REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Atış ifadesini içeren 145 kelime bulundu...

ahen-keş

  • Demiri çeken. Mıknatıs. (Farsça)

ahen-rüba / ahen-rübâ

  • Demiri kapan, mıknatıs. (Farsça)

ahenkeş / âhenkeş / آهنكش

  • Miknatıs. (Farsça)

ahenrüba / âhenrüba / آهن ربا

  • Miknatıs. (Farsça)

akademi

  • Bir ilim dalında ihtisas sahibi kimselerin çatısı altında toplandığı kuruluş.

akd-i muavaza

  • Hibe ve sadaka gibi teberruattan olmayıp iki taraftan ivaz verilerek yapılan akd, ivazlı akd. Satış, trampa gibi.

aks-i müddea / aks-i müddeâ / عكس مدعا

  • Çatışkı.

alivre

  • Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden yapılan satış.

almanak

  • Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir. (Fransızca)

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

atiş / âtiş

  • (Atişe) Susuz, susamış.

bahr-i muhit-i şimali / bahr-i muhit-i şimalî

  • İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan deniz.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

bat satışı / bât satışı

  • Şartsız, kesin satış, alış-verişte şart koşmama.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

bayi' / bâyi'

  • Satan, satıcı, dînimizce satış yapabilme ehliyetine sâhib kimse.

belal

  • Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan.

beraat satışı / berâât satışı

  • Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı.

bey' / بيع

  • Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.
  • Satma, satılma, satış.
  • Satma, satış.
  • Satış. (Arapça)

bey'-i bat / bey'-i bât

  • Kat'i satış.

bey'-i bil vefa / bey'-i bil vefâ

  • Vefa ile satış. Alıcı ve satıcının, satıştan vazgeçmek hakkına sâhip olduğu alış-veriş.

bey'-i fasid / bey'-i fâsid

  • Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.

bey'-i mekruh / bey'-i mekrûh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.

bey'-i sahih / bey'-i sahîh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun olan satış; doğru ve sıhhatli alış-veriş.

beyya'

  • (Bey'. den) Dellal.
  • Alıp satan kimseler.
  • Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.

büyu'

  • (Tekili: Bey') Satışlar. Satın almalar.

çakacak

  • Silahlı çatışmadan çıkan ses. (Farsça)

dad-ı hakk / dâd-ı hakk

  • Allah vergisi.
  • Veriş, satış.

dest-be-dest

  • Elden ele, el ele. (Farsça)
  • Peşin satış. (Farsça)
  • Birbirine bitişik olan. (Farsça)

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

dükkan / dükkân

  • Öteberi satış yeri.

düluk-uş şems

  • Güneşin batışı.

fasid bey' / fâsid bey'

  • Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış.

füruht / fürûht / فروخت

  • Satım. Satış. (Farsça)
  • Satış. (Farsça)

garer

  • Tehlike, zarar. Sonu belli olmayan şüphe ihtimâli olan satış.

gülhane

  • İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.

gurub / gurûb / غروب

  • Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden kaybolmak.
  • Uzaklaşmak. Irak olmak.
  • Batma, batış.
  • Batış. (Arapça)

gurub-i şems

  • Güneşin batışı.

gurup avanı / gurup âvânı

  • Batış anları.

hakikat-i gurup

  • Gerçek batış.

halis / hâlis / خالص

  • Saf, duru, katışıksız.
  • Katışıksız, saf, som. (Arapça)

hatve

  • (Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.

hırvat

  • Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi.

hıyar-ı tağrir

  • Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.

hüsn-ü beyan

  • Akıcı ve güzel anlatış.

ictibaz

  • Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti.

ifade-i tahririye

  • Yazı ile anlatış.

ihsa

  • Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım.
  • Kandırmak, aldatmak.
  • Zaptetmek.
  • Ezber etmek.
  • Fehmetmek. İdrâk eylemek.

ihsai / ihsaî / ihsâî / احصائى

  • Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait.
  • Sayım ile ilgili, istatistik. (Arapça)

ihsaiyat

  • İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi.

ihsaiyyat / ihsâiyyât / احصائيات

  • İstatistik. (Arapça)

ihsaiyye / ihsâiyye / احصائيه

  • İstatistik. (Arapça)

ihtikar / ihtikâr

  • Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak.
  • Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir.
  • Vurgunculuk, bozgunculuk.

ihtilalat-ı dahiliye / ihtilâlât-ı dahiliye

  • İç karışıklıklar, çatışmalar.

ıra'

  • Mıknatıs.

irtima'

  • Birbirine atışma.

iskelet

  • Vücudun kemik çatısı. (Fransızca)

isnadat / isnâdât

  • Asılsız isnatlar, dayandırmalar; yatıştırmalar.

istilhak

  • İlhâk olmağa, katışmağa çalışma.

izafe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

kabale

  • Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet.
  • Toptan, götürü ile yapılan satış.
  • Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.

kanun-u mübareze

  • Karşılıklı mücadele, çatışma kanunu.

karavana

  • Bakırdan yayvan yemek kabı.
  • Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap.
  • İnce ve yassı elmas.
  • Atışta hedefe vuramama.

kerahet vakti

  • Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kırtas

  • (Çoğulu: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife.
  • Kâğıtçı.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kuvve-i mıknatısiye

  • Mıknatısın çekim gücü.

lazım-ı zati / lâzım-ı zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

magnatıs

  • Mıknatıs.

magnetik

  • yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan.

magşuş

  • Katışık. Karışık. Saf olmayan.

mağşuş

  • Karışık, katışık, saf olmayan.
  • Sikke-i mağşuş: Karışık, hileli madenî para.

mahs

  • Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

makbuzat

  • (Tekili: Makbuz) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar.

mavzer tüfeği

  • Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan bir tüfek türü.

merc

  • (Merec) Katıştırmak.
  • Kararsızlık.
  • Iztırab.
  • Bozulmak.
  • Boşa gitmek.
  • Serbest bırakmak, salıvermek.
  • Hayvanların salındığı otlak.

mezad / mezâd

  • Artırma ile yapılan satış.
  • Tuluk, dağarcık.
  • Mezat, artırmalı satış.

mezc

  • Karıştırma, katıştırma.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

mıknatısiyyet

  • Mıknatıs kuvveti ve hassası.

mintaş

  • (Çoğulu: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.

mu'cizbeyan

  • Açıklama ve anlatış tarzı mu'cize olan.
  • Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim. (Farsça)

muaraza / muâraza / معارضه

  • Çatışkı. (Arapça)

mübadele / mübâdele

  • Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış.

mübareze-i maneviye / mübareze-i mâneviye

  • Mânevî mücadele ve çatışma.

mücazefe

  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak.
  • Fık: Tartıp ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mültehik

  • (Lühuk. dan) İltihak etmiş olan. Katılmış, katıştırılmış.

münadale

  • Müsabaka yarışına girmek. Atışma. Atış müsabakası.

münakaşa / münâkaşa / مُنَاقَشَه

  • Atışma.

münaza'at / münaza'ât / منازعات

  • Çatışmalar, çekişmeler. (Arapça)

müramat

  • (Remy. den) Birbirine atma. Atışma.

mürazaha

  • Ok ile atışmak.

musademe

  • Çarpışma, çatışma.

müsademe / مصادمه

  • Çarpışma. (Arapça)
  • Çatışma. (Arapça)

müşateme

  • (Şetm. den) Atışma, birbirine sövme. İki kişinin birbirine sövmesi.

müsekkin / مسكن

  • Yatıştırıcı.
  • Sakinleştirici, yatıştırıcı. (Arapça)

müsennem

  • Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan.
  • Ev çatısı veya dam şeklinde olan.

mütesekkin

  • Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan.

müzayede / müzâyede

  • Artırma, satış.

nab / nâb / ناب

  • Saf, halis, katışıksız. (Farsça)

nehar

  • (Çoğulu: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık.
  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Altın.

nehar-ı örfi / nehar-ı örfî

  • Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman.

nehar-ı şer'i / nehar-ı şer'î

  • Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.

nekabet / nekâbet

  • Yapılan satış sözleşmesinden dönmek, vazgeçmek.

obüs

  • Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

pute

  • Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası.
  • İçinde mâden eritilen tava.

raik

  • Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.

rima

  • Atmak.
  • Atışmak.
  • Bırakmak.

saf

  • Katışıksız, berrâk, temiz.
  • Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.

safi / sâfî

  • Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz.
  • Bozuk olmayan. Hâlis.
  • Temiz, katışıksız, duru.

safiye

  • Temiz, katışıksız, bozuk olmayan.
  • İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.

safka

  • Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, "hayrını gör" demeleri.
  • Yapılan satış.

sahih bey' / sahîh bey'

  • Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş.

selaset

  • Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.

sevm

  • Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme.
  • Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak.
  • Dağlamak.
  • Başına buyruk olup istediği yere gitmek.
  • Kuş havada dolaşmak.
  • Satışa arzetmek.
  • Satın almak istemek.
  • Fâide yetiştirmek.<

şüf'a

  • Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı. Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir.

sükunet / sükûnet / سكونت

  • Sakinlik, hareketsizlik. (Arapça)
  • Rahatlık. (Arapça)
  • Sükûnet bulmak: Yatışmak, sakinleşmek. (Arapça)

tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.

takaru'

  • Kur'a atışmak.

takazüf

  • Birbirine iftira edip atışmak.

takvim

  • Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma.
  • Ta'dil etme.
  • Bir şeye kıymet tâyin eylemek.
  • Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter.
  • Günlük olaylardan bahseden gazete.

tearuz / teâruz

  • Çatışma, birbirine zıt düşme.
  • İki kişi arasındaki zıddıyet. Karşıtlık.
  • Çatışma.

tehalük / tehâlük / تهالك

  • Can atış, can atma, atılma, çok arzu etme. (Arapça)

tekatu'

  • Kesme. Kesişme.
  • Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi.

temanü

  • Çatışma.

temanü'

  • Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard.

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

tenazu / tenâzu

  • Çekişme, çatışma.

tenazu' / tenâzu'

  • Çekişme, çatışma.

teracüm

  • Taşla atışmak.

terami

  • Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak.

tesekkün

  • (Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma.
  • Miskin ve fakir olma.

tesekkün-i niza'

  • Kavganın yatışması.

teskin / teskîn / تسكين

  • Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme.
  • Gr: Bir harfi sâkin okuma.
  • Sakinleştirme, yatıştırma.
  • Yatıştırma, sakinleştirme. (Arapça)
  • Teskîn etmek: Yatıştırmak, sakinleştirmek. (Arapça)
  • Teskîn olmak: Yatışmak, sakinleşmek. (Arapça)

tezahüf

  • Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması.

uful / ufûl

  • Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak.
  • Mc: Ölmek.
  • Batış.

üful / üfûl / افول

  • Batış. (Arapça)
  • Ölüm. (Arapça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın