REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Anla ifadesini içeren 4008 kelime bulundu...

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

ishak aleyhisselam / ishâk aleyhisselâm

  • Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

medeniyyet

  • Memleketleri îmâr edip, insanları râhat ve huzûra kavuşturmak.

misak / mîsâk

  • Söz verme, sözleşme, andlaşma.
  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
  • Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

a / â / آ

  • Ünlem edatı ey, hey. (Farsça)
  • İki kelimenin arasına girerek, anlamı pekiştiren yeni kelimeler türetmeye yarayan orta ek. (Farsça)

a'cam

  • (Tekili: Acem) Acemler. İranlılar.
  • Arab olmayanlar.
  • Acemler; Arap milletinden olmayanlar.

a'da / a'dâ / اعدا / اَعْدَا

  • (Tekili: Adüv) Düşmanlar.
  • Düşmanlar.
  • "Adüvv"ün çoğulu. Düşmanlar.
  • Pek zâlim, pek gaddar.
  • Düşmanlar. (Arapça)
  • Düşmanlar.

a'lam

  • (Tekili: Alem) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar.
  • Bayraklar.
  • Büyük âlimler.
  • Büyük dağlar.

a'mal-i beşeriye / a'mâl-i beşeriye

  • İnsanların yaptığı iş ve hareketler.
  • İnsanların amelleri, iş ve hareketleri.

a'mal-i mükellefin / a'mâl-i mükellefîn / اَعْمَالِ مُكَلَّف۪ينْ

  • Dini emirleri yerine getirmekle yükümlü olanların amelleri, işleri.
  • İbâdetle yükümlü olanların amelleri.

a'nak / a'nâk

  • (Tekili: Unk) Boyunlar, gerdanlar.

a'raf eshabı / a'râf eshâbı

  • A'râf denilen yerde bulunanlar.

a'raz

  • (Tekili: Araz) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler.
  • Tesadüfler.
  • Hastalık alâmetleri.
  • Kazalar, felâketler, musibetler.

a'ref

  • Pek ma'ruf, çok bilen. Arif.
  • Çok anlayışlı, fazla bilgili.
  • Yelesi ve boynu uzun olan at.

a'şar

  • (Tekili: Öşür) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki vergiler.
  • Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları.

a'taf

  • (Tekili: Atf) Meyiller.
  • Merhametler, şefkatler, lütuflar, ihsanlar.

a'vez

  • Mânâsı anlaşılmayan şey.
  • Anlaşılması zor olan şiir.

a'za / a'zâ / اعضا

  • Uzuvlar, organlar, üyeler.
  • Üyeler. (Arapça)
  • Organlar. (Arapça)

a'za-yı dahiliye / a'za-yı dâhiliye

  • İç organlar.

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

abad / âbâd

  • Ebedler. Sonsuz gelecek zamanlar.
  • Ebedler, sonsuz gelecek zamanlar.

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abd-i gubar

  • Günahkâr kul; toz ve çamura bulanmış gibi günahlarla kirlenmiş kul anlamında bir ifade.

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

abede

  • (Tekili: Âbid) İbadet edenler. Âbidler. Tapanlar.

abede-i esnam

  • Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler. (Farsça)

abes

  • Anlamsız, boş.

abil

  • Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan.
  • Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan.

abonman

  • Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma. (Fransızca)

aborda

  • İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.

acaib ve garaib / acâib ve garâib

  • Anlaşılmaz ve tuhaf.

acaib-i dekaik / acâib-i dekâik

  • Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.

acam

  • Acemler, iranlılar, Arap olmayanlar.

acem

  • İranlı. Yabancı.
  • Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar.
  • Çekirdek.

acizane / âcizâne

  • Âciz bir şekilde, güç yeteden anlamında kullanılan bir tevazu ifadesi.

acmi / acmî

  • İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.

ada / âda / âdâ

  • Düşmanlar.
  • Düşmanlar.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adab-ı muaşeret / âdâb-ı muaşeret

  • Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin (A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.

adahi

  • (Tekili: Udhiye) Kurbanlar.

adalet-i mahza / adâlet-i mahzâ

  • Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.

adat-ı nas / âdât-ı nâs

  • İnsanların adetleri.

adem / âdem

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.

adem-i abesiyet

  • Boş ve anlamsız olmama.

adem-i derk

  • Anlamama, kavrayamama.

adem-i fehm

  • Anlayamama, kavrayamama.

adem-i ihtilaf / adem-i ihtilâf

  • Birlik. Beraberlik. Uyuşma. Anlaşma.

adem-i itilaf / adem-i itilâf

  • Ülfetsizlik, anlaşmazlık.

adem-i tefehhüm

  • Anlaşılmama.

adem-i telakki / adem-i telâkki

  • Anlayamama, idrak edememe.

ademi / âdemî

  • İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.

ademiyan / âdemiyân / آدميان

  • (Tekili: Âdem) İnsanlar.
  • İnsanlar. (Arapça - Farsça)

ademoğlu / âdemoğlu

  • İnsanlık, insanlar.

adet / âdet

  • Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf.
  • Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.

adet-i ilahiyye / âdet-i ilâhiyye

  • Sünnet-i ilâhî; Allahü teâlânın kânûnu. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmak için arada bulundurduğu sebebler. Bu sebebler tecrübe ile anlaşılır.

adet-i islamiye / âdet-i islâmiye

  • İslâmın özüne uygun olarak Müslümanlarca uygulanan âdet, gelenek.

adha / adhâ / اضحى

  • Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti.
  • Kurbanlar. (Arapça)

adileştirilmek / âdileştirilmek

  • Basitleştirmek, sıradanlaştırmak.

adileştirme / âdileştirme

  • Önemsiz hale getirme, sıradanlaştırma.

adiyat / âdiyat / âdiyât

  • (Tekili: Âdi) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler.
  • Kıymetsiz şeyler.
  • (Adiv. den ism-i faildir) Hızla koşmak, seyirtmek. (At, deve v.s. koşanların hepsine ıtlak olunabilir.)
  • Mc: Düşmanlık, zulüm.
  • Dâima muharebeye koşup hücum eden cemaat.
  • Uzaklık. (Kamus)

afaki / âfâkî

  • Dışımızda olanlar.

afarit

  • (Tekili: İfrit) Şeytanlar. İfritler.

afat-ı semaviye

  • Semavi âfetler. Allah tarafından insanları ikaz ve ceza için verilen belâ ve musibetler.

afazi / afazî

  • Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli. (Fransızca)

afilun / afilûn

  • (Tekili: Afil) Gelip geçici, fâni olanlar.
  • Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler.

ağıl

  • Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.

ağıt

  • Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)

aglak

  • (Tekili: Galak) Kilitler.
  • Kapalı, anlaşılmaz şeyler.

ağleb-i enbiya

  • İlâhî mesajı insanlara iletmekle görevli olan peygamberlerin büyük çoğunluğu.

ağmaz

  • Kolay anlaşılmayan, pek derin.

agnam

  • (Tekili: Ganem) Koyunlar, keçiler.
  • Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.

agrar

  • (Tekili: Gırr) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar.

agras

  • (Tekili: Gars) Taze fidanlar, yeni dikilmiş ağaçlar.

ağras / ağrâs / اغراس

  • Fidanlar. (Arapça)

ağyar / ağyâr

  • Başkaları, düşmanlar, yabancılar.

agza

  • (Tekili: Gazâ) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler.

ahad-ı nas / âhâd-ı nâs

  • Sıradan insanlar, herhangi bir insan.

ahali

  • (Tekili: Ehl) Halk, umum, nâs.
  • Bir memleketin yerlileri, bir memlekette oturanlar, yaşayanlar.

ahbar / ahbâr

  • Haberler. Haberin çokluk şekli.
  • Bir kavim, kabîle, şahıs, ülke, bölge, şehir veya bir hâdise hakkında nakledilen bilgiler.
  • Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, geçmişte olanlara, gelecekte ve âhirette olacaklara dâir bildirdiği şeyler.

ahbas

  • (Tekili: Habs) Su bentleri, havuzlar.
  • Hapisler, zindanlar.
  • Gayr-ı meşru vakıf yerler.

ahd u misak / ahd u mîsâk

  • Yemin ve anlaşma, kesin söz.

ahd ü misak / ahd ü misâk

  • Yemin, anlaşma, sözleşme. (Farsça)

ahd-i atik

  • Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmekt edirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demek

ahd-i cedid / ahd-i cedîd

  • Hıristiyanların kutsal kitabı olan Kitâb-ı mukaddes'in ikinci bölümü.

ahd-name

  • Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt. (Farsça)

ahid-şiken

  • Ahdi bozan, anlaşmayı bozan. (Farsça)

ahır

  • (Ahur) Hayvanların barındığı yer, dam. (Türkçe)

ahiren / ahîren / اخيرا

  • En son, en son olarak.
  • Son zamanlarda, yakında.
  • Geçenlerde, son zamanlarda, son olarak. (Arapça)

ahiret / âhiret

  • Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olama

ahirzaman / âhirzaman

  • Dünyanın son zamanları.

ahkab

  • Uzun zamanlar.

ahkam-ı ezeli / ahkâm-ı ezelî

  • Bütün zamanlarda geçerli olan ezelî hükümler, esaslar.

ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye

  • Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.

ahlak-ı ameli / ahlâk-ı amelî / اخلاق عملى

  • Uygulamadaki ahlak anlayışı.

ahlak-ı nazari / ahlâk-ı nazarî / اخلاق نظری

  • Teorideki ahlak anlayışı.

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

ahlal

  • (Tekili: Hıll) Samimi dostlar, yâranlar.

ahmak

  • (Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız.

ahrac

  • (Tekili: Hırc) Hayvanların yular, tasma ve palanlarına dizilen boncuklar.

ahrar / ahrâr

  • (Tekili: Hür) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler.
  • Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar.
  • Hürriyetçiler.
  • Hürler, esir ve köle olmayanlar.

ahşa' / ahşâ' / احشاء

  • (Tekili: Haşâ) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar.
  • Mahaller, bölgeler, cihetler.
  • İç organlar. (Arapça)
  • Bölgeler, yöreler. (Arapça)

ahşab

  • Kereste. Tahta. Ağaçtan yapılan bina.
  • Ağaçtan olanlar.

ahuvan / âhuvân / آهوان

  • (Tekili: Ahu) Ceylanlar. Karacalar. (Farsça)
  • Ceylanlar. (Farsça)

ahval-i ahirin / ahvâl-i âhirîn

  • Gelecekte yaşayacak olanların halleri.

ahval-i beşeriye / ahvâl-i beşeriye

  • İnsanların halleri, durumları.

ahvezi

  • Cem'edici, toplayıcı.
  • Her işi insanlar arasında halleden.

ahya / ahyâ

  • (Tekili: Hayy) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar.
  • Hayatta olanlar, yaşayanlar.

ahyan

  • (Tekili: Hin) Arasıra. Vakit vakit. Vakitler. Zamanlar.

aile

  • Erkeğin karısı.
  • Ev halkı.
  • Akraba.
  • Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.

akabat / akabât / عقبات

  • Yokuşlar. (Arapça)
  • Tehlikeli anlar. (Arapça)

akaid ilmi / akâid ilmi

  • Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.

akaid-i beşer

  • İnsanların inançları.

akaidi / akaidî

  • Îmanla ilgili.

akalliyet

  • (Ekalliyet) Azlık. Azınlık.
  • Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.

akbiye

  • (Tekili: Kubâ) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akd

  • Anlaşma, sözleşme.
  • Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.
  • Anlaşma, sözleşme.
  • Bağlama, düğümleme.
  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi

akd-i uhuvvet

  • Kardeşlik sözleşmesi, anlaşması.

akdemin / akdemîn

  • Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim kimseler.
  • Eksikler.

akid / âkid

  • Aralarında akid yapanlardan her birisi.
  • Aralarında sözleşme yapanların herbirisi.

akıdeyn / âkıdeyn

  • Anlaşma veya sözleşme.

akideyn / âkideyn

  • Huk: Her akidde anlaşmayı yapan her iki taraf.

akıl

  • Zihnin anlama ve düşünme sıfatı.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k
  • Akıl, anlama melekesi.

akl-ı selim / akl-ı selîm

  • Doğru düşünen, doğru anlayan, doğru karar veren akıl.

akliyye

  • Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları.

akmi / akmî

  • Yıpranmış, eskimiş.
  • Anlaşılmaz.

akraba / akrabâ

  • Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar.
  • Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar.

akran / akrân

  • Eş ve benzer olanlar, yaşıtlar.

akreb-i mekniyyat

  • Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır. Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu "A" ya, sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine değil de en yakın merci'i bulunan "A" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.)

akriba

  • Akraba, aralarında soy veya sihriyetçe yakınlık olanlar.

aks-ün nakiz / aks-ün nakîz

  • Birbirine zıt olan iki şey.
  • Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."

akvaryum

  • Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış camdan su kabı.

akviya

  • (Tekili: Kavi) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler.

al-i ibrahim / âl-i ibrahim

  • Hz. İbrahim'in ailesinden olanlar.
  • Hz. İbrahim Peygamberin (A.S.) neslinden gelen ve onun mânevi yolunda yürüyenler. Bütün müslümanlar, Mü'minler.

al-i muhammed / âl-i muhammed

  • Hz. Muhammed'in ailesinden olanlar.

ala

  • Bahşişler. Lütuflar. Nimetler. İhsanlar.

alam-ı beşer / âlâm-ı beşer

  • İnsanların elemleri ve acıları.

alamat / alâmat

  • (Tekili: Alâmet) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler.

alat / âlât

  • Âletler, organlar.

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

albümin

  • Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde. (Fransızca)

alef resmi

  • Hayvanların yedikleri saman ve otlardan alınan vergi.

alem-i emr / âlem-i emr

  • Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.

alem-i hayvanat / âlem-i hayvânât

  • Hayvanlar âlemi.

alem-i ma'na / âlem-i ma'na

  • Mâna âlemi, bazı ehline münkeşif olan âlem, mânen anlaşılan ve bilinen âlem.

alem-i mahşer / âlem-i mahşer

  • Mahşer âlemi; kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer.

alem-i mümkinat / âlem-i mümkinat

  • Mümkin varlıklar âlemi; varlığı ile yokluğu eşit olup varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olanlar, yaratılanların tamamının oluşturduğu âlem.

alem-i nasut / âlem-i nâsut

  • İnsanlar âlemi ve dünya hayatı. Mahlukiyet. Âlem-i Lâhut'un zıddı.

alemiyan / âlemiyan / âlemiyân / عالميان

  • (Tekili: Âlemî) Âleme mensub olanlar, insanlar.
  • İnsanlar. (Arapça - Farsça)

alim-i mukaddir / alîm-i mukaddir

  • Her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz ilmiyle ezelden ebede her şeyi yaratılmadan önce takdir edip plânlayan Allah.

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

aliyyü'l-murteza / aliyyü'l-murtezâ

  • Hz. Ali'nin "kendisinden razı olunmuş" anlamlarına gelen bir ünvanı.

amazon

  • Eski zamanlarda yaşamış savaşçı kadın.

amel defteri

  • İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât meydanında herkese verilecek olan defter.

amik

  • Dibi çok aşağıda, derin.
  • Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele.

amil / âmil

  • Yapan. İşleyen.
  • Sebep.
  • Vergi tahsiline memur kimse.
  • Mütevelli.
  • Vâli.
  • Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).

ampirizm

  • (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloj

an / ân

  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

an mim amed

  • Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret. (Farsça)

anasır / anâsır / عناصر

  • Unsurlar, elemanlar, kavimler.
  • Unsurlar, elemanlar. (Arapça)

anasır-ı mecruha cerrahı / anâsır-ı mecrûha cerrahı

  • İnsanların mânevî açıdan yaralayan unsunları bertaraf eden mânevî doktor.

anat / ânât / آنات

  • (Tekili: An) Anlar, zamanlar.
  • Anlar. (Arapça)

ane / âne / انه

  • Gibi anlamını verecek şekilde sıfat ve zarf yapan son ek. (Farsça)

anen fe anen

  • Zamanla, gittikçe, devamlı.

anfeanen

  • Gitgide, zamanla.

anka

  • İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır.
  • Uzun boyunlu kadın.
  • Arabdan bir kimsenin lakabı.
  • Zahmet, meşakkat.

anka-i meşrebane / anka-i meşrebâne

  • Anka meşrepli olma; masallarda bir efsane olarak anlatılan anka kuşu misâli bir meşrepte, bir yolda olma.

aposteriori

  • Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.

apriori

  • fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.

arasat meydanı / arasât meydanı

  • Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları meydan. Buraya mevkıf ve mahşer de denir.

arazi-i haraciye / arâzi-i haraciye

  • Müslümanlar tarafından fetholunan ve ulul-emir tarafından müslim olmayan eski sahibi elinde bırakılan veya hâriçten müslim olmayanlar getirilerek yerleştirilen arâzi.

arazi-i haraciyye / arâzi-i harâciyye

  • Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile alınıp harac vergisi karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan sâhiplerinin elinde bırakılan, yâhut zımmînin (müslüman olmayan vata ndaşın) müslüman hükümdârın izni ile işlediği ölü

arazi-i uşriyye / arâzi-i uşriyye

  • Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip faydalanılır hâle getirilen m

areb

  • Şehir ehli olanlar.
  • Mide fesâdı.

arif / arîf / ârif

  • Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim.
  • Bir işten iyi anlayan.
  • (İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen.
  • Sabırlı ve mütehammil.
  • Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan.
  • Zevkî ve vicdanî irfan sâhibi olan.
  • Anlayışlı, bilgili.
  • Anlayışlı, sezgili, kavrayışlı.

arifin / ârifîn

  • İrfan sahipleri, İlâhî hakikatlere vakıf olanlar.

ariş

  • Anlam, mânâ, kavram, mefhum. (Farsça)

ariza-i aciziye / arîza-i âciziye

  • "Bu aciz talebenizin bazı meselelerini sunduğu dilekçe" anlamına gelen ifade.

artal

  • Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

asabe

  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Kuvvet, şiddet.
  • Bir tek sinir.
  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı.
  • Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)

asad / âsad

  • (Tekili: Esed) Esedler, arslanlar.

asagir

  • (Tekili: Asgar) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler.

asahib

  • (Tekili: Ashab) Sahibler, sahib olanlar. Ashablar.

asal

  • (Tekili: Asil) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan müddet.
  • Zamanlar ve vakitler.

asar / âsâr

  • Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden veya O'nun huzûrunda bulunmakla şereflenen arkadaşlarından (Sahâbe) ve onları görmekle şereflenen müslümanlardan (Tâbiînden) bildirilen haberler.
  • Öç almalar. İntikamlar.
  • Eserler.
  • İzler. Nişanlar. Abideler.
  • Âdetler.
  • Eserler, yapılanlar.

asayiş

  • Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayi (Farsça)

asdika

  • Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar.
  • İçi dışına, sözü işine uygun olanlar.

ashab / ashâb

  • Arkadaşlar, sahipler.
  • Sahabîler
  • Hz. Peygamber'i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar.
  • Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise (gözleri görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar. Tekili sâhib'dir.
  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz

ashab-ı cennet / ashâb-ı cennet

  • Cennet ehli insanlar.
  • Cennet ehli. Cennetlik olanlar, Cennetlik oldukları ümid edilenler veya cennete gidecekleri müjdelenmiş olanlar.

ashab-ı devlet / ashâb-ı devlet

  • Devlete mensub olanlar. Devlet adamları.

ashab-ı diyanet

  • Dindar insanlar.

ashab-ı dünya / ashâb-ı dünyâ / اَصْحَابِ دُنْيَا

  • Dünya ehli olanlar.

ashab-ı hakikat

  • Hakikat ehli, doğru ve hak yolda olanlar.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.

ashab-ı kemalat / ashâb-ı kemâlât / اَصْحَابِ كَمَالَاتْ

  • Kemâl ve olgunluk sahibi insanlar.
  • Ma'nevi olgunluk sahibi insanlar.

ashab-ı meratip

  • Makam ve mevki sahipleri; siyasi, askeri ve ekonomik gücü elinde bulunduranlar.

ashab-ı meş'eme / ashâb-ı meş'eme

  • Uğursuz, kötü, dine muhalif olanlar.
  • Solak, sol tarafta, alçak mevkide bulunanlar.

ashab-ı yemin / ashâb-ı yemin

  • Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanl

asilane / asilâne

  • Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık. (Farsça)

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

aşk-ı kimyevi / aşk-ı kimyevî

  • Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir.

aşkname / aşknâme

  • Aşkı anlatan yazı.

asl-ı i'caz / asl-ı i'câz

  • Mu'cizeliğin aslı; insanları aczde bırakan sözün aslı, esası.

asri / asrî

  • Zamanla ilgili, o döneme ait, modern, yeni tarz.

asüd

  • (Tekili: Esed) Arslanlar.
  • Yiğitler.

asus / asûs

  • Yalnız yürüyüp, otlayan deve.
  • Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve.
  • Av arayan kimse.

atal

  • (Tekili: Itl) Koltuk altları.
  • Yanlar, kenarlar.
  • Böğürler.

atanib

  • (Tekili: İtnâbe) Kısa ipler.
  • Uzun ipler. Sicimler.
  • Sâyebanlar.

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

ataşa

  • (Tekili: Atşân) Susamış olanlar, susuzlar.

ataya / atâyâ / عطایا

  • (Tekili: Atiyye) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar.
  • Armağanlar, ihsanlar.
  • Bağışlar, ihsanlar, bahşişler. (Arapça)

ataya-yı ilahi / atâyâ-yı ilâhî

  • Allah'ın bağış ve ihsanları.

ataya-yı seniyye

  • Padişahın hediye ve ihsanları.

atayıb

  • (Tekili: Atyeb) En iyiler. Çok hoş olanlar.

ateşgede / âteşgede

  • Ateşe tapanların mabedi.

ateşpare-i zeka / ateşpâre-i zekâ

  • Ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi.

athar

  • (Tekili: Tâhir) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar.

atiyyat / atiyyât / عطيات

  • (Tekili: Atiyye) Hediyeler. İhsanlar.
  • Büyük bir kimsenin bahşişleri.
  • Bağışlar, ihsanlar. (Arapça)

atiyye

  • İhsan, lütuf, muhtaç olanlara yapılan bağış.

atlab

  • (Tekili: Tâlib) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.
  • (Tılb) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.

avakır

  • (Tekili: Akıra) Fakirler, yoksullar.
  • Kısırlar, verimsiz olanlar.
  • Kudurmuş olanlar.

avalim

  • (Tekili: Âlem) Âlemler. Cihanlar.

avam / avâm

  • Halk.
  • Soylu veya bilgin olmayanlar.
  • Halk, sıradan insanlar.
  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avam-ı melaike / avâm-ı melâike

  • Meleklerden dereceleri düşük olanlar.

avam-ı nas / avâm-ı nâs / عَوَامِ نَاسْ

  • Sıradan insanlar.

avan / âvân

  • Anlar. Zamanlar. Vakitler.
  • Zamanlar, anlar.
  • Anlar, vakitler.

avan-ı tekamül / avan-ı tekâmül

  • Tekâmül, olgunlaşma ve terakki zamanları.

avarif

  • Mârifetler.
  • Arifler. İşten anlar olanlar.
  • Güzel ahlâk.

avatıf

  • (Tekili: Atıfet) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar.

avatık

  • (Tekili: Atık) Yaşlılar.
  • Genç kızlar.
  • Hür ve serbest olanlar.
  • Yavru kuşlar.

avene

  • Beraber olanlar. Yardım edenler.
  • Taraftarlar.

avine

  • (Tekili: Evân) Vakitler, zamanlar, anlar. Devirler.

avrat

  • (Tekili: Averât) (Avret) Kadınlar.
  • Gizli yerler.
  • Mahrem zamanlar.

avret

  • Gizlenmesi gereken, dinen görünmesi haram sayılan organlar.

ayar-dan

  • Ölçüden anlar, değerbilir. (Farsça)

ayastafanos muahedesi

  • 3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna "Ayastafanos Mukaddemat-ı Sulhiyesi" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir.

ayat / âyât

  • (Tekili: Âyet) Âyetler.
  • Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar.
  • Menziller. Mekânlar.

ayat-ı meşhure / âyât-ı meşhure

  • Kur'ân'da yer alan ve Müslümanlar arasında çokça okunan âyetler.

ayet-i hasbiye-i nuriye / âyet-i hasbiye-i nuriye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" anlamında Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayıklanma

  • (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. (Türkçe)

ayine-i iskender

  • Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.

ayn

  • Çeşme, güneş ve göz anlamlarına gelen Arapça kelime.

aytemus / aytemûs

  • (Çoğulu: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.

aza / âzâ

  • Uzuvlar, organlar, üyeler.
  • Uzuvlar, organlar.

aza-i nev'iye ve cinsiye / âzâ-i nev'iye ve cinsiye

  • Aynı tür ve aynı cinsin ortak organları.

aza-yı beden / âzâ-yı beden

  • Vücut organları.

aza-yı esasi / âzâ-yı esasî

  • Temel organlar.

aza-yı esasiye / âzâ-yı esasiye

  • Temel organlar.

aza-yı insani / âzâ-yı insanî

  • İnsanın azaları, organları.

aza-yı saire / âzâ-yı saire

  • Diğer organlar; diğer kısımlar.

azade-gan / azade-gân

  • (Tekili: Azâde) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar. (Farsça)

azal

  • (Tekili: Ezel) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar.

azalil

  • (Tekili: Uzlûle) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.

azamet

  • Büyüklük, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü.
  • Kibirlenmek, insanları küçük görmek.

azbu

  • (Tekili: Zebu) Sırtlanlar.

aziz

  • Hıristiyanların mübarek bildikleri büyükleri.

azlaf

  • (Tekili: Zılf) Zool: Çatal tırnaklı olan hayvanların tırnakları. Toynaklar.

azrar

  • (Tekili: Zarar) Zararlar, ziyanlar, kayıplar.

azviyat

  • (Tekili: Azv) Yalanlar, iftiralar.

azze ensaruh / azze ensâruh

  • Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.)

ba-haberan / bâ-haberan

  • (Tekili: Bâ-haber) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.

bab-üt-tevessül / bâb-üt-tevessül

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

bac-ı kırtıl / bâc-ı kırtıl

  • Hayvanlardan alınan vergi.

bagan

  • Bahçeler. Bostanlar. (Farsça)

bahar haşri

  • Bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

bahayim / bahâyim / بهایم

  • (Tekili: Behaim) (Behime) Suriye'de bir sıradağ ismi.
  • Canavarlar.
  • Dört ayaklı hayvanlar.
  • Dört ayaklı hayvanlar. (Arapça)

bahis / bâhis

  • Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı.
  • Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.

bahriyyun

  • Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.

baht-ı islam / baht-ı islâm

  • Müslümanların talihi.

bain / bâin

  • Ayırıcı. Talâk-ı bâin.
  • Tasavvuf'ta bir terim. İnsanlardan uzak olan.

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

bakaya / bakâyâ / بقایا

  • Artıklar, fazlalıklar.
  • Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. (Bakayadan sayılmak suçtur.)
  • Geriye kalanlar. (Arapça)

bakır

  • Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü.
  • Geniş.
  • Aslan.
  • Göz damarı.
  • Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.

bakiyat / bâkiyat / bâkiyât

  • Bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar.
  • Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar.
  • Baki olanlar, kalıcılar.

balyemez

  • Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

barani / bârânî

  • Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. (Farsça)
  • Yağmurla ilgili. (Farsça)

barbar

  • Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes.
  • Vahşi, ilkel.

barekallah / bârekâllah

  • "Allah ne mübarek yaratmış".
  • Allah hayırlı ve mübarek kılsın anlamında, beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

barika-i beyan / bârika-i beyan

  • Parlak ifâde, açık anlatım.

barimetri

  • Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme. (Fransızca)

basair

  • (Tekili: Basiret) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler.
  • Kalb duyguları.

basar-ı basiret / basar-ı basîret

  • Basiret gözü, feraset; kalbin, hakikati anlayan gözü.

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basın

  • Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.

basir / bâsir

  • Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören.
  • İt, köpek, kelp.
  • Gören, görüp anlayan, ferasetli, zeki.

basiret / بصيرت

  • Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat.
  • İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet.
  • Bir evin iki tarafının arası.
  • Yer üstündeki kan.
  • İnce anlayış.

basiret-i basir / basiret-i basîr

  • Kalp gözüyle gören, anlayan.

başta islam olarak / başta islâm olarak

  • Başta Müslümanlar olarak.

baştina

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.

batın / bâtın

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
  • Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.

batıniyye / bâtıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve
  • Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.

batir

  • Hayvanları nallayan kimse.

bayram

  • İslâm dîninin bildirdiği ve müslümanların neşelenip sevindikleri Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramı.
  • Cumâ günü.
  • Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler.
  • Müslümanın rûhunu teslim (vefât) edeceği zama

bazık

  • Zeki. Anlayışlı.
  • Üzümün sıkılmış suyu.

bedel-i ba'z

  • Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.

bedel-i iştim'al / bedel-i iştim'âl

  • Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.

bedevi / bedevî

  • Sahrada, çölde ve vahada göçebe halde yaşayanlar.

bedeviler

  • Köylüler, çölde yaşayanlar, şehirli olmayanlar, uygar olmayanlar.

bedeviyane / bedeviyâne

  • Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi. (Farsça)
  • Bedevice, çölde yaşayanlar gibi.

bedihiyyet

  • Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.

bedii kıraet / bedîî kıraet

  • Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.

bedir muharebesi

  • Bedir Savaşı; Peygamberimizin (a.s.m.) Medine'ye hicretinden sonra, 624 tarihinde Mekkeli müşriklerle yapılan ve Müslümanların galibiyetiyle sonuçlanan savaş.

bedr gazvesi

  • Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.

behaim / behâim

  • Hayvanlar.
  • Dört ayaklı hayvanlar.
  • Suriye'de bir sıradağ.
  • Hayvanlar.

behimat / behimât / behîmat

  • Hayvanlar.
  • Hayvanlar.
  • Hayvanlar.

behime-i en'am

  • Deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvanlar.

behimiyat

  • Hayvanlar.

behle

  • (Behli) Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven. (Farsça)

behremend

  • Nasibi olan, hissedar. (Farsça)
  • Bilen, anlayan. (Farsça)

beka-i nev'

  • Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi.

bekaya / bekâya / بقایا

  • Geride kalanlar, bakiyeler.
  • Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
  • Geriye kalanlar.
  • Geriye kalanlar; kalıntılar. (Arapça)

bekkain / bekkâîn

  • (Bükâ. dan) Ağlayanlar.

bela / belâ

  • Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.

bela-yı semavi / belâ-yı semâvî

  • Allah tarafından insanlara verilen belâ ve musibet.

belagat-i ifade / belâgat-i ifade

  • Anlatma ve ifade etmedeki belâgat.

belagat-ı kur'aniye / belâgat-ı kur'âniye

  • Kur'ân belâğatı, Kur'ân'ın güzel ve yerli yerinde ve muhatabın hâline uygun anlatımı.

beliğ / belîğ

  • Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan.
  • Kâfi derecede olan. Yeter olan.
  • Belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimse.

ben

  • (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl

benadir / benâdir / بنادر

  • (Tekili: Bender) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar.
  • Limanlar. (Arapça - Farsça)

bendeleri

  • "Hizmekârları" anlamında saygı ifadesi.

bendeniz

  • "Hizmetkârınız" anlamında saygı ifadesi.

beni beşer / benî beşer

  • İnsanlar.
  • İnsanlar.

beniadem / benîâdem / بنى آدم

  • Ademoğulları, insanlar.
  • İnsanlar, Adem oğulları.

benu-d dünya

  • Beni Âdem, insanlar.

beraat

  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.

beraat-ül istihlal / berâat-ül istihlâl

  • Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç.
  • Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi.
  • Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen

beraet / berâet

  • Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
  • Kurtuluş vesîkası.
  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.
  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

berahin / berâhin

  • (Tekili: Bürhan) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
  • Bürhanlar, kuvvetli deliller.

berahin-i kat'iye / berâhîn-i kat'iye

  • Kesin burhanlar, kuvvetli deliller.

berahin-i katıa / berâhin-i katıa

  • Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.
  • Kat'î burhanlar; güçlü ve sarsılmaz kesin deliller.

berahin-i kaviyye

  • Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.

berasin

  • (Tekili: Bürsün) Yırtıcı hayvanların pençeleri.

berat / berât

  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.

berere

  • (Tekili: Bârr ve Berr) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.

berevat / berevât

  • (Tekili: Berat) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.

berzah

  • İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası.
  • Perde.
  • Sıkıntılı yer.
  • İki yer arasındaki geçit.
  • Mani'a, engel,. Ölen insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Berzah büyük ve mânevi bir âlemdir. Dindar olup cennetlik olanlar, berzah âlemin

besa

  • (Arnavutça) Arnavut yemini.
  • Kan güden hasımlar arasında yeminle akdolunan anlaşma.

besait

  • (Tekili: Basit) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar.

beşaret-i semaviye / beşâret-i semâviye / بَشَارَتِ سَمَاوِيَه

  • Semadan (Kur'ânla) gelen müjde.

besatin / besâtin / besâtîn

  • (Tekili: Bostan) Bostanlar.
  • Bostanlar.
  • Bostanlar, bağlar, bahçeler.

besatin-i cinan

  • Cennet bostanları. Cennet bahçeleri.

beşer

  • İnsan, bütün insanlar.
  • Ebu'l-Beşer: İnsanlığın babası, Hz. Âdem.

beşer haşri

  • İnsanların öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah huzurunda toplanmaları.

beşeri / beşerî

  • İnsanî, insanla ilgili.
  • İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.

besman

  • Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora. (Farsça)

besur / besûr

  • (Tekili: Besr) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.

bev

  • Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.)

bevaki

  • (Tekili: Bâki, Bâkiye) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar.

bevatıl

  • (Tekili: Bâtıl) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.

beyadir

  • Harmanlar.

beyan / beyân

  • İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme.
  • Öğretme.
  • Fesahat ve belâgat.
  • Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı.
  • Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan b
  • Anlatma, açıklama sanatı.
  • Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.
  • Açıklama, anlatma.

beyan buyurulan

  • Açıklanan, anlatılan.

beyan eden

  • Açıklayan, anlatan.

beyan etme

  • Açıklama, anlatma.

beyan ilmi / beyân ilmi

  • Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten belâgat ilminin teşbîh (benzetme), mecâz, kinâye gibi konularını anlatan ilim.

beyan-ı hal / beyan-ı hâl

  • Hâlini arzetme, anlatma.
  • Halini anlatma, durumunu bildirme.

beyan-ı ifhamiye / beyan-ı ifhâmiye

  • Bildirmek ve anlatabilmek için yapılan açıklama.
  • Delillerle susturma anlatımı.

beyan-ı intizam

  • İntizamın anlatılması.

beyan-ı mu'ciznüma / beyan-ı mu'ciznümâ

  • Mu'cizeli anlatım, açıklama.

beyanat

  • (Tekili: Beyan) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.

beyhan

  • Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.

beyn-el akran / beyn-el akrân

  • Akranlar arasında.

beyn-nas

  • İnsanlar arasında, halk beyninde.

beyne'l-islam / beyne'l-islâm

  • Müslümanlar arasında.

beynelislam / beynelislâm

  • Müslümanlar arasında.

beynennas / beynennâs

  • İnsanlar arasında.
  • İnsanlar arasında.

beynunet / beynûnet

  • Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik.
  • Ayrılmak, firkat.
  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • İhtilaf, anlaşmazlık, ara açıklığı.

beytullah

  • Mekke-i mükerremede Mescid-i harâmın ortasında bulunan mukaddes binâ. Kâbe-i muazzama; müslümanların kıblesi; Fazîlet ve kıymetini bildirmek için Beytullah buyurulmuştur.
  • Câmi, mescid.

beyyinat / beyyinât

  • (Tekili: Beyyine) Beyyineler. Bürhanlar.
  • Apaçık olanlar.

beyz

  • (Çoğulu: Büyuz) Yumurta.
  • Kuşun yumurtlaması.
  • Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.

beyza / beyzâ

  • Çok beyaz.
  • Demirden savaşçı başlığı.
  • Yumurta.
  • Millet-i beyzâ: Beyaz millet, müslümanlar.

beyzade

  • Osmanlı Sultanlarının oğulları.
  • Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan.
  • Soylu, asil, necib.

bezm-i elest

  • Elest Meclisi; Allah'ın ruhları yarattığında, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" anlamındaki sorusuna, ruhların, "Evet, Rabbimizsin" diye cevap verdikleri an.

bi'a / bî'a

  • Hıristiyanların mâbedi, tapınak, kilise.

bi'set

  • Gönderilme. İnsanları hak ve doğru yola sevk için gönderilen Cenab-ı Peygamberimiz Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvvetinin başlangıç zamanı, nübüvvetinin bidayeti.

bi-çun vebi-çigune / bî-çûn vebî-çigûne

  • Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden bir terim.

bi-gayat / bî-gayat

  • (Tekili: Bi-gaye) Sonu olmayanlar, sonsuzlar. (Farsça)

bid'at ehli

  • Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmının yolundan (Ehl-i sünnet îtikâdından) ayrılanlar. Bid'at sâhibi. Îtikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dinde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformcular.

bid'at fırkası

  • Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmının yolundan ayrılanlar. Hadîs-i şerîfte Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biri.

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bid'at-ı seyyie

  • Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

bidiyat / bidîyât

  • Bidatlar, dine sonradan sokulanlar.

bihakkın

  • Hakkıyla, gerçek anlamıyla.

bil'iman / bil'îmân / بِالْا۪يمَانْ

  • Îmânla.

bila / بلا

  • -siz, -sız anlamında ön ek.

bilhads

  • Derhal, süratle kavrama, sezme ve anlama.

bima'na / bîma'nâ / بى معنى

  • Anlamsız. (Farsça - Arapça)

binnisbe

  • Oranla.

biyocoğrafya

  • yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.

biyoelektrik

  • Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)

biyografi

  • Bir kimsenin hayatını anlatan eser.

biyokimya

  • Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

bolis çukuru

  • Kendini beğenenlerin, kibirlilerin, büyüklük taslayanların, Cehennem'de şiddetli azâba uğrayacakları yer.

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

borç

  • Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar d

bu zaman ehli

  • Bu zamanda yaşayanlar; çağdaşlar.

büdela / büdelâ

  • Bedeller. Ricâlü'l-Gayb denilen Allahü teâlânın insanlardan gizlediği evliyâ zâtlar. Bedîl'in çokluk şeklidir. Ebdâl de denir.

budizm

  • Hindistan'da M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış olan Buda'nın kurduğu, Uzakdoğu ülkelerinde yaygın bozuk bir inanış. Bu inanışta olanlara Budist denir.

budu'

  • Can sıkılması.
  • İdrak etme, anlama.

buğd-ı fillah / buğd-ı fillâh

  • Allahü teâlânın düşmanlarını Allahü teâlâ için sevmemek ve onlardan uzaklaşmak.

bühüt

  • (Tekili: Behût) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.

bühüvv

  • (Tekili: Behv) Misafirlere mahsus odalar.
  • Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.

bükat / bükât

  • Ağlayanlar.

büky

  • Ağlayıcılar, ağlıyanlar.

bülega

  • (Tekili: Belig) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.
  • Belegat sahipleri, düzgün ve güzel konuşanlar, beliğ olanlar.

büleğa

  • Belâgatçılar; belâgat ilminin inceliklerini bilen söz ve ifade uzmanları.

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

bünye-hiz / bünye-hîz

  • Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran. (Farsça)

burak

  • Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası. (Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)
  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

büreyde bin el-husayb el-eslemi / büreyde bin el-husayb el-eslemî

  • Horasan diyarında en son hicri 62 veya 63 yılında vefat eden sahabedir. (R.A.). Müslümanların ilk sancaktarıdır. 177 Hadis-i Şerif nakletmiştir. 14 tanesi Buharî ve Müslim'de mezkûrdur.

burhan-ı fasih

  • Çok açık ve düzgün anlaşılan delil.

burjuva

  • Servet ve mal birikimi yapanlar; zenginler sınıfı.

bürnüs

  • (Çoğulu: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)

bürsün

  • (Çoğulu: Berâsin) İnsan eli.
  • Vahşi hayvanların pençesi.
  • Develere vurulan bir nevi damga.

butlan / butlân / بطلان

  • Boşluk, anlamsızlık. (Arapça)
  • Yalan. (Arapça)

büyük doğucular

  • Büyük Doğu dergisini çıkaranlar.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

cahim / cahîm

  • Cehennem'in dördüncü tabakasına verilen ad. Güneşe ve yıldıza tapanların azab göreceği Cehennem.

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

camil

  • Çobanla olan deve sürüsü.

canan

  • Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. (Farsça)
  • Canlar, ruhlar. (Farsça)

cankurtaran

  • t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta.
  • Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.

cann

  • Ateşten mahlûk cinlerin babası olan.
  • Bir beyaz yılan cinsi.
  • Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler.

çar

  • (Slavca) Eski Rus İmaparatorlarının ünvanları.
  • Bulgar kralı.

çar-balişt / çâr-bâlişt

  • Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. (Farsça)
  • Dört unsur. (Farsça)

cari

  • Akan, akıcı.
  • Geçmekte olan.
  • İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.

cariye

  • Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden.
  • Güneş, şems.
  • Gemi.
  • Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet.
  • Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.

çarpa

  • Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar. (Farsça)

çavuş

  • Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi.
  • Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker.
  • İşçilerin b

cazgır

  • Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.

cebbar

  • (Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ Hz.leri (C.C.)
  • Zâlim, gaddar, müstebid, mütemerrid insanlar da bu sıfatla tavsif edilir. Meselâ; Cengi

cehabize

  • Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar.

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

cehele

  • (Tekili: Cahil) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl
  • Kâfirlerin devamlı, günahkâr müslümanların ise, günahları kadar âhirette azab görecekleri yer.

çekide

  • Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. (Farsça)
  • Damlamış. (Farsça)

celacil

  • (Tekili: Cülcül) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.

celail

  • (Tekili: Celile) Celiller, büyük olanlar, yüceler.

celb-i nef'

  • Faydalı olanları yapma, yararlı olanı elde etmeye çalışma.

celeb

  • Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
  • Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.

celed

  • Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve.
  • Muhkem yer.
  • Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.

cellad / cellâd

  • İdama mahkûm olanları idam etmeğe vazifeli olan adam.
  • Mc: Merhametsiz.
  • İdama mahkum olanların hükümlerini infaz etmeye vazifeli olan adam.

cem'-i kıllet

  • Arapça'da türlü vezinlerde cemileri olan isimlerin, bu cemilerinden dokuzdan aşağı mahsus olanları.

cemaat / cemâat

  • Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük.
  • Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali.
  • Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbiri
  • Topluluk.
  • İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.
  • Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat.

cemaat-i mükellefin / cemaat-i mükellefîn

  • Dinen sorumlu olanlar topluluğu.

cemaat-ı müslimin / cemaat-ı müslimîn

  • Müslümanlar topluluğu.

cemaat-i müslimin / cemâat-i müslimîn / جَمَاعَتِ مسلمين

  • Müslümanlar topluluğu.

cemaat-i salihin / cemaat-i salihîn

  • Salih insanlar oluşturduğu topluluk.

cemahir-i müttefika

  • Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.

cemel vak'ası

  • Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakat

cemr

  • İnsanların bir araya toplanması.
  • Atın sıçrayarak yürümesi.
  • Ateş ve küçük taş vermek.
  • Bir kimseyi def etmek, kovmak.

cenab-ı vahibü'l-ataya / cenâb-ı vâhibü'l-atâyâ

  • Sayısız iyilik ve ihsanlar bağışlayan, hibe eden Allah.

cenaib

  • (Tekili: Cenayib) (Cenibe) Yedek hayvanlar, yedek binekler.

cennet

  • Bahçe. Âhirette müslümanların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları yer.
  • İnananların dünyadaki güzel amellerine mükafaten sonsuza kadar kalacakları güzellikler âlemi.

cennet-i canan / cennet-i cânan

  • Canların, sevgililerin buluştuğu Cennet.

cerahor

  • Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cerdahl

  • Büyük gövdeli deve.
  • İnsanların her işine itiraz eden.

cerenfeş

  • Yanları etli ve büyük olan kişi.

cereyan / cereyân

  • Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma.
  • Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.

çeşm-i dil erbabı / çeşm-i dil erbâbı

  • Gönül gözü açık olanlar.

cevahir-i nüfus

  • Nefisler cevherleri, değerli cevherler olan insanlar.

cevaiz

  • (Tekili: Câize) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar.

cevami-ül-kelim / cevâmi-ül-kelîm

  • Az kelime (söz) ile çok şey anlatma özelliği.

cevanib / cevânib / جوانب

  • (Tekili: Cânib) Cânibler, yanlar, taraflar.
  • Yanlar, taraflar.
  • Yanlar, yönler. (Arapça)

cevari

  • (Tekili: Câriye) Akıcı ve câri olanlar.
  • Hizmetçi kızlar.
  • Câriyeler, kadınlar.

cevarih / cevârih

  • Organlar.
  • "Cerh"den yaralayanlar, yırtıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar.
  • Organlar.

cevasis / cevâsis

  • (Tekili: Casus) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler.
  • Gizli şeyleri araştıranlar.
  • Casuslar, ajanlar.

cevdet-i fehm

  • Fehm ve anlayış üstünlük ve iyiliği.

ceyyid

  • Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve gümüş miktârı fazla olanlar.

cezalet-i beyan / cezâlet-i beyan

  • Anlatım ve ifadedeki güçlülük, güzellik.

cezalet-i beyaniye / cezâlet-i beyaniye

  • Akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım.

cezalet-i harika

  • Hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım.

cibill

  • (Çoğulu: Cibillât) Yaratılmak.
  • İnsanlardan bir grup.

cibillen kesira

  • Çok insanlar.

cihad / cihâd

  • (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'l
  • İslâm için düşmanla yapılan maddî, manevî savaş.
  • Nefisle yapılan her türlü mücadele.
  • İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal, can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek.

cihad-ı ekber / cihâd-ı ekber

  • En büyük cihad; insanları kötülüğe yönelten nefisle mücadele etme.

cihad-ı manevi / cihad-ı manevî

  • İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.

cihad-ı maneviye / cihâd-ı mâneviye

  • İlim, fikir, dua gibi mânevî unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele.

cihaniyan

  • Dünya ahalisi olan insanlar. (Farsça)

cihat / cihât

  • Yanlar, yönler.

cihazat / cihâzât

  • Cihazlar, aletler, organlar.

cihazat-ı bedeniye

  • Bedendeki organlar.

cihazat-ı hayvaniye / cihâzât-ı hayvaniye

  • Canlılarda bulunan organlar.

cihazat-ı insaniye / cihâzât-ı insaniye

  • İnsanın cihazları, duyu ve organları.

cima / جماع

  • İnsanların cinsî münasebetleri. Cinsel ilişki.

cimnastik

  • yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

cin ve ins

  • Cinler ve insanlar.

cin ve insi / cin ve insî

  • Cin ve insanlardan olan.

cinab

  • Hayvanlara vurulan damga ve nişan.

cinas / cinâs

  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

cinni ve insi / cinnî ve insî

  • Cinlerden ve insanlardan olan.

cinni, insi şeytanlar / cinnî, insî şeytanlar

  • Cin ve insan türünden olan şeytanlar.

cins-i latif

  • Lâtif ve hoş cins, nev. İnsanlar nev'inde kadın.

circis / circîs

  • Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderildiği rivâyet edilen peygamber veya velî. Şam diyârında ve Filistin'de yaşadı. Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara bildirdi.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

cirman

  • Organlarla birlikte vücut.

ciya'

  • (Tekili: Câyi') Karınları acıkmış olanlar, açlar.

cizye

  • Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.
  • Devlet teminatı karşılığında fethedilen yerlerde Müslüman olmayanlardan alınan vergi.
  • Müslüman olmayanlardan alınan vergi.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cüdera'

  • (Tekili: Cedir) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar.

cudi-i islamiyet / cûdî-i islâmiyet

  • İslâmiyetin Cûdî Dağı; insanları maddî ve mânevî tufanlardan ve felâketlerden koruyan İslâm dini için bir benzetme olarak kullanılmış.

cülesa

  • (Tekili: Celis) Beraber oturanlar.

cüllas

  • (Tekili: Câlis) Cülus edenler, oturanlar.

cum'a

  • Toplanma.
  • Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest
  • Müslümanlara mahsûs mübârek, kıymetli bir gün.

cümel

  • (Tekili: Cümle) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular.

cumhur-u nas / cumhur-u nâs

  • İnsanların ekserisi, halk kalabalığı.

cümle şiran-ı cihan / cümle şirân-ı cihân

  • Cihânın bütün arslanları. (Farsça)

cümle-i celile / cümle-i celîle

  • Görkemli ve yüksek anlamlı cümle.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cumud-u mutlak / cumûd-u mutlak

  • Tam anlamıyla cansızlık.

cürbüz

  • İnsanlar arasında fesâdçılık yapan gaddâr kişi.

cürfüş

  • Yanları etli olan şişman kimse.

çürütme

  • Bir düşüncenin, bir davanın boşluğunu, anlamsızlığını ortaya koyma.

cüsman

  • Organlarla birlikte vücudun tamamı.
  • Her nesnenin cismi ve cesedi.

cüyud

  • (Tekili: Cid) Gerdanlar, boyunlar.

cüz'iyyat

  • Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.

cüz-i ihtiyar

  • Dilediği gibi hareket edebilme. Yani: Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda bir tarafı tercih etmek iktidar ve serbestliği. Bu serbestlik ile, Cenab-ı Hak insanları, iyiliği veya kötülüğü istemek cihetinde imtihan eder.

da'z

  • Noksanlaştırmak.

daavat-ı insaniye / daavât-ı insaniye

  • İnsanların duaları.

dabs

  • Ahlâkı kötü ve korkak olmak.
  • Anlaması, idrâki az olmak.

dağ-dar / dâğ-dâr

  • Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış.
  • Pek müteessir, çok üzgün.

dahaya

  • (Tekili: Dahiyye) Kurbanlık hayvanlar.

dahis

  • Hayvanların tırnak diplerindeki et parçası. Dolama hastalığı.

daire-i mümkinat / daire-i mümkinât

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan şeyler dairesi, yaratılanlar âlemi.

dakaik

  • (Tekili: Dakayık) (Dakik) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.

dakaik-aşina

  • İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. (Farsça)

dakaik-ı fenniye

  • İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları. (Farsça)

dakika-şinas

  • İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.

daliye

  • (Çoğulu: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)

dall u mudılle / dâll u mudılle

  • Doğru yoldan çıkanlar ve çıkaranlar, sapanlar ve saptıranlar.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

dalle

  • Sapanlar, sapıtanlar.

dallin / dallîn / dâllin / dâllîn

  • (Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.
  • Doğru yoldan sapmış olanlar, azgınlar.
  • Hak yoldan sapanlar.

Dalyarak / dalyarak

  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "sallamak" anlamına gelir.
  • Türkiye Türkçesinde dal-1 "sallamak" fiilinden türetilmiştir.
  • Dalyarak kelimesi tarihte bilinen ilk kez dallamak "sallamak, eliyle tartmak" TDK, Tarama Sözlüğü (1600 yılından önce) eserinde yer almıştır.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "Budalalığı yüzünden her zaman densizlik, küstahlık eden (kimse)." anlamına gelir.

danyal aleyhisselam / danyal aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara tebliğ etti (duyurdu).

dar-ı eman / dâr-ı emân

  • Müslümanların zimmetini kabul eden veya müslümanlarla sulh halinde olan, gayr-i müslim bir ahalinin memleketi.

dar-ı harp / dâr-ı harp

  • Müslümanlarla savaş halinde olan gayri müslim ülke.

dar-ı zimmet / dâr-ı zimmet

  • Müslümanların, ahid ve emânını ve himayesini kabul etmiş oldukları; gayr-i müslimlere mahsus yerler.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

darağacı

  • İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa. (Türkçe)

daragım

  • (Tekili: Dırgam) Arslanlar, esedler, dırgamlar.

dariyye

  • Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume. (Farsça)

darül harb

  • (Dâr-ül harb) Harp yeri. Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-i islâmi hükümlerinin hâkim olduğu yer.

darül islam

  • (Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer.

darülislam / dârülislâm

  • Müslümanların huzur içinde yaşadığı yer.

dasitan / dâsitân

  • (Dâstân) Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. (Farsça)
  • Şöhret. (Farsça)

deccal / deccâl

  • Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs.

decl

  • Örtmek.
  • Devenin katranlanması.
  • Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
  • Bâtılı hak gösteren.
  • Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.

def-i a'da / def-i a'dâ

  • Düşmanların uzaklaştırılması.

defter-i a'mal / defter-i a'mâl

  • Amel defteri, insanların dünyadaki hayır ve kötülüklerin kaydedildiği defter.
  • İnsanların amellerinin iyilik veya, kötülüklerinin meleklerce kaydolunduğu manevî defter.

deha

  • Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.
  • Olağanüstü zeka ve anlayış kabiliyeti.
  • Olağanüstü zeka sahibi kimse.

deha-i kudsi / deha-i kudsî

  • Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.

dehaet

  • Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.

dehri / dehrî

  • Zamanla ilgili, kıyamete inanmayan îmansız felsefeci.

dehriyyun

  • (Tekili: Dehrî) Dehriye fırkasından olanlar.

dekakin / dekâkîn / دكاكين

  • (Tekili: Dükkân) Dükkânlar.
  • Dükkanlar. (Arapça)

delail

  • (Tekili: Delil) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları.

delailü'l-i'caz / delâilü'l-i'câz

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, Kur'ân-ı Kerim'in edebî yönünü anlattığı bir eseri.

delalet / delâlet / دلالت

  • Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek.
  • İşaret.
  • İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
  • Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.
  • Delillik, yol gösterme. (Arapça)
  • Delâlet etmek: (Arapça)
  • Yol göstermek. (Arapça)
  • Anlamına gelmek. (Arapça)

delil-i kat'i / delîl-i kat'î

  • Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

delil-i vazıh / delil-i vâzıh

  • Açık delil, anlaşılır delil.

delil-i zanni / delîl-i zannî

  • Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

delilün / delîlün

  • "Delildir" anlamına gelen kelime.

dellal-ı kitab-ı mübin / dellâl-ı kitab-ı mübîn

  • Bütün hakikatleri açıklayan Kur'ân-ı Kerimdeki gizil sırları insanlara duyuran.

demagoji

  • yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

denen

  • Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması.
  • Kolları çok kısa olmak.
  • Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.

deneycilik

  • (Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müş

derçin resmi

  • Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi.

derebeyi

  • Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri.
  • Mc: Asi, zorba.

derecat-ı fehim / derecât-ı fehim

  • Anlayış dereceleri.

derecat-ı insan

  • İnsanların seviyeleri, dereceleri.

derece-i fehim

  • Anlama derecesi.

derece-i fehim ve edeb

  • Anlayış ve edep seviyesi.

derece-i fehim ve zevk

  • Anlama ve zevk etme derecesi.

derece-i fehm

  • Anlayış derecesi.

derk / درک / دَرْكْ

  • En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak.
  • Anlamak.
  • Anlama, algılama.
  • Anlama, kavrama.
  • Anlama, idrak etme. (Arapça)
  • Alma. (Arapça)
  • Derk etmek: Anlamak, idrak etmek. (Arapça)
  • Anlama.

derk etmek

  • Anlamak.

derk-i dekaik

  • İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.

derk-i kusur

  • Kusurunu anlama.

derketmek

  • Anlamak, kavramak.
  • Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.

dermeyan edilen

  • İleri sürülen, anlatılan, söylenen.

dermeyan etmek

  • Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.

derrak / derrâk / دراک

  • (Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.
  • Anlayışlı. (Arapça)

deryab

  • Akıllı, anlayışlı, müdrik. (Farsça)

devabb / devâbb / دواب

  • (Tekili: Dabbe) Binek hayvanları. Hayvanlar.
  • Yürüyenler.
  • Yük hayvanları. (Arapça)
  • Binek hayvanları. (Arapça)

devair-i rububiyet / devâir-i rububiyet

  • Rububiyet daireleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının alanları.

devair-i teşkilat / devâir-i teşkilât

  • Oluşum alanları.

devavin / devâvîn / دواوین

  • (Tekili: Divân) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar.
  • Divanlar. (Arapça)

deviyy

  • Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar.

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dil-agah / dil-âgâh

  • Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. (Farsça)

dima'

  • (Tekili: Dem) Kanlar.

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns
  • Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

din ehli

  • Dindarlar; dinin emir ve yasaklarına uyanlar.

dırak

  • (Tekili: Daraka) Deriden mâmul kalkanlar.

dirase

  • Kitab okumak.
  • Elbiseyi eskitmek.
  • Gizli yol.
  • Harmanda buğday döğmek.
  • Uyuz olan deveyi katranlamak.

dirayetli

  • Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı.

dırs

  • (Çoğulu: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği.

divan-ı muhasebat

  • İnsanların sorgulanıp hesaba çekileceği yüksek makam; mahşerdeki hesap.

diza

  • Noksanlaştırmak.
  • Eziyet vermek.
  • Ezâ etmek.
  • Hor ve hakir etmek.

dominyon

  • ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.

dua ordusu / duâ ordusu

  • Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

duat

  • (Tekili: Dâî) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar.
  • Dâvet edenler.

duhala

  • (Tekili: Dahil) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar.

dühat

  • Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.

dühur / dühûr

  • Devirler, zamanlar. Dünyalar.

dümdar

  • Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. (Farsça)
  • Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah. (Farsça)

dumur

  • Büyüyüp gelişememek. Zayıflıktan, hayvanların karnının içeri çökmesi.

dünya ehlince

  • Dünyada yaşayanlarca.

dünyevi haşir / dünyevî haşir

  • Büyük haşre örnek olarak bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

dur-baş

  • "Uzak ol!" anlamına gelen bir emir. (Farsça)
  • Değnek, sopa, âsa. (Farsça)

düsür

  • (Tekili: Disar) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler.
  • Yatak çarşafları.

düvel-i mü'telife

  • Anlaşmış devletler. Birinci Cihan Harbinde: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya.

e'cam

  • (Tekili: Acem) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar.
  • Acemiler.

eacim

  • (Tekili: Acem) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.

eadi

  • (Tekili: Adüv) Düşmanlar. Hasımlar.

eazım-ı insaniye / eâzım-ı insaniye

  • İnsanların ileri gelenleri.

eb'ad-ı namahdud / eb'âd-ı nâmahdud

  • Hudutsuz uzaklıklar ve mekânlar.

ebalis

  • (Tekili: Ebâlise) (İblis) İblisler, şeytanlar.

ebatıl

  • Böğürler, yanlar.

ebdal / ebdâl

  • (Tekili: Bedil veya Bedel) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir.
  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

ebhire

  • (Tekili: Buhâr) Dumanlar, buğular.

ebleh

  • Aklı az, anlayışı kıt, ahmak.

ebna-i adem / ebnâ-i âdem

  • Adem oğulları. İnsanlar.

ebna-i cins / ebnâ-i cins

  • Kendi sülâlesinden gelenler. Aynı cinsten olanlar.

ebna-yı beşer / ebnâ-yı beşer

  • İnsan oğulları, insanlar.

ebna-yı cins / ebnâ-yı cins

  • Kendi cinsinden olanlar; insanlar.

ebna-yı mazi / ebnâ-yı mazi

  • Geçmişin insanları, geçmişte yaşayan insanlar.
  • Mâzinin insanları.

ebna-yı müstakbel / ebnâ-yı müstakbel

  • Geleceğin insanları.

ebnayıcins / ebnâyıcins

  • Aynı türden olanlar.

ebrar / ebrâr / ابرار

  • (Tekili: Berr) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
  • İyi insanlar.
  • İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir.
  • İyi insanlar, dürüst insanlar. (Arapça)

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ebu talha zeyd bin sehl

  • Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.)

ebu zerr-i gıffari / ebu zerr-i gıffarî

  • İlk İslâm olanların beşincisi olup ilimde İbn-i Mes'ud hazretlerine müsavi sayılırdı. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmdan 281 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hazreti Ali Kerremallahu Vechehu kendisine "İlim dağarcığı" lâkabını vermiştir. Hi: 31'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. (R.A.)

ebu-l vakt

  • Vakit ve hâlin te'siri altında kalmıyanlar.

ecahil

  • (Tekili: Echel) En cahil, daha bilgisiz olanlar.

ecille

  • (Tekili: Celil) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.

ecmat

  • (Tekili: Ecme) Ormanlar, sık ağaçlı yerler.

ecnab

  • (Tekili: Cenb) Yanlar. Yan taraflar.

ecnas-ı mahlukat / ecnâs-ı mahlûkat

  • Yaratılanların cinsleri, türleri.

ecr

  • İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara verdiği sevâb.

ecras

  • (Tekili: Ceres) Büyük çıngıraklar, çanlar.

ecsad-ı insaniye / ecsâd-ı insaniye

  • İnsanların cesetleri bedenleri.

ecsam-ı uzviye

  • Organik cisimler, organlara ait cisimler.

ecved-ün nas / ecved-ün nâs

  • İnsanların en iyisi olan Hz. Peygamber (A.S.M.)

ecza-yı bedeni / ecza-yı bedenî

  • Bedenin parçaları, organlar.

eda / edâ

  • Yapma, ödeme, davranış, anlatım yolu.

edat

  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).
  • Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.

edat-ı şart

  • Gr. şart edâtı, "eğer, şayet" anlamına gelen "in" ve "lev" gibi.

edeb

  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle

edebi / edebî

  • Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek

edebiyyun

  • Edebiyatçılar. Edebiyatla uğraşanlar.

edhine

  • (Tekili: Duhân) Duhanlar, dumanlar, sisler.
  • Tütünler.

edvar

  • (Tekili: Devr) Devirler, zamanlar.

edvar-ı sabıka / edvar-ı sâbıka

  • Geçen zamanlar.

edyar

  • (Tekili: Deyr) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.

ef'al ve a'mal-i beşeriye / ef'al ve a'mâl-i beşeriye

  • İnsanların iş ve davranışları.

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • Mükellef olanların (yani; Cenâb-ı Hakk'ın teklif ve emirlerini kabul ve vazifeli kimselerin) yaptıkları amel ve işler. Bunlar şu isim altında sıralanır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, sahih bâtıl, fâsid, helâl.

efai

  • (Tekili: Ef'a) Engerek yılanları.

efaik

  • (Tekili: Efike) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar.

efarit

  • (Tekili: İfrit) İfrit gibi, ifrite benzer adamlar. Hilekârlar, kurnazlar, cüretliler.
  • Pek hain cinler.
  • Şeytanlar, iblisler.

efazıl / efâzıl / افاضل

  • Seçkin insanlar. (Arapça)
  • Bilginler. (Arapça)

efdal

  • (Tekili: Fazl) Ziyadeler, fazlalar, çoklar.
  • İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler.

efgan

  • Figanlar, inlemeler.

efham / efhâm

  • Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
  • Anlayışlar, idrakler.
  • Anlamalar, en iyi anlayan.

efhem

  • Anlayışlı, kolay anlayan.

eflak / eflâk

  • (Tekili: Felek) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.

efnad

  • (Tekili: Fened) Bunaklar, yaşlarının ilerlemesinden bunamış olanlar.

efrad-ı beşer / efrâd-ı beşer

  • İnsanlığın fertleri, insanlar.

efrad-ı insaniye

  • İnsan fertleri, insanlar.

efradını cami ağyarını mani / efradını câmi ağyârını mani

  • Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.

efrenc

  • (Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız. (Fransızca)

efsah

  • Daha düzgün anlatım.

efsah-ı füseha / efsah-ı füsehâ

  • Sözü düzgün, akıcı ve etkili konuşanların en ileri geleni.
  • Fasih ve güzel konuşanların en fasihi ve güzeli.

efsane-guy

  • Masal söyleyen, efsane anlatan.

egbiya

  • (Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar.

eglak

  • (Tekili: Galak) Kilitler, kilitli şeyler. Mc: Anlaşılması zor olan ifadeler.

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

egval

  • (Tekili: Gul) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar.
  • şeytanlar.
  • Gulyabaniler.

ehali

  • (Tekili: Ehl) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar.
  • Avam, halk umum.

ehass-ül havas / ehass-ül havâs

  • En hâlisin hâlisi. Şuhudi imân sahibleri olan evliyalar. Cenab-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olan enbiyâ ve evliya. Efdallerin efdali, sâlihlerin sâlihi.

ehbar

  • (Tekili: Habr) Âlimler. Yahudi âlimleri.
  • Sürurlu anlar.

ehille

  • (Tekili: Hilâl) Hilâller. Yeni hilâl şeklinde olanlar.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i adavet ve haset / ehl-i adâvet ve haset

  • Düşmanlık besleyenler ve kıskananlar.

ehl-i alem / ehl-i âlem

  • Âlemin ehli olan insanlar.

ehl-i aşk

  • Kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlar.

ehl-i azap

  • Azap ehli, azaba uğrayanlar.

ehl-i basiret / ehl-i basîret

  • Gerçeği kalple anlayan kişiler.

ehl-i batın / ehl-i bâtın

  • Görünürdeki eşyanın bize görünmeyen mânâlarına vakıf olanlar.

ehl-i bekà

  • Bâkî olanlar, sonsuza dek yaşayanlar.

ehl-i belağat / ehl-i belâğat

  • Edebiyatçılar, söz ve ifade uzmanları.

ehl-i beyt

  • Ev ehli, evdeki çoluk çocuk. Daha ziyade Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) evine mensub olanlar bu isimle anılırlar.

ehl-i beyt-i nebevi / ehl-i beyt-i nebevî

  • Peygamberimizin ailesinden olanlar.

ehl-i bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar.

ehl-i bid'a ve ilhad / ehl-i bid'a ve ilhâd

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar ve inkârcılar.

ehl-i bid'a ve mülhid

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışanlar ve dinsizler.

ehl-i bid'ad

  • Dinde olmadığı halde sonradan çıkan şeylere uyanlar.

ehl-i bid'at

  • Bid'at sâhipleri. Peygamber efendimizin ve eshâbının bildirdiği doğru îtikâddan (inanıştan) ayrılanlar.

ehl-i cebr

  • Cebriye Mezhebine bağlı olanlar.

ehl-i cennet ve cehennem

  • Cennet ve cehennemde olanlar.

ehl-i cezbe

  • Cezbeye kapılanlar.

ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak

  • Tarikat ve tasavvuf ehlinden olup zikir ve ibadetle kendinden geçip dünyayı unutanlar.

ehl-i dalal / ehl-i dalâl

  • Sapıtanlar, yoldan çıkanlar.

ehl-i dalalet / ehl-i dalâlet / اَهْلِ ضَلَالَتْ

  • Dalâlette olanlar.
  • Haktan sapanlar.

ehl-i dalalet ve bid'a / ehl-i dalâlet ve bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışan, doğru ve hak yoldan sapmış olanlar.

ehl-i dalalet ve ilhad / ehl-i dalâlet ve ilhad

  • Doğru ve hak yoldan sapan, insanları da saptırmaya çalışan sapık kimseler.

ehl-i dalalet ve tuğyan / ehl-i dalâlet ve tuğyân

  • Doğru yoldan sapmış olanlar ve azgınlıkta ileri gidenler.

ehl-i dil

  • (Ehl-i kalb) Kalbi uyanık, basireti ziyade olan. Gönül ehli. Mâneviyata çok kıymet veren, kalben Cenab-ı Hakk'a çok yakınlık hissedip çok hikmetlerden anlayan zât.

ehl-i din / اهل دین

  • Bir dine inananlar.

ehl-i diyanet / ehl-i diyânet

  • Dindar insanlar.
  • Din işlerinden anlayanlar. Dindarlar.

ehl-i dünya / ehl-i dünyâ

  • Âhireti unutup, dünyâya sarılanlar. Dünyâya düşkün olanlar.

ehl-i ebed

  • Ebedî olanlar, ebedîler.

ehl-i edyan / ehl-i edyân

  • Din sahipleri, dine inananlar.

ehl-i ehva / ehl-i ehvâ

  • Heva ehli, arzu ve isteklerine tabi olanlar.

ehl-i fazl

  • Fazilet sahibi olanlar.

ehl-i fazl ve kemal / ehl-i fazl ve kemâl

  • Fazilet ve kemâl sahibi olanlar.

ehl-i felsefe

  • Felsefeciler, düşüncede felsefeyi esas alanlar.

ehl-i felsefe ve hikmet / اَهْلِ فَلْسَفَه وَ حِكْمَتْ

  • Felsefeyle uğraşanlar, filozoflar.
  • Felsefeciler ve varlıkların hikmetlerini araştıranlar.

ehl-i feraset

  • Çabuk sezme ve anlama kabiliyeti olanlar.

ehl-i fesat

  • Bozgunculuk çıkaranlar.

ehl-i fetret

  • Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Muhammed'in (a.s.m.) devirleri arasında vahiysiz geçen zaman diliminde yaşayanlar.

ehl-i gaflet / اَهْلِ غَفْلَتْ

  • Dünyâya dalıp, âhireti unutanlar.
  • Gafletde olanlar. Gafiller.
  • Gaflette olanlar.

ehl-i gaflet ve tuğyan

  • Gaflete dalanlar ve zulüm ve taşkınlıkta çok ileri gidenler.

ehl-i gayret ve hamiyet

  • Din, aile, millet, vatan gibi değerleri koruma duygusu ve gayretinde olanlar.

ehl-i gaza / ehl-i gazâ

  • Din için cihad edenler, savaşanlar.

ehl-i hadaret ve medeniyet / ehl-i hadâret ve medeniyet

  • Şehirlerde yaşayanlar, medenîler.

ehl-i hadis / ehl-i hadîs

  • Hadis ilmiyle uğraşanlar, hadis âlimleri.

ehl-i hak

  • Doğru yolda olanlar.

ehl-i hak ve hakikat

  • Hak ve hakikat üzere olanlar.

ehl-i hak ve zekavet / ehl-i hak ve zekâvet

  • Doğru yoldan olan ve çabuk anlayıp kavrayan zekî kimseler.

ehl-i hakikat

  • Hakikat ehli, doğru ve hak yolda olanlar.

ehl-i hakikat ve kemal / ehl-i hakikat ve kemâl

  • Doğru ve hak yolda olanlar ve mânevî açıdan belirli bir olgunluğa erişmiş kimseler.

ehl-i hal / ehl-i hâl / اهل حال

  • Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan. (Farsça)
  • Halden anlayan

ehl-i heva / ehl-i hevâ

  • Nefsin isteklerine uyanlar.

ehl-i hevesat / ehl-i hevesât

  • Nefsin hoşlandığı, gelip geçici istek ve arzuların peşinde olanlar.

ehl-i hidayet / ehl-i hidâyet

  • Hidâyette ve doğru yolda olanlar. Hidâyete erişmiş kimseler.
  • Doğru yolda olanlar, iman etmiş olanlar.

ehl-i hidayet ve huzur

  • Doğru ve hak yolda ve huzurda olanlar.

ehl-i hidayet ve istikamet

  • Doğru ve hak yolda olanlar.

ehl-i hükumet / ehl-i hükûmet

  • Hükümette olanlar yöneticiler.

ehl-i hürriyet

  • Hürriyet yanlıları, Meşrutiyet sistemini savunanlar.

ehl-i idlal / ehl-i idlâl

  • Yoldan çıkaranlar, saptıranlar.

ehl-i ifrat

  • Bir meselede aşırı gidenler, sınırı aşanlar.

ehl-i ihanet

  • Haksız yere hakaret edenler, aşağılayanlar.

ehl-i ihtisas / ehl-i ihtisâs / اَهْلِ اِخْتِصَاصْ

  • Mütehassıslar, uzmanlar.

ehl-i ihtisas ve müşahede

  • Görünmeyen âlemlere ait hakikatleri bizzat gözleyen ve bu konuda uzmanlaşan kimseler.

ehl-i iltibas / اَهْلِ اِلْتِبَاسْ

  • Birbirinden ayıramayanlar.

ehl-i iman / ehl-i îman / اهل ایمان

  • İman edenler, inananlar.

ehl-i iman ve islam / ehl-i iman ve islâm

  • Allah'a inanan ve İslâma tâbi olanlar, mü'min ve Müslümanlar.

ehl-i iman ve taat

  • İman eden ve dinin emirlerine uyanlar.

ehl-i insaf / ehl-i insâf

  • Merhametli, adil olanlar.

ehl-i insan ve islam / ehl-i insan ve islâm

  • Gerçek insan ve Müslüman olanlar.

ehl-i islam / ehl-i islâm

  • Müslümanlar.
  • Müslümanlar. Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsini beğenen, kalbiyle inanıp, diliyle söyleyen müslüman.
  • İslâm topluluğu. Müslümanlar.

ehl-i islamiyet / ehl-i islâmiyet

  • İslâma tâbi olan, Müslümanlar.

ehl-i itizal / ehl-i itizâl

  • Mutezile mezhebinden olanlar.

ehl-i ittihad-ı islam / ehl-i ittihad-ı islâm

  • İslâm birliğinde olanlar.

ehl-i kalb ve iman

  • Kalp ve iman ehli olanlar, kalbiyle mânevî olarak terakkide bulunanlar.

ehl-i kalem

  • Eli kalem tutanlar, yazarlar.

ehl-i kanun

  • Kanun koyanlar ve uygulayanlar.

ehl-i kelam / ehl-i kelâm

  • Konusu daha çok inançla ilgili olan kelâm ilmiyle uğraşanlar.

ehl-i keşf

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.
  • His ve akılla anlaşılamayan şeylerin, kalbine doğduğu velî zâtlar.

ehl-i keşf-il kubur

  • Kabir âleminde olanları bilen, kabirdeki ölünün ahvâlini keşfedip doğru olarak haber veren veli, evliya.

ehl-i keşfü'l-kubur

  • Mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar.

ehl-i keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.

ehl-i keşif ve keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i keşif ve velayet / ehl-i keşif ve velâyet

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehl-i kitab / ehl-i kitâb

  • Hazret-i Îsâ veya Mûsâ aleyhimesselâmdan birine ve bunlara gönderilen kitâblara inanan kâfirler, yahûdîler ve hıristiyanlar.

ehl-i kitap

  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar.

ehl-i kıyam

  • Ayaklananlar, ihtilal girişiminde bulunanlar, isyan edenler.

ehl-i küfür ve dalalet / ehl-i küfür ve dalâlet

  • İnkârcılar, hak yoldan ayrılanlar.

ehl-i küfür ve tuğyan

  • İnkârcılar, inanmayanlar ve azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidenler.

ehl-i kur'an / ehl-i kur'ân / اَهْلِ قُرْآنْ

  • Kur'ân'a tabi olanlar.

ehl-i kura / ehl-i kurâ

  • Köylerde yaşayanlar; kırsal kesimde olanlar.

ehl-i kusur

  • Kusur arayanlar.

ehl-i ma'rifet / اَهْلِ مَعْرِفَتْ

  • Allah'ı kamil bir imanla tanıyanlar.

ehl-i maarif / ehl-i maârif / اَهْلِ مَعَارِفْ

  • Eğitimciler; ilim ve irfan ehli olanlar.
  • İlim ehli olanlar.

ehl-i medaris

  • Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği yüksek eğitim kurumlarına mensup olanlar.

ehl-i medeniyet

  • Dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar.

ehl-i meşrep

  • Bir hareket tarzı ve yol takip edenler, bir metoda sahip olanlar.

ehl-i namus / ehl-i nâmûs / اَهْلِ نَامُوسْ

  • Nâmuslu insanlar.

ehl-i nar / ehl-i nâr

  • Cehennemlik olanlar.

ehl-i nazar ve felsefe

  • Tecrübeye dayanarak görüş ve düşünce sahibi olanlar ve felsefeciler.

ehl-i nifak / ehl-i nifâk / اَهْلِ نِفَاقْ

  • Münâfıklar, iki yüzlü olanlar.

ehl-i nifak ve dalalet / ehl-i nifak ve dalâlet

  • Hak yoldan sapan ve iki yüzlülük yapanlar.

ehl-i nur

  • Nura doğru koşanlar.

ehl-i re'y

  • İçtihadda, dînî hükümleri bildirmede İmâm-ı A'zam ve Irâk âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara ehl-i kıyâs, eshâb-ı re'y de denir.

ehl-i rivayet / ehl-i rivâyet

  • Dînî kaynaklardan hüküm çıkarırken Hicâz âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara; ehl-i hadîs, ehl-i eser de denir.

ehl-i riyazat / ehl-i riyâzât

  • Az gıda ile nefsin heveslerini kırıp, ilim ve ibâdetle meşgul olanlar.

ehl-i rum

  • Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü: Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler. (Farsça)

ehl-i sadakat / ehl-i sadâkat / اَهْلِ صَدَاقَتْ

  • Samîmî bağlı olanlar.

ehl-i sahih

  • Söyledikleri doğru ve güvenilir olanlar.

ehl-i salah / ehl-i salâh / اَهْلِ صَلَاحْ

  • Bütün güzel sıfatları üzerinde toplayanlar.

ehl-i salahat / ehl-i salâhat

  • Dine göre yaşayanlar, salih kimseler.

ehl-i salat / ehl-i salât

  • Namaz kılan insanlar.

ehl-i salib / ehl-i salîb

  • Haçlılar, hıristiyanlar.
  • Bayrağında salib (haç) bulunanlar. Hristiyanlar. (Farsça)
  • Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hristiyan Ordusu. (Farsça)
  • Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.

ehl-i salip

  • Haçlılar, haçı kutsal sayan Hıristiyanlar.

ehl-i saltanat

  • Sultanlar, idareciler.

ehl-i san'at

  • San'atla uğraşanlar.

ehl-i sehavet ve ihsan / ehl-i sehâvet ve ihsan

  • Bağış, ikram sahibi ve cömert olanlar.

ehl-i şekavet

  • Sıkıntı ehli, Cehennemlik olanlar.

ehl-i semavat ve arz / ehl-i semâvât ve arz

  • Göklerde ve yerde bulunan varlıklar; melekler gibi ruhanî varlıklar ve dünya üzerinde yaşayanlar.

ehl-i şeriat

  • Şeriat taraftarı Müslümanlar.

ehl-i sevahil / ehl-i sevâhil

  • Sahilde, deniz veya göl kenarında yaşayanlar. (Farsça)
  • Sahillerde yaşayanlar; geçimlerini denizcilik ve balıkçılıkla temin edenler.

ehl-i şiir

  • Şiir ile uğraşanlar, şairler.

ehl-i şiir ve hitabet

  • Şiir ve düzgün söz söyleme san'atıyla uğraşanlar.

ehl-i sırat-ı müstakim

  • Dosdoğru yolda olanlar.

ehl-i şirk / اَهْلِ شِرْكْ

  • Allah'a ortak koşanlar.
  • Allaha ortak koşanlar.

ehl-i şirk ve dalalet / ehl-i şirk ve dalâlet / اَهْلِ شِرْكْ وَ ضَلَالَتْ

  • Allah'a ortak koşanlar ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler.
  • Allaha ortak koşanlar ve haktan sapanlar.

ehl-i şirk ve tuğyan / ehl-i şirk ve tuğyân / اَهْلِ شِرْكْ وَطُغْيَانْ

  • Allah'a ortak koşanlar, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gidenler.
  • Ortak koşanlar ve azgınlık yapanlar.

ehl-i siyer

  • Siyer ilmiyle uğraşanlar, İslâm tarihçileri.

ehl-i siyer ve hadis / ehl-i siyer ve hadîs

  • Siyer ve Hadîs ilmiyle uğraşanlar, İslâm tarihçileri ve muhaddisler.

ehl-i sünnet

  • Îtikâdda (inanılacak şeylerde) ve yapılacak işlerde Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâbının (arkadaşlarının) ve sonra gelen müctehid İslâm âlimlerinin yolunda bulunan müslümanlar, sünnîler.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların muhaliflerine "ehl-i bid'a" veya "fırak-ı dâlle" denir. (Farsça)

ehl-i sünnet ve cemaat / اَهْلِ سُنَّتْ وَجَمَاعَتْ

  • Peygamberimiz (asm) ve sahabelerine inanç ve amelde uyanlar.

ehl-i şuur

  • Şuur ehli, bilinç sahibi olanlar.

ehl-i taat ve ibadet

  • Allah'ın emirlerini yerine getirenler ve ibadete düşkün olanlar.

ehl-i tabiat

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğine inananlar.

ehl-i tahassun

  • Sığınanlar.

ehl-i tahkik ve keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar.

ehl-i takva / ehl-i takvâ / اَهْلِ تَقْوَا

  • Günahlardan sakınanlar.

ehl-i tarih

  • Tarih ilmiyle uğraşanlar, tarihçiler.

ehl-i tarik

  • Tarikata mensup olanlar.

ehl-i tarikat / ehl-i tarîkat

  • Tarikata mensup olanlar.

ehl-i tarikat ve hakikat

  • Tarikata mensup olanlar ve hakikat mesleğinde olanlar.

ehl-i tarikat ve velayet / ehl-i tarîkat ve velâyet

  • Tarikata mensup olanlar, tasavvufla ilgilenenler ve Allah dostları, velîler.

ehl-i tasavvuf / اَهْلِ تَصَوُّفْ

  • Tasavvufla meşgul olanlar.

ehl-i tefrit

  • Tersine aşırı olanlar, bir meselede ortalamanın altında kalanlar.

ehl-i tefsir

  • Kur'ân'ı yorumlayanlar, açıklayanlar.

ehl-i teslis / ehl-i teslîs / اَهْلِ تَثْلِيثْ

  • Allah'ı baba, oğul ve mukaddes ruh diye üçlü unsur olarak kabul eden Hıristiyanlar.
  • Allah üçtür diyen Hristiyanlar.

ehl-i tetkik ve tenkid

  • İnceden inceye araştıran ve kritik eden uzmanlar.

ehl-i tevekkül

  • Allah'a tevekkül içinde olanlar.

ehl-i ticaret

  • Ticaret yapanlar, tüccarlar.

ehl-i tuğyan

  • Azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler.

ehl-i turuk

  • Tarikatlere mensup olanlar.

ehl-i ulum-u diniye / ehl-i ulûm-u diniye

  • Dinî ilimlerle meşgul olanlar, din âlimleri.

ehl-i uzlet

  • Yalnız yaşayanlar.

ehl-i veber ve badiye / ehl-i veber ve bâdiye

  • Çölde sürekli hareket halinde yaşayan insanlar.

ehl-i veber ve badiyet / ehl-i veber ve bâdiyet

  • Çölde sürekli hareket halinde yaşayan insanlar.

ehl-i velayet ve keşif / ehl-i velâyet ve keşif

  • Mânevî mertebelere yükselen ve maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini keşfeden insanlar.

ehl-i velayet ve şuhud / ehl-i velâyet ve şuhud

  • Mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip insanlar, velîler.

ehl-i vicdan ve insaf

  • Vicdan ve insaf sahibi insanlar.

ehl-i vifak

  • Birbirleriyle dostça yaşayanlar.
  • Beğenilen işlerde birbirine muvafakat edip uyanlar, anlaşanlar.

ehl-i zevk

  • Allah'a yakınlıkla ve uyanık kalple iman eden ve Kur'ân hakikatlerinden zevk alanlar.
  • Zevklenenler, lezzet alanlar.
  • Tas: Cenab-ı Hakk'a yakınlıkla, kurbiyetle veya uyanık kalble iman ve Kur'an hakikatlarından zevk alanlar.

ehl-i zevk ve şevk

  • İman hakikatlerinin zevkine erişen ve bu sayede şevki artanlar.

ehl-i zikir

  • Allah'ı sürekli olarak zikredenler, ananlar.

ehl-i zikir ve münacat / ehl-i zikir ve münâcât

  • Sürekli olarak Allah'ı zikredip ananlar ve Allah'a yalvarıp zikredenler.

ehl-i zimmet

  • İslâm devletinin himaye ve tabiiyyetinde bulunan hıristiyanlar.
  • İslâm Devletinin tâbiiyetinden olan Hıristiyanlar. İslâm Devleti tarafından korunan müslümandan başka kimse. Zimmi.

ehlibida / ehlibidâ

  • Dine aykırı olanı dine sokanlar.

ehlidalalet

  • İslâmdan sapanlar, sapkınlar.

ehlifen

  • Fen ilimleriyle uğraşanlar.

ehligaflet

  • Gaflette olanlar, kul olduğunu hatırlamadan yaşayanlar.

ehlihal / ehlihâl

  • İnandıkları mânâları hâlleriyle yaşayanlar.

ehliislam / ehliislâm

  • Müslümanlar.

ehlinecat

  • Kurtulanlar.

ehlisefahet / ehlisefâhet

  • Günahlara dalanlar.

ehlişirk

  • Allaha ortak koşanlar.

ehlitevhid

  • Allahın birliğine inananlar.

ehriman

  • Ateşe tapanların kötülük tanrısı.

ehyan

  • (Tekili: Hîn) Zamanlar.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

ekabir / ekâbir

  • (Tekili: Ekber) En büyükler. Pek büyükler. Devlet ricali. Rütbece büyük olanlar.

ekabir-i ulema / ekâbir-i ulemâ

  • En büyük âlimler, en büyük İslâm âlimleri. Âlimlerin en ileri derecede olanları.

ekanim-i selase / ekânim-i selâse

  • Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu'l-Kudüs üçlüsü.

ekarim

  • (Tekili: Kerim) Kerem sâhibi olanlar.

ekazib

  • Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

ekrad reçetesi

  • "Kürtler reçetesi" anlamında olan Münâzarat isimli eser.

ekremü'l-ekremin / ekremü'l-ekremîn

  • Cömert olanların en cömerdi olan Allah.

ekselans

  • Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan. (Fransızca)

ekser-i nas / ekser-i nâs

  • İnsanların çoğunluğu.

ektar

  • (Tekili: Keter) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.

ekvan

  • Yaratılanlar.

ekvani / ekvanî

  • Yaratılanlarla ilgili.

ekvar

  • (Tekili: Küvâre) Petek. Arı kovanları.

el-ala / el-âlâ

  • Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanları. Ni'metler.

el-hafız / el-hâfız

  • Hadîs ilminde uzman olan ve en az yüz bin hadîs-i şerifi, o hadîsleri aktaranların bilgileriyle beraber ezbere bilen hadîs âlimi.

ela / elâ

  • Arapça'da başlama ve tenbih edatı, "öyle değil mi?", "dikkat ediniz" gibi anlamlara gelir.

elbürz

  • Kafkas sıradağlarının en yükseği. (Farsça)
  • Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. (Farsça)
  • Uzun boylu ve yakışıklı kimse. (Farsça)

elcime

  • (Tekili: Licâm) Hayvanların ağızlarına takılan gemler.

elektroliz

  • Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi.

elet

  • Noksanlaştırmak. Eksiltmek.
  • Hapsetmek.
  • Yemin vermek.

elhubbu-lillah

  • Allah için sevmek. Muhabbet, dostluk, sevgi sırf Allah içindir. Hoş geçim, insanlara olan muhabbet Cenab-ı Hakk'ın rızası içindir.

elkıssa

  • Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

elsine / السنه

  • (Tekili: Lisan) Diller. Lisanlar.
  • Lisânlar, diller.
  • Lisanlar, diller.
  • Diller, lisanlar. (Arapça)

elsine-i garbiyye

  • Batı dilleri, garb lisanları.

elsine-i mahsusa

  • Özel lisânlar; kendilerine ait özel diller.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

elt

  • Noksanlaştırmak. Hapsetmek.
  • Yemin vermek.

eltaf-ı ilahiyye / eltaf-ı ilâhiyye

  • İlâhî lütuflar; Allah'ın ihsanları, şefkatle muamelesi.

elye

  • (Çoğulu: Eleyât) Koyun kuyruğu.
  • Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.

emakin / emâkin / اماكن

  • (Tekili: Mekân) Yerler. Mekânlar.
  • Mekanlar. (Arapça)

emakin-i mukaddese / emâkin-i mukaddese

  • Mukaddes yerler, kutsal mekânlar.

emalic

  • (Tekili: Ümluc) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar.

emanet-i hilafet / emanet-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık emaneti.

emanet-i tebliğ

  • Tebliğ, anlatma emaneti.

emarat

  • Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.

emasil

  • (Tekili: Emsel) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler.
  • İtibarlı kimseler.

emazir

  • (Tekili: Mezir) Kuvvetli ve azamet sahibi olanlar.

emhal

  • (Tekili: Mehl) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.

emir-ül-mü'minin / emîr-ül-mü'minîn

  • Müslümanların reîsi, devlet başkanı.

emkine / امكنه

  • (Tekili: Mekân) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler.
  • Mekanlar, yerler. (Arapça)

emperyalizm

  • Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sins (Fransızca)

emr-i teklifi / emr-i teklîfî

  • Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.

emsal

  • (Tekili: Misâl) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar.
  • Mat: Kat sayı.
  • (Mesel) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.

emsiye

  • (Tekili: Mesâ) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.

emval-i zahire / emval-i zâhire / emvâl-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.
  • Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün olmayan mallar.

en'am / en'âm

  • Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar.
  • Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
  • Davar, koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar.

en'üm

  • (Tekili: Ni'met) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar.
  • Medine-i Münevverede bir mevki ismi.

enam / enâm / انام

  • Yaratılmışlar, halk, insanlar.
  • Canlılar. (Arapça)
  • İnsanlar. (Arapça)

enasi

  • (Tekili: Enâsiye) (İnsan) İnsanlar.
  • Basar, göz.

enbiya / enbiyâ

  • Nebîler, peygamberler. Yeni din ile gönderilmeyip, insanları önceki dîne dâvet eden peygamberler Nebî kelimesinin çoğulu. Yeni bir din ile gönderilen peygambere ise, resûl denir.

encad

  • (Tekili: Necd) Yüksek yerler, yüce mekânlar.

ene'l-hakk

  • "Ben hakkım" anlamına gelen ve ilk defa Hallac-ı Mansûr tarafından söylenen söz.

enfas

  • (Tekili: Nefes) Nefesler. Soluklar.
  • Ruhlar. Canlar.
  • Cevherler.
  • Duâlar.

enfüs

  • (Tekili: Nefs) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
  • "Nefs"in çoğulu. Canlar, ruhlar.

enfüsi / enfüsî

  • Nefisle ilgili, insanlarının kendi iç âlemlerine ait.

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)

enha

  • (Tekili: Nahv) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar.
  • Yollar, tarikler.

enişe

  • Hafiye, gizli polis. (Farsça)
  • Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. (Farsça)
  • Dalkavuk, yaltakçı. (Farsça)

enmar

  • (Tekili: Nimr) Nimrler, kaplanlar.

ensar / ensâr

  • Yardımcılar. Mekke'den Medîne'ye hicretten sonra, Resûlullah efendimize ve Mekke'den gelen müslümanlara yakın alâka gösterip, malları, mülkleri, bedenleri ve her şeyleri ile yardım eden Medîneli müslümanlar.

enva-ı tabiin / envâ-ı tâbiîn

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş olan Müslümanların oluşturduğu gruplar.

envah

  • (Tekili: Nevh) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.

envar

  • (Tekili: Nur) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.

enzar-ı nas / enzâr-ı nâs

  • İnsanların bakışları, görüşleri.

eranib

  • (Tekili: Erneb) Tavşanlar.

erbab-ı belağat

  • Belağatçılar; belağat ilminin inceliklerini iyi bilen söz ve ifade uzmanları.

erbab-ı fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması noktasında uzman olanlar.

erbab-ı gaflet

  • Gaflette olanlar; Allah'ı düşünmeyen ve sorumluluklarından habersiz davrananlar.

erbab-ı siyer

  • Peygamberimizin (a.s.m.) hayatı, ahlâkı, sözleri ve yaşayışı hakkında kitap yazanlar, İslâm tarihçileri.

eriş

  • Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet.
  • Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar.

erkan / erkân / اركان

  • Direkler. (Arapça)
  • Temeller, esaslar. (Arapça)
  • İleri gelenler, üst düzeyde bulunanlar. (Arapça)
  • Önderler. (Arapça)

erkan-ı devlet / erkân-ı devlet

  • Devletin ileri gelenleri, dünyevi makamca ileri olanları.

erkan-ı harb / erkân-ı harb

  • Harb için yetişmiş zâbit. Kurmay subay.
  • Harb işlerini idare eden kumandanlar. Harb erkânı.

errahim

  • En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.)

ervah / ervâh

  • (Tekili: Ruh) Ruhlar. Canlar.
  • Ruhlar, canlar.

ervam

  • (Tekili: Rumi) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar.
  • Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.

erzak-ı hayvaniye

  • Hayvanların rızıkları.

erzak-ı hayvaniye ve insaniye

  • İnsanların ve hayvanların rızıkları.

erzel-i nas / erzel-i nâs

  • İnsanların en rezili, en fenası.

esabi' / esabî'

  • (Tekili: Üsbu') Haftalar, yedi günlük zamanlar.

esafil

  • (Tekili: Esfel) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.

esalib-i arab / esâlîb-i arab

  • Arap edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları.

esanid-i sahiha / esânîd-i sahiha

  • Sahih ve güvenilir senedler; raviler, hadisleri aktaranlar.

esaret

  • Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.

esaret-i hayvani / esaret-i hayvanî

  • Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek.

esasat-ı aza / esasat-ı âzâ

  • Temel organlar.

esatir

  • İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji.
  • Saflar. Sıralar.

esatir-ül evvelin / esatir-ül evvelîn

  • İlk zamanlara ait efsâneler.

esbab

  • (Tekili: Sebeb) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar.

esdika

  • Sâdıklar, sâdık olanlar.

eser-i kıymettar ve manidar / eser-i kıymettar ve mânidar

  • Oldukça kıymetli ve anlamlı olan eser.

eşerr-i nas / eşerr-i nâs

  • İnsanların en şerlisi, nasın en kötüsü.

esfad

  • (Tekili: Safd) Atiyye ve ihsanlar.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.

eshab / eshâb

  • Mümin olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'i gören ve mümin olarak ölen müslümanlar. (Bak: ASHAB)

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

eshab-ı kiram / eshâb-ı kirâm

  • Mü'min olarak Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi gören ve mü'min olarak öldüğü bilinen mübârek insanlar ve cinler.

eshab-ı şimal / eshâb-ı şimâl

  • Cehennem ehli. Âhirette amel defterleri sol ve arka tarafından verilecek olanlar.

eshab-ı suffa / eshâb-ı suffa

  • Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i münevverede yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir ve kimsesiz müslümanlar.

eshab-ı tahric / eshâb-ı tahrîc

  • Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.

eshab-ı temyiz / eshâb-ı temyîz

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî mezhebinin temeli olan meşhûr altı kitâbında bildirdiği haberleri), nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İmâm-ı a'zâm ve talebelerinin diğer kitâblarda bild

eşidda

  • Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar.

esihha'

  • (Tekili: Sahih) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.

eşirra

  • Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar.

eşkiya

  • Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.

esnaf-ı tabiin / esnaf-ı tâbiîn

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan hadis dinlemiş, ders almış olanların oluşturduğu sınıflar.

esnan

  • (Tekili: Sinn) Dişler.
  • Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)

eşrat

  • Nişanlar. Alâmetler. şartlar.

eşratü's-saat / eşrâtü's-sâat

  • Kıyamet alâmetleri; kıyamet alâmetlerinin anlatıldığı ve yorumlandığı risale olan Beşinci Şua.

eşrefimahlukat / eşrefimahlûkât

  • Yaratılanların en şereflisi.

estağfirullah

  • Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.)

esvedeyn

  • İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.

etba / etbâ / اتباع

  • Tabi olanlar, uyanlar.
  • Tâbî olanlar, bağlılar.
  • Tabi olanlar.

etba'

  • Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar.

etba-i ehl-i sünnet

  • Ehl-i Sünnete tabi olanlar, uyanlar.

etbak

  • (Tekili: Tabak ve Tabaka) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar.
  • Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar.
  • Kabileler, kavimler, aşiretler.

etene

  • Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ.
  • Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.

etfal-i bağ

  • Yeni yetişen körpe hâlindeki fidanlar.

etkıya

  • (Tekili: Taki) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.

etrab

  • (Tekili: Tırb) Hep bir yaşıt olanlar, akranlar.

etraf / etrâf

  • (Tekili: Taraf) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar.
  • Yanlar, taraflar.

etras

  • (Tekili: Türs) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.

evagi

  • (Tekili: Agıye) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.

evali

  • Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar.

evamir-i teşriiye / evâmir-i teşriiye

  • Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği ve yerine getirilmesini istediği emirler.

evasıt / evâsıt

  • Vasatlar, orta hâlli olanlar.

evbaşan

  • (Tekili: Evbaş) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.

evhal

  • (Tekili: Vahal) Sıvalar, balçıklar, çamurlar.
  • Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.

evham / evhâm

  • Vehmler, zanların esâsı olan kıyaslar.

evham-ı batıla / evham-ı bâtıla

  • İnsanları haktan uzaklaştıran bâtıl vehimler ve kuruntular.

evkat / evkât

  • Vakitler, zamanlar.

evkat-ı muayyene

  • Belli vakitler, belli zamanlar.

evliya / evliyâ

  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

evliya-i umur

  • İş başında bulunanlar, işleri idâreye vazifeli olanlar.

evliya-yı ümmet

  • İslâm ümmeti içinden velilik derecesine çıkanlar.

evsaf-ı nisbiye / evsâf-ı nisbiye

  • Kıyaslamayla olan vasıflar; diğerlerine göre diye anlatılan vasıflar.

evsaf-ı sahabe / evsâf-ı sahabe

  • Hz. Peygamberi (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanların özellikleri.

evtan

  • (Tekili: Vatan) Vatanlar, insanın doğup büyüdüğü ve sevdiği memleketler, hatta uğrunda can verilen topraklar.

eyama

  • (Tekili: Eyyim) Bekârlar, evli olmayanlar.

eyamin

  • (Tekili: Eymen) Pek hayırlı, uğurlu olanlar. En yümünlü.

eyvallah

  • Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.

eyyühe'r-ruus ve'r-ruesa / eyyühe'r-ruûs ve'r-ruesâ

  • Ey başlar ve başkanlar, ey yönetici ve idareciler.

ez'af-ı nas / ez'af-ı nâs

  • İnsanların en zayıf olanı.

ezan / ezân

  • Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak) için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak.

ezdad

  • Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar.

ezell

  • Kurtla sırtlandan doğan hayvan.
  • Oturak yerinin iki yanları arık ve yeyni olan.

ezell-i nas / ezell-i nâs

  • İnsanlar içinde en rezil ve aşağılık olan adam.

ezhan

  • Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.

ezhan-ı nas

  • İnsanların zihinleri, fikirleri, anlayışları.

ezka

  • En anlayışlı. En zeki.

ezkiya / ezkiyâ

  • (Tekili: Zeki) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.
  • Zeki insanlar.
  • Temiz ve iyi insanlar.

ezkiya-i alem / ezkiyâ-i âlem

  • Dünyanın en zekî insanları.

ezkiya-yı alem / ezkiya-yı âlem

  • Dünyanın en zeki insanları.

ezman / ezmân / ازمان

  • Zamanlar. Vakitler. Müddetler.
  • Zamanlar.
  • Zamanlar, devirler.
  • Zamanlar, vakitler.
  • Zamanlar. (Arapça)

ezmar / ezmâr

  • (Tekili: Zimr) Kahramanlar, yiğitler, bahadırlar.

ezmar-ı etrak / ezmâr-ı etrâk

  • Türk kahramanları.

ezmine / ازمنه

  • (Tekili: Zaman) Zamanlar.
  • Zamanlar, çağlar.
  • Zamanlar, anlar, vakitler, çağlar.
  • Zamanlar.
  • Zamanlar, çağlar. (Arapça)

ezmine-i kadime / ezmine-i kadîme / ازمنهء قدیمه

  • Eski zamanlar.
  • Eski zamanlar, eski çağlar.

ezmine-i maziyye / ezmine-i mâziyye

  • Geçmiş zamanlar.

ezmine-i müstakbele

  • Gelecek zamanlar, müstakbel zamanlar.

ezvak-ı arifin / ezvâk-ı ârifîn

  • İrfan sahiplerinin, İlâhî hakikatlere vakıf olanların aldığı mânevî zevkler.

ezyaf

  • (Tekili: Zıyf) Misafirler. Mihmanlar.

faalet

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, iş yapanlar.

fahamet / fahâmet

  • Anlayışlılık.

fahim / fâhim

  • Akıllı. Anlayışlı.
  • Anlayışlı.

fahl

  • İleri gelen. Üstün. Hatırı sayılır adam.
  • Erkek. (hayvan)
  • Aygır.
  • Beyitler, hadis-i şerifler, rivâyetler anlatan kimse.

fahşa

  • Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.

faik-ül akran / fâik-ül akrân

  • Akranlarından daha üstün.

fakahet

  • Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak.

fakih

  • Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu.
  • Zeki, anlayışlı kimse.

fakir

  • Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni

fakir-i pür-taksir / fakir-i pür-taksîr

  • Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan ifade.

fakir-i pürkusur

  • Kusurlarla dolu muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan söz.

fakire

  • Muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak, bayanlar için "ben" yerine kullanılan söz.

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

faniler / fâniler

  • Ölümlü insanlar.

farıkat / fârıkat

  • Farkedenler, ayıranlar, farkediciler.

faris

  • İran. İranlı.
  • Binici, süvâri.
  • Ferasetli, anlayışlı.
  • İrandaki Şiraz vilâyeti.

farisi / fârisî

  • İran dili, iranla ilgili.

faruk-u azam hazret-i ömer / faruk-u âzam hazret-i ömer

  • Hakla batılı birbirinden ayıranların en büyüğü olan Hz. Ömer.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi.
  • Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.
  • Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.

farz-ı kifaye-i cihad

  • Müslümanların bir kısmının mutlaka yapması gereken cihat görevi.

faş

  • Meydana çıkmış. Yayılmış.
  • Anlaşılmış olan.

fasid kan / fâsid kan

  • Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadın

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.

fasl-ı zamanın sahife-i selasesi / fasl-ı zamanın sahife-i selâsesi

  • Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman.
  • Asr-ı saadetten evvelki devir, Asr-ı saadet ve ondan sonraki zamanlar.

fassal

  • Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken.
  • İnsanları medh ü sena eden kimse.

fatanet

  • (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik.
  • Müteyakkız oluş.
  • Peygamberlerin sıfatlarından biridir.

fatin

  • (Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık.

fatin-ül asr

  • Asrın en zeki, anlayışlı ve akıllısı.

fatinü'l-asır

  • Yaşadığı asrın en keskin zekâya ve anlayışına sahip kişisi.

fazilet-i islamiye / fazilet-i islâmiye

  • İslâmın insanlara kazandırdığı erdem, üstünlük.

fe-keyfe

  • "Nasıl?" anlamına kullanılan eski bir tabir.

fe-sübhanallah

  • Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)

fecere / فجره

  • Günahkarlar. (Arapça)
  • Kötü insanlar. (Arapça)

fehava

  • (Tekili: Fehavi) (Fehvâ) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar.

fehem

  • (Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış.

fehham

  • Çok anlayışlı, pek zeki, en çok anlayan.

fehim / fehîm / فهيم / فَهِمْ

  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlama.
  • (Fehm. den) Anlayışlı, akıllı, zeki (kimse.)
  • Anlayışlı. (Arapça)
  • Anlama, anlayış.

fehimtü ve sadakte

  • Anladım ve doğru söyledin.

fehm / فهم

  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
  • Anlayış.
  • Anlama. (Arapça)
  • Fehm eylemek: Anlamak. (Arapça)

fehm-i ayet / fehm-i âyet

  • Âyetin anlaşılması, idrak edilmesi.

fehm-i kàsır

  • Kısa anlayış.

fehm-i uluhiyet / fehm-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı.

fehmedilen

  • Anlaşılan.

fehmen

  • Anlama bakımından.

fehmetme

  • Anlama, kavrama.

fehmetmek

  • Anlamak.
  • Anlamak.

fehva / fehvâ / فَحْوَا

  • (Çoğulu: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ.
  • Mânâ, anlam, kavram.
  • Mânâ, anlam, mefhum, kavram, hüküm.
  • Anlam, ma'nâ, kavram.

fekahet

  • Fıkıh ilminde âlimlik, anlayışlılık.

felan

  • İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim.

felasife / felâsife

  • Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar.
  • Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar.
  • Dinsizler.
  • Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar, âlimler, bilginler.

felekiyyun

  • Gök ilmi ile uğraşanlar. (Astronomlar, Kozmoğrafyacılar)

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

felsefe ve hikmet-i insaniye

  • İnsanların geliştirdikleri fikir, felsefe ve ilim.

felsefe-i beşeriye

  • İnsanların geliştirdikleri fikir, felsefe.

fen ve san'at-ı beşeriye

  • İnsanlara ait bilim ve sanat.

fen yobazı

  • Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.

fenn-i beyan / fenn-i beyân / فَنِّ بَيَانْ

  • Belağat ilminin bir meramı anlatma yollarını gösteren dalı.

fenn-i hayvanat

  • Zooloji ilmi; hayvanları inceleyen ve onlar hakkındaki bilgi veren ilim dalı.

fenn-i hikmet-ül eşya

  • Tabiat bilgisi. Eşyadaki intizam, mükemmellik ve insanlara olan faydaları ve onlardan faydalanmak hakkında bilgi veren ilim kolu.

fenn-i iaşe / fenn-i iâşe

  • İnsanlar ve hayvanların besleniş ve yaşayışları hakkında bilgi veren ilim dalı.

fenn-i maani / fenn-i maânî

  • Mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim.

fenn-i menafi-ül a'za

  • Bedendeki âzâların, uzuvların faydalarını anlatan ilim.

fenn-i menafiü'l-a'za / fenn-i menâfiü'l-a'zâ

  • Anatomi; insan organlarının fonksiyonlarını araştıran ilim.

fenn-i menafiu'l-aza / fenn-i menâfiu'l-âzâ

  • Organların yararlarını inceleyen fen, anatomi; canlıların yapısını ve bu yapıyı oluşturan organları inceleyen bilim dalı.

fenn-i menafiü'l-aza / fenn-i menâfiü'l-âzâ

  • İnsan organlarının neye yaradığını araştıran ilim.

feramin / feramîn / ferâmîn / فرامين

  • (Tekili: Fermân) Buyruklar, fermanlar.
  • Fermanlar. (Arapça - Farsça)

feraset / ferâset / فِرَاسَتْ

  • (Bak: Firâset) Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir)
  • Çabuk sezme ve anlama kàbiliyeti.
  • Anlayış.
  • Keskin anlayış.

ferasetli

  • Çabuk sezen, yüksek anlama kabiliyetine sahip olan.

ferd-i ferid-i deveran / ferd-i ferîd-i deveran

  • Bütün zamanların benzeri olmayan tek ferdi.

ferd-i insan

  • İnsanlardan bir fert.

ferdiyet

  • Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı.Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan

ferid-i kevn ü zaman / ferîd-i kevn ü zaman

  • Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan.

ferman-ı ezeli / fermân-ı ezelî

  • Ezelî buyruk, hükmü belli bir zamanla kayıtlı olmayan ferman.

ferman-ı risalet / fermân-ı risalet

  • Peygamberlik fermânı, buyruğu; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün cin ve insanlara tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerim.

ferr

  • Kaçmak. Firar etmek.
  • Davarın yaşını anlamak için dişini görmek.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

ferve

  • Bazı hayvanların makbul olan derileri. Kürk. (Farsça)

fesh-i mukavele

  • Mukavelenin bozulması, anlaşmanın feshedilmesi.

festemi'

  • (Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir.

fesübhanallah / fesübhânallah

  • "Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir" anlamında kullanıp hayret ve hayranlığı ifade eden kelime.

fetanet / fetânet

  • Zihin açıklığı, çabuk kavrayış ve anlayış.
  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.
  • Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik.

fetel

  • Devenin iki kollarının, yanlarından uzak olması.

feth-i meyyit

  • Ölüm sebebini anlamak için cesedin açılarak muâyene edilmesi, otopsi.

fetir / fetîr

  • Taze nesne.
  • Cıvık hamur.
  • Acele anlaşılan.

fetret / فَتْرَتْ

  • Dînî teblîğin insanlara ulaşmadığı dönem.

fetret-i mutlaka

  • İnsanlara, doğru ile yanlışı ayırt ettirecek hiçbir semâvî dinin hükmetmediği dönem.

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

fi'l-i hikaye / fi'l-i hikâye

  • Gr: Geçmiş zamanda olmuş fakat konuşan kimsenin görmüş olduğu bir işi anlatan fiil. Meselâ: Okumuş idi, yazmış idi, vurdu gibi.

fihriste-i cihazat / fihriste-i cihâzât

  • Organların indeksi.

fihriste-i makasıd

  • Maksatların anlatıldığı liste.

fiil-fi'l

  • İş, kâr, amel, zamanla ilgili olup mânâya yol açan kelime.
  • Eylem.

fıkh

  • Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri bildiren ilim.

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin
  • İnce anlayış, islâm hukuku.

fıkıh-fıkh

  • Bir şeyi anlayıp bilme,
  • Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer'î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi.

fikr-i beşeri / fikr-i beşerî

  • İnsanlara ait düşünce.

fikr-i ruhbaniyet

  • Hıristiyanlık dininde Allah ile kullar arasında vasıta olarak ruhbanların bulunması gerektiğine dair düşünce.

fıkra-han / fıkra-hân

  • Hikâye söyliyen, fıkra anlatan. (Farsça)

fıkra-i manidar / fıkra-i mânidar

  • Nükteli, ince ve derin anlamlı kısa yazı.

firaset / firâset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.
  • Anlayışlı, çabuk seziş,
  • Binicilik, at yetiştirme bilgisi.
  • Yiğitlik, mertlik.

fırka-i naciye / fırka-i nâciye

  • Kurtuluş fırkası. Cehennem'den kurtulacağı bildirilen fırka. İslâm dîninde doğru îtikâd üzere olanlar. Peygamber efendimiz ve Eshâbının ve bu büyüklere tâbi olan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda bulunanlar.
  • Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder.

firkateyn

  • Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fısk

  • Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak.
  • Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde "fâsık" denir.

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)
  • Yaradılıştan gelen iyi anlama kabiliyeti.

fıtne

  • Akıllılık. İdrak ve anlayışı kuvvetli olmak.

fitne

  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.

fıtr bayramı

  • Müslümanların iki dînî bayramından birisi olan Ramazan bayramı.

fiyat

  • Değer, kıymet. Bir malın piyasa değeri. Satan ile alan arasında uyuşulan, anlaşılan kıymet.

fizyoloji

  • Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.

fuala

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar.

fuhş

  • Çirkin söz. İş ve ayb şeyler. Çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak.

fuhul

  • (Tekili: Fahl) Büyük âlimlerin ileri gelenleri. Emsalinden üstün olanlar.

fuhul-i müfessirin / fuhul-i müfessirîn

  • Tefsircilerin en ileri gelenleri, müfessirlerin en önde olanları.

fusaha / fusahâ / فصحا

  • (Tekili: Fasih) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
  • Düzgün ve güzel kanuşanlar.
  • Fasih konuşanlar. (Arapça)

füseha / füsehâ

  • Güzel ve düzgün konuşanlar.

füseha-i arab

  • Arap fasihleri, Arapların en güzel, akıcı ve etkili konuşanları.

füyuz / füyûz

  • Feyizler, mânevî ihsanlar.

gabavet / gabâvet

  • Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
  • Anlayıştaki kıtlık, zayıflık.
  • Anlayışsızlık, kalın kafalılık.

gabe

  • Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.

gabi / gabî / غَب۪ي

  • Anlayışsız, ahmak, bön.
  • Anlayışı kıt, zekâsı az.
  • Anlayışı kıt.
  • Anlayışı kıt.

gabn

  • Aldatmak. Hud'a.
  • Noksan etmek, noksanlaştırmak.

gabn-ı fahiş / gabn-ı fâhiş

  • Bir alışverişde veyahut ticari anlaşmada taraflardan birisinin nisbetsiz şekilde fazla aldanması.

gaflet-i mutlaka

  • Tam anlamıyla âhiretten, Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hâli.

galle-i vakf

  • Vakfın faide ve mahsulü. Bununla vakfın tabiî ve hukukî semereleri anlaşılır. Vakıf paraların ticareti ve vakıf akarların kirası, vakıf bahçelerin sebze ve meyveleri bu kabildendir.

galsame

  • Solungaç. Suda yaşıyan hayvanların nefes alma organları.
  • Gırtlak ağzı, hançere.
  • Boğaz deliğinin başlangıcı.

gamaim

  • (Tekili: Gımâme) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.

gamaza

  • Çukur, çukurluk.
  • Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak.

gamız

  • Anlaşılmaz, anlaşılması güç.
  • Kapalı ve karışık söz.
  • Çukur yer.
  • Zayıf kişi.

gàmız

  • Anlaşılması zor, kapalı, muğlak.

gamız / gâmız / غامض

  • Çapraşık, güç anlaşılır. (Arapça)

gamıza

  • Kolay anlaşılmayan, derin.
  • Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin.
  • Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.

gamre

  • (Çoğulu: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık.
  • İzdiham, kalabalık.
  • Fenalığa dalmak.
  • Şiddet.
  • Zahmet.

garabet

  • Yabancılık. Gariblik.
  • Tuhaflık.
  • Âcizlik, beceriksizlik.
  • Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak.
  • Iraklık.
  • Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.

gareyn / gâreyn

  • Ağız ve tenasül organları.

garibüzzaman / garîbüzzaman

  • Zamanın garibi, yaşadığı zamanla uyumlu olmayan.

garir / garîr

  • Kefil.
  • Güzel ahlâk.
  • Durumdan veya işten anlamıyan.

garz

  • Doldurmak.
  • Noksan etmek, noksanlaştırmak.

gasak

  • (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık.
  • Küfrün karanlığı.
  • Gözün dumanlanıp, seçemez olması.
  • Göz kararması.
  • Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi.
  • Çok soğuk ve fena kokan içki veya su.
  • Kuvve-i şeheviyye.
  • Seyelân.

gatarif

  • (Tekili: Gıtrîf) Başkanlar, başlar, reisler, önderler.
  • Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.

gavafil

  • (Tekili: Gafile) Gafiller, gaflette bulunanlar.

gavamız / gavâmız

  • (Tekili: Gamız) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.
  • Anlaşılması zor bilmeceler.

gavga

  • Çekirge.
  • İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler.

gavs

  • Suya dalmak. Dalgıçlık.
  • Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek.
  • İyi anlamak.
  • Maslahata gayret ile girmek.

gavs-üs-sakaleyn

  • İnsanlara ve cinlere yardım eden büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı.

gavsü'l-vasılin / gavsü'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş anlamına gelen, Allah'ın sevgili kulu, irşad eden büyük zât.

gavun

  • (Tekili: Gavi) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.

gayb

  • Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
  • Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâ

gaybi / gaybî

  • Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.

gayr-i kabil-i fehm / gayr-i kâbil-i fehm / غير قابل فهم

  • Anlaşılmaz.

gayr-ı müslim

  • Müslüman olmayanlar. İslâmiyete girmeyenler.

gayrullah

  • Allahtan başkası, yaratılanlar.

gayuran

  • (Tekili: Gayur) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler.

gaza / gazâ

  • İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe.

gaza ordusu / gazâ ordusu

  • Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanı korumak için düşmanla savaşan müslüman askerler.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazve

  • Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat

gedikli

  • t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı.
  • Yıkık, çentikli ve düşük yeri olan.
  • Mülk olduğu halde vakfa ait bir tarafı olan.
  • Deniz assubayı k

gerd

  • Kelimelere eklenir ve "Dönen, dolaşan" anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd : Çabuk dönen. (Farsça)

geşte

  • "Gezmiş, dolaşmış, dönmüş" anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte : Altüst olmuş. Ser-geşte : Başı dönmüş. (Farsça)

gevan

  • (Tekili: Gev) Kahramanlar, yiğitler.

gevden

  • Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız. (Farsça)

gil / gîl

  • (Çoğulu: Guyul) Meşelik ve çalılık yer.
  • Arslan yatağı. Arslanların bulunduğu yer.

gıll ü gış

  • Kin, düşmanlık ve aldatma gibi anlamsız şeylerle uğraşılar.

gılman-ı enderun

  • Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

girde

  • Yuvarlak, değirmi. (Farsça)
  • Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. (Farsça)
  • Açılmış yufka. (Farsça)
  • Yuvarlak yastık. (Farsça)
  • Gr: Bütün, hepsi, tamamı. (Farsça)

gırr

  • İşten anlamayan ahmak kişi.

gıslin / gıslîn

  • Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su.
  • Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.

gladyatör

  • Eskiden Roma sirklerinde vahşi hayvanlarla veya birbirleriyle boğuşan kimse.

goethe

  • Almanların ünlü şairi.

gönder

  • Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten Bulgarlardan tertip edilmiş bir sınıf olan voynukların her mıntıkada iki, üçü ve dördü hakkında kullanı

gülabdan

  • İçine gülsuyu konularak mevlüt gibi toplantılarda serpmeye mahsus kap. Bu, çiniden, gümüşten veya altundan yapılırdı. Buhurdanlar ile birlikte bir takım teşkil ederdi.

gulat / gulât / غلات

  • Taşkınlık gösteren, azgın. Sapık fırkalardan küfre varanlar.
  • Dinde aşırıya kaçanlar. (Arapça)

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

güllabici

  • Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

gürbüz

  • Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. (Farsça)
  • Cerbezeli. (Farsça)
  • Anlayışlı. İdrakli. (Farsça)
  • Kahraman, yiğit. (Farsça)

gureba-i yemin

  • İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden "Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri" denildiği gibi "Garip ve Yiğitler Bölükleri" veya "Aşağı B

gurema

  • (Tekili: Gerim) Düşmanlar, adüvler, hasımlar, rakibler.
  • Alacaklılar.

gurup avanı / gurup âvânı

  • Batış anları.

guşe-nişin

  • Köşeye çekilen, münzevi, insanlardan uzaklaşan. (Farsça)

guyub

  • (Tekili: Gayb) Hazırda olmayanlar. Kayıplar.

guzat / guzât

  • Gâziler. Düşmanla savaşmış İslâm askerleri.
  • Gaziler, din için savaşanlar.

güzel telakki etmek / güzel telâkki etmek

  • Güzel karşılayıp anlamak, kabullenmek.

güzeşte-gan / güzeşte-gân

  • (Tekili: Güzeşte) Önden gelmiş olanlar, geçmişler.

güzide-gan / güzîde-gân

  • (Tekili: Güzide) Seçkinler, beğenilmişler, seçilmiş olanlar. (Farsça)

güzide-i beni adem efendimiz / güzide-i benî âdem efendimiz

  • İnsanlar içerisinden seçilmiş olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

habaik

  • (Tekili: Habike) Kehkeşanlar, samanyolları.
  • Çizgiler.

habeş nasarası / habeş nasârâsı

  • Habeş Hıristiyanları.

habib-ül bekkain / habib-ül bekkâîn

  • Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.

hablü'l-metin-i milliyet / hablü'l-metîn-i milliyet

  • Kopmaz bir bağ ile insanları birbirine bağlayan milliyet, millî özellikler.

habna'

  • Çıbanları olan kadın.

haç / hâç

  • Hıristiyanların sembolü olan şekil.

hacat-ı hayvaniye ve insaniyeye / hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye

  • İnsanların ve hayvanların ihtiyaçları.

haccac

  • Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
  • Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî'nin ünvanı.
  • Delil ile galip olan.

hace-i evvel / hâce-i evvel

  • Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.

hacegan-ı divan-ı hümayun / hâcegân-ı divan-ı hümayun

  • Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elb

hacire

  • (Çoğulu: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan.
  • (Çoğulu: Hevâcir) Günün en sıcak anları.

haciyan

  • (Tekili: Hâcı) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar.

hadafil

  • Eski kaftanlar, eski elbiseler.

hadai'

  • (Tekili: Hadîa) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

haddas

  • (Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.

hadi / hâdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.

hadim / hâdim

  • (Hidmet. den) (Çoğulu: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan.
  • İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan.
  • Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunla

hadis-i hasen / hadîs-i hasen

  • Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i muddarib / hadîs-i muddarib

  • Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

hadis-i nasih / hadîs-i nâsih

  • Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.

hadisibilmana / hadîsibilmânâ

  • Anlam bakımından doğru hadîs.

hads / حَدْسْ

  • Ânî ve doğru anlayış.

hads-i kalbi / hads-i kalbî / حَدْسِ قَلْبِي

  • Kalbe ait ani ve doğru anlayış.

hads-i sadık / hads-i sâdık / حَدْسِ صَادِقْ

  • Âni ve doğru anlayış.
  • Âni ve doğru anlayış.

hadsen / حَدْسًا

  • Âni ve doğru anlayışla.

hafif necaset / hafif necâset

  • Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen kuşların pisliği.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hafizallah

  • Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).

haibin / haibîn

  • (Tekili: Hâib) Zarar ve ziyâna uğrayanlar.
  • Mahrum olanlar.
  • Me'yus olanlar, üzülenler.

hak tarikatler / hak tarîkatler

  • Ehl-i sünnet anlayışını benimseyen, İslam'ın temel esaslarını uygulayan ve mânevî bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarîkatler.

hakaik-i zevkiye

  • Ancak zevkle anlaşılan gerçekler.

hakem

  • İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.

haki / hakî

  • Anlatan. Hikâye eden.

hakikat / hakîkat

  • Bir şeyin aslı, mahiyeti.
  • Gerçek, doğru.
  • Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz.

hakikat-bin / hakikat-bîn

  • Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan. (Farsça)

hakikat-i belagat / hakikat-i belâgat

  • Güzel ifadelerle anlatma gerçeği.

hakikat-i mümkinat / hakikat-i mümkinât

  • Yaratılanların, var edilenlerin gerçeği.

hakikat-i rüya

  • Rüyanın anlamı, gerçeği.

hakikat-i salat / hakikat-i salât

  • Namazın hakikati, anlam ve niteliği.

hakim-i ezel / hâkim-i ezel

  • Hükümranlığı ve hâkimiyeti bütün zamanları kaplayan Allah.

hakiyan

  • (Tekili: Hâki) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.

hakkıyla

  • Tam anlamıyla.

hal-aşina

  • Hâl ve durumdan anlayan. (Farsça)

halakim

  • (Tekili: Hulkum) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.

halaşina / hâlâşina / حال آشنا

  • Halden anlayan. (Arapça - Farsça)

halat-ı telakki / hâlât-ı telâkki / hâlât-ı telakkî / حاَلَاتِ تَلَقِّي

  • Anlama durumları.
  • Kabul etme, anlayış halleri.

halebe

  • (Tekili: Hâlib) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar.
  • (Tekili: Hâlib) Süt sağanlar.

halel verme

  • Eksiltme, noksanlaştırma, zarar verme.

hali kalmayan / hâli kalmayan

  • Boş kalmayan (yani her zaman bir kısım ihtilâlci insanlar bulunan).

halife / halîfe / خَل۪يفَه

  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
  • Hz Peygamberin (asm) vekili, müslümanların reisi.

halife-i adile / halîfe-i âdile

  • Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.

halife-i evvel

  • Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.

halife-i müslimin / halife-i müslimîn

  • Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.

halife-i raşide / halîfe-i râşide

  • İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir.

halife-i şahsi / halife-i şahsî

  • Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtın şahsı, kendisi.

halk

  • İnsan topluluğu. İnsanlar.
  • Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek.
  • Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

halvetnişin

  • Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.

hamakat

  • Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.

hamasiyyat

  • Kahramanlık destanları.

hamd ü şükran

  • Allah'ı minnet ve şükranla övme.

hamele

  • Taşıyanlar, yüklenenler.
  • Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.

hamse

  • Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"

hamuşan

  • Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir.
  • Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hanan

  • (Tekili: Hân) Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar. (Farsça)

hanat

  • (Tekili: Hân) Dükkânlar, meyhaneler.

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

hane-gi / hane-gî

  • Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden. (Farsça)

hanefi / hanefî

  • Amelde İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye uyup bu mezhepten olanlar.

hanekah / hânekâh

  • Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer.

hangar

  • Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. (Fransızca)
  • Uçakları barındırmaya mahsus garaj. (Fransızca)

hanif / hanîf

  • İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı.
  • İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse.
  • Eğri.
  • Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.
  • Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

hannas / hannâs

  • İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.

hannasi / hannasî

  • Şeytanla alâkalı.

har-bende

  • Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. (Farsça)
  • Tar: Saray katırcıları. (Farsça)

harac

  • Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.
  • Müslüman olmayanlardan alınan vergi.

haras / harâs

  • Hayvanla döndürülen değirmen. (Farsça)

harbi / harbî

  • Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman.
  • Harbe mensub ve müteallik.
  • Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
  • Müslüman olmayan, İslamî devletle de anlaşması bulunmayan bir devletin Müslüman olmayan mensubu.
  • Harble ilgili.
  • Savaş yerinde bulunan ve müslüman olmayan kimse.
  • Anlaşma yapılmamış düşman.
  • Tüfek doldurma âleti.

harem

  • Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
  • Müslümanların evlerinde, saray, konak ve be

harem-i şerif / harem-i şerîf

  • Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı.

harf-aşina

  • Harfleri birbirinden ayırdedebilen.
  • Mc: Sözden anlayan.

hariciler / hâricîler

  • Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm il

haricin tecavüzü

  • Dış düşmanların saldırısı.

harika / hârika

  • İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli.

harisun aleyküm / harîsun aleyküm

  • Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.

harizme

  • Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.

hary

  • Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek.

has ahur

  • Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.

hasal

  • Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları.
  • Bir işte ortaya konulan ödül.

haşarat

  • Zararlı hayvanlar.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

hasede

  • (Tekili: Hâsid) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.

haşem

  • Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.

hasen hadis / hasen hadîs

  • Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.

haşene

  • (Tekili: Haşin) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.

haşerat

  • (Tekili: Haşere) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar.
  • Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
  • Zararlı hayvanlar.

hashase

  • Anlaşılmayan ses.
  • Hınzır avazı.

haşiin / haşiîn

  • Huşu' içinde olanlar.

haşir / hâşir

  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

haşir sözü

  • Haşir bahsinin anlatıldığı Onuncu Söz.

haşir ve neşr-i insani / haşir ve neşr-i insanî

  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanması ve tekrar dağılıp yayılması.

hasirin / hâsirîn

  • (Tekili: Hâsir) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.

hasirun / hâsirun

  • Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.

haşmet

  • (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme.
  • Hiddet, kızgınlık.
  • Alçak gönüllülük.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir
  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip muhakeme için Allah'ın huzurunda toplanması.
  • Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ

haşr-i bahar

  • Bahar mevsiminde bitkilerden hayvanlara kadar bütün bedenlerin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

haşr-i bahari / haşr-i baharî

  • Bahardaki diriliş, bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

haşr-i beşer

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşr-i beşeri / haşr-i beşerî

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşr-i cismani / haşr-i cismânî

  • İnsanların öldükten sonra âhirette bedenle birlikte yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşrin cismaniyeti

  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması.

haşşab

  • Ağaçtan anlayan.
  • Ağaç satan.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

haşv-i müfsid

  • Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.

hatat

  • Sütün kaymağı.
  • Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları.

hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret

  • Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü

hatib / hatîb

  • Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse.
  • Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
  • Câmide müslümanlara dînî nasîhat eden ve hutbe okuyan.

hatib-i beliğ

  • İnsanlara son derece derin ve hikmetli sözler söyleyen hatip.

hatib-i fasih / hatib-i fasîh

  • Meseleleri çok net ifadelerle muhataplarına veciz şekilde anlatan hatip.

hatme-i hacegan / hatme-i hâcegân

  • Nakşî tarikatına mensup olanların dua ve zikirlerini birlikte okuyup bitirmeleri.

hatt-ı harp

  • Savaş hattı, düşmanla savaş yapılan alan.

hatt-şinas

  • Yazı uzmanı, yazıdan anlayan. (Farsça)

havafir

  • (Tekili: Hâfir) Kazanlar, yeri kazıcılar.
  • Hayvan, dâbbe tırnakları.

havakin / havakîn / havâkin / خواقين

  • (Tekili: Hâkan) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.
  • Hakanlar. (Türkçe > Arapça)

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havanit

  • (Tekili: Hânut) Dükkânlar.
  • Meyhaneler, işrethâneler.

havaric / havâric

  • (Tekili: Hâric ve Hârice) Asiler, zorbalar, isyankârlar.
  • Hâricîler. Hâriçte kalanlar.
  • Sapık bir anlayışın sahibi olan Haricîler.

havass-ı beşeriye / havâss-ı beşeriye

  • İnsanların âlim ve aydın kesimi.

havass-ı zahiri / havass-ı zâhirî

  • Dış duyu organları.

havsala / حَوْصَلَه

  • Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl.
  • Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf.
  • Mide.
  • Anlama gücü.
  • Anlayış.

havsala-i mevcude

  • Sahip olunan anlama gücü.

hayal / hayâl

  • Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.

hayalen

  • Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.

hayali / hayalî

  • Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik.
  • Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.

hayat-ı beşeriye-i sefihane / hayat-ı beşeriye-i sefihâne

  • İnsanların haram ve yasak eğlence hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i beşeriye

  • İnsanların sosyal hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i insan

  • İnsanların sosyal hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i ümmet

  • Ümmetin (Müslümanların) sosyal hayatı.

hayat-ı riba / hayat-ı ribâ

  • Faizin canlanması.

haymana

  • Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer.
  • Ankara'nın bir kazası.

hayr-hah

  • Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven. (Farsça)

hayr-ul beşer

  • İnsanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

hayr-ul fasilin / hayr-ul fâsilîn

  • Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.

hayr-ül-beşer

  • İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.

hayrü'l-beşer

  • İnsanların hayırlısı Hz. Muhammed.

hayrü'n-nas / hayrü'n-nâs

  • İnsanların hayırlısı.

hayvan

  • Canlı şey, insanla beraber her canlı.
  • İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık.
  • Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s.
  • Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı "Hayevan"dır)

hayvanat / hayvânât / hayvanât / حَيْوَانَاتْ

  • (Tekili: Hayvan) Hayvanlar.
  • Hayvanlar.
  • Hayvanlar, canlılar.
  • Hayvanlar.

hayvanat-ı bahriye / hayvânât-ı bahriye

  • Denizde yaşayan hayvanlar.

hayvanat-ı bahriyye

  • Deniz hayvanları, denizde yaşayan hayvanlar.

hayvanat-ı berriyye

  • Kara hayvanları, karada yaşıyan hayvanlar.

hayvanat-ı ehliye / hayvânât-ı ehliye

  • Evcil hayvanlar.

hayvanat-ı ehliyye

  • İnsanlara alışık olan hayvanlar, evcil hayvanlar.

hayvanat-ı ilahi / hayvanat-ı ilâhî

  • Cenâb-ı Hakkın yarattığı hayvanlar.

hayvanat-ı mübareke / hayvânât-ı mübâreke

  • Mübârek hayvanlar.

hayvanat-ı muzırra / hayvânât-ı muzırra

  • Zararlı hayvanlar.

hayvanat-ı vahşiye / hayvânât-ı vahşiye / حَيْوَانَاتِ وَحْشِيَه

  • Vahşî hayvanlar.
  • Vahşî hayvanlar.

hayvanat-ı vahşiyye

  • Vahşi hayvanlar, yabani hayvanlar.

hayvanat-ı zalime / hayvanat-ı zâlime

  • Güçsüz ve zayıflara zulmeden hayvanlar, zâlim hayvanlar.

hayvani / hayvânî

  • Hayvanla ilgili.

hayyat

  • (Tekili: Hayye) Yılanlar.

hazari / hazarî

  • Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli.
  • Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.

hazer

  • Vahşi hayvanların yediği et.

hazer ve ibaha / hazer ve ibâha

  • Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.

hazerat / hazerât

  • Hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir).

hazirin / hazirîn

  • (Tekili: Hâzır) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.

hazırun / hazırûn / hâzırûn / حاضرون

  • Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
  • Huzurda olanlar, yakında bulunan topluluk.
  • Meydanda, gözönünde olanlar.
  • Hazır olanlar.
  • Orada olanlar.
  • Bulunanlar, hazır olanlar. (Arapça)

hazret-i kahhar / hazret-i kahhâr

  • Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah.

hazret-i mehdi / hazret-i mehdî

  • Âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât.

hedaya / hedâyâ / هدایا

  • (Tekili: Hediye) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
  • Armağanlar, hediyeler. (Arapça)

hedaya-yı hidayet / hedâyâ-yı hidâyet

  • Doğru yola ulaştırıcı hediyeler, ihsanlar.

hedaya-yı şahane / hedâyâ-yı şahane

  • Şahane, mükemmel hediyeler, armağanlar.

hediy

  • Beytullah için getirilen kurbanlar.

hel

  • Arapça "mı, mi, mu, mü" anlamlarına gelen soru edatı.

helesaya çıkmak

  • Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin kibarcalarından sayılır.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

hem / هم

  • -deş, -daş anlamını verecek şekilde kelimeye türetmeye yarayan ön ek. (Farsça)
  • Hem, üstelik. (Farsça)

hem-asır

  • Aynı asırda olan. Bir asırda beraber olanlar.

hem-derd

  • Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri. (Farsça)

hem-dest-i vifak

  • Bir fikir ve mes'elede anlaşarak elele vermek, hep birden aynı sözü söylemek.
  • Bir meselede anlaşarak elele verme, elbirliği.

hem-dil

  • Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri. (Farsça)

hem-ginan

  • Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer. (Farsça)

hem-hane

  • Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik. (Farsça)

hem-matla'

  • Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.

hem-paye

  • (Çoğulu: Hempâyegân) Bir pâye ve rütbede olanların beheri. (Farsça)

hem-sabak

  • Ders arkadaşı. Aynı dersi okuyanların beheri. (Farsça)

hem-zeban

  • Aynı dili konuşan, lisanları aynı olan.

hemt

  • Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.

hemzend

  • Beraber olanlar. Beraber çalışanlar. (Farsça)

hengame-gir / hengâme-gir

  • Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. (Farsça)
  • Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. (Farsça)
  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

herc

  • İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad.
  • Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak.
  • Kapıyı açık bırakmak.
  • İnsanların işlerinin karışması.
  • Seğirtmek.
  • Katletmek.

herçi bad, abad / herçi bâd, âbâd

  • "Her ne olursa olsun" anlamında bir deyim.

herçi-bad-abad / herçi-bâd-âbâd

  • "Battı balık yan gider", "Her ne olursa olsun" anlamında.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

hesab / hesâb

  • Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

hesab günü / hesâb günü

  • Öldükten sonra, dünyâda iken yapılan işlerden dolayı insanların sorguya çekilecekleri gün. Kıyâmet günü.

hevacir

  • (Tekili: Hâcire) Günlerin en sıcak olan anları.
  • Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler.
  • (Hücr) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.

hevamm

  • Böcekler, haşereler.
  • Yılan, pire, akrep gizli zararlı hayvanlar.

hey'et-i vekile / hey'et-i vekîle / هَيْئَتِ وَك۪يلَه

  • Bakanlar kurulu.
  • Vekiller hey'eti, icra vekileri hey'eti. Bakanlar Kurulu. Başbakanın riyaset ettiği heyet.
  • Bakanlar kurulu.

hey'et-i vekile reisi

  • Bakanlar kurulu başkanı, Başbakan.

heyamola

  • Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
  • Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini

heyecanat / heyecânât

  • Heyecanlar.

heyet-i içtimaiye-i islamiye / heyet-i içtimaiye-i islâmiye

  • Müslümanların sosyal hayatı, konumu, yapısı.

heyet-i vekile

  • Bakanlar Kurulu.

heyet-i vekile reisi

  • Bakanlar Kurulu Başkanı, Başbakan.

heyet-i vükela / heyet-i vükelâ

  • Vekiller heyeti, Bakanlar Kurulu.

hezabir

  • (Tekili: Hizebr) Arslanlar, esedler.
  • Yiğitler, kahramanlar.

hibal

  • (Tekili: Habl) Urganlar. İpler, halatlar.

hicab

  • Perde. Örtü. Hâil.
  • Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek.
  • Men'etmek.
  • Allah ile kul arasındaki perde.
  • Setretmek. Gizlemek.

hicam

  • Hayvanlara takılan ağızlık.

hicaz demiryolu madalyası

  • Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâ

hicran-meal

  • Hicran bildiren, hicran anlatan.

hidayet güneşi

  • Bütün hak ve hakikatleri güneş gibi ortaya çıkaran, insanlara iman yolunu gösteren Kur'ân.

hikaye / hikâye

  • Anlatma.
  • (Hikâyet) Bir hâdiseyi anlatmak. Anlatma.
  • Olmuş bir hâdise.

hikaye-perdaz / hikâye-perdâz

  • Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen. (Farsça)

hikayet-i ayani / hikâyet-i ayânî

  • Görürcesine hikâye etme, anlatma.

hikmet-i atika

  • (Batlamyus'un) Dünya merkezli kâinat anlayışını kabul eden eski bilim ve felsefe.

hikmet-i beşeriye

  • İnsanların bilgisi.

hikmet-i ihtilaf / hikmet-i ihtilâf

  • Anlaşmazlığın sebebi.

hikmet-i insaniye

  • İnsanların ortaya koyduğu ilim.

hikmet-i mirac

  • Miracın hikmeti, gayesi ve anlamı.

hikmet-i mutlaka

  • Sınırsız hikmet; yaratılıştaki gaye, herşeyin yerli yerinde ve anlamlı oluşu.

hikmet-i rabbani / hikmet-i rabbânî

  • Kâinatın Rabbi olan Allah tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması.

hikmet-i rabbaniye / hikmet-i rabbâniye

  • Allah'ın her şeyi terbiye ederek, muhtaç olduğu şeyleri verip bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması.

hikmet-i teklif

  • İnsanlara dünya hayatında bazı sorumlulukların yüklenmesinin hikmeti, imtihan gayesi.

hikmetsizlik

  • Anlamsızlık, gayesizlik, faydasızlık.

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hila'

  • (Tekili: Hil'at) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar.

hilafet / hilâfet

  • Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).
  • Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi.
  • İnsanları

hilafet-i kübra / hilâfet-i kübrâ

  • En büyük halifelik; insanların Allah tarafından bütün varlıkların üzerinde bir temsilci kılınması.

hilal-i id / hilâl-i îd

  • Bayram hilali. Bayram edileceğinin anlaşılmasına sebeb olan hilâl.

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hilekarane / hilekârane

  • Hilekârcasına, hile yapanlar gibi. (Farsça)

hilya'

  • Yırtıcı hayvanların küçüğü.

hilye-i seadet / hilye-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.

hilye-i şerif

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mübarek vasıflarını anlatan manzum veya nesir halindeki yazı.

hınas

  • (Tekili: Hünsâ) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.

hıraş

  • "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı. (Farsça)

hıred

  • Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi. (Farsça)

hıred-mend

  • (Çoğulu: Hıredmendân) Akıllı, anlayışlı. (Farsça)

hırızma

  • Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka.

hırtopoz

  • (Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.

hisab / hisâb

  • Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

hişan / hîşan

  • (Tekili: Hîş) Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar. (Farsça)

hısım

  • Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.

hiss-i saika

  • İnsanları bir yöne sevk eden, yönlendiren his, duygu.

hiss-i şaika

  • İnsanları bir hedefe teşvik eden, şevklendiren, duygu.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hisse-i fehm

  • Anlayış hissesi.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Bir şeye ortak olanların taksim edilmemiş paylarından her biri; ortak mülkiyet.

hissi / hissî

  • Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.

hissiyat-ı insaniye / hissiyât-ı insaniye

  • İnsanlarda bulunan hisler, duygular.

hissiyat-ı süfliye

  • İnsanları kötülüğe yönelten aşağılık duygular.

hitabat-ı kur'aniye / hitâbât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın bütün insanlara yönelik hitapları.

hiyam

  • (Tekili: Himân) Susayanlar, suya ihtiyacı olanlar.

hıyar

  • Hayırlılar.
  • (Çoğulu: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.

hıyaz

  • (El-hıyaz) Havuzlar.
  • Kadınlarda aybaşları, hayız kanları.

hizb

  • Cemaat.
  • Takın, kısım, fırka. Parti.
  • Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizb-üş şeytan / hizb-üş şeytân

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
  • Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.

hizbü'l-kur'an / hizbü'l-kur'ân

  • Kur'ân'daki iman hakikatlerini insanlara ulaştırma hizmetini yürütenler.

hizbullah

  • Allah'a bağlı olan topluluk; Kur'ân ve iman hizmetinde bulunanlar.
  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hizbüşşeytan / حِزْبُ الشَّيْطَانْ

  • Şeytana tâbi' olanlar.

hizebran

  • (Tekili: Hizebr) Aslanlar. (Farsça)

hizmet-i cihadiye

  • Allah yolunda düşmanlara karşı savaşma görevi.

hizmet-i imaniye

  • İmana ait hizmet. İman ve Kur'an hakikatlarının mukni ve ilmi delillerle anlaşılmasına hizmet etmek; neşrinde, tebliğinde çalışmak.

hizmet-i kudsiye-i imaniye

  • Mukaddes olan iman hakikatlerini muhtaç insanlara ulaştırma hizmeti.

hizmet-i kur'aniye ve islamiye / hizmet-i kur'âniye ve islâmiye

  • İslâmın ve Kur'ân'ın hakikatlerini insanlara ulaştırma hizmeti.

homogen

  • Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. (Fransızca)
  • Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir. (Fransızca)

hor

  • Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. (Farsça)
  • Güneş, ışık, aydınlık. (Farsça)
  • Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen. (Farsça)

hubanname

  • Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise "zenanname" denilir.)

hubul

  • (Tekili: Habl) Urganlar, ipler, halatlar.

hübut

  • Aşağı inme. İnmek. (Suudun zıddı)
  • Uyuşma, anlaşma.

hücre

  • Odacık, göz.
  • Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hüda-i kur'an / hüdâ-i kur'ân

  • Kur'ân'ın insanlara sunduğu hak ve hidayet yolu.

hüda-yı furkani / hüdâ-yı furkanî

  • Hakkı batıldan ayıran Kur'ân'ın insanlara doğru yolu göstermesi.

huddam / huddâm

  • Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler.
  • Cin taifesinden olan hizmetçi.
  • Hizmette bulunanlar.

hudus ve imkan / hudus ve imkân

  • Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları.

hufte-gan / hufte-gân

  • (Tekili: Hufte) Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler. (Farsça)

hükkam-ı fesahat / hükkâm-ı fesahat

  • Güzel, akıcı ve etkili konuşmada üstün ve otoriter olanlar.

hukuk-u ibad

  • Fık: Akidler ve muamelelerle alâkalı hukuk. İnsanlarla olan muamelelerimizdeki haklar. Ferde ait olan hususi haklar.

hukuk-u tabiiyye

  • İnsanın fıtratında bilkuvve mevcut olup, hak ile bâtılı, iyi ve fenayı bildiren ve insanların toplu bir şeklide yaşamalarını mümkün kılan hükümler.

hukuk-ul-ıbad / hukûk-ul-ıbâd

  • İnsanlara âit haklar.

hulefa / hulefâ

  • Halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar.

huluvv

  • Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak.
  • Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri.
  • Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan kiracılık hakkı ve menfaati.
  • Hava parası adıyla verilen meblağ.

humat

  • (Tekili: Hâmî) Himaye edenler, koruyanlar.

hums-u beşer / خُمْسِ بَشَرْ

  • İnsanların beşde biri.

hunefa

  • (Tekili: Hanîf) Allahın birliğine inananlar.

hunefa'

  • "Hanif"in çoğulu. Allah'ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar.

hünsa / hünsâ / خنثى

  • Erkek ve dişi organları üstünde bulunduran. (Arapça)
  • Nötr. (Arapça)

hurac

  • Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

hurdedan

  • Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen. (Farsça)

hurdeşinas

  • Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan. (Farsça)

hürriyet-i hayvani / hürriyet-i hayvanî

  • Hayvancasına serbestlik. Hayvanlara yakışan bir serbestiyet.

hürriyet-i meşrua

  • İslâm şeriatinin insanlara sunduğu özgürlük.

hürriyet-i şer'i / hürriyet-i şer'î

  • İslâmiyetin uygun gördüğü hürriyet, İslâm'ın hürriyet anlayışı.

huruf-ul mukattaa

  • Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.

hurum

  • Haramlar, dince yasak ,olanlar.

hurumiyye / hurûmiyye

  • Bozuk Bâtıniyye fırkasının diğer bir adı. Bu sapık fırkada bulunanlar, birçok haramlara helâl dedikleri için, Hurûmiyye adını almışlardır.

hurz

  • Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.

huş

  • Vahşi hayvanlar.

husema / husemâ / خصما

  • Düşmanlar, hasımlar. (Arapça)

husema'

  • (Tekili: Hasım) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar.
  • Adüvler, düşmanlar.

huşmendan / huşmendân

  • (Tekili: Huş-mend) Aklı başında olanlar, akıl sâhipleri.

hüsn-ü akli / hüsn-ü aklî

  • Akıl yoluyla anlaşılan güzellik.

hüsn-ü beyan

  • Akıcı ve güzel anlatış.

hüsn-ü ifade

  • Güzel anlatım, maksadını güzelce dile getirme.

hüsn-ü ifham

  • Anlatımdaki güzellik.

hüsn-ü telakki / hüsn-ü telâkki

  • (Hüsn-i telakki) İyi anlayış. İyi kabul ediş. Güzel telâkki etmek. Anlayış gösterip iyi niyetle kabul etmek.
  • İyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama.

huşşa'

  • (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar.

hussad

  • Hased edenler. Kıskananlar.

husser

  • Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.
  • (Tekili: Hasım) Hasımlar, düşmanlar.

hutbe

  • İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek. Cuma veya bayram namazlarında müslümanlara hatibin İlâhi ve şer'i emirleri hatırlatan sözleri. (Hatib, bu hutbeyi söylemeye Halife veya İslâm Devlet Reisinden vazife ve salâhiyet almıştır.)

hutbe-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan Allah'ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur'ân.

huteba / hutebâ

  • Hutbe okuyanlar. Hatibler.

hüttak

  • (Tekili: Hâtik) Bozanlar.
  • Yırtanlar.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

huveynat / huveynât

  • Mikroplar; mikroskopik hayvanlar.

hüyyam

  • (Tekili: Hâim) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.

hüzn

  • Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır. Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.

huzur-u irfanınıza baş koydum

  • "Üstün ilim ve zekâdan hâsıl olan olgun şahsiyetinizin önüne baş koydum" anlamında karşısındakine karşı bir saygı ve hürmet bildiren ifade.

huzur-u lamekani / huzur-u lâmekânî

  • Hiçbir mekâna muhtaç olmayan Zâtın huzuru; Allah'ın hiçbir mekânla sınırlı olmayan katı.

huzzak / huzzâk

  • (Tekili: Hâzık) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.

huzzak-ı etibba / huzzâk-ı etibbâ

  • Doktorlar içinde en ehil olanları.

huzzar / huzzâr / حضار

  • (Tekili: Hâzır) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.
  • Hazır olanlar, bulunanlar. (Arapça)

huzzar-ı meclis / huzzâr-ı meclis

  • Mecliste hazır bulunanlar.

i'caz

  • Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak.
  • Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece.
  • Mu'cizelik olan şey.

i'caz-ı beyan / i'câz-ı beyan

  • Açıklama ve anlatımın mu'cize oluşu.

i'lam

  • Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak.
  • Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'lanat

  • İlânlar.

i'tidal-i dem

  • Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve tedbirli hareket.

i'tilafat

  • (Tekili: İ'tilaf) Uyuşmalar, anlaşmalar.

i'tizar

  • Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.)

ibadet

  • Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye.

ibadet-i ins ü cann / ibadet-i ins ü cânn

  • İnsanların ve cinlerin ibadeti.

ibahat / ibâhât

  • Haram olmayanlar.

ibale

  • Kuyu bileziği.
  • Hayvanları muhafaza etme.
  • Küçük çocuklara def-i hacet ettirme.
  • Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek.

ibare

  • Bir fikri anlatan bir veya birkaç cümlelik yazı. Parağraf.
  • İbretli ders veren söz.

ibaret-inass / ibâret-inass

  • Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

ibham

  • Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan.
  • Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı.
  • Baş parmak.
  • Birşeyi üstü kapalı anlatma.

iblis / iblîs

  • İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan.
  • Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.

ibn-i mes'ud

  • Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mek

ibnullah

  • Allah'ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya İbnullah derler.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B

ibrak

  • Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak.
  • Koyun kurban etmek.
  • Şimşek çakmak.

ibtida-i cülus

  • Hükümdarlığın başlangıcı. Tahta çıkışın ilk zamanları.

ibtidaiyyat / ibtidâiyyât

  • Başlangıçta olanlara öğretilen bilgiler.
  • Bu derslere ait kitaplar.

ibzaz

  • Yağlanma, şişmanlama, semirme.

icaplar

  • Gerekler, gerekli kılınanlar.

icaz / icâz / îcaz / ايجاز / îcâz / ایجاز / ا۪يجَازْ

  • (İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.
  • Sözü kısa söyleme.
  • Az sözle çok mânâ anlatma.
  • Az sözle çok mânâ anlatma.
  • Az sözle anlatma.
  • Veciz anlatma, özlü söyleme. (Arapça)
  • Az söyle çok şey anlatma.

icaz-ı hazf

  • Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır.

icaz-ı kur'ani / îcâz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın vecizliği, az sözle çok mânâlar anlatması.

icazdarane / icâzdârâne

  • Az sözle çok mânâ anlatırcasına.

icazkar / icazkâr / îcazkâr

  • İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan. (Farsça)
  • Îcazlı, az sözle çok mânâlar anlatan, veciz.

icazlı / îcazlı

  • Az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü.

icma-ı manevi / icmâ-ı mânevî

  • Mânevi olarak görüş birliğine varma; uzmanların aynı konuyu faklı tarzlarda belirtmeleriyle veya susmak sûretiyle onu tasdik etmeleriyle görüş birliğine varmaları.

icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet

  • Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müçtehit olanların, şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri, dinî bir konuda söz birliği etmeleri.

icma-i ümmet

  • Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların, şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.

icmal

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.

icra vekilleri hey'eti

  • Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana gelen hey'et.

icraat / icrâât / اجراآت

  • Yapılanlar. (Arapça)

ictihad

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle

ictihah

  • Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması.

ictimai / ictimaî

  • Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.

içtimaiyat-ı islamiye / içtimaiyat-ı islâmiye

  • İslâmî toplum bilimi, İslâm sosyolojisi; Müslümanların yaşadığı şartlar ve gelişmeler.

iddianame

  • Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahk

iddira'

  • Anlama, derketme, kavrama, fehmetme.
  • Hile ile aldatma.
  • (Kadın) saçını tarayıp salıverme.

iddirak

  • Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme.
  • Bir yere toplanmak.
  • Birbirine yetişmek.

ideoloji

  • İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi. (Fransızca)

idlaliyyat / idlâliyyât

  • İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.

idrak / idrâk / ادراک / اِدْرَاكْ

  • Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.
  • Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlayış, akıl edinme.
  • Yetişmek, erişmek.
  • Olgunlaşma çağını bulma.
  • Kavrama, anlama. (Arapça)
  • Erişme. (Arapça)
  • İdrâk edilmek: (Arapça)
  • Kavranmak, anlaşılmak. (Arapça)
  • Yaşanmak. (Arapça)
  • İdrak: Etmek (Arapça)
  • Kavramak, anlamak. (Arapça)
  • Yaşamak, görmek. (Arapça)
  • İyice anlama, anlayış.
  • İyice anlama.

idrak etme / idrâk etme

  • Anlama, kavrama.

idrak etmek

  • Anlamak, kavramak.

idrak ettirme

  • Anlatma.

idrakat

  • (Tekili: İdrak) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler.

idrakli / idrâkli

  • Anlayışlı, düşünen.

ifadat / ifâdât

  • (Tekili: İfâde) Anlatmalar. İfadeler.
  • Anlatımlar.

ifade / ifâde / افاده

  • Anlatmak. Söylemek.
  • Fayda vermek, fayda tutmak.
  • Anlatım.
  • Söylem, anlatım, dile getirme. (Arapça)
  • İfâde edilmek: Anlatılmak, belirtilmek, dile getirilmek. (Arapça)
  • İfâde etmek: Anlatmak, belirtmek, dile getirmek. (Arapça)

ifade-i cebriyye

  • Zoraki ifade.
  • Mat: Cebir işaretleri ile maksadını anlatma.

ifade-i kur'aniye / ifade-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın kendine mahsus anlatım biçimi.

ifade-i meram

  • Dilek ve maksadını anlatmak.

ifade-i tahririye

  • Yazı ile anlatış.

ifadetü'l-meram

  • Dilek ve maksadını anlatma, maksadı ifade etme.

ifham / ifhâm / افهام

  • Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek.
  • Anlatma, öğretme.
  • Anlatma.
  • Anlatma.
  • Anlatma. (Arapça)
  • İfhâm etmek: Anlatmak. (Arapça)

ifham etmek

  • Anlatmak, bildirmek.

ifrad sigası

  • Gr. tekil kipi; yani "ateş yaktı" anlamındaki "istevkade" fiilinin 3. tekil şahıs kipinde olması kastediliyor.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

iftar / iftâr

  • Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
  • Oruç tutmama, yime.

iftiham

  • (Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

ığlak

  • Anlaşılmaz olma, muğlak olma.

iglak

  • Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
  • Zorla iş yaptırmak.
  • Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.

iğlak

  • Kapalılık, anlaşılmazlık.

iğlak-ı uslub / iğlâk-ı uslûb

  • Üslubun kapalılığı; ifade tarzının kapalı oluşu, anlaşılmasının zorluğu.

iglakat

  • (Tekili: İglak) Muğlak yapmalar.
  • Karışık ve anlaşılmaz sözler.

ıh

  • Deveyi çökertmek için kullanılır sestir.
  • Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder.

iham / îhâm / ایهام

  • İki anlama gelen kelimenin uzak anlamını kasdetme. (Arapça)

iham-ı kabih

  • Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.

ihata

  • Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak.
  • Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.

ihata edilme

  • Kavranma, anlaşılma, kuşatılma.

ihbar

  • Haber vermek. Haber almak. Alınan haber. Anlatmak.

ıhlamak

  • Ih diyerek deveyi çökertmek.
  • Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermek.

ihra'

  • Eksiltme, azaltma, noksanlaştırma.

ihsan-didegan / ihsan-didegân

  • (Tekili: İhsandide) İyilik görmüş olanlar, bahşiş almış kimseler, minnettar bulunanlar.

ihsanat / ihsanât

  • (Tekili: İhsan) İhsanlar, lütuflar.
  • İhsanlar.

ihsanat-ı azime / ihsânât-ı azîme

  • Çok büyük ihsanlar, ikramlar.

ihsanat-ı mahsusa / ihsânât-ı mahsusa

  • Özel ihsanlar, yardımlar, bağışlar.

ihsanat-ı rahimane / ihsânât-ı rahîmâne

  • Şefkat ve merhametle yapılan ihsanlar, ba-ğışlar.

ihsanat-ı rahmet

  • Rahmetin, merhametin ihsanları.

ihsanat-ı uhreviye / ihsânat-ı uhreviye

  • Ahiretteki ihsanlar, bağışlar.

ıhsar

  • Noksanlaştırmak, eksiltmek.

ihsas

  • Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek.
  • Bulmak. Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak.

ihsasiyye

  • Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik.

ihtikar / ihtikâr

  • Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak.
  • Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir.
  • Vurgunculuk, bozgunculuk.

ihtilaf / ihtilâf / اِخْتِلَافْ

  • (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik.
  • Birisinin halifesi olmak.
  • Anlaşmazlık, uyuşmazlık.
  • Anlaşmazlık, uyuşmazlık, ayrılık.
  • Farklı olma, anlaşamama.

ihtilaf u tefrika / ihtilâf u tefrika

  • Ayrılık ve anlaşmazlık.

ihtilaf-ı metali' / ihtilâf-ı metali'

  • Ayın doğuş zamanlarının farklı yerlerde farklı oluşu.

ihtilafat / ihtilâfat / ihtilâfât

  • Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar.
  • Anlaşmazlıklar, ayrılıklar.
  • Ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar.

ihtilafi / ihtilâfî

  • Anlaşmazlık konusu.

ihtilakıyyat

  • Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler.

ihtilalat-ı beşeriye / ihtilâlât-ı beşeriye

  • İnsanlardaki ihtilaller, karışıklıklar.

ihtilaskaran / ihtilaskâran

  • (Tekili: İhtilaskâr) Çalanlar, aşıranlar, ihtilas edenler.

ihtilaskarane / ihtilaskârane

  • Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi. (Farsça)

ihtilat etme / ihtilât etme

  • İnsanlarla diyalog kurma.

ıhtiram

  • Eksilmek, noksanlaşmak.
  • Kesilmek.

ihtisas

  • Özellik kazanma, uzmanlaşma.

ihtiyac-ı ifham

  • Meselenin anlaşılmasına olan ihtiyaç.

ihvan

  • ( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost.
  • Sâdık arkadaşlar.
  • Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar.
  • Kardeşler, arkadaşlar, aynı tarikata mensup olanlar.

ihya / ihyâ / احيا

  • Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak.
  • Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.
  • Canlandırma.
  • Diriltme, yaşatma. (Arapça)
  • Canlılık kazandırma. (Arapça)
  • Geceyi ibadet ederek geçirme. (Arapça)
  • İhyâ olunmak: Yaşatılmak, canlandırılmak. (Arapça)

ihya etmek / ihyâ etmek

  • Canlandırmak, kuvvetlendirmek.

ihya-yı din / ihyâ-yı dîn / اِحْيَايِ دِينْ

  • Dini canlandırma, kuvetlendirme.

ihya-yı millet / ihyâ-yı millet

  • Milletin diriltilmesi, canlandırılması.

ıkak

  • Tırnaklı hayvanların gebeleri.

ikale / ikâle

  • Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.

ikam

  • Kısırlar, akamete uğrayanlar.

ikaniyye / ikâniyye

  • Yakînî bilgiye tabi olanlar. Din ve bilginlerce ileri sürülen şeyleri delil aramaksızın doğru sayan anlayış.

ikindi divanı

  • Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işl (Türkçe)

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

ıknat

  • Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma.
  • Namazda kıyamı uzatma.
  • İnkisar etmek.

ikra / oku / اقرأ

  • Arapça'da "oku" anlamına gelir. Alak suresinin ilk ayeti "ikra bismirabbikellezi alak" (oku, yaradan Rabbinin adıyla oku)

ikramat / ikrâmât

  • Bağışlar, ikramlar, ihsanlar.

iktina'

  • Künyelenme.
  • Anlaşılmayacak şekilde söyleme.
  • Gizlenme, saklanma.

iktinah

  • (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

ila-ahiri'd-deveran / ilâ-âhiri'd-deveran

  • Devirlerin, zamanların sonuna kadar; kıyamete kadar.

ilan-ı tekviniye / ilân-ı tekvîniye

  • Varlıkların yaratılışıyla insanlara duyurulan gerçekler.

ilanat / ilânât

  • İlânlar, duyurular.
  • İlanlar, duyurular.

ilanat müvezzii / ilânat müvezzii

  • İlânlardan, duyurulardan sorumlu olan, onları dağıtan.

ilhad / ilhâd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.

ilhani / ilhanî

  • İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli.

illiyyun

  • (Tekili: İlliyyîn) (Aliyyu) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i cifr

  • Harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim.

ilm-i ezeli / ilm-i ezelî

  • Allah'ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi.

ilm-i hal / ilm-i hâl

  • Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.

ilm-i hayvanat

  • Hayvanlar bilimi; zooloji.

ilm-i muhit-i ezeli / ilm-i muhit-i ezelî

  • Allah'ın, geçmiş ve gelecek bütün zamanları ve herşeyi kuşatan sonsuz ilmi.

ilm-i usul-i hadis / ilm-i usûl-i hadîs

  • Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.

ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn

  • Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

ilmihal / ilmihâl

  • İman esaslarıyla, namaz, abdest gibi amel ile ilgili meseleleri halkın seviyesinde anlatan kitap.

iltifat

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...

iltifat-ı ilahi / iltifât-ı ilâhî

  • Allah'ın lütuf ve iyiliklerle insanlara yönelmesi.

iltiya'

  • Heyecanlanmak, iç alevlenmesi.
  • İç sıkıntısı çekme, dertlenme.

ima / îmâ / ایما

  • İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret.
  • Dolayısıyle anlatma.
  • Dolaylı anlatım, işaret. (Arapça)
  • Îmâ etmek: İşaret etmek, göstermek. (Arapça)

imalar / îmalar

  • Dolaylı anlatımlar, göstermeler.

imam / imâm

  • Öne geçmek.
  • Önde ve ileride olan. Delil ve rehber.
  • Cemaate namaz kıldıran.
  • İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan.
  • Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret eden.
  • Müslümanların imamı olan halife ve askerlerin başı. Sultan. Hâkim.
  • Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
  • Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
  • Müslümanların devlet reîsi.

imam-ı ahmed bin hanbel / imâm-ı ahmed bin hanbel

  • Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.

imame / imâme

  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

imamet

  • İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı.
  • Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır:1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate yapılan imamlık.2- İmamet-i kübra : Emir-ül mü'minîn olmak. Yani müslümanlar arasında riyaset-i âmmeyi hâiz bulunmaktır.

imamet-i kübra / imâmet-i kübrâ

  • Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet.

imameyn

  • İki İmam.
  • Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında "İmameyn" dendiği zaman "İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed" anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir.

iman-ı merdud / îmân-ı merdûd

  • Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.

iman-ı mevkuf / îmân-ı mevkûf

  • Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.

imani / imânî / îmânî

  • İmanla ilgili, imana dair.
  • Îmanla ilgili.

imdadiye

  • Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.

imkanat / imkânat / imkânât

  • Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.
  • İmkânlar, ihtimaller, olasılıklar.
  • İmkânlar, olabilmeler.

imkanat-ı istikbaliye / imkânat-ı istikbaliye

  • Geleceğe ait imkânlar, olması mümkün olan ihtimaller.

imtihan

  • Deneme, Tecrübe etmek.
  • Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek.
  • Salâhiyet veya salâhiyetsizliğini anlamak için yapılan teftiş ve tecrübe.

imtihanat

  • İmtihanlar.

imtizackar / imtizackâr

  • Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. (Farsça)

in

  • Yabani hayvanların barınağı, yuvası. Mağara.

in'amat-ı külliye

  • Bütün in'amlar. Cenab-ı Hakk'ın mahlukata, hususan insanlara hadsiz nimetler ihsan etmesi.

inayat

  • (Tekili: İnayet) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar.

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

incil

  • Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab.
  • Beşaret, müjde.

infiham

  • (Fehm. den) Anlaşılma, fehmedilme.

inhisar zihniyeti

  • Tekelcilik anlayışı (Din sadece bizim tekelimizdedir, her yönüyle bize aittir anlayışı).

inkar-ı haşir / inkâr-ı haşir

  • İnsanların âhiret âleminde tekrar diriltileceğinin inkâr edilmesi.

inkişafat-ı ruhiye / inkişâfât-ı ruhiye

  • Ruh ile manevî alanlarda yapılan açılımlar.

ins

  • İnsanlar.

ins ü cin

  • İnsanlar ve cinler.

ins ve cin

  • İnsanlar ve cinler.

inşaiyye

  • İnşâât işleriyle uğraşanlar. Bina ve gemi yapma işleriyle meşgul olanlar.

insan-ı mükerrem

  • Şeref ve değeri çok yüksek olan, kendisine paha biçilmez ikram ve ihsanlarda bulunulan insan.

insani / insanî

  • İnsana ait, insanla alâkalı.

insani arş / insanî arş

  • İnsanların ulaşabileceği en yüksek derece.

insanın haşri

  • İnsanların, öldükten sonra dağılmış olan zerreleri âhirette Allah tarafından tekrar bir araya getirilerek bedenlerinin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

insaniye

  • İnsanlar, insan cinsi, beşeriyet.

insaniyetperver

  • İnsanları ve insanlara hizmet etmeyi seven.

insi / insî

  • İnsanla ilgili, insan cinsinden.

insi ve cinni / insî ve cinnî

  • İnsanlardan ve cinlerden olan.

insücin / انس و جن

  • İnsanlar ve cinler. (Arapça)

intiaş

  • Dinlenip canlanma.

intıba'

  • Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir.
  • Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

intibah-ı islam / intibah-ı islâm

  • İslâmın, Müslümanların uyanışı.

intifah

  • Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak.
  • Vücud organlarından birinin büyümesi.

intikal

  • Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek.
  • Göçmek, geçmek.
  • Sirâyet. Bulaşmak.
  • Bir şeyin miras olarak kalması.
  • Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
  • Geçme, anlama.

intizamat-ı kazaiye

  • Kaderde olanların düzenli bir şekilde ortaya çıkması.

inziva

  • Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.

irabet

  • Akıl, anlayış, kavrayış.

iradat

  • (Tekili: İrade) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar.

irade-i cüz'iyye / irâde-i cüz'iyye

  • Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.

irade-i ezeliye / irâde-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah'ın irâdesi.

irbiyan

  • Teke, istakoz gibi deniz hayvanları.

irfan / irfân

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;
  • Bilgili, anlayışlı, anlamak, bilmek.
  • Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.
  • Bilme, anlama, zihni olgunluk.

irs

  • Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak.
  • Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk.
  • Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.
  • Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay.

irşad / irşâd

  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

irsal-i rusül / irsâl-i rusül

  • Peygamberlerin gönderilmesi; Cenâb-ı Hakkın insanlara peygamber göndermesi.

irsal-i rüsül

  • Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber olacak peygamberler göndermesi.

irtibak

  • Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
  • Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
  • Bir kazâya uğrama.

irza-yi tarafeyn

  • İki tarafı anlaştırma, râzı etme.

iş'ar / iş'âr

  • Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek.
  • Yazı ile haber verme.
  • Anlatmak, bildirmek.

iş'ar-ı fazılane / iş'âr-ı fâzılâne

  • Hürmet ifadesi olarak "yüce şahsiyetinizin işaret etmesi" anlamında bir ifade.

işaret / işâret

  • Anlamlı davranış, belirti.

ışaya

  • (Tekili: Işâ) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar.

işbaşı

  • t. Bir işte çalışanların başı, reisi.
  • İşe başlama saati.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

işkal ve iğlak / işkâl ve iğlâk

  • Zor anlaşılma, kapalılık.

iskandil

  • ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
  • Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.

işkembe

  • Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. (Farsça)
  • Karın. (Farsça)

ıslah / ıslâh

  • Terbiye etmek, iyi hâle getirmek.
  • Bozulan bir şeyi eski hâline getirme.
  • İnsanların aralarını düzeltmek, barıştırmak.

islam / islâm

  • (Selâm. dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslimiyet. Din.
  • Ist: Hz. Muhammed'in (A.S.M.), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği din.

islam cemiyeti / islâm cemiyeti

  • İslâm toplumu; Müslümanlar.

islama şamil / islâma şâmil

  • Müslümanları içine alan, onları kuşatan.

islamilaisen sevrakume / islâmilaisen sevrakume

  • Müslüman mahallesi, Müslümanların oturduğu bölge, yer.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

islamlar / islâmlar

  • Müslümanlar.

islav

  • Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. (Fransızca)

ism-i hafiz / ism-i hafîz

  • Herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden anlamına gelen Allah'ın bir ismi.

ism-i nur

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamına gelen Allah'ın Nur ismi.

ismailiyye / ismâiliyye

  • Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.

işmar

  • Anlamlı işaret.

ismat

  • Susturma, sükut ettirme.
  • Men'etmek.
  • Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on

isnad-ı abesiyet

  • Faydasızlık, anlamsızlık isnad etme.

isnad-ı mecazi / isnad-ı mecazî

  • Mecazî isnad, bir sözün mecaz anlamını tercih etmek.

ispirtizma

  • Cinlerle konuşup da ruhlarla konuştuklarını sananların fikri.

işrab

  • (Şürb. den) İçirme veya içirilme.
  • Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.

işraf

  • Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama.
  • (Hasta) ölüm döşeğinde olma.

israiliyat

  • İsrailoğullarına ait bilgiler, bir temele dayanmayan gerçek dışı anlatımlar.
  • Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.

işrakıyyun / işrâkıyyun

  • Bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunanlar.

istahrabat

  • Ateşe tapanların ünlü ateşlerinin bulunduğu yer.

isti'dad / isti'dâd

  • Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil.
  • Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
  • Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.

istiade

  • Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme.
  • Yeniden canlanma.
  • Âdet edinme.

istiare / istiâre

  • Bir kelimeyi başka anlamda kullanma.

istiare-i temsiliye

  • Temsilî istiare; istiarenin, teşbih unsurlarından "benzetilen" ögesi ile yapılan, benzeyenin teferruatlı olarak tasvir edildiği istiare çeşididir. Temsilî istiarede anlatılan kavram bütün manzumeye veya yazıya işlenmiştir.

istibhas

  • Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme.

istibsas

  • Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma.

istidad-ı beşer

  • İnsanların yetenekleri.

istidlal / istidlâl

  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
  • Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.

istidradi / istidrâdî

  • Başka konu anlatılırken arada söylenen söz.

istidrak

  • Nâil olmak, ulaşmak, varmak.
  • Anlamak.
  • Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak.

istifade

  • Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak.
  • Anlayıp öğrenmek.
  • Tahsil etmek.

istifham

  • Anlamaya çalışmak, soru sormak, soru.
  • Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak.
  • Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur.

istifsar / istifsâr

  • İfade isteme. Sorma. Sorup anlama.
  • Anlamak için soru sorma.

istiğrak / istiğrâk

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

istihare / istihâre / استخاره

  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.
  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin
  • Bir işin iyi olup olmadığını anlamak için rüya görmek niyetiyle uykuya yatma.
  • Bir işin nasıl sonuçlanacağını anlamak için ibadetten sonra uykuya yatma. (Arapça)

istihase

  • Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.

istihracat-ı kur'aniye / istihracat-ı kur'âniye

  • Kur'ân-ı Kerimden anlam çıkarma işlemleri.

istikbali / istikbalî

  • Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub.

istikşaf

  • (Çoğulu: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma.
  • Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.

ıstılah / ıstılâh

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
  • Kelimeye yüklenen özel anlam.
  • Bir kelimenin belli bir ilim dalında kazandığı anlam, terim.

istima-ı nas / istimâ-ı nas

  • İnsanların dinlemesi, kulak vermesi.

istinafiyye / istinâfiyye

  • Yeniden başlamaya ait.
  • İstinaf mahkemesine ait.
  • Arapça'da bir soruya cevap anlamında bulunan cümle.

istinbat / istinbât / استنباط

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
  • Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek.
  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
  • Anlam çıkarma, hüküm çıkarma. (Arapça)

istinkaf-ı manidar / istinkâf-ı mânidar

  • Anlamlı çekimserlik.

istiskal

  • Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.

istişmam

  • Koklamak. Kokusunu almak.
  • Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.
  • Uzaktan haber almak.
  • Koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama.

istısna'

  • San'atlı olarak yapmak.
  • Bir şey yapmak için san'atkârla anlaşma yapmak.

istişrab

  • İmâ ederek ve kapalı olarak anlatmak isteme.
  • İçmek isteme.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

istıtla'

  • (Çoğulu: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme.

istitraden

  • Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de anlatıvermek suretiyle.

istiva / istivâ

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.

istizah

  • Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
  • Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.

istizmar

  • (Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.

itab-ı nas / itâb-ı nâs / عِتَابِ نَاسْ

  • İnsanların azarlaması.

ıtaş

  • (Tekili: Atşân) Susamış olanlar.

itfa'

  • Söndürme. Bastırma. Dindirme.
  • Bir borcu ödeyerek bitirme.
  • Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi.

itibari / itibârî

  • Gerçekten öyle olmadığı hâlde öyle sanılan ve insanlar tarafından öyle kabul görmüş olan, göreceli.

itikadat-ı imaniye / itikadât-ı imaniye

  • İmanla bağlantılı inanışlar.

itilaf / îtilâf

  • Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat.
  • Cem' olmak, birikmek.
  • Anlaşma.

ıtlak etmek

  • Belli bir sınır getirmeden genelleme yapma; Allah'ın kitap gönderdiği bir peygambere ve dine inanan insanları, yani Hıristiyan ve Yahudileri de hükmün kapsamı altına almak.

ıtnab-ı makbul

  • Bahsi iyice anlatmak için lüzumlu olan sözün uzatılması.

ittifak

  • Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak.(İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.)

ittifak etmek

  • Birleşmek, anlaşmak.

ittifakan

  • Birleşerek, anlaşarak.

ittifakkarane / ittifakkârâne

  • Anlaşarak.

ittihad ve terakki

  • 1918 tarihine kadar devam eden ve Osmanlı Devletinin son zamanlarında mühim rol oynamış bir siyasî parti.

ittihad-ı ehl-i iman

  • İnananların birliği.

ittihad-ı hakiki / ittihad-ı hakikî

  • Gerçek anlamda birlik oluşturmak.

ittihad-ı islam cemiyet-i kudsiyesi / ittihad-ı islâm cemiyet-i kudsiyesi

  • Bütün Müslümanların birliğini sağlama gibi mukaddes bir hedef için faaliyet gösteren bir topluluk.

ittihad-ı umumi / ittihad-ı umumî

  • Umumi ittihad. Bütün insanların birleşmesi.

ittihadıislam / ittihâdıislâm

  • Müslümanların birlik olması.

ittisal-i mana / ittisal-i mânâ

  • Anlam bütünlüğü.

ıyalullah

  • Halk, insanlar.

ıyd

  • Bayram. Müslümanların sevinç ve neş'e günleri olan Ramazan ve Kurban bayramları.

iz'an / iz'ân / اِذْعَانْ

  • Basiret. Anlayış.
  • Teslim olup itaat etmek.
  • Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek.
  • Şüphesiz anlama ve inanma.
  • Anlayış, kavrayış.
  • İyice anlama, benimseme.

iz'an-ı akli / iz'ân-ı aklî

  • Aklen anlama, kabul etme.

iz'an-rüba

  • Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. (Farsça)

izah

  • Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.

izan / izân

  • Zekâ, anlayış.
  • Anlayış.

izani / izânî

  • Anlayışla ilgili.

ızbandut

  • Eskiden Rum korsanlarına verilen addır.
  • Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya.
  • İri vücutlu, korkunç.

ızrar-ı nas / ızrar-ı nâs

  • İnsanlara zarar verme.

izz-üd-din

  • Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir.

izzet ve şehamet-i imaniye

  • İmanla elde edilen izzet ve şehamet (İzzet.

jaj / jâj / ژاژ

  • Anlamsız söz, zırva. (Farsça)

jajhayan

  • Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar. (Farsça)

jegand

  • Sağlamlık, metanet. (Farsça)
  • Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. (Farsça)

jelatin

  • Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. (Fransızca)
  • Bir cins kâğıt. (Fransızca)

jest

  • Anlamlı beden hareketleri.

jiyan

  • Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) (Farsça)

ka'b

  • (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabadayı

  • Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi.
  • Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.

kabe-i muazzama / kâbe-i muazzama

  • Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.

kabe-i mükerreme / kâbe-i mükerreme

  • Müslümanların kıblesi olan kutsal yapı.

kabil-i hitab

  • Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.

kabile / kabîle

  • Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.
  • Aynı soydan olup beraber yaşayan insanlar.

kabiliyet

  • Anlama, anlayış, kabul edebilirlik, alabilirlik.
  • Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü.
  • İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.

kabına sığmamak

  • t. Sabırsızlık, acelecilik.
  • Şişmanlamak.

kabine

  • Bakanlar kurulu.
  • Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. (Fransızca)
  • Küçük oda. (Fransızca)
  • Doktorun muâyene yeri. (Fransızca)

kabotaj

  • Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. (Fransızca)

kabr ziyareti / kabr ziyâreti

  • Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.

kabuk

  • Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır.
  • Bazı hayvanların katı mahfazaları.

kabul-ü ümmet

  • Bütün Müslümanların kabul etmesi.

kabz u bast

  • Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık.
  • Birini diğeri üzerine tercih etme.
  • Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek.
  • Beyan ve ifâde etmek.
  • Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.

kadastro

  • Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. (Fransızca)

kader

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kadı

  • Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları.

kadir-i ezeli / kadîr-i ezelî

  • Herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah.

kadir-şinas

  • Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. (Farsça)

kadro

  • ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.

kafa

  • (Çoğulu: Akfâ) Baş. Kafa.
  • Ense, arka.
  • Akıl, zekâ, anlayış.

kafile

  • (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.

kafile-i sıddıkin / kafile-i sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk.

kafzea

  • (Çoğulu: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kahramanan

  • (Tekili: Kahraman) Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler. (Farsça)

kaidan

  • (Tekili: Kaid) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.

kail

  • Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış.
  • Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.

kain ve bain / kâin ve bâin

  • Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.

kainat / kâinat

  • Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.

kalb-i acizi / kalb-i âcizî

  • Bu âcizin kalbi anlamında, tevazu için kullanılan ifade.

kalem

  • Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.

kalemkar / kalemkâr

  • Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. (Farsça)
  • Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. (Farsça)
  • Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. (Farsça)

kalib aleyhisselam / kâlib aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).

kamilin / kâmilîn / كَامِلِينْ

  • Mükemmel, olgun olanlar.

kamilin-i nev-i beşer / kâmilîn-i nev-i beşer

  • İnsanların içinde kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş olanlar.

kaminun / kâminun

  • (Tekili: Kâmin) Saklı ve gizli olanlar.

kamuflaj

  • Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. (Fransızca)

kamveran / kâmverân

  • (Tekili: Kâmver) Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar. (Farsça)

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kanun-u beşer

  • İnsanlar tarafından konulan kanun.

kanun-u beşeri / kanun-u beşerî

  • İnsanların koyduğu kanunlar.

kanun-u esasi-yi beşeriye / kanun-u esasî-yi beşeriye

  • İnsanların temel kanunu, anayasası.

kar-aşina / kâr-aşina

  • İş bilir. İşten anlar.
  • İş bilir, işten anlar.

kar-daran / kâr-daran

  • (Tekili: Kârdar) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar.

karabin

  • (Tekili: Kurban) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.

karar

  • Değişmez hâle gelmek.
  • Sabit ve sakin olmak.
  • Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük.
  • Gitmeyip kalmak.
  • Oturaklı yer. Sâkin olacak yer.
  • Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü.
  • Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama.
  • Dolanmak.

kararname

  • Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. (Farsça)
  • Verilen karârı bildiren yazı. (Farsça)

karban-saray / kârban-saray

  • Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. (Farsça)

kardan / kârdan

  • İşten anlar, iş bilir. (Farsça)

karh

  • Yaralama.
  • Hasta olmak.
  • Bedende çıkan yara.
  • Su olmayan yerde kuyu kazmak.
  • Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.

karine / karîne

  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret.
  • Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.

karine-i mania / karine-i mânia / karîne-i mania

  • Bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz mânâda kullanıldığını gösterir.
  • Kelimenin gerçek anlamında alınmasına engel olan ipucu.

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret; bir sözün asıl mânâsının anlaşılmasına engel teşkil eden işaret.

karnedaşte / kârnedaşte

  • İş bilmez, acemi, işten anlamaz. (Farsça)

karraun

  • (Tekili: Karrâ) Güzel okuyanlar.

karşinas / kârşinas / kârşinâs / كارشناس

  • İşten anlar, iş bilir. (Farsça)
  • Uzman, işten anlayan. (Farsça)

karye

  • Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.

kaşağı

  • Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet.
  • İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.

kasas

  • Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak.
  • Tetebbu' etmek.
  • Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası.

kasavise

  • (Tekili: Kıssis) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.

kaside-i emali / kasîde-i emâlî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.

kasil / kasîl

  • Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot.
  • Kesilmiş nesne.

kasır-ül fehm

  • Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.

kasır-ül yed

  • Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz.

kasıru'l-fehim

  • Anlayışı kısa.

kasıtin / kasıtîn

  • (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar.
  • Haklı olanlar.
  • Kısımlara bölenler.

kasr

  • Kısa olmak. Kısa kesmek.
  • Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek.
  • Bir işte tembellik etmek.
  • Akşamlamak.
  • Hapseylemek.
  • Yekpâre taş.
  • Beyazlatmak.
  • Gevşetmek.
  • Noksanlaştırmak.

kat'

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl

katı-ı tarik-ı ilahi / kâtı-ı tarîk-ı ilâhî

  • İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

katolik

  • Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. (Fransızca)

kavanin-i beşer

  • İnsanlarca ortaya konulan kanunlar, yasalar.

kavim

  • Aynı ırka mensub olanların oluşturduğu topluluk.

kavkaa

  • Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.

kavl

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Konuşulan söz. Söz cümlesi.
  • İtikad, delâlet.
  • Tarif.
  • İlham.

kavlen

  • Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.

kavm

  • (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak.
  • Pazar kurmak.
  • Müşteri ile anlaşmak.
  • Kavim, aynı ırka mensub olanların oluşturduğu topluluk.

kavmiyetçilik

  • İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kayyum-i alem / kayyûm-i âlem

  • Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.

kayz

  • Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.

kaza ve kader-i ilahi / kaza ve kader-i ilâhî

  • Hâdiselerin, olmadan önce Allah tarafından takdir olunup plânlanması ve vakti gelince yaratılması.

kaza-i şehvet

  • Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.)

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazf haddi

  • Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara) verilen sopa cezâsı.

kaziye-i külliye

  • Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi.

kebe

  • Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.

kede

  • "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. (Farsça)

kefere

  • Kâfirler, inanmayanlar.

keffaret-üz zünub

  • Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)

kelalet / kelâlet

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık.
  • Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması.
  • Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi).
  • Kör ve kesmez olan.

kelam / kelâm

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
  • Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim.
  • Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde.
  • Allah'a mahsus bir sıfat.
  • Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir.
  • Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İ

kelam-ı kibar / kelâm-ı kibâr / كلام كبار

  • Büyük insanların özlü sözleri.

kelam-ı lafzi / kelâm-ı lafzî

  • Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan harfler topluluğu.

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kem-fehm

  • Anlayışı kıt. İdrâki az.

kemal-i acz / kemâl-i acz

  • Tam anlamıyla âcizlik, güçsüzlük.

kemal-i acz ve inkıyad / kemâl-i acz ve inkıyad

  • Tam anlamıyla âcizlik ve itaat etme.

kemal-i liyakat / kemâl-i liyakat

  • Tam anlamıyla layık oluş.

kemal-i mahviyet ve tevazu / kemâl-i mahviyet ve tevazu

  • Tam anlamıyla tevâzu ve alçakgönüllülük içinde olmak.

kemal-i rahat / kemâl-i rahat

  • Tam anlamıyla rahatlık.

kemal-i selaset ve cezalet / kemâl-i selâset ve cezâlet

  • Çok güçlü, akıcı ve güzel anlatım.

kemalat-ı beşeriye / kemâlât-ı beşeriye

  • İnsanlara ait mükemmellikler.

kemend

  • Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. (Farsça)
  • Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. (Farsça)
  • Geyik ve benzeri hayvanların yuları. (Farsça)
  • Güzelin saçı. (Farsça)

kemkaim

  • Anlayışsız. İdrakten âciz. (Farsça)

kemter

  • İtibarsız, eksik anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan bir söz.

ken

  • "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. (Farsça)

kepenek

  • Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek. (Farsça)

kerahet-i tahrimiyye / kerâhet-i tahrîmiyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın mekruh.

keramet-i feraset

  • Çabuk sezme ve anlama kabiliyetindeki keramet.

kerremallahu vechehu

  • "Allah yüzünü ak etsin" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

kerremallahü vechehü

  • "Allah yüzünü şerefli, şerefini yüksek kılsın" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

kervansaray

  • Büyük yollarda kervanların konaklamaları için yapılmış büyük hanlar.
  • Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.)

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kesan

  • Adamlar. İnsanlar. Kişiler. (Farsça)

kesb-i şeref ve can / kesb-i şeref ve cân

  • Şereflenme ve canlanma.

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
  • Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
  • Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.

keşf-ül kubur

  • Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.

keşfü'l-kubur velisi / keşfü'l-kubur velîsi

  • Kabirdeki ölülerin hallerini anlayan ve bilen Allah dostu zât, evliya.

keşmekeş-i ihtilaf / keşmekeş-i ihtilâf

  • Anlaşmazlıktan gelen karışıklık.

kesret-i etba'

  • Tâbi olanların çokluğu. Tarafdarların kesretli oluşu.

kevni / kevnî

  • Yaratılanlarla ilgili.

kevniye

  • Yaratılanlarla ilgili olan.

keyan

  • (Tekili: Key) şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar. (Farsça)

keyfiyet-i telakki / keyfiyet-i telâkki

  • Görüş ve anlayış keyfiyeti, kabul niteliği.

keyfiyyet

  • Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.

keys

  • Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk.

keyyis

  • (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki.
  • Zarif.

kıble

  • Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf; Kâbe tarafı. Mekke-i mükerreme şehrindeki Kâbe-i muazzama.

kıbti / kıbtî

  • Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.

kihal

  • (Tekili: Kehl) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.

kil-u-kal / kîl-u-kâl

  • Dedi-kodu. Gîbet.Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.

kilise

  • Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
  • Hıristiyanların ibadet ettikleri yer.
  • Kenîse; hıristiyanlara mahsûs ibâdet yeri. Hıristiyanlıktaki mezheblere de kilise denilmektedir.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kinai / kinâî

  • Maksadı, kapalı bir şekilde ve dolaylı olarak anlatan söz biçimi.

kinaiyat / kinâiyat

  • Bir şeyi temsille ve dolaylı olarak anlatan sözler.

kinaiyyat

  • (Tekili: Kinâye) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.

kinaye / kinâye / كِنَايَه

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
  • Doğrudan doğruya değil, dolaylı anlam taşıyan söz.
  • Mânâyı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtülü dokunaklı söz.
  • Dolaylı anlatma.

kinayeten

  • Hem gerçek, hem de mecâzi mânâya gelebilecek bir sözü mecaz yönüyle kullanmak suretiyle, maksadını kapalı bir şekilde, dolaylı anlatarak.

kıraat

  • Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
  • Okuma kitabı.
  • Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec

kiramen katibin / kiramen kâtibîn / kirâmen kâtibîn

  • İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
  • İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını yazan iki melek. Hafaza melekleridir diyen âlimler de olmuştur.

kırar

  • Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kırkbayır

  • Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.

kirpik-i akıl

  • Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.

kirş

  • İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi.
  • Karın, mide.

kısar

  • (Tekili: Kasir) Kısalar. Kasr olanlar.

kıssa

  • Anlatılan gerçek veya uydurma olay, hikâye.

kıssadan hisse almak

  • Anlatılan bir şeyden ders çıkarmak.

kıssagu / kıssagû

  • Hikâye ve kıssa anlatan. (Farsça)

kıssagüzar / kıssagüzâr

  • Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi. (Farsça)

kıssahan / kıssahân

  • Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan. (Farsça)

kisvet

  • Elbise.
  • Özel kıyâfet.
  • Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.

kitab-ı mukaddes / kitâb-ı mukaddes

  • Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.

kitab-ı rabbani / kitab-ı rabbânî

  • Allah'ın bu âlemde hakimiyetini ve Rablığını bir kitap gibi anlatan eseri, kâinat.

kitab-ı rahmani / kitab-ı rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu anlatan kitap.

kitablı kafirler / kitablı kâfirler

  • İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler.

kıtmir / kıtmîr

  • Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı.

kıyam

  • Ayakta durmak. Ayağa kalkmak.
  • Ayaklanmak. İsyan.
  • Ölümden sonra tekrar dirilmek.
  • Bir işe başlamak, devam etmek.
  • Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma.
  • Canlanmak.
  • Kıyâmet günü (mânâsına da gelir).
  • Namazın iftitah tekbiri

kıyamet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.

kıyas / kıyâs

  • Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü, buna benzeyen ve hakkında nass bulunan başka bir mes'elenin hükmüne benzeterek anlama.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyasiyyat

  • (Tekili: Kıyâsi) Benzetme veya tatbik ile olanlar.
  • Umumi kurallara uygun olanlar.

kıyle

  • "Denildi, söylendi" anlamına gelen bu kelime, bir mesele hakkındaki farklı rivayetleri fade eder.

kıymet-agah / kıymet-agâh

  • Kıymetten anlar, değer bilir. (Farsça)

kızban

  • (Tekili: Kadib) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

kötü din adamı

  • İlmini dünyâ kazancına, mala, mevkîye kavuşmaya vâsıta eden, ilmi ile amel etmeyen, insanları ibâdete ve âhirete yönelmeye teşvik etmeyen din adamı.

kozmopolit

  • Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. (Fransızca)
  • Çeşitli milletlerden insanları içine alan. (Fransızca)

kuddise

  • "Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun." anlamına gelen bir kelimedir.

kuddise sirruhu / kuddise sirruhû

  • İlâhî hikmetten öğrendiği sırlar mübarek ve pak olsun anlamında, büyük veliler için kullanılan bir hürmet ifadesi.

kuddus / kuddûs / قُدُّوسْ

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.
  • Her türlü ayıp ve noksanlardan uzak olan (Allah).

kudema

  • (Tekili: Kadim) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar.

kuds

  • Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.

küffar / küffâr

  • Kâfirler, inanmayanlar.

kulub-u münevvere aktabı / kulûb-u münevvere aktâbı

  • Kalp aracılığıyla nurlara ulaşan ve manevî bir kutup hâline gelen insanlar.

kulüp / قُلُوبْ

  • Yalnız üye olanların girebildikleri belli gayelerle toplanılan yer.

kümat

  • (Tekili: Kemi) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar.

kümmel

  • (Tekili: Kâmil) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.

künd

  • Biçimsiz, yakışıksız, kısa.
  • Kesmez, kör.
  • Yiğit, cesaretli, cesur.
  • Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.

kur'an-ı ezher / kur'ân-ı ezher

  • Parlak Kur'ân (ayrıca burada Kur'ân, insanlığın bütün kabiliyet ve donanımının gelişmesine hitap ettiği için evrensel üniversite anlamında Ezher Üniversitesine benzetilmiş de olabilir.).

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kur'an-ı vazıhü'l-beyan / kur'ân-ı vâzıhü'l-beyân

  • İfade, üslûp ve açıklamaları açık, anlaşılır olan Kur'ân.

kur'ani müşkilat / kur'ânî müşkilât

  • Kur'ân-ı Kerimde anlaşılması zor olan yerler.

kurani / kurânî

  • Kurânla ilgili, ait.

küreyvat-ı beyza

  • Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl

kurra

  • (Tekili: Kari') Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.

kurret-ül a'yun

  • Gözlerin nuru.
  • Çok sevilen ve göz aydınlığına sebeb olanlar.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kurum

  • (Tekili: Karm) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.

kurun

  • Zamanlar, devirler, büyük tarih bölümleri.

kurun-u vusta / kurun-u vustâ

  • Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılmasından, İstanbul'un Müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan zamandır. Orta asırlar.

küştegan / küştegân

  • (Tekili: Küşte) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın
  • İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.

kutb-i irşad / kutb-i irşâd

  • İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.

kutbe

  • Nişan okunun temreni.
  • Erkek ismi.
  • Nişanlara atılan ufak ok.

kutne

  • Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.

kuttan

  • (Tekili: Katın) Yerliler, oturanlar, sâkinler.

kütüb-ü imaniye ve islamiye / kütüb-ü imaniye ve islâmiye

  • İman hakikatlerini ve İslâmın temel özelliklerini anlatan kitaplar.

kütüb-ü siyer ve ehadis / kütüb-ü siyer ve ehâdis

  • Hadis ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hayatını anlatan İslâm tarihi kitapları.

kuvvad

  • Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

kuvve-i derrake / kuvve-i derrâke

  • Anlayıcı kuvvet, akıl.

kuvve-i idrakiye / kuvve-i idrâkiye

  • Anlama, kavrama gücü.

kuvve-i kudsiye

  • Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.

kuvve-i lamise / kuvve-i lâmise

  • Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.

kuvve-i müdrike

  • İdrak kuvveti. Beş duygunun, hissin zihinde duyulması, anlaşılması.

kuvve-i mümeyyize

  • İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti.
  • Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.

kuvvet-i beyan

  • Açıklamadaki, anlatımdaki güç.

kuvvet-i cezalet / kuvvet-i cezâlet

  • Kelimedeki akıcı ve düzgün anlatım gücü.

kuvvetü'z-zahr

  • Dayanak, insanların arkalarını dayadıkları güç.

kuydaş

  • Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler. (Farsça)

küzinyak

  • Bez yıkayanların tokmağı.

la ve neam / lâ ve neam

  • Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)

la yezali / lâ yezalî

  • Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.

lafz-ı manidar / lâfz-ı mânidar

  • Mânalı, anlamlı söz.

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

lağım

  • Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır.
  • Kazurat ve çirkef sularının akmasın

lahn-ı hafi / lahn-ı hafî

  • Gizli hatâ olup, ancak tecvîd ilmi ile uğraşanlar bilir.

lakane

  • Zeki ve seri anlayışlı olmak.

lakinne / lâkinne

  • İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır.

lakn

  • Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.

lamise / lâmise

  • Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.

lamüdrik / lâmüdrik

  • Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.

latife-i müdrike / lâtife-i müdrike

  • İdrâk etme duygusu, anlama ve kavrama hassesi.

lav / lâv

  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde. (Fransızca)
  • Yanardağların ve volkanların ağızlarından püsküren sıvı ateş.

layefhem / lâyefhem

  • Anlayışsız, idrakten âciz.

layu'kal / lâyu'kal

  • Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz.

layüfhem / lâyüfhem

  • Anlaşılmaz. Fehmedilmez.

lazy

  • Hiçbir dîne inanmıyanlar ile müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) azâb görecekleri, Cehennem'in altıncı tabakası.

lebik

  • Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan.
  • Zeki, anlayışlı, akıllı.

ledig / ledîg

  • Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse.

ledünniyat

  • (Tekili: Ledünn) Allah Teâlâ Hazretleri tarafından hususi vecih üzere bâtınan ihsan olunanlar.

lefaz

  • Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler.

lehviyat-ı nevmiye

  • İnsanları uyutucu zevk ve eğlenceler.

leiman

  • (Tekili: Leim) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar.

lekanet

  • Zeki ve anlayışlı olma.

lekedkub

  • Çifte yiyen. Hayvanların ayakları altında ezilen. (Farsça)

lemeat-ı i'caziye

  • İ'caza dair lem'alar. İ'caz, insanları âciz bırakma, hayrete düşürme parıltıları.

leş

  • Kendiliğinden ölen veya Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip de başka sûretle öldürülen veya Ehl-i kitâb olmayan kâfir ve mürtedlerin kestikleri yenmesi haram hayvanlar. Ölmüş hayvan.

les'

  • Yılan ve akrep gibi hayvanların sokması.

leşker-i dua / leşker-i duâ

  • Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu.

leşker-i gaza / leşker-i gazâ

  • Gazâ ordusu, savaşan askerler. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanlarını korumak için düşmanla savaşan müslümanlar.

lesu'

  • (Akrep veya yılan gibi hayvanlar) sokmuş.

levaic

  • (Tekili: Lâice) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar.

levazım / levâzım

  • Gerekli olanlar.

levazımat-ı insaniye / levâzımât-ı insaniye

  • İnsanlar için gerekli şeyler.

leym

  • İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak.
  • Salâh.
  • Bir nârenciye meyvesi.

liam

  • (Tekili: Leim) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar.

liin / liîn

  • Bostanlarda dikilen ve höyük denilen suret.

lisan-ı beliğane / lisân-ı beliğâne

  • Belâgatli dil, maksadı muhatabın hâline tam bir uygunluk içinde anlatan dil.

lisan-ı kal

  • Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili.

lisan-ı kàl

  • Söz ile anlatım.

lisan-ı kal / lisân-ı kal

  • Söz dili, sözle anlatım.

lisan-ı nas / lisan-ı nâs

  • İnsanların dili.

lisani / lisanî

  • Lisanla ilgili, dile ait.

lisanıhal / lisanıhâl

  • Hâl dili, meramını durum ve görünümüyle anlatma.

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

liva-ül hamd

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.

livaü'l-hamd / livâü'l-hamd

  • Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sancağı, kıyametten sonra Müslümanların altında toplanacakları sancak.

livaü'l-hamd-i ahmedi / livâü'l-hamd-i ahmedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bayrağı, kıyametten sonra Müslümanların altında toplanacakları sancak.

lokman hakim / lokman hakîm

  • Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et

lugat / lûgat

  • Lügat, sözlük, kelimelerin anlamlarını kısaca bildiren kitap.

lugavi / lugavî

  • Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.

lugaviyyun

  • Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler.

lühmum

  • (Çoğulu: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar.
  • Sütü çok olan deve.

lühum

  • Cömertler. İyiler. İyi insanlar.

lüsn

  • (Tekili: Lisân) Diller, lisanlar.

lüsün

  • (Tekili: Lisân) Lisânlar, diller.

lut aleyhisselam / lût aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden. Bugün Ürdün ile Filistin arasında bulunan Lût gölü yanındaki Sedûm şehri halkına peygamber olarak gönderildi. İnsanlara İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti.

lütre

  • Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. (Farsça)
  • Boşboğaz. (Farsça)

ma'dumat

  • Yok olanlar. Yokluklar.

ma'kad

  • Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.

ma'kul

  • Akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.

ma'kul ilimler / ma'kûl ilimler

  • His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

ma'mure

  • İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.

ma'na / ma'nâ

  • (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey.
  • Rüya, düş.
  • Dilemek, irade.
  • Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.

ma'na-yı harfi / ma'na-yı harfî

  • Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.

ma'na-yı örfi / ma'nâ-yı örfî / مَعْنَايِ عُرْف۪ي

  • Halkın lafızdan anladığı ma'na.

ma'nevi kuvvet / ma'nevî kuvvet

  • Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.

ma'ni / معنى

  • Anlam. (Arapça)

ma'rifet-i kamile / ma'rifet-i kâmile / مَعْرِفَتِ كَامِلَه

  • (Allahı) Kâmil bir imanla tanıma.

ma'ruz

  • Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak.
  • Arzolunmuş, arzolunan.
  • Serilmiş, yayılmış.
  • Verilmiş, sunulmuş.
  • Anlatılmış.
  • Bir şeye karşı siper alan.

ma'ruzat / ma'ruzât / مَعْرُوضَاتْ

  • (Tekili: Ma'ruz) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.
  • Arz olunanlar.

ma-fi-ha

  • İçindekiler. O şeyin içinde olanlar.

ma-vera

  • Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.

maahid

  • (Tekili: Ma'hed) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler.

maalim

  • (Tekili: Ma'lem) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler.
  • İzler. Nişanlar. Eserler.

maani / maânî / معانى

  • Mânâlar, anlamlar.
  • Anlamlar. (Arapça)

maani-i ayat / maânî-i âyât

  • Âyetlerin mânâları, anlamları.

maani-i cemile / maânî-i cemîle

  • Güzel mânâlar, anlamlar.

maani-i kudsiye / maânî-i kudsiye

  • Kutsal anlamlar.

maani-i lüğaviye / maâni-i lüğaviye

  • Lügat mânâları, kelimelerin sözlük anlamları.

maani-i medlule / maanî-i medlule

  • Anlaşılan mânâlar.

maani-i ulviye / maânî-i ulviye

  • Yüce mânâlar, anlamlar.

maarif-i gàmıza

  • Anlaşılması güç olan bilgiler.

maarik

  • (Tekili: Ma'rek ve Ma'reke) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları.

maarizu'l-kelam / maârîzu'l-kelâm

  • Sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar.

maarizü'l-kelam / maarîzü'l-kelâm

  • Kapalı mânâlar; birden fazla anlamlı kelimelerin en uzak mânâsı.

maasi / maasî / maâsi / maâsî

  • (Tekili: Ma'siyyet) Günahlar.
  • İsyanlar.
  • Âsilikler, isyanlar, günahlar.
  • Günahlar, isyanlar.
  • İsyanlar, günahlar.

maaşir-i beşer

  • İnsanoğlunun toplulukları; gelmiş geçmiş tüm insanların bulunduğu dev topluluklar.

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

madalya

  • İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça.

maddi cihad / maddî cihad

  • Din uğrunda mal ve canla mücadele.

maddiyun

  • Materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar.

maddiyunun dinsizliği

  • Materyalistlerin dinsizliği; herşeyi madde ile açıklamaya çalışanların dinsizliği.

maddiyyun / maddiyyûn

  • Maddeciler, mâneviyata inanmayanlar îmansız felsefeciler.
  • Maddenin ezelî ve ebedî olduğuna inananlar, materyalistler.
  • (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.
  • Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar, maddeciler.

madumat / mâdûmât

  • Yok olanlar.

maglata-i şeytaniye

  • İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.

magrukin / magrukîn

  • (Tekili: Mağruk) Suda Boğulanlar.

mahabis

  • (Tekili: Mahbes) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.
  • (Tekili: Mahbus) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar.

mahalib

  • (Tekili: Mahleb) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.

mahall / mahâll

  • (Tekili: Mahall) Yerler. Mekânlar.

maharim

  • (Tekili: Mahrem) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler.

mahbub-u bilhak

  • Gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahbub-u can

  • Bütün insanların ve derece olarak yüksek makamlarda olan zâtların sevgilisi.

mahbub-u hakiki / mahbûb-u hakikî

  • Sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah.

mahbub-u ins ü can / mahbub-u ins ü cân

  • Cinlerin ve insanların sevgilisi.

mahbub-u zülkemal / mahbub-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi olan ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahbusin / mahbusîn

  • (Tekili: Mahbus) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.
  • Hapsedilmiş olanlar, tutuklular.

mahcuc

  • Kasdolunmuş olan.
  • Çok gidilip gelinen.
  • Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan.
  • Mekke-i Mükerreme'nin bir adı.
  • Kendi yerine hacca gidilmiş olan.

mahfiyat / mahfîyât

  • Gizlilikler, gizli olanlar.

mahfuz liman

  • Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.

mahfuzat / mahfûzât

  • Hafızada olanlar, ezberler.
  • Hafızadakiler, korunanlar.

mahiyet-i beşeriye

  • İnsanların yapısında bulunan temel özellik.

mahkeme-i kübra / mahkeme-i kübrâ

  • Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer.
  • En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.

mahkeme-i kübra-yı haşir / mahkeme-i kübrâ-yı haşir

  • Haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme.

mahki / mahkî

  • Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan.

mahkiyun anh / mahkîyun anh

  • Anlatılan, söz konusu olan; hikâyenin konusu olan şey, kimse.

mahkiyyun anh

  • Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan.

mahleb

  • (Çoğulu: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi.

mahlukat / mahlûkât

  • Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahşer

  • Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı.
  • Çok kalabalık.

mahsubat / mahsubât

  • (Tekili: Mahsub) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler.

mahsul

  • Husul bulan. Hâsıl olan.
  • Elde edilen şeyler.
  • Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey.

mahsulat / mahsulât

  • (Tekili: Mahsul) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri.

mahsulat-ı fikriye / mahsulât-ı fikriye

  • Fikir ve düşüncelerle ortaya konulanlar; düşünce ürünleri.

mahsur

  • Ferde özel, belli bir alanla sınırlanmış.

mahsusat

  • Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)

mahv

  • Yok etme, ortadan kaldırma.
  • Beşerî noksanlardan kurtulma hali.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

mahz-ı adalet

  • Tam anlamıyla adalet.

mahz-ı rahmet

  • Tam anlamıyla rahmet.

mahzurat

  • Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.

maiyyet-i seniyye

  • Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar.

makam-ı ibrahim / makâm-ı ibrâhim

  • Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

makavil

  • Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.

makbulin / makbûlîn

  • Makbul sayılanlar.

makdurat

  • (Tekili: Makdur) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler.

makhurane

  • Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.

maktulin / maktulîn

  • (Tekili: Maktul) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler.

makulat / mâkûlât

  • Akla uygun olanlar, akılla ilgili bulunanlar.

mal

  • "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) (Farsça)

malayani / mâlâyâni

  • Anlamsız, faydasız.

malayaniyat / mâlâyâniyât

  • Kişiyi ilgilendirmeyen şeyler; boş, anlamsız şeyler.

malayaniyat-ı rezile / mâlâyâniyât-ı rezile

  • Anlamsız, boş, kötü ve çirkin şeyler (mâ-lâ).

malum / malûm / معلوم

  • Bilinen. (Arapça)
  • Malûm olmak: Anlaşılmak, bilinmek. (Arapça)

malum-u alileri / malûm-u âlîleri

  • "Yüce şahsiyetinizin bildiği gibi" anlamında bir saygı ifadesi.

malum-u fazılane / mâlûm-u fâzılâne

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir ifade.

malum-u fazılaneleri / malûm-u fâzılâneleri

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir saygı ifadesi.

mana / mânâ / معنى

  • Anlam.
  • İçyüz.
  • Akla yakın sebep.
  • Rüya, düş.
  • Anlam.
  • Anlam, öz.
  • Anlam. (Arapça)
  • Manalandırmak: Anlam kazandırmak. (Arapça)

mana mertebeleri

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.

mana-yı asli / mânâ-yı aslî

  • Asıl anlam, kelimenin kendi anlamı.

mana-yı asliye / mânâ-yı asliye

  • Asıl anlam, kelimenin kendi anlamı.

mana-yı ayet / mânâ-yı âyet

  • Kur'ân'ın her bir cümlesinin ifade ettiği anlam.

mana-yı dindar / mânâ-yı dindar

  • Dindar anlamda.

mana-yı dindar cumhuriyeti / mânâ-yı dindar cumhuriyeti

  • Dindar Cumhuriyetin özü, gerçek anlamı.

mana-yı hakiki ve mecazi / mânâ-yı hakikî ve mecazî

  • Gerçek ve mecazî anlam.

mana-yı hilafet / mânâ-yı hilâfet

  • Hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı.

mana-yı lügavi / mânâ-yı lügavî

  • Lûgat, sözlük anlamı.

mana-yı maddi / mânâ-yı maddî

  • Maddî anlam.

mana-yı maksud / mânâ-yı maksud

  • Kastedilen mânâ, anlam.

mana-yı maksut / mânâ-yı maksut

  • Kastedilen anlam.

mana-yı meşrutiyet / mânâ-yı meşrutiyet

  • Meşrutiyetin anlamı özü.

mana-yı örfi-i şer'i / mânâ-yı örfî-i şer'î

  • İslâm şeriatınca yaygın olarak kabul edilen anlam.

mana-yı sarihi / mânâ-yı sarîhî

  • Kur'ân'ın mânâ tabakalarından biri, açıkça anlaşılan mânâ.

mana-yı şerif / mânâ-yı şerif

  • Değerli ve şerefli anlam.

mana-yı zahiri / mânâ-yı zâhirî

  • Bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

mana-yı zaruri / mânâ-yı zarurî

  • Zarurî olarak anlaşılan mânâ.

manalı / mânâlı

  • Anlamlı.

manasıyla / mânâsıyla

  • Anlamıyla.

manasız / mânâsız

  • Anlamsız.

manay-ı melaike / mânây-ı melâike

  • "Melekler" mânâsı, "melek" anlamı.

manay-ı muradi / mânây-ı murâdî

  • Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

manay-ı zahiri / mânây-ı zâhirî

  • Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

mandıra

  • yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.

manen / mânen

  • Mânâca, anlamca.

manevi / manevî / معنوی

  • Anlam ile ilgili. (Arapça)
  • Ruh ile ilgili. (Arapça)

maneviyyat

  • Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet.

maneviyyun

  • Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.

manidar / mânidar / mânidâr / معنى دار

  • Mânâlı, anlamlı.
  • Anlamlı.
  • Anlamlı. (Arapça - Farsça)

manidarane / mânidarâne / mânidârâne

  • Anlamlı bir şekilde.
  • Anlamlıca.

manidarlık / mânidarlık

  • Anlamlılık.

mansubin / mansubîn

  • (Tekili: Mansub) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar.

mansus

  • Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş.
  • Kur'anda açıkça anlatılmış.

mantıki kıraet / mantıkî kırâet

  • Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

mantıkiyyun

  • Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri.

manzara-i hayal

  • Hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara.

maran

  • (Tekili: Mâr) Yılanlar. (Farsça)

maraz-ı ihtilaf / maraz-ı ihtilâf

  • Anlaşmazlığa düşme hastalığı.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

maruz / mâruz

  • Arzolunan, verilen, anlatılan, karşı karşıya kalan.

maruzat / mâruzât / معروضات

  • Anlatılanlar.
  • Sunulanlar, arzedilecek şeyler. (Arapça)

marziyat

  • Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

masari'

  • (Tekili: Mısrâ') Mısrâlar.
  • (Masra') Güreş meydanları.

masarif

  • (Tekili: Masruf) Harcananlar, sarfolunanlar.
  • Sarfolunanlar, harcananlar.

masiva / mâsiva

  • Bir şeyden başka olanların hepsi.
  • Dünya ile ilgili olan şeyler.
  • Allah'tan başka her şey.

masnuat / masnûât / مَصْنُوعَاتْ

  • San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
  • San'atla yapılanlar.

mataya

  • (Tekili: Matiyye) Binek hayvanları.

matbuat / matbûât

  • Basın, basılanlar.

matla'ların ihtilafı / matla'ların ihtilâfı

  • Doğuş yeri ve zamanlarının farklılığı.

matrudin / matrudîn

  • Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar.

maturidi / maturidî

  • Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile redd

matüridi / mâtürîdî

  • Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
  • Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

matviyyat / matviyyât

  • Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.

mavna

  • Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.

mayu'kal

  • Anlaşılır.

mazarr

  • Zararlar, ziyanlar. Mazarrât.

mazarrat

  • Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.

mazarrat-ı azime / mazarrat-ı azîme

  • Büyük zararlar, ziyanlar.

mazbata

  • Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.

mazhar-ı ilham / mazhar-ı ilhâm

  • Kendine ilhâm olunan. (Arı, hayvan ve insanlara olduğu gibi) Kalbine ilhâm gelen zât.

mazi-i nakli / mazi-i naklî

  • Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi.

mazi-i şuhudi / mazi-i şuhudî

  • Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası, kipi. "Nuri geldi" gibi.

maziyat / mâziyât

  • Geçmişler. Geçen zamanlar.
  • Geçmiş zamanlar.

mazlumin / mazlûmîn

  • Zulme uğrayanlar.

mazmun

  • İnce anlamlı söz.
  • Mânâ, anlam içeriği.

maznunin / maznunîn

  • (Tekili: Maznun) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler.

mazrufat / mazrufât

  • (Tekili: Mazruf) Zarflı olanlar.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'huzat / me'huzât

  • Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı.

me's

  • İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.

meal / meâl / مآل

  • Anlam, kavram.
  • Anlam, mânâ.
  • Sözün kısaca anlamı.
  • Anlam. (Arapça)

mealen / meâlen

  • Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre.

mealperver

  • Mânâlı. (Farsça)
  • Mâna anlatan. (Farsça)

meani / meânî

  • Anlamlar.

measi / meâsi / meâsî / معاصى

  • İsyanlar, günahlar.
  • Günahlar, isyanlar.
  • İsyanlar. (Arapça)
  • Günahlar. (Arapça)

measir

  • (Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.

measir-i bergüzide

  • Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.

mebsut

  • Açılmış. Yayılmış. Serilmiş.
  • Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış.

mebsutan

  • Etraflıca anlatılmış olarak.

mecamir

  • (Tekili: Micmer) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar.

mecazen

  • Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.

mecazib

  • (Tekili: Meczub) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.

meclis-i vükela / meclis-i vükelâ

  • Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı.

mecma-ı nas / mecma-ı nâs

  • İnsanların toplandığı yer.

mecnun

  • Deli. Çılgın.
  • İnsanlara çok hususta uymayan.
  • Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık.

mecruhin / mecruhîn

  • (Tekili: Mecruh) Yaralılar. Yaralanmış olanlar.

mecusi

  • Ateşe tapanlara verilen ad.

mecusiyan / mecusiyân

  • (Tekili: Mecusi) Mecusiler. Ateşe tapanlar.

meczubin / meczubîn

  • (Tekili: Meczub) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar.

med'uvvin / med'uvvîn

  • (Tekili: Med'uvv) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar.

medain

  • (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler.
  • Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılm

medar-ı ihtilaf / medar-ı ihtilâf

  • Anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi.

medar-ı müheyyic / medâr-ı müheyyic / مَدَارِ مُهَيِّجْ

  • Heyecanlandıran sebeb.

medeniler

  • Şehirliler, uygar olanlar.

medeniyet-i faside

  • Bozuk olan; insanları ve toplumları ifsad eden Batı medeniyeti.

medeniyet-i islamiye / medeniyet-i islâmiye

  • İslâm medeniyeti, Müslümanların kurdukları medeniyet.

medeniyet-i sefihe

  • İnsanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti.

medfuat

  • (Tekili: Medfu') Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar.
  • Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.

medh

  • Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.

medlul / medlûl

  • Delâlet olunan. Gösterilen.
  • Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
  • Delil getirilmiş şey.
  • Delalet olunan, gösterilen.
  • Bir kelimeden veya bir işaretten anlaşılan.
  • Mânâ, anlam, işaret edilmiş olan.
  • Kendisine delil getirilen, mânâ, anlatılan.

medrese-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân'a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

medruk

  • Anlaşılmış, derk olunmuş.

mefahim / mefâhim

  • Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
  • Mefhumlar, anlaşılan şeyler; kavramlar.

mefahim-i mütefavite / mefâhim-i mütefavite

  • Birbirinden farklı anlayışlar.

mefatir

  • (Tekili: Muftır) Oruç açanlar, iftar edenler.

mefhum / مفهوم

  • Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
  • Anlayış, mânâ, ifade.
  • Anlaşılmış.
  • Sözden çıkarılan mânâ, kavram.
  • Kavram. (Arapça)
  • Mefhûm olmak: Anlaşılmak. (Arapça)

mefhum-u işari / mefhûm-u işârî / مَفْهُومُ اِشَار۪ي

  • İşaretle anlatılan ma'nâ.

mefhum-u muhalif

  • Bir sözün ters mânâsı, zıt anlam.

mefhum-u muhālif / mefhûm-u muhālif / مَفْهُومُ مُخَالِفْ

  • Sözden anlaşılan ma'nanın zıddı.

mefhum-u muvafık / mefhûm-u muvâfık / مَفْهُومُ مُوَافِقْ

  • Doğrudan anlaşılan mânâ.
  • Sözden anlaşılan ma'na.

mefhum-u sarih

  • Açık anlam.

meh-ruyan

  • Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. (Farsça)
  • Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar. (Farsça)

mehdi / mehdî

  • Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bü
  • Âhirzamanda gelip insanları hak dine sevk edecek ve Müslümanların yenilemeye sebep zât.

mehenk

  • Ölçü. Miyar.
  • Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.

mehter

  • (Mih-ter) Daha büyük. (Farsça)
  • Reis. (Farsça)
  • Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. (Farsça)
  • Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. (Farsça)
  • Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. (Farsça)
  • Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. (Farsça)
  • At uşağı.(Farsça)

meka

  • (Çoğulu: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar.
  • Canavarların inleri ve yatakları.

mekandan münezzeh / mekândan münezzeh

  • Yerle ve mekânla sınırlı olmayan.

mekani / mekânî

  • Mekânla ilgili.

mekare / mekâre

  • Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı.
  • Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli

mekarib / mekârib

  • (Tekili: Mikreb) Çift sürülen sabanlar.

mekke-i mükerreme

  • Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

mektub-u samedani / mektub-u samedanî / mektub-u samedânî

  • Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.
  • Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san'atı anlatan eser.

melahif

  • (Tekili: Milhaf ve Milhafe) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar.

melahime / melâhime

  • Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları anlatan kitablar. Harb târihi.

melain

  • (Tekili: Mel'un) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar.

melamet-zedegan / melamet-zedegân

  • (Tekili: Melametzede) Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar. (Farsça)

melamiyyun

  • (Tekili: Melamî) Melamî tarikatından olanlar.

melazib

  • (Tekili: Milzâb) Çok tamahkâr ve cimri olanlar.

melek-i siyanet / melek-i siyânet

  • Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek.

melek-ül mevt

  • İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.)

meleke

  • Zihnin anlama, kavrama, hatırlama gibi özellikleri, tekrar tekrar yapmaktan dolayı kazanılan beceri.

melekutiyan / melekutiyân

  • Melekut âleminden olanlar.

melhufan / melhufân

  • (Tekili: Melhuf) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler.
  • Hasrette kalanlar.

mellahan

  • (Tekili: Mellâh) Kaptanlar, denizciler, gemiciler.

mellahin / mellahîn

  • (Tekili: Mellâh) Denizciler, gemiciler, kaptanlar.

menahi / menâhî

  • Yasaklananlar.

menasik / menâsik

  • Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur.

menasim

  • (Tekili: Mensim) Yollar, tarikler, meslekler.
  • Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.

menaşir

  • (Tekili: Minşâr) Testereler.
  • (Menşur) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları.
  • Mat: Prizmalar.

menazil

  • Menziller; yerler, mekânlar.

mendub

  • Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab.
  • İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.

menea

  • (Tekili: Mâni) Engeller, mâniler, özürler.
  • Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar.
  • Kuvvet ve cemâat.

menhiyat

  • Yasaklananlar.

menhiyyat

  • Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.

menhus

  • Kuyruğunun yanları uyuz olan deve.

menkul / منقول

  • Anlatılan, taşınabilen.
  • Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen.
  • Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen.
  • Anlatılan.
  • Nakledilen, anlatılan.
  • Nakledilen. (Arapça)
  • Anlatılan, rivayet edilen. (Arapça)

menkulat / menkulât

  • Taşınanlar, anlatılanlar.

menkus

  • (Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan.

mennan / mennân

  • Kullarına bol nimet ve ihsanlarda bulunan Allah.

mensubat / mensubât

  • (Tekili: Mensub) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları.

mensubin / mensubîn

  • (Tekili: Mensub) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları.
  • Mensup olanlar, bağlı olanlar.

mensucat / mensûcât

  • Dokunanlar.

menşur

  • (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
  • İşleri dağınık. Perişan.
  • Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
  • Bayrak.
  • Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b

mer'a

  • Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak.
  • Hayvanların otladığı yer, otlak, çayır.

meram / merâm / مرام

  • Amaç, anlatılmak istenen şey. (Arapça)

merasi / merasî

  • (Tekili: Mersâ) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler.

meratib-i nisbiye

  • Göreceli olan mertebeler, başkalarına oranla ortaya çıkan dereceler.

merc

  • (Merec) Katıştırmak.
  • Kararsızlık.
  • Iztırab.
  • Bozulmak.
  • Boşa gitmek.
  • Serbest bırakmak, salıvermek.
  • Hayvanların salındığı otlak.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

merdan

  • (Tekili: Merd) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler.

merdud-üş şehadet / merdud-üş şehâdet

  • Şahitlikleri kabul edilmiyenler.
  • Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.

merdüm-azar

  • İnsanları inciten. Halka eziyet veren. (Farsça)

merdum-girizane / merdum-girîzâne

  • İnsanlardan sıkılarak, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyerek.

merdüman

  • (Tekili: Merdüm) İnsanlar, kişiler, adamlar. (Farsça)

merdümgiriz / مرمگریز

  • İnsanlardan sıkılan, yalnızlığı seven.
  • İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.
  • İnsanlardan kaçan. (Farsça)

merdümgirizlik

  • İnsanlardan sıkılganlık, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteme hâli.

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.

mermuz

  • (Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.
  • Remz edilen; işaret ve remz ile anlatılan, şifreli.

mermuzat

  • (Tekili: Mermuz) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler.

mermuze

  • (Çoğulu: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler.
  • Dolaylı anlatılan.

mersiye

  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.

mertebe-i rıza / mertebe-i rızâ

  • Allah'tan gelen herşeye razı olanların mertebesi.

mervi / mervî

  • Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen.
  • Rivayet edilen, anlatılan.

mesafih

  • Sahife haline getirilmiş şeyler, kitaplar.
  • Mushaflar, Kur'ânlar.

meşahid

  • Meşhedler. Şehidlikler.
  • İnsanların toplanacağı yerler.

mesahif / mesâhif

  • Sahifeler. Kitap sahifeleri.
  • Kur'anlar. Mushaflar.
  • Mushaflar, Kurânlar.

meşahir / meşahîr

  • Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.

meşahir-i insaniye / meşâhir-i insaniye

  • İnsanların meşhurları, ünlü kişiler.

mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilafiye / mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilâfiye

  • İhtilaf konusu olan, hakkında farklı görüş belirtilebilen cüz'î (bireylerle ilgili) ve fer'î (imanla ilgili olmayan, amellerle ilgili) meseleler.

mesail-i imaniye / mesâil-i imâniye

  • İmanla ilgili meseleler.

mesakin / mesakîn

  • (Tekili: Miskin) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler.
  • Oturanlar.

meşarib / meşârib

  • Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar.
  • Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar.
  • Su içecek şeyler. Maşrabalar.
  • Köşkler.
  • Meşrepler, anlayışlar, gidişatlar.

mesbaa

  • Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer.

mescid

  • Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.

mesele-i gàmıza

  • Anlaşılması zor mesele.

mesele-i imaniye ve kur'aniye / mesele-i imâniye ve kur'âniye

  • İmanla ve Kur'ân'la ilgili mesele.

meşhed

  • Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer.
  • İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer.
  • Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer.
  • İranda bir şehir adı.

mesihiyyun

  • Hristiyanlar.

meskun

  • İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer.

meslek-i ehl-i sünnet

  • Hz. Muhammed'in sünnetine uyan, onun yolundan giden Müslümanların mesleği, takip ettikleri yol.

meslub-üş şuur

  • Anlayışsız, idraksiz, şuursuz.

mesmuat / mesmuât / mesmûât / mesmûat / مسموعات

  • İşitilenler, duyulanlar.
  • İşitilenler. Duyulanlar.
  • İşitilenler, duyulanlar.
  • Duyulanlar, işitilenler. (Arapça)

meşruh

  • Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.

meşruhat / meşrûhât

  • Açıklananlar.

meşşaiyyun

  • Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.

meşveret

  • Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi.

meta-ul gurur

  • Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.

metafizik

  • Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.

metali / metâlî

  • Güneş ve ayın doğduğu yerler ve zamanlar.

metali'

  • Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler.
  • Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzeri

metalib-i seb'a / metâlib-i seb'a

  • Yedi istek; 31 Mart Hâdisesinde ayaklananların yedi isteği.

metrukat / metrûkat / متروكات

  • Miras olarak bırakılanlar, geride bırakılanlar. (Arapça)

mevadd-ı vahiye / mevadd-ı vâhiye

  • Boş, saçma şeyler, anlamsız maddeler.

mevahib / mevâhib

  • Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler.
  • Karşılıksız verilenler, ihsanlar.

mevaid

  • (Tekili: Mev'ud ve Miad) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar.

mevalid-i selase / mevâlid-i selâse

  • Üç çocuk; dört unsurun (su, hava, toprak, güneş) birleşiminden meydana gelen madenler, bitkiler ve hayvanlar.

mevani'

  • Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar.

mevaşi / mevâşi

  • Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar.
  • Davar ve mal gibi hayvanlar (koyun, keçi, öküz, inek...)

mevasik

  • Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.

mevazin / mevâzin

  • (Tekili: Mizan) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.
  • Mizanlar, ölçüler.

mevcudat / mevcûdât / مَوْجُودَاتْ

  • Var olanlar.

mevcudat mektubatı

  • Varlık mektupları; Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san'atı anlatan eserler.

mevcudat-ı hāriciye / mevcûdât-ı hāriciye / مَوْجُودَاتِ خَارِجِيَه

  • Allah'ın kudret ve iradesiyle var olanlar.

mevhubat

  • (Tekili: Mevhub) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler.

mevleviler / mevlevîler

  • Mevlevî tarikatına bağlı olanlar.

mevlid

  • Doğma. Dünyaya gelme.
  • Doğulan yer veya zaman.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume.
  • Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.

mevlid-i nebevi / mevlid-i nebevî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu anlatan manzum eser.

mevlid-i şerif

  • Süleyman Çelebinin yazdığı, Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu ve hayatını anlatan manzum eser.

mevludat

  • (Tekili: Mevlud) Belirli bir zaman içinde doğanlar.

mevr

  • Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
  • Suyun yeryüzüne yayılması.
  • Hayvanlardan yün almak.
  • Yol, tarik.
  • Toz, gubar.
  • Rücu etmek, döndürmek.

mevsuf / mevsûf

  • Nitelenen; imanla nitelenen mü'min kimseler.

mevsum

  • (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış.
  • Ad verilmiş, isimlendirilmiş.

mevzuat-ı beşer

  • İnsanların koyup kabul ettikleri hükümler ve kanunlar.

meyadin / meyâdin

  • (Tekili: Meydan) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.
  • Meydanlar.

meyadin-i harb

  • Savaş meydanları. Muhârebe alanları.

meydan-ı münakaşat / meydan-ı münakaşât

  • Tartışma ve anlaşmazlıkların alanı, sahası.

meyl-i incizab

  • Kendisi gibi olanlara yaklaşma eğilimi, çekici olma.

meyl-i tahakküm

  • İnsanları zorla hâkimiyeti altına alma meyli, eğilimi.

meyyit-i müteharrik

  • Hareket halindeki ölü.
  • Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara söylenir.

mezahir

  • Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.

mezamir

  • (Tekili: Mızmar) Koşu meydanları.

mezari'

  • (Tekili: Mezraa) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.

mezbaha

  • Hayvanları kesecek yer.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve
  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

mezheb-i selef / مَذْهَبِ سَلَفْ

  • Hicri ilk üç asırdaki salih insanların yolu.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mezr

  • (Mezra) Zarif adam.
  • Bir kimseye düşmanlık etmek.
  • Parmakla çimdiklemek.
  • Su kırbasını tamamen doldurmak.
  • Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek.

mi'de

  • (Çoğulu: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.

mi'mar

  • İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis.

mihaniki kıraet / mihanikî kıraet

  • Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.

mihenk

  • Mihenk taşı, denek taşı; birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
  • (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti.
  • Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.

mihmandar-ı kerim

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.).
  • Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)

mihrimah

  • Güneş ile ayın beraber olması anlamına gelen isimdir.

millet

  • Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk.
  • Bir sülâleden gelenlerin hepsi.
  • Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi.
  • Aynı dinden olanlar topluluğu.

millet-i beyza

  • Bütün Müslümanlar.

millet-i islam / millet-i islâm

  • İslâm milleti; Müslümanlar.

millet-i merhume

  • Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.)

mim'siz medeniyet

  • Deniyet, ahlâksızlık, alçaklık; Arapça'da medeniyet kelimesinden "mim" harfi atılınca geriye alçaklık anlamında "deniyet" kelimesi kalır.

mim'siz medeniyetperest

  • Rezil ve aşağılık şeyleri hayat tarzı olarak kabul edip bağlananlar.

min-el mühlikat

  • Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan.

minnetkeşan / minnetkeşân

  • (Tekili: Minnetkeş) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler.

miremme

  • Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

mirkat-ı cennet

  • Cenneti kazanmaya ve yükselmeye vesile olan anlamında Cennet merdiveni.

mirza

  • Reis. Bey.
  • Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde.
  • Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.

misak

  • Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.
  • Sözleşme, anlaşma.

misbahü'l-iman

  • İman lâmbası anlamında Asâ-yı Mûsâ'nın ikinci bölümüne verilen ad.

misma'

  • (Çoğulu: Mesâmi') (Sem'den) Kulak.
  • Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.

mısra-ı manidar / mısra-ı mânidâr

  • Nükteli, ince anlamlı mısra.

mişvargah / mişvargâh

  • Gösteri yeri. (Farsça)
  • Pehlivanların güreştikleri saha. (Farsça)
  • At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan. (Farsça)

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

miyani / miyanî

  • (Tekili: Minâ) Limanlar.

miyar

  • Ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.

mizah

  • Şaka, lâtife.
  • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)

mizan / mîzân

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
  • Terâzi, ölçü âleti.
  • Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi.

mizbanan / mizbanân

  • (Tekili: Mizban) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.

moğol

  • Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı tarafla

mu'amelat / mu'âmelât

  • İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.

mu'amma / mu'ammâ

  • Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
  • Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.

mu'aşeret / mu'âşeret

  • İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar.

mu'cizat mecmuası / mu'cizât mecmuası

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu'cizelerin anlatıldığı kitap; On Dokuzuncu Mektup ve Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı ahmediye / mu'cizât-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m) gösterdiği mu'cizeleri anlatan, Mektubat'ta yer alan On Dokuzuncu Mektup.

mu'cizat-ı kur'aniye ve ahmediye / mu'cizât-ı kur'âniye ve ahmediye

  • Kur'ân'ın ve Peygamber Efendimizin mu'cizelerinin anlatıldığı risaleler.

mu'cizbeyan

  • Açıklama ve anlatış tarzı mu'cize olan.
  • Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim. (Farsça)

mu'cize

  • İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise.
  • Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.

mu'cizegu / mu'cizegû / معجزه گو

  • Mucizeler anlatan. (Arapça - Farsça)
  • Mucize gibi söyleyen. (Arapça - Farsça)

mü'min-i gayr-ı müslim

  • Müslüman olmadığı halde mü'min gibi bazı imanî değerlere sahip olanlar.

mü'minin / mü'minîn

  • İman edenler; Allah'a ve Onun peygamberlerle gönderdiği şeylere inananlar.

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

mu'tekifin / mu'tekifîn

  • (Tekili: Mu'tekif) İtikâfa çekilmiş olanlar.

mü'temer

  • Anlaşma için yapılan toplantı. Kongre.

mu'terif

  • İtiraf eden. Kendi noksan ve kabahatlerini kabul edip anlatan ve söyleyen.

mu'terr

  • Pek fakir olduğu hâlde dilenmeyip lisân-ı hâl ile durumunu anlatan kimse.

mu-şikafan / mu-şikâfan

  • (Tekili: Mu-şikâf) İnceden inceye araştıranlar.

muabbirin / muabbirîn

  • (Tekili: Muabbir) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muahede / muâhede / مُعَاهَدهَ

  • Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
  • Anlaşma.

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

muahid / muâhid

  • Antlaşma yapanlardan her biri.
  • İslâm hükümetine bir para ödeyerek kendini himaye ettiren hıristiyan veya bir başka dinden kimse.
  • Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri.
  • İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim.
  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muakade

  • (Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma.

muakkad

  • İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz.
  • Ukdeli, düğümlü.

muakkibin / muakkibîn

  • Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.

mualleka

  • (Çoğulu: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar.
  • Kocası kaybolan kadın.
  • İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.

muallekat / muallekât

  • Asılanlar.

muallim-i hakaik

  • Gerçekleri anlatan öğretmen.

muallim-i hikmet

  • Hikmet öğretmeni; varlıklardaki hikmetleri, gaye ve sırları insanlara ders veren öğretmen.

muamelat

  • İnsanların birbirine karşı tutum ve davranışları.
  • Resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.

muamma / muammâ / مُعَمَّا

  • (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
  • Bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.
  • Anlaşılması ve çözülmesi güç şey.
  • Anlaşılması zor şey.

muamma-alud / muammâ-âlûd

  • Anlaşılması zor ve karışık.

muamma-yı hilkat / muammâ-yı hilkat / مُعَمَّايِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın anlaşılması zor olan sırrı.

muamma-yı müşkilküşa / muammâ-yı müşkilküşâ

  • Anlaşılması zor mesele.

muamma-yı tılsım / muammâ-yı tılsım

  • Anlaşılması zor sır; gizli mânâlar.

muarref

  • Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen.
  • Gr: Harf-i târifli kelime.
  • Mat: Sınırlı. Hududlu.

muarrif

  • Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.

muaşeret / muâşeret

  • Birlikte yaşanılanlar.
  • Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
  • İnsanlarla birlikte yaşayıp iyi geçinmek, insanların içine girme.

muasır / muâsır / مُعَاصِرْ

  • Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
  • Aynı asırda yaşayanlar.

muasırin / muasırîn

  • (Tekili: Muasır) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar.

muavaza / muâvaza

  • İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.

mübahele / mübâhele

  • Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve

mübahis

  • (Çoğulu: Mübahisîn) (Bahs. dan) Bir mes'ele hususunda konuşanlar.

mübahisin / mübahisîn

  • (Tekili: Mübâhis) Mübahisler. Bir mes'ele hususunda konuşanlar.

mübarat

  • Bir kimsenin iş ortağından veya karısından, anlaşarak ayrılması.

mübezzirin / mübezzirîn

  • (Tekili: Mübezzir) İsraf edenler. Lüzumsuz harcıyanlar.
  • Çok ve lüzumsuz konuşanlar.

mübhem-ül meal / mübhem-ül meâl

  • Mânâsı ve meâli anlaşılmayan.

mübhemiyet

  • Belirsizlik, anlaşılmazlık.

mübtediyan

  • (Tekili: Mübtedi) Acemiler. Bir işe yeni başlayanlar.

mücahede-i a'da / mücahede-i a'dâ

  • Düşmanla savaş.

mücahid / mücâhid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz
  • Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.

mücahidin / mücahidîn / mücâhidîn

  • (Tekili: Mücahid) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çalışan, çarpışanlar.
  • Din için savaşanlar, çalışanlar.

mücanebet

  • Sakınma. Çekinme. İnsanlardan uzağa bir tarafa çekilme.

müceddid

  • Yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.

müceddidin / müceddidîn

  • (Tekili: Müceddid) Müceddidler. Yenilik yapanlar.

müceddidiyye

  • Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

mücehhez

  • Noksanları tamamlanarak hazırlanmış, lüzumu olan silâh ve sair şeylerle donanmış. Cihazlanmış.

mücerreban / mücerrebân

  • (Tekili: Mücerreb) Denenmiş ve tecrübe olunmuşlar. Sınanmış olanlar.

mücerriban / mücerribân

  • (Tekili: Mücerribîn) (Mücerrib) Deneyenler, sınayanlar, tecrübe edenler.

mücessem lafz-ı manidar / mücessem lâfz-ı mânidâr

  • Cisimleşmiş, bir kimlik kazanmış anlamlı lâfız.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mucize / mûcize

  • İnsanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü iş.
  • İnsanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü şey.
  • İnsanların yapamadığı harikalar.

mücmel

  • Kısa ve az sözle anlatılmış, öz. Kapalı ifade. (Çoğulu) Mücmelat.
  • Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).

mücun

  • (Çoğulu: Meccân) Kim olursa olsun kayırmamak.
  • İnsanların sözünden hazer etmeyip derdi olmamak.

müczil-el ataya / müczil-el atâyâ

  • Hediye ve ihsanlarını çok çok veren. İhsanlarını çoğaltan.

müdafiin / müdafiîn

  • (Tekili: Müdafi') Müdafaa edenler, savunanlar, koruyanlar.

müdahilan

  • (Tekili: Müdahil) Karışanlar. Müdahil olanlar.

müdahilin / müdahilîn

  • (Tekili: Müdahil) Müdahil olanlar, karışanlar, dâhil olan kimseler.

mudarebe şirketi / mudârebe şirketi

  • Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.

müdavimin / müdavimîn

  • (Tekili: Müdavim) Müdavimler. Bir yere devamlı olarak gidip gelenler. Bir yere devam edenler. Bir işe aralıksız olarak çalışanlar.

müdebbirat / müdebbirât

  • Müdebbirler, tedbir ve idarede vazifeli olanlar.
  • Melekler.

müdekkikin / müdekkikîn

  • (Tekili: Müdekkik) İnceden inceye araştıranlar, tedkik edenler.

mudga

  • Et parçası; embriyo; döllenmiş hücrenin, bütün organlar oluşuncaya kadar geçirdiği dönem.

müdir / müdîr

  • (Müdür) İdâre eden. Çeviren bakan.
  • İdareden anlayan.
  • İdare memuru. Bir dairede memurların başı.
  • Nâhiye merkezinin idare memuru.
  • İdare eden, çeviren, idareden anlayan, direktör.

müdrik

  • Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı.
  • Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
  • İdrak eden, kavrayan, anlayan.
  • Anlayan, kavrayan.

müdrike

  • İdrak kuvveti. Akıl. Anlama kabiliyeti.
  • İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet.
  • Anlama kabiliyeti.

müedda

  • (Edâ. dan) Mânâ, anlam, mefhum, kavram.
  • Eda olunmuş.

müellefat

  • Te'lif olunmuş olanlar. Yazılmış eserler.

müellefe-i kulub / müellefe-i kulûb

  • Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı

müellefe-i kulüb

  • Peygamberimiz zamanında kalpleri İslâm'a ısındırılmak için iltifat görmüş olanlar.

müellifin / müellifîn

  • Kitap yazanlar; yazarlar.
  • (Tekili: Müellif) (Ülfet. den) Kitap yazanlar, eser sâhipleri. Te'lif edenler.

müessesat / müessesât

  • (Tekili: Müessese) Müesseseler. Kurumlar, kuruluşlar.
  • Yapılmış olanlar. Binalar. Daireler.

müessisin / müessisîn

  • (Tekili: Müessis) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.

müezzinin / müezzinîn

  • (Tekili: Müezzin) (Ezan. dan) Müezzinler. Ezan okuyanlar.

müfad

  • Anlatılan anlam.

müfaheme

  • (Fehm. den) Anlaşma.

mufassal

  • Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
  • Tafsilatla, uzun uzun anlatılan, ayrıntılı.

mufassalan

  • Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.

müfehhim

  • Tefhim eden. Anlatan, idrak ettiren.

müfehhimane / müfehhimâne

  • Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde. (Farsça)
  • Anlayarak.
  • Anlatarak.

müfessir

  • Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen, kasdedilen mânâyı anlayan âlim.
  • Tefsir eden, izah eden. Anlayabildiği mânayı söyleyen ve yazan.
  • Kur'an-ı Kerim'i tefsir edebilmek salahiyetini hâiz olan, âlim, fâzıl ve kuvve-i kudsiye sahibi zât.

müfessirin / müfessirîn

  • Kur'an-ı Kerim'in mânasını hakkıyla anlayıp tefsir edebilen, ilmi ile âmil, kâmil ve sâlih muhakkikler.
  • Müfessirler, Kuranı açıklayıp yorumlayanlar.

müfettiş

  • Teftiş eden, tetkik ve tahkik ile kusur ve iyilikleri görüp anlayan ve lüzumlu merci'lere bildiren.
  • Araştıran.

müfid / müfîd

  • İfâde eden, meramı güzel anlatan.
  • Mânalı, mânidâr.
  • Faydalı, faydayı mucib olan.
  • Mütâlâsından istifade olunan.

müflihin / müflihîn

  • (Tekili: Müflih) Selâmete çıkanlar, kurtulanlar, felâha erenler.

müflihun / müflihûn

  • (Tekili: Müflih) Kurtulanlar, iflâh olanlar, felâha erenler, müflihler, selâmete çıkanlar.

müflis

  • İflâs eden.
  • Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.

müflisan / müflisân

  • (Tekili: Müflis) İflas etmiş olanlar, müflisler. Parasız kalmış olan kimseler.

müfsidin / müfsidîn

  • (Tekili: Müfsid) Bozanlar, ifsad edenler, müfsidler. Fesatlık yapanlar, ara açanlar.

müfti / müftî

  • Fetvâ veren.
  • Vilâyet ve kazâlarda din işlerine bakan, İslâm âlimlerinin dînî bir konuda vermiş oldukları hükümleri yâni fetvâyı, insanlara bildiren kimse; nakleden me'mur.
  • Fetvâ veren, yâni herhangi bir şeyin, İslâm dînine uygun olup olmadığını bildiren, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şer

müfti-yi macin / müftî-yi mâcin

  • Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.

müfti-yüs-sekaleyn / müftî-yüs-sekaleyn

  • İnsanlara ve cinnîlere fetvâ veren büyük âlim.
  • İnsanlara ve cinnîlere fetvâ veren büyük âlim.

mug-kede

  • Meyhane. (Farsça)
  • Ateşe tapanların ibadethanesi. (Farsça)

mugammer

  • İşten anlamıyan bön kimse.

mugan

  • (Tekili: Mug) Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler. (Farsça)

mugazane

  • Gözün yanlarında olan büklüm.

muglak

  • (Galak. den) Kapalı, kilitli.
  • Anlaşılmaz, çapraşık söz.

muğlak / muğlâk / مُغْلَقْ

  • Kapalı, anlaşılması zor.
  • Kapalı, anlaşılması zor.
  • Anlaşılması zor.

muğlakat

  • (Tekili: Muğlak) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.

muğlakiyyet

  • Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.

mugremun

  • Ağır borca uğratılmış olanlar.

muhabbet-i ehl-i beyt

  • Peygamberimizin ailesine mensup ve soyundan olanlara duyulan sevgi.

muhacimin / muhacimîn

  • (Tekili: Muhâcim) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhacirin / muhacirîn

  • Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler.

muhacirin-i evvelin / muhacirin-i evvelîn

  • Mekke'den ilk hicret eden müslümanlar.

muhaddes

  • Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse.
  • Her zan, tahmine feraseti isabetli olan.
  • Nakil ve rivayet edilmiş olan.

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhakkıkin-i ehl-i tarikat / muhakkıkîn-i ehl-i tarikat

  • Tarikata mensup olanlardan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhal-i adi / muhal-i âdi

  • Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.
  • Herkesin anlayabileceği imkânsızlık.

muhalat

  • (Tekili: Muhal) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.

muhalata

  • (Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.

muhalatat / muhalatât

  • Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.

muhalifin / muhalifîn

  • Muhalif olanlar. Muhalifler.

muhalledun / muhalledûn

  • Bâki ve dâimî olanlar.
  • Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.

muhammed aleyhisselam / muhammed aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber.

muhammediler / muhammedîler

  • Müslümanlar; Muhammed Aleyhisselâma tabi olanlar.

muhammediyyun

  • Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar.

muharrem gecesi

  • Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.

muhasebe-i kübra / muhasebe-i kübrâ

  • Büyük muhasebe, hesaba çekilme; Allah'ın bütün insanları öldükten sonra dirilttiğinde hayatlarının tamamından hesaba çekmesi.

muhasımin / muhasımîn

  • (Tekili: Muhasım) Düşmanlar, muhasımlar.

muhasırin / muhasırîn

  • (Tekili: Muhâsır) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar.

muhasırun / muhasırûn

  • (Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.

muhassirin / muhassirîn

  • (Tekili: Muhassir) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.

muhatarat

  • (Tekili: Muhatara) Zararlar, ziyanlar, hasarlar.
  • Korkular. Tehlikeler.

muhaverat-ı ehl-i islam / muhaverât-ı ehl-i islâm

  • Müslümanların fikir, görüş alış-verişleri, birbiriyle konuşmaları.

muhazara

  • (Çoğulu: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler.
  • Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma.
  • Konferans verme.

muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.

mühec

  • Ruhlar, canlar.

müheyyic

  • Heyecanlandıran.

mühic

  • (Mühce - Mühec) Ruhlar. Canlar.

mühimmat

  • (Tekili: Mühimm) Mühimler. Lüzumlu olanlar.
  • Harp malzemesi.

muhkemat / muhkemât

  • Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu.
  • Sağlam ve mânâsı açık olanlar, kuvvetliler.

muhkemat-ı kur'aniyye

  • Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya

muhlis

  • Halis, katkısız, dosdoğru, her hali içten ve gönülden olan, ihlâs sahipleri, samimi ve doğru olanlar.

mühmelat

  • (Tekili: Mühmel) Anlamsız ve mânâsız boş sözler.

muhrez

  • Kazanılmış, elde edilmiş.
  • Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.

muhsinin / muhsinîn

  • Güzel işler yapanlar; Allah'ı görür gibi ibadet edenler.
  • İşini güzel yapanlar, Allahı görür gibi ibadet edenler.

muhtac-ı ta'rif

  • Tarif edip anlatmağa muhtaç.

muhtassin / muhtassîn

  • (Tekili: Muhtass) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler.

muhteraat

  • Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.

muhtereat

  • Yoktan yaratılanlar.

muhtereme

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer anlamında, hanımlar için kullanılan ifade.

muhteribin / muhteribîn

  • (Tekili: Muhterib) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler.

muhteviyat / muhteviyât / مُحْتَوِيَاتْ

  • İçinde bulunanlar.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

mükabir / mükâbir

  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan.

mukaddemat

  • (Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar.

mukadder

  • Tâyin olunmuş.
  • Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan.
  • Kazâ.
  • Kıymeti biçilmiş.
  • Beğenilmiş.
  • Yazılmış olan.
  • Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Ker

mukadderat / mukadderât / مُقَدَّرَاتْ

  • (Kaderde) takdîr olunanlar.

mukadderat-ı beşer / mukadderât-ı beşer / مُقَدَّرَاتِ بَشَرْ

  • İnsana (kaderde) takdîr olunanlar.

mukadderat-ı hayat / mukadderât-ı hayât / مُقَدَّرَاتِ حَيَاتْ

  • Hayat sahibi olarak (kaderde) takdîr olunanlar.

mukadderat-ı hayatiye / mukadderât-ı hayâtiye / مُقَدَّرَاتِ حَيَاتِيَه

  • Hayat sahibi olarak (kaderde) takdîr olunanlar.

mukadderat-ı islam / mukadderat-ı islâm

  • İslâm ve Müslümanların içinde bulundukları durum; yaşanan hâdiseler.

mukadderat-ı kainat / mukadderât-ı kâinat

  • Kâinatın plânları, programları.

mukaddesat / mukaddesât

  • Kutsal olanlar.
  • (Tekili: Mukaddes) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar.

mukaddesat-ı beşeriye / mukaddesât-ı beşeriye

  • İnsanların kutsal değerleri.

mükaleme / mükâleme

  • Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukallidin / mukallidîn

  • (Tekili: Mukallid) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar.
  • Takınanlar. Boyuna takanlar.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mukarrebin

  • Yakın olanlar.

mukarrebun

  • Büyük meleklerden bir zümre.
  • Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar.
  • Yakınlaşmış olanlar.

mukarrer

  • Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.

mukarrir

  • (Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan.
  • Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris.

mukarrizin / mukarrizîn

  • (Tekili: Mukarriz) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler.

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

mükateb / mükâteb

  • Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.

mukatilun

  • (Tekili: Mukatil) Düşmanla muharebe eden mücâhidler.

mukavele

  • Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek.
  • Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.

mukavelename

  • Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt.

mukavimin / mukavimîn

  • (Tekili: Mukavim) Karşı koyanlar, direnenler.

mükellefin / mükellefîn

  • Vazifeliler. Mükellefler. Bir şeyi ödemek zorunda bulunanlar.

mükellib

  • Yırtıcı hayvanları ava alıştıran, avcılık tâlim edip öğreten.

mükena'

  • (Tekili: Mekin) Vakar ve iktidar sâhibleri.
  • Oturanlar, yerleşenler.

mükezzib

  • Tekzib eden. Yalanlayan, yalan çıkaran.
  • Tekzib eden, yalanlayan.
  • Yalanlayan.

mukıllin / mukıllîn

  • Fakirler. Muhtaç olanlar.

mukınun / mûkınûn

  • Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar.

muktebisin / muktebisîn

  • (Tekili: Muktebis) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar.

müktesebat

  • Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış olanlar.

muktezi / muktezî

  • (Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış.
  • İktiza eden. Gerekli. Lâzım.

mülazimin / mülazimîn

  • (Tekili: Mülâzımân) (Mülâzım) Stajyerler. Bir yere maaşsız olarak gidip gelenler.
  • Bir kimseye sarılıp ondan ayrılmayanlar.
  • Teğmenler.

mülhemun / mülhemûn

  • İlhama mazhar olanlar.

mülim / mülîm

  • Kendini levm etmek. Melâmette olmak. Kusurunu anlayıp kendisini kötülemek.

mülkiye

  • Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar.
  • Asker olmayanlar.
  • Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.
  • Ülkenin idaresi için çalışanların bulunduğu daire.

mültemesat / mültemesât

  • (Tekili: Mültemes) Kayırılanlar, mültemesler, iltimaslılar.

mültemisin / mültemisîn

  • (Tekili: Mültemis) İltimas edenler, kayıranlar. Biri için aracılık edip işinin görülmesini dileyenler.

müluk-u emeviye / mülûk-u emeviye

  • Emevî hükümdarları, devlet başkanları.

muma-ileyhim

  • İsmi evvelce geçenler.
  • İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar.

mümarese / mümârese

  • Uzmanlaşma.

mümaşaat

  • Maslahat namına hoş geçinme, anlaşma yolunu seçme.

mümaşaatkar / mümaşaatkâr

  • Hoş geçinen, anlaşma yolunu seçen.

mümaşat / mümâşât

  • Maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme.

mümevvehat / mümevvehât

  • Hayâli, görünüşe göre haklı olanlar.

müminin / müminîn / مؤمنين

  • Müminler, îman edenler, inananlar.
  • İnananlar, iman edenler. (Arapça)

mümkinat / mümkinât

  • Mümkün olanlar.
  • Varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah'ın var etmesine bağlı olanlar.
  • Mümkün olanlar, imkânda olanlar.

mün'azilin / mün'azilîn

  • (Tekili: Mün'azil) Azledilenler, vazifelerinden çıkarılanlar.

münafık / münâfık

  • İnanmadığı hâlde, müslümanları aldatmak için, inanmış görünen kimse.

münafıkin / münafıkîn

  • (Tekili: Münafık) Münafıklar. Fitnekârlar. İkiyüzlüler. Araya nifak sokanlar.

münataha

  • Boynuzlu hayvanların birbiriyle vuruşması. Süsüşme.

münazara-i şeytani / münazara-i şeytanî

  • Şeytanla olan tartışma.

münazara-i şeytaniye

  • Şeytanla münazara, tartışma.

münazea / münâzea

  • Çekişme, anlaşmazlık.

münci

  • İncâ eden. Kurtaran, necat veren.Resul-i Ekremin (A.S.M.) insanların azabtan kurtulmasına ve dünyâ ve âhiret saadetlerine sebeb olmasından mübarek isimlerinden birisi de münci olmuştur.

münderecat / münderecât

  • Bir şeyin içine dercedilmiş şeyler, anlatılan şeyler, muhteva.

mündericat / mündericât

  • İçindekiler. Dercolunmuş olanlar.

münebbihat / münebbihât

  • Uyandıranlar. Tenbih edenler. Uyuşukluğu giderici olanlar.

münezzil

  • (Nüzul. den) Tenzil eden, indiren.
  • Kur'an-ı Kerim'i vahiy ile insanlara rahmet olarak ihsan eden Allah (C.C.)

münfehim

  • (Fehm. den) Anlaşılan, kavranılan, fehmedilen.

münhezimin / münhezimîn

  • (Tekili: Münhezim) Hezimete uğrayanlar. Bozgunlar.

münimm

  • (Nemim. den) İnsanlar arasında kovuculuk yapan, fitne verip alan kimse. Nemmam.

münkatı'

  • Kendilerine zekât verilen sınıflardan biri; cihâd ve hac yolunda muhtâc kalanlar.

münker ve nekir

  • Sorgu melekleri, öldükten sonra insanları kabirde sorgulayan melekler.

münkirin / münkirîn

  • İnkâr edenler, münkir olanlar.

müntakil

  • (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan.
  • Miras kalmış.
  • Karine ile sözün gelişinden anlayan.

müntekim

  • İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.

müntesibin / müntesibîn

  • Bağlananlar, ilgililer.
  • İntisab edenler, alâkası olanlar, girenler,
  • İntisab edenler, bağlananlar.

müntesibin-i ilmiye / müntesibîn-i ilmiye

  • İlimle meşgul olanlar, ilmiye sınıfı mensupları.

münzirat / münzirât

  • Haber verip kötülüğünü söyleyerek korkutanlar.

müpteda / müptedâ

  • (Ar. gr.) İsim cümlesinde haberin (yüklemin) anlattığı iş, hareket veya oluşu taşıyan ve onlara konu teşkil eden isimdir.

müraat-ı efham / müraât-ı efhâm

  • Zihinlere, anlayışlara uygun davranma; anlayış seviyelerini dikkate alma.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

murabıt

  • Kalbini Allah'a bağlayan.
  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.

murabıtin / murabıtîn

  • (Tekili: Murâbıt) Kalblerini Allah'a bağlayanlar.
  • Şeyhler, dervişler.

murad / murâd

  • İstenilen; arzû edilen şey.
  • Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.

müradif / مرادف

  • Eşanlamlı. (Arapça)

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

murassaat

  • (Tekili: Murassa') Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler.

mürcie

  • "Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan günâh işleyen) azâb görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda olanlardan) ayrılan bozuk fırka.

mürettebat

  • İş ekibi, personel, gemide çalışanlar.
  • Tertib edilmiş olanlar.
  • Bir iş için hazırlanmış kimseler.
  • Gemide çalışan şahıslar.

mürettibin / mürettibîn

  • (Tekili: Mürettib) (Retb. den) Mürettibler. Tertib edenler, nizama koyanlar.

mürevvic-üş-şeria / mürevvic-üş-şerîa

  • İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah Serhendî'nin lakabı.

mürsel hadis / mürsel hadîs

  • Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek insanların) ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp, sohbetinde yetişen kimselerden) birinin, doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler.

mürselin / mürselîn

  • Gönderilenler. Peygamberler. Allah tarafından insanların doğru yola çıkarılmaları için gönderilen elçiler.

mürşid

  • İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları terbiye eden, âlim ve velî.

mürşid-i kamil / mürşîd-i kâmil

  • Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.

mürteci'

  • (Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden.
  • Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı.
  • İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İ

mürüvvet

  • İnsanlık, yiğitlik. Muhtâc olanlara, lâzım olan şeyleri vermek, başkalarına faydalı olmak, iyilik yapmak arzusu, insanlık. Adâleti yerine getirme ve hiç kimseden intikam almayı istememe.

müsabaka

  • Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.

müsabea

  • Yırtıcı hayvanların yeri.

müsafeha / müsâfeha

  • İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını birbirine değdirerek el sıkışması.

musafih

  • Musâfaha edenlerden veya el sıkışanlardan herbiri.

müşagabe

  • Birbirine şer ve fenalık etmek. Aldatmak.
  • Fls: Mübahase ve münakaşayı bir gaye sayanların yolu, usulü. (Didimcilik, eristik)

müşağabe / müşâğabe

  • Didimcilik; münakaşacılık, münakaşayı gaye sayanların yolu.

müsagsag

  • Konuştuğu zaman dişleri ağzından hareket edip ızdırap çektiğinden sözü anlaşılmayan kimse.

müşahedat-ı beşeriye

  • İnsanların gözlemleri, şahit olduğu olaylar.

müşahede / müşâhede

  • Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek.
  • Muayene, kontrol.
  • Görme, anlama. Kalb gözü ile görme.

müşahhas

  • Nev'i, cinsi anlaşılmış.
  • Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş. Şahıslanmış, teşhis edilmiş.

musahhihin / musahhihîn

  • (Tekili: Musahhih) Musahhihler, tashih işi ile uğraşanlar.

müşahidin / müşahidîn

  • (Tekili: Müşahid) Görenler, bakanlar. Müşahede edenler.

müşahin / müşâhin

  • Müslümanların cemâatini terk eden, bid'at sâhibi, mezhebsiz kimse.

müsakat şirketi / müsâkât şirketi

  • Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

müsakkaf

  • (Çoğulu: Müsakkafât) (Sakf. dan) Üstü dam veya tavanla örtülmüş. Tavanı veya damı olan.

musalaha / musâlâha

  • Karşılıklı anlaşmak. Barışmak. Sulh akd etmek.
  • Barışma, anlaşma.
  • Barışma, barış anlaşması yapma.

müsalaha

  • (Sulh. dan) Barışma. Anlaşma. Güvenlik.

musalahat

  • (Tekili: Musâlaha) (Sulh. dan) Karşılıklı anlaşmalar. Barışlar.

musallin / musallîn

  • (Tekili: Musalli) Namaz kılanlar, dua edenler.

musannifin / musannifîn

  • (Tekili: Musannif) Musannifler, kitap yazanlar.

müşareket

  • Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak.
  • Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil.
  • Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.

müşarik

  • (Şirket. den) Ortak, şerik. Bir işte birlikte bulunan.
  • Birlikte iş yapanlardan herbiri. Ortakların beheri.

musarraha

  • Açık ve bütün ayrıntılarıyla anlatılmış.

müsebbebat / müsebbebât

  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müsemmeyat

  • İsim verilenler. Ad konulanlar.

musevilik / mûsevîlik

  • Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.

müşevveş

  • Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.

müsevvidin / müsevvidîn

  • (Tekili: Müsevvid) Müsevvidler. Müsvedde yapanlar.
  • Kâtipler.

müsevvifin / müsevvifîn

  • (Müsevvifûn) Atlatanlar, geciktirenler, müsevvifler.

müşevviş

  • Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan.

musibet-i beşeriye

  • İnsanlara gelen belâ ve musîbetler.

müşkil

  • (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik.
  • Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.
  • Anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.

müşkilat-ı kur'aniye

  • Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.

müşkilat-ı kur'aniyye / müşkilât-ı kur'âniyye

  • Anlaşılması bir hayli güç olan Kur'ân-ı Kerîmin bazı âyetleri.

müşkülat-ı hadis / müşkülât-ı hadîs

  • Hadîs ilminine ait anlama güçlükleri, zorlukları.

muslihane / muslihâne

  • Sulh yolu ile, iyilikle anlaşarak. Arabuluculukla. (Farsça)

müslimanan

  • Müslümanlar. İslâm olanlar.

müslimat / müslimât

  • Kadın müslümanlar.
  • Kadın Müslümanlar.

müslimun / müslimûn

  • Müslümanlar. Erkek müslümanlar. Müslimîn.
  • Erkek Müslümanlar.

müşrikin / müşrikîn

  • Müşrikler, Allah'a ortak koşanlar.
  • (Tekili: Müşrik) (şirk. den) Müşrikler, Allah'a şirk koşanlar.

mustafa

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.

müstağni / müstağnî

  • Başkasına muhtâç olmayan.
  • Sâhib olduğu şeyle kanâat edip, insanlardan bir şey beklemiyen. İhtiyâcını başkalarına söylemiyen.

müstagniyane

  • Müstağni olanlara yakışır surette. (Farsça)

müstagniyetün anha / müstagniyetün anhâ

  • Kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar.

müstağniyetün anha / müstağniyetün anhâ

  • Kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar.

müstagribin / müstagribîn

  • (Tekili: Müstagrib) (Garabet. den) şaşakalanlar. Garibine gidenler, taaccüb edenler.

müstahdemin / müstahdemîn / مستخدمين

  • Çalışanlar, hizmet edenler. (Arapça)

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstahikkin / müstahikkîn

  • Hak kazanmış olanlar, haketmiş olanlar.

müstaid

  • İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.

müstakbilin / müstakbilîn

  • (Tekili: Müstakbil) (Kabl. dan) Karşılayanlar, karşılayıcılar, istikbâl edenler.
  • Kıbleye dönenler.

müstakrizin / müstakrizîn

  • (Tekili: Müstakriz) (Karz. dan) Borç alanlar, istikraz edenler.

mustalah

  • Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan.

müste'cirin / müste'cirîn

  • (Tekili: Müste'cir) Kiracılar.
  • Kira ile tutanlar.

müste'min müslüman

  • Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren müslüman.

müsteban / müstebân

  • Vâzıh, âşikâr, beyanı açık olarak anlaşılan, açıklanmış.
  • Müstebân olmak: Anlaşılmak.

müstedrek

  • İdrak edilmek, anlaşılmak istenen şey.
  • Arabçada bir vezin.

müstedrik

  • İstidrak eden, anlamak isteyen.

müstefad

  • (Feyd. den) Anlaşılıp istihrac olunan.
  • Kazanılmış olan, istifade edilmiş.
  • Mâna, mefhum.

müstefhem

  • (Fehm. den) Anlaşılan, fehmedilen.

müstefhim

  • (Fehm. den) Soran, anlamak isteyen.

müstefidan

  • (Tekili: Müstefid) Faydalananlar, müstefidler, istifade edenler. (Farsça)

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.
  • Soruşturup anlamaya çalışan.

müstekbelat / müstekbelât

  • (Tekili: Müstakbel) Gelecek zamanlar, istikbâller.
  • Önde bulunanlar.

müstemiin / müstemiîn

  • (Tekili: Müstemi') Dinleyenler, dinleyici olanlar, dinleyiciler.

müştemilat / müştemilât

  • Kaplanan şeyler, içeriye alınanlar.

müstenbat

  • İstinbat olunmuş, zımnen anlaşılmış.

müstenkıh

  • Anlayan, idrak eden.

müşterek lafız

  • Sözlük anlamıyla birden fazla anlama gelen kelime. Meselâ: "Yüz" gibi.

müsteslimin / müsteslimîn

  • (Tekili: Müsteslim) Müslüman olanlar. İslâm dinini kabul edenler.
  • Boyun eğenler, teslim olanlar.

müstetbeat

  • Edb: Söze, kelâma tâbi olan mânalar. Sözdeki telvihat ve telmihat. Söz söylerken arasında işaretle anlatmalar.

mutaassıbin / mutaassıbîn

  • (Tekili: Mutaassıb) (Asab. dan) Mutaassıb kimseler. Taassubu olan insanlar.

mutabaat

  • Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.

mütabiin / mütabiîn

  • (Tekili: Mütabi') Tâbi olanlar, uyanlar, iktidâ edenler.

mutafattın

  • (Fatânet. den) Anlayışlı. Hem anlayıp farkına varan. Kavrayan.

mutaffifin / mutaffifîn

  • Ticârette hile yapanlar, fazla alıp noksan veren ve eksik tartanlar.
  • Ölçüde ve tartıda hile yapanlar, haksızlık edenler.

mutaliin / mutaliîn

  • (Tekili: Mutâli') Mutalâa edenler. Kitap okuyanlar.

mütareke / mütâreke

  • Bir mes'eleyi hal için bir şeyi terketmek.
  • Karşılıklı olarak anlaşmak, kuvvet ve silâhı bırakmak.
  • Anlaşma.

mutasaddıkin / mutasaddıkîn

  • (Tekili: Mutasaddık) Sadaka verenler. Tasadduk edenler.
  • Sâdık ve doğru olduğu anlaşılanlar.

mutasaddırin / mutasaddırîn

  • (Tekili: Mutasaddır) Baş köşeye kurulanlar, tasaddur edenler.

mutasallifane

  • Nezaket, bilgiçlik taslayanlar gibi.

mutasallifin / mutasallifîn

  • Haddinden fazla fazilet ve zerâfet iddiasından bulunanlar. Şarlatanlar.

mütasarrıfa

  • İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

mutasavvife

  • Mutasavvıflar, tasavvuf ehli olanlar.

mutasavvıfin / mutasavvıfîn

  • Tasavvuf ehli olanlar.

mutatarribin / mutatarribîn

  • (Tekili: Mutatarrib) Şevke gelip sevinenler. Coşup sıçrayanlar.

mutavassıtin / mutavassıtîn

  • (Tekili: Mutavassıt) Aracılar, tavassut edenler, vasıta olanlar.
  • Orta hâlliler.

mutavattınin / mutavattınîn

  • Vatan yapanlar, bir yere yerleşenler.

mutayebe / مطایبه

  • Şakalaşma, birbirine fıkra anlatma. (Arapça)

mutazallimin / mutazallimîn

  • (Tekili: Mutazallim) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.

mutazarrıane / mutazarrıâne

  • Kendi kusurlarını bilerek, ihtiyacını anlayarak, tevazu ile niyaz ederek, yalvararak. (Farsça)

mutazarrıfin / mutazarrıfîn

  • (Tekili: Mutazarrıf) (Zarf. dan) Zariflik taslayanlar, tazarruf edenler.

mutazarriin / mutazarriîn

  • (Tekili: Mutazarrı') Yalvaranlar, tazarru' edenler, yalvarıp yakaranlar.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteaddi

  • (Udvan. dan) Başkasının hakkına tecavüz eden, saldıran, sataşan.
  • Gr: Lâzım fiilinin mukabili. Fiil eseri fâilden mef'ul denilen diğer bir isme geçerse o halde fiil müteaddi olur. Geçişli fiil. (Anlatmak, düşündürmek gibi)

müteahhirin / müteahhirîn

  • Son zamanlarda gelenler ve yetişenler. (Büyük allâmeler hakkında söylenir.)

müteakıd

  • (Akd. dan) Anlaşma yapan iki kişiden her biri.

müteakkıl

  • (Çoğulu: Müteakkılîn) Biraz düşünerek anlayan.

müteakkılane / müteakkılâne

  • Anlayana yakışır şekilde. (Farsça)

müteakkılin / müteakkılîn

  • (Tekili: Müteakkıl) Anlayanlar, taakkul edenler.

müteallikat

  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.
  • İlgili olanlar, yakınlar.

müteammidin / müteammidîn

  • (Tekili: Müteammid) (Amd. den) Bilerek ve tasarlıyarak yapanlar.

müteannidin

  • (Tekili: Müteannid) Direnenler, inad edenler, inatçılık yapanlar.

müteayyinan / müteayyinân

  • (Tekili: Müteayyin) (Ayn. dan) Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. (Farsça)
  • Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. (Farsça)
  • Karar verilmişler. (Farsça)

müteazzi

  • (Uzv. dan) Uzuvlaşmış. Organlaşmış, Uzuv hâline gelmiş.

mütebahhir

  • (Buhar. dan) Tütsülenen, dumanlanan, tebahhur eden.

mütebahhirin / mütebahhirîn

  • Bilgileri pek çok olanlar, deniz gibi derin bilgili olanlar. Allâmeler.

mütebarizin / mütebarizîn

  • (Tekili: Mütebariz) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler.

mütebasbısin / mütebasbısîn

  • (Tekili: Mütebasbıs) Yaltaklananlar, tabasbus edenler.

mütebeyyin

  • Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden.

mütecavizin / mütecavizîn

  • (Tekili: Mütecaviz) Tecavüz edenler, sarkıntılık eden kimseler, saldıranlar.

mütecellidin / mütecellidîn

  • (Tekili: Mütecellid) Kahramanlar, yiğitler, celâdet gösteren kahraman kimseler.

mütecemmiin / mütecemmiîn

  • (Tekili: Mütecemmi') Toplananlar, yığılanlar, tecemmu' edenler, birikenler.

mütecemmilin / mütecemmilîn

  • (Tekili: Mütecemmil) Süslenenler, bezenenler, donanlar, tecemmül edenler.

mütecessisin / mütecessisîn

  • (Tekili: Mütecessis) Meraklılar. Tecessüs edenler. Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışanlar.

mütecevvizin / mütecevvizîn

  • (Tekili: Mütecevviz) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler.
  • Caiz olmayan şeyleri caiz görenler.

mütedehhi

  • Üstün zekâlı ve anlayış sahibi gibi harekette bulunan.

mütedehhiyane

  • Üstün zekâ ve anlayış sâhibi gibi harekette bulunana yaraşır yolda. (Farsça)

müteeddibin / müteeddibîn

  • (Tekili: Müteeddib) Utanç duyanlar, utananlar, hayâ edenler, edeblenenler.

mütefe'ilin / mütefe'ilîn

  • (Tekili: Mütefe'il) Fala bakanlar.
  • Hayra yoranlar.

mütefehhim

  • Anlayan, fehmeden, kavrayan.

müteferricin / müteferricîn

  • (Tekili: Müteferric) Gezinenler, dolaşanlar, hava almağa eğlenmeğe gidenler.

müteferridin / müteferridîn

  • (Tekili: Müteferrid) Tek ve yalnız olanlar. Eşi, benzeri ve emsâli bulunmıyanlar.
  • Kendi başına idare olanlar.

müteferris

  • (Feraset. den) Anlayışlı, ferâsetli, sezişli.

mütefevvikin / mütefevvikîn

  • (Tekili: Mütefevvik) Üstün gelenler, tefevvuk edenler, üstün olanlar.

mütegarribin / mütegarribîn

  • (Tekili: Mütegarrib) Gurbete çıkanlar.

mütehacimin / mütehacimîn

  • (Tekili: Mütehacim) Birbirine hücum edenler, saldıranlar.

mütehaffızin / mütehaffızîn

  • (Tekili: Mütehaffız) Korunup sakınanlar, tahaffuz edenler.

mütehasımin / mütehasımîn

  • (Tekili: Mütehasım) Çekişenler, birbirlerine düşmanlık ve husumet edenler. Hasım olanlar. Karşılıklı dâva edenler.

mütehaşşidin / mütehaşşidîn

  • (Tekili: Mütehaşşid) Birikenler, toplananlar.

mütehassıs olmak

  • İhtisas sahibi olmak, uzmanlaşmak.

mütehatir

  • Birbirini yalanlayan, tekzib eden.

mütehayyirin

  • (Tekili: Mütehayyir) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar.

mütekaidin / mütekaidîn

  • (Tekili: Mütekaid) Emekliler, emekliye ayrılmış olanlar.

mütekalibin / mütekâlibin

  • (Tekili: Mütekâlib) Köpek gibi birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlar.

mütekamilin / mütekâmilîn

  • Tekâmül etmiş olanlar. Kâmil ve olgun kimseler. Allah'ın emrine uygun şekilde hareketi alışkanlık hâline getirmiş olanlar.

mütekarribin / mütekarribîn

  • (Tekili: Mütekarrib) Takarrüb edenler, yaklaşanlar, yakın olanlar.

mütekasilin / mütekâsilîn

  • (Tekili: Mütekâsil) (Kesl. den) Üşenenler, tembellik yapanlar.

mütekasım

  • (Çoğulu: Mütekasımîn) (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen. Bir şeyi paylaşanların beheri.

mütekasırin / mütekasırîn

  • (Tekili: Mütükasır) Kısalık gösterenler.
  • Ellerinden geldiği, becerebildikleri halde iş yapmayanlar.

mütekayidin / mütekâyidîn

  • (Tekili: Mütekâyid) Birbirlerine hile yapanlar, birbirlerini aldatanlar.

mütekayyidin / mütekayyidîn

  • (Tekili: Mütekayyid) (Kayd. dan) Dikkatli davrananlar, kayıtlı bulunanlar.

mütekebbir

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.

mütekeffilin / mütekeffilîn

  • (Tekili: Mütekeffil) Mütekeffiller. Tekeffül edenler, kefil olanlar.

mütekehhinin / mütekehhinîn

  • (Tekili: Mütekehhin) Falcılık yapanlar, kâhinlik edenler.

mütekellifin / mütekellifîn

  • (Tekili: Mütekellif) Zahmetli, külfetli iş tutanlar, tekellüf edenler.

mütekemmilin / mütekemmilîn

  • (Tekili: Mütekemmil) (Kemâl. den) Olgunlaşanlar, kemale erenler, tekemmül edenler.

mütekeyyisin / mütekeyyisîn

  • (Tekili: Mütekeyyis) Akıllılık taslıyanlar, tekeyyüs edenler.

mütelahiz

  • (Çoğulu: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.

mütelahizin

  • (Tekili: Mütelahiz) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler.

mütelakkibin / mütelakkibîn

  • (Tekili: Mütelakkib) Lakap alanlar, lakap takınanlar.

mütelehhifin / mütelehhifîn

  • (Tekili: Mütelehhif) Hasret çekenler, yanıp yakılanlar. Kederli, tasalı olanlar.

mütemarızin / mütemârızîn

  • (Tekili: Mütemârız) Hasta gibi görünenler, yalandan hasta olanlar.

mütemekkin

  • (Mekân. dan) Yerleşen, Mekânlanan, temekkün eden. İkamet eden, sâkin olan.
  • Gr: Üç harekeyi de kabul eden kelime.

mütemerridin / mütemerridîn

  • (Tekili: Mütemerrid) Dikkafalık edenler, inatçılık yapanlar, direnenler. Mütemerridler.

mütemeshirin / mütemeshirîn

  • (Tekili: Mütemeshir) Eğlenenler. Maskaralık yapanlar.

mütemessil

  • Bir şeye benzeyen, bir şeyin suretine giren, cisimlenip görülen.
  • Kıssa, hikâye anlatan.

mütenaciyane / mütenaciyâne

  • Fısıldaşanlar gibi, fısıldaşana yakışır surette.

mütenahnihin / mütenahnihîn

  • (Tekili: Mütenahnih) Boğazından hırıltı ile ses çıkaranlar, soluyanlar.

mütenakıs / mütenâkıs

  • Noksanlaşan, azalan, miktarı azalmış olan.
  • Noksanlaşan.

mütenavimin / mütenavimîn

  • (Tekili: Mütenavim) Uyur gibi görünenler. Yalandan uyuyanlar.

müteneddimin / müteneddimîn

  • (Tekili: Müteneddim) Pişman olanlar, nedâmet duyanlar.

mütenemmir

  • Kaplanlaşan, kaplan huylu olan.
  • Sert bir dille konuşan.

mütenemmirane / mütenemmirâne

  • Kaplanlaşarak. (Farsça)
  • Sert bir dille korkutarak. (Farsça)

mütenezzihat / mütenezzihât

  • (Tekili: Mütenezzih) Gezintiye, tenezzüh etmeğe çıkanlar.
  • Tenezzüh edip düşünenler.
  • Temize çıkanlar.

mütenezzihin / mütenezzihîn

  • (Tekili: Mütenezzih) Gezintiye çıkanlar, tenezzühe çıkanlar.

müteradif / müterâdif / مترادف

  • Eş anlamlı.
  • Eşanlamlı. (Arapça)

müterassıdin / müterassıdîn

  • (Tekili: Müterassıd) Dikkatle gözetenler, rasad edenler, kollıyanlar, bekliyenler.

mütercim

  • Tercüme eden, bir dilden başka dile çeviren.
  • Anlatan, anlaşılmayan bir mânayı açıklayan.

mütereffihin / mütereffihîn

  • (Tekili: Mütereffih) Refah bulanlar. Rahat ve bolluk içinde yaşıyanlar.

mütereffikin / mütereffikîn

  • (Tekili: Mütereffik) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele edenler.

müteşabihat / müteşabihât / müteşâbihât

  • Müteşabih olan âyetler.
  • Birbirine benzer olanlar.
  • Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

müteşabihat-ı kur'aniyye / müteşabihat-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler.

müteşabik

  • Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.

müteşacirin / müteşacirîn

  • (Tekili: Müteşacir) Birbirlerine ağaçla, sopayla vuranlar.

mütesahibin / mütesahibîn

  • (Tekili: Mütesahıb) Sahib çıkanlar, arka olanlar.

mütesahilin / mütesahilîn

  • (Tekili: Mütesahil) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler.

mütesallitin / mütesallitîn

  • (Tekili: Mütesallit) Musallat olanlar, peşini bırakmayanlar, ardından ayrılmayanlar, tasallut edenler.

müteşebbihin / müteşebbihîn

  • (Tekili: Müteşebbih) Benzeyenler, andıranlar.

müteseffilin / müteseffilîn

  • (Tekili: Müteseffil) Sefilleşenler, aşağılık olanlar.

mütesehhirin / mütesehhirîn

  • (Tekili: Mütesehhir) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar.

mütesellihin / mütesellihîn

  • (Tekili: Mütesellih) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler.

müteşevviş

  • (Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.

mütevaggilin / mütevaggilîn

  • (Tekili: Mütevaggil) Çok uğraşanlar, fazla meşgul olanlar. Bir şeyin derinliğine varanlar.

mütevakkırin / mütevakkırîn

  • (Tekili: Mütevakkır) Onurlananlar, vakarlananlar.

mütevasık

  • Birbirine güvenip itimad etmek suretiyle anlaşan.

mütevatir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.

mütevatir-i bilmana / mütevatir-i bilmânâ

  • Nakledilen bir haberin başka ifade ve kelimelerle, başka başka şekilde ifade edilerek tevatür hâle gelmesi. Mânaların çok insanlarca başka başka kelimelerle nakledilmesi. Bir haberin veya hâdisenin farklı ifadelerle, başka başka şahıs veya topluluklar tarafından nakledilmiş olması.

mütevatirat

  • Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar.
  • Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.

mutevattinin / mutevattinîn

  • Vatandaşlar; bir yeri vatan edinenler ve orada yerleşik olanlar.

mütevaziin / mütevaziîn

  • (Tekili: Mütevazi) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli olan kişiler.

mütevehhimin

  • (Tekili: Mütevehhim) (Vehm. den) Tevehhüm edenler, evhamlananlar.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

mütezehhidin / mütezehhidîn

  • (Tekili: Mütezehhid) Zâhid olanlar, dine çok bağlı bulunanlar.

mütezellilane / mütezellilâne

  • Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla. (Farsça)

mütezevvidin / mütezevvidîn

  • (Tekili: Mütezevvid) Yanlarına azık, erzak alanlar.

muttala'

  • Anlam çerçevesi.

muttali'

  • Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.

muttasıl

  • Bitişik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. Ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.

müttefekun aleyh

  • Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan.

müttefik

  • İttifak eden. Birbiriyle aynı fikirde olan. Birleşmiş, anlaşmış olan.

müttefikan

  • Beraber olarak, anlaşarak, birlikte.

müttekiun / müttekiûn

  • Yaslanıp oturanlar, yahud oturuyorlar.

muvafakat

  • Uygunluk. Uymak. Anlaşmak. Karşılıklı anlaşma. Râzı olma. Müsâade.

muvahhidin / muvahhidîn / مُوَحِّد۪ينْ

  • Cenâb-ı Hakkın birliğine inananlar; tevhid ehli.
  • Allahın birliğine inananlar.

muvahhidun / muvahhidûn

  • Muvahhidler. Bir Allah'a inanıp, birliğe çalışanlar. Birleyici olanlar.

muvasaka

  • Birbirine söz verip anlaşma.

muvazaa

  • Bir mes'elede bahse girişmek.
  • Mc: Danışıklı döğüş.
  • Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.

muvazzah

  • Açıklanmış. İzahı yapılmış. Açık, anlaşılır şekilde.

müvelledat / müvelledât

  • Doğmakla meydana gelmiş canlılar. Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş olanlar.
  • Uydurma kelimeler.

müverrihin / müverrihîn

  • (Tekili: Müverrih) Tarihçiler, tarih yazanlar.

muy-taban / muy-tâbân

  • (Tekili: Muy-tâb) Kıldan eşya yapanlar, kıl dokuyanlar.

müyun

  • Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler.

müzakere / müzâkere

  • Bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.

müzamene

  • Zamanla çalışıp ücret almak.

müzmin / مُزْمِنْ

  • Eskimiş. Üzerinden zaman geçmiş. Zamanla yerleşmiş olan (hastalık).
  • Zamanla yerleşmiş.

muztarrin / muztarrîn

  • Çaresizler. Sıkıntı içinde olanlar.

na'l

  • Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir.
  • Oturulacak yerlerin en aşağısı.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na't

  • Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı medhederek yazılan kaside.

na-kabil-i tarif / nâ-kabil-i tarif

  • Anlatılması mümkün olmayan.

na-kesan

  • (Tekili: Nâ-kes) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler.
  • Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.

na-mefhum

  • Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz. (Farsça)

na-merbut

  • Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan. (Farsça)

nabız-aşna / nabız-âşnâ

  • Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. (Farsça)

nabz-aşna

  • Nabızdan anlayan, mizac bilen. (Farsça)

nadirat / nâdirât

  • Az bulunanlar.

nadire-senc

  • Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse. (Farsça)

naehil / nâehil

  • Ehil olmayan, işten anlamayan.

naehiller / nâehiller

  • Ehil olmayan, işten anlamayan.

nafe

  • Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı. (Farsça)

nafia

  • İnşaat işleri.
  • Faydalı işler. Menfaatli olanlar.

nahika

  • (Çoğulu: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı.

nahnü

  • Arapça'da 'biz' anlamına gelen bir zamir.

naimin / naimîn

  • (Tekili: Nâim) Uyuyanlar, uykuda bulunanlar.

nakais

  • (Tekili: Noksan) Eksiklikler. Noksanlar.
  • Noksanlar, eksiklikler.

nakia

  • (Çoğulu: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek.
  • Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun.
  • Damat için hazırlanan yemek.
  • Ziyafet.

nakıd

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran.
  • Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan.
  • Dinar, dirhem.

nakıl

  • İleten, taşıyan, aktaran, nakleden.
  • Tercüme eden.
  • İşittiğini anlatan.

nakil / nâkil / ناقل

  • Nakleden, işittiğini anlatan.
  • Taşıma, nakil. (Arapça)
  • Anlatan, nakleden. (Arapça)

nakısat

  • (Tekili: Nâkıs) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar.

nakkal / نقال

  • (Nakl. dan) Nakledici.
  • Hikâyeci. Hikâye anlatan.
  • Nakleden, öykü veya masal anlatan. (Arapça)

nakkaş-ı ezeli / nakkâş-ı ezelî

  • Başlangıcı ve sonu olmayıp zamanla sınırlı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah.

nakl / نقل

  • Bir yerden bir yere götürme. Taşıma.
  • Ev ya da yer değiştirme. Taşınma.
  • Duyduğu bir şeyi başkasına anlatmak, rivayet etmek.
  • Bir dilden başka dile çevirmek.
  • Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek.
  • Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek.
  • Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek.
  • Eski mest ve çizme.
  • Yırtık elbiseyi yamamak.
  • Nakil, anlatma. (Arapça)
  • Taşıma. (Arapça)
  • Nakletmek: (Arapça)
  • Anlatmak. (Arapça)
  • Taşımak. (Arapça)
  • Nakledilmek: (Arapça)
  • Anlatılmak. (Arapça)
  • Taşınmak. (Arapça)

nakledilen

  • Anlatılan.

naklen

  • Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle.

nakliyat

  • Nakil işleri, taşıma işleri.
  • Anlatılanlardan öğrenilenler.
  • Nakiller.

nakş-ı beyan

  • Açıklama ve anlatım nakşı.

nakşibendiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nekşettiği için Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine Nakşibend lakabı verilmiştir. Bu yolda olanlara Nakşibendî denilirdi.

nakz-ı ahd

  • Anlaşmayı bozma, muâhede hükümlerini bozma. Verilen sözde durmama. (Nebz-i ahd da denir)

namcuyan / namcuyân

  • (Tekili: Namcu) Ün arayanlar, nam arayanlar. (Farsça)
  • Yiğitler, kahramanlar. (Farsça)

name-i hümayun

  • Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.

namefhum / nâmefhûm / نامفهوم

  • Anlaşılmaz. (Farsça - Arapça)

namık kemal

  • (Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, "Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlar

namus-u millet-i islamiye / nâmus-u millet-i islâmiye

  • İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada "din, şeriat, inanç" anlamına geliyor.).

namuskarane / nâmuskârane

  • Namusluca, namuslu insanlara yakışır şekilde.

nas / nâs / ناس / نَاسْ

  • İnsanlar. (Farsça)
  • İnsanlar.
  • İnsanlar.
  • İnsanlar. (Arapça)
  • İnsanlar.

nasara / nasâra / nasârâ / نصارا

  • Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.
  • Hıristiyanlar.
  • Îsâ aleyhisselâma inananlar.
  • Hıristiyanlar.
  • Hıristiyanlar. (Arapça)

nasara ulema-yı benamından / nasârâ ulema-yı benâmından

  • Hıristiyanların meşhur âlimlerinden.

nasfet

  • (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.

naşir-i ağraz / nâşir-i ağrâz

  • Kötü maksat ve kin taşıyanların yayın organı, nâşiri.

naşiz

  • Karısına karşı çok zâlim olan koca.
  • (Kalb) heyecanla coşma.
  • Kalkmış, kabarmış, atan (damar).

nasrani

  • Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

nastan istiğna / nâstan istiğnâ

  • İnsanlara ihtiyaç duymama.

nasut

  • İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler.

nasutiyan / nasutiyân

  • İnsanlar.

navakıf / nâvâkıf

  • Bilmeyen, anlamayan.

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı akli / nazar-ı aklî

  • Aklî bakış, akıl gözü, aklın anlayışı.

nazar-ı fakirane / nazar-ı fakirâne

  • Benim bakış açım anlamında, tevazu göstermek için kullanılan ifade.

nazar-ı gaflet ve dalalet / nazar-ı gaflet ve dalâlet

  • İman hakikatlerine karşı duyarsız davranan ve hak yoldan sapanların bakışı.

nazar-ı mütalaa / nazar-ı mütalâa

  • Dikkatlice bakıp anlamaya çalışmak.

nazardan düşürme

  • Birşeyin insanların gözündeki değerini düşürme.

nazargah-ı enam / nazargâh-ı enâm

  • İnsanların gözü önüne.

naziat

  • Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar.
  • Nez'edenler. Çekip koparanlar.

nazımin / nazımîn

  • (Tekili: Nâzım) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar.

ne-şebem

  • Ben karanlık gece gibi nursuz değilim anlamında (Farsça)

nebil

  • (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi.
  • Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu.
  • Bilgili ve faziletli kimse.

nebta

  • Yanları beyaz olan dişi koyun.

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

nedaid

  • (Tekili: Nedid ve Nedide) Emsâller, akranlar, eşler.

nedim / ندیم

  • (Çoğulu: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı.
  • Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan.
  • Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.
  • Padişahların ve yüksek rütbeli devlet ricalinin sohbet arkadaşı. (Arapça)
  • Güzel hikaye anlatan. (Arapça)

nefha

  • Üfleme, üfürme. İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopup insanların öleceği ve tekrar diriltilecekleri zaman, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûra üflemesi.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.
  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

nefs-i natıka-i kainat / nefs-i nâtıka-i kâinat

  • Kâinatın konuşan ruhu anlamında Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

nekahet

  • Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl.
  • Fehmetmek, anlamak, bilmek.
  • Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.

nekais

  • (Tekili: Nakise) Nakiseler. Noksanlar.

nekre-gu / nekre-gû

  • Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen. (Farsça)

neme lazım / neme lâzım

  • "Bu işle ilgilenmem, bana ne, buna karışmam" anlamında bir ifade.

nemime / nemîme

  • Koğuculuk, müslümanlar arasında fitne çıkarmak, ara bozmak için söz taşıma.

neş'e-i şit-i hüviyet / neş'e-i şît-i hüviyet

  • Cenâb-ı Hakkın Hz. Adem'e, ölen oğlu Hâbil'e mukabil "Allah'ın vergisi, ihsanı" anlamına gelen Şit'i (a.s.) vermesi sevinci.

nesaik / nesâik

  • (Tekili: Nesike) Kesilen kurbanlar.
  • Kesilen kurbanlar. Nesîke kelimesinin çoğuludur.

nesara / nesârâ

  • Hıristiyanlar.

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

nesh

  • Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.)
  • Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
  • İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek.
  • Nakletmek, kaldırma

neşr-i esrar-ı kur'aniye / neşr-i esrar-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın içindeki sırları anlatan risaleleri neşretme, yayma.

neşr-i suhuf

  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

nev'-i beşer

  • İnsanlar, beşer nev'i.

nev-i beni adem / nev-i benî âdem

  • Âdemoğulları, insanlar.

nev-i beşer

  • İnsanlar.

nevadir

  • Az olanlar, nâdirler.
  • Az bulunanlar.

nevahi

  • (Tekili: Nahiye) Taraflar, yanlar, nahiyeler.
  • (Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler.
  • Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar.
  • Nahiyeler, taraflar, yanlar.

nevakıs

  • (Tekili: Noksan) Eksiklikler, noksanlar.
  • Noksanlar, eksikler.

nevakis / nevâkis

  • (Tekili: Nakus) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar.
  • Noksanlar.

nevresidegan / nevresidegân

  • (Tekili: Nev-reside) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.

nevruz günü / nevrûz günü

  • Mecûsîlerin (ateşe tapanların) Martın yirmi birinde kutladıkları mecûsî bayramı.

neyyirat

  • (Tekili: Neyyir) Nurlular, nur saçanlar.

nezair

  • (Tekili: Nazire) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar.

nezib

  • Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.

nial

  • (Tekili: Na'l) Ayakkabılar, pabuçlar.
  • Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar.

niam-ı esasiye

  • Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar.

nigah-ı tegafül / nigâh-ı tegafül

  • Hâli ve gayeyi anlamazlıktan gelen bakış.

nihai vesika / nihaî vesika

  • Son anlaşma belgesi, sonuç bildirgesi.

nihalan

  • (Tekili: Nihal) Taze fidanlar, sürgünler. (Farsça)

nimar

  • (Tekili: Nimr) Kaplanlar.

nişan

  • İz. Nişan. Alâmet. İşaret. (Farsça)
  • Yara izi. (Farsça)
  • Hedef, vurulması istenen nokta. (Farsça)
  • Hâtıra için dikilen taş. (Farsça)
  • Taltif için verilen madalya. (Farsça)
  • Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. (Farsça)
  • Tuğra. (Farsça)
  • Ferman. (Farsça)

nisbet / نسبت

  • Oran. (Arapça)
  • Oranla. (Arapça)

nisbeten

  • Nisbetle, oranla, göre.
  • Oranla, kıyasla.

nisbetle

  • Kıyasla, oranla.

niseb

  • Nisbetler, oranlar, ölçüler.

nişeste-gan / nişeste-gân

  • (Tekili: Nişeste) Oturanlar, oturmuş olanlar. (Farsça)

nispeten

  • Kıyasla, oranla.

nispetle

  • Oranla, kıyasla.

nisyan-ı mutlak

  • Tam anlamıyla unutma.

nitasi / nitasî

  • Anlayışlı tabib, doktor.

nivend

  • İdrak, anlayış, akıl. (Farsça)

niyam

  • (Tekili: Nâim) (Nevm. den) Uykuda olanlar, uyuyanlar.

niza

  • Çekişme, kavga, anlaşmazlık.

nizam-ı ekmel-i kasdi / nizam-ı ekmel-i kasdî

  • Bilerek kasten plânlanmış olan en mükemmel düzen.

noel gecesi

  • Hıristiyanların 25 Aralık veya buna yakın bir târihte Îsâ aleyhisselâmın doğduğunu kabûl ettikleri gece.

nokta-i hilafet / nokta-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası.

nu'man

  • (Tekili: Niam) Dört ayaklı hayvanlar.
  • Kan.
  • İmam-ı Azam Hazretlerinin adı.
  • Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği.

nübüvvet

  • (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak.
  • Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi.

nübüvvet yolu

  • Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yo

nücum-perest

  • Yıldıza tapanlar. (Farsça)

nüfus / نفوس / nüfûs / نُفُوسْ

  • (Tekili: Nefs) Nefisler, canlar, şahıslar.
  • Bireyler, insanlar.
  • Nefisler. (Arapça)
  • İnsanlar. (Arapça)
  • Nefisler, canlar.

nüfus-u islamiye / nüfus-u islâmiye

  • Müslümanların nefisleri, kendileri.

nühur

  • (Tekili: Nahr) Kurbanlar.

nüket

  • (Tekili: Nükte) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.

nükr

  • Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak.
  • Zorluk.
  • İnkâr.

nuksan

  • Eksilmek, noksanlaşmak.

nükte / نكته

  • Dikkat edilince anlaşılabilen ince mânâ.
  • İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ.
  • Yere ağaçla vurup eser bırakmak.
  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.
  • İnce anlam. (Arapça)

nükte-i azam / nükte-i âzam

  • Büyük nükte; ince ve derin anlamlı söz.

nüktebin / nüktebîn

  • İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. (Farsça)

nükteli

  • İnce ve derin anlamlı.

nüktesenc

  • (Çoğulu: Nüktesencân) Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan. (Farsça)

nüktever

  • Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen. (Farsça)

nukul

  • Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.

nüma / نما

  • -gösteren anlamında son ek.

nümur

  • (Tekili: Nimr) Kaplanlar.

nun-u na'büdü

  • "Biz ibadet ederiz" ifadesindeki "biz" anlamına gelen nun harfi.

nur ism-i azimi / nur ism-i azîmi

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın büyük ismi.

nur ism-i celili / nur ism-i celîli

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın yüce ismi.

nusayri / nusayrî

  • Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.

nuzera

  • (Tekili: Nazir) Akranlar, eşler.

nüzul / nüzûl

  • İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.

nüzzar

  • (Tekili: Nâzır) Bakanlar. Nâzırlar.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

ordu (urdu) dili

  • Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.

örf

  • İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan

örf-i nas / örf-i nâs

  • İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri. (Farsça)

örf-ü nas / örf-ü nâs

  • İnsanlar arasında yaygın bir gelenek hâline gelen hususlar.

örfünas

  • İnsanlar arasındaki genel anlayış.

ortodoks

  • Hıristiyanlık mezheblerinden. Ortodoks mezhebinin rûhânî (dînî) lideri patrik olup, merkezi İstanbul Fener'deki patrikhânedir. 1054 (H.446)'da İstanbul patriği olan Mihael Kirolarius, Roma'daki papadan ayrılarak Ortodoks kilisesini (mezhebini) kurdu. Roma'daki papaya tâbi olanlara katolik, İstanbul'
  • Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.

oruç kazası / oruç kazâsı

  • Oruç tutmamayı mubah kılan (dinde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya kasd (bilerek) olmadan orucunu bozan bir kimsenin, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının ilk üç günü hâricindeki zamanlarda gününe gün oruç tutması.

pa-mal-i adüv

  • Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş.

pakt

  • Akid, sözleşme, andlaşma. Siyasi anlaşma. (Fransızca)

pan-islamizm

  • Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti.

papa

  • Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri.

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

patrik

  • Ortodoks mezhebine mensûb hıristiyanların, en büyük rûhânî (dînî) lideri.

paye

  • Rütbe, derece. (Farsça)
  • Merdiven ayağı. (Farsça)
  • İlim sahibi olanların bir derecesi. (Farsça)

pazarlık etmek

  • Alış-verişte satan ile alan arasında malın fiyâtı veya bir işin ücreti husûsunda yapılan anlaşma.

pençe

  • El ayası ile beş parmağın tamamı. (Farsça)
  • Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. (Farsça)
  • Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. (Farsça)
  • Mc: Kuvvet. Savlet, satvet. (Farsça)

perestan

  • (Tekili: Perest) Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler. (Farsça)

perestaran / perestarân

  • (Tekili: Perestar) Kullar, köleler. (Farsça)
  • Hizmetçiler. (Farsça)
  • Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. (Farsça)
  • Tapanlar, tapıcılar. (Farsça)

personel

  • Şahsa dâir. Şahsî. (Fransızca)
  • Bir işte çalışanların hepsi. (Fransızca)

peşrev

  • (Aslı: Pişrev) Önde giden. (Farsça)
  • Türk müziğinde bir saz eseri. (Farsça)
  • Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. (Farsça)
  • Bir çeşit ok. (Farsça)

peygamber

  • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.
  • İlâhî hakikatları insanlara bildirmek ve onlara örnek olmak üzere Allah tarafından tayin edilen, vahiy yoluyla sahip olduğu ilmini yaşayıp neşreden mübarek zatların umumî ismi.

pişe

  • İş, kâr. Meşguliyet. (Farsça)
  • Alışkanlık, huy, âdet. (Farsça)
  • Meslek, san'at. (Farsça)
  • "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. (Farsça)

pişva-yı alem-i islam / pişva-yı âlem-i islâm

  • İslâm dünyasının yol gösterici imamı, önderi, Müslümanların rehberi.

pişvayan

  • (Tekili: Pişvay) Reisler, başkanlar. Hâkimler.

posta

  • İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi.
  • Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri.
  • Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan vasıta.
  • Takım, kol.
  • Hizmet nöbetinde bulunan er.
  • Sefer.

prens bismark

  • (1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.

protestanlık

  • (Prutluk) Papayı Hristiyanların başı olarak tanımayıp ruhaniyetini kabul etmeyen bir Hristiyanlık mezhebi.

pür / پر

  • Çok- anlamında ön ek.

pürkemal / pürkemâl

  • Tam anlamıyle olgun.

put

  • Allahü teâlâya inanmayanların taptıkları resim veya heykel.

ra'b

  • Doldurmak.
  • Efsun, (sihir yapanlar okurlar.)

rabb-i nas / rabb-i nâs

  • İnsanların Rabbi.

rabbaniyyun

  • Kendilerini tamamıyla Allah yoluna vermiş olanlar.
  • (Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.

rabbu'l-enbiya ve's-sıddıkin / rabbu'l-enbiyâ ve's-sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere, Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların ve peygamberlerin Rabbi.

rabıta-i iman

  • İman bağı, imanla ortaya çıkan bağ.
  • İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman.

rafıza

  • Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse.
  • Asker kaçağı güruhu.
  • Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar.

rafıziler / râfızîler

  • Şîanın kollarından. İmâm-ı Zeynel'âbidîn'in vefâtından sonra oğlu Zeyd'den ayrılarak, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) düşmanlığında taşkınlık gösteren, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl etmeyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. Terk edenler, ayrılanlar

rahim / rahîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan.
  • Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından.

rahmani / rahmânî

  • Rahmanla ilgili.

rahmetullahi-aleyh / rahmetullâhi-aleyh

  • "Allah'ın (C.C.) rahmeti onun üzerine olsun" meâlinde vefat etmiş müslümanlar için söylenen duâ.

raiyyet

  • Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar.
  • Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.

raiyyet-perver

  • Halka iyi bakan, iyi idare eden. İnsanların ihtiyacını te'min eden, onların iyiliğini seven ve onlar için iyilik isteyen. (Farsça)

rakib

  • (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten.
  • Bekçi.
  • Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri.
  • Esma-i Hüsna'dandır.
  • Başka biri ile aynı şeyi isteyen.
  • Bir işte çalışanlarla yarış ederek ileri geçmek isteyenlerden her biri.
  • Murakabe eden, kontrol eden.

rakiban

  • (Tekili: Rakib) Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. (Farsça)
  • Bekçiler. (Farsça)

raşidin / raşidîn

  • Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar.

rasih alim / râsih âlim

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan büyük din âlimi.

rasihun

  • (Tekili: Rasihîn) (Râsih) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar.
  • Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar.

rastan

  • (Tekili: Râst) Doğru olanlar. Haklı kimseler.

ravi / râvi / راوی

  • Rivayet eden. İnsanlara haberleri nakleden.
  • Hadis nakleden.
  • Söyleyen, anlatan.
  • Rivayet eden. (Arapça)
  • Anlatan, hikaye eden. (Arapça)

ravi-i kıssa

  • Bir hâdiseyi hikâye eden. Hikâye anlatan.

raviyan

  • (Tekili: Râvi) Rivayet edenler. Hikâye anlatanlar.

re'fetlü

  • Eskiden kumandanlara, serdarlara mahsus resmi ünvan.

realizm

  • Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.

reaya

  • (Tekili: Raiyet) Bir kimsenin emri altında bulunanlar.
  • Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk.
  • Hristiyan tebaa.
  • Bütün halk.

rebaze

  • Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse.

rebih

  • Organları sülpük ve sarkık olan iri insan.

recm-i şeyatin / recm-i şeyâtîn

  • Şeytanların recmi, taşlanması.

reform

  • Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğind (Fransızca)

rehabin

  • (Tekili: Ruhban) Râhibler. Ruhbanlar.

rehain

  • (Tekili: Rehine) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar.

reisler

  • İleri gelenler, başkanlar.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

rema

  • Bir yerde ikamet eylemek.
  • Ziyade olmak.
  • Riba, faiz.
  • Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.

remiz

  • Kapalı söyleyiş, işaretle anlatma.

remz

  • İşaret. İşaretle anlatmak.
  • Güç anlaşılır.
  • Gizli ve kapalı söyleme.

remzşinas

  • Bir maksad anlatan şekil, resim vb. (Farsça)
  • Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen. (Farsça)

reşadet-penah / reşâdet-penâh

  • Kendisine sığınanları koruyan ve doğru hedefe ulaştıran; Sultan Reşat.

resail-i tevhid / resâil-i tevhid

  • Tevhid bahsini anlatan risaleler.

resan

  • (Residen mastarından) "Yetişenler, ulaşanlar, getirenler" mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

reşidiyye

  • Reşid olanla ilgili.
  • Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.

resmen

  • Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından.
  • Kat'i olarak anlaşıldığına göre.
  • İsteye isteye. Bile bile.
  • Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak.

ress

  • Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu.
  • Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı.
  • Maden.
  • Dere.
  • İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.

restegan / restegân

  • (Tekili: Reste) f. Kurtulmuş olanlar.Restgâr : Kurtulan. (Farsça)

resul / resûl

  • Yaratılışı, huyu, ilmi, aklı ve her bakımdan zamânında bulunan bütün insanlardan üstün olan ve yeni bir din ile gönderilen peygamber.
  • Elçi, haberci.

resül-ür rahat

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Kendisine tâbi olup onun getirdiği hakikatları tasdik ve iman ile insanlar büyük nimetlere ve rahatlara mazhar olduklarından kendisine bu isim verilmiştir. Ve kendisi buyurmuştur ki: "Ben dinin doğruluğu ve kolaylığı için peygamber gönderildim." ... İnsanlara e

resul-üs-sakaleyn / resûl-üs-sakaleyn

  • İnsanlara ve cinne peygamber olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm.

resulü's-sakaleyn

  • İnsanların ve cinlerin peygamberi, Hz. Muhammed (s.a.s.)

retk ü fetk

  • Noksanları düzelterek idare etme.
  • Ayırmak ve bitiştirmek.
  • İyi idare etme.

revafıd / revâfıd

  • Râfizîler. Hazret-i Ali'yi sevmekte taşkınlık ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamber efendimizin arkadaşlarını) kötüleyenler. Doğru yoldan sapanlar.

revahil

  • (Tekili: Râhile) Yük hayvanları.

revakid

  • (Tekili: Râkid) Durgun olanlar.

revan-bahş

  • Canlandırıcı, can bağışlayıcı. (Farsça)

revban

  • (Çoğulu: Rübâ) Sütün yoğurt olması.
  • Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.

revir

  • Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri.
  • Bölge, mıntıka.

revzat-ı inşirahiye / revzat-ı inşirâhiye

  • Ferahlık veren bostanlar, bahçeler.

rezzakane / rezzâkâne

  • Muhtaç olanlara rızıklarını vererek.

ria

  • (Tekili: Râî) Çobanlar.

ribat / ribât

  • Sınır karakolu; İslâm dînini üstün kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini, zararını def etmek için düşman sınırında nöbet beklemek.

ribhale

  • Azası büyük olan, organları iri olan.

rical / ricâl / رجال

  • Erkekler, adamlar.
  • Yaya olanlar.
  • Rütbeli, mevki sahibi kimseler, hadis ravileri.
  • (Tekili: Recül) Erkekler, er kişiler.
  • Mevki sahibi kimseler, devlet adamları.
  • Yaya olanlar.
  • Adamlar; makam sahibi olanlar.
  • Erkekler. (Arapça)
  • Üst düzeyde bulunanlar. (Arapça)

rihal

  • (Tekili: Rahl) Deve palanları.

rikab

  • (Tekili: Rakabe) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler.
  • Boyun, ense kökü.

risale-i esma / risale-i esmâ

  • Allah'ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem'a.

risale-i hasbiye

  • "Hasbünallahü ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter O ne güzel vekildir.)" âyetinin sırlarını ve mertebelerini anlatan risale.

riva

  • (Tekili: Reyyân) Suya kanmış olanlar.

rivayet / rivâyet

  • Hikâye edilen hâdise veya söz.
  • Bir hâdisenin başkalarına anlatılması.
  • Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması.
  • Kuyudan halk için su çekmek.
  • Hikâye edilen, anlatılan, hadîs nakli.

röportaj

  • Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı. (Fransızca)

rü'yet-i hilal / rü'yet-i hilâl

  • Hilâl (yeni ayın) görülmesi. Kamerî ayların başında ve sonunda hilâlin görülerek ayın başının ve sonunun anlaşılması.

ruat

  • (Tekili: Râî) Çobanlar.

rücu' / rücû'

  • Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme.
  • Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.
  • Dönme, yönelme.
  • Tasavvufta en yüksek mertebeye ulaşmış olan bir velînin tekrar geri insanlar arasına dönmesi.

rüesa / rüesâ / رؤسا

  • (Tekili: Reis) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar.
  • Reisler, başkanlar.
  • Reisler, başkanlar.
  • Başkanlar, reisler. (Arapça)

ruh-u acizane / ruh-u âcizâne

  • Âciz ruhum anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

ruh-u acizi / ruh-u âcizî

  • "Bu âcizin ruhu" anlamında olup tevazu için kullanılan ifade.

ruhama

  • (Tekili: Rahim) Rahim olanlar.

ruhaniyat alemleri / ruhâniyat âlemleri

  • Ruhanî olanların âlemleri.

ruhaniyyun / rûhaniyyûn

  • (Tekili: Ruhanî) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar.
  • Ruhlar âleminden olanlar.

ruhban / ruhbân

  • Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.

rumuz / rumûz

  • Gizli anlamlar.

rumuz-u şathiyat / rumûz-u şathiyât / رُمُوزُ شَطْحِيَاتْ

  • Evliyanın bazı garib ve anlaşılmaz sözlerindeki ince işaretler.

rüşeda

  • (Tekili: Reşid) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri.

rüsg

  • (Çoğulu: Ersâg) Bilek.
  • Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.

rüste

  • "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste : Yeni yetişmiş bitki. (Farsça)

rüya / rüyâ

  • Düş. İnsanın kalbinin ve duyu organlarının dünyâ işleriyle olan meşgûliyetinin kısmen kesildiği, uyku, bayılma ve istiğrak (mânevî coşkunlukla kendinden geçme) gibi hallerde gördüğü şeyler.

rüyun

  • Galebe etmek, üstün gelmek.RÜZ' : Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak.

ruz-i ceza / rûz-i cezâ

  • İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü.

ruz-i mahşer / rûz-i mahşer

  • Mahşer günü, kıyâmet koptuktan sonra insanların diriltilip hesâb için toplandıkları gün, kıyâmet günü.
  • İnsanların diriltilip toplanacağı gün.

ruz-u haşr / rûz-u haşr

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanacağı gün.

sa'

  • Vakitler, saatler, zamanlar.

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

saat-i icabe

  • Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit.

sabie / sâbie

  • Yıldıza tapanlar.

sabihat / sâbihât

  • Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler.
  • Ehl-i imânın ruhları.
  • Yıldızlar.

sabii / sabiî

  • İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden.
  • Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.

sabiin / sabiîn

  • (Tekili: Sâbiî) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.
  • Yıldıza tapanlar.

sabiiyyun / sâbiîyyûn

  • Yıldıza tapanlar.

sabikun-ı evvelun / sâbikûn-ı evvelûn

  • Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâ

sabr-ı cemil / sabr-ı cemîl

  • Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.

sadaka

  • Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
  • Zekât.
  • Ganîmet.

sadat / sâdât

  • Seyyidler, Peygamberimizin neslinden olanlar.

şadırvan

  • Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.

sadr-ı evvel

  • Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır.

safahat / safahât

  • Sayfalar, alanlar, aşamalar.

safderunan

  • (Tekili: Safderun) Kalbi temiz, içi saf olanlar. (Farsça)

safderunane

  • Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. (Farsça)

saff-ı evvel

  • İlk saf, yeni çığır açanlar.

saff-ı sahabe

  • Hz. Muhammed'i görmüş ve onun sohbetinde bulunmuş olan mü'min kimselerin oluşturduğu ilk insanlar.

saffat

  • (Tekili: Saff) Saf olanlar, saf yapanlar.

safilin / safilîn

  • Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar.
  • Aşağı taraflar.

şah-ı levlak / şâh-ı levlâk

  • Yaratılanların şahı, kainatın yaratılış sebebi Hz. Muhammed (a.s.m.).

sahabe / sahâbe

  • (Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar.
  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman.
  • Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar.

sahabe-i güzin / sahabe-i güzîn

  • Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar, seçkin sahabeler.

sahabi / sahâbî

  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.

sahat

  • (Tekili: Sâha) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.

sahavet

  • Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.

sahib-i zuhur

  • Zuhur sahibi; inkârcılık fikrine karşı ortaya çıkıp insanları hidayete ulaştırmaya vesile olan ve âhirzamanda ortaya çıkması beklenilen.

şahid / şâhid

  • Bütün zamanlardaki yaratıkları ve onların her hâlini gören Allah.

şahid-i ezeli / şâhid-i ezelî

  • Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah.

sahih

  • Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele.
  • Hâlis, kusursuz, şüphesiz.
  • Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade.
  • Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, y

sahik

  • Uzak.
  • Müretteb olan söz.
  • Hemen anlaşılmaz derece.
  • Çok karışık ve anlaşılmaz söz.

sahil-i beyan

  • Açıklama, anlatım sahili.

sahil-i vahdet ve tevhid

  • Vahdet ve tevhid sahili; insanların mânevî kurtuluşuna ve ebedî saadet sahiline ulaştıran tevhid ve vahdet inancı.

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

şahsımanevi / şahsımânevî

  • İnsanların bir araya gelip oluşturdukları mânevî kişilik.

sai / sâî

  • Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.

said-i gafil / said-i gâfil

  • "Gafil Said!" anlamında

said-i şaki / said-i şakî

  • "İsyan eden günahkâr Said!" anlamında

saime / sâime

  • Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.

şairü't-tab'

  • Şair tabiatlı; gördüklerini şiir üslûbuyla anlatan.

saiyan

  • (Tekili: Sâi) Haberciler, haber götürenler.
  • Çalışanlar.

sakalan / sakalân

  • (Sakaleyn) İnsanlar ve cinler.
  • İnsanlar ve cinler.
  • Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.

sakaleyn

  • İnsanlar ve cinler.

sakinan

  • (Tekili: Sâkin) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.

sakinin / sakinîn

  • Oturanlar, ikâmet edenler, yerleşik olanlar.

şakn

  • Eksilmek, noksanlaşmak.

şakul

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.

salahaddin-i eyyubi / salahaddin-i eyyubî

  • (Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteye

salatin / salatîn

  • (Tekili: Sultan) Sultanlar.

salibiyyun

  • Hristiyanlar.

salihun / salihûn

  • Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.

salimin / sâlimîn

  • (Tekili: Sâlim) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler.

samiin / samiîn

  • (Samiûn) Dinleyiciler.
  • Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler.

sanadid

  • Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.

sanatüttedelli / sanâtüttedelli

  • Muhatabın söyleneni anlayabilmesi için onun seviyesine inme mânâsında belagat ilminde bir sanat türü.

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

sancak-ı muhammedi / sancak-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sancağı; kıyametten sonra, Müslümanların altında toplanacağı sancak.

sani-i hakiki / sâni-i hakikî

  • Her şeyin gerçek anlamda san'atkârı ve yaratıcısı olan Allah.

şap

  • (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim.
  • Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi.

sarahat

  • Açıklık. Açık anlatım.

şari' / şârî'

  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

sarih / sarîh

  • Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).

sarraf

  • Anlayan, değerini bilen.

şathiyyat / شطحيات

  • İnce anlamlı ve eğlendirici manzume. (Arapça)

savat

  • (Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar.
  • Derede hayvanlara su içirilen yer.

savm'aa

  • Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.

savmea

  • Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa.

sayakıle

  • (Tekili: Saykal) Cilâ yapanlar, cilâcılar.
  • Cilâ âletleri.

sayd

  • Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.

seabin

  • (Tekili: Su'bân) Büyük yılanlar, ejderhalar.

şeair

  • (Tekili: Şiâr) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.

şeayir

  • (Tekili: Şâire) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.

sebak

  • (Çoğulu: Esbâk) Ders.
  • Yarış.
  • Koşu yapanların aralarında koydukları ödül.

sebr

  • Denemek, imtihan.
  • Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak.

şecaat-i akliye-i medeniyet meydanı

  • Medeniyetin aklî kahramanlık meydanı; akıl kahramanlarının meydan okuduğu medeniyet meydanı.

şecere-i rıdvan / şecere-i rıdvân

  • 628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç.

sedn

  • Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi.

şefa'at-ı kübra / şefâ'at-ı kübrâ

  • Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başını

sefahet ehli

  • Zevk ve eğlenceye düşkün olan ve sermayesini gereksiz yere harcayanlar.

sefahet-i beşeriye

  • İnsanların zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlükleri, budalalıkları.

sefahetçiler

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olanlar.

şeffafat / şeffafât

  • Saydam olanlar.

şefkat

  • Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.

şehamet

  • Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık.
  • Tez anlayışlı olmak.

sehba

  • Üç ayaklı küçük masa.
  • İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.

sehlimümteni

  • Yazılması veya söylenmesi kolay görünen, ama denendiğinde zor olduğu anlaşılan eser.

şehname / şehnâme

  • İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. (Farsça)
  • Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser. (Farsça)
  • Padişahların maceralarını anlatan eser.

şehriyar-ı şehriyar / şehriyâr-ı şehriyâr

  • Sultânlar sultânı.

şehvet-i medeniye

  • Modern çağın, insanları içine sürüklediği şehvet tuzağı.

sekaleyn

  • Cinler ve insanlar.

sekenat / sekenât

  • Sekeneler, oturanlar, yerliler.

sekene / سكنه / سَكَنَه

  • Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
  • Oturanlar, sâkinler. (Arapça)
  • Oturanlar.

sekene-i karye

  • Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

şekir

  • Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar.
  • Fercte olan kıllar.

şelalat

  • (Tekili: Şelâle) Büyük çağlayanlar, şelâleler.

selaset

  • Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.

selaset-i beyan / selâset-i beyan

  • İfade ve anlatımdaki akıcılık.

selaset-i lisan / selâset-i lisan

  • Dildeki açık, anlaşılır ve akıcı ifade şekli.

selasil

  • (Tekili: Silsile) Silsileler.
  • Zincir gibi olanlar. Zincirler.
  • Sıradağlar.

selatin / selâtin / selâtîn / سلاطين / سَلَاطِينْ

  • (Tekili: Sultan) Sultanlar.
  • Sultanlar.
  • Sultanlar. (Arapça)
  • Sultanlar.

seleb

  • Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar.
  • Kişinin malı mülkü ve metâı.

seleef-i salihin

  • Önceki salihler. İslâmın ilk devirlerinde yaşamış olan iyi müslümanlar.

selef / سَلَفْ

  • Hicri ilk üç asrın salih insanları.

selef-i salihin / selef-i sâlihîn

  • Sabahe ve Tabiîn gibi ilk devir müslümanları, ilk devir İslâm büyükleri.
  • Hicrî ilk asrın müslümanları. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin büyükleri.
  • Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in ilk rehberleri: Tabiîn ile Ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar.

selefisalihin / selefisâlihîn

  • Dinin ilk zamanlarındaki rehber âlimler.

selefiye

  • İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar.
  • Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.

selhane / selhâne

  • Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, mezbaha.

selhhane / selhhâne

  • Hayvanların derilerinin yüzüldüğü yer.

selika

  • Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri.
  • Tabiat.

selman-ı farisi / selman-ı farisî

  • İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü V

sema-yı irfan / semâ-yı irfân

  • İrfân semâsı; bilme, anlama göğü.

semavi din / semâvî din

  • İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol.

semer

  • Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak.

semi' / semî'

  • İşiten, duyan.
  • Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

semir

  • Arkadaş, refik.
  • Gece anlatılan kıssa ve hikâye.

semum

  • Zehirli şey.
  • Sam yeli.
  • Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder.

senabik

  • (Tekili: Sünbük) At ve katır gibi hayvanların tırnakları.

senber

  • Her umuru bilen, her işten anlayan.

sene-i rumiye

  • Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

serab-ı gurur

  • Gurur serabı; çöldeki aldatıcı su görüntüsü gibi insanları aldatan gurur.

serahin

  • (Tekili: Sirhân) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar.

serahor

  • Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.

serdaran / serdarân

  • (Tekili: Serdâr) Kumandanlar, serdarlar, komutanlar. (Farsça)

serdengeçti

  • Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için "dalkılıç" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden

şeref

  • Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
  • İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma.
  • Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma.
  • İftihâr, övünme.
  • Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr.

şerh

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.
  • Açıklama ve tefsir, bir kitabı bütün ayrıntılarıyla anlatma.
  • Açma, yayma, açıklama, açık açık anlatma.

seri-ül intikal

  • Çabuk anlayan, çok zeki.

şerr-ün nas / şerr-ün nâs

  • İnsanların en kötüsü, en zararlısı.

serseri / serserî / سرسری

  • Aylak. (Farsça)
  • Anlamsız. (Farsça)

serveran

  • (Tekili: Server) Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler. (Farsça)

setl

  • (Çoğulu: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak.
  • Hamam tası.
  • Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap.

şeva

  • Kolay.
  • Vücut organları. (El, ayak gibi).
  • Malın kötüsü.

sevabit / sevâbit

  • (Tekili: Sâbite) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar.
  • Sâbit olanlar, sâbitler.
  • Duranlar, sabit yıldızlar.

sevabit-i kevkebiye

  • Gökyüzünde sabit olarak görülen ve gece karanlığında insanlara yön gösteren yıldızlar.

sevad

  • Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık.
  • Ekseri insanlar.
  • Şehir. Kasaba. Karye. Köy.
  • Karartı. Yazı karalama.

sevad-ı a'zam / sevâd-ı a'zam

  • Büyük şehir.
  • Mekke-i Mükerreme.
  • İnsanların ekseriyeti. (Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Ha
  • Müslümanların çoğunluğu.

sevad-ı azam / sevâd-ı âzam

  • İnsanların çoğunluğu.

sevadıazam / sevâdıâzam

  • İnsanların ekseriyeti, büyük çoğunluk.

şevai'

  • (Tekili: Şâyi') Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar.

şevaib

  • (Tekili: Şâibe) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar.
  • Şüpheler
  • Eserler, izler, nişânlar.

sevaim

  • (Tekili: Sâime) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar.
  • Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar.

sevakin

  • (Tekili: Sâkin) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.

sevalif

  • (Tekili: Sâlif ve Sâlife) Geçmişler. Geçmiş insanlar.

sevam

  • Yabanda otlayıp gezen hayvan.
  • (Tekili: Sâmme) Zehirli hayvanlar.

şevamil

  • (Tekili: Şâmile) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler.

şevazz

  • (Tekili: şâzze) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar.

sevk-i tabii / sevk-i tabiî

  • Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.

sevkitabii / sevkitabiî

  • Hayvanlarda düşünmeyerek, tabiatın sevki ve zorlamasıyla yapılan hareket, içgüdü.

sevm-i şira'

  • Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir fiyatta anlaşmaları.

sevvam

  • (Tekili: Sâmme) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar.

şeyatin / şeyâtin / şeyâtîn / شياطين

  • Şeytanlar.
  • Şeytanlar.
  • Şeytanlar.
  • Şeytanlar. (Arapça)

şeyatin-i evham / şeyâtîn-i evham

  • Evham, kuruntu şeytanları.

şeyh

  • İhtiyâr.
  • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
  • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

seyr-i şuunat / seyr-i şuunât

  • Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak.
  • Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.

şeytan-ı cinni ve insi / şeytan-ı cinnî ve insî

  • Cinlerden ve insanlardan olan şeytan.

şeytan-ı ins

  • İnsan ve cinlerden olan şeytanlar.

şeytan-ı ins ve cin

  • İnsan ve cinlerden olan şeytanlar.

şeytan-ı ins ve cinni / şeytan-ı ins ve cinnî

  • Cinlerden ve insanlardan şeytanlık özelliği gösteren kimseler.

şeytan-ı insi / şeytân-ı insî

  • İnsanlardan şeytanlaşmış olan.

şeytani / şeytanî / şeytânî

  • Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.
  • Şeytanca, şeytanla ilgili.

seyyahin / seyyahîn

  • (Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler.

seyyalat / seyyalât

  • (Tekili: Seyyale) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.

seyyid-ül beşer

  • İnsanların seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

seyyid-ül-enam / seyyid-ül-enâm

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.

seyyid-üs-sakaleyn

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.

seyyidü'l-beşer

  • İnsanların efendisi, Hz. Muhammed.

şi'r

  • (Şiir) Anlama, idrak.
  • Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü.

şia / şîa

  • Hz. Ali'nin (r.a.) taraftarlığını esas alanlar topluluğu.

şialar / şîalar

  • Şîa Mezhebine uyanlar.

şiare

  • (Çoğulu: Şeâyir) Hac amelleri.
  • Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne.

siba'

  • Cima.
  • Kesret-i cima ile iftihar edişmek.
  • (Tekili: Sebu) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar.

şiba'

  • (Tekili: Şeb'ân) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler.

sıbah

  • Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule.

şibh-i akd

  • Akid benzeri. Sözleşme, sözle anlaşma benzeri.

şibh-i beşer

  • İnsana benzeyen şempanze, goril gibi hayvanlar.

siccin / siccîn

  • Şeytanların, kafirlerin (Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize inanmayanların) ve günahkâr mü'minlerin amellerini toplayan bir kitap; insanların ve cinlerin kötülerine mahsûs amel defterleri.
  • Şakîlerin, kötülerin ve azâb olunan rûhların bulunduğu yer.
  • Yerin altında veya Ceh

şiddet-i ihata / şiddet-i ihâta

  • Çok yüksek anlama ve kavrama gücü.

şiddet-i zeka / şiddet-i zekâ

  • Büyük zekâ, anlayış.

sıddıkin / sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar.

sıddikin / sıddîkîn

  • Sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte, doğrulukta en ileri olanlar.
  • Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.

sıddıkin-i evliya / sıddıkîn-i evliya

  • Allah dostları arasında sadakatte en ileri olanlar.

sidretülmünteha

  • Yaratılanların bittiği sınır.

sifad

  • Hayvanların çiftleşmesi.

sıffin / sıffîn

  • Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. S

şifre

  • Gizli ve işaretle yazı usulü. (Fransızca)
  • Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. (Fransızca)
  • Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. (Fransızca)

sıhhat-ı fehim

  • Doğru anlayış.

silahşör

  • Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı.
  • Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bi

sılat

  • (Tekili: Sıla) Sılalar.
  • Bahşişler, armağanlar, hediyeler.

şinas

  • Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas : f. Tarihten anlayan, tarih bilen. (Farsça)

sine

  • Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.)

sınıf-ı tabiin / sınıf-ı tâbiîn

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış olan Müslümanların topluluğu.

sipahi

  • Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ed

şir'a

  • (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demekt

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

şiran

  • (Tekili: Şir) Aslanlar. (Farsça)

sırat-ı müstakim ehli / sırat-ı müstakîm ehli

  • Dinin belirlediği dosdoğru yolda olanlar.

sirhan

  • (Çoğulu: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.

sırkatibi

  • Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib.

sırr-ı gàmız

  • Anlaşılması zor sır.

sırr-ı gamız / sırr-ı gâmız

  • Anlaşılması zor mesele.

sırr-ı teklif

  • İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı.

şive-i ifade

  • İfade, anlatım tarzı, üslûbu.

siyaset

  • Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
  • Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak.
  • Diplomatlık. Politika.
  • Seyislik, at idare işleriyle uğraşma.
  • Politika, insanları idare etme sanatı.

siyaset tabibleri

  • Siyasî hastalıkların hekimleri, doktorları; siyasî meselelere çözüm arayanlar.

siyaset-i beşeriye

  • Beşerin, insanların siyaseti.

siyaset-i şer'i / siyaset-i şer'î

  • İslâm'ın öngördüğü siyaset ve yönetim anlayışı.

siyasiyyun

  • Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.

siyer

  • Gidişler, yollar, Peygamberimizi anlatan kitap.
  • Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.

sıyga

  • Gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi.

sofiler / sofîler

  • Tasavvuf ehli, tarikat mensubu olanlar.

sosyalizm

  • Toplumculuk, bütün malları devlet elinde toplamak isteyen bir anlayış.

su'-i edeb / sû'-i edeb

  • Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini bilmemek.

su'-i fehm / sû'-i fehm

  • Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.

su-i fehm / sû-i fehm

  • Kötü anlayış.

su-i tefehhüm / sû-i tefehhüm

  • Kötü anlayış. Yanlış anlama.
  • Yanlış anlama.
  • Yanlış anlama.

su-i telakki / su-i telâkki / sû-i telâkki

  • Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.
  • Yanlış anlayış, yanlış düşünce.

sual-i mukadder / suâl-i mukadder / سُؤَالِ مُقَدَّرْ

  • Sözün gelişinden anlaşılan soru.

şuara

  • Şairler, ozanlar.

şuayb aleyhisselam / şuayb aleyhisselâm

  • Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir.

sücced

  • (Tekili: Sâcid) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar.

sücud

  • Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek.
  • (Tekili: Sâcid) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler.

sücun

  • (Tekili: Sicn) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri.
  • Mc: Dünyanın sıkıntıları.

sudam

  • Hayvanların başında olan bir hastalık.

sueda

  • (Tekili: Said) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.

şüfea'

  • (Tekili: Şefi') Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.

sufi / sufî

  • Tasavvuf ile uğraşanlar.

sufiyye / sûfiyye / صوفيه

  • Mutasavvıflar, tasavvufla uğraşanlar. (Arapça)

sufn

  • Çobanların dağarcığı.

süfyan / süfyân / سُفْيَانْ

  • Müslümanlar içinde çıkacak yalancı dinsiz şahıs.

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

süfyani deccal / süfyanî deccal

  • Müslümanlar arasında çıkacak olan İslâm Deccalı.

sühandan / سخندان

  • Söz bilen, sözden anlayan. (Farsça)

suht

  • Haram mal, her nevi haram.
  • Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)

şühudi / şühudî

  • Görünmeye dair, görünebilir olanla ilgili.

suhuf

  • Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
  • Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek ola

sükkan / sükkân / سكان

  • (Tekili: Sâkin) İkamet edenler, oturanlar.
  • Gemi kuyruğu.
  • Sâkinler, oturanlar.
  • Oturanlar, sakinler. (Arapça)

sükkan-ı belde / sükkân-ı belde

  • Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri.

sükkan-ı hane / sükkân-ı hâne

  • Evde oturanlar. Hâne sâkinleri.

sukuf

  • (Tekili: Sakf) Tavanlar, ev örtüleri.
  • Uzun ve sarkık şeyler.
  • Semavat.

suleha

  • (Tekili: Sâlih) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar.

sulh

  • Barış. Uyuşma.
  • Muharebeyi terk için anlaşma.
  • Rahatlık.

sulhen

  • Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle.

süllaf

  • (Tekili: Selef) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar.

süm

  • Dört ayaklı hayvanların tırnağı. (Farsça)

sümeniyye

  • Puta tapanlardan bir fırka.

summ

  • İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar.

sümne

  • Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.

sünbük

  • (Çoğulu: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.

sünnet

  • Kanun, yol, âdet.
  • Siret-i hasene.
  • Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı

sünnet-i seyyie

  • İnsanları kötülüğe yönelten yol ve yöntemler.

sunuat

  • Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler.

sünuhat / sünûhat / سنوحات

  • Akla gelenler, içe doğanlar. (Arapça)

sür'at-i intikal

  • Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu.
  • Çabuk anlama ve kavrama.

şürefa

  • (Tekili: Şerif) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler.
  • Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar.

surre / صره

  • Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve d
  • Para kesesi. (Arapça)
  • Hükümdar tarafından Mekke'ye gönderilen paralar ve armağanlar. (Arapça)

şurta

  • (Yelkenliye) uygun rüzgâr.
  • Önde gidip düşmanla savaşan asker.
  • Polis, jandarma.

süryani / süryânî

  • Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar.

sutur-u kainat-ı dehr / sutur-u kâinat-ı dehr

  • Kâinatın her biri asırlara karşılık gelen satırları, kâinat zamanlarının satırları.

sütut

  • Zulmet, karanlık.
  • İnsanlara zahmet verenler.

şüunat / şüûnât

  • Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.

şuur / şuûr

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.
  • Anlama, hissetme, farkında olma.
  • Anlayış, idrâk.
  • Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık.

şuurane / şuûrâne

  • Anlayarak, bilerek.

süvaf

  • Fena, helâk, mahvolma.
  • Hayvanların ölümü.

suvvam

  • (Tekili: Sâim) Oruç tutanlar.

şüzuzat / şüzûzât

  • İstisnalar, kural dışı olanlar.

ta'bir / ta'bîr

  • (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim.
  • Terim.
  • Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
  • İfade, anlatım, anlamı olan söz, deyim, rüya yorma.

ta'birat

  • (Tekili: Ta'bir) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.

ta'kid

  • Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma.
  • Düğümlenme, düğümleme.

ta'mirat / ta'mirât

  • (Tekili: Tamir) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.

ta'miye

  • (Amâ. dan) Körletme. Kör etme.
  • Kapalı şekilde anlatmak.
  • Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.

ta'rif / ta'rîf / تعریف

  • (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih.
  • Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak.
  • Gr: Bir ismi marife etmek.
  • Arafat'ta vakfe yapmak.
  • Anlatma. (Arapça)
  • Tanımlama, tanım. (Arapça)
  • Ta'rîf edilmek: (Arapça)
  • Anlatılmak. (Arapça)
  • Tanımlanmak. (Arapça)
  • Ta'rîf etmek: (Arapça)
  • Anlatmak. (Arapça)
  • Tanımlamak. (Arapça)

ta'rife

  • Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı.

taakkud

  • (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.

taakkul / تَعَقُّلْ

  • Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme.
  • Zihin yorarak anlama.

taallukat / taallukât / تعلقات

  • İlgili olanlar. (Arapça)
  • Akraba, yakınlar. (Arapça)

taallukat-ı imaniye / taallûkat-ı imaniye

  • İmanla ilgili olanlar; imanî bağlar.

taarrüf

  • Karşılıklı anlaşma, tanışma.
  • Bir şeyi herkesin bilmesi.
  • Kendini hünerleriyle tanıttırma.

taattufat / taattufât

  • (Tekili: Taattuf) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.

taayyün

  • Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.

tab

  • "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. (Farsça)

tabaka-i beşer

  • İnsanların ayrıldığı sınıfların her biri.

tabaka-i beşeriye

  • İnsanların ayrıldığı sınıfların her biri.

tabaka-i mahlukat / tabaka-i mahlûkat

  • Yaratılanlar varlıkların bir sınıfı, bir tabakası.

tabakat / tabakât / طبقات

  • Katlar. (Arapça)
  • Katmanlar. (Arapça)
  • Sınıflar. (Arapça)

tabakat-ı ehl-i kemal / tabakat-ı ehl-i kemâl

  • Olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları.

tabakat-ı hükumet / tabakat-ı hükûmet

  • Yönetim katmanları, hiyerarşisi.

tabakat-ı insaniye

  • İnsanların sosyal sınıfları, dereceleri.

tabakat-ı kelamiye / tabakat-ı kelâmiye

  • Söz tabakaları, alanları.

tabakat-ı kemal ve muhabbet / tabakat-ı kemâl ve muhabbet

  • Sevgi ve olgunluk tabakaları, katmanları.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı muhaddisin / tabakât-ı muhaddisîn

  • Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı mütedahile-i mütesafile / tabakât-ı mütedâhile-i mütesâfile

  • İç içe ve alt alta olan katmanlar, sınıflar.

tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
  • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

tabayı'

  • İnsanların tabiatları, mizaç ve karakterleri.

tabi'

  • Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden.
  • Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.

tabiat tağutları / tabiat tâğutları

  • Tabiat putları; insanları Allah'a karşı isyana sevk eden tabiattaki her şey.

tabii / tabiî

  • Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve onlardan ders almış olan sâlih müslümanlar.

tabiin / tâbiîn

  • Hz. Muhammed'i görmüş olanlara yetişmiş olanlar, sahabeden sonraki nesil.
  • Hadîs-i şerîflerle medhedilen, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen şerefli nesil. Eshâb-ı kirâmı görüp, onların sohbetinde bulunanlar.

tabiiyyun / tabiiyyûn

  • Allahın kanunu ve sanatı olan tabiatı ilâh sananlar.
  • Tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunanlar.

tabiler / tâbiler

  • Bir inanca ve dine bağlı olanlar.

tabir / tâbir

  • Deyim, söz, yorum, ifade, anlatım.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tac

  • Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık.
  • Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame.
  • Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık.
  • Kuşların başındaki

tadacüm

  • İhtilâf. Anlaşmazlık.
  • Eğrilik.

tadil / tâdil

  • Yumuşatma, düzeltme, ılımanlaştırma.

tafattun

  • (Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme.

tafsil

  • Uzun uzadıya anlatma.

taftin

  • (Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme.

tagamgum

  • Anlaşılmaz söz.

taglib / taglîb

  • Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.

taglis

  • Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir)
  • Bir işi üzerine almak.
  • Sabah karanlığında sefer etmek.

tagut

  • İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr.
  • Her bâtıl mâbud.
  • Şeytan.
  • İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.

tahaddi mu'cizesi

  • Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahakküm-ü zahiri / tahakküm-ü zâhirî

  • Zahirî olan egemenlik; akıl ve gönlü dışlayarak insanlara hükmetme.

tahavvu'

  • Eksilmek, noksanlaşmak.

tahayyül

  • (Çoğulu: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak.

tahayyülat / tahayyülât

  • (Tekili: Tahayyül) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahdis

  • (Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek.
  • Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek.
  • Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak.
  • Anlatma, şükrederek dile getirme.

tahdis-i nimet / tahdîs-i nimet

  • Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek.
  • Şükür maksadıyla Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri anlatma, sevincini ve şükrünü bildirme.

tahdisat / tahdisât

  • Anlatmalar. Rivayet etmeler.
  • Teşekkürle bildirmeler.
  • Hadis anlatmalar.

tahirat / tâhirât

  • Pâk ve temiz olanlar.
  • Temiz olanlar.

tahiyyat-ı muayyene / tahiyyât-ı muayyene

  • Belirli zamanlarda okunan, canlıların hal dilleriyle ve yaşayışlarıyla dile getirdikleri dualar.

tahkiye

  • Tahkiye etmek: Anlatmak, hikaye etmek.
  • Anlatmak. Hikâye etmek.

tahliye

  • Serbest bırakılma.
  • (تحليه) Tezyin; güzel özelliklerle donatmak, süslemek.
  • (تخليه) Tenzih; noksanlardan uzak tutma.

tahric

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.

tahrif / tahrîf / تحریف

  • Bir yazıdaki cümlenin anlamını değiştirme.
  • Bir yazıdaki adın veya cümlenin yerini değiştirme, bozma.
  • Üstünde kalem oynatarak bozma, asıl anlamını bozma. (Arapça)

tahrifat / tahrîfat / تحریفات

  • Bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.
  • Anlamından uzaklaştıracak şekilde üstünde kalem oynatmalar. (Arapça)

tahrimen mekruh / tahrîmen mekrûh

  • Kur'ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki delîlinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın olan fiil, iş.

tahtie

  • Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek.
  • Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.

tahtırevan

  • Deve, fil, at vb. hayvanlara yüklenerek veya omuzlarda taşınan üstü örtülü taşıma aracı.

tahviye

  • Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak.

tahyil / tahyîl

  • (Çoğulu: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.
  • Akla getirme, zihinde canlandırma.
  • Akla getirme, zihinde canlandırma.

taife

  • Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.

taife-i beşeriye

  • İnsanlardan oluşan topluluk.

taife-i ehl-i hakikat

  • Hak ve doğruluk üzere olanların taifesi.

taife-i hayvanat / taife-i hayvânât

  • Hayvanlar âlemi.

taife-i mücahede

  • Cihad edenler, Allah yolunda savaşanlar.

taife-i mücahidin / taife-i mücahidîn

  • Cihad edenler, Allah yolunda savaşanlar.

taife-i sıddıkin / taife-i sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere, Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk.

takdir / takdîr / تَقْدِيرْ

  • Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak.
  • Kader.
  • Düşünmek.
  • Öyle saymak.
  • Ölçüleri belirleme, planlama.

takdir etme

  • Birşeyin değerini ve mahiyetini tam olarak bilme ve anlama.

takdir etmek

  • Bir şeyin değerini anlama.

takdir-i kelam / takdir-i kelâm

  • Sözün gelişi; sözde zikredilmeyen bir lafzı sözün gelişinden anlayıp belirtmek.
  • Söze değer vermek.
  • Sözün kıymeti. Sözden anlaşılan husus.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

taklidi iman / taklîdî îmân

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme.

takrir / takrîr / تقریر

  • İyi ifade etmek. Bildirmek.
  • Ağzından anlatmak.
  • Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek.
  • Resmî olarak yazı ile bildirmek.
  • Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek.
  • Siyasî nota.
  • Anlatma, kararlaştırma.
  • Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.
  • Yerleştirme. (Arapça)
  • Anlatma. (Arapça)
  • Önerge. (Arapça)
  • Sağlama. (Arapça)

takrirat / takrirât

  • (Tekili: Takrir) Ağızdan anlatılan şeyler.

takriren / takrîren / تقریرا

  • Ağızdan anlatarak.
  • Anlatarak. (Arapça)

taksit

  • (Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para.
  • Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi.

taktaka

  • (Tıktıka) Taşlardan çıkan ses.
  • Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.

taktik

  • Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. (Fransızca)
  • Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. (Fransızca)

takva ehli / takvâ ehli

  • Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar.

takvacılar / takvâcılar

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyanlar.

tala'

  • (Çoğulu: Etlâ) Geyik buzağısı.
  • Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu.
  • Buzağının ayağını bağladıkları ip.
  • Şahıs.

talimat / tâlimât

  • Talimler, öğretmeler, idmanlar, emirler.

tallahi

  • Anlamı kuvvetlendirme için vallahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.

taltifat / taltifât

  • (Tekili: Taltif) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.

tamş

  • Halk, nâs, insanlar.

tansir

  • Hristiyanlaştırma.

taraf

  • Yan, yön.
  • Yer, memleket, ülke. Kıt'a.
  • Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak.
  • Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.

tarif / târif

  • (Ar. gr.) Marife yapma; tanımlama; bir amaca binaen bir ismi belirlilik anlamı katan eliflâm takısı ile birlikte zikretmek.

tarifat / târifat

  • Tarifler, anlatımlar.

tarifname / târifname

  • Bir şeyin yapılışını, kullanılışını anlatan yazı.

tarik-i müteassife

  • Doğru yoldan sapanların yolu; çorak dengesiz ve zalimane yol.

tarik-i tefehhüm

  • Anlayış yolu, tarzı.

tarik-i telakki / tarik-i telâkki

  • Kabul etme yolu, anlama yöntemi.

tarikat / tarîkat

  • Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib ettikleri yol.

tariz / târiz

  • Dokundurma, iğneleme; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı, meselâ; insanlara zarar veren kimseye "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." diyerek o kimsenin hayırlı biri olmadığını söylemek gibi.

tarz-ı tefehhüm

  • Anlayış tarzı.

tarz-ı telakki / tarz-ı telâkki / tarz-ı telakkî / طَرْزِ تَلَقّ۪ي

  • Anlayış tarzı.
  • Anlayış, kabûl tarzı.

tarziye

  • Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek.
  • Râzı etmek.
  • "Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
  • Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
  • Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek.

tasafün

  • Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.

tasarruf

  • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
  • İdâre etme, hükmetme.
  • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.

tasarruf-u hakiki / tasarruf-u hakikî

  • Gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme.

tasarrufat-ı beşeriye / tasarrufât-ı beşeriye

  • İnsanların gerçekleştirdikleri tavır, davranış, faaliyet ve uygulamalar.

tasavvur-u küfür / تَصَوُّرُ كُفُرْ

  • Küfrü zihinde şekillendirme, canlandırma.

tasavvur-u zeval / tasavvur-u zevâl / تَصَوُّرُزَوَالْ

  • Son bulmanın zihinde canlanması.

tasavvurat-ı batıla / tasavvurât-ı bâtıla

  • Batıl şeyleri zihinde canlandırma.

tashif

  • Yanlış yazma, hem anlamı, hem de kelimeyi değiştirme. Yanılıp yanlış kelime yazma.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tasrih

  • Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak.
  • Açıkça anlatma.

tasrihat / tasrihât

  • Açık açık anlatmalar.
  • (Tekili: Tasrih) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.
  • Açıkça anlatmalar.

tasvib-i arifane / tasvib-i ârifane

  • "İrfan sahibi zâtınızın uygun görmesi" anlamına gelen saygı ifadesi.

tasvir

  • Canlandırarak anlatma, ifade etme.
  • Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde.
  • Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak.
  • Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
  • Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek mel
  • Resmini yapma, resim, zihinde canlandırma.

tasvir etme

  • Birşeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma.

tasvir etmek

  • Canlandırarak anlatmak, ifade etmek.

tasvir-i bimisali / tasvir-i bîmisali

  • Eşsiz, emsalsiz tasvir, anlatım.

tasvir-i müddea / tasvir-i müddeâ

  • İddia edilen şeyin delilsiz tasviri, san'atlı bir biçimde anlatımı.

tasvirat / tasvirât

  • Tasvirler, anlatımlar.

tasviri / tasvîri

  • Tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tature

  • Hayvanların ayağına vurulan köstek, bukağı. (Farsça)

tavaf-ı nafile / tavâf-ı nâfile

  • Mekke-i mükerremede bulunanların fırsat buldukça yaptıkları tavâf.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavsif

  • Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak.
  • Bilgi, ilim.
  • Vasıflandırma, özelliklerini anlatma.

tavsif eden

  • Vasıflandıran, anlatan.

tavsif edilme

  • Özelliklerin anlatılması.

tavsif edilmez

  • Özellikleri anlatılmakla bitmez.

tavsif etmek

  • Vasıflandırmak, özelliklerini anlatmak.

tavsif-i bi'l-fezail / tavsif-i bi'l-fezâil

  • Faziletlerini, iyiliklerini tasvir ederek anlatma.

tavsifat

  • Vasıflandırma, özelliklerini anlatma.

tavtie

  • Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.

tazallum-u hal / tazallum-u hâl

  • Mazlum olduklarını anlatmak, zulme uğradıklarını şikâyet etmek.

tazyik

  • Daraltmak, sıkıştırmak.
  • İcbar etmek.
  • Sıkıntı ve ızdırab vermek.
  • Zorlama, baskı.
  • Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; ga

te'nis-i ezhan

  • Zihinleri alıştırmak, anlayışı kolaylaştırmak.

te'vil

  • Bilinen anlamından başka bir anlamda yorumlama. Başka anlam verme.

teakkul

  • Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

teami / teâmî

  • Anlamaz gibi görünme.

teamül / teâmül

  • İş, muamele.
  • Bir yerde insanlar arasında olağan muamele.

tearüf-ü amme / tearüf-ü âmme

  • Umumun anlayacağı tarz, umumun bilgi ve idrak seviyesi.

teayyün

  • Bellibaşlı olmak.
  • Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek.
  • Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

tebaa

  • Uyruk, uyanlar.
  • Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar.

tebahhur / تبحر

  • Göllenme. (Arapça)
  • Derin bilgi sahibi olma, uzmanlaşma. (Arapça)
  • Tebahhur etmek: Buharlanmak. (Arapça)

tebattun

  • Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.

tebe

  • Tabi olanlar, uyanlar.

tebe-i tabiin / tebe-i tabiîn / tebe-i tâbiîn

  • Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.
  • Tabiinleri görmüş veya onlardan ders almış Müslümanlar.

tebea

  • (Tekili: Tâbi) Tâbi olanlar, uyanlar.

tebelbül

  • Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi.
  • Karışıklık.

tebelbül-ü elsine

  • Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.

tebellüğ

  • Anlayıp alma. Yetişme, erişme.
  • Tebliği kabul etme.
  • Anlayıp almak.

tebeyyün / تبين

  • Belli olmak, açığa çıkmak, görülüp anlaşılmak.
  • Belli olmak. Sabit olmak. Görünüp anlaşılmak.
  • Ortaya çıkma, anlaşılma. (Arapça)
  • Tebeyyün etmek: Ortaya çıkmak, anlaşılmak. (Arapça)

tebkit

  • Tekdir etmek. Azarlamak. Vurmak. Başa kakmak.
  • Delil ve bürhanla galip gelip susturmak.

tebliğ / teblîğ

  • Ulaştırma, bildirme, ilâhî emirleri insanlara anlatma.
  • Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız olarak bildirmeleri.

tebliğ-i şeriat

  • Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri.

tebligat

  • (Tekili: Tebliğ) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tebyin

  • Belirtme. Açıkça anlatma.
  • İsbat etme.
  • Açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma.

tecessüs

  • İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.

tecnis / tecnîs / تجنيس

  • Cinas yapma, iki anlamlı söz kullanma. (Arapça)

tecrübe

  • (Tecribe) Deneme, sınama.
  • Görmüş, geçirmişlik.
  • Anlamak için yapılan iş. İmtihan.
  • İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.

tecvid / tecvîd

  • Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine) ve sıfatlarına uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.

tedbir-i hükumet / tedbir-i hükûmet

  • Hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi.

tedhin / tedhîn / تدخين

  • (Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme.
  • Dumanlama. (Arapça)
  • Tütsüleme. (Arapça)

tedkik

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.

teeccül

  • Belli bir vakte kadar müddet isteme.
  • Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları.

teevvül

  • Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme.

tefarik

  • Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler.
  • Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler.
  • Küçük hediyelik eşya.

tefasil

  • (Tekili: Tefsir) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar.

tefattun

  • Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme.
  • Ufalanma.

tefehhüm / تفهم / تَفَهُّمْ

  • Farkına varmak. İdrâk eylemek.
  • Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak.
  • Anlayış.
  • Fehmetme, anlama.
  • Anlama. (Arapça)
  • Tefehhüm etmek: Anlamak, farkına varmak. (Arapça)
  • Anlama.

tefehhümat / tefehhümât

  • (Tekili: Tefehhüm) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar.

teferrüs

  • İyice anlama.
  • Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak.
  • Zannetmek.

tefessuh

  • Fasih olma. Anlaşılması kolay olma.

tefhim / tefhîm / تفهيم / تَفْه۪يمْ

  • Anlatmak. Bildirmek.
  • Anlatma.
  • Anlaşılmasını sağlama.
  • Anlatma. (Arapça)
  • Tefhîm etmek: Anlatmak. (Arapça)
  • İyice anlatma.

tefhim etmek

  • Anlatmak.

tefhim-i meram / tefhim-i merâm

  • Merâmını anlatma.

tefkih

  • (Fıkh. dan) Öğretme, anlatma.
  • Fıkıh öğretme.

tefnid

  • Tekzib etmek, yalanlamak.
  • Zayıflatmak.
  • Aciz etmek.
  • Korkutmak.

tefrika / تَفْرِقَه / tefrîka / تَفْر۪يقَه

  • Ayrılma, dağılma, anlaşmazlık.
  • Ayrılık, anlaşmazlık.

tefsir / tefsîr

  • Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek.
  • Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab.
  • Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir.
  • Örtülü bir şeyi açmak, yorumlamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in anlamını açıklayan bilim.
  • Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir.

tegafül / تغافل

  • Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.
  • Bilmezlikten gelme, anlamazlıktan gelme. (Arapça)
  • Tegafül etmek: Anlamazlıktan gelmek. (Arapça)

teharri / teharrî

  • Bir şeyi anlamak için araştırmak.

teharüc

  • Çıkışmak.
  • Tevzi etmek, dağıtmak.
  • Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.

teheyyüc / تهيج

  • Heyecanlanma. Coşma. Deprenme. Harekete gelme.
  • Heyecanlanma. (Arapça)

teheyyücat / teheyyücât

  • (Tekili: Teheyyüc) Coşup heyecanlanmalar.

tehi / tehî / تهى

  • Boş. (Farsça)
  • Anlamsız, yararsız. (Farsça)

tehyic / tehyîc

  • Heyecanlandırma. Coşturma.
  • Ayağa kaldırma.
  • Coşturma, heyecanlandırma.
  • Heyecanlandırma.

tehyiç / tehyîç

  • Heyecanlandırma, harekete geçirme.

tehyiç etme

  • Heyecanlandırma, heyecana getirme, çoşkunluk verme.

tehyicat / tehyicât

  • (Tekili: Tehyic) Coşturmalar, heyecanlandırmalar.

tekadim

  • (Tekili: Takdime) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler.

tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvan

  • Ağaçların, taşların ve hayvanların konuşması.

teklif

  • Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
  • Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
  • Vergi yüklemek.
  • Vazife vermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
  • Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni

tekzib / تكذيب / tekzîb / تكذیب

  • Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama. (Arapça)
  • Tekzîb edilmek: Yalanlanmak. (Arapça)
  • Tekzîb etmek: Yalanlamak. (Arapça)

tekzip

  • Yalanlama.

tekzip etme

  • Yalanlama.

tekzip etmek

  • Yalanlamak.

telafif / telâfîf

  • Örgü gibi iç içe geçmiş ince mânâ katmanları.

telakki / telâkkî / telakkî / تلقى / تلقي / تَلَقّ۪ي

  • Karşılamak. Almak. Kabul etmek.
  • Şahsi anlayış ve görüş.
  • Anlayış, anlama.
  • Anlayış, görüş, değerlendirme. (Arapça)
  • Telakkî etmek: Anlamak, değerlendirmek. (Arapça)
  • Anlama.
  • Kabul etme, anlayış.

telakki etme / telâkki etme

  • Anlama, idrak etme.

telakkiyat / telakkiyât / telâkkiyat / telâkkîyât / تلقيات

  • (Tekili: Telakki) Şahsî anlayış ve görüşler.
  • Kabul etmeler. Telakkiler.
  • Düşünceler, anlayışlar.
  • Anlayışlar, anlamalar.
  • Görüşler, anlayışlar, değerlendirmeler. (Arapça)

telakkiyat-ı amme / telâkkiyât-ı âmme

  • Genel kabul gören anlayışlar.

telif-i müşevveş

  • Karışık ve anlaşılması zor olan bir kitap.

telkin / telkîn / تلقين

  • (Çoğulu: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce.
  • Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak.
  • Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz. (Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (L
  • Bir fikir ve düşünceyi anlatma, zihinde yer ettirme.
  • Öğretme, kulağına anlatma. (Arapça)

telmih / telmîh / تلميح

  • Gönderme, îmâlı anlatma. (Arapça)

telmihat / telmîhât / تلميحات

  • Göndermeler, îmâlı anlatmalar.. (Arapça)

temekkün

  • Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak.
  • Vakar ve temkin sahibi olmak.
  • Sultan yanında rütbe sahibi olmak.

temessül etmek

  • Şekillendirmek, canlandırmak.

temsil / temsîl

  • Bir şeyin aynını ya da mislini yapmak, benzetmek.
  • Örnek, nümune, söz. Canlandırma, piyes.

temsili / temsilî

  • Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.

temyiz / temyîz

  • İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.

tenakus / tenâkus

  • Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek.
  • Eksilme, azalma, noksanlaşma.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.

tenatuh

  • (Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si).
  • Birbirine başla vurmak.

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

teneşşüd

  • Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.
  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkilat / tenkilât

  • (Tekili: Tenkil) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar.
  • Düşmanları tepelemeler.
  • Uzaklaştırmalar.

tenkıs

  • Noksanlaştırma.

tenkis

  • Noksanlaştırmak. Azaltmak. İndirmek.

tenzih / tenzîh

  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek.
  • Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak.
  • Kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.

tenzil / tenzîl

  • Kur'ân-ı Kerim (Kur'ân-ı Kerim 23 yılda bölüm bölüm indirildiği için "indirilen, parça parça indirilmiş" anlamına gelen Tenzîl ismi verilmiştir).

teracim

  • (Tekili: Teracüm) (Tercüme) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler.

teradüf

  • Eş anlamlılık.

terakkiyat-ı insaniye / terakkiyât-ı insaniye

  • İnsanların manevî açıdan gelişme ve ilerlemeleri.

teravuh

  • Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak.

terceman

  • (Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren.
  • Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.

terceme

  • (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.

terceme-i hal / terceme-i hâl

  • Hal ve hayatını anlatma. Biyografi.

tercüman-ı ayat-ı tekviniye / tercüman-ı âyât-ı tekviniye

  • Kâinatta Allah'ın varlığının birer delili olan maddî ayetleri insanlara tercüme eden, rehber.

tercüman-ı zişan / tercüman-ı zîşân

  • Şanlı Tercüman; Allah'tan aldığı bilgileri insanların anlayacağı şekilde anlatan Peygamberimiz Hz. Muhammed.

tercüme-i hal

  • Biyografi, bir kişinin hayatını anlatan eser.

terdid

  • Geri çevirmek, geriletmek.
  • Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek.
  • İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.

terek

  • Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.

terennüm

  • Güzel güzel anlatma.
  • Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme.
  • Ötmek. Musikîleşmek.
  • Güzel güzel anlatma, yavaş ve güzel sesle şarkı söylemek.

terennümat / terennümât

  • (Tekili: Terennüm) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar.
  • Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.

terim

  • Özel anlamlı kelime.

terk-i evtan

  • Vatanlarından ayrılma, vatanlarını terk etme.

terkik

  • İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma.
  • Tecvidde: Harfi ince okumak.
  • Bir kimseyi köle veya cariye etme.
  • Yumuşatma.
  • İnceltme.

tersayan / tersâyân / ترسایان

  • (Tekili: Tersâ) Hristiyanlar. İseviler.
  • Hıristiyanlar. (Farsça)

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

teşahhum

  • (Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama.

tesauf

  • Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak.

tesavüm

  • Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak.

tesbihat / tesbihât

  • Allah'ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi.
  • Tesbihler, namazdan sonra okunanlar.

teşe'üm

  • Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir.
  • Sola dönme.
  • Sola yatma.

tesellül

  • İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma.
  • Verem hastalığına yakalanma.

tesemmün

  • (Semen. den) şişmanlama, semirme.

teşhis

  • Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma.
  • Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek.
  • Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek.
  • Eşyaya şahsiyet vermek.

teslis / teslîs

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)
  • Hıristiyanların üç ilâh inancı.
  • Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

teslis akidesi / teslis akîdesi

  • Üçleme; Hıristiyanların Allah'ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları.

teslisiyet

  • Hıristiyanların üç ilâha inanmaları.

teşrih

  • Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak.
  • Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.

teştiye

  • Kışın uyuyan hayvanların uykusu.

teşvif

  • Tezyin etmek, süslemek.
  • Haberli olmak, anlamak, muttali olmak.
  • Bakmak, nazar etmek.

teterrüs

  • Kalkanla siper yapmak.

tevabi / tevâbi / tevâbî

  • Tabi olanlar, bağlı olanlar, uyanlar.
  • Bağlı olanlar, uyanlar.

tevabi'

  • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
  • Uşaklar.
  • Bir merkeze bağlı olan yerler.
  • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

tevafuk-u cifri / tevafuk-u cifrî

  • Cifir ilmine göre kelime veya cümlelerin rakamsal değeri ile anlamı arasındaki uyum.

tevaki'

  • (Tekili: Tevki') Fermanlar.

tevarih-i muhtelife

  • Farklı tarihler, zamanlar.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

teveccüh-ü nas / teveccüh-ü nâs / تَوَجُّهُ نَاسْ

  • İnsanların yönelmesi, ilgi göstermesi.
  • İnsanların, bir kimseyi beğenip, ona teveccüh etmeleri ve medh ü senâ etmeleri.
  • İnsanların (kabûl ile) yönelmesi.

teveddüd

  • Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi.

tevessüm

  • Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
  • Bir işaret, belirti ortaya çıkma, görünme, bir şeyi işaretlerinden hareketle bilme, iyice anlama.
  • İyice anlatma.

tevhid

  • Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak.
  • Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.

tevhid-i cami / tevhid-i câmi

  • Çok kapsamlı ve herşeyi içine alan tevhid anlayışı.

tevhid-i şuhud

  • Her nereye bakılırsa Allah'ın birliğini anlamak, hissetmek.
  • Görüş birliği.

tevil

  • Yorumlama, yorum; sözün ilk anlamını değil de ihtimal dahilinde bulunan başka anlamlarını (mecâzî) esas alarak yorumlama.

tevsi-i zihin

  • Zihni genişletme, anlayış ve kavrayış kabiliyetini yükseltme.

teyakkuz-u kamil / teyakkuz-u kâmil

  • Tam anlamıyla uyanıklık.

tezad

  • İki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik.
  • Anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.

tezerru'

  • Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak.
  • Yemeği çok yemek.
  • Çok konuşmak.

tezyinat-ı lafziye / tezyinat-ı lâfziye

  • Sözle ilgili süslemeler, cinas, seci' gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san'atları.

tibyan / tibyân

  • Açıklama, anlatma.

tılsım / طِلْسِمْ

  • Anlaşılması zor şey.

tılsım-ı acib / tılsım-ı acîb

  • İnsanları hayrette bırakan sır, gizem.

tılsım-ı kainat / tılsım-ı kâinat

  • Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.

tılsım-ı muğlak / tılsım-ı muğlâk / طِلْسِمِ مُغْلَقْ

  • Anlaşılması zor, kapalı gizli şey.
  • Açılması müşkül olan tılsım, kapalı ve gizli haber.
  • Anlaşılması zor sır, gizem.
  • Anlaşılması zor kapalı şey.

tılsım-ı muğlak-ı alem / tılsım-ı muğlâk-ı âlem / tılsım-ı muğlak-ı âlem / طِلْسِمِ مُغْلَقِ عَالَمْ

  • Kâinattaki anlaşılması zor sır.
  • Alemin anlaşılması zor ve kapalı sırrı.

tılsım-ı müşkilküşa / tılsım-ı müşkilküşâ

  • Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım.

tılsım-ı müşkülküşa / tılsım-ı müşkülküşâ

  • Anlaşılması ve çözülmesi zor olan sır, gizem.

tirase

  • (Tekili: Türs) Ask: Kalkanlar.

tıraz

  • " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz : Çiçek süsleyen. (Farsça)

tıval

  • Uzun olanlar.

trinite

  • Hıristiyanların teslîs (üç tanrı) inancı.

tüccar

  • (Tekili: Tâcir) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar.

tufan-ı maasi / tufan-ı maâsi

  • İsyanlar, günahlar tufanı.

tugat

  • (Tekili: Tâgi) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar.

tulatıle

  • (Talâtıla) (Çoğulu: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı.
  • Zahmet.

u'cube-i hilkat

  • Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ucm

  • Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar.
  • (Tekili: Acmâ) Dilinde tutukluk olanlar.

udul

  • Yoldan çıkma, dönme, sapma.
  • Vazgeçme.
  • (Tekili: Âdil) Âdiller, âdil olanlar.

ufat

  • Haramdan nefsini koruyanlar.

uhud / uhûd

  • (Tekili: Ahd) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler.
  • Yeminler, anlaşmalar.

uhud-i atika

  • Eski anlaşmalar.

uhud-u mer'iye

  • Yürürlükteki anlaşmalar.

uhuvvet-i insaniye

  • İnsanların birbirlerine olan kardeşliği, insanlık kardeşliği.

ukala / ukalâ

  • Akıllılar, akıllılık taslayanlar.

ukala-yı nas / ukalâ-yı nâs

  • İnsanların akıllıları, zekileri.

ukama'

  • (Tekili: Akîm) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.

ukbe bin amir bin kays el-cüheni / ukbe bin amir bin kays el-cühenî

  • Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.

ukkaşe bin el-mihsan el-esdi / ukkaşe bin el-mihsan el-esdî

  • Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi.

uknum / uknûm

  • Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.

ukul-ü beşer

  • İnsanların akılları.

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

ulema-i su / ulemâ-i sû

  • Kötü âlimler; insanları doğru yoldan saptıran, ilmini dünyâ kazancına, mala ve mevkîye kavuşmaya vâsıta eden din adamları.

ulemaüs-su ashabı / ulemâüs-sû ashabı

  • İlmi kötüye kullanarak dünyaya yönelik menfaatler için ilmi âlet yapan âlimler ve onlara tâbi olanlar,uyanlar.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

ulü

  • Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar.

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

ulü'l-azmane / ulü'l-azmâne

  • Büyük sabır ve metanet sahibi olan büyük insanlara yakışır şekilde.

ülü'l-emr

  • Emir sâhibleri. Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler.

ulü-l emr

  • Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül

ulülemr

  • Müslümanların idarecisi.

ulum-i akliyye / ulûm-i akliyye

  • Tecribî (deneye bağlı) ilimler. His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve hesab edilerek elde edilen ilimler.

ulum-i islamiyye / ulûm-i islâmiyye

  • İslâm bilgileri, din bilgileri, müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgiler.

ulum-u aliye / ulûm-u âliye

  • Yüksek ilimleri anlamaya yarayan mantık, gramer gibi âlet ilimleri.

ulum-u arziye / ulûm-u arziye

  • İnsanların bilgi ve tecrübelerinin ürünü olan ilimler.

ulum-u beşeriye / ulûm-u beşeriye

  • İnsanla ilgili ilimler, sosyal ilimler.

ulum-u diniye ehli / ulûm-u diniye ehli

  • Dinî ilimler konusunda bilgili olanlar.

ulum-u evvelin ve ahirin / ûlum-u evvelîn ve âhirîn

  • Geçmiş ve gelecek insanların sahip olduğu ilimler.

umera-i belagat / umera-i belâgat

  • Belâgat ilminde ileri gelen ve yön veren uzmanları, prensleri.

ümera-yı askeriye / ümerâ-yı askeriye

  • Askerî âmirler, komutanlar.

ümmet / امت

  • Cemaat, kavim, taife.
  • Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye.
  • Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat.
  • Bir dille konuşan millet.
  • Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.
  • Topluluk, cemâat. Bir peygambere inanan tâbi olan insanlar. Bir dîne bağlı topluluğun tamâmı.
  • Ümmet, bir peygambere bağlı olanlar. (Arapça)

ümmet-i islamiye / ümmet-i islâmiye

  • İslâm ümmeti, bütün Müslümanlar.

ümmet-i merhume-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'e inanıp onun yolundan giden, Allah'ın rahmetine ermiş olan Müslümanlar.

ümmet-i muhammed

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine muhatap olan bütün insanlar.

ümmet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar.

umum islamın / umum islâmın

  • Bütün İslâmın, bütün Müslümanların.

umur-i izafiye

  • Biri birisiz olmayan ve birbirine nisbet ve kıyaslamayla anlaşılan nitelikler; karanlık-aydınlık, acı-tatlı gibi.

umur-u izafiye / umur-u izâfiye

  • Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)

umur-u nas

  • İnsanlara ait işler.

umuraşna

  • (Umur-âşnâ) İşten anlar, işbilir. (Farsça)

umurdide

  • (Çoğulu: Umurdidegân) İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse. (Farsça)

ünas

  • Halk. İnsanlar.

unsuriyet

  • Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.

ur

  • Tek gözlüler.
  • Silâhsız, mühimmatsız olanlar.

urat

  • (Tekili: Uryan) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.

urefa / urefâ

  • Ârifler, Allah'ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar.

ürümek

  • Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır. (Farsça)

uruş

  • (Tekili: Arş) Gökler, arşlar. Tavanlar.

usbe

  • Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat.

üsera

  • (Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar.
  • Köleler.

üskuf

  • (Çoğulu: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.

üslub / üslûb / اسلوب

  • Anlatım biçimi.
  • Anlatım tarzı. (Arapça)

üslub-u garip / üslûb-u garip

  • Hayret verici, şaşırtıcı ifade ve anlatım tarzı.

üslub-u hakimane / üslûb-u hakîmâne

  • Hikmetli olan ifade tarzı; muhâtaba herşeyin gaye ve faydasını anlatan ve herşeyin gerçek mahiyetini bildiren tarzı, üslûbu.

üslupşiken / üslûpşiken

  • İfade ve anlatımı bozuk, karışık.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

uyun-u ehl-i hak / uyûn-u ehl-i hak

  • Hakka taraftar olanların gözleri.

uzlet

  • Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
  • Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme.

va esefa, va hasreta / vâ esefâ, vâ hasretâ

  • "Esefler olsun/yazıklar olsun" anlamında bir ifade.

vacib / vâcib

  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

vacibat / vâcibât / واجبات

  • Gerekenler, yapılması gerekli olanlar. (Arapça)

vaftiz

  • (Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi.
  • Hıristiyanların dine gireni kutsal suya sokma merasimi.

vahdet nağmesi

  • Ahenkli bir nidayla her şeyin Allah'ın birliğini anlatması.

vahdet-i hakiki / vahdet-i hakikî

  • Allah'ın gerçek anlamda tek oluşu.

vahdet-i mutlaka

  • Sınırsız birlik; Allah'ın mutlak anlamda bir ve tek oluşu.

vahhabilik / vahhabîlik

  • Dinin bazı konularında aşırılıkları olan bir anlayış.

vahi / vâhî

  • Boş, anlamsız.

vahime kuvveti / vâhime kuvveti

  • His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.

vahşan / vahşân

  • (Tekili: Vahş) Issız, tenha yerler.
  • Yabani hayvanlar.

vahşi

  • Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan.
  • Merhametsiz, duygusuz.
  • Ürkek, korkak.

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

vakas

  • Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler.
  • İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.

vakıat

  • Olanlar, olmuşlar.

vakıf / vâkıf / واقف

  • Vakfeden. (Arapça)
  • Anlamak, bilmek. (Arapça)

vakıfane / vâkıfane

  • Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle. (Farsça)

vaks

  • Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak.
  • Bedene uyuz illeti yayılması.

vakt-i kerahet

  • Kerahet vakti; güneşin doğduğu, battığı ve tepede olduğu anlar.

valihin / vâlihîn

  • Hayrette kalanlar. Şaşıranlar.

varidin / vâridîn

  • (Tekili: Vârid) Gelenler, vâsıl olanlar.

varisin / vârisîn

  • (Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler.

vasf

  • Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.

vasfetmek

  • Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak.

vasılin / vâsılîn

  • Kavuşanlar, erişenler.

vasıta-i tahakküm

  • İnsanları baskı altına alma aracı.

vasl

  • Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
  • Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd

vassaf / وصاف

  • Öven, anlatan, tavsif eden. (Arapça)

vatani / vatanî

  • (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.

ve'd-dua

  • "Duâlarımız sizinle birliktedir" anlamına gelen bu tâbir, evvelce mektupların altlarına yazılırdı.

vecar

  • (Çoğulu: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

vecdaver / vecdâver / وجدآور

  • Coşkulu, heyecanlandıran. (Arapça - Farsça)

vecdi / vecdî

  • Vecdle ilgili, heyecanla ilgili.

vech-i mana / vech-i mânâ

  • Mânâ ve anlamlarının bir yönü.

vech-i şebeh

  • Edb: Bir şeyin başka bir şeye neden benzediğini anlatan söz.

vehhabi / vehhâbî

  • Vehhabilik anlayışından olan.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Bazı konularda aşırılıkları olan dinî bir anlayış.

vehl

  • (Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama.
  • Unutma.

vehm

  • (Vehim) Mübhem ve mânasız korku.
  • Belirsiz fikir ve düşünce.
  • Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.

vekayi-i mezkure / vekayi-i mezkûre

  • Anlatılan vakıalar, olaylar.

velediyet

  • Birinin çocuğu oluş, Hıristiyanların isa aleyhisselâma hata ile "Allahın oğlu" demeleri.

ver

  • "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver : Âlim. Suhan-ver : Edip, şâir. (Farsça)

vera

  • Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar.

vera-ül-vera / verâ-ül-verâ

  • Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir terim.

veraset-i ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) risaleti yani, Allah'ın insanlara elçiliği yönüne varis olma özelliği.

verese

  • Mirasçılar. Miras alanlar.

verese-i nübüvvet / وَرَثَۀِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberliğin mîrâsına vâris olanlar (ilim ehli olanlar).

vesak

  • Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak.
  • Sözleşme yeri.

vesatat-ı aliye / vesâtat-ı âliye

  • Bir hürmet ve saygı ifadesi olarak "yüce aracılığınızla" anlamında bir söz.

veseniyyun

  • Putperestler. Puta tapanlar.

veşi'

  • (Çoğulu: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca.
  • Sümâme otundan yapılan hasır.
  • Ağaçlardan kuruyup düşen nesne.
  • Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken.
  • Az nesne.

vesvese-i şeyatin / vesvese-i şeyâtîn

  • Şeytanların verdiği şüphe ve kuruntular.

vezan

  • "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir. (Farsça)

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vicar

  • (Çoğulu: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

vicdani / vicdanî / vicdânî

  • Vicdanla ilgili, vicdana ait.
  • (Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili.
  • Kendinden geçip dalmakla ilgili.
  • Vicdanla ilgili.

vicdaniyat / vicdâniyat

  • Vicdanla hissedilenler.
  • Vicdanla hissedilenler.

vifak

  • Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak.
  • Barış.
  • Uygunluk.

vilayet-i amme / vilâyet-i âmme

  • İslâmiyet'in yalnız sûretine uyanların kavuştuğu evliyâlık makâmı.

visam

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar.
  • Güzel yüzlü olanlar.
  • Rastıklılar.

vokal

  • İtl. Sesle anlatma.
  • İnsan sesinin müzikte kullanılması.
  • Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.

vücud-u hissi / vücud-u hissî

  • Duyu organları ile kavranabilen varlık.

vücud-u mümkinat

  • Varlığı mümkün olanlar; varlığı imkân dairesinde olanlar, kâinatın varlığı.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât / vücud-u müteşâbihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).
  • Sözün hangi mânâya geldiği kapalı ve zor anlaşılır ifadelerin varlığı.

vücuh

  • (Tekili: Vech) Çehreler, yüzler, suretler.
  • Tarzlar.
  • Sebepler.
  • İmkânlar.
  • Münasebetler.
  • Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar.
  • Bir memleketin ileri gelenleri.

vücür

  • (Tekili: Vicâr) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri.
  • Sel sularının oyduğu yerler.

vuhuş / vuhûş / وحوش

  • (Tekili: Vahş) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
  • Vahşiler. (Arapça)
  • Yaban hayvanları. (Arapça)

vükela / vükelâ / وكلا

  • (Tekili: Vekil) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
  • Askerî âmirler, komutanlar; bakanlar.
  • Vekiller, bakanlar.
  • Vekiller. (Arapça)
  • Bakanlar. (Arapça)

vukufiyet

  • İyice bilme ve anlama.

vülat / vülât

  • (Tekili: Vâli) Vâliler.
  • Sâhib çıkanlar.
  • Koruyan, muhafaza edenler.

vüsema

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar, dağlanmış olanlar.
  • Güzel yüzlüler.
  • Rastıklılar.

vüsuk

  • Bağlar, râbıtalar.
  • Anlaşma ve sözleşmeler.

vuzuh

  • Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik.
  • Aydınlık.
  • Edb: İfadede açıklık.

vuzuh-u ifham / vuzuh-u ifhâm

  • Anlatım açıklığı.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

yahamim

  • (Tekili: Yahmum) Kara dumanlar.

yakub aleyhisselam / yâkûb aleyhisselâm

  • Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" m

yalak

  • Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.

yaver / yâver

  • Komutanların yanında bulunan ve onların emirlerini yazmakla ve gerektiğinde yerine ulaştırmakla görevli subay.

yeasib

  • (Tekili: Ya'sub) Reisler, başkanlar, başlar.
  • Arıbeyleri.

yelan

  • (Tekili: Yel) şampiyonlar, pehlivanlar. (Farsça)

yele

  • Kuvvetle saldıran. (Farsça)
  • Otlağa salınmış hayvan sürüsü. (Farsça)
  • Koşan, koşucu, seğirten. (Farsça)
  • Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. (Farsça)

yevm-i fasl

  • İyi insanların kötülerden kısım kısım ayrıldığı ve dâvâların halledildiği kıyâmet günü.
  • İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, ye

yevm-i mahşer

  • Âhirette Allah tarafından yeniden diriltilen insanların toplanacağı gün.

yuhanna

  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yuşa aleyhisselam / yûşâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekîli idi. İsmi Yeşû olup hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Annesi Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir.

yüscan

  • Yeşil taylasanlar.

yusufiye medresesi

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

yütm

  • (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir.

za

  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

za'f-ı te'lif

  • Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.

zabt

  • Sıkı tutma.
  • İdaresi altına alma, kendine mal etme.
  • Silah zoru ile bir yeri alma.
  • Anlama, kavrama.
  • Kaydetme, özetini yazma.

zahir

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.

zahir mana / zâhir mânâ

  • Lafızdan (sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.
  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zailat / zâilât

  • Yok olanlar, kaybolup gidenler.

zailat-ı faniye / zâilât-ı fâniye

  • Gelip geçici olanlar, bir hâlde durmayıp gidenler.

zalim / zâlim

  • Zulm eden, müslümanlara ve İslâmiyet'e; eli ile, dili ile ve kalemi ile zarar veren, başkalarının hakkına tecâvüz eden.
  • Allahü teâlâya inanmayan kâfir.

zaman-ı fetret

  • İnsanlara peygamber gönderilmeyen mânevî buhran dönemi.

zaman-ı tereddüt ve evham

  • İnsanların şüpheye düştüğü ve kuruntulara kapıldığı dönem.

zamani / zamanî

  • Zamanla ilgili, zamana ait.
  • Zamanla ilgili.

zanni / zannî

  • Zanla ilgili.

zanni delil / zannî delil

  • Mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bir sahâbî tarafından bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîf.

zaragım

  • (Tekili: Zırgam) Arslanlar.

zaruriyat / zarûriyât

  • Zarurî olanlar.

zaviye / zâviye

  • Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
  • Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.

zayiat / zayiât

  • Zarar ve ziyanlar. Yitikler.

zayiat-ı maliye

  • Mâli zararlar ve ziyanlar.

zeamet

  • Şeref, şan. Riyaset.
  • Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.

zebayıh / zebâyıh

  • Kesilecek kurbanlık hayvanlar. Kurban edilmiş, kurban olarak kesilmiş hayvanlar.

zebayih

  • (Tekili: Zebiha) Kurbanlık hayvanlar.

zebib

  • Kuru üzüm. Kuru incir.
  • Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.

zeka / zekâ

  • Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma.
  • Ateşin alevlenmesi.
  • Güzel koku alma.
  • Sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamak, yeni îcab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uyması.
  • Çabuk anlama kabiliyeti.

zekat / zekât

  • İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.

zekavet / zekâvet

  • Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
  • Zekilik, anlayış çabukluğu.

zekeriyya aleyhisselam / zekeriyyâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Yahûdîler tarafından şehîd edildi. Kabri Haleb'dedir.

zeki / zekî

  • Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
  • Çabuk anlayışlı, temiz.

zelul

  • Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan.
  • Hecin devesi.
  • İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.

zemahşeri / zemahşerî

  • (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.

zemani / zemanî

  • Zamanla ilgili, zamana ait.

zemaniyan

  • İnsanlar. Beşer. (Farsça)

zemin-kub

  • İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. (Farsça)
  • Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar. (Farsça)

zemzeme

  • Ezgili ses, terennüm, teganni.
  • Mezamir'i okuyanların teranesi (Zebur).

zemzeme-i azime

  • Kur'ân hakikatleri için, "hayat veren mübarek ve lezzetli su" anlamında kullanılan bir ifade.

zerde

  • Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)
  • Yumurta sarısı. (Farsça)

zevahif

  • (Tekili: Zâhife) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.

zevahir / zevâhir

  • (Tekili: Zühre) Çiçekler.
  • Parlak yıldızlar.
  • Ziynetli, parlak ve berrak olanlar.
  • Dış görünüş; dış görünüşten anlaşılan mânâlar.

zevail

  • (Tekili: Zail) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler.
  • Mc: Yıldızlar.

zevamil

  • (Tekili: Zâmile) Küçük yükler.
  • Yük hayvanları.

zevi-l ehsas

  • Duygu sahibi olanlar, duyanlar, hissedenler.

zevi-l ervah

  • Ruh sahipleri. Hayatlılar, ruhlular. Can sahibi olanlar.

zevi-l idrak

  • İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan.

zevi-l ukul

  • Akıl sahipleri. Aklı olanlar.
  • Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler.

zevilukul / zevilukûl

  • Aklı olanlar.

zıba'

  • (Tekili: Zabu) Sırtlanlar.

zıddiyet

  • Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.

zılf

  • Hayvanların çatal tırnağı.

zımn

  • İç taraf.
  • Maksad, gaye.
  • Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
  • İç yüz, dolaylı anlatılan.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın