsedilmiş olan.

magma

  • yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.

mahall-i taalluk / mahall-i taallûk

  • Bağlantılı ve ilgili olduğu yer, bölge.

mahatim

  • (Tekili: Mahtum) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler.
  • Mühürlenmiş şeyler.

mahkeme

  • (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
  • Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
  • Davaların görülüp karara bağlandığı yer.
  • Davaların görülüp hükme bağlandığı yer.

mahmil-i sahih

  • Bir şeye yüklenilen doğru ve sağlam mânâ, hüküm.

mahn

  • Cima etmek.
  • Ağlamak.
  • Kuyudan su çekmek.
  • Uzun boylu adam.

mahsun

  • İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış.

mahtum

  • Mühürlenmiş. Damgalanmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Bağlanmış.

maile / mâile

  • Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri.
  • Eğri, eğilmiş.

mantıkla müşeyyed

  • Sağlam bir mantık üzerine kurulmuş, mantık kuralları üzerine oturmuş.

masfuf

  • (Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.

ması'

  • Sağlam vücutlu kimse.

mask

  • Muhkem, sağlam. (Müe: Maske)

masun

  • Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan.
  • Sâlim, sağlam.

masun ve mahfuz buyursun

  • Sağlam bir şekilde korusun ve muhafaza etsin.

masuniyet

  • Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık.

matem / mâtem

  • Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.
  • Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.

matemhane / mâtemhane

  • Ağlanılan, yas tutulan yer. (Farsça)

matlub-ı hakiki / matlûb-ı hakîkî

  • Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.

matufun-aleyh / mâtufun-aleyh

  • Bir bağlama edâtı (bağlaç) ile kendisine bağlanan kelime, mânâ, maksat.

mavera-i şevahik-i cibal / mâverâ-i şevâhik-i cibal

  • Yüksek dağların arkasında.

maye-i bekà / mâye-i bekà

  • Bekà mayası; bekàyı ve süreklilği sağlayan maya.

maz'

  • Gön yağlamak.
  • Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak.

mazbut / مضبوط

  • Zabtolunmuş, elegeçirilmiş.
  • Sağlam.
  • Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu.
  • Muhâfazalı. Korunmuş.
  • Belli, belirtilmiş.
  • Zaptedilmiş. (Arapça)
  • Kayda geçirilmiş. (Arapça)
  • Derli toplu. (Arapça)
  • Sağlam. (Arapça)

me'men

  • Sağlam. Güvenilir. Emin yer.

me'mun

  • Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan.
  • Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.

mecdul

  • Sağlam ve muhkem şey.
  • Sağlam yapılı ve kemikli kimse.
  • Bükülmüş.

mecrur / mecrûr

  • Çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime.

meeka

  • Ağlamaktan ârız olan hıçkırık.
  • Gayretlenmek, gayrete gelmek.

meftun olma

  • Tutulma, bağlanma.

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

mein

  • Ağlanacak ve inlenecek yer.

mekfuf

  • Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Heybe.
  • Dürülmüş, toplanmış.
  • Men olunmuş. Yasak edilmiş.

meksub

  • Kesbolunmuş. Kazanılmış.
  • Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş.
  • Yüksekten dökülen.
  • Çağlayan.

mektub-u samedani / mektub-u samedanî

  • Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.

mektuf

  • İki eli arkasına bağlanmış olan.

mel'eme

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek.
  • Yara yırtığını bağlamak.

melek-ül cibal / melek-ül cibâl

  • Dağlara nezâret eden melek.

meleke-i feylesofane

  • Filozoflar gibi ilimle bağlantılı meleke elde etme.

melekü'l-cibal

  • Dağlardan sorumlu melek.

memsud

  • Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan.

menahe

  • (Çoğulu: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.

menaif

  • Dağların sivri tepeleri.

menaih

  • (Tekili: Menâhe) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.

mendeb

  • Tehlike. Ölüm.
  • Gürültü ve şamata ile ağlama.

mendub

  • Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab.
  • İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.
  • İyilikleri sayılarak arkasından ağlanan ölü.
  • Şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama uygun görülen işler.

merbat

  • Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl.
  • Manastır.
  • Tekke.

merbutan

  • Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak.

merbutat / merbutât

  • (Tekili: Merbut) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler.

merci-i müteallik

  • Harf-i cerrin bağlandığı fiil.

merhun

  • (Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey.
  • Belirli müddetle bir şeye bağlı olan.
  • Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit.

merir

  • (Çoğulu: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.

merkez-i irtibat

  • Bağlantı merkezi.

mersus

  • Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.

meşdud

  • (Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı.

meşe

  • Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur.

meşid / meşîd

  • Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina.

meşruta / meşrûta

  • Şarta bağlanmış.

metanet / metânet

  • Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)
  • Sağlamlık, dayanıklı olma.

metanet-i ahlakiye / metanet-i ahlâkiye

  • Ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık.

metanet-i kalbiye

  • Kalb sağlamlığı.

metin / متين

  • Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan.
  • Sağlam, dayanıklı.
  • Sağlam, dayanıklı. (Arapça)

metinane / metinâne / metînane

  • Metanetle, sağlamlıkla. (Farsça)
  • Sağlam ve kuvvetli bir şekilde.

metn

  • Sağlam ve sert yer.
  • Yüksek yer.
  • Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası.
  • "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar.
  • Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.

mevsuk / mevsûk

  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
  • Vesikalı, belgeli, sağlam.

mevsukan

  • Güvenilir ve sağlam şekilde, yazılı olarak kaydedilmiş.
  • Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.

mevsukiyet

  • Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.

mezar-ı zar / mezar-ı zâr

  • Ağlayan mezar. (Farsça)

mi'za

  • Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.

mihre

  • Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. (Farsça)

mik / mîk

  • Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan.

mikat

  • Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.)
  • Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.

mim'siz medeniyetperest

  • Rezil ve aşağılık şeyleri hayat tarzı olarak kabul edip bağlananlar.

mina / minâ

  • Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.

mirbat

  • Davar bağlanacak bağ.

mirre

  • Kuvvet.
  • Öd.
  • Akıl.
  • Kat.
  • Sağlamlık.

mirzah

  • Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.

misem

  • Dağlama eseri.
  • Dağ yapılan âlet.
  • Güzelin çehresindeki cemâl eseri.

misk

  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

miyanbeste

  • Bel bağlamış. (Farsça)
  • Mc: Hemen işe hazır. (Farsça)

mizan

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.

mü'sad

  • Bağlanmış ve berkitilmiş nesne.

mu'tekid

  • Bağlanmış.
  • İnanmış. Dindar. İtikad eden. Dini bütün olan.

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

mubassır / مبصر

  • Okul düzenini sağlayan görevli. (Arapça)

mübekki / mübekkî

  • Ağlatıcı.

mübki / mübkî

  • Ağlatıcı.

müblenda

  • Kuvvetli, sağlam ve dayanıklı deve.

mücenned

  • (Mücennet) Sıralanmış asker, saf bağlamış neferler.

mücmere

  • Katı ve sağlam.

müdhen

  • (Çoğulu: Medâhin) Yağ koyacak kap.
  • Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.)

müekked

  • Kuvvetli, sağlam.
  • Te'kidli, kuvvetli, sağlamlaştırılmış, kuvvetlendirilmiş. Tekrar edilmiş.
  • Sağlamlaştırılmış.
  • Tekrar edilmiş, pekiştirilmiş.

müekkid

  • Sağlamlaştıran.
  • Te'kid eden, sağlamlaştıran, tekrar eden, tenbih eden.

müeyyed

  • Teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış.
  • Te'yid edilmiş. Doğrulanmış. Kuvvetlendirilmiş. Sağlam. Sağlamlaştırılmış. Tekzib edilmemiş. Yardım görmüş.

müeyyid

  • Te'yid eden. Doğrulayan. Sağlamlaştıran. Yardım eden. Kuvvet veren.

müezzer

  • Muhkem, sağlam, dayanıklı.

muhafazakar / muhafazakâr

  • Koruyucu. (Farsça)
  • Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. (Farsça)

muhassın

  • Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan.

muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.

müheykel

  • Heykelleşmiş.
  • İri vücudlu ve sağlam.

muhkem / مُحْكَمْ

  • Sağlam.
  • Sağlam, sağlamlaştırılmış, kuvvetli.
  • Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır.
  • Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış.
  • Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.
  • Sağlam.
  • Sağlam.

muhkem kaziye

  • Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edil

muhkemat / muhkemât

  • Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
  • İslâmiyetin sağlam ve kuvvetli kanunları, emirleri; yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık sözler, kesinlik ifade eden naslar.
  • Sağlam ve mânâsı açık olanlar, kuvvetliler.

muhkim

  • Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden.

muhsın

  • Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.

muhteba

  • Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.

muhtebir

  • Yoklayan, deneyen, tecrübe eden.
  • Sağlam haberi olan. İyice bilen.

mukarren

  • Bağlanmış nesne.

mükatib / mükâtib

  • Mektup yazan. Mektuplaşan.
  • Fık: Köle veyâ câriyesinin azâd edilmesini bir kazanca veya bir müddete bağlayan efendi.

mukavim

  • Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
  • Sağlam, dayanıklı.

mukavva

  • (Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş.

mukayyed

  • Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).
  • Kayıtlı, bağlı, bağlanmış.
  • Bir işe önem veren.
  • Kaybolmuş, deftere geçmiş.
  • Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı.
  • Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan.
  • Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.

mülazemet / mülâzemet

  • Bağlanma, devam.

mülemle

  • Bâzısı bâzısına yapışıp toplanmış şeyler.
  • Sağlam ve sert yuvarlak taş.

mültesik

  • (Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.

mültezim

  • Kabul edip bağlanan.

mülzim değil

  • Bağlayıcı değil; bağlayıcı olmadığı için uyulma zorunluluğu olmaz.

mümsik

  • Çok imsak eden, eli sıkı, bahil.
  • Bir şeye sağlam yapışan.

mümtesil

  • İmtisal eden, sıkı sıkıya bağlanan ve yerine getiren.

mün'akıd

  • İn'ikad eden, bağlanan, bağlanmış, düğümlenmiş.
  • Teşkil olunmuş, resmi olarak iki taraf arasında kabul olunmuş. Kurulan, ictima eden.

mün'akid

  • İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen.

münadebe

  • İyilikleri sayılıp ağlanılan ölü.
  • Ölmüş bir kimsenin ahlâkını ve evsafını anıp ağlaşmak.

münasebat

  • (Tekili: Münasebet) Münasebetler, ilgiler. İki kişi veya hey'et arasındaki bağlar, ilişkiler. Alâkalar.

münasebat-ı dakika-i hafiye / münâsebât-ı dakika-i hafiye

  • Gizli ve ince münasebetler, bağlantılar.

münasebat-ı hafiyye / münâsebât-ı hafiyye

  • Gizli münasebetler, bağlantılar.

münasebat-ı hususiye / münasebât-ı hususiye

  • Özel münasebetler, bağlar.

münasebat-ı kelamiye / münâsebât-ı kelâmiye

  • İfadeler arasındaki ilişki ve bağlantılar.

münasebat-ı maneviye / münasebât-ı mâneviye

  • Mânevî bağlantı.

münasebat-ı meşhure / münâsebât-ı meşhûre

  • Meşhur ilgiler, bağlar.

münasebat-ı nahviye ve sarfiye / münasebât-ı nahviye ve sarfiye

  • Dilbilgisi kurallarına ait münasebetler; fiil çekimi ve cümle yapısı ile ilgili kurallara ait bağlar.

münasebat-ı rabbaniye / münasebât-ı rabbâniye

  • Rab olan Allah ile olan bağlantı, ilişki.

münasebat-ı şedide / münasebât-ı şedide

  • Kuvvetli bağlantılar.

münasebat-ı tevafukiye / münâsebât-ı tevafukiye

  • Birbirine uygun gelişmelerdeki bağlantılar, ilişkiler.

münasebat-ı tevafukıyet / münâsebât-ı tevafukıyet

  • Uygunluk arz eden münâsebetler, bağlantılar.

münasebet / münâsebet

  • Bağlantı, ilişki.

münasebet-i adediye

  • Sayısal bağlantı, rakamsal ilişki.

münasebet-i hakikiye

  • Gerçek bağlantı, ilgi.

münasebet-i hayaliye

  • Hayalî münasebet, bağlantı.

münasebet-i intisabi / münasebet-i intisabî

  • Bağlanmaya dayalı ilişki.

münasebet-i maneviye / münasebet-i mânevîye

  • Mânevi bağlantı, ilişki.

münasebet-i ruhiye

  • Ruhsal münasebet, bağlantı.

münasebetdar

  • Bağlantılı, alâkalı.

münasebettar / münâsebettar

  • İlgili, bağlantılı.

münasebettarane / münasebettarâne

  • Bağlantılı olarak.

münaveha

  • (Nevh. den) Feryad ile ağlama.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale

müntesibin / müntesibîn

  • Bağlananlar, ilgililer.
  • İntisab edenler, bağlananlar.

müntesip

  • Bağlanan, bağlı.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

mürabata

  • Bağlamak.
  • Düşman gelecek yerleri gözleyip sakınmak.

murabıt

  • Kalbini Allah'a bağlayan.
  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.

murabıtin / murabıtîn

  • (Tekili: Murâbıt) Kalblerini Allah'a bağlayanlar.
  • Şeyhler, dervişler.

murakıb

  • Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse.
  • Hıfzeden.
  • Allah'a (C.C.) bağlanmış olan.
  • Murakabe eden, koruyan.
  • Allah'a bağlanmış.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürevva'

  • Aklı, fikri, görünüşü ve düşünüşü sağlam olan kimse.

mürid / mürîd

  • İsteyen, tarikata girip şeyhe bağlanan.

murtabıt / murtâbıt

  • Birbirine bağlı, birbiriyle bağlantılı.

mürtabit

  • Bağlı, bağlanmış.

mürtebit

  • (Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber.
  • İrtibatlı, bağlantılı.

mürtekiz

  • (Rekz. den) Yerli yerinde sağlamca duran.

mürtesih

  • Sağlam, sıkı ve sabit olan.

musahhar

  • Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş.
  • İstenilen hâle konulmuş.
  • Birine bağlanmış.

musahhir

  • Teshir eden. Elde eden. Zabt eden.
  • İstenilen hâle koyan.
  • Birine bağlayan.

müşedded

  • Şeddelenmiş, Arapçada bir harfi iki kez okumayı sağlayan işaretin konulduğu harf.

müşedded ra / müşedded râ

  • Harflerin iki defa okunmasını sağlayan şedde işaretli râ harfi.

müsellemat

  • (Tekili: Müsellem) Doğruluğunda şüphe edilmeyen umumi bilgi ve kaideler. İslâmiyete ait, sağlamlığında şüphe olmayan esâslar.
  • Man: Dinleyenin hemen münakaşasız kabul ettiği kaziyeler.

müşevvik-i imtisal

  • Dinin emirlerine sıkı sıkıya bağlanmaya ve yerine getirmeye teşvik eden unsur.

müşeyyed

  • Yüksek ve sağlam, metin yapılı, muhkem.
  • Kuvvetlendirilmiş, sağlamlaştırılmış.

müşeyyid

  • Sağlam, yüksek yapı yapan.

muska

  • Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye.

müsned

  • İsnad edilmiş, senede bağlanmış. "Müsned Hadis" senedi kesintisiz olarak Hz. Peygamber'e ulaşan hadistir.

müstahkem

  • Sağlamlaştırılmış, istihkâm edilmiş.
  • Tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış.
  • Sağlamlaştırılmış.

müstahkim

  • Sağlamlaştıran, istihkâm eden.

mustasrih

  • Bağırıp ağlayan. Meded bekleyen.

müştedd

  • (Şiddet. den) Şiddetlenen, azan. Şiddetlenmiş.
  • Kuvvetlenmiş, sağlamlaşmış.

müstemirr

  • (Mürur. dan) Devam eden, sürekli, arasız.
  • Sağlam, muhkem, kavi, metin.

mutaassıb

  • Tutucu, bağnaz, körü körüne bağlanan.

mutasallib

  • (Sulb. dan) Sertleşen, katılaşan.
  • Sağlam, sert.
  • Salâbetli. Din işlerinde çok gayretli.

mutasavvıf

  • Tasavvuf ehli olan, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.

müteallak

  • Bağlanılan yer, taalluk edilen yer, harfi cerin dayandığı, bağlandığı kelime.

mütebaki

  • Ağlar gibi görünen.

mütecerrid

  • (Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan.
  • Soyunan, tecerrüd eden, çıplak olan.
  • Bekâr. Evli olmıyan.
  • Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a bağlanan.

mütedehhin

  • (Dehn. den) Yağlanan, tedehhün eden.

mütedeyyin

  • Dindar. Din ile vazifeli. Sağlam müslüman, dine muhalefetten sakınan, dinine sâdık olan.
  • Borçlu olan.

müteekkid

  • (Te'kid. den) Sağlamlaşan, tekrarlanan.

mütegallib / مُتَغَلِّبْ

  • Zorla üstünlük sağlayan.

mütehassir

  • Birbirine hasretle bağlanma.

mütekavvim

  • Bozuk iken düzelen, eğri iken doğrulan.
  • İyi idâre edilen.
  • Sağlam, muhkem.
  • Müesses, te'sis edilmiş, kurulmuş.

mütekayyih

  • (Kayh. dan) İrinli. Cerahat bağlamış.

mütemessik

  • Temessük eden, sıkı sıkıya yapışan; bağlanan.

mütemetti'

  • (Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış.
  • Umre ile hacc için ihram bağlanmış.
  • Kazanan, kâr eden.

mutemidane / mutemidâne

  • Bağlanarak, güvenerek. İtimâd etmek sureti ile. (Farsça)

mütenevvih

  • Feryad eden, ağlayan.

mütesallib / مُتَصَلِّبْ

  • Sağlamlaşmış, katılaşmış.

mütesallip

  • Sarsılmaz seviyede birşeye (dine) bağlanan kimse.

mütesammim

  • Kasdedici, kasdeden.
  • Sağlamlaştıran, muhkem eden.

müteşelşil

  • Şarıl şarıl akıp çağlayan.

müteselsilen

  • Birbirine bağlanmış sıra halinde, zincirleme şekilde.

müteşerriz

  • Dibi sağlamlaştırılmış kitap.

müteşeyyid

  • Yükselten. Sağlamlaştıran.

mütevatir

  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.

mütezebbid

  • Kaymak bağlayan.
  • Köpüren, köpüklenen.

muvasat

  • Yardım, dostluk, muavenet, iyilik.
  • Ölen bir memurun ailesine maaş bağlama.

müvekked

  • Gereği gibi bağlanmış esir.

muye

  • Hıçkıra hıçkıra ağlama. (Farsça)

muyeger

  • Hıçkıra hıçkıra ağlayan. (Farsça)

muzaf / muzâf

  • (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.
  • Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.
  • "Evin kapısı" dediğimiz zaman; "kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır.
  • Katılmış, bağlanmış, bağlı.
  • Bağlanmış.

muztarib

  • (Muzdarib) (Darb. dan) Sıkıntılı. Iztırab çeken. Hasta. Bir tarafı sızlayan. Ağrıyan. Ağlayan.

na-cunban

  • Kımıldamaz. Yerinde durur. Sağlam. (Farsça)

na-dürüst

  • Doğru olmayan. Eğri. (Farsça)
  • Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. (Farsça)
  • Yanlış, haksız. (Farsça)

na-üstüvar

  • Dayanıksız, sağlam olmıyan. (Farsça)
  • Münasebetsiz. (Farsça)

nagfa

  • Ceviz ağacına benzer bir ağacın adıdır ve Beyrut dağlarında olur; dut gibi yemiş verir.

nahb

  • Yüksek sesle ağlama.
  • Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak.
  • Seri seyr.
  • Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt.

nahib

  • Avaz avaz ağlamak, feryad ile ağlamak.

nakkad

  • (Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran.
  • Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran.
  • İmam, hatib.

nakl-i sahih

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakl-i sahih-i

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakl-i sahih-i kat'i / nakl-i sahih-i kat'î

  • Bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması.

nakş-bend

  • Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. (Farsça)
  • Ressam. (Farsça)

nass-ı hadis

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.

nazm ve rapt

  • Dizme, tertip etme ve bağlama.

nebit

  • Muhkem, sağlam, katı.

necih

  • Galip ve muzaffer.
  • Sabırlı.
  • Sağlam rey.

nekkad

  • Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse.
  • Paranın sağlamını kalpından ayıran.
  • İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.

nekre-i mevsule

  • İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime.

neşc

  • (Çoğulu: Enşâc) Sesli sesli ağlamak.
  • Ses.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşt

  • Yılan sokmak ve ısırmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Çözmek.
  • Çıkarmak.
  • İpi bağlamak.

netice-i burhan-ı bahir / netice-i burhan-ı bâhir

  • Açık, parlak, kesin ve sağlam delilin sonucu.

nevh

  • Ağıt etmek.
  • Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.

nevha

  • Ölüye sesli ağlamak.
  • Nağme ile güvercin ötmesi.
  • Ölüye sesli ağlamak, güvercin ötmesi.

nevvah

  • Ağlayan, çığlık koparan.

nezr-i muayyen

  • Hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek ve sevâbını falan velîye bağışlamak adağım olsun diye bir şarta bağlanarak yapılan adak.

nisbet

  • İlgi, bağlantı, oran.

nisbet-i kayyumiyet / nisbet-i kayyûmiyet

  • Varlıkların her zaman var olan Allah ile bağlantısı.

niseb / نِسَبْ

  • Bağlar.
  • Nisbetler, bağlar, alakalar.

niseb-i adediye

  • Sayısal orantılar, bağlantılar.

nive

  • İnleme, ağlama, sızlanma. (Farsça)

nokta-i ittisal

  • Bağlantı noktası.

nüdbe

  • Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak.

nüvah

  • Ölü için sesle ağlama.

nüve-i imtisal

  • Emre uymayı sağlayan eşyanın mahiyetindeki temel çekirdek, özellik.

palaheng

  • Yular, dizgin. (Farsça)
  • Av veya suçlu bağlanacak kement. (Farsça)
  • Kemer. (Farsça)
  • Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. (Farsça)

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

paydar / pâydâr / پایدار

  • (Pâyidar) İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. (Farsça)
  • Sağlam. Muhkem. (Farsça)
  • Sermedî. (Farsça)
  • Bedi. ' (Farsça)
  • Sâbit. (Farsça)
  • Kalıcı, sağlam, sürekli, devamlı. (Farsça)

Payidar / pây-dâr / پایدار

  • İyice yerleşmiş, sağlam, devamlı, sürekli

payidar / pâyidâr / pâyidar / پایدار

  • İyice yerleşmiş, sağlam, sürekli.

    “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk

  • Kalıcı, sağlam, sürekli, devamlı. (Farsça)

polat

  • (Pulat da denir) Çelik.
  • Mc: Sağlam, sert.
  • Çelik; sağlam, sert.

rabit

  • Bağlı, bağlanmış, merbut.

rabıt-rabıta / râbıt-rabıta

  • Bağlayıcı, bitiştirici.
  • Nefsini ezip kendini Allah'a bağlamış.

rabıta / râbıta

  • Rabteden, bağlayan, bitiştiren.
  • Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip.
  • Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak.
  • Tertip, sıra, düzen, usûl.
  • İki şeyi birbirine bağlayan nesne.
  • İlgi, münasebet, bağlılık, mensupluk.
  • Düzen, tertip.
  • Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu

rabıta-i hakikiye / râbıta-i hakikiye

  • Gerçek bir bağ, bağlantı.

rabıta-i iman

  • İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman.

rabıta-i ittifak

  • Birlik bağları.

rabıta-i ittisal

  • Bağlantı noktası.

rabıta-i metin

  • Sağlam, kuvvetli bağ.

rabıta-i nuraniye

  • Nurlu bağlantılar.

rabıtabend

  • Rabtedici, bağlayıcı. (Farsça)

rabıtadar / râbıtadar / رابطه دار

  • Bağlantılı, ilintili. (Arapça - Farsça)

rabt / ربط / رَبْطْ

  • Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak.
  • Nizam vermek, intizam bulmak.
  • Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
  • Bağlama.
  • Bağlama.
  • Bağlamak.
  • Bağlama. (Arapça)
  • Rabt edilmek: Bağlanmak, tutturulmak. (Arapça)
  • Rabt etmek: Bağlamak, tutturmak. (Arapça)
  • Rabt olunmak: Bağlanmak, tutturulmak, ilişkilendirilmek. (Arapça)
  • Bağlama.

rabt edatı

  • Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi)

rabt-ı kalb

  • Kalb bağlama, gönül bağlama.

rabten

  • Bağlayarak, ilâveten.

rabtiyye

  • Rabtiye.
  • Bağlayacak şey.

raci / râci

  • Geri dönen, bağlanan.

raib

  • Göz bağlayıcı, büyücü.
  • Doldurucu.

rain

  • Muhkem, sağlam yapılı, berk yer.

rapt

  • Bağlanma.

rapt etmek

  • Bağlamak.

rapt-ı kalb

  • Kalben bağlanma.

raptetmek

  • Bağlamak.
  • Bağlamak, tutturmak, ilişkilendirmek. (Arapça - Türkçe)

raptolunan

  • Bağlanan.

rasafet

  • Dayanıklılık, sağlamlık.

rasanet / rasânet

  • Sağlamlık, dayanıklık.
  • Sabit, muhkem, metin.
  • Sağlamlık.
  • Sağlamlık.

rasif

  • Dayanıklı, sağlam, muhkem.
  • Taş temel, rıhtım.
  • Denizin yüzüne çıkmış kayalar.

rasih / râsih / راسخ / رَاسِخْ

  • (Çoğulu: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam.
  • Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan.
  • İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.
  • İyice oturmuş, yerleşmiş, sağlam.
  • Derin din bilgisi olan. (Arapça)
  • Temeli sağlam olan. (Arapça)
  • Derinlik sahibi ve sağlam olan.

rasihane / rasihâne / râsihane / râsihâne

  • Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle. (Farsça)
  • Derinlemesine, sağlamca.
  • Sağlam ve köklü bir şekilde.

rasihun

  • (Tekili: Rasihîn) (Râsih) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar.
  • Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar.

rasin / rasîn

  • Sağlam, dayanıklı.
  • Sabit hüküm.
  • Sağlam.
  • Sağlam, dayanıklı.

rasras

  • Sağlam ve sert yer.

rasrasa

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

rass

  • Binayı sağlamlaştırmak.
  • Birbirine darlık getirmek.
  • Bazısını bazısına ulaştırmak.

rebika

  • İp ile bağlanan davar.

rebike

  • Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek.
  • Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek.
  • Bulamaç aşı.

recla'

  • Katı, sağlam, sert.
  • Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)

refh

  • Yağlanmak.

rekiz

  • (Rekz. den) Sağlam.
  • Gizli, gömülü define.

resae

  • Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak.

resanet / resânet

  • Sağlamlık.

resen

  • (Çoğulu: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak.
  • İp, halat, urgan.

retaim

  • (Tekili: Retime) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.

retime

  • (Çoğulu: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.

revabıt / revâbıt / روابط

  • Bağlar.
  • Bağlar, ilgiler, ilişkiler. (Arapça)

revabıt-ı hayat-ı içtimaiye

  • Toplum hayatını sağlayan bağlar.

revabıt-ı içtima / revâbıt-ı içtimâ

  • Bir araya getiren bağlar.

revabıt-ı kevniye / revâbıt-ı kevnîye

  • Kâinatla irtibatlı meseleler, kâinatla ilgili bağlar.

revabıt-ı kuvvet / revâbıt-ı kuvvet

  • Gücün (icranın) bağları, etkileri.

revabıt-ı nizam / revâbıt-ı nizam

  • Nizamın, düzenin bağları.

revasi

  • (Tekili: Râsiye) Büyük dağlar.

rezen

  • (Çoğulu: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.

rezin

  • Vakarlı, temkinli, ağır başlı, sağlam.

ribat

  • Bağ, bazı sinirler.
  • Sağlam yapı.
  • Han vesaire gibi konaklanacak yer.
  • (Çoğulu: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke.
  • Bağ, ip.
  • Sağlam yapı.

ribatet

  • Kalb kuvveti.
  • Tahammül, sabır.
  • Kalbi sağlam olma.

rıbka

  • (Çoğulu: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.

rikase

  • Davar bağlanan yer.

ritam

  • (Tekili: Retime) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.

riva'

  • (Çoğulu: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.

rücbe

  • Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)

rükn

  • Direk. Esas.
  • Kuvvet.
  • Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli.
  • Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan.
  • Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
  • Bir şeyin en sağlam tarafı, temeli, direği.
  • Kolon, direk.
  • Önemli kimse.

rükn-ü metin

  • Sağlam esas.

rükn-ü salabet / rükn-ü salâbet

  • Sağlamlığın, pekliğin direği, sütunu.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

rüsuh / rüsûh

  • İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak.
  • Meharet, meleke.
  • Bir ilmin derinliğine, özüne ve inceliğine vakıf olma, sağlam ve geniş bilgi sahibi olma.
  • Ustalık, sağlamlık, maharet.

rüsuh-u tam

  • Tam olarak kökleşme, sağlamlaşma.

rüsve

  • Muhkem ve sağlam olmak.
  • Sâbit olmak.

rüşvet

  • Bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.

sabr-ı eyyub-u metanet / sabr-ı eyyub-u metânet

  • Hz. Eyyub'un (a.s.) sabrındaki sağlamlık.

sadıh

  • Kavi, sağlam, kuvvetli.

sadk

  • Berk, sağlam, muhkem süngü.

safbeste

  • Saf bağlamış, sıra sıra dizilmiş.
  • Saf bağlamış, saf olmuş.
  • Saf bağlamış, saf tutmuş.

safbeste-i hareket

  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.

safd

  • Yağlamak.
  • Sağlamlaştırmak, muhkem etmek.

şafe

  • Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.

safed

  • (Çoğulu: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ.
  • Atâ, bahşiş, hediye.

saff-beste

  • Saf bağlamış, saf olmuş. (Farsça)

safra

  • Sarı.
  • Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.
  • Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, kum gibi ağırlıklar.

şagrabiyye

  • (Çoğulu: Şegârib) Ayak bağlamak.

şagzebiyye

  • (Çoğulu: Şegâzib) Ayak bağlamak.

sahh

  • şiddetinden kulaklar tutulan çığlık.
  • Sağlam bir şeyle vurmak.
  • Cemetmek, toplamak.

sahih / sahîh

  • Doğru, sağlam, kesin hadîs.
  • Gerçek.
  • Sağ, sağlam.
  • Tam, eksiksiz.
  • Doğru, güvenilir, sağlam.

saht

  • Zor güç,
  • Sert, katı, çetin.
  • Güçlü, kuvvetli, sağlam.

şaki

  • Şikâyet eden.
  • Ağlayan.
  • Hiddetli ve şevketli.

sakim

  • Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan.
  • Yanlış.

salabet / salâbet / صلابت / صَلَابَتْ

  • Metanet, katılık, sulbiyet.
  • Peklik, dayanma. Sağlamlık.
  • Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik)
  • Sağlamlık, sertlik.
  • Katılık, sağlamlık, merdane tavır.
  • Sağlamlık. (Arapça)
  • Sağlamlık, sertlik.

salabet-i diniye / salâbet-i dîniye / صَلَابَتِ د۪ينِيَه

  • Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık.
  • Dînî yönden sağlamlık.

salabet-i imaniye / salâbet-i imaniye

  • İman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık.

salabet-idiniyye / salâbet-idîniyye

  • Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti.

salabetli / salâbetli

  • Dâvâsına çok sağlam ve tavizsiz bağlı olan.

salahdi

  • Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.

saldah

  • Sağlam ve katı nesne.

salfa'

  • Sağlam ve sert yer.

salikan / sâlikân

  • (Tekili: Sâlik) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.

salim / sâlim / سالم

  • Sağlam.
  • Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
  • Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
  • Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
  • İçinde harf-i illet bulunma
  • Sağlam, noksansız.
  • Sağlam, eksiksiz, korkusuz.
  • Sağ, esenlik içinde. (Arapça)
  • Sağlam. (Arapça)

salimen / sâlimen

  • Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak.
  • Emin olarak, emniyetle.
  • Sağlam ve eksiksiz bir hâlde.

salimin / sâlimîn

  • (Tekili: Sâlim) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler.

sam'are

  • Sağlam ve dayanıklı, sert.

samm

  • Sağır olmak.
  • Şişenin ağzını tıkamak.
  • Katı, sağlam ve sert madde.
  • Vurmak.

samma

  • Sesi çıkmayan, sessiz.
  • Sağır ve dilsiz.
  • Katı ve son kaya.
  • Sağlam ve sert yer.
  • Belâ.
  • Zahmet, meşakkat.

san'

  • Sağlam ve muhkem yer.

sand

  • Bendetmek, bağlamak.

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

sarr

  • Kesenin ağzını bağlamak.
  • Hıfzetmek.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yukarı kaldırmak.
  • Zammetmek, artırmak.

şat'

  • Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı.
  • Su arkı.
  • Cima etmek.
  • Bağlayıp sağlamlaştırmak.

sebat / ثبات / sebât / ثَبَاتْ

  • Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak.
  • Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak.
  • Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek.
  • Sağlamlık, yılmama.
  • Yılmama, sağlam durma.

sebatkar / sebatkâr / sebâtkâr / ثَبَاتْكَارْ

  • Sağlam, yerinden oynamaz. (Farsça)
  • Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan. (Farsça)
  • Sebat eden, sağlam.
  • Yılmayan, sağlam duran.

şebh

  • Çekmek.
  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

sebk-i mevsul

  • Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı.

seccac

  • Çağlayan. Şarıltı ile akan.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

şedar

  • Sözü şiir ile kesme.
  • Hayvan bağlanan yer.

şedd

  • Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma.
  • Tasvir.

sedd-i rasin

  • Sağlam set.

sedd-i rasin-i istinad / sedd-i rasîn-i istinad

  • Dayanılacak çok sağlam ve sarsılmaz sed, engel.

şedd-i rihal

  • Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama.
  • Yolculuğa çıkma.

sedd-i sedid

  • Yıkılması zor olan, sağlam sed. Yıkılmayacak derecede sağlam sedd.
  • Aşılmaz sağlam engel.

şeddadi / şeddadî

  • Çok büyük ve sağlam yapı.

şedde

  • Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret.
  • Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.

şeddeli ra / şeddeli râ

  • Harflerin iki defa okunmasını sağlayan şedde işaretli râ harfi.

sedid

  • Doğru, sağlam.

sehay

  • Nâme üstüne nesne bağlamak.
  • Keşf etmek.
  • Kabuk soymak.

şelalat

  • (Tekili: Şelâle) Büyük çağlayanlar, şelâleler.

şelale / şelâle

  • Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.
  • Çağlayan.

selamet

  • Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak.
  • Neticede imân ile kabre girmek.
  • Edb: Doğruluk, sağlamlık.

selasil

  • (Tekili: Silsile) Silsileler.
  • Zincir gibi olanlar. Zincirler.
  • Sıradağlar.

selasil-i cibal / selâsil-i cibal

  • Sıradağlar.

selim / selîm / سليم / سَل۪يمْ

  • (Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan.
  • Sağlam, kusursuz.
  • Sağlam, kusursuz, refah ve selamet üzere bulunan.
  • Sağlam, doğru.
  • Sağlam. (Arapça)
  • Sağlam, bozulmamış olan.

şellale / şellâle / شلاله

  • Çağlayan, şelale. (Arapça)

şemim-i cibal

  • Dağların güzel kokusu.

şen'

  • Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak.

senaf

  • Deve bağlanan ip.
  • Deve göğüsü.

sened-i hakiki ve kat'i / sened-i hakikî ve kat'î

  • Hakiki, sağlam ve kesin senet, dayanak.

sened-i sahih / sened-i sahîh / سَنَدِ صَح۪يحْ

  • Sağlam olduğunu gösterir delil.
  • Sağlam senet.

senedi / senedî

  • Sağlam kaynaklara dayalı.

serbend

  • Başa bağlanan veya sarılan şey. (Farsça)

şeriat-ı fıtriye-i ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i ilâhiye

  • Düzeni ve ahengi sağlamak için Allah tarafından kainata koyulan ve bütün varlıkların uymak zorunda olduğu kanun ve kuralların tamamı.

şeriat-ı fıtriye-i kübra / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ

  • Kâinattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun; tabiat kanunlarının bütünü.

şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı ilâhiye

  • Kainattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük, İlâhi kanunlar.

serid

  • Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.)

şeten

  • (Çoğulu: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan.
  • Uzak olmak.
  • Sağlam yapmak.

şevazi / şevazî

  • Dağların dik tepeleri.

sevk

  • Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek.
  • Neticeye bağlamak.

şevk

  • Çok istek, şiddetli arzu.
  • Neş'e.
  • Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama.
  • Memnun. Şâduman.

sevm

  • Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme.
  • Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak.
  • Dağlamak.
  • Başına buyruk olup istediği yere gitmek.
  • Kuş havada dolaşmak.
  • Satışa arzetmek.
  • Satın almak istemek.
  • Fâide yetiştirmek.<

şeyh

  • İhtiyâr.
  • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
  • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

seyl-i huruşan-ı zaman / seyl-i hurûşân-ı zaman

  • Zamanın çağlayarak akan seli.

şezen

  • Nahiye, cânip, taraf.
  • Kaba ve sağlam yer.

şezim

  • Sağlam, muhkem ve uzun.

sibak

  • (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi.
  • Bağ, bağlantı.
  • Bir şeyin üst tarafı, geçmişi.
  • Bağ, bağlantı, sözün gelişi.

şibak

  • (Tekili: Şebeke) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

sıhhat

  • Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık.
  • Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...)
  • Sağlamlık, doğruluk.

sıhhat-i fikir

  • Fikrin sağlamlığı.

sıhhi / sıhhî

  • Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.

şıhne

  • Adâvet, düşmanlık.
  • Davar bağladıkları yer.

sihr

  • Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü.

sika'

  • Devenin burnuna bağladıkları nesne.
  • Kadınların örtündükleri peçe.

şikal

  • Devenin palanını bağlıyan ip.
  • Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek.
  • El ve ayak zinciri.
  • Üç ayağı beyaz olan at.

sıkke

  • Bağlamak, sağlamlaştırmak, muhkem etmek.
  • Ulaştırmak.

sıla

  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.

silsile

  • Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
  • Soy, sop.
  • Sıradağ.
  • Seri. Dizi.
  • Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.

silsile-i cibal

  • Dağ silsilesi, sıra dağlar.
  • Dağ silsilesi. Sıra dağlar.

silsile-i kur'an / silsile-i kur'ân

  • Kur'ân'daki tevafuklu ve bağlantılı ifadeler.

sina'

  • Deve ayağına bağladıkları ip.

şinak

  • (Çoğulu: Eşnâk) Sivri başlı kimse.
  • Kırba bağladıkları ip.
  • Başı büyük olan at.
  • Kuş tuzağı.

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sırar

  • Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.

şiraze-bend

  • Şiraze bağlayan. (Farsça)
  • Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren. (Farsça)

skolastik

  • Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.

sôfi / sôfî

  • Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

şuhum

  • (Tekili: Şahm) Yağlar, içyağlar.

suluh

  • Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.

süluk

  • (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.

sümme

  • Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır.
  • Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.

şümuh

  • Pek yüksek olmak.
  • Sedid. Sağlam sed.

sünuh

  • Sâbit olma. Sağlam ve emin olma.
  • İyice bilme.

sürde

  • Ekmeği yağla ıslamak.

surre

  • Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve d

sürub

  • (Tekili: Serb) İçyağları.
  • Çekiştirmeler, azarlamalar.

süveyş

  • Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.

ta'kil

  • Devenin ayağına ip takıp bağlamak.

ta'lik

  • Asmak.
  • Geciktirmek.
  • Bağlanmak.
  • Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir.
  • Muallak k
  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.

ta'riz

  • Gizleme, saklama.
  • Sağlamlaştırma.
  • Alıp götürme.

ta'sib

  • İhata edip kaplamak, içine almak.
  • Bir kimsenin başına taç koymak.
  • Açlıktan dolayı karnını bağlamak.

ta'vil

  • İtimat etmek.
  • Sesle ağlamak.

taahhüd

  • (Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme.
  • Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.

taakkud

  • (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.

taalluk / taallûk

  • Bağlantılı olmak, ait olmak.
  • Bağlanmak, ilişme, ilişik olma.

taalluk etme / taallûk etme

  • Bağlantılı olma, ait olma.

taallukat-ı imaniye / taallûkat-ı imaniye

  • İmanla ilgili olanlar; imanî bağlar.

taalluku olma / taallûku olma

  • Bağlantısı olma, ilişkisi bulunma.

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.

tabi / tâbi / تابع

  • Bağlanan.

tabi olan / tâbi olan

  • Bağlanan, uyan.

tadabbür

  • Muhkem olmak, sağlamlaşmak.
  • Bağlanmak.

tadammüd

  • Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.

tadbir

  • Tabiatı muhkem olmak.
  • Nameyi iplikle bağlamak.

tadmid

  • Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak.

tagzit

  • Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma.

tahammüs

  • Sağlamlık, muhkemlik.

tahassungah / tahassungâh

  • Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak. (Farsça)

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahkim / تحكيم / tahkîm / تَحْك۪يمْ

  • Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek.
  • Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek.
  • Birisini fesattan men'eylemek.
  • Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.
  • Sağlamlaştırmak.
  • Sağlamlaştırma. (Arapça)
  • Tahkim edilmek: Sağlamlaştırılmak. (Arapça)
  • Tahkim etmek: Sağlamlaştırmak. (Arapça)
  • Sağlamlaştırma.

tahkim eden

  • Sağlamlaştıran.

tahkimat / tahkimât / tahkîmât / تحكيمات

  • Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.
  • Sağlamlaştırmalar. (Arapça)
  • Sağlamlaştırılmış yer. (Arapça)

tahsin

  • (Hısn. dan) Kale gibi sağlamlaştırma.
  • Muhafaza altına alma.

takarrür etme

  • Sabit olma, yerleşip sağlam olma.

takaşşur

  • (Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma.

takayyüd / تقيد

  • Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak.
  • Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak.
  • Dikkatli davranmak.
  • Bağlanma.
  • Bağlanma. (Arapça)
  • Özen gösterme. (Arapça)

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

takrir / takrîr / تقریر

  • Yerleştirme. (Arapça)
  • Anlatma. (Arapça)
  • Önerge. (Arapça)
  • Sağlama. (Arapça)

takyid

  • (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak.
  • Harfe nokta ve hareke koyma.
  • Sınırlama, bağlama.

takyidad / takyidâd

  • Sınırlamalar, bağlamalar.

tala'

  • (Çoğulu: Etlâ) Geyik buzağısı.
  • Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu.
  • Buzağının ayağını bağladıkları ip.
  • Şahıs.

talib-i dünya / tâlib-i dünya

  • Dünyayı isteyen, ona bağlanan.

talve

  • Vahşi canavarların yavrusu.
  • Keçi bağladıkları ip parçası.

tangüb

  • Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.

tantik

  • Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.

tarasrus

  • Katı olmak, şiddetlilik.
  • Sağlam olmak.

tarsif

  • Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.

tarsin / tarsîn

  • Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek.
  • Bilmek.
  • Metanet ve cesaret vermek.
  • Sağlamlaştırma.
  • Sağlamlaştırma, güçlendirme.

tarsin etmek

  • Sağlamlaştırmak.

tarsinat / tarsinât

  • (Tekili: Tarsin) Sağlamlaştırmalar.

tarsis

  • (Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma.
  • Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.

tartil

  • Saçı yağlamak.

tarz-ı münasebet

  • Münasebet ve bağlantı şekli.

tasallub

  • Sertleşmek. Katılaşmak.
  • Sağlamlaşmak.
  • Gayret etmek.

tasavvuf

  • Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.
  • Beden ve ruhun eğitilmesiyle bazı mânevî mertebelerin katedilmesini sağlayan yol.
  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ

tasfid

  • Muhkem ve sağlam bağlamak.

tastim

  • Tamamlamak. Tekmil etmek.
  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

tàtil

  • Cenab-ı Hakkın sıfatlarını inkâr etme, varlıkların Allah ile olan bağlarını kesme, yaratıcıyı kabul etmeme.

tavile

  • Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı.
  • Tavla, ahır.
  • Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavtid

  • Bir nesneyi yerinde tutmak.
  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

tazarru'

  • Bir şeye gizlice yakarma.
  • Kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.

tazmid

  • Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama.

te'kid / te'kîd / تأكيد

  • Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.
  • Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama.
  • Sağlamlaştırma.
  • Bir iş için önce yazılanı bir daha tekrarlama.
  • Pekiştirme, sağlamlaştırma. (Arapça)
  • Te'kîd etmek: (Arapça)
  • Pekiştirmek, sağlamlaştırmak. (Arapça)
  • Önceki yazıyı tekrarlamak. (Arapça)

te'kiden

  • Tekrarlama ile.
  • Sağlamlaştırarak. Te'kid suretiyle.
  • Evvelce yazılmış olan bir yazıyı tekrarlıyarak.

te'min / te'mîn / تَأْم۪ينْ

  • Güvenlik, emniyet hissi vermek.
  • Sağlamlaştırma, şüphe bırakmama.
  • Sağlamak. Kat'i vaadde bulunmak. Emn ve emân vermek.
  • Elde etme.
  • Korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme.
  • Sağlamlaştırma. Kesin bir hale koyma. Sağlama.
  • Emîn kılma, sağlama.

te'rib

  • Kuvvet verme, sağlamlaştırma.
  • Çoğaltma.

te'sis

  • Kurma, temelleştirme, esaslar koyma.
  • Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak.

te'yid

  • (Çoğulu: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme.
  • Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.
  • Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma.

teakkud

  • Bağlanmak.

teakud

  • (Akd. den) Bağlaşma, akidleşme.

teassub

  • Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.

teatuf

  • Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek.
  • Birbirine bağlanma.

tebaki

  • (Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama.

tebhit

  • Ağlatmak.

tebkit

  • Azarlama, ağlatma, delil getirerek susturma.

tebkiye

  • (Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma.

tecliz

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

tecmir

  • Buhur etmek.
  • Taş atmak.
  • Hapsetmek.
  • Aşağı sarkıtmamak.
  • Kadının saçını toplayıp bağlaması.

tecribe

  • Deneme, sınama, bilgi edinmeyi sağlayan üç yoldan biri.

tecris

  • Sağlam fikirli etmek.

tedehhün

  • (Dehn. den) Yağ sürünme, yağlanma.

tedhin

  • (Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak.

teekküd

  • (Ekd. den) Kuvvet bulma. Sağlamlaşma.

tefhim / tefhîm

  • Anlaşılmasını sağlama.

tehattüm

  • Ömrün sonuna kadar bağlanma.

tehbil

  • "Baban seni ölmüş diye ağladı" demek.

tekid / tekîd

  • Sağlamlaştırma, kuvvetlendirme.

teleffüm

  • Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak.

telepati

  • Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı hiçbir bağlantı olmadan algılama, uza duyum.

telkih / telkîh

  • İlkah etmek. Aşılamak.
  • Aşı.
  • Cinsinin üremesini sağlamak.
  • İlkah etmek, aşılamak, cinsinin üremesini sağlamak.

temerruh

  • Kendini yağla ovmak.

temin / temîn / تأمين

  • Sağlama, elde etme.
  • Gerçekleştirme, sağlama. (Arapça)
  • Gerçekleştirilme, sağlanma. (Arapça)
  • Emin kılma, güvence verme. (Arapça)
  • Temîn edilmek: (Arapça)
  • Sağlanmak, gerçekleştirilmek. (Arapça)
  • Güvenci verilmek, emin kılınmak. (Arapça)
  • Temîn etmek:(Arapça)

temin eden

  • Sağlayan.

temin etme

  • Sağlama.

temin etmek

  • Sağlamak.

temin ve tesis

  • Bir neticeyi temin etme ve sağlama.

temin-i adalet / temin-i adâlet

  • Adalet sağlama, gerçekleştirme.

teminen / temînen / تأمينا

  • Sağlanarak, temin edilerek. (Arapça)

temkin / temkîn / تمكين

  • İhtiyatlı davranma. (Arapça)
  • Sağlamlık. (Arapça)
  • Ağırbaşlılık. (Arapça)

ten-dürüst

  • Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan. (Farsça)

tendürüst / تن درست

  • Sağlıklı, sağlam yapılı. (Farsça)

tenevvüh

  • (Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak.
  • Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek.

terakkiyat-ı ecnebiye / terakkiyât-ı ecnebiye

  • Yabancıların sağladığı gelişmeler, ilerlemeler.

teraküb

  • Birbirine bağlanıp kenetlenme.
  • Birbirinin üzerine binme.

terci'-i bend

  • Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L. (Farsça)

terehhüb

  • Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.

terettüm

  • Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama.

terfik

  • Arkadaş etme, arkadaş olmasını sağlama.

terid

  • Yağla ıslanmış ekmek.

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

tertil

  • Saçı yağlamak.
  • Tartmak, ölçmek.

teşahhum

  • (Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama.

tesbid

  • Kıl yolmak.
  • Yağlanmayı terk etmek.

tesbil

  • (Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama.
  • Yolcu etme, yola çıkarma.
  • Yol gösterme.
  • Kesme.

tesbit / tesbît / تثبيت

  • Sağlam olarak yerleştirme. Yerinden kımıldayamaz hâle getirme.
  • Bir şeyin aslını kat'i olarak bulma.
  • Sağlamca yerleştirme.
  • Sağlamlaştırma, tutturma. (Arapça)
  • Kanıtlama. (Arapça)
  • Tesbît edilmek: (Arapça)
  • Tutturulmak. (Arapça)
  • Kanıtlamak. (Arapça)
  • Belirlenmek. (Arapça)
  • Tesbît etmek: (Arapça)
  • Tutturmak. (Arapça)
  • Kanıtlamak. (Arapça)
  • Belirlemek. (Arapça)

tesbit etmek

  • Sağlam şekilde yerleştirmek.

tescil

  • Sicile geçirme, deftere kaydetme.
  • Sağlamlaştırma.

tescir

  • Tennur yakmak.
  • Denizi kurutmak.
  • Boşaltmak ve doldurmak.
  • Ağlayarak çağırmak.

teşdid / teşdîd

  • Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme.
  • Gr: Harfi iki defa okuma. Harfi şeddeli okumak.
  • Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme, güç verme.

teşebbüs

  • Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek.
  • Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak.
  • El ile yapışıp bırakmamak.

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

teseyyüd

  • Yükseltme.
  • Sağlam olma.

teşeyyüd

  • Yükseltme. Sağlamlaştırma.

teslim

  • Her şeyiyle Allah'a bağlanma.

teslim-i islami / teslim-i islâmî

  • İslâma teslim olma, bağlanma.

tesmin

  • (Semen. den) Semirtme, yağlatma.

tesmir

  • (Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması.
  • Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.
  • Koyu nesneye su katıp duru etmek.
  • İksir ile sağlamlaştırmak.

tespit

  • Sağlam şekilde yerleştirme.

tesvim

  • Davarı otlamaya salmak.
  • İşaretlemek, nişan etmek.
  • Dağlamak.

tesviye

  • Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme.
  • Bir neticeye bağlama.

teşyid

  • Müşeyyed etmek. Binayı yükseltip sağlamlaştırmak.
  • Sağlamlaştırma.

tetris

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

tevatür-ü manevi / tevatür-ü mânevî

  • Mânevî nakiller ile gelen, mânâsı üzerinde ittifak sağlanan nakil.

tevehhuk

  • Boynuna kement bağlamak.

tevkid

  • Sağlamlaştırma.

tevsik / tevsîk / توثيق

  • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
  • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.
  • Belgeleme. (Arapça)
  • Sağlamlaştırma. (Arapça)
  • Tevsîk edilmek: Belgelendirilmek. (Arapça)
  • Tevsîk etmek: Belgelendirmek. (Arapça)

tevsim

  • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
  • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
  • İsimlendirme, ad verme.

tezebbüd

  • Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama.

tigbend / tîgbend

  • Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan. (Farsça)

tınab

  • (Çoğulu: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.

ubar

  • Ağlama, inilti. (Farsça)

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

uhud-u tevhid

  • Tevhidin Uhud Dağı; sağlam ve sarsılmaz tevhid inancı için bir benzetme olarak kullanılmış.

ukle

  • Bağlamak.
  • Hile edip aldatmak.

ukud

  • (Tekili: Akid) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler.

ukul-ü selime

  • Sağlam ve bozulmamış akıllar.

ukusa

  • Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik.

ulcum

  • (Çoğulu: Alâcim) Erkek kurbağa.
  • Dağ keçisinin erkeği.
  • Deve kuşu.
  • Sağlam ve dayanıklı deve.
  • Çok su.
  • Gece karanlığı.

ulkum

  • (Çoğulu: Alâkım) Çok karanlık gece.
  • Pek sağlam deve.

ulum-u riyaziye / ulûm-u riyaziye

  • Matematikle bağlantılı ilimler.

ümid-i mutlak

  • Sınırsız ümid bağlama.

ümidbeste

  • Ümitlenmiş, ümit bağlamış. (Farsça)

unayil

  • (Çoğulu: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.

urvet-ül vüska

  • Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey.
  • İslâmiyet.
  • Kur'an-ı Kerim.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

urvetü'l-vüska / urvetü'l-vüskâ

  • Kopmaz sağlam tutanak.

urvetülvüska

  • Sağlam kulp, islâmiyet.

üss-ül esas

  • Hakiki sağlam temel.

üstüvar / üstüvâr / استوار

  • Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. (Farsça)
  • Güvenilir, itimad edilir. (Farsça)
  • Sağlam. (Farsça)
  • Güvenilir. (Farsça)

üstüvari / üstüvârî / استواری

  • Sağlam, kuvvetli, emniyetli. (Farsça)
  • Sağlamlık. (Farsça)
  • Güvenilirlik. (Farsça)

üveysi / üveysî / اُوَيْس۪ي

  • Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma.
  • Hz. Veysel Karanî gibi bağlandığı zatı hiç görmediği halde ondan vasıtasız ders ve feyiz alma tarzı.

va'r

  • (Va'ra) Sağlam yer, sert yer.

vahid-i sahih

  • Sağlam birey, küsuratsız sayı; tamsayı.

vakah

  • Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse.
  • Sağlam ve sert tırnak.

vakahat

  • Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık.
  • Pek sağlam ve metin.

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vakfetmek

  • Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak.
  • Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.

vakıa-i kalbiye-i hayaliye

  • Kalb ile bağlantılı hayalî vak'a, olay.

vakıf / vâkıf

  • Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse.
  • Bir işten haberi olan.
  • Arafât'ta vakfeye duran.

varidat-ı zulmiye

  • Zulüm yoluyla sağlanan girdiler, menfaatler.

vasıta-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma aracı, vesilesi.

vasl / وصل

  • Ulaşma. (Arapça)
  • Kavuşma, vuslat. (Arapça)
  • Bağlama, ulama. (Arapça)

vatid / vatîd

  • Sabit ve sağlam olan.

vav-ı atıf

  • Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan Arapçadaki vav harfi.
  • Gr: Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan vav harfi.

vav-ı haliye / vav-ı hâliye

  • Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir "vav" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi.

ve

  • Gr: "Dahi, de, hem, ile, berâber" mânâlarına bağlama edâtı.

vech-i irtibat

  • Bağlantı yönü.

veçh-i irtibat

  • Bağlantı, ilişki yönü.

vekad

  • Sığır bağladıkları ip.

velika

  • Yağla unu karıştırarak yapılan yemek.

velval

  • Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.

vesait-i tabiiye-i münakale

  • Taşımacılığı sağlayan doğal vasıtalar.

vesik

  • (Çoğulu: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.

vesm

  • Damga. İşaret.
  • Dağlama.
  • Döğerek toz hâline getirme.
  • Damga, işaret, dağlama.

vesmedar / vesmedâr

  • Dağlanmış, damgalı. (Farsça)
  • Rastıklı. (Farsça)

veylettirmek

  • Birbiri ardı sıra götürmek, birbiri ardı sıra gelmeyi sağlamak.

vicdan-ı selim

  • Sağlam, temiz vicdan.

vika' / vikâ'

  • (Çoğulu: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.

vişah

  • (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.

vüsema

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar, dağlanmış olanlar.
  • Güzel yüzlüler.
  • Rastıklılar.

vüska / vüskâ

  • Çok kuvvetli ve sağlam olan.
  • Sağlam.

vuska / vuskâ / وثقى

  • Sağlam. (Arapça)

vüska / vüskâ / وثقى

  • Sağlam. (Arapça)

vusuk

  • (Tekili: Visâk ve Vesâk) Bağlar, râbıtalar.
  • Sözleşme yerleri.
  • Andlaşmalar.

vüsuk / vüsûk / وثوق

  • Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık.
  • Bağlar, râbıtalar.
  • Anlaşma ve sözleşmeler.
  • Sağlam inanç, güvenme.
  • Sağlamlık. (Arapça)
  • Güvenilirlik. (Arapça)

yahbeste

  • Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.

yakin / yakîn / يَق۪ينْ

  • Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek. (Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman
  • Şek ve şüpheden uzak olan; kesin.
  • Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâd, îmân.
  • Ölüm.
  • Sağlam ve kesin bilgi.

yakin-i ilmi / yakîn-i ilmî

  • Kesin ve sağlam bilgi.

yakini / yakînî / يَق۪ين۪ي

  • Sağlam ve kesin bilgi ile.

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zaan

  • Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.

zabt

  • Zabt etmek. İdâresi altına almak.
  • Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek.
  • Kavramak.
  • Kaydetmek. Hülâsasını yazmak.
  • Bağlamak.
  • Alma, tutma, bağlama.

zabturabt

  • Tutma ve bağlama, disiplin.

zalef

  • Kum ve taş olmayan sağlam yer.

zar / zâr / زار

  • İnleyen, sesle ağlayan. (Farsça)
  • Zayıf, dermansız. (Farsça)
  • Ağlama, inleme.
  • Perişan, ağlayan, inleyen. (Farsça)
  • İnilti. (Farsça)
  • Zâr etmek: Ağlayıp inlemek. (Farsça)
  • Zâr olmak: Ağlayıp inlemek. (Farsça)

zar u zar / zâr u zâr

  • İnleyerek ağlama, feryat etme.

zari / zâri / zârî / زاری

  • Ağlayıp sızlama. (Farsça)
  • Hakirlik ve itibarsızlık. (Farsça)
  • Ağlayıp sızlanma.
  • Ağlayıp sızlama.
  • İnleme, zar zar ağlama. (Farsça)

zebr

  • Kitab. Cüz. Kitap yaprağı.
  • Yazı yazma.
  • Söz. Yazı.
  • Akıl, zekâ.
  • Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam.
  • Men'eylemek.

zefir

  • Çok şiddetli ses.
  • Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek.
  • Ağlatmak.
  • İnlemek.
  • Ateş gürültüsü.
  • Eşek anırtısının evveli.
  • Belâ.
  • Hıçkırarak nefes verme, ağlama.

zemberek

  • Hareketi sağlayan güç kaynağı.

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zerr

  • Düğmeyi iliklemek.
  • Birbirine pekitip bağlamak.

zıar

  • Devenin ağzını bağlamak.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın