REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te ANLAM ifadesini içeren 459 kelime bulundu...

a / â / آ

  • Ünlem edatı ey, hey. (Farsça)
  • İki kelimenin arasına girerek, anlamı pekiştiren yeni kelimeler türetmeye yarayan orta ek. (Farsça)

abd-i gubar

  • Günahkâr kul; toz ve çamura bulanmış gibi günahlarla kirlenmiş kul anlamında bir ifade.

abes

  • Anlamsız, boş.

aborda

  • İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.

acizane / âcizâne

  • Âciz bir şekilde, güç yeteden anlamında kullanılan bir tevazu ifadesi.

adem-i abesiyet

  • Boş ve anlamsız olmama.

adem-i derk

  • Anlamama, kavrayamama.

agnam

  • (Tekili: Ganem) Koyunlar, keçiler.
  • Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.

akıl

  • Zihnin anlama ve düşünme sıfatı.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k
  • Akıl, anlama melekesi.

aliyyü'l-murteza / aliyyü'l-murtezâ

  • Hz. Ali'nin "kendisinden razı olunmuş" anlamlarına gelen bir ünvanı.

ane / âne / انه

  • Gibi anlamını verecek şekilde sıfat ve zarf yapan son ek. (Farsça)

ariş

  • Anlam, mânâ, kavram, mefhum. (Farsça)

ariza-i aciziye / arîza-i âciziye

  • "Bu aciz talebenizin bazı meselelerini sunduğu dilekçe" anlamına gelen ifade.

ayet-i hasbiye-i nuriye / âyet-i hasbiye-i nuriye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" anlamında Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayn

  • Çeşme, güneş ve göz anlamlarına gelen Arapça kelime.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

barekallah / bârekâllah

  • "Allah ne mübarek yaratmış".
  • Allah hayırlı ve mübarek kılsın anlamında, beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

basiret

  • Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat.
  • İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet.
  • Bir evin iki tarafının arası.
  • Yer üstündeki kan.

bedel-i ba'z

  • Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.

bedel-i iştim'al / bedel-i iştim'âl

  • Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.

ben

  • (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl

bendeleri

  • "Hizmekârları" anlamında saygı ifadesi.

bendeniz

  • "Hizmetkârınız" anlamında saygı ifadesi.

beyan / beyân

  • Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.

bezm-i elest

  • Elest Meclisi; Allah'ın ruhları yarattığında, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" anlamındaki sorusuna, ruhların, "Evet, Rabbimizsin" diye cevap verdikleri an.

bihakkın

  • Hakkıyla, gerçek anlamıyla.

bila / بلا

  • -siz, -sız anlamında ön ek.

bilhads

  • Derhal, süratle kavrama, sezme ve anlama.

bima'na / bîma'nâ / بى معنى

  • Anlamsız. (Farsça - Arapça)

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

budu'

  • Can sıkılması.
  • İdrak etme, anlama.

butlan / butlân / بطلان

  • Boşluk, anlamsızlık. (Arapça)
  • Yalan. (Arapça)

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cinas / cinâs

  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cümel

  • (Tekili: Cümle) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular.

cümle-i celile / cümle-i celîle

  • Görkemli ve yüksek anlamlı cümle.

cumud-u mutlak / cumûd-u mutlak

  • Tam anlamıyla cansızlık.

çürütme

  • Bir düşüncenin, bir davanın boşluğunu, anlamsızlığını ortaya koyma.

dabs

  • Ahlâkı kötü ve korkak olmak.
  • Anlaması, idrâki az olmak.

Dalyarak / dalyarak

  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "sallamak" anlamına gelir.
  • Türkiye Türkçesinde dal-1 "sallamak" fiilinden türetilmiştir.
  • Dalyarak kelimesi tarihte bilinen ilk kez dallamak "sallamak, eliyle tartmak" TDK, Tarama Sözlüğü (1600 yılından önce) eserinde yer almıştır.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "Budalalığı yüzünden her zaman densizlik, küstahlık eden (kimse)." anlamına gelir.

deha-i kudsi / deha-i kudsî

  • Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.

delalet / delâlet / دلالت

  • İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
  • Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.
  • Delillik, yol gösterme. (Arapça)
  • Delâlet etmek: (Arapça)
  • Yol göstermek. (Arapça)
  • Anlamına gelmek. (Arapça)

delilün / delîlün

  • "Delildir" anlamına gelen kelime.

deneycilik

  • (Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müş

derece-i fehim

  • Anlama derecesi.

derece-i fehim ve zevk

  • Anlama ve zevk etme derecesi.

derk / درک / دَرْكْ

  • En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak.
  • Anlamak.
  • Anlama, algılama.
  • Anlama, kavrama.
  • Anlama, idrak etme. (Arapça)
  • Alma. (Arapça)
  • Derk etmek: Anlamak, idrak etmek. (Arapça)
  • Anlama.

derk etmek

  • Anlamak.

derk-i dekaik

  • İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.

derk-i kusur

  • Kusurunu anlama.

derketmek

  • Anlamak, kavramak.
  • Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.

dirase

  • Kitab okumak.
  • Elbiseyi eskitmek.
  • Gizli yol.
  • Harmanda buğday döğmek.
  • Uyuz olan deveyi katranlamak.

dur-baş

  • "Uzak ol!" anlamına gelen bir emir. (Farsça)
  • Değnek, sopa, âsa. (Farsça)

edat

  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).
  • Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.

edat-ı şart

  • Gr. şart edâtı, "eğer, şayet" anlamına gelen "in" ve "lev" gibi.

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek

efham / efhâm

  • Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
  • Anlamalar, en iyi anlayan.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i feraset

  • Çabuk sezme ve anlama kabiliyeti olanlar.

ekrad reçetesi

  • "Kürtler reçetesi" anlamında olan Münâzarat isimli eser.

ela / elâ

  • Arapça'da başlama ve tenbih edatı, "öyle değil mi?", "dikkat ediniz" gibi anlamlara gelir.

ene'l-hakk

  • "Ben hakkım" anlamına gelen ve ilk defa Hallac-ı Mansûr tarafından söylenen söz.

eser-i kıymettar ve manidar / eser-i kıymettar ve mânidar

  • Oldukça kıymetli ve anlamlı olan eser.

ezhan

  • Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.

fakir-i pür-taksir / fakir-i pür-taksîr

  • Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan ifade.

fakir-i pürkusur

  • Kusurlarla dolu muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan söz.

fakire

  • Muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak, bayanlar için "ben" yerine kullanılan söz.

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

fe-keyfe

  • "Nasıl?" anlamına kullanılan eski bir tabir.

fe-sübhanallah

  • Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)

fehava

  • (Tekili: Fehavi) (Fehvâ) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar.

fehim / فَهِمْ

  • Anlama.
  • Anlama, anlayış.

fehm / فهم

  • Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
  • Anlama. (Arapça)
  • Fehm eylemek: Anlamak. (Arapça)

fehm-i uluhiyet / fehm-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı.

fehmen

  • Anlama bakımından.

fehmetme

  • Anlama, kavrama.

fehmetmek

  • Anlamak.
  • Anlamak.

fehva / fehvâ / فَحْوَا

  • (Çoğulu: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ.
  • Mânâ, anlam, kavram.
  • Mânâ, anlam, mefhum, kavram, hüküm.
  • Anlam, ma'nâ, kavram.

fenn-i maani / fenn-i maânî

  • Mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim.

feraset / ferâset

  • Çabuk sezme ve anlama kàbiliyeti.

ferasetli

  • Çabuk sezen, yüksek anlama kabiliyetine sahip olan.

ferr

  • Kaçmak. Firar etmek.
  • Davarın yaşını anlamak için dişini görmek.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

festemi'

  • (Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir.

fesübhanallah / fesübhânallah

  • "Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir" anlamında kullanıp hayret ve hayranlığı ifade eden kelime.

fetanet / fetânet

  • Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik.

feth-i meyyit

  • Ölüm sebebini anlamak için cesedin açılarak muâyene edilmesi, otopsi.

fıkh

  • Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri bildiren ilim.

fıkra-i manidar / fıkra-i mânidar

  • Nükteli, ince ve derin anlamlı kısa yazı.

firaset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)
  • Yaradılıştan gelen iyi anlama kabiliyeti.

gaflet-i mutlaka

  • Tam anlamıyla âhiretten, Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hâli.

garir / garîr

  • Kefil.
  • Güzel ahlâk.
  • Durumdan veya işten anlamıyan.

gavs

  • Suya dalmak. Dalgıçlık.
  • Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek.
  • İyi anlamak.
  • Maslahata gayret ile girmek.

gavsü'l-vasılin / gavsü'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş anlamına gelen, Allah'ın sevgili kulu, irşad eden büyük zât.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gerd

  • Kelimelere eklenir ve "Dönen, dolaşan" anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd : Çabuk dönen. (Farsça)

geşte

  • "Gezmiş, dolaşmış, dönmüş" anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte : Altüst olmuş. Ser-geşte : Başı dönmüş. (Farsça)

gıll ü gış

  • Kin, düşmanlık ve aldatma gibi anlamsız şeylerle uğraşılar.

gırr

  • İşten anlamayan ahmak kişi.

güzel telakki etmek / güzel telâkki etmek

  • Güzel karşılayıp anlamak, kabullenmek.

hadisibilmana / hadîsibilmânâ

  • Anlam bakımından doğru hadîs.

hafizallah

  • Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).

hakikat / hakîkat

  • Bir şeyin aslı, mahiyeti.
  • Gerçek, doğru.
  • Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz.

hakikat-i rüya

  • Rüyanın anlamı, gerçeği.

hakikat-i salat / hakikat-i salât

  • Namazın hakikati, anlam ve niteliği.

hakkıyla

  • Tam anlamıyla.

halat-ı telakki / hâlât-ı telâkki

  • Anlama durumları.

havsala

  • Anlama gücü.

havsala-i mevcude

  • Sahip olunan anlama gücü.

hel

  • Arapça "mı, mi, mu, mü" anlamlarına gelen soru edatı.

hem / هم

  • -deş, -daş anlamını verecek şekilde kelimeye türetmeye yarayan ön ek. (Farsça)
  • Hem, üstelik. (Farsça)

hemt

  • Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.

herçi bad, abad / herçi bâd, âbâd

  • "Her ne olursa olsun" anlamında bir deyim.

herçi-bad-abad / herçi-bâd-âbâd

  • "Battı balık yan gider", "Her ne olursa olsun" anlamında.

hikmet-i mirac

  • Miracın hikmeti, gayesi ve anlamı.

hikmet-i mutlaka

  • Sınırsız hikmet; yaratılıştaki gaye, herşeyin yerli yerinde ve anlamlı oluşu.

hikmet-i rabbani / hikmet-i rabbânî

  • Kâinatın Rabbi olan Allah tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması.

hikmet-i rabbaniye / hikmet-i rabbâniye

  • Allah'ın her şeyi terbiye ederek, muhtaç olduğu şeyleri verip bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması.

hikmetsizlik

  • Anlamsızlık, gayesizlik, faydasızlık.

hıraş

  • "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı. (Farsça)

hor

  • Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. (Farsça)
  • Güneş, ışık, aydınlık. (Farsça)
  • Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen. (Farsça)

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hurz

  • Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.

huzur-u irfanınıza baş koydum

  • "Üstün ilim ve zekâdan hâsıl olan olgun şahsiyetinizin önüne baş koydum" anlamında karşısındakine karşı bir saygı ve hürmet bildiren ifade.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B

ibzaz

  • Yağlanma, şişmanlama, semirme.

iddira'

  • Anlama, derketme, kavrama, fehmetme.
  • Hile ile aldatma.
  • (Kadın) saçını tarayıp salıverme.

iddirak

  • Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme.
  • Bir yere toplanmak.
  • Birbirine yetişmek.

idrak / idrâk / ادراک / اِدْرَاكْ

  • Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
  • Kavrama, anlama. (Arapça)
  • Erişme. (Arapça)
  • İdrâk edilmek: (Arapça)
  • Kavranmak, anlaşılmak. (Arapça)
  • Yaşanmak. (Arapça)
  • İdrak: Etmek (Arapça)
  • Kavramak, anlamak. (Arapça)
  • Yaşamak, görmek. (Arapça)
  • İyice anlama, anlayış.
  • İyice anlama.

idrak etme / idrâk etme

  • Anlama, kavrama.

idrak etmek

  • Anlamak, kavramak.

ifrad sigası

  • Gr. tekil kipi; yani "ateş yaktı" anlamındaki "istevkade" fiilinin 3. tekil şahıs kipinde olması kastediliyor.

iftiham

  • (Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme.

iham / îhâm / ایهام

  • İki anlama gelen kelimenin uzak anlamını kasdetme. (Arapça)

iham-ı kabih

  • Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.

ihata

  • Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak.
  • Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.

ikra / oku / اقرأ

  • Arapça'da "oku" anlamına gelir. Alak suresinin ilk ayeti "ikra bismirabbikellezi alak" (oku, yaradan Rabbinin adıyla oku)

iktinah

  • (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i cifr

  • Harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim.

ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn

  • Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

imtihan

  • Deneme, Tecrübe etmek.
  • Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek.
  • Salâhiyet veya salâhiyetsizliğini anlamak için yapılan teftiş ve tecrübe.

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

intikal

  • Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek.
  • Göçmek, geçmek.
  • Sirâyet. Bulaşmak.
  • Bir şeyin miras olarak kalması.
  • Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
  • Geçme, anlama.

irfan / irfân

  • Bilgili, anlayışlı, anlamak, bilmek.
  • Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.
  • Bilme, anlama, zihni olgunluk.

iş'ar-ı fazılane / iş'âr-ı fâzılâne

  • Hürmet ifadesi olarak "yüce şahsiyetinizin işaret etmesi" anlamında bir ifade.

işaret / işâret

  • Anlamlı davranış, belirti.

iskandil

  • ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
  • Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.

ism-i hafiz / ism-i hafîz

  • Herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden anlamına gelen Allah'ın bir ismi.

ism-i nur

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamına gelen Allah'ın Nur ismi.

işmar

  • Anlamlı işaret.

isnad-ı abesiyet

  • Faydasızlık, anlamsızlık isnad etme.

isnad-ı mecazi / isnad-ı mecazî

  • Mecazî isnad, bir sözün mecaz anlamını tercih etmek.

işraf

  • Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama.
  • (Hasta) ölüm döşeğinde olma.

istiare / istiâre

  • Bir kelimeyi başka anlamda kullanma.

istibsas

  • Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma.

istidlal / istidlâl

  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
  • Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.

istidrak

  • Nâil olmak, ulaşmak, varmak.
  • Anlamak.
  • Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak.

istifham

  • Anlamaya çalışmak, soru sormak, soru.
  • Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak.
  • Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur.

istifsar / istifsâr

  • İfade isteme. Sorma. Sorup anlama.
  • Anlamak için soru sorma.

istihare / istihâre / استخاره

  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.
  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin
  • Bir işin iyi olup olmadığını anlamak için rüya görmek niyetiyle uykuya yatma.
  • Bir işin nasıl sonuçlanacağını anlamak için ibadetten sonra uykuya yatma. (Arapça)

istihracat-ı kur'aniye / istihracat-ı kur'âniye

  • Kur'ân-ı Kerimden anlam çıkarma işlemleri.

istikşaf

  • (Çoğulu: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma.
  • Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.

ıstılah / ıstılâh

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
  • Kelimeye yüklenen özel anlam.
  • Bir kelimenin belli bir ilim dalında kazandığı anlam, terim.

istinafiyye / istinâfiyye

  • Yeniden başlamaya ait.
  • İstinaf mahkemesine ait.
  • Arapça'da bir soruya cevap anlamında bulunan cümle.

istinbat / istinbât / استنباط

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
  • Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek.
  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
  • Anlam çıkarma, hüküm çıkarma. (Arapça)

istinkaf-ı manidar / istinkâf-ı mânidar

  • Anlamlı çekimserlik.

istişmam

  • Koklamak. Kokusunu almak.
  • Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.
  • Uzaktan haber almak.
  • Koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama.

istıtla'

  • (Çoğulu: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme.

istizmar

  • (Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.

ittihad-ı hakiki / ittihad-ı hakikî

  • Gerçek anlamda birlik oluşturmak.

ittisal-i mana / ittisal-i mânâ

  • Anlam bütünlüğü.

iz'an / iz'ân / اِذْعَانْ

  • Şüphesiz anlama ve inanma.
  • İyice anlama, benimseme.

iz'an-ı akli / iz'ân-ı aklî

  • Aklen anlama, kabul etme.

izz-üd-din

  • Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir.

jaj / jâj / ژاژ

  • Anlamsız söz, zırva. (Farsça)

jest

  • Anlamlı beden hareketleri.

kabiliyet

  • Anlama, anlayış, kabul edebilirlik, alabilirlik.

kabına sığmamak

  • t. Sabırsızlık, acelecilik.
  • Şişmanlamak.

kadastro

  • Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. (Fransızca)

kader

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kalb-i acizi / kalb-i âcizî

  • Bu âcizin kalbi anlamında, tevazu için kullanılan ifade.

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

karine-i mania / karîne-i mania

  • Kelimenin gerçek anlamında alınmasına engel olan ipucu.

karnedaşte / kârnedaşte

  • İş bilmez, acemi, işten anlamaz. (Farsça)

kasır-ül yed

  • Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.

kede

  • "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. (Farsça)

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kemal-i acz / kemâl-i acz

  • Tam anlamıyla âcizlik, güçsüzlük.

kemal-i acz ve inkıyad / kemâl-i acz ve inkıyad

  • Tam anlamıyla âcizlik ve itaat etme.

kemal-i liyakat / kemâl-i liyakat

  • Tam anlamıyla layık oluş.

kemal-i mahviyet ve tevazu / kemâl-i mahviyet ve tevazu

  • Tam anlamıyla tevâzu ve alçakgönüllülük içinde olmak.

kemal-i rahat / kemâl-i rahat

  • Tam anlamıyla rahatlık.

kemter

  • İtibarsız, eksik anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan bir söz.

ken

  • "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. (Farsça)

keramet-i feraset

  • Çabuk sezme ve anlama kabiliyetindeki keramet.

kerremallahu vechehu

  • "Allah yüzünü ak etsin" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

kerremallahü vechehü

  • "Allah yüzünü şerefli, şerefini yüksek kılsın" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.

keşf-ül kubur

  • Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kinaye / kinâye

  • Doğrudan doğruya değil, dolaylı anlam taşıyan söz.

kırar

  • Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.

kirpik-i akıl

  • Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.

kıyas / kıyâs

  • Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü, buna benzeyen ve hakkında nass bulunan başka bir mes'elenin hükmüne benzeterek anlama.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıyle

  • "Denildi, söylendi" anlamına gelen bu kelime, bir mesele hakkındaki farklı rivayetleri fade eder.

kuddise

  • "Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun." anlamına gelen bir kelimedir.

kuddise sirruhu / kuddise sirruhû

  • İlâhî hikmetten öğrendiği sırlar mübarek ve pak olsun anlamında, büyük veliler için kullanılan bir hürmet ifadesi.

kur'an-ı ezher / kur'ân-ı ezher

  • Parlak Kur'ân (ayrıca burada Kur'ân, insanlığın bütün kabiliyet ve donanımının gelişmesine hitap ettiği için evrensel üniversite anlamında Ezher Üniversitesine benzetilmiş de olabilir.).

kuvve-i idrakiye / kuvve-i idrâkiye

  • Anlama, kavrama gücü.

kuvve-i lamise / kuvve-i lâmise

  • Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.

lafz-ı manidar / lâfz-ı mânidar

  • Mânalı, anlamlı söz.

lakinne / lâkinne

  • İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır.

lakn

  • Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.

lamise / lâmise

  • Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.

lamüdrik / lâmüdrik

  • Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.

latife-i müdrike / lâtife-i müdrike

  • İdrâk etme duygusu, anlama ve kavrama hassesi.

lugat / lûgat

  • Lügat, sözlük, kelimelerin anlamlarını kısaca bildiren kitap.

ma'ni / معنى

  • Anlam. (Arapça)

maani / maânî / معانى

  • Mânâlar, anlamlar.
  • Anlamlar. (Arapça)

maani-i ayat / maânî-i âyât

  • Âyetlerin mânâları, anlamları.

maani-i cemile / maânî-i cemîle

  • Güzel mânâlar, anlamlar.

maani-i kudsiye / maânî-i kudsiye

  • Kutsal anlamlar.

maani-i lüğaviye / maâni-i lüğaviye

  • Lügat mânâları, kelimelerin sözlük anlamları.

maani-i ulviye / maânî-i ulviye

  • Yüce mânâlar, anlamlar.

maarizü'l-kelam / maarîzü'l-kelâm

  • Kapalı mânâlar; birden fazla anlamlı kelimelerin en uzak mânâsı.

mahbub-u bilhak

  • Gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahbub-u hakiki / mahbûb-u hakikî

  • Sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah.

mahbub-u zülkemal / mahbub-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi olan ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahz-ı adalet

  • Tam anlamıyla adalet.

mahz-ı rahmet

  • Tam anlamıyla rahmet.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

mal

  • "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) (Farsça)

malayani / mâlâyâni

  • Anlamsız, faydasız.

malayaniyat / mâlâyâniyât

  • Kişiyi ilgilendirmeyen şeyler; boş, anlamsız şeyler.

malayaniyat-ı rezile / mâlâyâniyât-ı rezile

  • Anlamsız, boş, kötü ve çirkin şeyler (mâ-lâ).

malum-u alileri / malûm-u âlîleri

  • "Yüce şahsiyetinizin bildiği gibi" anlamında bir saygı ifadesi.

malum-u fazılane / mâlûm-u fâzılâne

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir ifade.

malum-u fazılaneleri / malûm-u fâzılâneleri

  • "Faziletli şahsiyetlerinizce bilinen" anlamında Üstada yönelik bir saygı ifadesi.

mana / mânâ / معنى

  • Anlam.
  • İçyüz.
  • Akla yakın sebep.
  • Rüya, düş.
  • Anlam.
  • Anlam, öz.
  • Anlam. (Arapça)
  • Manalandırmak: Anlam kazandırmak. (Arapça)

mana-yı asli / mânâ-yı aslî

  • Asıl anlam, kelimenin kendi anlamı.

mana-yı asliye / mânâ-yı asliye

  • Asıl anlam, kelimenin kendi anlamı.

mana-yı ayet / mânâ-yı âyet

  • Kur'ân'ın her bir cümlesinin ifade ettiği anlam.

mana-yı dindar / mânâ-yı dindar

  • Dindar anlamda.

mana-yı dindar cumhuriyeti / mânâ-yı dindar cumhuriyeti

  • Dindar Cumhuriyetin özü, gerçek anlamı.

mana-yı hakiki ve mecazi / mânâ-yı hakikî ve mecazî

  • Gerçek ve mecazî anlam.

mana-yı hilafet / mânâ-yı hilâfet

  • Hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı.

mana-yı lügavi / mânâ-yı lügavî

  • Lûgat, sözlük anlamı.

mana-yı maddi / mânâ-yı maddî

  • Maddî anlam.

mana-yı maksud / mânâ-yı maksud

  • Kastedilen mânâ, anlam.

mana-yı maksut / mânâ-yı maksut

  • Kastedilen anlam.

mana-yı meşrutiyet / mânâ-yı meşrutiyet

  • Meşrutiyetin anlamı özü.

mana-yı örfi-i şer'i / mânâ-yı örfî-i şer'î

  • İslâm şeriatınca yaygın olarak kabul edilen anlam.

mana-yı şerif / mânâ-yı şerif

  • Değerli ve şerefli anlam.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

manalı / mânâlı

  • Anlamlı.

manasıyla / mânâsıyla

  • Anlamıyla.

manasız / mânâsız

  • Anlamsız.

manay-ı melaike / mânây-ı melâike

  • "Melekler" mânâsı, "melek" anlamı.

manen / mânen

  • Mânâca, anlamca.

manevi / manevî / معنوی

  • Anlam ile ilgili. (Arapça)
  • Ruh ile ilgili. (Arapça)

manidar / mânidar / mânidâr / معنى دار

  • Mânâlı, anlamlı.
  • Anlamlı.
  • Anlamlı. (Arapça - Farsça)

manidarane / mânidarâne / mânidârâne

  • Anlamlı bir şekilde.
  • Anlamlıca.

manidarlık / mânidarlık

  • Anlamlılık.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

mazmun

  • İnce anlamlı söz.
  • Mânâ, anlam içeriği.

meal / meâl / مآل

  • Anlam, kavram.
  • Anlam, mânâ.
  • Sözün kısaca anlamı.
  • Anlam. (Arapça)

meani / meânî

  • Anlamlar.

mecazen

  • Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.

medlul / medlûl

  • Mânâ, anlam, işaret edilmiş olan.

mefhum-u muhalif

  • Bir sözün ters mânâsı, zıt anlam.

mefhum-u sarih

  • Açık anlam.

mehenk

  • Ölçü. Miyar.
  • Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.

meleke

  • Zihnin anlama, kavrama, hatırlama gibi özellikleri, tekrar tekrar yapmaktan dolayı kazanılan beceri.

mevadd-ı vahiye / mevadd-ı vâhiye

  • Boş, saçma şeyler, anlamsız maddeler.

mezr

  • (Mezra) Zarif adam.
  • Bir kimseye düşmanlık etmek.
  • Parmakla çimdiklemek.
  • Su kırbasını tamamen doldurmak.
  • Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek.

mihenk

  • Mihenk taşı, denek taşı; birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
  • (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti.
  • Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.

mihrimah

  • Güneş ile ayın beraber olması anlamına gelen isimdir.

mim'siz medeniyet

  • Deniyet, ahlâksızlık, alçaklık; Arapça'da medeniyet kelimesinden "mim" harfi atılınca geriye alçaklık anlamında "deniyet" kelimesi kalır.

mirkat-ı cennet

  • Cenneti kazanmaya ve yükselmeye vesile olan anlamında Cennet merdiveni.

misbahü'l-iman

  • İman lâmbası anlamında Asâ-yı Mûsâ'nın ikinci bölümüne verilen ad.

mısra-ı manidar / mısra-ı mânidâr

  • Nükteli, ince anlamlı mısra.

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

miyar

  • Ölçü, ayıraç, bir şeyin halislik derecesini anlamaya yarayan âlet.

mizan

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.

mübahele / mübâhele

  • Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve

mücessem lafz-ı manidar / mücessem lâfz-ı mânidâr

  • Cisimleşmiş, bir kimlik kazanmış anlamlı lâfız.

müdrike

  • İdrak kuvveti. Akıl. Anlama kabiliyeti.
  • Anlama kabiliyeti.

müedda

  • (Edâ. dan) Mânâ, anlam, mefhum, kavram.
  • Eda olunmuş.

müfad

  • Anlatılan anlam.

mugammer

  • İşten anlamıyan bön kimse.

mühmelat

  • (Tekili: Mühmel) Anlamsız ve mânâsız boş sözler.

muhtereme

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer anlamında, hanımlar için kullanılan ifade.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

müradif / مرادف

  • Eşanlamlı. (Arapça)

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

müsabaka

  • Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.

müşahede / müşâhede

  • Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek.
  • Muayene, kontrol.
  • Görme, anlama. Kalb gözü ile görme.

müşareket

  • Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak.
  • Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil.
  • Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.

müşkil

  • Anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.

müşkülat-ı hadis / müşkülât-ı hadîs

  • Hadîs ilminine ait anlama güçlükleri, zorlukları.

müstedrik

  • İstidrak eden, anlamak isteyen.

müstefhim

  • (Fehm. den) Soran, anlamak isteyen.

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.
  • Soruşturup anlamaya çalışan.

müşterek lafız

  • Sözlük anlamıyla birden fazla anlama gelen kelime. Meselâ: "Yüz" gibi.

mütekebbir

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.

müteradif / müterâdif / مترادف

  • Eş anlamlı.
  • Eşanlamlı. (Arapça)

mütezellilane / mütezellilâne

  • Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla. (Farsça)

muttala'

  • Anlam çerçevesi.

müzakere / müzâkere

  • Bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.

na-mefhum

  • Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz. (Farsça)

na-merbut

  • Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan. (Farsça)

naehil / nâehil

  • Ehil olmayan, işten anlamayan.

naehiller / nâehiller

  • Ehil olmayan, işten anlamayan.

nahnü

  • Arapça'da 'biz' anlamına gelen bir zamir.

namus-u millet-i islamiye / nâmus-u millet-i islâmiye

  • İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada "din, şeriat, inanç" anlamına geliyor.).

navakıf / nâvâkıf

  • Bilmeyen, anlamayan.

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı fakirane / nazar-ı fakirâne

  • Benim bakış açım anlamında, tevazu göstermek için kullanılan ifade.

nazar-ı mütalaa / nazar-ı mütalâa

  • Dikkatlice bakıp anlamaya çalışmak.

ne-şebem

  • Ben karanlık gece gibi nursuz değilim anlamında (Farsça)

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.
  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

nefs-i natıka-i kainat / nefs-i nâtıka-i kâinat

  • Kâinatın konuşan ruhu anlamında Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

nekahet

  • Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl.
  • Fehmetmek, anlamak, bilmek.
  • Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.

neme lazım / neme lâzım

  • "Bu işle ilgilenmem, bana ne, buna karışmam" anlamında bir ifade.

neş'e-i şit-i hüviyet / neş'e-i şît-i hüviyet

  • Cenâb-ı Hakkın Hz. Adem'e, ölen oğlu Hâbil'e mukabil "Allah'ın vergisi, ihsanı" anlamına gelen Şit'i (a.s.) vermesi sevinci.

nigah-ı tegafül / nigâh-ı tegafül

  • Hâli ve gayeyi anlamazlıktan gelen bakış.

nisyan-ı mutlak

  • Tam anlamıyla unutma.

nükte / نكته

  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.
  • İnce anlam. (Arapça)

nükte-i azam / nükte-i âzam

  • Büyük nükte; ince ve derin anlamlı söz.

nükteli

  • İnce ve derin anlamlı.

nüktever

  • Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen. (Farsça)

nüma / نما

  • -gösteren anlamında son ek.

nun-u na'büdü

  • "Biz ibadet ederiz" ifadesindeki "biz" anlamına gelen nun harfi.

nur ism-i azimi / nur ism-i azîmi

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın büyük ismi.

nur ism-i celili / nur ism-i celîli

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın yüce ismi.

pişe

  • İş, kâr. Meşguliyet. (Farsça)
  • Alışkanlık, huy, âdet. (Farsça)
  • Meslek, san'at. (Farsça)
  • "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. (Farsça)

pür / پر

  • Çok- anlamında ön ek.

pürkemal / pürkemâl

  • Tam anlamıyle olgun.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

ruh-u acizane / ruh-u âcizâne

  • Âciz ruhum anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

ruh-u acizi / ruh-u âcizî

  • "Bu âcizin ruhu" anlamında olup tevazu için kullanılan ifade.

rumuz / rumûz

  • Gizli anlamlar.

rüste

  • "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste : Yeni yetişmiş bitki. (Farsça)

said-i gafil / said-i gâfil

  • "Gafil Said!" anlamında

said-i şaki / said-i şakî

  • "İsyan eden günahkâr Said!" anlamında

sani-i hakiki / sâni-i hakikî

  • Her şeyin gerçek anlamda san'atkârı ve yaratıcısı olan Allah.

şathiyyat / شطحيات

  • İnce anlamlı ve eğlendirici manzume. (Arapça)

sebr

  • Denemek, imtihan.
  • Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak.

selman-ı farisi / selman-ı farisî

  • İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü V

sema-yı irfan / semâ-yı irfân

  • İrfân semâsı; bilme, anlama göğü.

serseri / serserî / سرسری

  • Aylak. (Farsça)
  • Anlamsız. (Farsça)

seyr-i şuunat / seyr-i şuunât

  • Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak.
  • Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.

şi'r

  • (Şiir) Anlama, idrak.
  • Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü.

şiddet-i ihata / şiddet-i ihâta

  • Çok yüksek anlama ve kavrama gücü.

sine

  • Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.)

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

su-i tefehhüm / sû-i tefehhüm

  • Kötü anlayış. Yanlış anlama.
  • Yanlış anlama.
  • Yanlış anlama.

su-i telakki / su-i telâkki

  • Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.

sümne

  • Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.

sür'at-i intikal

  • Çabuk anlama ve kavrama.

şuur / şuûr

  • Anlama, hissetme, farkında olma.

ta'bir / ta'bîr

  • İfade, anlatım, anlamı olan söz, deyim, rüya yorma.

taakkul / تَعَقُّلْ

  • Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme.
  • Zihin yorarak anlama.

tab

  • "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. (Farsça)

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tafattun

  • (Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme.

taglib / taglîb

  • Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahrif / tahrîf / تحریف

  • Bir yazıdaki cümlenin anlamını değiştirme.
  • Bir yazıdaki adın veya cümlenin yerini değiştirme, bozma.
  • Üstünde kalem oynatarak bozma, asıl anlamını bozma. (Arapça)

tahrifat / tahrîfat / تحریفات

  • Bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.
  • Anlamından uzaklaştıracak şekilde üstünde kalem oynatmalar. (Arapça)

takdir / takdîr / تَقْدِيرْ

  • Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak.
  • Kader.
  • Düşünmek.
  • Öyle saymak.
  • Ölçüleri belirleme, planlama.

takdir etme

  • Birşeyin değerini ve mahiyetini tam olarak bilme ve anlama.

takdir etmek

  • Bir şeyin değerini anlama.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

taklidi iman / taklîdî îmân

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme.

tallahi

  • Anlamı kuvvetlendirme için vallahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.

tarif / târif

  • (Ar. gr.) Marife yapma; tanımlama; bir amaca binaen bir ismi belirlilik anlamı katan eliflâm takısı ile birlikte zikretmek.

tarik-i telakki / tarik-i telâkki

  • Kabul etme yolu, anlama yöntemi.

tasarruf-u hakiki / tasarruf-u hakikî

  • Gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme.

tashif

  • Yanlış yazma, hem anlamı, hem de kelimeyi değiştirme. Yanılıp yanlış kelime yazma.

tasvib-i arifane / tasvib-i ârifane

  • "İrfan sahibi zâtınızın uygun görmesi" anlamına gelen saygı ifadesi.

te'vil

  • Bilinen anlamından başka bir anlamda yorumlama. Başka anlam verme.

teami / teâmî

  • Anlamaz gibi görünme.

tebattun

  • Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.

tecnis / tecnîs / تجنيس

  • Cinas yapma, iki anlamlı söz kullanma. (Arapça)

tecrübe

  • (Tecribe) Deneme, sınama.
  • Görmüş, geçirmişlik.
  • Anlamak için yapılan iş. İmtihan.
  • İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.

tedhin / tedhîn / تدخين

  • (Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme.
  • Dumanlama. (Arapça)
  • Tütsüleme. (Arapça)

tedkik

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.

teevvül

  • Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme.

tefattun

  • Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme.
  • Ufalanma.

tefehhüm / تفهم / تَفَهُّمْ

  • Farkına varmak. İdrâk eylemek.
  • Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak.
  • Fehmetme, anlama.
  • Anlama. (Arapça)
  • Tefehhüm etmek: Anlamak, farkına varmak. (Arapça)
  • Anlama.

tefehhümat / tefehhümât

  • (Tekili: Tefehhüm) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar.

teferrüs

  • İyice anlama.
  • Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak.
  • Zannetmek.

tefnid

  • Tekzib etmek, yalanlamak.
  • Zayıflatmak.
  • Aciz etmek.
  • Korkutmak.

tefsir / tefsîr

  • Örtülü bir şeyi açmak, yorumlamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in anlamını açıklayan bilim.
  • Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir.

tegafül / تغافل

  • Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.
  • Bilmezlikten gelme, anlamazlıktan gelme. (Arapça)
  • Tegafül etmek: Anlamazlıktan gelmek. (Arapça)

teharri / teharrî

  • Bir şeyi anlamak için araştırmak.

tehi / tehî / تهى

  • Boş. (Farsça)
  • Anlamsız, yararsız. (Farsça)

tekzib / تكذيب / tekzîb / تكذیب

  • Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama. (Arapça)
  • Tekzîb edilmek: Yalanlanmak. (Arapça)
  • Tekzîb etmek: Yalanlamak. (Arapça)

tekzip

  • Yalanlama.

tekzip etme

  • Yalanlama.

tekzip etmek

  • Yalanlamak.

telakki / telâkkî / telakkî / تلقى / تلقي

  • Anlayış, anlama.
  • Anlayış, görüş, değerlendirme. (Arapça)
  • Telakkî etmek: Anlamak, değerlendirmek. (Arapça)
  • Anlama.

telakki etme / telâkki etme

  • Anlama, idrak etme.

telakkiyat / telâkkîyât

  • Anlayışlar, anlamalar.

temyiz / temyîz

  • İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.

tenzil / tenzîl

  • Kur'ân-ı Kerim (Kur'ân-ı Kerim 23 yılda bölüm bölüm indirildiği için "indirilen, parça parça indirilmiş" anlamına gelen Tenzîl ismi verilmiştir).

teradüf

  • Eş anlamlılık.

terim

  • Özel anlamlı kelime.

teşahhum

  • (Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama.

tesbihat / tesbihât

  • Allah'ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi.

tesemmün

  • (Semen. den) şişmanlama, semirme.

teşhis

  • Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma.
  • Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek.
  • Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek.
  • Eşyaya şahsiyet vermek.

teşvif

  • Tezyin etmek, süslemek.
  • Haberli olmak, anlamak, muttali olmak.
  • Bakmak, nazar etmek.

tevafuk-u cifri / tevafuk-u cifrî

  • Cifir ilmine göre kelime veya cümlelerin rakamsal değeri ile anlamı arasındaki uyum.

tevessüm

  • Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
  • Bir işaret, belirti ortaya çıkma, görünme, bir şeyi işaretlerinden hareketle bilme, iyice anlama.

tevhid

  • Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak.
  • Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.

tevhid-i şuhud

  • Her nereye bakılırsa Allah'ın birliğini anlamak, hissetmek.
  • Görüş birliği.

tevil

  • Yorumlama, yorum; sözün ilk anlamını değil de ihtimal dahilinde bulunan başka anlamlarını (mecâzî) esas alarak yorumlama.

teyakkuz-u kamil / teyakkuz-u kâmil

  • Tam anlamıyla uyanıklık.

tezad

  • İki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik.
  • Anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.

tezerru'

  • Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak.
  • Yemeği çok yemek.
  • Çok konuşmak.

tezyinat-ı lafziye / tezyinat-ı lâfziye

  • Sözle ilgili süslemeler, cinas, seci' gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san'atları.

tıraz

  • " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz : Çiçek süsleyen. (Farsça)

ulum-u aliye / ulûm-u âliye

  • Yüksek ilimleri anlamaya yarayan mantık, gramer gibi âlet ilimleri.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

va esefa, va hasreta / vâ esefâ, vâ hasretâ

  • "Esefler olsun/yazıklar olsun" anlamında bir ifade.

vahdet-i hakiki / vahdet-i hakikî

  • Allah'ın gerçek anlamda tek oluşu.

vahdet-i mutlaka

  • Sınırsız birlik; Allah'ın mutlak anlamda bir ve tek oluşu.

vahi / vâhî

  • Boş, anlamsız.

vakıf / vâkıf / واقف

  • Vakfeden. (Arapça)
  • Anlamak, bilmek. (Arapça)

vakıfane / vâkıfane

  • Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle. (Farsça)

ve'd-dua

  • "Duâlarımız sizinle birliktedir" anlamına gelen bu tâbir, evvelce mektupların altlarına yazılırdı.

vech-i mana / vech-i mânâ

  • Mânâ ve anlamlarının bir yönü.

vehl

  • (Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama.
  • Unutma.

ver

  • "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver : Âlim. Suhan-ver : Edip, şâir. (Farsça)

vesatat-ı aliye / vesâtat-ı âliye

  • Bir hürmet ve saygı ifadesi olarak "yüce aracılığınızla" anlamında bir söz.

vezan

  • "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir. (Farsça)

vukufiyet

  • İyice bilme ve anlama.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

za

  • (-Zây) " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. (Farsça)

za'f-ı te'lif

  • Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.

zabt

  • Sıkı tutma.
  • İdaresi altına alma, kendine mal etme.
  • Silah zoru ile bir yeri alma.
  • Anlama, kavrama.
  • Kaydetme, özetini yazma.

zeka / zekâ

  • Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma.
  • Ateşin alevlenmesi.
  • Güzel koku alma.
  • Sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamak, yeni îcab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uyması.
  • Çabuk anlama kabiliyeti.

zekavet / zekâvet

  • Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.

zemzeme-i azime

  • Kur'ân hakikatleri için, "hayat veren mübarek ve lezzetli su" anlamında kullanılan bir ifade.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın