REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Allı ifadesini içeren 291 kelime bulundu...

adem-i hilim

  • Yumuşak ve uysallıktan uzak.

ademi / âdemî

  • İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.

afgan

  • Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.

ahval-i acizane / ahvâl-i âcizâne

  • Bir tevazu ifadesi olarak "Allah'ın âciz ve zavallı bir kulu olarak sağlık durumum, halim" mânâsında bir ifade.

akalliyet

  • (Ekalliyet) Azlık. Azınlık.
  • Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.

akli / aklî

  • Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik.

alevi / alevî

  • Hz. Ali'ye mensub olan. Hz. Ali'ye âit ve müteallik.

amaç-gah / âmâç-gâh

  • Nişan atılan yer, nişan yeri. Hedef mahalli. (Farsça)

ameli / amelî

  • (Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübeli.

ami / âmî

  • Senevî, yıllık.
  • Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.
  • İlmi olmayan kimse. Mukallid. Çoğulu avâm'dır.

amize-muy / âmize-muy

  • Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse. (Farsça)

amize-muyi / âmize-muyî

  • Kır saçlı ve kır sakallı kimse. (Farsça)

amiziş / âmiziş

  • Uysallık, imtizaç, uyuşma. (Farsça)

amuhte-gah / amuhte-gâh

  • Muallimler, öğretmenler. (Farsça)

amuzende

  • Talebe, öğrenci. (Farsça)
  • Muallim, öğretmen. Öğreten. (Farsça)

amuzkar / amuzkâr

  • (Amuzgâr) Muallim. Öğretici. (Farsça)

amuzkari / amuzkârî

  • (Amuzgârî) Öğretmenlik, öğreticilik, muallimlik.

arec

  • Topallık, aksaklık.

arzi / arzî

  • (Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı.
  • Semavî olmayan. Beşerî olan.

asli / aslî

  • Asla aid ve müteallik.

asri / asrî

  • Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.

asumani / asumanî

  • Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

ayn-ı belahet / ayn-ı belâhet

  • Aptallığın ta kendisi.

batıni / batınî

  • İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit.
  • Tas: Bâtiniyyeden olan.

bedaat / bedâat

  • Benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik.

bedii / bedîî

  • Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.

behimi / behimî

  • Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.

behramen

  • Bir çeşit kırmızı yakut. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları allık. (Farsça)
  • İpekten dokunan güzel bir kumaş. (Farsça)
  • Kırmızı gül, asfur çiçeği. (Farsça)

belahet / belâhet

  • Aptallık.

beledi / beledî

  • (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli.
  • Şehir ve kasabaya ait.
  • Belediye İdaresine mensub.
  • Mahallî, yerli.

beşeri / beşerî

  • İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.

beze

  • Miskin, zavallı.

bi-çare / bî-çare

  • Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. (Farsça)

bi-çaregan / bî-çaregân

  • Zavallılar. Biçareler. (Farsça)

bi-çaregi / bî-çaregî

  • Zavallılık, biçarelik. (Farsça)

bi-çarevar / bî-çarevâr

  • Zavallı gibi, biçare gibi. (Farsça)

bi-neva / bî-neva

  • Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz. (Farsça)

bi-vare / bî-vare

  • Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib. (Farsça)

biçare / bîçâre / بيچاره

  • Çaresiz, zavallı.
  • Çaresiz. (Farsça)
  • Zavallı. (Farsça)

biçaregan / bîçâregân / بيچارگان

  • Çaresizler. (Farsça)
  • Zavallılar. (Farsça)

biçaregan-ı ümmet / bîçâregân-ı ümmet

  • Ümmetin çaresizi, zavallısı.

bidevlet / bîdevlet

  • Mutsuz, zavallı. (Farsça)

bineva / bînevâ / بينوا

  • Zavallı. (Farsça)
  • Yoksul. (Farsça)

burjuva

  • Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan. (Fransızca)

cavidane / câvidâne

  • Câvidân, ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik. (Farsça)

celaldarane / celâldarâne

  • Celâlli bir biçimde.

celali / celalî

  • Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan.
  • Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad.
  • Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.

cenani / cenanî

  • Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile "kalbim" mânasınadır.)

cenubi / cenubî

  • Cenuba âit, güney tarafında, cenûba dair ve müteallik.

cezri / cezrî

  • Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik.

ciddiyet

  • Ciddîlik.
  • Ağırbaşlılık, sakin hâllilik.
  • Ehemmiyet.

dair

  • Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan.
  • Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

dall-i bi-l iktiza / dâll-i bi-l iktiza

  • (Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden.
  • Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

debabic

  • (Tekili: Dibâc) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar.

dehri / dehrî

  • Dehr ve zamana dair ve müteallik.

dehriye

  • Devre ait. Zamana dair ve müteallik.
  • Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.

demevi / demevî

  • Kana dâir, kana mensub ve müteallik.
  • Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.

derece-i kudsiyet

  • Kutsallık derecesi.

dermande / dermânde / درمانده

  • (Çoğulu: Dermândegân) Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı. (Farsça)
  • Aciz. (Farsça)
  • Zavallı. (Farsça)

ders

  • Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife.
  • Akıl.

devai / devaî

  • (Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir.

devrani / devranî

  • Deverana âit ve müteallik.

dil-i zar / dil-i zâr

  • Zavallı gönül.

dimişki / dimişkî

  • Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik.
  • Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.

dünyevi / dünyevî

  • (Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.

ebedi / ebedî

  • Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.

eblehlik

  • Ahmaklık, aptallık.

edebi / edebî

  • Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.

efgende

  • Yere atılmış, düşürülmüş. Yıkılmış, yıkık. Bozulmuş, tahrib edilmiş. (Farsça)
  • Biçare, zavallı, düşkün. (Farsça)

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ekalliyet

  • (Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık.

esasiyye

  • Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.

evasıt / evâsıt

  • Vasatlar, orta hâlli olanlar.

evreng

  • Taht, evrend. (Farsça)
  • Şan, şeref, nâm. (Farsça)
  • Zinet, süs. (Farsça)
  • Akıl, irfan. (Farsça)
  • Ağaç kurdu. (Farsça)
  • Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. (Farsça)
  • Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. (Farsça)
  • Yakışıklılık. (Farsça)

evsat

  • Ortada olmak.
  • Vasatta olan. Orta. Orta hâlli.

ezeli / ezelî

  • Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.

ezkiya

  • Saf, temiz, iyi halli kimseler.

fahriye

  • Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.

failiyyet / fâiliyyet

  • İşleyicilik. Müessir olmak. Fâile mensub ve müteallik oluş.

fakrıhal / fakrıhâl

  • Fakir hâllilik.

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

farisi / farisî

  • Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.

faruki / farukî

  • Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.

farzi / farzî

  • Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.

fer'i / fer'î

  • (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.

ferikiyet

  • Generallik.
  • Generallik.

fevzi / fevzî

  • Kurtuluşa, fevze âit ve müteallik.

feyzi / feyzî

  • Bolluk ve berekete ait ve müteallik. Feyze mensub.

fezai / fezaî

  • Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.

fi'l-i kıyasi / fi'l-i kıyasî

  • Gr: Kurallı ve kaideli fiil. (İş'ten: işlemek; ateşten: Ateşlemek gibi)

fikri / fikrî

  • (Fikriye) Fikir cinsinden, fikirle alâkalı. Fikre âit ve müteallik.

fıtri / fıtrî

  • Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.

füsat

  • (Füstât) Kıl. Büyük çadır.
  • Kapıya asılan perde.
  • Cemaat.
  • Mısır'da bir mahallin adı.

fütade

  • (Çoğulu: Fütâdegân) Mübtelâ, tutkun. (Farsça)
  • Biçare, zavallı. (Farsça)
  • Düşkün, düşmüş. (Farsça)

gaiyye

  • Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği.
  • Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)

garib

  • Yalnız, kimsesiz, zavallı.
  • Hayret verici. Tuhaf.
  • Kimsesiz. Zavallı.
  • Gurbette olan.

garib-nüvaz

  • Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan. (Farsça)

gass

  • İncelik, zavallılık.
  • Biçare, zavallı.
  • Tatsız, yavan.

gaybi / gaybî

  • Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.

gaze

  • Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık. (Farsça)

girgin

  • Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan.
  • Mensub, alâkalı, müteallik.

gıyabi / gıyabî

  • Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik.

habeşi / habeşî

  • Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan.
  • Koyu esmer renkli adam.
  • Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.

hace / hâce

  • Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi. (Farsça)

hadsi / hadsî

  • Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.

hak-sar / hâk-sar

  • Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli. (Farsça)

halli

  • (Halliye) Sirke ile ilgili.

halveti / halvetî

  • Halvete müteallik, halvetle alakalı.
  • İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı.
  • Halvetiye Tarikatından olan kimse.

hamasi / hamasî

  • Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

harbi / harbî

  • Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman.
  • Harbe mensub ve müteallik.
  • Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.

haric / hâric

  • Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan.
  • Ecnebi.

havai / havaî

  • (Çoğulu: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı.
  • Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.

hayali / hayalî

  • Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik.
  • Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.

hayvani / hayvanî

  • Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.

hazari / hazarî

  • Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli.
  • Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

hendesi / hendesî

  • Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir.
  • Geometri ile alâkalı ve müteallik.

hevai / hevaî

  • Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik. (Farsça)

hicabi / hicabî

  • Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit.
  • Mahcub. Utangaç.

hicri / hicrî

  • Hicrete ait ve müteallik.

hicvi / hicvî

  • Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.

hıred-amuz / hıred-âmuz

  • Öğreten, öğretici, muallim.

hired-amuz

  • Öğretmen, muallim. (Farsça)

hissi / hissî

  • Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.

hoca

  • Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât. (Farsça)

hükmi / hükmî

  • Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.

hulki / hulkî

  • Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.

hüsni / hüsnî

  • Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

icabi / icabî

  • Müsbet. İcaba âit, icaba dair.
  • Lâzım, gerekli, zarurete müteallik.

icazi / icazî

  • İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda.

ictihadi / ictihadî

  • İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait.

ictimai / ictimaî

  • Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.

ihsasi / ihsasî

  • Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı.

iktihan

  • Kır saçlı ve sakallı olma.

ilahi / ilahî

  • Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
  • Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
  • Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.

ilm-i tevhid

  • Allah'ın varlığı ve birliğini isbat ve izah etme ilmi.
  • Akaide müteallik hadis-i şeriflere ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Tevhid tabir edilir.

ilmi / ilmî

  • İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan.

iltizamiye

  • Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik.

inşai / inşaî

  • İnşaya, yapıya dâir ve müteallik.
  • Güzel yazmağa dâir.

insi / insî

  • İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden.

inzibati / inzibatî

  • Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı.

irfal

  • Elleri sallıyarak yürüme.
  • Eteği sarkıtma.

irsi / irsî

  • Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik.

irsiyyet / ارثيت

  • Kalıtımsallık, irsîlik. (Arapça)

istikrai / istikraî

  • Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile.

ıstılahi / ıstılahî

  • Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik.

istimrari / istimrarî

  • İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş.

itidal / îtidâl

  • Orta hâllilik.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

kalb

  • Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek.
  • Gönül.
  • Herşeyin ortası.
  • Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme.
  • İmanın mahalli.
  • Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb i

kalbi / kalbî

  • İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.

kali / kalî

  • Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici.
  • Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.

kasir-ül ba' / kasîr-ül bâ'

  • Kısa boylu, beceriksiz, zavallı.

katlgah / katlgâh

  • Öldürme yeri. Cinayet mahalli. (Farsça)

keib

  • Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)

kelbi / kelbî

  • Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.

kemmi / kemmî

  • Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.

kevni / kevnî

  • Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.

keyfi / keyfî

  • Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kitabi / kitabî

  • Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.

komisyon

  • Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. (Fransızca)
  • Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti. (Fransızca)

kuddusi / kuddusî

  • Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait.
  • Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.

kudsiyet / قدسيت

  • Kutsallık; Cenâb-ı Hakka mensup ve doğrudan Ona bağlı olma; Kur'ân gibi.
  • Kutsallık, yücelik, temizlik.
  • Kutsallık. (Arapça)

kudsiyet-i hizmet

  • Hizmetin kutsallığı.

kudsiyetşiken / قدسيت شكن

  • Kutsallığı bozan; kutsal olan şeylere karşı saygısız. (Arapça - Farsça)

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

lafzi / lafzî

  • Lafza ait ve müteallik.
  • Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.

lahuti / lahutî

  • Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.

lale

  • Lâle denen meşhur çiçek.
  • Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka.
  • İncir koparmak için ucu çatallı değnek.

lazımın lazımı / lâzımın lâzımı

  • Lâzımdan ayrı düşünülemeyen ve lâzımdan da önce gelen şey; meselâ Kur'ân için kutsallık, yani Kur'ân'ın Cenâb-ı Hakkın kelâmı olması.

ledünni / ledünnî

  • Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.

lemsi / lemsî

  • Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik.

lengane / lengâne

  • Topalcasına. Topallıyarak. (Farsça)

lengi / lengî

  • Aksaklık, topallık. (Farsça)

lihyani / lihyanî

  • Uzun ve kaba sakallı olan.

lihyedar / lihyedâr

  • Sakallı. (Farsça)

makam-ı müşiriyet

  • Mareşallik rütbesi.

masrif

  • Sarfetme, harcama mahalli.
  • (Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli.

mefluk

  • Yoksul, zavallı, biçare, miskin.

mehdiyye

  • Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik.
  • Hediye. Armağan.

mesakin / mesakîn / mesâkin

  • (Tekili: Miskin) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler.
  • Oturanlar.
  • Miskinler, zavallı fakir kimseler.

mesihi / mesihî

  • (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.

meşruiyyet / meşrûiyyet / مشروعيت

  • Yasallık. (Arapça)

mirvaha cünban / mirvaha cünbân

  • Yelpaze sallıyan. (Farsça)

miskin / مسكين / مِسْك۪ينْ / miskîn

  • Zavallı.
  • Aciz, zavallı, beceriksiz, hareketsiz.
  • Cüzzamlı.
  • Mal ve mülkü olmayan, kendini idareden âciz, yoksul.
  • Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı.
  • Cüzzam hastası.
  • Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
  • Yoksul, uyuşuk, tembel, zavallı.
  • Zavallı, uyuşuk. (Arapça)
  • Cüzzamlı. (Arapça)
  • Zavallı, fakir.
  • Zavallı, fakir.

mu'tedil

  • Yavaş ve mülâyim. Ne pek az, ne pek çok olan. Orta hâlli. İtidalli.

mu'tedilane

  • Orta hâllice. Ne çok hızlı, ne de çok yavaş olmadan.

muallimin / muallimîn

  • Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler.

muassel

  • İçine bal katılmış. Ballı.

müddet-i sefer

  • Orta hâlli bir gidiş ile üç günlük yol, mesâfe.

müderris

  • Ders veren. Ders okutan. Muallim. İlim talebelerine ders veren. Ders vermeğe izinli ve salâhiyetli olan kimse. Profesör.

müderrisin / müderrisîn

  • (Tekili: Müderrisûn) (Müderris) Müderrisler. Muallimler. Profesörler.

muhkem

  • Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış.
  • Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.

muid / muîd

  • Yardımcı. Mubassır.
  • Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı.
  • Geri çevirtici.
  • Bir şeyi âdet edinmiş olan.
  • Tecrübeli. Hâzık.
  • Güçlü. Kuvvetli.
  • Arslan.
  • Gazâ ve cihad eden kimse.

mukallidin / mukallidîn

  • (Tekili: Mukallid) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar.
  • Takınanlar. Boyuna takanlar.

mukarib

  • Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.

muktir

  • Dar hâlli, durumu sıkıntılı.
  • Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.

mümaşat / mümâşat / مماشات

  • Uysallık, suyuna gitme, alttan alma. (Arapça)

mümaşatsız / mümâşatsız

  • Beraber hareket etmeksizin, uysallık göstermeksizin.

musallin / musallîn

  • (Tekili: Musalli) Namaz kılanlar, dua edenler.

müşeccer

  • (Şecer. den) Ağaç gibi dallı budaklı olan yazı veya resim.

müşiri / müşirî

  • Mareşallik, müşirlik. (Farsça)

müşiriyet / müşîriyet

  • Mareşallik.
  • Mareşallik.

müşiriyet makamı / müşîriyet makamı

  • Mareşallik rütbesi.

müşiriyet-i maneviye / müşiriyet-i mâneviye

  • Mânevî mareşallik.

müstehill

  • (Helâl. den) Helâllaşan. Helâllık dileyen.

müstmend

  • (Çoğulu: Müstmendân) Kederli, hüzünlü, mahzun. Zavallı, miskin, biçâre. (Farsça)

müstmendan / müstmendân

  • (Tekili: Müstmend) Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler. Zavallılar, miskinler, biçareler. (Farsça)

müstmendane / müstmendâne

  • Zavallılıkla, biçarelikle, mahzunlukla. (Farsça)

mutavassıt

  • Ortada vasıtalık eden. Arada ıslâh edici olan.
  • Orta derecede. Orta hâlli.
  • Sebeb.
  • İyi ile kötü arasındakini alan.

mutavassıtin / mutavassıtîn

  • (Tekili: Mutavassıt) Aracılar, tavassut edenler, vasıta olanlar.
  • Orta hâlliler.

mutazallim

  • (Çoğulu: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.

mutazallimin / mutazallimîn

  • (Tekili: Mutazallim) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.

müteallikat

  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.

müteallimin / müteallimîn

  • (Tekili: Müteallim) İlm. den) Bilgi edinenler, ilim öğrenenler, talebeler.

mütedair

  • Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için.

mütegallibe

  • (Bak: MÜTEGALLİB)

mütegallibin / mütegallibîn

  • (Tekili: Mütegallib) Zorbalar, mütegallibler.

mütehallif

  • (Mütehallife) Uymayan, uygun ve münasib gelmeyen.
  • Değişebilir, değişken.

mütekallise

  • (Bak: MÜTEKALLİS)

mütekamil / mütekâmil

  • Kemâlli, olgun, tekâmül etmiş olan.

müteşaib

  • Şu'belenen.
  • Birbirine karışmamış.
  • Dallı, budaklı. Kollara ayrılmış.

mütesallit

  • (Çoğulu: Mütesallitîn) Musallat olan, peşini bırakmıyan, tasallut eden, sırnaşan.

mütesallitin / mütesallitîn

  • (Tekili: Mütesallit) Musallat olanlar, peşini bırakmayanlar, ardından ayrılmayanlar, tasallut edenler.

na'sel

  • Erkek sırtlan.
  • Uzun sakallı bir kimsenin adı.

na-bemahal

  • Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. (Farsça)
  • Münasebetsiz. Yersiz. (Farsça)

naci

  • Kurtulan. Necat bulan.
  • (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi "Fetva" kelimesine kadar hazırlamıştır.

nakdi / nakdî

  • Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.

rabbani / rabbanî

  • (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî.
  • Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.

raci'

  • (Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden.
  • Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik.
  • Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.

rahmani / rahmanî

  • Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan.

rahmi

  • Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik.

rişdar

  • Sakallı. (Farsça)

şa'riyyet

  • Fiz: Kılcallık.

sa'vat

  • (Tekili: Sa've) Kuyruk sallıyan kuşlar.

sa've

  • (Çoğulu: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.

şahdar

  • Dallı, budaklı ağaç. (Farsça)
  • Dallı boynuzlu hayvan. (Farsça)

şahsar

  • Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk. (Farsça)

salat u selam / salât u selâm

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyk

salih / sâlih

  • Dindar, uygun, iyi hâlli.

salla

  • (Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.

salvele

  • Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ.

semai / semaî

  • İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik.
  • Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.

semavi / semavî

  • Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik.
  • İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.

sev'eteyn

  • Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu.

sevad-ı a'zam

  • Büyük şehir.
  • Mekke-i Mükerreme.
  • İnsanların ekseriyeti. (Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Ha

sıhhi / sıhhî

  • Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

sırr

  • Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
  • Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife.
  • İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti. (Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)

sübhani / sübhanî

  • Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

suleha

  • Sâlihler, iyi hâlliler.

süleha

  • Sâlihler, iyi hâlliler.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.

süveyda-ül kalb

  • (Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i

taabbüdi / taabbüdî

  • İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

taabbüs

  • Sayıklama.
  • Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme.

tadil-i mizaç / tâdil-i mizaç

  • Mizacın vasat, orta halli olması.

takdiri / takdirî

  • Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan.
  • İtibarî.
  • Farazî.
  • Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime.

tealli

  • (Çoğulu: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme.

teemmüli / teemmülî

  • Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik.

temaşagah / temaşagâh

  • Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer. Eğlence mahalli. (Farsça)

temsili / temsilî

  • Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.

tenafür

  • Birbirinden kaçmak. Ürkmek.
  • Uzağa çekilmek.
  • Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak.
  • Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.

teşrii / teşriî

  • (Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

ufki / ufkî

  • Ufka ait. Ufka dair ve müteallik.
  • Yatık düzlük. Yatay.

üftade / üftâde / افتاده

  • Biçare, zavallı, âşık.
  • Düşmüş. (Farsça)
  • Düşkün. (Farsça)
  • Aşık. (Farsça)
  • Zavallı. (Farsça)

üftadegan / üftâdegân / افتادگان

  • Düşmüşler. (Farsça)
  • Düşkünler. (Farsça)
  • Aşıklar. (Farsça)
  • Zavallılar. (Farsça)

üstad / üstâd

  • (Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât.
  • İlimde ve sanatta üstün olan kimse, büyük muallim.
  • Muallim, öğretici, rehber.

üstad-ı a'zam

  • En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan.

vasat

  • Orta hâlli, normal.

vasat-ül hal / vasat-ül hâl

  • Orta halli, orta halde.

verik / verîk

  • Gür sakallı adam.
  • Sık yapraklı ağaç.

vırat

  • (Tekili: Verta) Vartalar, uçurumlar, çukurlar.
  • Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler.

yezdani / yezdanî

  • İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik.

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zal

  • İhtiyar. Ak sakallı. (Farsça)
  • İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı. (Farsça)

zanni / zannî

  • Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.

zebun / zebûn / زبون

  • Alçak. (Farsça)
  • Aciz, zavallı. (Farsça)
  • Güçsüz. (Farsça)
  • Zebûn etmek: (Farsça)
  • Alçaltmak. (Farsça)
  • Aciz bırakmak. (Farsça)
  • Güçsüz bırakmak. (Farsça)
  • Zebûn olmak: (Farsça)
  • Alçalmak. (Farsça)
  • Aciz kalmak. (Farsça)
  • Güçsüz kalmak. (Farsça)

zelil / zelîl / ذليل

  • Düşkün, zavallı. (Arapça)

zevali / zevalî

  • Zevale mensub, zevale ait ve müteallik.
  • Çok yaşlı.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın