REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Alet ifadesini içeren 818 kelime bulundu...

a'del

  • (Adil. den) Adâletli, çok doğru.

ab-hane

  • Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet. (Farsça)

ab-ı adalet / ab-ı adâlet / âb-ı adâlet / آب عدالت

  • Doğruluğun ve adaletin feyz ve bereketi.
  • Adalet suyu.
  • Doğruluğun bereketi.

abdesthane / abdesthâne / آبدستخانه

  • Tuvalet. (Farsça)
  • Abdest alınan yer. (Farsça)

abriz / âbrîz / آبریز

  • Tuvalet. (Farsça)
  • Ibrık. (Farsça)

adalet / adâlet / عدالت

  • Adalet. (Arapça)

adalet ve hikmet-i ilahiye / adalet ve hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın adaleti ve hikmeti.

adalet-i aliye / adalet-i âliye

  • Yüksek adalet.

adalet-i beşeriye

  • İnsanlığın adaleti.

adalet-i ekber

  • En büyük adalet.

adalet-i hakiki / adâlet-i hakiki

  • Hakikî, gerçek adalet.

adalet-i hakikiye

  • Doğru ve gerçek adalet.

adalet-i ictimaiyye / adâlet-i ictimâiyye

  • Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi.

adalet-i ilahi / adalet-i ilâhî

  • Allah'ın adaleti.

adalet-i ilahiye / adalet-i ilâhiye / adâlet-i ilâhiye

  • Allah'ın adaleti.
  • Allah'ın adaleti.

adalet-i izafiye / adalet-i izâfiye / adâlet-i izafiye

  • Göreceli adalet; toplumun selâmeti için birey hukukunun feda edilmesini öngören adalet.
  • İzafi adalet veya adâlet-i nisbiye de denir. Küll'ün selâmeti için, cüz'ü feda eden adalet usulüdür.

adalet-i kaderi

  • Kaderin adaleti.

adalet-i kaderiye

  • Kaderin adaleti.

adalet-i kanun

  • Kanunun adaleti.

adalet-i kübra / adâlet-i kübra

  • Bütün hak sahiplerine haklarının verildiği ve bütün haksızlardan hesap sorulduğu büyük adâlet.

adalet-i kur'ani / adalet-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın adaleti.

adalet-i kur'aniye / adalet-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın adaleti.

adalet-i mahz

  • Tam ve mükemmel adalet; "ferdin hukuku asla fedâ edilemez" görüşündeki adalet.

adalet-i mahza / adâlet-i mahza / adâlet-i mahzâ

  • Adaletin tam hakikisi, tam adalet.
  • Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.

adalet-i mahza-yı kur'aniye / adalet-i mahzâ-yı kur'âniye

  • Kur'ân'da emredilen ve bütün yönleriyle hak ve hukuku esas alan adalet; 'Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz' şeklinde ifade edilen, ferdin ve masumun hakkını hiçbir gerekçeyle çiğnenmesine izin vermeyen adalet.

adalet-i mutlaka / adâlet-i mutlaka / عَدَالَتِ مُطْلَقَه

  • Sınırsız, tam ve yerinde adalet.
  • Nihâyetsiz, kusursuz adâlet.

adalet-i nisbiye

  • Zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet.

adalet-i ömeriye

  • Hz. Ömer (r.a.) adaleti.

adalet-i rabbaniye / adalet-i rabbâniye

  • Herşeyi idare ve terbiye eden Allah'ın adaleti.

adalet-i rahmet

  • Rahmet ve merhametin adaleti.

adalet-i şeriat

  • İslâmın adaleti; İslâmın uygulanmasını istediği adalet.

adalet-i sermediye

  • Sonsuz, daimî adalet.

adalet-i tamme / adalet-i tâmme

  • Tam ve eksiksiz adalet.

adalet-perver

  • Adâletli, adalet taraftarı.

adaletkar / adaletkâr / عدالتكار

  • Adaletli, insaflı, adalet sahibi. (Farsça)
  • Adil, adaletli. (Arapça - Farsça)

adaletkarane / adâletkârane

  • Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette. (Farsça)

adaletname-i şeriat / adaletnâme-i şeriat

  • Şeriatın adalet ölçüsü, belgesi.

adaletpenah

  • Adâletli. (Farsça)

adaletperver

  • Adâleti seven.
  • Adaletsever.

adaletullah / âdaletullah

  • Allahın adaleti.
  • Allah'ın adaleti.

adall

  • Çok sapık, çok dalâlette.

adem-i merkeziyet-i siyasiye

  • Siyasî olarak yerinden yönetim; bir ülke sınırları dahilinde bulunan eyâlet ve bölgelerin tek merkezden değil, yerel yönetimler tarafından idare edilmesi.

adil / âdil / عادل / عَادِلْ

  • Adalet eden, hakkı haklı olana veren.
  • Adalet sahibi, doğru adaletli.
  • Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen.
  • Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.
  • Adalet sahibi, herşeye hakkını veren Allah.
  • (Âdile) Adâlet eden. Allah'ın emirlerini noksansız tatbik eden. Doğru. Doğruluk gösteren. Adâlet sahibi.
  • Adaletli.
  • Adaletli. (Arapça)
  • Adâletli.

adil-i bilhak / âdil-i bilhak

  • Sonsuz adalet sahibi, adaletle iş gören, herşeyin hakkını veren Allah.

adil-i hakim / âdil-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle yapan, sonsuz adalet sahibi Allah.

adil-i hakim-i zülcelal / âdil-i hâkim-i zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeye adaletle hükmeden Allah.

adil-i mutlak / âdil-i mutlak / عَادِلِ مُطْلَقْ

  • Sınırsız adâlet sahibi Allah.
  • Sınırsız adâlet sahibi olan (Allâh).

adil-i rahim / âdil-i rahîm

  • Adâletle iş gören, sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah.

adilane / âdilâne / عَادِلَانَه

  • Adalet sahibi bir adama yakışır surette.
  • Adaletli bir şekilde.
  • Adâletli olarak.

adiliyet / âdiliyet

  • Allah'ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olması.

adilli

  • Adaletli.

adl / عدل

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.
  • Her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Allah.
  • Adalet, çok adaletli.
  • Adalet.
  • Adalet. (Arapça)

adl ü hak

  • Adalet ve doğruluk.

adl-i adil / adl-i âdil

  • Her zaman adaletle hükmeden adalet sahibi Allah.

adl-i hakem

  • Haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren, sonsuz adalet sahibi olan Allah.

adl-penah

  • Adâletin barındığı yer, adâlete sığınan kimse.

adli / adlî / عدلى

  • Adaletle ilgili.
  • Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.
  • Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.
  • Adaletle ilgili.
  • Adalet ile ilgili. (Arapça)

adliye

  • Adaleti sağlama görevi olan resmî makamlar.
  • Adalet yeri, mahkeme binası.

adliye nezareti

  • Adalet Bakanlığı.

adliye ve dahiliye vekaleti / adliye ve dahiliye vekâleti

  • Adalet ve İçişleri Bakanlığı.

adliye vekaleti / adliye vekâleti / عَدْلِيَه وَكَالَتِي

  • Adalet Bakanlığı.
  • Adalet bakanlığı.

adliye vekili

  • Adalet Bakanı.

agva

  • Dalâlete en fazla sapan, giden. Sapık.

ah

  • Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır.
  • Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder.
  • Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi.

ahiz / âhiz

  • (Âhize) Alan. Alıcı. Ahzeden.
  • Ses alıcı âlet.
  • Kabul etme, alma.

ahize / âhize

  • Fiz : Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet.

ahkam-ı adliye / ahkâm-ı adliye

  • Adaletle alâkalı hükümler, emirler.
  • Adliye nezaretinin eski ismi.

ajine

  • Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi. (Farsça)

akise

  • Işığı aksettiren âlet.

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

ala / alâ

  • Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Müc

alat / âlât / آلات

  • (Tekili: Âlet) Vasıtalar. Âletler.
  • Âletler, organlar.
  • Âletler, vasıtalar.
  • Âletler, gereçler.
  • Aletler. (Arapça)

alat-ı basariye / âlât-ı basariye

  • Gözle alâkalı gözlük, dürbün gibi optik âletler.

alat-ı cariha / âlât-ı câriha

  • Yaralayıcı âletler.

alat-ı cismaniyye / âlât-ı cismaniyye

  • Maddî âletler.

alat-ı harbiye / âlât-ı harbiye

  • Harb âletleri, silâhlar.

alat-ı katıa / âlât-ı katıa

  • Kesici âletler.

alat-ı lehv / âlât-ı lehv

  • Dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar.

alat-ı rasadiyye / âlât-ı rasadiyye

  • Meteoroloji ve astronomi araştırmalarında kullanılan âlet ve cihazlar.

alat-ı tab'iyye / âlât-ı tab'iyye

  • Baskı âletleri. Matbaa levâzımatı.

alat-ı tenvir / âlât-ı tenvir

  • Aydınlatma âletleri, cihazları.

alet / âlet / آلت

  • Araç, alet. (Arapça)
  • Aygıt. (Arapça)

alet-i azap / âlet-i azap

  • Azap âleti, sıkıntı veren unsur.

alet-i hevesat / âlet-i hevesat

  • Gelip geçici istekler, arzular âleti.

alet-i inkişaf / âlet-i inkişaf

  • Eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet.

alet-i katıa / âlet-i katıa

  • Kesici âlet.

alet-i laya'kıl / âlet-i laya'kıl

  • Akılsız, düşüncesiz bir âlet.

alet-i layeş'ur / âlet-i lâyeş'ur

  • Şuursuz ve düşüncesiz bir âlet.

alet-i lehv / âlet-i lehv

  • Oyun âleti. Oyuncak. Çalgı âleti.

alet-i mükebbir / âlet-i mükebbir

  • Büyütme âleti, büyüteç, mikroskop.

alet-i musavvit / âlet-i musavvit

  • Sesi nakletmeye yarıyan alet. Mikrofon.

alet-i tazip / alet-i tâzip

  • Azap verme aleti.

alet-i tes'id / âlet-i tes'id

  • Mutluluğa ulaştırma aleti.

aletiyet / âletiyet

  • Âletlik, vasıtalık.
  • Aletlik.

aliye / âliye

  • Âletle ilgili

aliyye / âliyye

  • Âlete mensup. Âletle alâkalı.
  • (Çoğulu: Alâyâ) Yemin etmek.

amelnüvis

  • Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet. (Farsça)

amm lafızlar / âmm lâfızlar

  • Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. "Kavil, cemaat, nisa" lâfızları gibi.

ampermetre

  • Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet. (Fransızca)

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

areometre

  • yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.

arteziyen

  • Burgu gibi bir âletle açılıp su fışkırtılan kuyu. (Fransızca)

asa / asâ

  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.

asaletlu / asaletlû

  • Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil.
  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D

asr-ı cahiliyet

  • Cehâlet asrı, İslâmdan önceki asır.

atad

  • İşe yarayan âletlerin takımı.
  • Büyük kadeh.
  • Hazırlık.

ateme

  • Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti.
  • İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
  • Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.

ateş-engiz

  • Dağlama aleti. (Farsça)
  • Mc: Fesatçı, ifsad yapan. (Farsça)

ateş-zen

  • Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. (Farsça)

aval

  • Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse. (Fransızca)

ayan

  • (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
  • Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.

ayet-i zulümat / âyet-i zulümat

  • Dalâlet ve inkâr karanlıklarında bulunan kâfirlerin durumunu açıklayan Nur Sûresinin 39. ve 40. âyetleri.

ayn-ı adalet / ayn-ı adâlet

  • Adâletin ta kendisi.

ayn-ı hak ve adalet

  • Hak ve adaletin tâ kendisi.

azde

  • Boyalı, boyanmış. (Farsça)
  • Ucu sivri olan bir âletle delinmiş. (Farsça)

azide

  • Ucu sivri bir aletle delinmiş olan. (Farsça)

azin / âzin

  • Kefil. Birinin yerine kefalet eden.
  • Kapıcı, perdeci.
  • İzin veren.

aziz / azîz

  • İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu.
  • Dost.
  • Şerif.
  • Nadir.
  • Dini dünyaya âlet etmeyen.
  • Sireti temiz.
  • Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi.
  • Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.

ba-dad

  • Adaletli, âdil, sâdık, doğru. (Farsça)

bab-ı seraskeri / bâb-ı seraskerî

  • Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.

bad-nüma

  • Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. (Farsça)
  • Fırıldak. (Farsça)

bakar-perest

  • Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet. (Farsça)

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

barimetre

  • Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet. (Fransızca)

barograf

  • yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)

barometre

  • Hava basıncını gösterir âlet. (Fransızca)

baroskop

  • Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet. (Fransızca)

basar

  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

basine

  • Ekincilerin sabanı.
  • Sanat ehlinin âletleri.
  • Kaba çuval.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

beçek

  • Bir nevi kesici alet. (Farsça)
  • Küçük silah. (Farsça)

belham

  • Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.

berend

  • Nakışı olmayan ipek kumaş. (Farsça)
  • Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. (Farsça)
  • Kılıcın suyu. (Farsça)

betalet

  • (Bak: Batalet)

betatron

  • yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.

beydak

  • Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.)

beylerbeyi

  • Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

beyyine-i adile / beyyine-i âdile

  • Huk: Adaletli kimselerin şehadetleri.

bi-dad / bî-dad

  • Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten.

bi-dadi / bî-dadî

  • Adaletsizlik. Zâlimlik.

bid'akarane / bid'akârâne

  • Dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak.

bidad / bîdâd

  • Adaletsizlik.

bil'asale

  • Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.

bilvekale / bilvekâle

  • Vekâlet ederek, vekil olarak.

birkil / birkîl

  • Tüfek.
  • Zemberek adı verilen bir savaş aleti.

biyoelektrik

  • Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)

bürhan-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı risalet de aynı mânâdadır.)

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

büteka

  • (Çoğulu: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.

buus

  • Sefalet. Yokluk içinde olma.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

çal

  • İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at.
  • Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak.

çalgı

  • Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.)

canişin

  • Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil.

çark

  • (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. (Farsça)
  • Vapur, değirmen ve dolap çarkı. (Farsça)
  • Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. (Farsça)
  • Dönerek işleyen âlet. (Farsça)
  • Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, efl (Farsça)

ceber

  • (Ceberiyyun) Cüz'i iradeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. Hak yolundan çıkmış, dalâlete düşmüş bir fırka. Bunların zıdları da Mu'tezile'dir.

cedale

  • (Bak: CEDALET)

cedvel

  • Liste.
  • Su kanalı. Kanal.
  • Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet.

çeh

  • Kılıç, bıçak ve hançer gibi âletlerin kını, kılıfı. (Farsça)

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

cehl

  • Cehalet, bilgisizlik.
  • Bilmezlik, cehalet.

cehl u dalalet / cehl u dalâlet

  • Cehalet ve sapıklık.

cehl-i azim / cehl-i azîm

  • Büyük cehalet.

cehl-i basit

  • Basit cehalet, karmaşık olmayan cahillik.

cehl-i mürekkeb

  • Bilmediği halde kendini bilmiş sayma; katmerli cehalet.

cehl-i mürekkep

  • Bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti.

cehlistan

  • Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer. (Farsça)

çekide

  • Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. (Farsça)
  • Damlamış. (Farsça)

celal

  • (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım.
  • İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idr

celil

  • Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cemal-i adalet / cemâl-i adalet

  • Adalet güzelliği.

cendere

  • yun. Tazyik. Baskı, basınç.
  • Dar dere, boğaz.
  • Kalın oklava.
  • Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet.
  • Mc: Sıkı ve dar yer.
  • Baskı aleti.

çeng

  • Pençe. (Farsça)
  • El. (Farsça)
  • Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. (Farsça)
  • Eğri büğrü. (Farsça)

çengel

  • Pençe. (Farsça)
  • Bir şey asmağa yarayan alet. (Farsça)
  • Orman, ağaçlık yer. (Farsça)

cerrar

  • Cer yapan, para toplayan.
  • Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu.
  • Desti satıcısı.
  • Ağır ağır giden.
  • Traktör.

cevr

  • Zulüm, haksızlık; adâletin zıddı.

cezalet-i beyaniye

  • Beyan ilmine ait ve beyan sahasındaki cezâlet.

cezalet-i nazmiye

  • Kur'an-ı Kerim'deki kelime ve harflerin harika bir ahenk ve münâsebet ile nazm ve tertibindeki cezâlet.

cidale

  • (Bak: Cedalet)

cihaz / جهاز

  • Âlet ve edevat.
  • Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz.
  • Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya.
  • Alet.

cihazat / cihâzât

  • (Tekili: Cehâzât) (Cihâz) Cihazlar, maddî manevî âletler, lüzumlu edevat.
  • Cihazlar, aletler, organlar.

cihazat-ı acibe / cihâzât-ı acîbe

  • Şaşırtıcı, harika cihazlar, âletler.

cihazat-ı harbiye

  • Savaş aletleri.

cihazat-ı maneviye / cihâzât-ı mâneviye

  • Mânevî âletler, cihazlar.

cihazat-ı muharribe

  • Bozgunculuk âletleri, silahları.

cihazat-ı tamiriye

  • Onarım ve tamir aletleri.

cud

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

dab / dâb

  • Adalet, doğruluk,
  • İhsan, vergi.

dad / dâd / داد

  • Adâlet. Hak, doğruluk. (Farsça)
  • İnsaf. (Farsça)
  • Vergi, ihsan, atiyye. (Farsça)
  • Ömür. (Farsça)
  • Sızlanma. (Farsça)
  • Adalet. (Farsça)
  • İyilik, ihsan. (Farsça)

dad-aver / dâd-âver

  • Doğru, adaletli. (Farsça)

dad-bahş / dâd-bahş

  • Hakkı yerine getiren, adaletli. (Farsça)

dadar

  • Allah (C.C.) (Farsça)
  • Adaletli, âdil, doğru olan hükümdar. (Farsça)

dadgah / dâdgâh

  • Adliye. Hak yeri, adâlet yeri.

dadhah / dâdhah

  • Adalet isteyen. (Farsça)

dağıt

  • Emin.
  • Nâzır, bakan.
  • Şiddet veren.
  • Üzüm toplamada kullanılan âlet.

daire-i hikmet ve adl

  • Hikmet ve adalet dairesi.

daire-i hindiyye / dâire-i hindiyye

  • Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.

daiye / dâiye

  • İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu.
  • Mücib ve sebep.
  • Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti.
  • Arzu, hırs.
  • Dava.
  • Bahane.

dal

  • Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan.
  • Azdırıcı, sapkın.
  • Şaşkın.

dalalet-i fenniye / dalâlet-i fenniye

  • Bilimden gelen sapıklık, dalâlet.

dalalet-i ilmiye / dalâlet-i ilmiye

  • Bilimden gelen sapıklık, dalâlet.

dalalet-i mutlaka / dalâlet-i mutlaka

  • Mutlak dalâlet, tam bir sapkınlık.

dall / dâll / دال

  • Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.
  • Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici.
  • Bildiren.
  • Delalet eden. (Arapça)

dall bi'l-işare / dâll bi'l-işâre

  • İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.

dall-bi'l-iktiza / dâll-bi'l-iktizâ

  • İktiza ile delalet etme, sözün gereklilik yolu ile delâlet etmesi.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

dall-i bi-l iktiza / dâll-i bi-l iktiza

  • (Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden.
  • Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

dalliyet / dâlliyet

  • Delâlet ediş, delil oluş.

damga

  • Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak.
  • İşaret vurulan âlet. Mühür.

dan

  • Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan : Mangal. Cüz-dan : Cüz kabı, çanta.

daü'l-cehl / dâü'l-cehl

  • Cehalet hastalığı, cahillik illeti.

daverane / dâverâne

  • Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. (Farsça)
  • Hâkim ve vezirle alâkalı olan. (Farsça)

debbabe

  • Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.

dehre

  • (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. (Farsça)

delalat / delâlat

  • (Tekili: Delâlet) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.
  • Delâletler, delil olmalar.

delalet / delâlet / دلالت

  • Delillik, yol gösterme. (Arapça)
  • Delâlet etmek: (Arapça)
  • Yol göstermek. (Arapça)
  • Anlamına gelmek. (Arapça)

delalet-i nass / delâlet-i nass

  • Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

delalet-i selase / delalet-i selâse

  • Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânas

delalet-i vaz'iye / delâlet-i vaz'iye

  • Konulan lâfzın delâleti.

delalet-i zatiye / delalet-i zâtiye

  • Kendi zatı ile, bizzat kendisini eserleri ile göstermek suretiyle olan delâlet, şahidlik.

delil

  • Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus.
  • Beyyine. Bürhan.

delil-i adalet

  • Adalet delili.

delil-i adli / delil-i adlî

  • Adaletle ilgili delil.

delil-i imkani / delil-i imkânî

  • İmkân delili; sayısız ihtimaller, seçenekler arasından yaratılan varlıkların, o seçenekleri tercih eden bir yaratıcıya delâlet etmesi.

delil-i zanni / delîl-i zannî

  • Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

dergah-ı adalet / dergâh-ı adalet

  • Adalet kapısı.

derrace

  • Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
  • Bisiklet.

destek

  • Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. (Farsça)
  • Küçük el. (Farsça)
  • Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. (Farsça)

devvare

  • Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.

diktatör

  • Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid. (Fransızca)

dımar

  • Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi.
  • Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal.
  • Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç.
  • Gizli.

dinamo

  • yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet.

divan-ı adalet

  • Adalet divanı, adalet dairesi.

duhan

  • Duman. Tütün.
  • Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı.
  • Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.
  • Kıtlık ve kuraklık.

duka

  • Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.

dur-bin

  • Uzak gören. Uzağı gösteren âlet. (Farsça)

dürbün / دُورْب۪ينْ

  • Uzağı gösteren âlet.

dürzi

  • (Çoğulu: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır.

düstur-u adalet / düstur-u adâlet

  • Adalet prensipleri.

düstur-u adilane / düstur-u âdilâne

  • Adaletli düstur, kanun, yasa.

ebu cehl

  • "Cehalet babası" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü.

ebu firas el-hamedani / ebû firâs el-hamedânî

  • Meşhur Arap şâirlerindendir. 932 yılında Musul'da doğdu. Hamedan devleti hükümdarı Seyfü'd-Devle'nin himâyesinde yetişti. Arap milletinin asâleti ve Seyfü'd-Devle'yi öven çok sayıda kaside ve mersiye yazdı. 968 tarihinde öldü.

ecnef

  • Haktan, doğruluktan, adaletten uzaklaşan, ayrılan adam.
  • Beli eğri, kambur olan adam.

edat

  • Sebep. Âlet. Avadanlık.
  • Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
  • Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.

edevat / edevât / ادوات

  • (Tekili: Edat) Aletler. Takımlar, parçalar.
  • Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar.
  • Âletler.
  • Avadanlık, araçlar, aletler. (Arapça)

efdalan

  • Emn ile adâlet.

efzar / efzâr / افزار

  • Ayakkabı, kundura. (Farsça)
  • Gemi yelkeni. (Farsça)
  • Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. (Farsça)
  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)
  • Alet, araç gereç. (Farsça)

eğe

  • Maden vesaire yontmaya mahsus ince dişli âlet. Törpü.

ehl-i adalet

  • Adaletle davranan kimseler.

ehl-i dalalet / ehl-i dalâlet

  • Dalâlette olanlar.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehl-i salah / ehl-i salâh

  • Namuslu, doğru ve adaletli kimseler.
  • Huk: Hâli mestur, nâmuslu, doğru, adaletli olan kimse. Sâlih kimseler.

ehl-i şekavet

  • İslâmiyetin müsâade etmediği çeşitli rezâlet işleyen bedbaht.

el-adl

  • Her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Allah.

elif

  • Birinci harf-i hecânın adı.
  • (Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder.

eluke

  • Risalet.

emn ü adalet / emn ü adâlet / اَمْنُ و عَدَالَتْ

  • Emniyet ve adâlet.
  • Emniyet ve adalet.

enabib

  • (Tekili: Ünbube) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.

enbür

  • Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet. (Farsça)

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

engaz

  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)

engüşte

  • Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba. (Farsça)

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

enuşa

  • Mecusi mezhebi. (Farsça)
  • Sevinç, sürur, neş'e. (Farsça)
  • Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık. (Farsça)

erre

  • Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.) (Farsça)

esafil

  • (Tekili: Esfel) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.

eser

  • Yapı, birinin meydana getirdiği şey.
  • Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul.
  • Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir.
  • Meydana getirilen kitap. Kitap te'lifi.

esliha

  • (Tekili: Silâh) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.

eyalat / eyâlât / ایالات

  • (Tekili: Eyâlet) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler.
  • Eyaletler. (Arapça)
  • Memleketler, topraklar. (Arapça)

eyniyet

  • Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet.

faale

  • (Bak: FAALET)

fakis / fakîs

  • Çiftçilerin kullandığı âletlerden halka gibi bir demir.

fakr-ı mutlak

  • Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.

falaka

  • İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

faraş

  • Süprüntü toplama aleti.

farisan

  • (Tekili: Fâris) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.

fark-ı tamm / fark-ı tâmm

  • Tas: Dünya ile olan alâkaları tamamen terkederek, ehadiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti.

faruki / farukî

  • Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.

fazayih

  • (Tekili: Fazih) Ayıplar, rezaletler. Sır kabilinden olan kötü hasletlerin açılıp fâş edilmesi.

fehh

  • (Çoğulu: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet.
  • Kapan.

felahan

  • Sapan. Taş atmaya mahsus âlet. (Farsça)

felek

  • Gök, gök katı, devir.
  • Tâli', baht.
  • Büyük ve dâirevi olan şey.
  • Her gök seyyaresinin gezdiği âlem.
  • Dünyâ, âlem,
  • Bir zilli âlet.
  • Yuvarlak kütük, kızak. (Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten

fenafillah

  • (Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.

ferc

  • Yarık, çatlak. Korkulacak yer.
  • Ud yeri. Dişi tenasül âleti.

feza'

  • Korku. Havf.
  • Sığınma, dehalet.
  • Uykuda şiddetli korku ile uyanmak.

fiil

  • (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş.
  • Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)

fir'avniyyet

  • Firavun gibi oluş, isyankârlık ile Allah'ı tanımayış. İnat ile Allah'a isyan edip halkı sapık yollara, dalâlete ve dinsizliğe sevke çalışmak.

fırak-ı dalle / fırak-ı dâlle

  • Dalâlete gitmiş fırkalar. Dalâlette kalmış cemaatler.

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

firuz abadi / firuz abadî

  • (Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri

firzel

  • Demircilerin demir kestikleri alet. Kayıt.

fıskıye

  • Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.

fonoğraf

  • Gramofonun ilk şekli. Ses cihâzı. Sesi alıp tekrar veren âlet. (Fransızca)

gadirsiz

  • Zulümden kaçınarak, âdaletli davranarak.

gafur-ur rahim

  • Kusurları örten, adâletle en ziyade merhamet eden Cenab-ı Hak (C.C.). Mü'minlerin kusurlarını affederek muhafaza eden.

gamr

  • Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz.
  • Uzun, geniş libas.
  • Cehalet, gaflet.
  • Şiddet.

gatarif

  • (Tekili: Gıtrîf) Başkanlar, başlar, reisler, önderler.
  • Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.

gavayet

  • Dalâlete düşme, hak yoldan sapma.
  • Azgınlık.

gavun

  • (Tekili: Gavi) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.

gayya-yı cehil / gayyâ-yı cehil

  • Cehalet kuyusu.

gıldırgıç

  • Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.

gımar

  • (Tekili: Gamr) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler.
  • (Gımr) Çok susuzluk.
  • Kin tutma.

giyotin

  • Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet. (Fransızca)

gul

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet.

gulyabani / gulyabânî

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayalet, hayâlî varlık.

gunya

  • Geometride kullanılan bir âlet. Gönye. (Farsça)

gürisnegi / gürisnegî

  • Açlık, sefalet. (Farsça)

gürs

  • Kir, leke, pas. Açlık, sefâlet. (Farsça)
  • Zülf, kâhkül. (Farsça)

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

güsn

  • Açlık, sefalet. (Farsça)

habs-i münferid

  • Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre.
  • Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.

hacamat / hacâmat

  • Hacâmat bıçağı denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını keserek kan alma. Kan almaya fasd da denir.

hak

  • Adalet, pay, doğruluk, emek, ücret, doğru.

hak nazarında

  • Hak ve hukuk kurallarına göre; İlâhî adalete göre.

hak-nişini / hâk-nişinî

  • Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet. (Farsça)

hak-sever

  • Adaletle hareket eden, doğru bildiği şeyden ayrılmayan, dürüst.

hakem

  • Her şey hakkında küllî ve genel hükmü veren ve her şeyi küllî hükme göre adalet ve denge ile yaratan Allah.

hakikat-ı adalet

  • Adaletin özü, gerçeği.

hakikat-i adalet

  • Adalet gerçeği.

hakikat-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) risalet yönünün gerçek mahiyeti.

hakiki adalet-i kur'aniye / hakikî adâlet-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın gerçek ve doğru adaleti.

hakim / hâkim

  • "Hüküm veren, hak ve adalet üzere hükmeden, başkasını müdahale ettirmeden idare eden" mânâsında ilâhî isim.
  • Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren.
  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol

hakim-i adaletpişe / hâkim-i adaletpîşe

  • Adaletli hükümdar.

hakim-i adil / hâkim-i âdil / حَاكِمِ عَادِلْ

  • Âdaletli yargıç.
  • Adâletli hüküm sâhibi.

hakim-i bilhak / hâkim-i bilhak

  • Hak ve adalet ile hükmeden, yargılayan Allah.

hakk

  • (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti.
  • Dâva ve iddia.
  • Hakikate uygunluk.
  • Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse.
  • Münasib
  • Din. İslâmi
  • Doğru, gerçek, pay, adalet, din.

hakkani / hakkanî

  • Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.

hakkaniyet

  • Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.

hala / halâ / خلا

  • (Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder.
  • Tuvalet. (Arapça)
  • Boş. (Arapça)

halat

  • (Tekili: Hâlet) Haller. Suretler. Keyfiyetler.

halet-i nez' / hâlet-i nez'

  • Ölüm hâleti. Can verme zamanı. Sekerat vakti.

halet-i ruhiye / hâlet-i ruhiye

  • İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.

halet-i şuhud / hâlet-i şuhud

  • Şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.

halife

  • Öncekinin yerine geçen.
  • Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâs

halık-ı adl u hakim / hâlık-ı adl u hakîm

  • Herşeyi adaletle ve hikmetle yaratan Allah.

hame-zen

  • Üzerinde kalem kesilecek âlet. (Farsça)

harabiyet

  • (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde

hararet-bin

  • Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet. (Farsça)

harbe

  • Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi.

harbi / harbî

  • Harble ilgili.
  • Savaş yerinde bulunan ve müslüman olmayan kimse.
  • Anlaşma yapılmamış düşman.
  • Tüfek doldurma âleti.

harraka

  • Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.

hasaret

  • Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

haseb

  • Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
  • Baba tarafından gelen soyluluk, asalet.

hasek

  • Kin, adavet, hased.
  • Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh.

haseke

  • (Çoğulu: Husek) Kin tutmak, adavet etmek.
  • Demir dikeni denilen üç köşeli diken.
  • Demirden yapılan üç köşeli "bıtırak" denilen harp âletleri.

hasir / hasîr

  • Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın.
  • Eli boş. Müdafaasız. Çaresiz.

hass / hâss

  • Özel; bir ferde delâlet eden söz.

haşuş

  • Abdesthane, helâ, tuvalet.

hata-yı adli / hata-yı adlî

  • Adalet dairesine âit hata, yanlışlık. (Farsça)

hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret

  • Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü

hatıra-i adalet

  • Adalet hatırası, göstergesi.

havaic-i asliye

  • Fık: Mesken ile, eve lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silâhtan, âletten, kitaptan ve binek (hayvan) ile hizmetçi ve bir aylık - sahih görülen diğer bir kavle göre; bir senelik - nafakaya mahsus erzaktan ibârettir.

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havayic-i asliyye / havâyic-i asliyye

  • İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayalet / hayâlet / خيالت

  • Hayalet. (Arapça)

hayr

  • Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet.

hidayet

  • Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.

hilaf-ı adalet / hilâf-ı adâlet

  • Adalet dışı.

hırdavat

  • Ehemmiyetsiz şeyler, öteberi.
  • Demirden mâmul eski âlet.

hiss-i adalet

  • Adalet hissi, duygusu.

hışt

  • Küçük mızrak şeklinde, ortasında ipten örtülü bir halka olan ve orta parmağa geçirilerek atılan eski bir savaş âleti.
  • Kerpiç.
  • Tuğla.

hişt

  • Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.

hızlan

  • Rezalet, rezil rüsvay olma; iflâs etme.

hükm-i adil / hükm-i âdil

  • Huk: Adalet üzere verilmiş olan hüküm.

hükm-i zımni / hükm-i zımnî

  • Fık: Zımnen vaki olan hüküm. (Bir kimse diğer bir kimse aleyhine; "Benim filân şahıs zimmetinde sâbit olacak şu kadar lira alacağıma onun emriyle kefil olmuş idin" diye dâva ve o kimse kefâleti ikrar ve borcu inkâr etmekle müddei, borcu isbat ederek hâkim dahi hükmetse bu hüküm kefil aleyhine sarâhe

hükm-ü adilane / hükm-ü âdilâne

  • Adalet üzere verilen hüküm.

hükümdar-ı adil / hükümdar-ı âdil

  • Adaletli hükümdar.

hulf-ül vaid / hulf-ül vaîd

  • Va'dedilmiş azabı yapmamak, cezâyı yerine getirmemek. (Cenâb-ı Hak kendine isyan edenlerin, günahta devam edenlerin cehenneme gideceklerini beyan ediyor, tehdid ediyor, vaid ile beyanda bulunuyor. Affetmediği takdirde bu vaidinden dönmesi, aslâ adâletine yakışmaz, muhâldir.)

hulud

  • Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak.

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

huni

  • yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.

huran

  • Dimeşk eyaletine bağlı çok geniş bir bölgenin adı.

hurdebin / hurdebîn

  • (Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.

hurkat

  • Cehalet, câhillik, akılsızlık, bilmezlik.

hürriyet

  • Serbestlik, hür oluş.
  • Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.

hürriyet-i adilane / hürriyet-i âdilâne

  • Adaletli hürriyet.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

hüsn-ü delalet / hüsn-ü delâlet

  • Hayırlı. İyi bir başlangıca delâlet.

husr

  • Zarar.
  • Ele avuca girmemek.
  • Dalâlete gitmek.
  • Noksan.
  • Sapıtmak.

huşş

  • (Çoğulu: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet.
  • Necâset mahreci.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

i'tidal

  • Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak.
  • Yumuşaklık. Uygunluk.
  • Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması.
  • Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak.

ibahiyye

  • Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse.

ibaret-inass / ibâret-inass

  • Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

ibn-i mes'ud

  • Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mek

ibre

  • İnce iğne gibi âlet.
  • Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet.
  • Çam gibi ağaçların yaprağı.
  • Ölçü aletlerindeki iğne.

ibric

  • Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık.

icab-ı adalet / icab-ı adâlet

  • Adâletin gereği.

icaz-ı hazf

  • Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır.

icazet-i fiiliye

  • Bir kimseden izin ve ruhsata delalet eden bir fiil ve hareketin sudûr etmesi.

icra-yı adalet / icrâ-yı adalet

  • Adaletin uygulanması.

icraat-ı celiliye

  • Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı.

idlal / idlâl

  • Dalâlete sokma, sapıtma.

ihtida

  • Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek.
  • Başkasına tekaddüm etmek.

ıknas

  • Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma.

ılgıdır

  • Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.

imam-ı a'zam

  • (Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için,

imamet-i kübra / imâmet-i kübrâ

  • Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet.

imbik

  • Süzme âleti.
  • Süzme aleti.

in'idal

  • (Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme.

inbik

  • Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.
  • İmbik, süzme âleti.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

ingıva

  • Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma.

insaf / insâf

  • Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf.
  • Merhamet ve adalet dairesinde hareket, vicdanlı bakış.
  • Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
  • Merhamete dayalı adalet.

insifa'

  • (Nısıf. dan) Bir şeyin ortası.
  • Bir şeyin yarısını alma.
  • Gündüzün ortası.
  • Hakka hizmet.
  • Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak.

inzal

  • (Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme.
  • Tenasül âletinden meninin çıkması.

irtikab / irtikâb

  • Bir işe girişmek.
  • Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak.
  • Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.

isbat-ı sani-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet / isbat-ı sâni-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet

  • Herşeyi en mükemmel san'atla yaratan Allah'ın birliğinin, peygamberliğin, âhiret ve Mahkeme-i Kübrânın, adalet ve kulluğun ispatı.

iskandil

  • ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
  • Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.

ism-i adl

  • Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi.

ism-i adl ve hakem

  • Allah'ın haklıyı haksızdan ayırıp her hakkı yerine getirdiğini ve herbir şey hakkında adaletle küllî hüküm verdiğini bildiren isimleri.

ism-i tafdil

  • Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdil

ism-i tasgir

  • Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi.

isper

  • Savaş âletlerinden kalkan. (Farsça)

işraki / işrakî

  • Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri.

iştat

  • Adaletsizlik edip hükümde zulmetme.

istidlal

  • (Dalâl. den) İman ve İslâmiyet yolundan çıkarmağa, dalâlete düşürmeğe çalışmak.

istihlal

  • Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi.
  • Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi.
  • Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi.
  • Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması.
  • İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek.

istikamet

  • Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek.
  • Allah'a kulluk etmek.
  • Bir şeyin bir tarafa doğru olarak uzanması.
  • Yön, cihet.

istikfal

  • (Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme.

istiksa

  • Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma.
  • Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma.

istirzal

  • (Rezalet. den) Rezil sayma. Kepaze, bayağı ve aşağılık görme.

istismar / istismâr

  • Menfaatine âlet etmek. İşletmek.
  • Kıymetlendirmek. Sömürmek.
  • Menfaatine alet etme.

ıtk

  • Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak.
  • Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

iyad

  • Kuvvetlendirme, takviye etme.
  • Takviye eden âlet.

izzet-i islamiye / izzet-i islâmiye

  • İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli ve şerefli olmaları hâleti.

jirnet

  • Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet.

kaderiye

  • "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası.

kadib / kadîb

  • (Çoğulu: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk.
  • Erkeklik âleti.

kahr ü cehl

  • Zulüm ve cehalet.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kantar

  • Ağırlık ölçüsü âleti.
  • Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir.
  • Kırk okka.
  • Tartı aleti.

kanun-u adalet

  • Adalet kanunu.

kanun-u adalet ve tedip

  • Adaleti sağlama ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenen kanun.

kanun-u adalet-i şer'iye

  • Şeriatın adaletli kanunu.

kanun-u adl

  • Adalet kanunu.

kaşağı

  • Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet.
  • İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.

kat'iyy-üd delale

  • Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu.

kavam

  • Adâlet.
  • Güzel ve uzun boy.

kavari'

  • (Tekili: Karia) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime.
  • Şiddetli esen rüzgârlar.
  • Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.

kavl

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Konuşulan söz. Söz cümlesi.
  • İtikad, delâlet.
  • Tarif.
  • İlham.

kefalet-i mutlaka

  • Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet.

kefaletname

  • Kefillik kâğıdı, kefalet senedi. (Farsça)

kefil / كفيل

  • (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
  • Kefil, kefalet eden. (Arapça)

kelam / kelâm

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
  • Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim.

kelil

  • Körleşmiş.
  • Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz.
  • Kesmez olan âlet.
  • Çakal.
  • Yorulmuş kişi, yorgun kimse.

kemal-i adalet / kemâl-i adalet / kemâl-i adâlet / كَمَالِ عَدَالَتْ

  • Adaletteki mükemmellik.
  • Adâletin mükemmelliği.

kemençe

  • Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. (Farsça)
  • Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. (Farsça)

kenef

  • (Çoğulu: Eknâf) Yön, taraf.
  • Sığınılacak yer. Korunulacak mekân.
  • Tuvâlet, helâ, ayakyolu.

kenif

  • (Çoğulu: Künüf) Hıfzedici, koruyan.
  • Örtücü.
  • Kalkan.
  • Deve ağılı.
  • Ayakyolu, tuvalet.

kesb

  • Kazanma, kazanç, edinme.
  • Geçimi sağlama için kullanılan âlet veya iş.

kesb-i şer

  • Şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.

kıblenüma

  • (Kıblenâme) Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet. (Farsça)

kıllet

  • Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur.
  • Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.

kimya-yı saadet

  • Rezaletlerden sakınıp nefsi tehzib ve tezkiye ve faziletleri kazanmak sureti ile nefsi tahliye etmek, süslemek, tezyin etmek.
  • İmâm-ı Gazalinin bir eserinin ismi.

kısmet

  • Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
  • Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.

kıst

  • Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.

kıyamet / kıyâmet

  • Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin kopması.
  • Her canlının ölü

kiyane

  • Kefâlet, kefil olma.

kıyas-ı adli / kıyas-ı adlî / kıyâs-ı adlî / قِيَاسِ عَدْلِي

  • Adaletle ilgili kıyas; Allah'ın kâinata koymuş olduğu adalet ve düzeni göstererek âhiretin varlığına ulaşma.
  • Adâlete dâir kıyas.

kızze

  • Ufak taş.
  • Taşlı çukur yer.
  • Kızlık dedikleri hâlet.

körük

  • Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet.
  • Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.

kürdistan

  • Kürdlerin oturdukları bölge.
  • İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kutb-u risalet

  • Risaletin başı.
  • Hz. Muhammed (A.S.M.)

laalle

  • Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder.

lafz-ı am / lafz-ı âm

  • Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.

lafz-ı mürekkeb

  • Man: Mürekkeb lafız. Cüzlerden biri, mânâsının cüzlerinden birine delâlet eden lafız.

lazale / lâzâle

  • (Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın.
  • Olsun!

leyle-i zulmet-i cehil

  • Cehaletin karanlık gecesi.

lugavi / lugavî

  • Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.

lüüme

  • Öküz.
  • Çiftçilikte kullanılan bazı âletler.

ma'dele-i ulya / ma'dele-i ulyâ / mâ'dele-i ulyâ

  • Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet.
  • Yüce adaletin gerçekleştirildiği yer.

ma'delet

  • (Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek.
  • Adalet yeri.

ma'deletgüster

  • İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse. (Farsça)

ma'deletkar / ma'deletkâr

  • Âdil, adaletli. (Farsça)

ma'deletperver

  • Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse. (Farsça)

ma'na

  • (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey.
  • Rüya, düş.
  • Dilemek, irade.

maarif-i umumiye nezareti

  • Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı.

madele / mâdele

  • Adalet yeri.

madelet / mâdelet / معدلت

  • Adalet etmek.
  • Adalet. (Arapça)

mahazi

  • Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar.

mahkeme

  • (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.

mahkeme-i adalet

  • Adaletli mahkeme, hakkın benimsenip uygulandığı yer.

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahz-ı adalet / mahz-ı adâlet / مَحْضِ عَدَالَتْ

  • Tam anlamıyla adalet.
  • Tam bir adalet.

makariz

  • (Tekili: Mikrâz) Makaslar, kesecek âletler.

makasıd-ı erbaa

  • Dört maksat ve gaye; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olmak üzere Kur'ân'ın gözettiği dört temel maksat.

makna'

  • Kanaat edip râzı olacak yer.
  • Şâhid, adâlet şâhidi.

maktaa

  • Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında kalelere ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti.
  • Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.
  • Eski bir silah, taş atma aleti.

mantuk

  • Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır.
  • Söz, nukut, mânâ, mefhum.

mazalim

  • (Tekili: Mazleme) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler.
  • Adâlet dâiresi.

mazleme

  • (Çoğulu: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma.

meazif

  • Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

medeniyet

  • Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.
  • İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.

medhal / مدخل

  • Giriş. (Arapça)
  • Giriş yeri. (Arapça)
  • Başlangıç. (Arapça)
  • Dehalet. (Arapça)

medlul / medlûl

  • Delâlet olunan. Gösterilen.
  • Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
  • Delil getirilmiş şey.
  • Delalet olunan, gösterilen.
  • Bir kelimeden veya bir işaretten anlaşılan.
  • Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.

megafon

  • Sesi yükseltip büyüten alet.

mehacim

  • (Tekili: Mihcem) Hacamat şişeleri.
  • Çekip emmeye yarayan âletler.

mehdi / mehdî

  • Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.

mekahil

  • (Tekili: Mikhal, mikhel ve mükhüle) Göze sürme çekecek âletler, miller.

mekaris / mekarîs

  • (Tekili: Mıkrâs) Makaslar, kesecek aletler.

mekful

  • (Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş.

mekful-ün bih

  • Kefâlet olunan kimse veya şey.

mekik / mekîk

  • Nakış dokumada kullanılan âlet.
  • Bir dokuma âleti.

mellase

  • Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.

men

  • (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.

menahit

  • (Tekili: Minhat) (Tahta veya taş) yontma âletleri.

mengene

  • Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.

merakım

  • (Tekili: Mirkam) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.

merr

  • Geçmek. Mürur etmek.
  • İp.
  • Bel dedikleri âlet.
  • Demir külünk.

mertebe-i hakkaniyet

  • Hak ve adalet mertebesi.

meş'ale

  • Karanlıkları aydınlatmaya yarayan âlet; lâmba.
  • Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.

mesakıb

  • (Tekili: Miskab) Delme âletleri, matkablar.

mesakıl

  • (Tekili: Mıskal) Cilâlayan veya parlatan âletler.

mesami'

  • (Tekili: Misma') Kulaklar.
  • İşitme âletleri.

mesatır

  • (Tekili: Mistar) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.

mesel

  • Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye.
  • Dokunaklı ve mânalı söz.
  • Benzer. Misil.
  • Delil. Hüccet.

meşhud

  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g

meslek-i dalalet / meslek-i dalâlet

  • Dalâlet yolu, sapıklık mesleği.

mesrube

  • Uzun saç.
  • Saç kesecek âlet.

messah

  • Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis.
  • (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk.

meşşaiyyun

  • Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.

mevkul / mevkûl

  • (Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen.

mevleviyyet

  • Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak.
  • Mollalık.
  • Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş.
  • Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.

meyelan-ı teçhil / meyelân-ı teçhil

  • Başkalarını cehaletle itham etmeye, bilgisiz görmeye yönelik eğilim.

mezarib

  • (Tekili: Mızrâb) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri.

mi'yar / mi'yâr

  • Ölçü âleti.
  • Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.

mi'zef

  • (Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s.

mibred

  • Eğe.
  • Eğe cinsinden bir yazı âleti.

mibree

  • Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.

mibza'

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

mibzag

  • Nişter, kan alacak âlet.

mibzer

  • Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.

micmer

  • İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir.

midmek

  • (Çoğulu: Medâmik) Ziynet verecek âlet.
  • Haberi şâyi eden, duyuran nesne.

mifras

  • (Çoğulu: Mefâris) Gümüş kesecek âlet.
  • Demir.

mifsad

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

miftah

  • Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

migzel

  • (Çoğulu: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.

mihaşş

  • Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan.
  • Ot koydukları kap.

mihbeb

  • Tâne tâne kesecek âlet.

mihcem

  • (Çoğulu: Mehâcim) Hacamat şişesi.
  • Çekip emmeğe mahsus âlet.

mihenk

  • (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti.
  • Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.

mihfar

  • Toprak kazan âlet. Kazma.

mıhkan

  • (Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.

mıhlac

  • Yufka oklavası.
  • Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.

mihneka

  • (Çoğulu: Mehânık) Maktul.
  • Gerdanlık.
  • Boğacak âlet.

mihrab

  • Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
  • Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
  • Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
  • Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
  • Mc: Harb âleti.
  • Orman.
  • Melikin hususi makamı.
  • Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare

mihraf

  • Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.

mihrak

  • Çok hareket eden.
  • Hareket âleti. Karıştıracak nesne.
  • (Çoğulu: Mehârik) Ağaç kılıç.
  • Yırtıp parçalayacak âlet.

mihrat

  • Tennur odunu karıştırdıkları âlet.
  • Çiftçi sabanı.

mıhtab

  • Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.

mihtab

  • Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.

mıkass

  • (Çoğulu: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.

mikatt

  • (Çoğulu: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.

mıkatta

  • Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.

mikdad

  • Demir kesme âleti.

mikhal

  • (Çoğulu: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.

mikleme

  • Kalemlik, kalem konacak âlet.

mıkra'

  • Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır.
  • Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.

mikra'

  • Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar.

mıkraz

  • (Çoğulu: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.

mikroskop

  • Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet. (Fransızca)

mikşat

  • Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.

miksefe

  • (Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)

mikta'

  • Kesecek âlet.

mikyas

  • Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.

mikyas ederek

  • Ölçek yaparak, ölçü aleti yaparak.

mikyas-ı zelazil

  • Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler.

mikyas-ül harare

  • Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre.

mikyas-ül mayiat / mikyas-ül mâyiat

  • Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.

mikyas-ür riyah

  • Rüzgâr hızını tâyin eden âlet.

mil

  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

milhab

  • (Çoğulu: Melâhib) Kesecek âlet.
  • Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.

milhez

  • Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.

milkat

  • (Çoğulu: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.

milked

  • Nesne dövecek âlet.

minber

  • Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.)

mindag

  • Hücum edecek âlet.

minhat

  • (Çoğulu: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.

minkab

  • Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.

minkale

  • Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.

minmas

  • Kıl yolacak âlet.

minsar

  • Yardımı çok olan kimse.
  • Yardım edecek âlet.

mintaş

  • (Çoğulu: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.

mınzar

  • Röntgen.
  • Bakma âleti.

minzar

  • Ayna. Bakma âleti. Gözlük.

mirgah

  • Kaymak alacak âlet.

mirsad

  • Gözetleme yeri. Rasad yeri.
  • Gözetleme âleti.
  • Suçluları gözleyip duran.
  • Pusu.
  • Suçlular için hazır bekleyen.

mıs'ad

  • Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.

mis'ar

  • (Çoğulu: Mesâir) Uzun.
  • Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.

mısbah

  • Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir.

mısdak

  • (Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti.
  • Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur.
  • Değer ölçüsü.

misem

  • Dağlama eseri.
  • Dağ yapılan âlet.
  • Güzelin çehresindeki cemâl eseri.

mısfat

  • Süzgeç. Tasfiye âleti.

misfat

  • Süzgeç. Tasfiye âleti.

mishab

  • Bel âletinin sapı.

mishal

  • Eğe, törpü gibi yontma aletleri.

mıskab

  • Delme âleti.

miskab

  • (Çoğulu: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.

mıskal

  • Cilâlayan, parlatan âlet.
  • İnce. Zarif.

misma'

  • (Çoğulu: Mesâmi') (Sem'den) Kulak.
  • Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.

mıstar

  • Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet.
  • Sıvacıların bir âleti.

misvak / misvâk

  • Sünnet olan diş temizleme aleti, bir ağacın kökü.

mişvar

  • Tarz, tavır, gidiş, gidişât.
  • Gümeçten bal peteği sağılan âlet.
  • Davar satılacak yer.

mısyed

  • Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.

mişzeb

  • Dişli orak.
  • Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.

miyar

  • Ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.

miz'a

  • Ayıracak alet. Kesecek alet.

mizac-ı mutedile-i adalet / mizâc-ı mutedile-i adalet

  • Adaletin ölçülü karışımı, adil ve dengeli yapı.

mizan / mîzan / mîzân

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
  • Terazi, ölçü âleti, tartı, ölçü.
  • Mahşerde amellerin tartılmasını yapacak olan şey.
  • Terâzi, ölçü âleti.
  • Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi.

mizan-ı a'zam-ı adalet / mîzân-ı a'zam-ı adâlet / م۪يزَانِ اَعْظَمِ عَدَالَتْ

  • En büyük adâlet terazisi.

mizan-ı adalet / mizan-ı adâlet

  • Adâlet terâzisi.

mizan-ı adalet-i ilahiye / mizan-ı adalet-i ilâhiye

  • İlâhî adâlet terazisi.

mizan-ı adil / mizan-ı âdil

  • Adâletli terâzi.

mizan-ı adl

  • Adalet terazisi.

mizan-ı azam-ı adalet / mizan-ı âzam-ı adalet

  • Büyük adalet terazisi.

mizan-ül harare

  • Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)

mizanü't-ta'dil

  • Dengeleme ölçüsü; adâlet terazisi.

mizanülhararet / mizânülhararet

  • Termometre; sıcaklık ölçen âlet.

mizanülhava

  • Havanın durumunu ölçen âlet, barometre.

mizmar / mizmâr

  • Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
  • Güzel ses.

mızrak / mızrâk

  • Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.
  • Ucu sivri savaş aleti.

mu'tesif

  • (Asf. dan) Zulüm yapan. Doğru yoldan ve adaletten ayrılıp haksızlık yapan.

mu'tezile

  • Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olma

muaddele

  • Adaletli; adalet ölçülerine uygun hale getirilmiş.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muattıla

  • Boş bırakılmış. Atâlete atılmış.
  • Hâlık'a itikat etmeyen.

mübarekat / mübarekât

  • Bütün tebrike sebeb olacak ve mâşâallah dediren ve bârekâllah söyleten bütün hâletler ve san'atlar. Mübarekiyet ifade eden bolluk ve İlâhî lütuflar.

mübezzir

  • Tohum eken âlet.

mücalede

  • Harp âletleriyle vuruşma.

müdevvis

  • Harman dövecek ve yumuşatacak âlet.
  • Cilâ âleti.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

mudille

  • (Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.

mufassıl

  • Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.

müfesser

  • Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.

mühdi / mühdî

  • Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden.
  • Hidayete getiren. Hidayete vesile olan.
  • Mürşid, muvaffak.
  • Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bi

muhla

  • Ot biçecek âlet, orak.
  • Nalbantların tırnak yonacak âleti.

muhtaciyet

  • İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

mukattaat

  • (Tekili: Mukattaa) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler.
  • Kısaltmalar.
  • Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler.
  • Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.

mükerrem

  • Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan. (İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.)

muksit

  • Adaletle iş gören. Haklı hareket eden.
  • Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi, zâlimden mazlûmun hakkını alan.

mukteza-yı adalet / muktezâ-yı adâlet / مُقْتَضَايِ عَدَالَتْ

  • Adaletin gereği.
  • Adâletin gereği.

mukteza-yı adl ve hikmet

  • Hikmet ve adaletin gereği.

mülzime

  • Masa üzerine konulan kâğıtların uçup dağılmasını önlemek için üzerine konulan bir âlet.

mümessil

  • Vekâlet eden. Bir şahsı bir topluluğu veya şahs-ı mâneviyi temsil eden.
  • Benzeten.
  • Kitap bastıran.
  • Vekil.
  • Rol temsil eden. Aktör.

mümessil-i leh

  • Kendisi hakkında, lehinde mümessillik yapılmış, vekâlet edilmiş. Lehinde temsil edilmiş.

munazzama

  • Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli.

münekker

  • Tenkir edilmiş, bilinmeyen, nekre kılınmış.
  • Belirli olmayan şeye delâlet eden.

mürcie

  • Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif ve dalâlet ehli olan bir fırka.

mürüvvet

  • İnsanlık, yiğitlik. Muhtâc olanlara, lâzım olan şeyleri vermek, başkalarına faydalı olmak, iyilik yapmak arzusu, insanlık. Adâleti yerine getirme ve hiç kimseden intikam almayı istememe.

müsamid

  • Oyun âleti yapan kimse.
  • Bahçesine ters ve pislik döken kişi.

müsbet hareket

  • Doğruluğu âşikâr olan ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket.
  • Allah'ın (C.C.) emrine uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tâmir edici tarzda olan, mizan, adâlet ve insafa uyan hareket.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müsenna

  • Kat kat olan.
  • İkili. İki bölümden meydana gelmiş olan. İki kat olan, iki noktalı olan, iki defa nâzil olan Sure-i Fâtiha. Gr: İki şahsa veya iki şeye delâlet eden kelime.

musika

  • Mızıka. Çeşitli ses çıkarılan bir çalgı âleti.

müstakimane / müstakimâne

  • Doğrulukla, namuslulukla, adâlet dâiresinde. (Farsça)

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

müstedell

  • (Delâlet. ten) İstidlâl olunmuş. Bir delil ile isbat edilmiş. (Müstedlel, yanlıştır.)

müstedill

  • (Delâlet. den) Delil ve hüccet gösterilerek isbat edilen.

mutabakat

  • Uygunluk. Muhalif ve mugayir olmayıp, uygun ve muvafık olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânânın tamamına delâleti.

mutlak

  • Kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.
  • Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği (gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz).

müvakkit

  • Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse.

muvazene-i adalet

  • Adaletin denge, ölçü ve terazisi.

müvekkil / موكل

  • Vekâlet veren.
  • Vekalet veren. (Arapça)

nacak

  • Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.

nafıa / nâfıa / نافعه

  • Bayındırlık işleri. (Arapça)
  • Nâfıa müdüriyeti: Bayındırlık müdürlüğü. (Arapça)
  • Nâfıa nâzırı: Bayındırlık bakanı. (Arapça)
  • Nâfıa nezareti: Bayındırlık bakanlığı. (Arapça)
  • Nâfıa vekâleti: (Arapça)

naib / nâib

  • Hac ibâdetinde birine vekâlet eden. Vekil.
  • Kâdı vekîli.

nar

  • (Çoğulu: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem.
  • Bir meyve adı.
  • Mc: Allahın gadabı.
  • Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet.

nasfet

  • (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.

nass-ı hadis

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.

nazar-ı adalet

  • Allah'ın sınırsız adaletiyle her varlığa adaletle muamele etmesi; zerre kadar da olsa her şeyin hakkını vermesi, haksızı cezalandırması açısından.

nazar-ı adalet ve insaf

  • Hadiselere adaletli ve insaflı bir açıdan bakma, değerlendirme.

nebale

  • (Bak: NEBALET)

necabet / necâbet

  • Asalet, soy temizliği, soyluluk.

nefhat-ül-ba's

  • İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.

nesem

  • Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet.
  • Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.

ney

  • Bir tür üflemeli müzik aleti.
  • Kamıştan yapılan içi boş bir çalgı âleti.
  • İnsan-ı kâmil, İslâm dîninde yetişen kâmil yüksek insan.

nizam

  • Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış.
  • İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide.
  • Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.

nuşirevan-ı adil / nuşirevân-ı âdil

  • Adaletiyle ün salmış meşhur, eski bir İran Sâsânî Hükümdarı.

nuşirvan

  • İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.

ömer

  • Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem

ömer ibn-i abdülaziz

  • (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

organ

  • t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi)
  • Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan.
  • Âlet.

örs

  • Üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet.

parazit

  • Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması.
  • Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.

pergar / pergâr

  • Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet. (Farsça)
  • Pergel, daire çizmeye yarayan âlet.

postnişin / پست نشي ن

  • Postta oturan. (Farsça)
  • Pîre vekaletle postta oturan, tekke şeyhi. (Farsça)

pota

  • Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur. (Farsça)

projeksiyon

  • Kuvvetli ışık âleti. (Fransızca)

pusula

  • Yön bulmaya yarayan âlet, kısacık mektup.

rahman

  • Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)

rahmet ve hikmet ve adalet-i ilahiye / rahmet ve hikmet ve adalet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmet, hikmet ve adaleti.

rasad

  • Dürbün, gözetleme aleti.

razz

  • Kesmez âlet.

rende

  • Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. (Farsça)
  • Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. (Farsça)
  • Düzeltme aleti.

reşid

  • Doğru yolda giden, hak yolunda olan.
  • Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun.
  • Büluğ çağına girmiş kimse.
  • Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden.
  • Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse.

rezail / rezâil / رذائل

  • Rezaletler. (Arapça)

ri'y

  • Hey'et.
  • Güzel halet, iyi hal.
  • Güzel elbise.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

risalet / risâlet

  • Peygamberlik, resûllük.Fahr-i âlem girdi çün kırk yaşına Kondu pes, risâlet tâcı başına.

risalet-penah

  • Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.). (Risalet-meab da denir)

röntgen

  • Işın, ışın aleti.

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

sabaret

  • Kefalet.

sabii / sabiî

  • İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden.
  • Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.

sada-yı hürriyet ve adalet / sadâ-yı hürriyet ve adalet

  • Hürriyet ve adaletin sesi.

sadak

  • Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.

şah-ı risalet

  • Risaletin Şahı. Hz. Muhammed (A.S.M.)

şahadet

  • (Şehâdet) Şâhidlik.
  • Bir şeyin doğruluğuna inanmak.
  • Delâlet. Alâmet, işaret, iz.
  • Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik.

şahid-i adil / şahid-i âdil

  • Adaletli ve doğruları söyleyen şahit.

şahid-i adil ve sadık / şahid-i âdil ve sadık

  • Adâletli ve doğru sözlü şâhit.

şaki-i silah / şâki-i silâh

  • Harp âletleri keskin ve hazır olan kimse.

şakul / şâkul

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.
  • Düşeyliği ölçme âleti.

salibe-i külliye

  • Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.

salih

  • Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden

şan-ı adalet / şân-ı adalet

  • Adaletin şanı, gereği.

sanayi-i maneviye

  • Mâna delâletiyle olan san'at. (Teşbih ve istiâre gibi.)

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

sani-i adl / sâni-i adl

  • Herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan ve sonsuz adâlet sahibi olan Allah.

santrifüj aleti / santrifüj âleti

  • Su çıkarmaya yarayan pompalı alet.

şart

  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley

şart-ı adalet

  • Adalet şartı.

sayakıle

  • (Tekili: Saykal) Cilâ yapanlar, cilâcılar.
  • Cilâ âletleri.

saykal

  • Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan.
  • Kılıç bileyen.

saz

  • Kamış. (Farsça)
  • Bir çalgı âleti. (Farsça)
  • Takım, silâh, edevat. (Farsça)
  • Ustalık. (Farsça)
  • At takımı. (Farsça)
  • Düzen, tertip, sıra. (Farsça)
  • Öğrenme. (Farsça)
  • Kuvvet, kudret. (Farsça)
  • Menfaat. (Farsça)
  • Benzer, misil, eş. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Müzik âleti, musiki sesi.

sebeb

  • Vâsıta. Âlet.
  • Alâka.
  • Bahane.
  • Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça.

sebeb-i hilkat

  • Yaratılışa sebeb ve gaye, yaratılışa vâsıta ve âlet olan.

sefalethane / sefâlethâne

  • Sefalet yeri, düşkünlük evi.

sefil / sefîl / سَفيِلْ

  • Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan.
  • Uslu huy sahibi.
  • Sefâlet çeken, fakir.

sehba

  • Üç ayaklı küçük masa.
  • İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.

şeka'

  • Rezalet, rezillik, alçaklık.
  • Bedbahtlık, kutsuzluk.

sema' / semâ'

  • Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek.

semi'

  • İşiten, duyan.
  • Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)

şerafet

  • Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.

şeş-per

  • Altı kanat. (Farsça)
  • Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz. (Farsça)

sima' / simâ'

  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

simak

  • (Tekili: Semek) Balıklar.
  • Parlak yıldız.
  • İki parlak yıldızdan birisi.
  • Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sırr-ı adalet

  • Adalet esprisi.

sismoğraf

  • Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet. (Fransızca)

sıyal

  • (Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.

şuayb-ı emn ü adalet

  • Hz. Şuayb'in (a.s.) adaleti ve güvenilirliliği.

sultan-ı adil / sultan-ı âdil

  • Her işini sınırsız bir adaletle ve yerli yerinde yapan Sultan; Allah.

şürruf

  • Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.

ta'zim

  • Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.

taaddi / taaddî

  • Geçme, öteye geçme, saldırma.
  • Zulmetme, adaletsizlik.
  • Örf, âdet ve kanunların sınırını aşma.
  • Arapça'da lâzım bir fiili müteaddî yapmak.

taattul

  • (Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma.

tadlil

  • Doğru yoldan sapıtmak.
  • Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak.
  • Doğru yoldan çıktığına hükmetme, dalâlette görme.

tadlil-i gayr

  • Başkalarını dalâlete nisbet etmek. Sapıklığına hükmetmek.

taife-i dalle / taife-i dâlle

  • Dalâlete ve inkârcılığa düşenler topluluğu.

taksim-i adil / taksim-i âdil

  • Adaletli paylaştırma.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

tarah

  • (Çoğulu: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet.

tarih-i mu'cem

  • Bir mısra, beyit veya cümledeki noktalı harflerin ebced hesabı ile yekûnunun delâlet ettiği tarih.
  • Edb: Ebced hesabında noktalı harflerin hesap edilerek düşürülen tarih. Bir ilmi, müfredâtı ile belirten eser.

tazammun

  • İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak.
  • Tazmini kabul etmek. Kefil olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.

teberzin

  • Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası. (Farsça)

tecelli-i kübra-yı adl ve hikmet / tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmet

  • Adaletin ve hikmetin büyük tecellîsi, yansıması.

tecemmül

  • Ziynetlenmek. Süslenmek.
  • Ululuk göstermek.
  • Âletler. Sebepler.

tehevvür

  • Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek.
  • Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti.

tekeffül

  • Boynuna almak.
  • Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.

telahi

  • Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme.

telale

  • Dalâlet.

telkin

  • (Çoğulu: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce.
  • Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak.
  • Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz. (Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (L

temayül-ü adalet / temâyül-ü adalet

  • Adaleti uygulamaya yönelik eğilim gösterme.

temin-i adalet / temin-i adâlet

  • Adalet sağlama, gerçekleştirme.

tenkıye

  • Tıb: Şırınga âleti.
  • Temizleme, tathir.

terkib-i mezci / terkib-i mezcî

  • İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.
  • (Ar. gr.) İki kelimeden oluşan ve bir isme delalet eden lâfız, Çanakkale gibi.

tesniye

  • Vasıflandırma.
  • Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir.

tevzin-i adalet

  • Adaletin her şeyi teraziye alması; her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesindeki ölçü, tartı, denge.

tezgah / tezgâh

  • Dokuma âleti. (Farsça)
  • Ticaret masası. İş yeri. (Farsça)
  • Dokuma aleti.
  • Dokuma aleti, işyeri.

tınbar

  • (Tunbur) Tanbur adı verilen çalgı âleti.

tulumba

  • Su basma aleti.

tura

  • (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak.
  • Kamçı, örme kırbaç.
  • Demet, bağ, paket.

ubeyde bin cerrah

  • Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.

ulemaüs-su ashabı / ulemâüs-sû ashabı

  • İlmi kötüye kullanarak dünyaya yönelik menfaatler için ilmi âlet yapan âlimler ve onlara tâbi olanlar,uyanlar.

ulum-i aliyye / ulum-i âliyye

  • Sarf ve nahiv gibi âlet ve anahtar durumunda olan ilimler.
  • "ayn" ile yüce ilimler, din ilimleri.

ulum-i ibtidaiyye / ulûm-i ibtidâiyye

  • Âlet ilimleri; ana ilimleri öğrenmek için yardımcı olan sarf, nahiv, belâgat, mantık vs. gibi ilimler.

ulum-u aliye / ulum-u âliye / ulûm-u âliye

  • (Âlet. den) Âlet ilimleri. (Gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi.)
  • Yüksek ilimleri anlamaya yarayan mantık, gramer gibi âlet ilimleri.

umumi vekil / umûmî vekil

  • Yerine geçirilen kimseye mutlak halde istediğini yap diyerek verilen vekâlet.

unuşe

  • Refah, huzur, rahatlık.
  • Adâlet. Merhamet.
  • Şarap.
  • Beğenme.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

uzube

  • (Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek.

vasıta / vâsıta / واسطه

  • Aracı. (Arapça)
  • Araç, alet. (Arapça)

veçh-i adalet

  • Adalet yönü.

vech-i delalet / vech-i delâlet

  • Delâlet etme yönü, işaret edilen yön, mânâ.

vekalet / vekâlet

  • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.

vera'

  • Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.

veraset-i ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) risaleti yani, Allah'ın insanlara elçiliği yönüne varis olma özelliği.

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

yelpez

  • Yelpaze.
  • Serinletmek için el ile havalandırma âleti.

yetmiş iki fırka

  • Ehl-i sünnet yolundan (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği doğru yoldan) ayrılan ve Cehennem'e gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen bozuk fırkalar. Bunlara bid'at ehli veya dalâlet fırkaları da denir.

zadegan / zadegân

  • Asâlet. (Farsça)
  • Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. (Farsça)
  • Meşhur ve belli âileler cemaatı. (Farsça)

zaman-ı cahiliyet

  • İslâmdan önceki küfür ve cehalet zamanı, dönemi.

zamir

  • Bir şeyi gizlemek.
  • İç.
  • Huk: Bir şeyin iç yüzü.
  • Niyet.
  • Vicdan. Kalb.
  • Gaye.
  • Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben, sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin ye

zat-ı adl / zât-ı adl

  • Her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Zât, Allah.

zebane

  • Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. (Farsça)
  • Alev. (Farsça)

zenberek

  • Kurulan âlet.

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın