REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te A kelimesini içeren 7128 kelime bulundu...

husuf namazı / husûf namazı

  • Ay tutulduğunda kılınan namaz.

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

(a.s.)

  • Aleyhisselâm; Allah'ın selâmı onun üzerine olsun.

a'cam

  • Acemler; Arap milletinden olmayanlar.

a'cemi / a'cemî

  • Arap olmayan.

a'kef

  • Ahmak.

a'lem-i ülema / a'lem-i ülemâ

  • Alimlerin âlimi. Alimlerin en çok bilgilisi, büyüğü.

a'lem-i ulema-i asr / a'lem-i ulemâ-i asr

  • Asrın bilinen âlimlerinden.

a'mal / â'mâl / a'mâl / اَعْمَالْ

  • Ameller, işler.
  • Ameller.

a'mal-i ahiret / a'mâl-i âhiret

  • Âhirete ait işler.

a'mal-i saliha / a'mâl-i sâliha

  • Allah'ın rızasına uygun, iyi ve hayırlı işler.

a'mal-i uhreviye / a'mâl-i uhreviye

  • Âhirete ait ameller, işler, fiiller.
  • Ahirete ait iş, hareket ve ibadetler.

a'rab / a'râb / اعراب

  • Araplar, çöl arapları. (Arapça)

a'rac

  • Anadan doğma topal (aksak).

a'raf eshabı / a'râf eshâbı

  • A'râf denilen yerde bulunanlar.

a'raz / a'râz

  • Araz'lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler.

a'razi

  • Ârızî, tesâdüfî, rastgele.

a'rem

  • Alacalı, benekli (şey).

a'sar / â'sâr / a'sâr / اَعْصَارْ

  • Asırlar, dönemler.
  • Asırlar.

a'sarnişin olan / a'sârnişîn olan

  • Asırlar içinde oturmuş olan.

a'yan-ı sabite / a'yân-ı sabite

  • Allah'ın ilminde varlıkların değişmez suretleri, öz mahiyetleri.

ab / âb / آب

  • Ağustos. (Farsça)

ab-berin

  • Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk. (Farsça)

ab-hane

  • Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet. (Farsça)

ab-ı dehan / ab-ı dehân

  • Ağız suyu, salya.

ab-ı ru-yi habib-i ekrem / âb-ı rû-yi habîb-i ekrem

  • Allah'ın sevgili kulu olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) yüz suyu.

aba ve ecdad / âbâ ve ecdâd

  • Analar, babalar, dedeler.

abadile / abâdile

  • Abdullah isimli sahabeler.
  • Abdullah isimliler.
  • Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı.

abalet

  • Ağırlık.

aban / âbân / آبان

  • Âbân ayı. (Farsça)

abbas

  • Abbas (r.a.).

abd-i aciz / abd-i âciz

  • Allah'ın âciz ve zayıf kulu.

abd-i sacid / abd-i sâcid

  • Allah'a secde eden kul.

abdulkadir

  • Allah'ın kulu.

abdullah

  • Allah'ın kulu, kölesi.

abdullah çavuş

  • Abdullah Çavuş (Kula).

abdullah ibn-i abbas

  • Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua buyurmuştu. Bu

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

abece

  • Ahmak kimse.

abes

  • Anlamsız, boş.

abesiyet

  • Abeslik, saçmalık.

abesiyet-i mutlaka

  • Akla ve gerçeğe tamamen aykırılık.

abid / âbid

  • Allah'a ibadet eden, kul.

abid-i muhsin / âbid-i muhsin

  • Allah'ı görür gibi Ona ibadet eden.

abid-i müsebbih / âbid-i müsebbih

  • Allah'ı tesbih eden kul.

abidat / âbidât / آبدات

  • Anıtlar.

abide / âbide / آبده

  • Anıt.
  • Anıt. (Arapça)

abidevi / abidevî / âbidevî / آبدوی

  • Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde.
  • Anıtsal. (Arapça)

abis

  • Alaycı, saygısız.

abnus / âbnûs / آبنوس

  • Abanoz. (Farsça)

abran

  • Ağlayan, ağlayıcı.

abraş / ابرش

  • Alacalı. (Arapça)

abus / abûs / عَبُوسْ

  • Asık ve ekşi yüzlü.
  • Asık yüzlü, somurtkan.
  • Asık suratlı.

acaib ve garaib / acâib ve garâib

  • Anlaşılmaz ve tuhaf.

acaib vezaif / acaib vezâif

  • Acayip vazifeler, hayret ve hayranlık uyandıran görevler.

acaib-i dekaik / acâib-i dekâik

  • Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.

acaib-i kudret

  • Allah'ın güç ve iktidarının insanı hayrette bırakan san'at eserleri.

acaib-i masnuat-ı ilahiye / acaib-i masnuat-ı ilâhiye

  • Allah'ın hayrette bırakan san'at eserleri.

acaib-i mülk ve melekut / acaib-i mülk ve melekût

  • Allah'ın sahip olduğu ve hükmettiği görünen ve görünmeyen âlemlerdeki acaiplikler.

acaib-i san'at-ı ilahiye / acaib-i san'at-ı ilâhiye

  • Allah'ın hayrette bırakan san'at eserleri.

acaleten / acâleten / عجالة

  • Alelacele. (Arapça)

acam

  • Acemler, iranlılar, Arap olmayanlar.

aceb

  • Acaba, hayret.

aceba / acebâ / عجبا

  • Acaba. (Arapça)

acele / عجله

  • Acele. (Arapça)

acem

  • Arap olmayan, iranlı.
  • Arap milletinden olmayan başka milletler.
  • Arab olmayan.

acemane / acemâne

  • Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi. (Farsça)

acemi ve ecnebi huruf / acemî ve ecnebî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan yabancı harfler.

aceze

  • Âcizler, güçsüzler.

acibe / acîbe

  • Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.

acil / âcil / عاجل

  • Acele eden.
  • Acil. (Arapça)

acilen / âcilen

  • Acele olarak. Serian, derhal, müstâcelen.
  • Acele olarak.

acizane / âcizâne / عَاجِزَانَه

  • Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) "Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler." (Farsça)
  • Âciz bir şekilde, güç yeteden anlamında kullanılan bir tevazu ifadesi.
  • Âciz olarak.

acizem / âcizem

  • Âcizim, güçsüzüm.

acizi / âcizî / عاجزی

  • Acizlik. (Arapça - Farsça)

aciziyyet / âciziyyet / عاجزیت

  • Acizlik. (Arapça)

acube / acûbe

  • Alışılmışın dışında, çok garip.

acube-i hilkat / acûbe-i hilkat

  • Acayip, hayrette bırakan bir yaratılışta.

acul / acûl / عجول

  • Aceleci.
  • Aceleci, sabırsız.
  • Aceleci. (Arapça)

aculane / aculâne / acûlâne / عجولانه

  • Acele edene yakışır suretde.
  • Acele acele. (Arapça - Farsça)

aculiyet

  • Acelecilik.
  • Acelecilik. Sabırsızlık.
  • Acelecilik, sabırsızlık.

acuz / acûz

  • Âcizler, beceriksizler, yaşlı kadın.

acz / عجز

  • Acizlik, güçsüzlük.
  • Âcizlik.
  • Acizlik, çaresizlik, bir şey yapamama. (Arapça)

acz-alud / acz-âlûd

  • Âcizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük. (Farsça)
  • Âcizlik, güçsüzlük.

acz-mend

  • Acizlik, mahviyet sâhibi.

acz-mendi / acz-mendî

  • Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr. (Farsça)

adalet / adâlet / عدالت

  • Adalet. (Arapça)

adalet ve hikmet-i ilahiye / adalet ve hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın adaleti ve hikmeti.

adalet-i ilahi / adalet-i ilâhî

  • Allah'ın adaleti.

adalet-i ilahiye / adalet-i ilâhiye / adâlet-i ilâhiye

  • Allah'ın adaleti.
  • Allah'ın adaleti.

adalet-i mahza / adâlet-i mahza

  • Adaletin tam hakikisi, tam adalet.

adalet-perver

  • Adâletli, adalet taraftarı.

adaletkar / adaletkâr / عدالتكار

  • Adaletli, insaflı, adalet sahibi. (Farsça)
  • Adil, adaletli. (Arapça - Farsça)

adaletkarane / adâletkârane

  • Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette. (Farsça)

adaletpenah

  • Adâletli. (Farsça)

adaletperver

  • Adâleti seven.
  • Adaletsever.

adaletullah / âdaletullah

  • Allahın adaleti.
  • Allah'ın adaleti.

adamet

  • Ahmaklık, akılsızlık.

adapte

  • Adaptasyonu yapılmış, tamamlanmış. (Fransızca)

adat / âdat / âdât / عادات / عَادَاتْ

  • Âdetler.
  • Adetler, kurallar.
  • Âdetler, alışkanlıklar.
  • Âdetler, alışkanlıklar. (Arapça)
  • Âdetler.

adatın harıkı / âdâtın hârıkı

  • Âdetlerin, kanunların olağanüstünü, bir mu'cize olarak gerçekleşmiş olanı.

adatullah / âdâtullah

  • Allah'ın âdetleri, kâinata koyduğu kanunları.

ade / âde

  • Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde.

adem / âdem

  • Âdem (a.s.).

adem-i abesiyyet

  • Abes olmayış. Faydasız ve boş olmamak.

adem-i af

  • Affedilmeme.

adem-i derk

  • Anlamama, kavrayamama.

adem-i fehm

  • Anlayamama, kavrayamama.

adem-i makuliyet / adem-i mâkuliyet

  • Akla uygun olmama.

adem-i tagayyür

  • Asla değişmeme.

adem-i tefehhüm

  • Anlaşılmama.

adem-i telakki / adem-i telâkki

  • Anlayamama, idrak edememe.

adem-küş / âdem-küş

  • Adam öldüren, katil. (Farsça)

ademü'l-abesiyet

  • Abes ve lüzumsuz olmama.

adet / âdet / عادت

  • Alışkanlık.
  • Alışkanlık, âdet. (Arapça)

adet görme / âdet görme

  • Aybaşı hâli. Kadınlardan ve ergenlik, evlenme çağına gelmiş olan kızlardan her ay belli günlerde kan gelmesi hâli.

adet-i ilahiye / âdet-i ilâhiye

  • Allah'ın âdeti, kanunu.

adeta / adetâ

  • Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.

adeten / âdeten / عدتا

  • Âdetlere göre.
  • Âdet olarak, geleneklere göre. (Arapça)

adetullah / âdetullah / âdetullâh / عَادَتُ اللّٰهْ

  • Allah'ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler.
  • Allah'ın kâinatta câri olan usûl ve kanunu, sünneti.
  • Allahın yaratıklardaki kanunları.
  • Allahın icrâatı.

adid

  • Ağaç kesmek.

adil / âdil / عادل / عَادِلْ

  • Adalet eden, hakkı haklı olana veren.
  • Adalet sahibi, doğru adaletli.
  • Adalet sahibi, herşeye hakkını veren Allah.
  • Adaletli.
  • Adaletli. (Arapça)
  • Adâletli.

adil-i rahim / âdil-i rahîm

  • Adâletle iş gören, sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah.

adilane / âdilane / âdilâne / عدلانه / عَادِلَانَه

  • Âdilce.
  • Adalet sahibi bir adama yakışır surette.
  • Adaletli bir şekilde.
  • Adilce. (Arapça - Farsça)
  • Adâletli olarak.

adiliyet / âdiliyet

  • Allah'ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olması.
  • Âdillik.

adilli

  • Adaletli.

adiş / âdiş

  • Ateş, nar. (Farsça)

adiyat / âdiyât

  • Alışılmış, olağan şeyler, günlük işler.

adiye / âdiye / عادیه

  • Alışılmış, sıradan. (Arapça)

adiyyet / âdiyyet

  • Adilik. Aşağılık.

adl / عدل

  • Adalet, çok adaletli.
  • Adalet.
  • Adalet. (Arapça)

adl ü hak

  • Adalet ve doğruluk.

adl-penah

  • Adâletin barındığı yer, adâlete sığınan kimse.

adli / adlî / عدلى

  • Adaletle ilgili.
  • Adaletle ilgili.
  • Adalet ile ilgili. (Arapça)

adliye

  • Adaleti sağlama görevi olan resmî makamlar.
  • Adalet yeri, mahkeme binası.

adliye nezareti

  • Adalet Bakanlığı.

adliye ve dahiliye vekaleti / adliye ve dahiliye vekâleti

  • Adalet ve İçişleri Bakanlığı.

adliye vekaleti / adliye vekâleti / عَدْلِيَه وَكَالَتِي

  • Adalet Bakanlığı.
  • Adalet bakanlığı.

adliye vekili

  • Adalet Bakanı.

afak-ı alem / âfâk-ı âlem

  • Âlemin ufukları.

afallahu

  • Allah affetsin.

afat / âfât / آفات / اٰفَاتْ

  • Afetler.
  • Afetler, musibetler.
  • Âfetin çoğulu, musibetler, büyük felaketler.
  • Afetler, belâlar.
  • Afetler, belalar. (Arapça)
  • Âfetler, belâlar.

afat ve bela / âfât ve belâ

  • Afetler ve musibetler.

afetengiz / âfetengîz / آفت انگيز

  • Afet getiren. (Arapça - Farsça)

aff-ı ilahi / aff-ı ilâhî

  • Allah'ın affı.

afgan

  • Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.

afin

  • Affedenler.

afiyetbahş / آفيت بخش

  • Afiyet verici.

afk

  • Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek.

afrika / افریقا

  • Afrika kıtası. (Arapça)

afşar

  • Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.

afüvkar / afüvkâr

  • Affedici.

afüvkarane / afüvkârâne

  • Affedici bir şekilde.

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.
  • Affeden, merhametli.
  • Affeden.

afv

  • Affetme, bağışlama.
  • Affetme, suçu bağışlama.

afv-cu

  • Afv isteyen. Afv arayan.

afv-cuyem / afv-cûyem

  • Af diliyorum.

afvcuyem / afvcûyem

  • Af diliyorum.

afyon müddeiumumiliği / afyon müddeiumumîliği

  • Afyon savcılığı.

afyon müddeiumumisi / afyon müddeiumumîsi

  • Afyon Savcısı.

afyon polishanesi

  • Afyon karakolu.

ağaiyet

  • Ağalık.

agayan

  • Ağalar.

ağayan / ağayân / آغایان

  • Ağalar. (Türkçe - Farsça)

ağaz / âğaz

  • Ağızlar, nağmeler.

agfer-ül-gafirin / agfer-ül-gafirîn

  • Afvedenlerin en çok afvedeni. (Allah).

aglal

  • Ağaçlar arasında akan su.

ah

  • Aferin, bravo! manasına kullanılır. (Farsça)

ah u enin / ah u enîn / âh u enîn / آهُ و اَن۪ينْ

  • Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.
  • Ah çekerek inleme.
  • Ah edip inleme.

ah ü enin eden / âh ü enîn eden

  • Ah deyip inleyen.

ah ü fizar eden / âh ü fîzâr eden

  • Âh çekip ağlayan.

ah ü zar / âh ü zâr / آه و زار

  • Âh edip inleme.

ahad-ı nas / âhâd-ı nâs

  • Avam, halktan birisi.

ahamire

  • Acem milletinden bir tâife.

ahass

  • Asılsız, kötü kimse.

ahbab-ı uhrevi / ahbab-ı uhrevî

  • Âhiretteki dostlar.

ahd u eman / ahd u emân

  • And ve emniyet, korkusuzluk, güvenlik.

ahd ü misak / ahd ü mîsâk

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.

ahd-name

  • Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt. (Farsça)

ahdi / ahdî

  • Ahde âid, sözleşmeye dâir.

ahdname / ahdnâme / عهدنامه

  • Ahitname, antlaşma metni. (Arapça - Farsça)

ahdüpeyman / ahdüpeymân / عهد و پيمان

  • And. (Arapça - Farsça)

ahendil / âhendil / آهن دل

  • Acımasız. (Farsça)

ahenk / âhenk / آهنگ

  • Ahenk, uyum. (Farsça)

aheste-rev

  • Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen. (Farsça)

ahfec

  • Ayakları eğri.

ahger

  • Ateş koru. Yanar halde olan kömür. (Farsça)

ahid-şiken

  • Ahdi bozan, anlaşmayı bozan. (Farsça)

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahiret ehli / âhiret ehli

  • Âhiret hayatını esas tutan kimseler.

ahiz / âhiz / آخذ

  • Alan. (Arapça)

ahize / âhize / آخذه / اٰخِذَه

  • Alan, alıcı.
  • Alıcı.
  • Alıcı gereç. (Arapça)
  • Alıcı.

ahizelik / âhizelik

  • Alıcılık.

ahkam-ı fer'iyye / ahkâm-ı fer'iyye

  • Asla ait olmayan, ikinci derecedeki hükümler.

ahkam-ı ilahiye / ahkâm-ı ilâhiye

  • Allah'ın hükümleri.

ahkam-ı maneviyye / ahkâm-ı mâneviyye

  • Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgiler, tasavvuf bilgileri.

ahkam-ı rububiyet / ahkâm-ı rububiyet / ahkâm-ı rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyeti ve rububiyetinin hükümleri.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi ile ilgili hükümler.

ahkam-ı uluhiyyet / ahkâm-ı uluhiyyet

  • Allahlık hükümleri, ilâhlık hükümleri.

ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye

  • Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.

ahker

  • Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. (Farsça)

ahlak-ı ilahiyye / ahlâk-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.

ahlak-ı vahşiyane / ahlâk-ı vahşiyâne

  • Ahlâkî yapı açısından son derece vahşi olma.

ahlaken / ahlâken / اخلاقا

  • Ahlâkça.
  • Ahlakça. (Arapça)

ahlaki / ahlâkî

  • Ahlâkla ilgili, ahlâka ait.
  • Ahlâkla ilgili, ahlâka uygun.
  • Ahlâkla ilgili, ahlâka uygun.

ahlakiyat / ahlâkiyat / اخلاقيات

  • Ahlâk ilmi.
  • Ahlak bilgisi. (Arapça)

ahlakiyun / ahlâkiyûn / اخلاقيون

  • Ahlakçılar. (Arapça)

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

ahlakiyyun / ahlâkiyyun

  • Ahlâk âlimleri.
  • Ahlâk bilimciler.

ahmak

  • Akılsız.
  • Aklı az, görüşü kısa olan.
  • Akılsız, budala.

ahmak-ul humaka

  • Ahmakların en ahmağı.

ahmakane / ahmakâne / احمقانه

  • Ahmakça, budalaca.
  • Ahmakça.
  • Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde. (Farsça)
  • Ahmakça. (Arapça - Farsça)

ahmakça

  • Akılsızca.

ahmaki / ahmakî / احمقى

  • Akılsızlık, ahmaklık.
  • Ahmaklık. (Arapça - Farsça)

ahmakiyet

  • Ahmaklık, akılsızlık.

ahmaklık

  • Akılsızlık.

ahmaku'l-humaka

  • Ahmakların en ahmakı.

ahmal ü eskal

  • Ağır yükler.

ahmas-ül kadem

  • Ayak tabanı.

ahmed feyzi

  • Ahmed Feyzi.

ahnef

  • Ayakları çarpık ve eğribüğrü olan.

ahrec

  • Ak ile kara. Siyahla beyaz.

ahred

  • Ayaklarının siniri kurumuş veya bozulmuş olan hayvan.

ahterbin / ahterbîn / اختربين

  • Astrolog, yıldızbilimci. (Farsça)

ahun lieb ve üm

  • Anne-baba bir olan kardeş.

ahur / âhur / آخر

  • Ahır, dam. (Farsça)
  • Ahır. (Farsça)

ahüzar / âhüzâr / آه و زار

  • Âh çekip inleme. (Farsça)

ahval-i uhreviye / ahvâl-i uhreviye

  • Âhiretteki haller.

ahvalat / ahvâlât

  • Ahvaller, durumlar.

ahveb

  • Asi, günahkâr.

ahyanen / ahyânen / احيانا

  • Arasıra, kimi zaman. (Arapça)

ahz / اخذ / اَخْذْ

  • Alma, kabul etme.
  • Alma, tutma.
  • Alma. (Arapça)
  • Ahz ü kabul etmek: Alıp kabul etmek. (Arapça)
  • Alma.

ahz u ita / ahz u itâ

  • Alışveriş.

ahz u kabul

  • Alıp kabul etmek.

ahz-ı asker

  • Asker alımı.

ahzedilmek

  • Alınmak.

ahzetmek / اخذ

  • Almak. Tasarrufuna dahil etmek. Tahsil etmek.
  • Almak.
  • Almak. (Arapça - Türkçe)

ahzüi'ta / ahzüi'tâ / اخذ و عطا

  • Alış veriş. (Arapça)

ahzükabz / اخذ و قبض

  • Alıp sahip çıkma. (Arapça)

aidiyet / âidiyet

  • Ait olma, bağlılık.

aidiyyet

  • Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma.

ail

  • Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.

ailevi / ailevî / عائلوی

  • Aile ile ilgili.
  • Aile ile ilgili.
  • Aileyle ilgili.
  • Aile ile ilgili. (Arapça)

aişe-i sıddika / âişe-i sıddîka

  • Âişe (r.a.).

ajanda

  • Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter.

akab-rev

  • Arkadan gelen. Peşe düşmüş, arkaya takılmış. (Farsça)

akabinde

  • Arkasından, hemen arkadan. Hemen ardından.
  • Ardından. (Arapça - Türkçe)

akademi heyeti muvacehesinde

  • Aydın, âlim ve bilginlerden oluşan ilmî kurul önünde, karşısında.

akaid / akâid

  • Akideler, inançlar.
  • Akideler, inanılan hakikatlar.
  • Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.
  • Akîdeler, inançlar, dinin itikadî hükümleri.

akarib

  • Akrabalar, yakınlar.
  • Akrabalar, yakınlar.

akd

  • Anlaşma, sözleşme.
  • Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.

akdam / akdâm / اقدام

  • Ayaklar. (Arapça)

akib

  • Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı.

akıbet-endişane / âkıbet-endişâne

  • Âkıbetten ve sonuçtan endişe ederek.

akıbetbin / âkıbetbîn

  • Âkıbeti gören; ileri görüşlü.

akid / âkid / عاقد

  • Aralarında akid yapanlardan her birisi.
  • Aralarında sözleşme yapanların herbirisi.
  • Akit yapan. (Arapça)

akide-i tevhid

  • Allah'ın bir olduğuna inanmak.

akıdeyn / âkıdeyn

  • Anlaşma veya sözleşme.

akik / akîk / عقيق

  • Akik taşı. (Arapça)

akıl / âkıl / عاقل / عقل / عَاقِلْ

  • Akıllı.
  • Akıllı kimse; iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen kimse.
  • Akıllı.
  • Akıllı, akıl sahibi. (Arapça)
  • Akıllı.
  • Akıl. (Arapça)
  • Akıllı.

akıl-füruş

  • Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan. (Farsça)

akıl-suz / akıl-sûz

  • Akla ters, aklı rahatsız eden.

akılane / âkılane / âkılâne / عاقل

  • Akıllıca.
  • Akıllı, mantıklı olarak.
  • Akıllıca.
  • Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle. (Farsça)
  • Akıllıca. (Arapça - Farsça)

akılat / âkılât

  • Akıllı kadınlar.

akıle / âkıle / عاقله

  • Akıllı kadın. (Arapça)

akılfuruş

  • Aklını beğendirmeye çalışan.

akılfüruş

  • Akıllılık taslayan.

akılsuz / akılsûz

  • Aklı yandıran, aklı gideren. (Farsça)
  • Akla aykırı gelen.

akl / عقل

  • Akıl, anlama melekesi.
  • Akıl. (Arapça)

akl-ı maaş

  • Aklın en alt tabakası. Dünyada geçim işini düşünen akıl.

akl-ı uhrevi / akl-ı uhrevî

  • Âhiret ile ilgili akıl.

aklen / اقلا

  • Akıl ile. Akıl yolu ile.
  • Akıl bakımından.
  • Akılca.
  • Akılca. (Arapça)

aklen ve naklen

  • Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile.

akli / aklî / عقلى

  • Akılla ilgili, akıl alanına giren.
  • Akılla ilgili, akla uygun.
  • Akla ait, akla uygun.
  • Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik.
  • Akılca, akıl bakımından, rasyonel. (Arapça)

akli ve mantıki / aklî ve mantıkî

  • Akla ve mantığa uygun.

akliyat / akliyât

  • Aklın kapasitesine göre ele alınan meseleler, bilimsel şeyler.
  • Akıl alanına giren şeyler.

akliyye / عقليه

  • Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları.
  • Akılcılık, rasyonalizm. (Arapça)

akliyyun / akliyyûn / عقليون

  • Aklı tek ölçü kabul eden felsefeciler.
  • Akılcılar, rasyonalistler. (Arapça)

akmadde

  • Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.

akmar / akmâr / اقمار

  • Aylar. (Arapça)

akmer

  • Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey.

akraba / akrabâ / اقرباء

  • Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar.
  • Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar.
  • Akraba, yakınlar. (Arapça)

akrah

  • Alnının ortasında akçe kadar beyaz yeri olan at.

akran

  • Arkadaşlar, denkler.

akrebiyet-i ilahiye / akrebiyet-i ilâhiye / اَقْرَبِيَتِ اِلٰهِيَه

  • Allahın her şeye her şeyden daha yakınlığı.

akref

  • Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.

akriba

  • Akraba, aralarında soy veya sihriyetçe yakınlık olanlar.

aks-i nakiz / aks-i nakîz

  • Antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme.

akset

  • Ahsen, en güzel.

aktab-ı aşıkin / aktâb-ı âşıkîn

  • Allah'a âşık tarikat şeyhleri, kutupları.

aktar-ı alem / aktâr-ı âlem / اَقْطَارِ عَالمْ

  • Âlemin dört bir tarafı.
  • Âlemin her tarafı.

akur / akûr / عقور

  • Azgın, kudurmuş, saldırgan. (Arapça)

akz

  • Atâ, bahşiş.

al / âl

  • Aile, sülale.
  • Âile, akrabâ, tâbî.
  • Aile, sülale, soy.

al ve ashab / âl ve ashab

  • Aile ve arkadaşlar.

ala-ma-farazallah / alâ-ma-farazallah

  • Allah'ın farzettiği üzere.

ala-ruus-ileşhad / alâ-ruus-ileşhad

  • Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.

ala-yı illiyyin / alâ-yı illiyyîn

  • Allah katında en iyilerin derecesi, cennetin en yüksek derecesi, en yüksek mertebe.

alabalık

  • Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz balık. (Türkçe)

alaik / alâik / علائق

  • Alâkalar.
  • Alakalar, ilgiler. (Arapça)

alaim / alâim

  • Alâmetler, belirtiler.

alaka / عَلَقَه

  • Ana rahmi duvarına tutunmuş asılı bir hücre topluluğu, insan yaratılışının ilk safhası.

alakadar / alâkadar / alâkadâr

  • Alâkalı, münâsebetdar.
  • Alâkalı, ilgili.

alakat / alâkat

  • Alâkalar, ilgiler.

alam-ı firak / âlâm-ı firak / آلَامِ فِرَاقْ

  • Ayrılık elemleri, acıları.
  • Ayrılık acıları.

alamat / alâmât

  • Alametler, işaretler.

alamescid köyü

  • Afyon'un Sandıklı ilçesine bağlı bir köy.

alamet-i farika / alâmet-i fârika / عَلَامَتِ فَارِقَه

  • Ayırt edici işaret.
  • Ayırıcı işaret. Damga.
  • Ayırt edici işaret.

alamet-i tevhid / alâmet-i tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren işaret.

alani / alânî

  • Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.

alat / âlât / آلات

  • Âletler, organlar.
  • Âletler, vasıtalar.
  • Âletler, gereçler.
  • Aletler. (Arapça)

alat-ı nariyye / âlât-ı nariyye

  • Ateşli silâhlar.

alat-ı tenvir / âlât-ı tenvir

  • Aydınlatma âletleri, cihazları.

alaz

  • Alev.

albastı

  • Ateşli bir lohusalık hastalığı, lohusa humması.

ale-l-istimrar

  • Aralıksız.

alem / âlem

  • Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.

alem reisi / âlem reisi

  • Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem Hz. Muhammed (a.s.m.).

alem-efruz / âlem-efruz

  • Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan. (Farsça)

alem-i ahiret / âlem-i âhiret

  • Âhiret âlemi.

alem-i ceberut / âlem-i ceberut

  • Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).

alem-i emr / âlem-i emr

  • Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.

alem-i rahmet / âlem-i rahmet

  • Allah'ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem.

alem-i süfli / âlem-i süflî / عَالَمِ سُفْلِي

  • Aşağı, alçak âlem.
  • Aşağı âlem.

alem-i uhrevi / âlem-i uhrevî / عَالَمِ اُخْرَوِي

  • Âhiret âlemi.
  • Âhirete âit âlemler.

alem-i uhreviye / âlem-i uhreviye / âlem-i uhrevîye / عَالَمِ اُخْرَوِيَه

  • Âhiret âlemi.
  • Âhirete âit âlemler.

alem-i zerrat / âlem-i zerrat

  • Atomlar âlemi.

alemin reisi / âlemin reisi

  • Âlemlerin Efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

alemşümul / âlemşümûl

  • Âlemi kaplayan, dünya çapında.

alen

  • Aşikâr, apaçık, meydanda olma.

alenen / علنا

  • Açıktan, açıkça.
  • Açıkça, saklanmadan.
  • Açıkça. (Arapça)

aleni / alenî / علنى / عَلَن۪ي

  • Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.
  • Açık.
  • Açık, gizli olmayan.
  • Açık, aşikâr. (Arapça)
  • Açık olarak.

aleniyye

  • Açık, aleni, göz önünde.

alesseviyye

  • Aynı seviyede, eşit olarak.

alet / âlet

  • Araç, vasıta.

alet etme / âlet etme

  • Araç, vasıta yapma.

alet-i azap / âlet-i azap

  • Azap âleti, sıkıntı veren unsur.

alet-i laya'kıl / âlet-i laya'kıl

  • Akılsız, düşüncesiz bir âlet.

alet-i tazip / alet-i tâzip

  • Azap verme aleti.

aletiyet / âletiyet

  • Âletlik, vasıtalık.
  • Aletlik.

alettafsil / alettafsîl / على التفصيل

  • Ayrıntılı olarak. (Arapça)

alettahkik

  • Araştırmayla.

alettahmin

  • Aşağı yukarı, tahminen.

alettedric

  • Azar azar.

alettevali / alettevâli

  • Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya.
  • Arkası kesilmeksizin, arka arkaya.

alev-gir

  • Alevlenmiş. (Farsça)

alev-keş

  • Alevden fırlayan. (Farsça)

alev-riz

  • Alevlenen, alev saçan. (Farsça)

aleyhdarlık

  • Aleyhtarlık, zıt olan rakip tarafı tutma.

aleyhim, aleyhima

  • Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri.

aleyhimesselam / aleyhimesselâm

  • Allah'ın selâmı o ikisinin üzerine olsun.

aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân

  • Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

aleyhimüsselam / aleyhimüsselâm

  • Allah'ın selâmı onların üzerine olsun.
  • Allahın selâmı onlara olsun.

aleyhissalatü vesselam / aleyhissâlatü vesselâm

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

aleyhissalatü vesselama / aleyhissalâtü vesselâma

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

aleyhisselam / aleyhisselâm

  • Allah'ın selâmı onun üzerine olsun.
  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

aleyhisselatü vesselam

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

alfabetik

  • Alfabe sırasına göre dizilmiş. (Fransızca)

alim / alîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve eksiksiz bilen.

alim-allah / alîm-allah

  • Allah bilir (meâlinde yemin.)
  • Allah en iyi ve en çok bilendir (meâlinde.)

alimane / âlimâne

  • Alimlere yakışır surette. Bilenlere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Âlimlere yakışır surette.
  • Âlimce.

alin / alîn

  • Aleni, açık.

aliye / âliye

  • Âletle ilgili

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

alkam

  • Acı salatalık, hıyar.

alkame

  • Acılık, acı tat. Acı hıyar.

allah bes baki heves / allah bes bâkî heves

  • Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir.

allah kelamı / allah kelâmı

  • Allah'ın buyruğu; Allah'ın âyetinin mânâsı.

allah razı olsun / allah râzı olsun

  • Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği) hâle getirsin, mânâsında duâ.

allahü a'lem / allahü â'lem

  • Allah en iyisini bilir.

allahü a'lem bi-s-savab

  • Allah daha iyi bilir. Allah doğrusunu en iyi bilir.

allahu a'lemu bimuradihi / allahu â'lemu bimuradihi

  • Asıl maksadını en iyi bilen ancak Allah'tır.

allahüalem

  • Allah bilir.

allahümme

  • Allahım!
  • Âmin ey Allahım, kabul eyle.

alman

  • Almanyalı, Cermen.

altı cihet

  • Altı yön; üst, alt, sağ, sol, ön, arka yönleri.

altın-misal

  • Altın gibi.

alüfte / âlüfte

  • Alışık, iffetsiz kadın.

amal / âmal / âmâl / آمَالْ

  • Ameller, işler.
  • Arzular.

amal-i uhreviye / âmâl-i uhreviye

  • Ahirete ait emeller, ümitler ve istekler.

amcazade / amcazâde

  • Amca oğlu.

amel-i kalil

  • Amel-i kesirden az olan hareket. Bir rek'atta bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir hareket veya ardı ardına yapılan üçten az hareket.

amel-i salih / amel-i sâlih

  • Allah'ın rızasına uygun olan her iş.
  • Allah rızâsına uyan hayırlı amel. Günahlardan uzak olan iş, fiil. Maddi veya mânevi hukuk-u ibâdı ifâ etmek.

amel-i uhrevi / amel-i uhrevî / عَمَلِ اُخْرَوِي

  • Âhirete yönelik gerçekleştirilen iş, hizmet.
  • Âhirete ait amel.
  • Ahirete ait iş, ibâdet.

amel-i uhreviye

  • Âhireti kazanmak için yapılan amel, iş.

amelde i'tidal / amelde i'tidâl

  • Amelde aşırılıktan uzak, dengeli.

amelen

  • Amelce, işçe.

ameli / amelî

  • Amelle ilgili, eylemsel.

ameliyat / ameliyât

  • Ameller, işler, bir tedavi biçimi.

amentü billahi'l-vahidi'l-ehad / âmentü billâhi'l-vâhidi'l-ehad

  • Allah'ın birliğine ve tekliğine iman ettim.

ami / âmî

  • Âlim olmayan sıradan kimse.

amil

  • Arzusu, isteği olan.

amin / âmin / âmîn / آمن

  • Allahım kabul eyle!
  • Amin. (Arapça)

amiriyet / âmiriyet

  • Âmirlik, yöneticilik.
  • Âmirlik, emredicilik.

amiyane / âmiyane

  • Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette. (Farsça)

amiyy / âmiyy

  • Avama ait, avamca.

amm / عم

  • Amca. (Arapça)

amm lafızlar / âmm lâfızlar

  • Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. "Kavil, cemaat, nisa" lâfızları gibi.

amma / ammâ / اما

  • Ama.
  • Ama. (Arapça)

amme cüz'ü

  • Amme Sûresiyle başlayan Kur'ân-ı Kerim'in son cüz'ü.

ammizade / ammizâde

  • Amca çocuğu.
  • Amcaoğlu.

ammuriyye

  • Ankara şehri. Türkiye'nin başkenti.

amucazade

  • Amca oğlu. (Farsça)
  • Amca oğlu.

amumet / amûmet

  • Amcalık.

amürz

  • Afveden, bağışlayıcı. (Farsça)

amürzgar / amürzgâr

  • Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah. (Farsça)

an / ân / آن

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına
  • Alım, cazibe, hava. (Farsça)
  • An. (Arapça)

an'ane / عَنْعَنَه

  • Âdet, örf.
  • Âdet, gelenek.

an'anevi / an'anevî

  • An'ane ile alâkalı.

an-asl

  • Aslında, hakikatında, aslından.

an-ı vahid / an-ı vâhid

  • Aniden, birdenbire, bir an.

anarşist

  • Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

anat / ânât / آنات

  • Anlar. (Arapça)

anber / عنبر

  • Amber. (Arapça)

anber-efşan

  • Anber saçan. (Farsça)

anber-sirişt

  • Anber gibi güzel kokulu. (Farsça)

anberbu / anberbû / عنبربو

  • Amber kokulu. (Arapça - Farsça)

and

  • Allahü teâlânın ismini anarak söz verme, ahd.

anded

  • Ayrılık, firak.

andelib-i aşk

  • Aşk bülbülü.

andeliban / andelibân

  • Andelibler, bülbüller. (Farsça)

anen

  • Arız olmak.

ani / ânî

  • Anlık, bir anda olan.

anif-üz zikr / ânif-üz zikr

  • Az önce bildirilen, biraz evvel tebliğ edilen.

anka-i meşrebane / anka-i meşrebâne

  • Anka meşrepli olma; masallarda bir efsane olarak anlatılan anka kuşu misâli bir meşrepte, bir yolda olma.

anka-meşrebane

  • Anka meşrebi halinde, kanaat sahibi. Eski edebiyatta kanaat sahiplerine kinaye olarak söylenir.

ankara darülfünunu

  • Ankara Üniversitesi.

ankara ehl-i vukufu

  • Ankara mahkemesi bilirkişi heyeti.

ankara emniyet-i umumi müdürü / ankara emniyet-i umumî müdürü

  • Ankara Emniyet Genel Müdürü.

ankara emniyet-i umumisi / ankara emniyet-i umumîsi

  • Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü.

ankara emniyet-i umumiye müdürü

  • Ankara Emniyet Genel Müdürü.

ankara maarif dairesi

  • Ankara Eğitim Dairesi; Millî Eğitim Bakanlığı.

apartman-ı ilahi / apartman-ı ilâhî

  • Allah'ın bir apartman gibi birbirini tamamlayıcı çeşitli sistemler tarzında yarattığı kâinat.

apolet

  • Askerî üniformaların omuz kısmına takılan ve rütbeyi belirten sembol, işaret.

apulet

  • Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak. (Fransızca)

arab / عرب

  • Arap (Arapça)

arab lisanı

  • Arap dili, Arapça.

arabi / arabî / عربى / عَرَب۪ي

  • Arabça, Arab dili. Arab kavmine mensub.
  • Arapça.
  • Arap, Arapça.
  • Arapça. (Arapça)
  • Arabca.

arabi hat / arabî hat

  • Arapça yazı.

arabi hattı ve hurufu / arabî hattı ve hurufu

  • Arapça yazısı ve harfleri.

arabi huruf / arabî huruf

  • Arap alfabesinin harfleri.

arabi ibare / arabî ibare

  • Arapça metin.

arabi lisan / arabî lisan

  • Arap dili; Arapça.

arabi risaleler / arabî risaleler

  • Arapça kitaplar.

arabi tarih / arabî tarih

  • Arap takvimine göre belirlenen tarih.

arabistan

  • Arap milletinin yoğun olarak bulunduğu Ortadoğu bölgesi.
  • Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke. (Farsça)

arabiyat

  • Arap dili ve edebiyatı.

arabiye / arabîye

  • Arapça.

arabiyyet

  • Arapça ile ilgili olan (İlim, fikir veya kitap). Arap edebiyatı.

arabiyyü'l-ibare / arabiyyü'l-ibâre

  • Arapça ibare, metin.

arabiyyülibare / arabîyyülibare

  • Arapça söz, ibare, metin.

arapça

  • Arap dili.

aras karyesi

  • Aras Köyü.

araz / ârâz

  • Arazlar.

arazi / arazî

  • Araza âit ve mensub. Araza dâir ve ilgili.

arecan

  • Aksak ve topal kişinin yürümesi.

arefe / عرفه

  • Arife, bayramdan önceki gün. (Arapça)

ari / ârî

  • Arı, temiz, saf.

arı-misal

  • Arı gibi.

arif / ârif

  • Anlayışlı, bilgili.
  • Anlayışlı, sezgili, kavrayışlı.

arif-i billah / ârif-i billâh

  • Allah'ı tanıyan, bilen.

arifane / ârifane / ârifâne / عَارِفَانَه

  • Arife yakışır surette. Bilene yakışır şekilde. İrfan sahibi olarak. (Türkçe)
  • Ârifçe.
  • Allahı tanıyana yakışacak sûrette.

arifibillah / ârifibillah

  • Allahı tanıyan.

arifin / ârifîn

  • Ârifler, irfan sahipleri.

ariflerin mezakları

  • Ariflerin zevkaldığı yer ve hususlar.

arik

  • Asil haseb ve neseb ehli olan.

ariş

  • Anlam, mânâ, kavram, mefhum. (Farsça)

ariz / âriz

  • Ardıç ağacı.
  • Azarlayıcı.

arıza / ârıza

  • Aksama.
  • Aksama, aksaklık, engebe.

arma' / armâ'

  • Alaca yılan.

arş

  • Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da denir.

arş ve kürs

  • Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği iki yer.

arş-ı ala / arş-ı âlâ

  • Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yüce yer.

arş-ı azam / arş-ı âzam

  • Allah'ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği makam.

arş-ı azamet

  • Allah'ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer.

arş-ı azim / arş-ı azîm

  • Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer.

arş-ı berin

  • Arş-ı âlâ. Göğün en yüksek tabakası.

arş-ı ehadiyet

  • Allahın ehadiyet tecellisinin arşı ve âlemi. Allahın, ehadiyet tecellisini gösteren âlem.
  • Allah'ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam.

arş-ı hüda / arş-ı hüdâ

  • Allah'ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği makam.

arş-ı marifetullah

  • Allah'ı hakkıyla tanımanın ve bilmenin en yüksek derecesi.

arş-ı rububiyet

  • Allah'ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer.

arsa-i alem / arsa-i âlem

  • Alem arsası, dünya meydanı.

arşi / arşî

  • Arşa dair, mantıkta bir delil.
  • Arştan gelen; Cenab-ı Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerden gelen.

arşidük

  • Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve "Büyük Düka" demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. (Fransızca)

arşiyan / arşiyân

  • Arş'ın etrafında tesbih ederek dolaşan melekler. (Farsça)

artal

  • Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan.

arz

  • Ardıç adı verilen bir ağaç. (Farsça)

arz-ı belde

  • Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi.

arz-ı belde ta'yini

  • Ast: Herhangi bir bölgede kutup yıldızı veya diğer yıldızlarla astronomik hesaplar yapmak suretiyle o yerin arzını tayin etmek.

arzu-şikesten

  • Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. (Farsça)

arzukeş / arzûkeş / آرْزُوكَشْ

  • Arzulu, istekli.
  • Arzulu.
  • Arzulayan.

aş-hane

  • Aşevi, mutfak. (Farsça)

aş-kare / aş-kâre

  • Aşçı. (Farsça)

aş-pez

  • Ahçı, aşçı. (Farsça)

asabiyeten

  • Asabilik bakımından.

asabiyülmizac / عصبى المزاج

  • Asabî mizaçlı. (Arapça)

asabiyyeten

  • Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.

aşair / aşâir

  • Aşîretler.
  • Aşiretler, oymaklar.

asakir / asâkir / عساكر

  • Askerler.
  • Askerler.
  • Askerler. (Arapça)

asakir-i muvahhidin / asâkir-i muvahhidîn

  • Allahın birliğine inanan askerler. İslâm ordusu.

asalet / asâlet / اصالت

  • Asillik, soyluluk.
  • Asillik. (Arapça)

asar / âsar

  • Asırlar, çağlar.

asar-ı alem / âsâr-ı âlem

  • Âlemdeki eserler.

asar-ı azamet / âsâr-ı azamet

  • Allah'ın büyüklüğünü, haşmet ve yüceliğini gösteren eserler, deliller.

asar-ı bahire / âsâr-ı bâhire

  • Apaçık eserler.

asar-ı esma-i ilahiye / âsâr-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin eserleri, varlıklardaki izleri, yansımaları.

asar-ı gadab-ı ilahi / âsâr-ı gadab-ı ilâhî

  • Allah'ın gazabının eserleri, delilleri.

asar-ı ilahiye / âsâr-ı ilâhiye

  • Allah'ın eserleri.

asar-ı meşhude-i alem / âsâr-ı meşhude-i âlem

  • Âlemdeki görünen eserler.

asar-ı rububiyet / âsâr-ı rububiyet

  • Allah'ın idare ve terbiye ediciliğinin, mâlikiyet ve egemenliğinin eserleri.

asare

  • Anber ve misk gibi şeylerin kokması.

asayiş-perver / asâyiş-perver

  • Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen. (Farsça)

ases

  • Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.

aşevi / aşevî

  • Akşam, akşam vaktine dair.

asevsel

  • Azâsı gevşek kimse.

asfencah

  • Akılsız, ahmak adam.

ashab-ı akıl ve nakil

  • Akıl ve bilim sahipleri ve dinî bilgileri nakleden kimseler.

ashab-ı ukul / ashab-ı ukûl

  • Akıl sahipleri.

ashab-ı yemin / ashâb-ı yemin

  • Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanl

ashab-üş-şimal / ashâb-üş-şimâl

  • Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler.

aşık / âşık / عاشق

  • Aşırı seven, vurgun, tutkun.
  • Aşık. (Arapça)

aşıkan / âşıkân / عاشقان

  • Aşıklar. (Arapça - Farsça)

aşıkane / âşıkane

  • Âşık olarak.

aşikar / âşikâr / آشكار

  • Apaçık, görünen.
  • Açık, belli, meydanda.
  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)
  • Âşikâr etmek: Ortaya çıkarmak, belli etmek. (Farsça)
  • Âşikâr olmak: Ortaya çıkmak, belli olmak. (Farsça)

aşikare / âşikâre / آشكاره / آشِكَارَه / aşikâre / اٰشِكَارَه

  • Açık bir şekilde.
  • Açık, belli. (Farsça)
  • Açıkça.
  • Açıkça.

aşikaren / âşikâren

  • Açıkça.
  • Açıkça.

asilane / asilâne

  • Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık. (Farsça)

asilzade / asîlzâde

  • Asîl kimsenin evladı.

asime

  • Akılsız, şaşkın, sersem. (Farsça)

asime-gi / asime-gî

  • Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik. (Farsça)

aşinalık etmek / âşinalık etmek

  • Alışmak, (o şeyi) tanımak.

asir / âsir

  • Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr.
  • Ayağı kayan.

asır ba'de asır / عصر بعد عصر

  • Asırlarca, yüzyıllarca. (Arapça)

aşirat / aşîrât

  • Aşireler, onda birler.

asırdide / asırdîde

  • Asır görmüş, çağ yaşamış.

aşiyy

  • Akşam, akşam üzeri.

aşk / عشق

  • Aşk. (Arapça)

aşk u merak

  • Aşk ve merak.

aşk-ı ilahi / aşk-ı ilâhî

  • Allahü teâlâyı çok sevme hâli.

aşkar / âşkâr / آشكار

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)

aşkara / âşkârâ / آشكارا

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)

aşkbazi / aşkbazî

  • Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib. (Farsça)

asker / عسكر

  • Asker, er. (Arapça)

asker-gah / asker-gâh

  • Asker kampı, askeriyeye ait kamp. (Farsça)

askeri / askerî

  • Askere veya askerliğe ait, askere mahsus.

aşkname / aşknâme

  • Aşkı anlatan yazı.

aşknüma

  • Aşkını bildiren. Aşkını gösteren. (Farsça)

asl-ı şeriat

  • Allah tarafından bildirilen hükümlerin aslı, özü, hakikati.

asla ve kat'a / asla ve kat'â

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

asla ve kella / asla ve kellâ

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.

aslahakellah

  • Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ).
  • Allah seni ıslah etsin!.

asli / aslî / اصلى

  • Asıl, esas.
  • Asla aid ve müteallik.
  • Asılla ilgili, öze dair.
  • Asıl. (Arapça)

asliyet

  • Asıllık, köklülük, soyluluk, gerçeklik.
  • Asıl oluş.

asmai / asmaî

  • Arapların şöhret bulmuş şairi.

aşpez / âşpez / آشپز

  • Aşçı. (Farsça)

asr

  • Asır, yüzyıl.

asri / asrî / عَصْر۪ي

  • Asırlık.

asris

  • At koşturulan meydan, hipodrom. (Farsça)

aşşar

  • A'şar tahsildarlığı yapmış olan kimse. Öşürcü, ondalıkçı.

assubay

  • Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir.

aster / âster / آستر

  • Astar. (Farsça)

aşüfte-dimağ

  • Aklı perişan. (Farsça)

aşura / âşûrâ / عاشورا

  • Aşûre. (Arapça)

aşy

  • Akşam yemeği.

aşyan

  • Akşam yemeği yiyen kişi.

aşzan

  • Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek.

ataya / atâyâ

  • Armağanlar, ihsanlar.

ataya-yı ilahi / atâyâ-yı ilâhî

  • Allah'ın bağış ve ihsanları.

ater

  • Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.

ateş / âteş / آتش

  • Ateş. (Farsça)

ateş-bar / ateş-bâr

  • Ateş yağdıran. (Farsça)

ateş-baz / ateş-bâz

  • Ateşle oynayan. Hokkabaz. (Farsça)

ateş-efruz / ateş-efrûz

  • Ateş yakan, ateş tutuşturan. (Farsça)

ateş-efşan / ateş-efşân

  • Ateş saçan. (Farsça)

ateş-fam / ateş-fâm

  • Ateş renkli, kırmızı. (Farsça)

ateş-gun / ateş-gûn

  • Ateş gibi kıpkırmızı. (Farsça)

ateş-hiz / ateş-hîz

  • Ateşliyen, ateş veren.

ateş-nak / ateş-nâk

  • Ateşli. (Farsça)

ateş-nüma / ateş-nümâ

  • Ateş gösteren. (Farsça)

ateş-paş

  • Ateş saçan. (Farsça)

ateş-perest

  • Ateşe tapan. Mecusi, müşrik.

ateş-reng

  • Ateş renginde, kızıl renkli. (Farsça)

ateş-zeban / ateş-zebân

  • Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen. (Farsça)

ateş-zen

  • Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. (Farsça)

ateşbar / âteşbâr / آتش بار

  • Ateş yağdıran. (Farsça)

ateşdem / âteşdem / آتش دم

  • Acı sözlü. (Farsça)

ateşefruz / âteşefrûz / آتش افروز

  • Ateş yakan. (Farsça)

ateşfeşan / âteşfeşân / آتش فشان

  • Ateş saçan. (Farsça)

ateşgah / âteşgâh / آتشگاه

  • Ateşkede, ateşperest tapınağı. (Farsça)

ateşgede / âteşgede / آتشگده

  • Ateşe tapanların mabedi.
  • Ateşkede, ateşperest tapınağı. (Farsça)

ateşgun / âteşgûn / آتش گون

  • Ateş rengi, kırmızı. (Farsça)

ateşi / âteşî

  • Ateşle ilgili.

ateşi mahluklar / âteşî mahlûklar

  • Ateşten yaratılan varlıklar.

ateşin / âteşîn

  • Ateşten, ateşli.
  • Ateşli, canlı.

ateşpare / âteşpâre

  • Ateş parçası.
  • Ateş parçası.

ateşpare-i zeka / ateşpâre-i zekâ

  • Ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi.

ateşperest / âteşperest / آتش پرست

  • Ateşe tapan.
  • Ateşe tapan, mecûsî. Zerdüşt tarafından kurulan bâtıl dîne inanan.
  • Ateşe tapan.
  • Ateşe tapan, ateşperest. (Farsça)

atf

  • Atıf, bağlama, verme, yükleme.

atf için vav

  • Arap gramerine göre başına geldiği kelimeyi daha önce geçen bir kelime yapmayı sağlayan vav harfi.

atfen / عطفا

  • Atıfta bulunarak. (Arapça)

ati-l-beyan

  • Aşağıda sözü geçen, aşağıda zikredilen.

atikiyyat / atîkiyyât / عتيقيات

  • Arkeoloji. (Arapça)

atiyülbeyan / âtiyülbeyân / آتى البيان

  • Aşağıda açıklanacak olan. (Arapça)

atiyüzzikr / âtiyüzzikr / آتى الذكر

  • Aşağıda zikredilecek olan. (Arapça)

atme

  • Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.

atse

  • Aksırma, tek aksırık.

attar / عطار

  • Attar, baharatçı. (Arapça)

atum / atûm

  • Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve.

avalim / avâlim / عوالم / عَوَالِمْ

  • Âlemler, dünyalar.
  • Âlemler, dünyalar.
  • Âlemler, dünyalar. (Arapça)
  • Âlemler.

avalim-i uhreviye / âvâlim-i uhreviye

  • Âhiret âlemleri.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avamperestane nümayiş

  • Avamca gösteriş, halka hoş görünmek için farklı tarzlara yeltenme.

avan / âvân

  • Anlar. Zamanlar. Vakitler.
  • Anlar, vakitler.

avar

  • Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad.

avare / âvâre / آواره

  • Aylak. (Farsça)

avaregi / avaregî

  • Avarelik, serserilik, işsiz güçsüzlük, aylaklık. (Farsça)

avareser / âvâreser / آواره سر

  • Aylak. (Farsça)

avarız / avârız

  • Arızalar, aksaklıklar, noksanlıklar.

aver

  • Averden "getirmek" fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur. (Farsça)

avihte

  • Asılmış şey, asılı nesne. (Farsça)

avineten

  • Ara sıra, tesadüfen.

aviz

  • Asılan, asılı bulunan. (Farsça)

avize / âvîze / آویزه

  • Asılı. (Farsça)

avn-i ilahi / avn-i ilâhî

  • Allah'ın yardımı.

avrupa fünunu ve medeniyeti

  • Avrupa fenleri ve medeniyeti.

avrupa hükeması

  • Avrupalı filozoflar, felsefeciler, Batılı ilim adamları.

avrupa medeniyet-i habise kısmı

  • Avrupa medeniyetinin çirkin, pis kısmı.

avrupa-perest

  • Avrupa düşkünü.

avrupai / avrupaî

  • Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi.

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

avrupaperest

  • Avrupayı taparcasına seven.

avrupazade / avrupazâde

  • Avrupayı taklit eden.
  • Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden. (Farsça)

aya / âyâ / آیا / اٰيَا

  • Acaba.
  • Acaba, hayret!
  • Acaba. (Farsça)
  • Acaba.

ayan / ayân / عيان

  • Aşikâr, belli.
  • Açık, belli, aşikâr. (Arapça)

ayan-beyan / ayân-beyan

  • Apaçık.

ayanen / ayânen / عَيَانًا

  • Açıkça.
  • Açıkça, besbelli.
  • Açık olarak.

ayar / ayâr / عيار

  • Ayar. (Arapça)

ayat / âyât / آیات

  • Ayetler.
  • Âyetler.
  • Âyetler.
  • Ayetler. (Arapça)

ayat-ı bahire / âyât-ı bâhire

  • Açık âyetler, deliller.

ayat-ı beyyinat / âyât-ı beyyinat / âyât-ı beyyinât

  • Açık seçik âyetler.
  • Ap açık âyetler.

ayat-ı ilahiye / âyât-ı ilâhiye

  • Allah'ın âyetleri.

ayat-ı kibriya / âyât-ı kibriyâ

  • Allah'ın büyüklüğüne işaret eden âyetler, deliller.
  • Allah'ın kibriyasını ve büyüklüğünü gösteren âyetler, deliller ve eserler.

ayb / عيب

  • Ayıp, utanılacak kusur.
  • Ayıp. (Arapça)

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayet-i tenzil / âyet-i tenzil

  • Allah'ın indirdiği Kur'ân âyeti.

ayet-i tevhidiye-i katıa / âyet-i tevhidiye-i katıa

  • Allah'ın birliğini gösteren kesin âyet, delil.

ayet-i tevhidiye-i kàtıa / âyet-i tevhidiye-i kàtıa

  • Allah'ın birliğini bildiren kesin âyet.

ayetü'l-kübra-yı tevhid / âyetü'l-kübra-yı tevhid

  • Allah'ın birliğinin büyük delili.

ayetü'l-kürsi / âyetü'l-kürsî

  • Allah'ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti.

ayın

  • Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.
  • Arap alfabesinin 21. harfi. Ebced hesabında sayı değeri 70'dir.

ayine / âyine / آینه

  • Ayna.
  • Ayna.
  • Ayna. (Farsça)

ayine-i ehadiyet / âyine-i ehadiyet

  • Allah'ın birliğini yansıtan ayna.

ayine-i esma / âyine-i esmâ

  • Allah'ın isimlerini gösteren ayna, varlıklar.

ayine-i esma-i ilahiye / âyine-i esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerini gösteren ayna, varlıklar.

ayine-i ism-i hayy / âyine-i ism-i hayy

  • Allah'ın, gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren isminin aynası, yansıdığı yer.

ayine-i müştak / âyine-i müştâk

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

ayine-misal / âyine-misal

  • Ayna gibi, aynaya benzer.

ayine-saz

  • Aynacı. (Farsça)

ayinedar / âyinedar

  • Ayna tutan.
  • Ayna olan.

ayinedarlık / âyinedarlık

  • Aynalık, ayna tutuculuk.

ayinhan / âyînhân / آیين خوان

  • Ayin okuyan. (Farsça)

ayise / âyise

  • Âdet yâni hayz görmekten ümidini kesmiş yaşlı kadın.

ayn-ı adalet / ayn-ı adâlet

  • Adâletin ta kendisi.

ayn-ı adl

  • Adeletin ta kendisi.

ayn-ı akıl

  • Akıl gözü.

ayn-ı aks

  • Aksinin ta kendisi.

ayn-ı azap

  • Azabın tâ kendisi.

ayn-ı belahet / ayn-ı belâhet

  • Aptallığın ta kendisi.

ayn-ı elem

  • Acının tâ kendisi.

ayn-ı ikab

  • Azabın tâ kendisi.

ayn-ı kabul

  • Aynen kabul etme, aynısını verme.

ayn-ı marifetullah ve zikrullah / ayn-ı mârifetullah ve zikrullah

  • Allah'ı bilmenin ve zikretmenin tâ kendisi.

ayn-ı mün'akis

  • Aynaya vurup oradan ziyası, resmi, şekli gelen veya görünen şeyin kendisi.

ayn-ı zahir / ayn-ı zâhir

  • Açıklık içinde, bizzat görünende.

aynan

  • Akmak, seyelan.

ayniyet / عَيْنِيَتْ

  • Aynılık, aynı oluş.
  • Aynı olma.
  • Aynısı olma.

ayniyyet / عينيت

  • Aynılık. (Arapça)

ayyaş

  • Alkolik, sarhoş.

aza-i nev'iye ve cinsiye / âzâ-i nev'iye ve cinsiye

  • Aynı tür ve aynı cinsin ortak organları.

azab / azâb / عذاب

  • Azap. (Arapça)

azab-engiz

  • Azab verici, keder verici. (Farsça)

azab-ı elim / azâb-ı elîm

  • Acı veren azap.

azab-ı uhrevi / azâb-ı uhrevî

  • Âhirette çekilecek ceza.

azabengiz / azâbengiz / عذاب انگيز

  • Azap veren. (Arapça - Farsça)

azamet-i ilahiye / azamet-i ilâhiye

  • Allah'ın azameti, büyüklüğü.

azamet-i kudret

  • Allah'ın kudretinin büyüklüğü.

azamet-i kudret-i ilahiye / azamet-i kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudretinin sonsuz büyüklüğü.

azamet-i rububiyet

  • Allah'ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü.

azamet-i tevbih

  • Azarlamanın büyüklüğü.

azamet-i uluhiyet / azamet-i ulûhiyet

  • Allah'ın ilâhlığının büyüklük ve ihtişamı.

azap / azâp

  • Acı, sıkıntı.

azap-ender azap

  • Azap içinde azap.

azeka

  • Alâmet, nişan, işâret.

azerbayigan

  • Azerbeycan. (Farsça)

azerperest

  • Ateşe tapan, mecûsi.

azim / azîm / âzim

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi
  • Azimet eden. Gidici.
  • Azimli, kesin kararlı.

azimkar / azimkâr

  • Azimli, kesin kararlı.

azimkarane / azimkârâne

  • Azmederek, kararlı bir şekilde.

azizan / azizân / azîzan

  • Azizler. (Farsça)
  • Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
  • "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
  • Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki dünyâ düşüncesini s

azl

  • Ayırma, uzaklaştırma.
  • Azil, atma, dökme, çıkarma.

azletmek

  • Ayırmak, uzaklaştırmak.

azm

  • Azim, kesin karar, kuvvetli niyet.

azrail / azrâil / عزدائيل

  • Azrail. (Arapça)

azulat / azulât / عضلات

  • Adaleler. (Arapça)

azürde

  • Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş. (Farsça)

azze

  • Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde).
  • Aziz oldu, şanı yüce oldu!

azze cemalühü / azze cemâlühü

  • Allah'ın sonsuz cemâli, güzelliği herşeyi kuşatmıştır.

azze ve celle

  • Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

ba / bâ

  • Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.

ba-dad

  • Adaletli, âdil, sâdık, doğru. (Farsça)

ba-hired / bâ-hired

  • Akıllı, zeki. (Farsça)

ba-i cerre / bâ-i cerre

  • Arabçada kendinden sonraki kelimeyi "esre" okutan bâ. (Bismillâhi'deki gibi).

bab-ı alem / bâb-ı âlem

  • Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.
  • Âlemin kapısı.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babük

  • Ahmak, sersem adam.

babzen

  • Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi. (Farsça)

bad-pay

  • Ayağı çabuk olan (at ve sâire). (Farsça)

badire / bâdire

  • Anî felâket, zor geçit.

bagi / bâgî

  • Âsi, baş kaldırmış, haksızlık eden.

baği / bâğî

  • Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır.
  • Azgın, yoldan çıkmış.

bağiyane / bâğiyâne

  • Azgınca.

bagiz

  • Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış.

bagt

  • Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek.

bagteten

  • Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız.

bağteten / بغتة

  • Ansızın, zulüm, isyan.
  • Ansızın, birdenbire. (Arapça)

bağy

  • Azgınlık, zulüm, isyan.
  • Azgınlık.

bahar

  • Ağız kokusu.

bahar-ı alem / bahâr-ı âlem

  • Âlemin baharı, bahar mevsimi.

bahir / bâhir / باهر / بَاهِرْ

  • Açık, berrak.
  • Açık.
  • Apaçık.

bahired / bâhired / باخرد

  • Akıllı. (Farsça)

bahr-i muhit-i atlasi / bahr-i muhit-i atlasî / bahr-i muhît-i atlasî / بحر محيط اطلسى

  • Atlas Okyanusu.
  • Atlas Okyanusu.

bahr-i muhit-i garbi / bahr-i muhit-i garbî / bahr-i muhît-i garbî / بَحْرِ مُح۪يطِ غَرْب۪ي

  • Atlas Okyanusu.
  • Atlas Okyanusu.

bahr-i muhit-i garbiye / bahr-i muhit-i garbîye

  • Atlas Okyanusu.

bahr-i muhit-i nur / bahr-i muhît-i nur

  • Aydınlığı her yeri kaplayan nur denizi.

bahr-i münir

  • Aydınlatan deniz.

bahr-i müsebbih

  • Allah'ı tesbih eden deniz.

bahr-i mutavassıt / بحر متوسط

  • Akdeniz.
  • Akdeniz.

bahr-i umman

  • Arabistan ve İran'ın güneyinde kalan deniz.

bahre

  • Arz, belde.

bahsi geçen

  • Anılan.

bahur / bâhûr / باخور

  • Aşırı sıcak. (Arapça)

bais / bâis

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

bakaya

  • Askerlik için son yoklaması yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen kişiler.

baki / bâkî

  • Ağlayan.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî, sonsuz. Varlığının sonu olmayan.

bakiyane / bâkiyâne

  • Ağlayarak. (Farsça)

bakiye-i asar / bakiye-i âsâr

  • Arta kalan eserler, izler.

bakiyye

  • Artan, artık, geri kalan.
  • Artık. Geri kalan. Artan.

bando

  • Askeri mızıka takımı.

bar-ı giran / bâr-ı girân

  • Ağır yük.

bar-ı sakil / bâr-ı sakil / bâr-ı sakîl / بَارِ ثَق۪يلْ

  • Ağır yük.
  • Ağır yük.
  • Ağır yük.

bar-ı sıklet / bâr-ı sıklet

  • Ağır yük, sıkıntı.

baran-ı marifet / bârân-ı mârifet

  • Allah'ı tanıma, bilme yağmuru.

barekallah / bârekallah

  • Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun.
  • Allah hayırlı ve mübarek etsin.

bargah-ı huzur / bârgâh-ı huzur

  • Allah'ın huzuru, yüce katı.

bari / bârî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

bariz / bâriz

  • Açık, göz önünde, besbelli.
  • Açık, belli, âşikâr, zâhir.

basal-i harif

  • Acı soğan.

basar

  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

başe

  • Atmaca kuşu. (Farsça)

başıbozuk

  • Askerlerin arasına katılmış sivil savaşçı.

basir / basîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

basıt / bâsıt

  • Açan, yayan, genişleten.

basit / bâsit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla

basıt-ür-rızk / bâsıt-ür-rızk

  • Allah.

bast-ı mukaddemat

  • Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme.
  • Asıl konuya girmeden önce giriş cümlelerini söyleme.

bast-ı zaman

  • Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.
  • Az bir zaman dilimi içine uzun bir zamanı sığdırmak ve onu yaşamış gibi olmak.

bataet / batâet / بطائت

  • Ağırlık, yavaşlık. (Arapça)

bati / batî / بطى

  • Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan.
  • Ağır, yavaş. (Arapça)

bavekar / bâvekar / باوقار

  • Ağırbaşlı. (Farsça - Arapça)

bayin / bâyin

  • Aralayıcı, ayıran, ayırıcı özellik.
  • Aralayıcı, ayırıcı.

bayır

  • Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.

baykal

  • Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.

bayrak-ı tevhid-i ilahi / bayrak-ı tevhid-i ilâhî

  • Allah'ın birliğinin bayrağı.

bayrak-ı vahdaniyet

  • Allah'ın bir ve tek olduğunun sembolü olan bayrak.

bayramiyye

  • Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bayramiyye yolu bir koldan Bâyezîd-i Bistâmî'ye diğer koldan Hasen-i Basrî'ye ulaşır.

bed-ahd

  • Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız. (Farsça)

bed-ahlak

  • Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse. (Farsça)

bed-asl

  • Aslı kötü, soyu fena. (Farsça)

bed-reng

  • Açıkla koyu arasında kirli bir renk. (Farsça)

bed-siyret

  • Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan. (Farsça)

bedahet / بداهت / bedâhet / بَدَاهَتْ

  • Açıklık.
  • Apaçık olma.
  • Apaçıklık.

bedaheten / bedâheten / بَدَاهَتًا

  • Açıkça.
  • Apaçık biçimde.
  • Apaçık olarak.

bedahetle

  • Açıklıkla.

bedahlak / bedahlâk / بداخلاق

  • Ahlaksız. (Farsça - Arapça)

bedh

  • Ansızdan olmak.

bedi' / bedî'

  • Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var eden, yaratan.

bedihi / bedîhî / بديهي / بَد۪يه۪ي

  • Apaçık, aşikâr.
  • Açık.
  • Apaçık.

bedihiyyet

  • Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.

bednam / bednâm / بدنام

  • Adı kötüye çıkmış. (Farsça)

bedsiret / bedsîret / بدسيرت

  • Ahlaksız. (Farsça - Arapça)

bedzeban / bedzebân / بدزبان

  • Ağzı bozuk. (Farsça)

befş

  • Azamet, büyüklük, heybet, debdebe. (Farsça)

beftere

  • Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş. (Farsça)

begaya

  • Askerin ön karakol takımı.

behlel

  • Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude.

behsus

  • Az miktar, az şey.

bekà-i ahiret / bekà-i âhiret

  • Âhiretin hayatının devamlılığı, kalıcılığı.

bekà-i ilahi / bekà-i ilâhî

  • Allah'ın varlığının sürekli ve kalıcı olması.

bekà-i uhreviye

  • Âhiretteki devamlılık, kalıcılık.

bekà-yı ilahi / bekà-yı ilâhî

  • Allah'ın varlığının devamlı ve kalcı olması.

bekabillah / bekabillâh

  • Allah ile var olma.

bektaş / bektâş

  • Akrân. Eş. Arkadaş. (Farsça)
  • Arkadaş.

bela / belâ

  • Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.

bela-yı nagah / belâ-yı nâgâh

  • Ansızın gelen musibet. Habersiz gelen belâ.

bela-yı semavi / belâ-yı semâvî

  • Allah tarafından insanlara verilen belâ ve musibet.

beladet

  • Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.

belagat-ı arabiye / belâgât-ı arabiye

  • Arab belâgati, edebiyatı.

belağat-i ayet / belâğat-i âyet

  • Âyetin belâğati; düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söz söyleme.

belağat-ı beyan / belâğat-ı beyan

  • Açıklama ve ifadenin yerine ve hedefine ulaşması.

belagat-i ifade / belâgat-i ifade

  • Anlatma ve ifade etmedeki belâgat.

belahet / belâhet

  • Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
  • Aptallık.
  • Ahmaklık, budalalık, düşüncesizlik.

belak

  • Ayakları alacalı at.

belbed

  • Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez.

belka'

  • Alaca. Alaca bacaklı olan at.

belki

  • Aslında, gerçekte.

bendiş

  • Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış. (Farsça)

benek

  • Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)

beni abdilmuttalib / benî abdilmuttalib

  • Abdilmuttalib oğulları.

beni adem / benî âdem

  • Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları.

beni-adem / benî-âdem / بَن۪ي آدَمْ

  • Âdemoğlu, insanlık.
  • Âdem oğulları.

beniadem / benîâdem

  • Ademoğulları, insanlar.

benu-l ümm

  • Ana bir kardeş.

ber-akis

  • Aksine, zıddına, tersine. (Farsça)

ber-vech-i mutad / ber-vech-i mûtad

  • Adet olduğu gibi. (Farsça)

ber-vech-i zir

  • Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere. (Farsça)

bera'et / berâ'et / برائت

  • Aklanma. (Arapça)
  • Berâ'et etmek: Aklanmak. (Arapça)

beraet / berâet

  • Arınma, kurtulma.

beraet-i zimmet / berâet-i zimmet

  • Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması.

berahin-i akliye / berâhin-i akliye

  • Aklî deliller.

berahin-i latife-i akliye / berâhin-i lâtife-i akliye

  • Akla dayalı ince, güzel deliller.

berahin-i tevhidiye / berâhin-i tevhidiye

  • Allah'ın birliğini gösteren kesin deliller.

berahin-i vahdaniyet / berâhin-i vahdâniyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellisinin delilleri.

berat gecesi

  • Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı sahiha vardır.

beraz

  • Az olan şey, kalil.

berbekan

  • Arapların giydiği bir elbise cinsi.

berekat-ı kelamullah / berekât-ı kelâmullah

  • Allah kelâmının verdiği feyizler, bolluklar, uğurlar.

bereket-i ilahiye / bereket-i ilâhiye

  • Allah'tan gelen bereket, bolluk.

bereket-i rabbani / bereket-i rabbanî

  • Allah'tan gelen bereket, bolluk.

berfuz / berfûz

  • Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi. (Farsça)

berg-i diraht

  • Ağaç yaprağı.

bergriften

  • Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek. (Farsça)

berhast

  • Ayaklanmış, kalkmış. (Farsça)

berhiz

  • Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden. (Farsça)

beri / berî / بری

  • Arınmış, temiz, uzak. (Arapça)

beria

  • Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan.

berlin

  • Almanya'nın başşehri.

bermu'tad / bermu'tâd / برمعتاد

  • Alışıldığı gibi, mutâd olduğu üzere. (Farsça - Arapça)

berpa / berpâ / برپا

  • Ayakta, ayak üzerinde, dik. (Farsça)
  • Ayakta. (Farsça)

bertih

  • Aşırma.

berveçh-i mutad

  • Âdet olduğu gibi.

berzah / بَرْزَخْ

  • Ara yer, kabir, perde.

berzah-ı esma / berzah-ı esmâ

  • Allah'ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar.

beşaret ve teavün-ü gavsi / beşaret ve teavün-ü gavsî

  • Abdülkadir Geylanî'nin (k.s.) mânen yardımı ve müjdesi.

beşe

  • Atmaca kuşu. (Farsça)

beşeriyyat / beşeriyyât / بشریات

  • Antropoloji. (Arapça)

beşişe

  • Açık yüzlü olmak.

beşş

  • Açık yüzlü olmak.

betaet / betâet / بطائت

  • Ağır olma, yavaşlık.
  • Ağırlık, yavaşlık. (Arapça)

betkiş

  • Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk. (Farsça)

bevah

  • Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.

bey' u şira / bey' u şirâ

  • Alım-satım. Alış-veriş.
  • Alım-satım. Alış-veriş.

bey'-i fasid / bey'-i fâsid

  • Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.

bey'-i mekruh / bey'-i mekrûh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.

bey'-i mevkuf / bey'-i mevkûf

  • Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.

bey'-i sahih / bey'-i sahîh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun olan satış; doğru ve sıhhatli alış-veriş.

bey'u şira / bey'u şirâ

  • Alış-veriş.

beyan / beyân / بيان / بَيَانْ

  • Anlatma, açıklama sanatı.
  • Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.
  • Açıklama, anlatma.
  • Açıklayıp bildirme.
  • Açıklama, ifade etme, dile getirme. (Arapça)
  • Beyân edilmek: Açıklanmak, dile getirilmek. (Arapça)
  • Beyân etmek: Açıklamak, dile getirmek. (Arapça)
  • Açıklama.

beyan buyurulan

  • Açıklanan, anlatılan.

beyan eden

  • Açıklayan, anlatan.

beyan edilen

  • Açıklanan.

beyan et!

  • Açıkla!.

beyan etme

  • Açıklama, anlatma.

beyan etmek

  • Açıklamak, izah etmek.

beyan olunan

  • Açıklanan.

beyanat / beyânat / beyânât / بيانات / بَيَانَاتْ

  • Açıklamalar.
  • Açıklayıp bildirmeler.
  • Açıklamalar, demeç. (Arapça)
  • Açıklamalar.

beyani / beyanî / beyânî

  • Açıklama olarak.
  • Açıklanıp bildirilen.

beyanname / beyannâme

  • Açıklama yazısı, bildiri.

beyaz / beyâz / بياض

  • Ak, beyaz. (Arapça)

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

beyn / بين

  • Ara.
  • Aralık, arasında, arada.
  • Ara, arasında.
  • Ara, orta. (Arapça)

beyn-el akran / beyn-el akrân

  • Akranlar arasında.

beyn-el ulema / beyn-el ulemâ

  • Âlimler arasında.

beyn-i / بين

  • Arasında, ortasında. (Arapça - Farsça)

beyne'l-evliya

  • Allah'ın sevgili kulları arasında.

beyne'l-ulema

  • Âlimler arasında.

beynelulema

  • Âlimler arasında.

beynimizde

  • Aramızda.

beyninde

  • Arasında.

beyninizde

  • Aranızda.

beytullah

  • Allah'ın evi, Kâbe, insan kalbi.

beyun / beyûn

  • Afyon. (Farsça)

beyyin

  • Apaçık, kesin delil.

beyyinat / beyyinât

  • Açık, belli şeyler.
  • Apaçık olanlar.

beyyine

  • Apaçık, kesin delil.
  • Açık delîl.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Mûcize.
  • Delil, şâhid.
  • Âdil olan iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şâhid.
  • Peygamber efendimizin isimlerinden.

bezm-i aşk

  • Aşk meclisi.

bezmielest

  • Allahın, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu, ruhların da "Evet," diye cevap verdikleri hâdise.

bi'set-i nebeviye

  • Allah tarafından Peygamberin gönderilmesi.

bi-aman / bî-aman

  • Amansız.

bi-ar / bî-ar

  • Arsız, hayasız, utanmaz.

bi-dadi / bî-dadî

  • Adaletsizlik. Zâlimlik.

bi-huş / bî-huş

  • Akılsız. Sersem, bunak.

bi-insaf / bî-insaf

  • Acımasız, insafsız. (Farsça)

bi-iznillah

  • Allah'ın izni ile.

bi-lisan-il-arz

  • Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle.

bi-vare / bî-vare

  • Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib. (Farsça)

biaman / bîaman / بى امان

  • Amansız, acımasız.
  • Amansız.
  • Amansız. (Farsça)

biar / bîâr / بى عار

  • Arsız. (Farsça - Arapça)

biaynihi / biaynihî

  • Aynen, gibi.

bicade

  • Alaca boncuk.

bid'akar / bid'akâr

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan.

bid'at

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan yeni âdet ve uygulamalar.

bid'atkarane / bid'atkârâne

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışarak.

bidad / bîdâd

  • Adaletsizlik.

bidil / bîdil / بيدل

  • Aşık. (Farsça)

bidre

  • Ağaç kurdu.

bieman / bîeman / بى امان

  • Amansız. (Farsça)

bigane / bîgâne

  • Alâkasız, ilgisiz.

bihamdillah / بحمداﷲ

  • Allah'a şükürler olsun. (Arapça)

bihaseb-il ade / bihaseb-il âde

  • Âdet kabilinden, âdet kabul ederek.

bihasebi'l-adet / bihasebi'l-âdet

  • Alışıldık şartlara göre, normal şartlara göre.

bihasebil'ade / bihasebil'âde

  • Âdet olduğu üzere, normalde, olağan şekilde.

bihavlillah / bihavlillâh

  • Allah'ın yardımı ve desteği ile.

bihi

  • Ayva. (Farsça)

bihr

  • Ağız kokusu.

bihred

  • Akıllı kimse.

bihuş / bîhuş

  • Akılsız, sersem.

biinsaf / bîinsaf

  • Acımasız, insafsız.

biizn-i hüda

  • Allah'ın izni ile.

biiznillah / biiznillâh

  • Allahın izniyle.
  • Allah'ın izniyle.

bil'akis / بِالْعَكِسْ

  • Aksine.

bil'ayan

  • Açık olarak. Meydanda olarak.

bil'iştiyak

  • Aşk derecesinde severek.

bila-tefrik / bilâ-tefrik

  • Ayrım yapmaksızın.

bilad-ı arab / bilâd-ı arab

  • Arap beldeleri, ülkeleri.

bilad-i arab / bilâd-i arab

  • Arab ülkeleri.

bilad-ı arabiye / bilâd-ı arabiye

  • Arap beldeleri, Arap memleketleri.

bilad-ı arap / bilâd-ı arap

  • Arap beldeleri, ülkeleri.

bilafasıla / bilâfasıla / bilâfâsıla / بلافاصله

  • Aralıksız.
  • Aralıksız, kesintisiz. (Arapça)

bilah / bilâh

  • Arkaları büyük olan kadınlar.

bilakis / bilâkis / بالعكس

  • Aksine, tersine.
  • Aksine. Tersine. Zıddına.
  • Aksine, tersine.
  • Aksine, tersine. (Arapça)

bilamerhamet / bilâmerhamet / بلامرحمت

  • Acımasızca. (Arapça)

bilamübalağa / bilâmübalâğa

  • Abartısız.

bilasale / bilasâle

  • Aracısız, vasıtasız.

bilatefrik / bilâtefrik

  • Ayırmaksızın.

bilbedahe / bilbedâhe / بالبداهه

  • Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.
  • Apaçık bir şekilde.
  • Açık seçik.
  • Açıkça.

bilisan-ı arz

  • Arzın, yerin diliyle.

bilistihsal / bilistihsâl / بالاستحصال

  • Alarak, elde ederek. (Arapça)

billit

  • Akıllı, hâzık ve mâhir kimse.

bima'na / bîma'nâ / بى معنى

  • Anlamsız. (Farsça - Arapça)

bimerhamet / bîmerhamet / بى مرحمت

  • Acımasız. (Farsça - Arapça)

binam / bînâm / بينام

  • Adsız, tanınmamış. (Farsça)

binbaşı

  • Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.

bir miktar-ı mukabil

  • Az bir karşılık.

bir nevi

  • Adeta, bir bakıma. (Türkçe - Arapça)

bıranda

  • Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak.

birnis

  • At kestanesi. (Farsça)

birzin

  • Ağaç maşrapa.

biş

  • Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot. (Farsça)

biser

  • Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu. (Farsça)

bismillah / bismillâh / بسم اللّٰه / بِسْمِ اللّٰهْ

  • Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile.
  • Allahın adıyla.
  • Allah'ın adıyla.
  • Allah'ın ismiyle.
  • Allahın ismiyle.

bismillahi'l-fettah / bismillâhi'l-fettâh

  • Allah'ın Fettâh ismiyle.

bıta

  • Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme.

bitain

  • Astar.

bitevfikillah / bitevfikillâh

  • Allah'ın tevfîki, yardımı ile.

bittafsil / bittafsîl / بالتفصيل

  • Ayrıntılı olarak, uzun uzadıya. (Arapça)

bizz

  • Açmak, feth.

bolşevik

  • adj. Bolshevist, Bolshevik, of or pertaining to bolshevism n. bolshevist, Bolshevik

bubürd

  • Andelib, bülbül. (Farsça)

büç

  • Avurt. Ağzın iç tarafı. (Farsça)

büceyr

  • Ashab. Etba'.

buğd-ı fillah / buğd-ı fillâh

  • Allahü teâlânın düşmanlarını Allahü teâlâ için sevmemek ve onlardan uzaklaşmak.

büharise

  • Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.

buht

  • Arabî ile Acemîden doğmuş develer.

büjul

  • Aşık kemiği; topuk kemiği. (Farsça)

büka / bükâ / بكاء

  • Ağlama.
  • Ağlama.
  • Ağlama. (Arapça)

büka-alud / bükâ-âlûd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü. (Farsça)

büka-engiz / bükâ-engiz

  • Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü. (Farsça)

bükat / bükât

  • Ağlayanlar.

büky

  • Ağlayıcılar, ağlıyanlar.

bülbül-i nalan / bülbül-i nâlân

  • Ağlıyan bülbül.

bülega / bülegâ

  • Adamına göre güzel söz söyleyenler.

bülega-yı arab

  • Arap belâğatçıları, edebiyatçıları.

bür'um

  • Açılmamış gonca çiçek.

büra'

  • Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş.

burak-ı tevfik-i ilahiye / burak-ı tevfik-i ilâhîye

  • Allah'ın burak gibi hızlı olan başarı ihsanı.

bürcüd

  • Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.

bürdbar

  • Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse. (Farsça)

bürdbari / bürdbarî

  • Ağırbaşlılık, sabırlılık. (Farsça)

bürehne

  • Açık, yalın çıplak. (Farsça)

burhan-ı akli / burhan-ı aklî

  • Akla dayalı delil.

burhan-ı akliye / burhan-ı aklîye

  • Akla uygun delil.

bürhan-ı akliyye

  • Akla dayanan bürhan.

burhan-ı bahir / burhan-ı bâhir / burhân-ı bâhir / بُرْهَانِ بَاهِرْ

  • Ap açık delil.
  • Apaçık delil.

burhan-ı bahir-i vahdaniyet / burhan-ı bâhir-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğini gösteren açık ve kesin delil.

burhan-ı ehadiyet

  • Allah'ın herbir varlıkta görünen birlik delili.

burhan-ı sani / burhan-ı sâni

  • Allah'ın herşeyi mükemmel bir şekilde ve san'atla yaratmasının delili.

bürhan-ı satı' / bürhan-ı sâtı'

  • Aşikâr, şeksiz ve şüphesiz, parlak delil.

burhan-ı vahdaniyet / burhan-ı vahdâniyet / burhân-ı vahdâniyet / بُرْهَانِ وَحْدَانِيَتْ

  • Allah'ın birliğine ait delil.
  • Allahın birliğinin delili.

burhan-ı vahidiyet / burhan-ı vâhidiyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik delili.

burhan-ı vücub-u vücud

  • Allah'ın varlığının zorunlu oluşunun ve var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasının delili.

bürs

  • Ardıç ağacının meyvesi.

busak

  • Ağız suyu.

butlan-ı his

  • Ameliyat için bir uzvun hissinin iptâli, duyarsız hâle getirilmesi.

buy-perest

  • Av köpeği. (Farsça)

buyahya / bûyahya

  • Azrail (A.S.)

büzbun / büzbûn

  • Altıda bir, südüs.

büzürgi / büzürgî

  • Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk. (Farsça)

c

  • Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali.

ca'f

  • Atmak, yere vurmak.

çabükpa / çâbükpâ / چابك پا

  • Ayağına çabuk. (Farsça)

cadde / câdde / جاده

  • Ana yol, cadde. (Arapça)

cadde-i umumiye-i akliye

  • Akla en uygun herkesin yürüdüğü cadde.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

cafcaf

  • Ahlâksız, iffetsiz kadın. (Farsça)

cahd-ı mutlak, cahd-ı müstağrak

  • Arab gramerinde menfî olan iki geniş zaman sigası. Muzari fiillerinin başına (Lem) ve (Len) getirilerek olur.

cahil-i alim / câhil-i âlim

  • Âlim olan câhil.

cahiyen

  • Aşikâr olarak, alenen.

caize / câize

  • Armağan, övücü şiirleri için eskiden şairlere devlet büyükleri veya aşiret büyükleri tarafından verilen para veya mal.

çakmaklı

  • Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.

çal

  • Alnında ve ayaklarının üstünde beyazlık bulunan hareketli at.

çalak / çalâk

  • Atik, çabuk.

camiü'l-esma ve'l-kur'an / câmiü'l-esmâ ve'l-kur'ân

  • Allah'ın isimlerini ve Kur'ân'ın özelliklerini üzerinde toplayan.

can-şiken

  • Azrâil (A.S.) (Farsça)

canib-i hak / cânib-i hak

  • Allah tarafından.

car

  • Arapçada bir edat.

cari / cârî

  • Akan, yürüyen.

casus / câsus

  • Ajan.

cayi' / câyi' / جایع

  • Aç. (Arapça)

cazi

  • Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi.

cebbar / cebbâr / جَبَّارْ

  • Aşırı zor kullanan.

cebel-i arafat

  • Arafat Dağı.

cebel-i arefe

  • Arafat Dağı.

ceberut

  • Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.

cebin-say / cebin-sây

  • Alın sürücü, alın süren. (Farsça)

cebrail / cebrâil

  • Allah tarafından peygamberlere vahiy getirmekle görevli melek.

ced

  • Ata, dede.

cedd / جد

  • Ata, dede.
  • Ata. (Arapça)

cedde-i faside / cedde-i fâside

  • Ananın anası, anneanne.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl
  • Azgınların öldükten sonra gidecekleri ceza yeri.

cehr

  • Açıktan söyleme, açık olarak okuma.
  • Açıktan söyleme.

cehren / جهرا

  • Açıktan, alenen.
  • Açıktan.
  • Açıkça. (Arapça)

cehreten

  • Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.

cehri / cehrî

  • Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
  • Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.
  • Açık sesle.

cehva'

  • Açık.

çekirdek-i asli / çekirdek-i aslî

  • Asıl çekirdek, öz.

celal / celâl

  • Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından. Azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtâç olmamak.

celal-i kibriya / celâl-i kibriyâ

  • Allah'ın büyüklüğü.

celali / celâlî

  • Allah'ın büyüklük ve azametinin tecellîsine ait.

celenza

  • Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi.

celevat-ı cemaliye / celevât-ı cemâliye

  • Allah'ın güzel isimlerinin varlıklar üzerindeki görünümleri, akisleri.

celi / celî

  • Açık, parlak.
  • Aşikar, belli, parlak, açık.

celis / celîs / جليس

  • Arkadaş. (Arapça)

celis-iilahi / celîs-iilâhî

  • Allahü teâlâya yakın kimse, velî.

celle celaluhu / celle celâluhu

  • Allah'ın şânı yücedir.

celle celalühu / celle celâlühû

  • Allah'ın şânı yücedir.

celle celalühü / celle celâlühü

  • Allah'ın şânı yücedir.

celse-i aleniyye

  • Açık oturum.

cem'-i kıllet

  • Arapça'da türlü vezinlerde cemileri olan isimlerin, bu cemilerinden dokuzdan aşağı mahsus olanları.

cemaat-i askeriye

  • Askerî birlikler.

cemaat-i ruhaniye-i mücahidin / cemaat-i ruhâniye-i mücahidîn

  • Allah yolunda cihad eden ruhânîlerin (din adamlarının) oluşturduğu topluluk.

cemahir-i müttefika-i amerika

  • Amerika Birleşik Devletleri.

cemal-i adalet / cemâl-i adalet

  • Adalet güzelliği.

cemal-i esma / cemâl-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin güzelliği.

cemal-i hak / cemâl-i hak

  • Allah'ın güzelliği ki, müminler cennette onu temaşa edeceklerdir.

cemal-i masnuat / cemâl-i masnuat

  • Allah'ın yaratıklarındaki sanatkârane, mükemmel, kusursuz güzellikler.

cemal-i rahimiyet / cemâl-i rahîmiyet

  • Allah'ın sonsuz merhamet ediciliğindeki benzersiz güzellik.

cemal-i rububiyet / cemâl-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği.

cemal-i san'at / cemâl-i san'at

  • Allah'ın san'atının güzelliği.

cemal-i zat / cemâl-i zât

  • Allah'ın Zâtının güzelliği.

cemali / cemalî / cemâlî

  • Allah'ın sonsuz lütuf, ihsan, rahmet ve merhametine dair isim ve sıfatlarının tecellisiyle ilgili; lütuf ve cemal tecellisi gibi.
  • Allah'ın lütuf ve ihsanının tecellîsine ait.

cemalullah

  • Allah'ın cemâli.

cemaziyel ahir

  • Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)

cemil / cemîl

  • Allahü teâlânın isim-i şerîflerinden. Cemâl sâhibi.

cemiyet-i ulema / cemiyet-i ulemâ

  • Âlimler topluluğu, âlimler cemiyeti.

cemr-ül gada

  • Ateşi çok devam eden ağacın ateşinin koru.

cena'

  • Arka yumruluğu. Kamburluk.

cenab-ı hakk

  • Allah.

cenab-ı hallak-ı alem / cenâb-ı hallâk-ı âlem

  • Âlemin yaratıcısı olan, çokça ve sürekli olarak yaratan Allah.

cenab-ı kibriya / cenâb-ı kibriyâ

  • Azamet ve kudreti sonsuz olan, şeref ve azamet sahibi Allah.

cenab-ı rabbü'l-alemin hazretleri / cenab-ı rabbü'l-âlemîn hazretleri

  • Âlemlerin Rabbi olan sonsuz şeref ve büyüklük sahibi Allah.

cenbiyye

  • Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar.

cenin / cenîn

  • Ana karnındaki çocuk.
  • Ana rahmindeki çocuk.

cennat-ı adn / cennât-ı adn

  • Adn cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekkün edilen cennetler. (Kamus Tercümesi.)

cennet

  • Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mes

cennet-i kazibe-i dünyeviye / cennet-i kâzibe-i dünyeviye

  • Aldatıcı dünya cenneti.

cennur

  • Arpa ve buğday döğdükleri yer.

cephesinde

  • Alnında.

çerağan / çerâğân / چراغان

  • Aydınlatma, donatma. (Farsça)

cerbeze / جَرْبَزَه

  • Aldatıcı sözlerle kandırma.

cereyan / cereyân / جريان

  • Akım, hareket.
  • Akma, akım.
  • Akma.

cereyan etmek

  • Akmak, hareket hâlinde olmak.

çeşm-i akıl / چَشْمِ عَقِلْ

  • Akıl gözü.

çeşm-i alil / çeşm-i alîl

  • Ağlayan yaralı göz.

çeşm-i giryan / çeşm-i giryân

  • Ağlayan göz.

çeşmderide / çeşmderîde / چشم دریده

  • Arsız. (Farsça)

çeşmigiryan / çeşmigiryân

  • Ağlayan göz.

cessas

  • Araştıran, meraklı.

cestan

  • Atlıyan, sıçrayan. (Farsça)

ceste ceste

  • Azar azar, parça parça, kısım kısım.

cesten

  • Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak. (Farsça)

cev / جو

  • Arpa. (Farsça)
  • Arpa. (Farsça)

cev-be-cev

  • Azar azar. (Farsça)

cevabü'l-ahmak es-sükut / cevabü'l-ahmak es-sükût

  • Ahmak olana verilecek en iyi cevap sükûttur, cevap vermemektir.

cevabü'l-ahmaki's-sükut / cevâbü'l-ahmaki's-sükût

  • Ahmaklara verilecek en güzel cevap susmaktır.

cevami-ül-kelim / cevâmi-ül-kelîm

  • Az kelime (söz) ile çok şey anlatma özelliği.

cevamiu'l-kelim

  • Az sözle çok mânâ içeren kelâmlar, ibâreler.

cevher-i ferd

  • Atom, zerre.

cevher-i fert

  • Atom.

cevheri / cevherî

  • Asıl, temel, öz.

cevi

  • Akarsu, nehir, dere, çay. (Farsça)

çevik çalak / چَو۪يكْ چَالَاكْ

  • Atik.

cevin / cevîn / جوین

  • Arpadan yapılmış şey. Arpa unu. (Farsça)
  • Arpadan yapılmış. (Farsça)

cevv

  • Atmosfer.

cevvihava

  • Atmosfer.

cevza

  • Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.

ceyş / جيس

  • Asker, ordu.
  • Asker. (Arapça)

cez'

  • Ağaç kökü, ağaçların alt kısımları.
  • Ağlayıp sızlama, ümitsizliğe düşme.

cez'a

  • Az nesne.

ceza'

  • Ağlayıp sızlanma.

ceza-yı amel / cezâ-yı amel / جَزَايِ عَمَلْ

  • Amelin cezası.
  • Amelin karşılığı.

cezair / cezâir / جزائر

  • Adalar. (Arapça)

cezalet / cezâlet / جزالت

  • Akıcılık, düzgünlük. (Arapça)

cezalet-i beyan / cezâlet-i beyan

  • Anlatım ve ifadedeki güçlülük, güzellik.

cezalet-i beyaniye / cezâlet-i beyaniye

  • Akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım.

cezb-i rahmani / cezb-i rahmânî

  • Allah tarafından cezbedilme.

cezbe

  • Allah sevgisiyle kendinden geçme hâli.
  • Allah sevgisiyle kendinden geçme hâli.

cezbe-i rahman / cezbe-i rahmân

  • Allah'ın hayır ve rahmet için verdiği ve duygulara yerleştirdiği mânâ ve coşku hâli.

cezbedarane / cezbedarâne

  • Allah sevgisiyle kendinden geçercesine.

cezbeli

  • Allah sevgisiyle kendinden geçer bir hale gelen.

cezire / cezîre / جزیره

  • Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası. (Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.)
  • Ada, yarımada.
  • Ada. (Arapça)

ceziret-ül arab

  • Arabistan yarımadası.

ceziretü'l-arab / cezîretü'l-arab

  • Arab yarımadası.
  • Arap yarımadası.

ceziretü'l-arap

  • Arab Yarımadası.

ceziretülarab / cezîretülarâb

  • Arap Yarımadası.

cezzaf

  • Ağ ile balık tutan balıkçı.

cibr

  • Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak.

cihad / جهاد

  • Allah için harb ve hizmet.

cihad alemi / cihad âlemi

  • Allah yolunda savaş yapılmasıyla ilgili alan.

cihad etmek

  • Allah için, kutsal değerleri korumak için savaşmak.

ciharen / cihâren / جهارا

  • Açıkça. (Arapça)

cihat-ı sitte / cihât-ı sitte

  • Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.)
  • Altı yön; sağ, sol, ön, arka, alt ve üst yönleri.

cihaz / cihâz / جهاز

  • Aygıt, çeyiz.
  • Alet.

cihazat / cihâzât

  • Aygıtlar.

cihet-i infikak / cihet-i infikâk

  • Ayrılma, çözülme yönü.

cihetinden

  • Açısından.

cilve-i ehadiyet / جِلْوَۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın birliğinin her bir şeyde görünmesi.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.

cilve-i esma / cilve-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin görüntüsü, yansıması.

cilve-i esma-i ilahiye / cilve-i esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin görüntüsü, aksi.

cilve-i inayet-i rabbaniye / cilve-i inâyet-i rabbâniye / جِلْوَۀِ عِنَايَتِ رَبَّانِيَه

  • Allahın ihsânının görünmesi.

cilve-i kayyumiyet / cilve-i kayyûmiyet

  • Allah'ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının cilvesi.

cilve-i kudret

  • Allah'ın kudretinin yansıması.

cilve-i kudret-i kudsiye

  • Allah'ın sonsuz ve noksansız kudretinin tecellisi, yansıması.

cilve-i rabbaniye / cilve-i rabbâniye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin ve onları terbiye, idare ve egemenliği altında bulundurmasının izi, görüntüsü.

cilve-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin yansıması.

cilve-i şuunat / cilve-i şuûnât

  • Allah'ın iş ve tasarruflarının görünümü.

cilve-i vahdet

  • Allah'ın birliğinin görüntüsü.

cin

  • Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.

çin-i cebin / çîn-i cebîn / çin-i cebîn / چِينِ جَبِينْ

  • Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
  • Alın buruşukluğu.
  • Alın kırışıklığı.

cinayet / cinâyet

  • Adam öldürmek, katl.
  • Adam öldürme, ağır suç.

çinicebin / çînicebîn

  • Alın buruşuğu.

cins-i amel

  • Amelin cinsi, türü.

cisr-i muallak / cisr-i muallâk

  • Asma köprü.

cıvata

  • Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.

cizmir

  • Ağaç kütüğü.

cu

  • Akarsu, ırmak, nehir, çay. (Farsça)

cu' / cû' / جوش

  • Açlık.
  • Acıkma, açlık.
  • Açlık. (Arapça)

cüda / cüdâ / جدا / جُدَا

  • Ayrılık. Ayrılmış. (Farsça)
  • Ayrılık, ayrılmış.
  • Ayrı, ayrılmış.
  • Ayrı. (Farsça)
  • Cüda kalmak: Ayrı düşmek, uzak kalmak. (Farsça)
  • Ayrı, ayrılmış.

cüdayi / cüdâyî / جدایى

  • Ayrılık. (Farsça)

çuhadar

  • Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe.

cümad-el-ahire / cümâd-el-âhire

  • Arabi ayların altıncısının adı.

cümad-el-ula / cümâd-el-ûlâ

  • Arabi ayların beşincisi. Cemazi-yel-evvel.

cümade / cümâde

  • Arabi ayların beşinci ve altıncısının adı.

cumhur-i ukala / cumhûr-i ukalâ

  • Akıllılar topluluğu. Akıl sahiplerinin hepsi.

cumhur-u ulema / cumhur-u ulemâ

  • Âlimlerin çoğunluğu.
  • Âlimler cemaatı. Âlimler sınıfı. (Bir fikre dâvet cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir, yoksa dâvet bid'attır, reddedilir. Mek.)

cümle-i arabiye

  • Arapça cümle.

cümle-i ayet / cümle-i âyet

  • Âyet cümlesi.

cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviye / cümle-i tevhidiye ve esmâiye ve uhreviye

  • Allah'ın birliği ve esmâsı ve âhiretle ilgili cümle.

cümud-u baridi göstermek / cümud-u bâridi göstermek

  • Aşırı katı, soğuk tutum göstermek.

çünbek

  • Atlama, sıçrama. (Farsça)

cünd

  • Asker, asker topluluğu.

cüneyd

  • Askercik.

cünud / cünûd / جنود

  • Askerler.
  • Askerler.
  • Askerler.
  • Askerler.
  • Askerler.

cünud-u rabbaniye / cünûd-u rabbâniye

  • Allah'ın askerleri.

cünudullah / cünûdullah

  • Allah'ın askerleri.
  • Allah'ın ordu ve askerleri.
  • Allahın askerleri.

cürdan

  • At ve eşek zekeri.

cüret

  • Ataklık, kendini bilmezlik.

cüretkar / cüretkâr

  • Atak, kendini bilmez.

cüretkarane / cüretkârâne

  • Atakça.

cürsume-i dıraht

  • Ağacın kökü.

cüst

  • Araştırma, arama. (Farsça)

cüst ü cu

  • Arayıp sorma, araştırma, arama.

çüsti / çüstî

  • Atiklik, çeviklik, çabukluk. (Farsça)

cüstücu / cüstücû / جست و جو

  • Arayış, arama. (Farsça)

cuyan

  • Arayan, arayıcı. (Farsça)

cuyem / cûyem

  • Ararım.

cuyende / cûyende / جوینده

  • Arayıcı, araştırıcı, isteyen. (Farsça)
  • Arayan. (Farsça)

cüz'i

  • Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.
  • Az miktar, bir parça.

cüz'i irade / cüz'î irade

  • Allah tarafından insana verilen çok az irade serbestliği.

cüz'i-külli / cüz'î-küllî

  • Az-çok.

cüz'iyyet

  • Azlık, cüz'î oluş.

cüz-ü fert

  • Atom, en küçük parça.

cüziihtiyar

  • Az bir seçme hürriyeti.

cüziyyet

  • Azlık, küçüklük.

da'

  • Arabçada "bırak" mânasına emirdir. Meselâ:

dabbetülarz / dâbbetülarz

  • Âhirzaman alâmeti olan bir yaratık.

dabgam

  • Arslan, esed.

dabh

  • Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki: Dabh, bir at ve bir de köpek koşarken olur.

dabib

  • Akmak. Seyelân etmek.

dabire

  • Askerin bozulması.

dabsem

  • Arslan, esed.

dad u sited / dâd u sited

  • Alış veriş.

dad-ı hak / dâd-ı hak

  • Allah vergisi.

dadgah / dâdgâh

  • Adliye. Hak yeri, adâlet yeri.

dadhah / dâdhah

  • Adalet isteyen. (Farsça)

dadıezel / dâdıezel

  • Allah vergisi.

dadrad / dâdrad

  • Allah (C.C.), Cenab-ı Hak. (Farsça)

dadüsited / dâdüsited / داد و ستد

  • Alışveriş. (Farsça)

dafik

  • Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen.

dafit

  • Ahmak.

dafn

  • Ayakla tekme vurmak ve atmak.

dagf

  • Almak.

dagıyye

  • Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist.

dahal

  • Aldatmak, mekretmek.

dahl

  • Az miktar su.

dahr

  • Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma.

dahs

  • Ayağıyla tepinmek.

dahv

  • Atmak, ramy.

daib / dâib

  • Âdet ve usulünde devam eden.

daibeyn / dâibeyn

  • Âdet ve usulünde devam eden iki şey.

dail

  • Arık, zayıf, küçük hacimli.

dair / دائر

  • Alâkalı.

daire-i adliye

  • Adliye dairesi.

daire-i ahiret / daire-i âhiret

  • Âhiret âlemi.

daire-i akıl

  • Akıl alanı.

daire-i askeriye

  • Askerlik dairesi.

daire-i ehadiyet

  • Allah'ın birlik dairesi.
  • Allah'ın ehadiyetle tecelli ettiği dâire.

daire-i esma ve sıfat / daire-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellî dairesi.

daire-i kudret

  • Allah'ın sonsuz güç ve iktidarının hâkim olduğu daire.

daire-i meşiet ve irade

  • Allah'ın istek ve iradesinin yansıdığı daire, alan.

daire-i şeriat

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire.

daiye / dâiye

  • Arzu, hırs, gerektirici sebep.

dal

  • Arap alfabesinin sekizinci harfi.

dalal-i mubin / dalâl-i mubîn

  • Apaçık sapıklık.

dall

  • Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.

dalle / dâlle

  • Âdet hâlinin kaç gün olduğunu unutan veya kaç gün olduğunu bilip ayın başında mı, ortasında mı, sonunda mı olduğunu kestiremeyen kadın.

dan

  • Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan : Mangal. Cüz-dan : Cüz kabı, çanta.

danayi / dânâyî

  • Âlimlik, bilicilik. (Farsça)

dang / dâng / دانگ

  • Altıdabirlik dirhem. (Farsça)

daniş-ger / dâniş-ger

  • Alim, bilgin. (Farsça)

danişi / danişî

  • Alim, bilgin, bilgili.

dar-ı ahiret / dâr-ı âhiret / داَرِ اَخِرَتْ

  • Âhiret yurdu.
  • Ahiret yurdu.

dar-ı beka / dâr-ı beka / dâr-ı bekâ / دار بقا

  • Âhiret. Bâki olan yer. (Farsça)
  • Ahiret.

dar-ı elem / dâr-ı elem / دَارِ اَلَمْ

  • Acı yeri.

dar-ı ridde / dâr-ı ridde

  • Aslında Müslim iken sonradan irtidâd eden veya bir zaman İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted olan şahısların hâkim bulundukları yer.

dar-ı uhra / dâr-ı uhra / dâr-ı uhrâ

  • Ahiret yurdu.
  • Âhiret yurdu.

dar-ül-beka / dâr-ül-bekâ

  • Ahiret, sonsuz kalınacak yer.

daravet

  • Adet, alışıklık, alışkanlık.

darb-ı mesel / ضرب مثل / ضَرْبِ مَثَلْ

  • Ata sözü.
  • Atasözü.
  • Atasözü.

darbe-i azab / darbe-i azâb

  • Azap darbesi, azap verici vuruş.

darbımesel / ضرب مثل

  • Atasözü.
  • Atasözü.
  • Atasözü. (Arapça - Farsça)

dari / darî / dâri

  • Acı ve dikenli bir ağaç.
  • Acı bir bitki.

dari'

  • Adımı geniş olan kişi.

darice

  • Ay ve güneş ağılı. (Farsçada "hâle" denir.)

darrab

  • Akça kesici, dârp edici, para basan.

darü'l-kudret / dârü'l-kudret

  • Allah'ın güç, kuvvet ve iktidarının doğrudan yansıdığı yer, âhiret.

darülikab / dârülikab

  • Azap yeri, cehennem.

dasitane-i aşk / dâsitâne-i aşk

  • Aşk hikâyesi ve destanı.
  • Aşk destanı.

daü'l-cu / dâü'l-cû

  • Açlık illeti, hastalığı.

dava vekaleti / dâvâ vekâleti

  • Avukatlık.

dava vekili / dâvâ vekili

  • Avukat, sözcü.

dava-yı şirk / dâvâ-yı şirk

  • Allah'a ortak koşma iddiasında bulunma.

dayin / dâyin / داین

  • Alacaklı. (Arapça)

de'lan

  • Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.

de'v

  • Aldatmak, hud'a.

dececan

  • Ağırca, yab yab yürümek.

decucat

  • Ayakları kısacık dişi deve.

deeb

  • Âdet, usul, kaide, an'ane.

def-i cu' / def-i cû'

  • Açlığı gidermek. Birşey yemek.
  • Açlığı giderme.

def-i hacet / def-i hâcet

  • Abdest bozmak.

defenni

  • Alaca renkli bir cins elbise.

defk

  • Atmak. Dökmek.

defter-i a'mal / defter-i a'mâl / defter-i â'mâl / دَفْتَرِ اَعْمَالْ

  • Amel defteri, insanların dünyadaki hayır ve kötülüklerin kaydedildiği defter.
  • Amellerin kaydedildiği defter.
  • Amellerin (yazıldığı) defter.

defter-i amal / defter-i amâl

  • Amel defteri.

defter-i kudret-i ilahiye / defter-i kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudret defteri.

deha-yı askeri / dehâ-yı askerî

  • Askerî dehâ, yüksek zekâ.

dehal

  • Aldatmak, mekir ve hile etmek.

dehan / dehân / دهان

  • Ağız.
  • Ağız. (Farsça)

dehen / دهن

  • Ağız. (Farsça)
  • Ağız. (Farsça)

dehen-şuy

  • Ağız temizleme, ağız yıkama.

dehri / dehrî

  • Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist.

dekaik-i mesail-i fer'iye / dekaik-i mesâil-i fer'iye

  • Ana meselelerin kollarına ve en alt konularına yönelik incelikler.

delail-i afakiye / delail-i âfâkiye

  • Afaka âit deliller. Kâinattaki deliller.

delail-i akliye / delâil-i akliye

  • Aklı ile bulunan deliller. Akla âid deliller.
  • Aklî deliller; akla ve mantığa uygun deliller.

delail-i akliye ve mantıkiye / delâil-i akliye ve mantıkiye

  • Aklî ve mantıkî deliller; akıl ve mantığa uygun deliller.

delail-i nakliye / delâil-i nakliye

  • Âyet ve hadis gibi nakle dayanan deliller.

delail-i tevhid / delâil-i tevhid

  • Allah'ın birliğinin delilleri.

delail-i vahdaniyet / delâil-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğinin delilleri.

delail-i vücub / delâil-i vücub

  • Allah'ın varlığının delilleri.

delail-i zahiriye / delail-i zâhiriye / delâil-i zâhiriye

  • Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.
  • Açıkta olan, görünen deliller.

delailü'l-i'caz / delâilü'l-i'câz

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, Kur'ân-ı Kerim'in edebî yönünü anlattığı bir eseri.

delalet-i akliyye ve mantıkıyye / delâlet-i akliyye ve mantıkıyye

  • Akıl ve mantık yardımıyla, akıl ve mantığın yola göstermesiyle.

deli

  • Aklı olmayan.

deli'

  • Âsan yol, kolay olan yol.

delil-i adalet

  • Adalet delili.

delil-i adli / delil-i adlî

  • Adaletle ilgili delil.

delil-i akli / delil-i aklî

  • Aklî delil.
  • Akıl yolu ile bulunan delil. Nakil yolu ile olmadan, düşünülerek bulunan delil.

delil-i aleni / delil-i alenî

  • Apaçık delil.

delil-i ehadiyet

  • Allah'ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin delili.

delil-i fer'i / delîl-i fer'î

  • Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

delil-i ihtira / delil-i ihtirâ

  • Allah'ın hiç yoktan yaratması delili.

delil-i inayet

  • Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.

delil-i vahdaniyet / delil-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğini ilan eden delil.

delil-i vazıh / delil-i vâzıh

  • Açık delil, anlaşılır delil.

dellal / dellâl

  • Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu.

dellal-ı saltanat-ı rububiyet / dellâl-ı saltanat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye saltanatının ilancısı.

dellal-ı vahdaniyet ve saadet / dellâl-ı vahdâniyet ve saadet

  • Allah'ın birliğine ve mutluluğa çağırıp ilân eden.

dem'a-riz

  • Ağlıyan, gözyaşı döken. (Farsça)

dem-saz

  • Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş. (Farsça)

demdeme-i tesbih

  • Allah'ı tesbih etmenin coşkulu sesleri.

deme

  • Ateş körüğü. (Farsça)

dena'

  • Arkanın yumru olması, kamburluk.

denaet / denâet / دنائت

  • Alçaklık, aşağılık.
  • Alçaklık.
  • Alçaklık. (Arapça)

denaet-karane / denaet-kârâne

  • Alçakçasına, alçakça. (Farsça)

denanet / denânet

  • Alçaklık, zillet.

denaset-i ahlak / denaset-i ahlâk

  • Ahlâk kirliliği, ahlâksızlık.

deni / denî / دنى / دَن۪ي

  • Alçak.
  • Alçak.
  • Alçak.
  • Alçak. (Arapça)
  • Alçak.

deniye

  • Alçak olan.

der tarik-ı acz-mendi / der tarîk-ı acz-mendi

  • Âcizliği kendine meslek edinenin gittiği yol.

derakab / درعقب

  • Ardından, hemen, derhal, hemen ardından. (Farsça - Arapça)

derbeder / دربدر

  • Aylak, avare. (Farsça)

derecat-ı arifin / derecât-ı ârifîn

  • Ariflerin dereceleri.

derecat-ı fehim / derecât-ı fehim

  • Anlayış dereceleri.

derecat-ı kurbiye / derecât-ı kurbiye

  • Allah'a yakınlık dereceleri.

derece-i aşk

  • Aşk derecesi.

derece-i bedahet

  • Apaçıklık derecesi.

derece-i fehim

  • Anlama derecesi.

derece-i fehim ve edeb

  • Anlayış ve edep seviyesi.

derece-i fehim ve zevk

  • Anlama ve zevk etme derecesi.

derece-i fehm

  • Anlayış derecesi.

derece-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme derecesi.

derece-i rububiyette

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi derecesinde.

derece-i tahkik

  • Araştırma ve her şeyin gerçek yüzünü ortaya çıkarma derecesi.

derece-i takva / derece-i takvâ

  • Allah'tan korkma derecesi.

derece-i tavsif

  • Allah'ı vasıflandırma, bildirme derecesi.

dered

  • Ağızda diş olmamak.

derekat / derekât

  • Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.
  • Aşağı mertebeler.

dereke

  • Aşağı derece.

derem

  • Akçe, para. (Farsça)

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

dergah-ı adalet / dergâh-ı adalet

  • Adalet kapısı.

dergah-ı hüda / dergâh-ı hüdâ

  • Allah'ın yüce katı.

dergah-ı ilahi / dergâh-ı ilahî / دَرْكَاهِ اِلَهِي

  • Allah'a müracaat kapısı.

dergah-ı ilahiye / dergâh-ı ilâhîye / دَرْگَاهِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın yüce katı.
  • Allah'a müracaat kapısı.

dergah-ı rahmet / dergâh-ı rahmet

  • Allah'ın rahmet kapısı.

dergah-ı uluhiyet / dergâh-ı ulûhiyet

  • Allah'ın yüce katı.

deriyye

  • Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.

derk / دَرْكْ

  • Anlama, algılama.
  • Anlama, kavrama.
  • Anlama.

derk etme

  • Algılama, kavrama.

derk etmek

  • Anlamak.

derkenar

  • Açıklama, dipnot.

derketmek

  • Anlamak, kavramak.

dermeyan etmek

  • Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.

derpey

  • Ardı sıra.

derrak / derrâk / دراک

  • Anlayışlı. (Arapça)

ders-i ilham

  • Allah tarafından kalbe gönderilen ders.

ders-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme dersi.

ders-i tevhid

  • Allah'ın varlık ve birliğinden bahseden ders.

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

derya-yı ebyaz

  • Akdeniz.

derya-yı umman

  • Açık deniz. Umman Denizi. Okyanus.

deryab

  • Akıllı, anlayışlı, müdrik. (Farsça)

desatir-i akliye / desâtir-i akliye

  • Aklın düsturları, prensipleri.

desatir-i ilm-i ilahi / desâtir-i ilm-i ilâhî

  • Allah'ın ilminin düsturları, prensipleri.

desisekarane / desisekârâne

  • Aldatırcasına, hile yaparak.

dest-güşa

  • Avuç açan el açan. (Farsça)

dest-i kudret

  • Allah'ın kudret eli.

dest-i kudret-i ilahi / dest-i kudret-i ilâhî

  • Allah'ın sonsuz kudret eli.

dest-i tasarruf-u kudret

  • Allah'ın herşeyi dilediği gibi kullanan ve yöneten kudret eli.

dest-muze

  • Armağan, hediye. (Farsça)

destgah-ı kudret / destgâh-ı kudret

  • Allah'ın kudret eli, kudret tasarrufu.

dev-i acib-i cehennem / dev-i acîb-i cehennem

  • Acayip ve dehşet veren cehennem devi.

devair-i adliye / devâir-i adliye

  • Adliye daireleri.

devair-i askeriye / devâir-i askeriye

  • Askerî daireler.
  • Askerî daireler.

devair-i saltanat-ı ilahiye / devâir-i saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanat daireleri.

deydenet

  • Âdet, usul.

deyyan / deyyân

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.

didar-ı mevla / dîdar-ı mevlâ

  • Allah'ın cennetliklere cemâlini göstermesi, görünmesi.

difla

  • Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne.

difnas

  • Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes)

dıkis / dıkîs

  • Akılsız kadın.

dil-i pür-ateş / dil-i pür-âteş

  • Ateşli gönül.

dilhas

  • Arslan. Çeri kimse.

din

  • Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

dindaş

  • Aynı dinden olan.

dıraht

  • Ağaç. Şecer. (Farsça)

diraht / درخت

  • Ağaç. Şecer. (Farsça)
  • Ağaç. (Farsça)

dirdim

  • Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve.

direfş

  • Alem, bayrak, sancak. (Farsça)

dirkite

  • Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.)

dırr

  • Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek.

divan

  • Arap şiiri, Divan-ı Arab, Arab'ın şiir külliyatı.

divan-ı adalet

  • Adalet divanı, adalet dairesi.

divan-ı harp

  • Askerî mahkeme.

divan-ı ilahi / divan-ı ilâhî

  • Âhiretteki hesap günü. Haşirde muhasebe günü.

divane / divâne / dîvâne

  • Aklı tam olmayan, kaçık.
  • Akılsız, deli.

divanece / dîvânece

  • Akılsızca, delice.

divanıharb / divânıharb

  • Askeri mahkeme.

divek

  • Ağaç kurdu, güve. (Farsça)

diyanat / diyânât

  • Allahü teâlâ ile kul arasında olan işler, ibâdetler. Teklik şekli, diyânettir.

diyanet / diyânet

  • Allahü teâlâ ile kul arasındaki dînî iş, ibâdet.

diyanet ve şeriat-ı islamiye / diyanet ve şeriat-ı islâmiye

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi; İslâmiyet.

dostane / dostâne

  • Arkadaşça.

dü'bus

  • Ahmak.

dua / duâ

  • Allah'a yalvarma.
  • Allaha yalvarma, yakarış, isteme, dileme.

dua-i mağfiret

  • Allah'ın bağışlaması için yapılan dua.

dübb / دب

  • Ayı.
  • Ayı. (Arapça)

dug

  • Ayran. (Farsça)

duğ / dûğ / دوغ

  • Ayran. (Farsça)

duga

  • Akılsız kadın.

dugaga

  • Ahmak, akılsız kişi.

duhan-ı ateş

  • Ateşin dumanı.

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

dühat

  • Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.

dümuk

  • Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek.

dun / dûn

  • Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda.
  • Aşağı.
  • Aşağı.

dunperver / dûnperver / دون پرور

  • Aşağılık kimseleri koruyan. (Arapça - Farsça)

dünya hayatı / dünyâ hayâtı

  • Âhiretten önceki hayat.

dünya-yı deniyye

  • Alçak, değersiz dünya.

dürc-i zer

  • Altın kutusu.

dürer-i semavi / dürer-i semavî

  • Aslı vahiy ile gelen, parlak hakikatlı mânalar. Semâvi inciler.

durub-i emsal / durûb-i emsâl / ضروب امثال

  • Atasözleri. (Arapça - Farsça)

durub-u emsal / durub-u emsâl / ضروب امثال

  • Atasözleri.
  • Atasözleri.

durubuemsal / durûbuemsâl

  • Atasözleri.

düsse

  • Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun.

düstur / düstûr / دُسْتُورْ

  • Ana kaide.

düstur-u adalet / düstur-u adâlet

  • Adalet prensipleri.

düstur-u adilane / düstur-u âdilâne

  • Adaletli düstur, kanun, yasa.

düstur-u rahmani / düstur-u rahmânî

  • Allah'a ait nizam, kural.

düvel-i mü'telife

  • Anlaşmış devletler. Birinci Cihan Harbinde: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya.

düvuk

  • Ahmaklık, hamâkat.

e'rac

  • Anadan doğma topal, aksak.

eazım-ı müçtehidin / eâzım-ı müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere, diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan büyük İslâm âlimleri.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),
  • Arap harflerinin herbirisine rakam değeri verilerek yapılan yorum.
  • Arap harflerinin diziliş sırası, bu harflerin rakam olarak değerlerinden yola çıkılarak yapılan hesap.

ebced hesabı

  • Arapça harflerin sayı değerlerine göre tarih düşürme işlemi.

ebeden / ابدا

  • Asla, hiçbir zaman. (Arapça)

ebeveyn / ابوین / اَبَوَيْنْ

  • Ana ile baba. (Eb ile ümm.)
  • Anne-baba.
  • Ana-baba.
  • Ana ile baba.
  • Anababa. (Arapça)
  • Ana-baba.

ebka

  • Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ)

ebka'

  • Alaca karga.

eblak / ابلق

  • Alacalı. (Arapça)

ebleh / اَبْلَهْ

  • Ahmak. Bön. Budala.
  • Ahmak, akılsız.
  • Aklı az, anlayışı kıt, ahmak.
  • Alık, budala.
  • Ahmak.

eblehane / eblehâne

  • Alıkça, budalaca.
  • Ahmakçasına.
  • Ahmakçasına. Eblehçesine. (Farsça)

eblehce

  • Aptalca, ahmakça.

eblehçe

  • Ahmakça.

eblehi / eblehî

  • Ahmaklık, saflık, bönlük. (Farsça)

eblehiyyet

  • Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık.

eblehlik

  • Ahmaklık, aptallık.

eblek

  • Alacalı renk. (Farsça)

ebna-i adem / ebnâ-i âdem

  • Adem oğulları. İnsanlar.

ebna-üd dehaliz / ebnâ-üd dehaliz

  • Anası babası belli olmayıp etrafa atılmış, sokağa bırakılmış çocuklar.

ebnayıcins / ebnâyıcins

  • Aynı türden olanlar.

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ebu humeyd

  • Ayı denilen canavar.

ebu said-il hudri / ebu said-il hudrî

  • Ashab-ı Kirâmın en mümtazlarından ve Ensardandır. 1170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uzun müddet fetva vazifesinde bulunmuş, Hicri 72'de 86 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)

ebu talha zeyd bin sehl

  • Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.)

ebu-l fadl

  • Altun.

ebu-l haris

  • Arslan.

ebülbeşer / ابوالبشر

  • Âdem. (Arapça)

ebyaz / اَبْيَضْ

  • Ak, beyaz.

ecbe

  • Alnı geniş olan adam.

ecdad / ecdâd / اجداد

  • Atalar, cedler.
  • Atalar, dedeler.
  • Atalar, cedler. (Arapça)

ecel-i alem / ecel-i âlem

  • Âlemin eceli, ölümü.

ecel-i fıtri / ecel-i fıtrî

  • Allah tarafından belirlenmiş ölüm anı.

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Allah'ın tarafından takdir edilen şeylerin gerçekleşme vakti.

ecel-i müsemma / ecel-i müsemmâ

  • Allah'ın takdir ettiği ölüm.
  • Allah tarafından tayin edilmiş ömrün sonunda gelen ecel.

ecel-i na-gehan / ecel-i nâ-gehan

  • Ansızın gelen ecel. Birdenbire âni ölüm, vefat.

echeliyet

  • Aşırı bilgisizlik.

ecic

  • Ateş parlaması.

ecnebi ve acemi huruf / ecnebî ve acemî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan Lâtin harfleri.

ecr-i misil

  • Âdil iki ehl-i vükûfun (bilir kişinin) takdîr ettikleri ücret.

ecsam-ı sakile / ecsâm-ı sakîle

  • Ağır cisimler.
  • Ağır cisimler.

ecza-i asliye / eczâ-i asliye

  • Asıl parçalar, bölümler.

ecza-yı asliye / eczâ-yı asliye

  • Asıl parçalar; vücuttaki el, ayak, göz gibi.

ecza-yı esasiye

  • Asıl parçalar.

ecza-yı zaide / ecza-yı zâide

  • Asıl olmayan parçalar; bedendeki tırnak ve saç gibi.

eda-i feraiz / eda-i ferâiz

  • Allah'ın (C.C.) farz olarak emrettiklerini yerine getirmek. Farz vazifelerini ifa etmek.

edamallah / edâmallah

  • Allah (C.C.) dâimî eylesin (mealinde duâ.)

edbar-üs sücud

  • Akşam namazından sonra kılınan iki rek'at nafile namaz.

edebiyat-ı arabiye

  • Arap Edebiyatı.

edevat / edevât / ادوات

  • Araçlar, gereçler.
  • Âletler.
  • Avadanlık, araçlar, aletler. (Arapça)

edille-i akliye

  • Akıl ile bulunan isbat vâsıtaları, akli deliler.

edille-i akliyye

  • Aklî deliller.

ediyye

  • Az, kalil.

edsak

  • Ağzı büyük olan adam.

edv

  • Aldatmak, hud'a.

edyan-ı münzele / edyân-ı münzele

  • Allah tarafından gösterilen dinler.

edyan-ı semaviye

  • Allah tarafından gönderilmiş hak dinler.

ef'al-i ilahiyye / ef'âl-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın işleri.

ef'al-i rububiyet / ef'âl-i rububiyet

  • Allah'ın Rab isminin tecellisine ait fiiller.

ef'al-i uhreviye / ef'âl-i uhreviye

  • Âhirete ait işler.

efazıl-ı ukala / efâzıl-ı ukalâ

  • Akıllıların en ileri gelenleri.

efgan

  • Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat. (Farsça)

efham / efhâm

  • Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
  • Anlayışlar, idrakler.
  • Anlamalar, en iyi anlayan.

efhem

  • Anlayışlı, kolay anlayan.

efkar-ı batıla / efkâr-ı batıla

  • Asılsız, boş düşünceler.

efkar-ı ulema / efkâr-ı ulema

  • Âlimlerin fikirleri, düşünceleri.

efrad-ı aile

  • Aile fertleri.

efrad-ı aşiret

  • Aşiretin fertleri, bireyleri.

efrez

  • Arkası kambur gibi olan (adam.)

efsun / افسون

  • Afsun, büyü. (Farsça)

efvag

  • Ağzı büyük olan adam.

efvah / efvâh / افواه

  • Ağızlar. (Arapça)

efvah-ı nariyye / efvah-ı nâriyye

  • Ateşli silâhlar. (Top, tüfek gibi.)

efvahi / efvahî

  • Avam sözü, halk kelâmı, ehemmiyetsiz. (Farsça)

efveh

  • Ağzı büyük ve ön dişleri uzun olan adam.

efyun / efyûn / افيون

  • Afyon. (Farsça)

efyun-keş

  • Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi. (Farsça)

efzar / efzâr / افزار

  • Alet, araç gereç. (Farsça)

efzayiş / efzâyiş / افزایش

  • Artma, çoğalma, tezayüd, tekessür. (Farsça)
  • Artış. (Farsça)

ehad

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.

ehadiyet / اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın bütün esması ile her bir varlıkta isimlerinin yansıması.
  • Allahın her bir eserindeki birlik tecellisi.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.

ehadiyet-i zat-ı ilahiye / ehadiyet-i zât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Zâtının birliği.

ehadiyet-i zatiye / ehadiyet-i zâtiye

  • Allah'ın Zâtına ait birlik.

ehali / ehâlî / اهالى

  • Ahali, halk. (Arapça)

ehasin-i ahlak / ehasin-i ahlâk

  • Ahlâkın en iyisi, en güzeli. Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ahlâkı gibi olan ahlâk.

ehass-ı emel

  • Arzu ve emellerin en özeli.

ehbar / ehbâr

  • Âlimler.

ehibba / ehibbâ

  • Ahbaplar, sevilenler.

ehl-i adalet

  • Adaletle davranan kimseler.

ehl-i ahiret / ehl-i âhiret

  • Âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler.

ehl-i akıl

  • Akıl sahipleri.

ehl-i akıl ve tahkik / ehl-i akıl ve tahkîk / اَهْلِ عَقِلْ وَ تَحْق۪يقْ

  • Araştırmacı âlimler.

ehl-i akıl ve vicdan

  • Akıl ve vicdan sahibi kimseler.

ehl-i alem / ehl-i âlem

  • Âlemin ehli olan insanlar.

ehl-i azap

  • Azap ehli, azaba uğrayanlar.

ehl-i dünya / ehl-i dünyâ

  • Âhireti unutup, dünyâya sarılanlar. Dünyâya düşkün olanlar.

ehl-i gaflet

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan kimseler.

ehl-i gaflet ve dalalet / ehl-i gaflet ve dalâlet

  • Âhirete ve Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız ve hak yoldan sapmış kimseler.

ehl-i ibadet

  • Allah'a ibadet edenler.

ehl-i ilm

  • Âlimler.

ehl-i iman / ehl-i îmân

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve hakikat

  • Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan ve Kur'ân'a tâbi olan kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve irfan

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan kimseler ve ilim sahipleri.

ehl-i iman ve islam / ehl-i iman ve islâm

  • Allah'a inanan ve İslâma tâbi olanlar, mü'min ve Müslümanlar.

ehl-i iman ve salahat / ehl-i iman ve salâhat

  • Allah'a ve iman esaslarına inanan takva sahipleri, sâlih kimseler.

ehl-i iman ve takva / ehl-i iman ve takvâ

  • Allah'a inanıp Onun emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i iman ve tevhid

  • Allah'a ve Allah'tan gelen herşeye inanan ve bunu ilân eden kimseler, mü'minler.

ehl-i iman ve'l-kur'an / ehl-i iman ve'l-kur'ân

  • Allah'a ve Kur'ân'a inanıp emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i inkar / ehl-i inkâr

  • Allah'ın bildirdiği şeyleri inkâr edenler.

ehl-i isyan

  • Allah'a karşı isyan eden kimseler.

ehl-i kanaat

  • Allah'ın verdiği rızka razı olup onunla yetinenler.

ehl-i keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hâl ve hareketler gösteren kimseler.

ehl-i keşif ve keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i kitap

  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar.

ehl-i kıyam

  • Ayaklananlar, ihtilal girişiminde bulunanlar, isyan edenler.

ehl-i ma'rifet / اَهْلِ مَعْرِفَتْ

  • Allah'ı kamil bir imanla tanıyanlar.

ehl-i marifet / ehl-i mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler.

ehl-i memleket

  • Aynı memleketten, hemşehri.

ehl-i riyazat / ehl-i riyâzât

  • Az gıda ile nefsin heveslerini kırıp, ilim ve ibâdetle meşgul olanlar.

ehl-i sevap

  • Allah tarafından mükâfata lâyık görülenler.

ehl-i şevk

  • Arzu, istek ve neşe sahipleri.

ehl-i şirk / اَهْلِ شِرْكْ

  • Allah'a ortak koşanlar.
  • Allaha ortak koşanlar.

ehl-i şirk ve dalalet / ehl-i şirk ve dalâlet / اَهْلِ شِرْكْ وَ ضَلَالَتْ

  • Allah'a ortak koşanlar ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler.
  • Allaha ortak koşanlar ve haktan sapanlar.

ehl-i şirk ve tuğyan

  • Allah'a ortak koşanlar, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gidenler.

ehl-i taat ve ibadet

  • Allah'ın emirlerini yerine getirenler ve ibadete düşkün olanlar.

ehl-i tahkik / ehl-i tahkîk / اَهْلِ تَحْق۪يقْ

  • Araştırmacı âlimler.

ehl-i takva ve salahat / ehl-i takvâ ve salâhat

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan ve dindarlıkta çok ileri olan kimseler.

ehl-i takva ve vicdan / ehl-i takvâ ve vicdan

  • Allah'tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri.

ehl-i teslis / ehl-i teslîs / اَهْلِ تَثْلِيثْ

  • Allah'ı baba, oğul ve mukaddes ruh diye üçlü unsur olarak kabul eden Hıristiyanlar.
  • Allah üçtür diyen Hristiyanlar.

ehl-i tevekkül

  • Allah'a tevekkül içinde olanlar.

ehl-i tevhid / ehl-i tevhîd / اَهْلِ تَوْح۪يدْ

  • Allah'ın birliğine ve herşeyin Ondan geldiğine iman edenler.
  • Allahı birleyenler.

ehl-i tuğyan / ehl-i tuğyân / اَهْلِ طُغْيَانْ

  • Azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler.
  • Azgınlar.

ehl-i ukul / ehl-i ukûl

  • Akıllılar, akıl sâhibleri.
  • Akıllılar, akıl sahipleri.

ehl-i vahdetü'l-vücud

  • Allah'tan başka varlık olmadığı, herşeyin Allah'ın tecellîsi olduğunu kabul edenler.

ehl-i zahir / ehl-i zâhir

  • Âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, şeklî mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler.

ehl-i zevk

  • Allah'a yakınlıkla ve uyanık kalple iman eden ve Kur'ân hakikatlerinden zevk alanlar.

ehl-i zikir

  • Allah'ı sürekli olarak zikredenler, ananlar.

ehli / ehlî

  • Alışık olan, evcil.

ehlişirk

  • Allaha ortak koşanlar.

ehlitakva

  • Allahtan korkup günahtan sakınan kimseler.

ehlitevhid

  • Allahın birliğine inananlar.

ehlullah / ehlullâh

  • Allah adamı, evliya, ermiş.
  • Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
  • Allah dostları.
  • Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar.
  • Allah'a itaat eden, Allah'ın sevdiği kimse, velî.

ehriman

  • Ateşe tapanların kötülük tanrısı.

ehülacaib / ehülacâib

  • Acayip şeylerin kardeşi.

ehvek

  • Ahmak kimse.

ejir

  • Akıllı, uyanık, açık göz. (Farsça)

ekall

  • Az bir oran ve miktar.

ekall-i kalil / ekall-i kalîl

  • Azın azı, pek az, en az.
  • Azın en azı, büyük azınlık.

ekalliyet / اقليت / اَقَلِّيَتْ

  • Azınlık.
  • Azınlık, azlık.
  • Azlık, azınlık.
  • Azınlık. (Arapça)
  • Azınlık.

ekalliyet-i müsrife

  • Azınlıkta olan israfçılar, israfçı azınlık.

ekanim / ekânim

  • Asıllar, rükünler.

ekarib

  • Akrabalar. Yakın hısımlar.

ekbes

  • Alnı yumru ve başı büyük kimse.

ekinoks

  • Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu. (Fransızca)

ekmel-i ahirzaman

  • Âhirzamanın en mükemmeli.

ekseh

  • Aksak kimse.

ekser-i hükema

  • Aklı temel alan bilginlerin, filozofların çoğunluğu.

el'iyazü billah / el'iyâzü billâh

  • Allah korusun.

el-aceb

  • Acayip, Şaşılacak şey. Tuhaf şey.

el-aman / el-amân

  • Aman diliyorum!

el-aman-guyem / el-aman-gûyem

  • Aman diliyorum.

el-buğzu fillah

  • Allah için nefret ve düşmanlık beslemek.
  • Allah için buğzetmek. Bütün şiddet, adavet ve düşmanlık Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) rızası dairesindedir. İhlâsı kıracak, hissî hareketten sakınmaktır.

el-hubbu fi'llah

  • Allah için sevmek; sevgi Allah içindir.

el-hubbu fillah / el-hubbu fillâh / el-hûbbu fillah

  • Allah için sevme.
  • Allah için sevmek.

el-hubbu fillah muhibb-i muhlis / el-hubbu fillâh muhibb-i muhlis

  • Allah için, hâlis ve samimî bir şekilde seven.

el-iyazü billah / el-iyâzü billâh

  • Allah korusun, Allah'a sığınırım.

el-iyazü-billah

  • Allah'a sığınır, Allah'a iltica ederiz. Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâ).

el-macid

  • Allah (C.C.)

el-vehhab

  • Allah (C.C.)

ela / elâ

  • Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, makamlarında.
  • Arapça'da başlama ve tenbih edatı, "öyle değil mi?", "dikkat ediniz" gibi anlamlara gelir.

elaman / الامان

  • Aman dileme, imdat, yardım (Arapça)

elektrik-i nevvare

  • Aydınlatan elektrik.

elem / الم / اَلَمْ

  • Ağrı. Acı. Keder. Sancı. Dert. Gam. Kaygı.
  • Acı, keder, sıkıntı.
  • Acı.
  • Acı, üzüntü. (Arapça)
  • Acı.

elem-zede

  • Acılı. Kederli. Dertli. (Farsça)

elemkarane / elemkârâne

  • Acı duyarak, üzüntülü bir şekilde.
  • Acılı bir biçimde.

elemli

  • Acı veren, üzücü.

elemnak / elemnâk

  • Acı verici, acılı.

elest günü

  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb ve rdikleri gün, zaman.

elf

  • Arapça "bin".

elf'

  • Arapça 1000 (bin).

elfaz-ı tahmidiye / elfâz-ı tahmidiye

  • Allah'ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler.

elfirak

  • Ayrılma, ayrılık sözü.

elhamdülillah / elhamdülillâh

  • Allaha hamdolsun.

elhubbu-lillah

  • Allah için sevmek. Muhabbet, dostluk, sevgi sırf Allah içindir. Hoş geçim, insanlara olan muhabbet Cenab-ı Hakk'ın rızası içindir.

elhüccetü'z-zehra / elhüccetü'z-zehrâ

  • Ay gibi parlak mânâsında On Beşinci Şuâın adı.

elif / elîf

  • Alışan, alışkın.

elif-lam / elif-lâm

  • Arap alfabesinde yer alan iki harf ve kelimelerin başına konan bir takı.

elifba / elifbâ / الفبا

  • Arap dilinin seslerini ve yazı sistemini gösteren harfler dizisi, Arap alfabesi.
  • Alfabe. (Arapça)

elim / elîm / اليم / اَل۪يمْ

  • Acıklı, üzücü.
  • Acı veren, acılı.
  • Acı veren.
  • Acı, acıklı. (Arapça)
  • Acı veren.

elimane / elîmâne

  • Acılı biçimde.
  • Acı çektiren, elem veren.

elime / elîme / اليمه

  • Acılı hâl.
  • Acı, acıklı. (Arapça)

eliyazübillah / elîyâzübillâh

  • Allaha sığınırız.

eltaf-ı ilahiye / eltâf-ı ilâhiye

  • Allah'ın lütufları, ikramları.

eltaf-ı rabbaniye / eltâf-ı rabbaniye

  • Allah'ın lütufları, ikramları.

elvah-ı alem / elvah-ı âlem / elvâh-ı âlem

  • Âlemin görünüşü, manzara ve levhaları.
  • Âlemin levhaları.

elveda

  • Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir).

eman / emân / امان

  • Aman dileme. (Arapça)

emanetullah / emânetullah

  • Allah'ın emâneti.

emare

  • Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.

emare-i tevfik-i ilahi / emâre-i tevfik-i ilâhî

  • Allah tarafından gönderilen yardımın işareti.

emaret / emâret

  • Amirlik, yöneticilik.

emel / امل / اَمَلْ

  • Arzû, hırs, tamah.Çalış ibâdet et bırak emeli, Son nefese kadar bırakma ameli.
  • Arzu, istek, gaye.
  • Arzu. (Arapça)
  • Arzu.

emel-i acizane / emel-i âcizane

  • Âcizane ümit; bu âcizin emeli.

emir ve irade

  • Allah'ın yaratılışa dair emir ve dilemeleri.

emir ve izn-i ilahi / emir ve izn-i ilâhî

  • Allah'ın emri ve izni.

emir ve nehy

  • Allah'ın emir ve yasakları.

emir ve nehy-i ilahi / emir ve nehy-i ilâhî

  • Allah'ın emretmesi ve yasaklaması.

emir-ül ma'

  • Amiral. Deniz kuvvetlerinde albaydan büyük rütbede bulunan subaylar.

emirkulu

  • Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse.

emirname

  • Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı. (Farsça)

emirname-i arifane / emirnâme-i ârifâne

  • Ârif olana, bilene yakışır biçimde olan emir yazısı.

emles

  • Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan.

emr-i biemani / emr-i bîemânî

  • Amansız, acımasız emir.

emr-i hak

  • Allah'ın emri.

emr-i ilahi / emr-i ilahî / emr-i ilâhî

  • Allah'ın emri. Mc: Ölüm.
  • Allah'ın emri.

emr-i ilahiye / emr-i ilâhiye

  • Allah'ın emri.

emr-i teklifi / emr-i teklîfî

  • Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.

emr-i tekvini / emr-i tekvînî

  • Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.

emraz-ı akliye

  • Akıl hastalıkları.

emre

  • Ak gözlü, beyaz gözlü.

emumiyye

  • Analık.

emval-i uhrevi / emvâl-i uhrevî

  • Âhirete ait mallar.

emval-i uhreviye / emvâl-i uhreviye

  • Âhirete ait mallar; sevaplar.

enaet

  • Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.

enbar / enbâr / انبار

  • Ambar. (Farsça)

enberut

  • Armut. (Farsça)

enbür

  • Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet. (Farsça)

enbuzen

  • Asıl, esas, madde. (Farsça)

encümen-i daniş / encümen-i dâniş

  • Akademi. İlim encümeni.

endaht

  • Atmak, silâh boşaltmak.

endaht edilen

  • Atılan, silâh boşaltılan.

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)

endek / اندک

  • Az. (Farsça)

enderü'l-vuku / enderü'l-vukû / اندرالوقوع

  • Az rastlanır. (Arapça)

enin

  • Acı ve sızıdan inleyiş.

enise

  • Ateş, nar, od.

enteresan

  • Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat. (Fransızca)

enva-ı şirk / envâ-ı şirk

  • Allah'a ortak koşma türleri.

enva-ı tesbihat-ı rabbaniye / envâ-ı tesbihat-ı rabbâniye

  • Allah'ı tesbih etmenin çeşitleri.

envar-ı kudsiye-i esma / envâr-ı kudsiye-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin mukaddes nurları.

envar-ı kudsiye-i esmaiye / envâr-ı kudsiye-i esmâiye

  • Allah'ın isimlerinin mukaddes nurları.

envar-ı marifetullah / envâr-ı mârifetullah

  • Allah'ı bilmenin ve tanımanın nurları.

envar-ı sitte / envâr-ı sitte

  • Altı nur, ışık.

envar-ı tevfik-i ilahi / envâr-ı tevfik-i ilâhî

  • Allah'ın yardımı ve başarıya ulaştırmasındaki nurlar.

envar-ı tevhid / envâr-ı tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren nurlar, ışıklar.

erabet

  • Akıllı, zeyrek ve uslu olma.

erak ağacı

  • Arabistan'da yetişen, dallarından, diş temizliğinde faydalanılan, bir karış uzunluğunda, misvâk denilen parçaların yapıldığı ağaç.

erazi / erâzî / اراضى

  • Arazi. (Arapça)

erbab-ı denaet / erbab-ı denâet / erbâb-ı denâet / اَرْبَابِ دَنَائَتْ

  • Alçak ve rezil kimseler.
  • Alçak ve rezil kimseler.
  • Alçak kimseler.

erbaş

  • Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.

erciye

  • Arkaya, sonraya bırakılan şey.

erda

  • Ağaç kurdu.

eriş / ارش

  • Arşın. (Farsça)

erkan-ı alem / erkân-ı âlem / اَرْكَانِ عَالَمْ

  • Âlemin temel esasları.

erkan-ı harp / erkân-ı harp

  • Askerlik ilminde uzman kimse, kurmay.

erkan-ı sitte / erkân-ı sitte

  • Altı esas, şart.

ermagan

  • Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye. (Farsça)

ermeda

  • Ateş külü.

ermeğan / ermeğân / ارمغان

  • Armağan. (Farsça)

ervah-ı safile / ervâh-ı sâfile / اَرْوَاحِ سَافِلَه

  • Alçak ruhlar.
  • Alçak, aşağılık ruhlar.

erzak-ı askeriyye

  • Askere verilen erzak.

es'adekallah / es'adekâllah

  • Allah seni mesut etsin, mutlu kılsın.

es'ile-i sitte

  • Altı sual.

esa'

  • Atmak.

esabi-ül kadem

  • Ayak parmakları.

esadekümullah / esâdekümullah

  • Allah saadet versin.

esalib-i arab / esâlîb-i arab

  • Arap edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları.

esalib-i arap / esâlîb-i arap

  • Araplar'ın üslupları; Arap Edebiyatında kullanılan ifade tarzları.

esame

  • Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri.

esas / esâs / اساس

  • Asıl, kök, temel. (Arapça)

esas-ı azimet

  • Azimetin (en üstün hükmün) esası, temeli.

esas-ı bahire / esas-ı bâhire

  • Açık ve âşikâr esas.

esasat / esâsât / اساسات

  • Asıllar, esaslar. (Arapça)

esasen / esâsen / اساسا

  • Aslında. (Arapça)

esasi kanunlar / esasî kanunlar

  • Anayasal kanunlar.

esasiyye

  • Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.

esb / اسب

  • At, beygir, feres.
  • At. (Farsça)

esb-i tazi / esb-i tâzi

  • Arap atı.

esbab-ı adi / esbab-ı âdi

  • Âdi, basit sebepler.

esbab-ı süfliye

  • Aşağı sebepler; yani müsebbebin yanında olan ve onunla beraber görünen sebepler (su ile bitkiler gibi; su sebeptir, onunla bitkilerin yeşermesi ise müsebbebdir.).

esbabperest

  • Allah'ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren.
  • Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.

esbil

  • At hırsızı, at çalan. (Farsça)

esbran

  • At süren, süvâri, at koşturan. (Farsça)

eşcar / eşcâr / اشجار

  • Ağaçlar.
  • Ağaçlar.
  • Ağaçlar. (Arapça)

esdaf-ı ayat / esdâf-ı âyât

  • Ayetlerin sadefleri; inci kabuğu gibi değerli olan mahfazaları.

eşebb

  • Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.

esed / اسد

  • Aslan.
  • Arslan, şir.
  • Arslan.
  • Arslan. (Arapça)

esedullah / esedullâh / اَسَدُ اللّٰهْ

  • Allah'ın arslanı; Hz. Ali'nin (r.a.) bir lâkabı.
  • Allahın aslanı.
  • Allahın arslanı.

esedullahü'l-galib hz. ali (r.a.)

  • Allah'ın güçlü arslanı Hz. Ali.

esef-han

  • Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden. (Farsça)

eser-i acz

  • Acizliğin, çaresizliğin sonucu.

eser-i akıl

  • Akıl eseri, akıl yoluyla yapılmış eser.

eser-i ikram-ı ilahi / eser-i ikram-ı ilâhî

  • Allah'ın ikramının eseri, sonucu.

eser-i in'am / eser-i in'âm

  • Allah'ın nimetlendirmesinin eseri, sonucu.

eser-i inayet / eser-i inâyet

  • Allah'ın yardımının eseri, neticesi.

eser-i inayet ve rahmet / eser-i inâyet ve rahmet

  • Allah'ın özel yardımının ve rahmetinin eseri, sonucu.

eser-i inayet-i rabbaniye / eser-i inâyet-i rabbâniye

  • Allah'ın özel yardım eseri, belirtisi.

eser-i itab

  • Azarlama belirtisi.

eser-i rahmet-i ilahiye / eser-i rahmet-i ilâhiye

  • Allah'ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmetinin eseri.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn / اَسْفَلِ سَافِل۪ينْ

  • Aşağıların en aşağısı.
  • Aşağıların en aşağısı.

esfel-i safilin-i hısset / esfel-i sâfilîn-i hısset

  • Alçaklığın en aşağı derecesi.

esfelisafilin / esfelisâfilîn

  • Aşağıların en aşağısı.

esfeliyyet

  • Aşağılık, âdilik, alçaklık.

esfelü's-safilin / esfelü's-sâfilîn

  • Aşağıların en aşağısı.

eshab / eshâb

  • Arkadaşlar. Sâhib kelimesinin çoğuludur.
  • Peygamber efendimizi görüp îmân eden ve mü'min olarak vefât eden mübârek kimseler.
  • Bir âlimin talebeleri.

eşhas-ı ahirzaman / eşhâs-ı âhirzaman

  • Âhirzamanda geleceği haber verilen şahıslar.

eşhur / eşhûr

  • Aylar.

eşhür / اسهر

  • Aylar. (Arapça)

eşiha

  • At kişnemesi. (Farsça)

esir / esîr

  • Alemi kaplayan incecik madde.
  • Atomların öz maddesi; uzayı dolduran ince madde.

eşk-ver

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

eskal

  • Ağır yükler, ağırlıklar.

eski harf

  • Arap alfabesi.

eslahakallah

  • Allah seni ıslâh etsin.

eslak

  • Ağaç, şecer.

esliha-i nariyye / esliha-i nâriyye

  • Ateşli silâhlar.

esma / esmâ

  • Allah'ın isimleri.
  • Adlar, isimler.

esma'

  • Adlar. Nâmlar. İsimler.

esma-i bakiye / esmâ-i bâkiye

  • Allah'ın devamlı ve kalıcı olan isimleri.

esma-i hüsna / esmâ-i hüsnâ

  • Allah'ın en güzel isimleri.

esma-i ilahi / esmâ-i ilâhî

  • Allah'ın isimleri.

esma-i ilahiye / esma-i ilâhiye

  • Allah'ın isimleri.

esma-i kudsiye / esmâ-i kudsiye

  • Allah'ın kutsal isimleri.

esma-i kudsiye-i ilahiye / esmâ-i kudsiye-i ilâhiye

  • Allah'ın kutsal isimleri; Allah'ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan isimleri.

esma-i mübareke / esmâ-i mübareke

  • Allah'ın mübarek isimleri.

esma-i mütecelliye-i ilahiye / esmâ-i mütecelliye-i ilâhiye

  • Allah'ın sürekli tecellî edici isimleri.

esma-ı sitte

  • Allah'ın altı büyük ismi; Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddüs.

esma-i sitte / esmâ-i sitte

  • Allah'ın altı ismi; Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddüs.

esma-ül hüsna

  • Allah'ın isimleri. Cenab-ı Hakk'ın güzel isim ve sıfatları.

esma-yı ilahiye / esmâ-yı ilâhiye / اَسْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allahın isimleri.

esma-yı kudsiye-i ilahiye / esmâ-yı kudsiye-i ilâhiye / اَسْمَايِ قُدْسِيَۀِ اِلٰهِيَه

  • Allahın mukaddes isimleri.

esmaiye / esmâiye

  • Allah'ın isimleriyle ilgili.

esmaü'-hüsna / esmâü'-hüsnâ

  • Allah'ın güzel isim ve sıfatları.

esmaü'l-hüsna / esmâü'l-hüsnâ

  • Allah'ın sonsuz mükemmellikte ve güzellikte olan isimleri.

esmaül hüsna / اسماء الحسني

  • Allahın güzel isimleri.

esmaülhüsna / esmaülhüsnâ

  • Allahın güzel isimleri.

esna / esnâ

  • Ara. Aralık. Sıra. Vakit. Zaman. Hengâm.
  • Ara, vakit, sıra.

esna-i harb

  • Ask: Savaş anı, harb sırası, ceng zamanı, muharebe esnâsı.

esna-i tesadüm

  • Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası.

eşne

  • Ağaç yosunu.

esrar-ı acibe / esrar-ı acîbe

  • Acaip, tuhaf sırlar.

esrar-ı kitabullah

  • Allah'ın kitabı olan Kur'ân-ı Kerim.

esrar-ı sitte

  • Altı sır.

esrarü'l-belaga / esrarü'l-belâga

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, belâgat hakkında bir eseri.

esrarü'l-belagat / esrarü'l-belâgat

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, belâgat hakkında bir eseri.

essalatü vesselamü aleyke ya resulallah / essalâtü vesselâmü aleyke yâ resulallah

  • Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun ey Allah'ın Resûlü.

esselamü aleyküm / esselâmü aleyküm

  • Allah'ın selâmı üzerinize olsun.

esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü / esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü

  • Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi sizlerin üzerine olsun.

est

  • Ayakları uzun olan.

estağfirullah

  • Allahü teâlâdan hatâ ve kusurlarımı bağışlamasını dilerim, mânâsına; mübârek, kıymetli bir söz.
  • Allah'tan af dilemek.
  • Allah kusurumu affetsin.

eşya-yı seyyale / eşya-yı seyyâle

  • Akıp giden ve sürekli değişen şeyler.

etelan

  • Adım birbirine yakın olmak.

etenan

  • Adım birbirine yakın olmak.

euzü billah / eûzü billâh

  • Allah'a sığınırım.

evahir / evâhir

  • Ahirler, ayın son günleri, sonlar.
  • Âhirler, sonlar.

evamir-i ahlakiye / evamir-i ahlâkiye

  • Ahlâkla ilgili emirler.

evamir-i ilahiye / evâmir-i ilâhiye

  • Allah'ın emirleri.

evamir-i rabbani / evâmir-i rabbânî

  • Allah'ın emirleri.

evamir-i rabbaniye / evâmir-i rabbâniye

  • Allah'ın idare ve terbiyeye dair emirleri.

evamir-i teklifiye / evâmir-i teklifiye

  • Allah'ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler.

evamir-i tekviniye-i ilahiye / evâmir-i tekvîniye-i ilâhiye

  • Allah'ın yaratılışa âit emirleri.

evamir-i teşriiye / evâmir-i teşriiye

  • Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği ve yerine getirilmesini istediği emirler.

evamir-iaşere / evâmir-iaşere

  • Allahü teâlânın Tûr dağında Mûsâ aleyhisselâma bildirdiği on emir. Yahûdîlikte uyulması şart olan on kâide.

evbaş / evbâş / اوباش

  • Ayak takımı, külhanbeyler. (Arapça)

evham-ı faside / evhâm-ı fâside

  • Asılsız, boş kuruntular.

evham-ı seyyie / evhâm-ı seyyie

  • Akla gelen kötü vehim ve kuruntular.

evidda

  • Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar.

evkaş

  • Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.

evliya / evliyâ / اَوْلِيَا

  • Allah dostları.

evliya-i arifin / evliya-i ârifîn

  • Allah'ı hakkıyla bilen evliyâlar.

evliyaullah / evliyâullah

  • Allah'ın sevgili kulları.
  • Allahın velîleri, sevgili kulları.

evre

  • Ahmak kimse.

evşab

  • Aşağılık kimse, âdi ve rezil kişi. Ayak takımı.

evsaf-ı azamet ve celal / evsaf-ı azamet ve celâl

  • Alah'ın haşmet, yücelik ve büyüklüğünü gösteren sıfatlar.

evtad / evtâd

  • Allahü teâlâ tarafından dünyânın nizâmiyle vazîfelendirilen dört büyük zât. Herkes tarafından bilinmedikleri için bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

evtar-ı acile / evtar-ı âcile

  • Acil ihtiyaçlar.

evtas

  • Arap Yarımadasında, Hevâzın ilinde bir derenin ismi olup, Peygamberimizin (A.S.M.) Huneyn Vak'ası bu vâdide vuku bulmuştur.

evvabin namazı / evvâbîn namazı

  • Akşam namazının farzından sonra kılınan altı rek'atlik namaz.

evvel

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Herşeyin başlangıcı olan, varlığından önce yokluk geçmeyen, hiç bir şey yok iken, vâr olan.

evvelahır / evvelâhır / اول آخر

  • Alt tarafı, önü sonu. (Arapça)

eya

  • Acaba mânasına nidâdır. "Hey, ey" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. (Farsça)

eyheman

  • Ateş ve sel.

eyyam-ı bahur

  • Ağustos ayının ilk yedi günü.

eyyam-ı biyd / eyyâm-ı biyd

  • Ayın ışığının en aydınlık olduğu kamerî aylarının 13, 14 ve 15. günleri.

eyyam-ı rabbaniye / eyyâm-ı rabbâniye

  • Allah'ın günleri.

eyyid-allahu mülkehu

  • Allah'ım onun mülkünü devamlı kıl, kuvvet ver (meâlinde duâ.)

ezb

  • Anasından yeni doğmuş hayvan.

ezel sabahı

  • Allah tarafından bütün varlıkların yoktan var edildiği an.

ezeli nutuk / ezelî nutuk

  • Allah'ın ezelî konuşması.

ezhan-ı avam / ezhan-ı avâm

  • Avamın zihinleri; sıradan halkın akılları.

ezrebi / ezrebî

  • Azerbeycan'ın Arapça adı.

fa-yı atıf / fâ-yı atıf

  • Arapçada kelimelerin başına gelen ve baştakî bir ifadeyle bağlantı kurulmasını ifade eden 'fâ' harfi.

faal

  • Aktif, hareketli.

faaliyet-i ilahiye / faaliyet-i ilâhiye

  • Allah'ın varlık âleminde gerçekleştirdiği faaliyetler.

faaliyet-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretiyle ortaya çıkan fiiller, işler.

faaliyet-i rububiyet

  • Allah'ın rububiyet faaliyeti ve icraatı.

facia / fâcia

  • Acıklı olay.

facia-nüvis / fâcia-nüvis

  • Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse. (Farsça)

fagr

  • Açmak.

fahamet / fahâmet

  • Anlayışlılık.

fahh

  • Ağ, kapan, tuzak.

fahhare

  • Ağaç kap.

fahim / fâhim

  • Akıllı. Anlayışlı.
  • Anlayışlı.

fahiş / fâhiş

  • Ahlâksız, aşırı.

fahl

  • Aygır; neslin devamını sağlayan erkek hayvan.

fahr-i alem / fahr-i âlem / فَخْرِ عَالَمْ

  • Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
  • Âlemin kendisi ile iftihâr ettiği Peygamberimiz (asm).

fahrialem / fahriâlem

  • Âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz.

fahrü'l-alemin / fahrü'l-âlemin

  • Âlemlerin övünç kaynağı olan Fahr-i Âlem Hz. Muhammed (a.s.m.).

faide-i uhreviye

  • Ahirete ait faydalar.

faik-ül akran / fâik-ül akrân

  • Akranlarından daha üstün.

fail-i asli / fâil-i aslî

  • Asıl fâil, asıl işi yapan.

fakaka

  • Ahmak adam.

fakat / فقط

  • Ama.
  • Ancak, yalnız. (Arapça)

fakd-ül ahbab

  • Ahbabsızlık, dostsuzluk. Ahbabın bulunmayışı.

fakfaka

  • Ahmak adam.

fakid

  • Az rastlanan şey. Nâdir bulunabilen nesne.

fal

  • Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle gaybdan, gelecekten haber verme işi.

falt

  • Ansızlık.

familya

  • Aile, soy.

fanatik

  • Aşırı taraftar.

fantaziye

  • Aşırı süs ve lüks, yalandan gösteriş.

farabi / farâbî

  • Aristonun tesirinde kalan bir filozof.

farika / fârika

  • Ayırıcı özellik; birbirine benzememe özelliği.
  • Ayırıcı özellik.

farıka / fârıka / فارقه

  • Ayırıcı. (Arapça)

farika / fârika / فَارِقَه

  • Ayırt edici.

faris / fâris / فارس

  • Atlı. (Arapça)

farisi / farisî

  • Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.

fark / فرق

  • Ayrılık, başkalık.
  • Ayrıcalık, ayrılık. (Arapça)

fart / فرط

  • Aşarılık.
  • Aşırı, aşırılık. (Arapça)

fart-ı merbutiyet

  • Aşırı bağlılık.

fart-ı muhabbet

  • Aşırı sevgi, ifrat derecesinde sevme.

fart-ı şefkat

  • Aşırı şefkat ve acıma.

fart-ı zeka / fart-ı zekâ

  • Âdetin üstünde, çok ileri zeki olmak. Emsâli bulunmayan zekâvette oluş.

farz

  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.

faş etme / fâş etme

  • Açığa vurma, yayma.

faşeden / fâşeden

  • Açığa vuran.

fasid akd / fâsid akd

  • Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.

fasid bey' / fâsid bey'

  • Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış.

fasid icare / fâsid icâre

  • Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).

fasid-ül mizac / fâsid-ül mizac

  • Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden.

fasih / fasîh / فَص۪يحْ

  • Açık ve güzel konuşan.

fasık / fâsık

  • Allah'ın emirlerini tanımayan, günah işleyen.
  • Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.

fasık-ı gafil / fâsık-ı gafil

  • Âhiretten ve Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranan günahkâr kimse.

fasık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecâhir

  • Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen; işlediği günah ile övünen.
  • Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)

fasıkımütecahir / fâsıkımütecâhir

  • Açıkça günah işlemekten utanmayan.

fasıl / fâsıl

  • Ara; zaman aralığı.
  • Ayıran, bölen.

fasıla / fâsıla / فَاصِلَه

  • Ara.
  • Ara, durak.
  • Ara.

fasılasız / fâsılasız

  • Aralıksız.
  • Aralıksız.

fasile / fasîle / فصيله

  • Alt grup.
  • Aile. (Arapça)

fatih / fâtih

  • Açan, fetheden.

fatiha / fâtiha / فَاتِحَه

  • Açan, başlangıç.

fatımiler / fâtımîler

  • Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân

fatin-ül asr

  • Asrın en zeki, anlayışlı ve akıllısı.

fatinü'l-asr / fatînü'l-asr

  • Asrın en dâhisi, en akıllısı.

fatinülasr / fâtinülasr

  • Asrın en akıllısı.

fay

  • Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık. (Fransızca)

fayton

  • At ile çekilen binek arabası.

faz

  • Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha. (Fransızca)

fazail-i ahlak / fazail-i ahlâk

  • Ahlâk faziletleri.

fazail-simat

  • Alâmet ve işaretleri faziletten ibaret olan.

fazilet-i a'mal / fazilet-i a'mâl

  • Amellerdeki fazilet, üstünlük.

fazilet-i uhreviye

  • Âhirete ait fazilet, üstünlük.

fazl-ı ilahi / fazl-ı ilâhî / فَضْلِ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın lütfu, ihsânı.
  • Allahın ihsânı.

fe-lillahi'l-hamdu / fe-lillâhi'l-hamdu

  • Allah'a hamd olsun.

fe-sübhanallah

  • Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)

fecaat / fecâat

  • Acıklı durum.

fecet

  • Acıklı hâl.

fedevkes

  • Arslan, esed.

fehim / fehîm / فهيم / فَهِمْ

  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlama.
  • Anlayışlı. (Arapça)
  • Anlama, anlayış.

fehimtü ve sadakte

  • Anladım ve doğru söyledin.

fehm / فهم

  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
  • Anlayış.
  • Anlama. (Arapça)
  • Fehm eylemek: Anlamak. (Arapça)

fehm-i ayet / fehm-i âyet

  • Âyetin anlaşılması, idrak edilmesi.

fehmedilen

  • Anlaşılan.

fehmen

  • Anlama bakımından.

fehmetme

  • Anlama, kavrama.

fehmetmek

  • Anlamak.
  • Anlamak.

feht

  • Ay aydınlığı, ay ışığı.

fehva / fehvâ / فَحْوَا

  • Anlam, ma'nâ, kavram.

fekk

  • Açma, ayırma.

fekk-i rabıta / fekk-i râbıta

  • Alâkayı kesme. Bağı koparma.

felekiyat / felekiyât / فَلَكِيَاتْ

  • Astronomi ilmi.

felekiyyat / felekiyyât / فلكيات

  • Astronomi. (Arapça)

felfak

  • Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı.

felillahilhamd / felillâhilhamd

  • Allaha hamdolsun.

felke

  • Ayın dolunay şekli.

fels

  • Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.

felsefe

  • Akıl yoluyla "niçin" sorusuna cevap arayan ilim.

felsefe ilimleri

  • Aklı esas alan, vahye itimat etmeyen ilimler.

felsefe-i avrupa

  • Avrupa felsefesi.

felsefe-i sakime-i avrupaiye / felsefe-i sakîme-i avrupaiye

  • Avrupa'nın hastalıklı ve karanlık felsefesi.

fem / فم

  • Ağız. Dihen. (Kelimenin aslı: "Feveh" veya "Fâh" dır.)
  • Ağız.
  • Ağız.
  • Ağız. (Arapça)

femi / femî

  • Ağızla alâkalı. Ağıza âit.

fena fillah / fenâ fillâh

  • Allah'ta fâni olmak, bütün benliğini Allah'a verme ve sadece Onu düşünme.

fena fillah makamı / fenâ fillâh makamı

  • Allah'ın varlığında tamamen yok olma makamı, Onun varlığına dalıp kendinden tamamen vazgeçme makamı.

fenafillah / fenâfillâh

  • Allah'a, Onda fâni olacak seviyede bağlanma.

feng

  • Acı hıyar, ebucehil karpuzu. (Farsça)

fenn-i adab / fenn-i âdâb

  • Ahlâk ilmi.

fenn-i askeri / fenn-i askerî

  • Askerlik ilmi.

fenn-i askeriye

  • Askerlik bilimi.

fenn-i menafiü'l-a'za / fenn-i menâfiü'l-a'zâ

  • Anatomi; insan organlarının fonksiyonlarını araştıran ilim.

ferag ü intikal

  • Alım satımda tapu muâmeleleri.

ferah-rev

  • Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen. (Farsça)

feraiz-i ilahiye / ferâiz-i ilâhiye

  • Allah'ın zorunlu kıldığı görevler, farzlar.

feraset / ferâset

  • Anlayış.

ferdiyet / فَرْدِيَتْ

  • Allahın tek olması.

feres / فرس

  • At, kısrak.
  • At. (Arapça)

ferhunde-pay / ferhunde-pây

  • Ayağı uğurlu olan. (Farsça)

feri / ferî

  • Ayrıntılarla ilgili.

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-ül-asr

  • Asrın bir tanesi, zamanın eşsizi.

feriyye

  • Ayrıntılar.

ferman-ı esasi / fermân-ı esasî

  • Asıl, temel ferman, buyruk.

ferman-ı ilahi / ferman-ı ilâhî

  • Allah'ın emir ve buyruğu.
  • Allah buyruğu.
  • Allah'ın fermanı.

ferzah

  • Akrep isimlerinden bir isim.

fesad-ı ahlak / fesad-ı ahlâk

  • Ahlâk bozukluğu.

fesad-ı dimağ

  • Akıl bozukluğu, delilik.

fesahat / fesâhat

  • Açık ve düzgün konuşma.

fesane

  • Asılsız hikâye. Masal. (Farsça)

feşc

  • Ayağını ayırıp apışmak.

fesh

  • Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.

fesübhanallah

  • Allah bütün noksanlıklardan uzaktır.

fetebarekallah / fetebârekallah

  • Allah mübarek etsin.

feth

  • Açma, fetih.
  • Açma.

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i
  • Açık ve parlak zafer.

feth-i suver

  • Allah'ın Fettâh isminin tecellisiyle her canlıda suretlerin açılması, yaratılması.

fetheden

  • Açan.

fethetmek

  • Açmak.

fetih / فتح / فَتِحْ

  • Açma; bir şehir veya ülkeyi İslâm topraklarına katmak.
  • Açma, ele geçirme.
  • Açma.
  • Açma.

fetk

  • Ayırma, yarma.

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

fevaid-i tenvir / fevâid-i tenvir

  • Aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları.

fevaid-i uhreviye / fevâid-i uhreviye

  • Âhirete ait faydalar, sevaplar.

fevaris / fevâris / فوارس

  • Atlılar. (Arapça)

fevc-a-fevc / fevc-â-fevc

  • Akın akın, takım takım.

fevh

  • Ağız büyüklüğü.

fevkalade / fevkalâde

  • Âdetin üstünde, duyulmadık, görülmedik, olağanüstü.
  • Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette.

fevkalme'mul / fevkalme'mûl

  • Alışılmadık.

fevri / fevrî / فوری

  • Âni. (Arapça)

feyz

  • Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp gelen mânevî bilgiler.

feyz-i fazl

  • Allah'ın lütuf ve ihsanının bereketi.

feyz-i hak

  • Allah'ın feyzi, mânevi gıda ve bereketi.

feyz-i ilahi / feyz-i ilâhî

  • Allah'ın sunduğu manevî feyiz ve lütuf.

feyz-i ilahiye / feyz-i ilâhîye

  • Allah'ın feyzi, lütfu.

feyz-i tecelli / feyz-i tecellî / فَيْضِ تَجَلِّي

  • Allah'ın isimlerinin görünmesinin manevi zevki, bereketi.

feza

  • Artıran, çoğaltan.

fezail-i a'mal / fezâil-i a'mâl

  • Amellerin faziletleri, üstünlükleri.

fezaze

  • Ahlâkı kaba ve kerih olmak.

fezleke-i tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren öz, cümle.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus

fi aman-illah

  • Allahın muhafaza, siyânet ve hıfzında.

fi emrillah / fî emrillâh

  • Allah'ın emrinde.

fi sebilillah / fî sebilillah

  • Allah yolunda, karşılık beklemeksizin.

figan / figân

  • Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. (Farsça)

fihriste

  • Ana özelliklerin sıralandığı liste, içerik.

fihriste-i huruf

  • Alfabetik diziliş.

fiil-i ilahi / fiil-i ilâhî

  • Allah'a ait fiiller.

fiil-i muzari / fiil-i muzâri

  • Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı ifade eden fiil kipi.

fıkdan-ı akl

  • Akıl azlığı, salaklık, ahmaklık.

fıkdan-ül ahbab

  • Ahbab yokluğu. Ahbabsızlık.

fikir ve zikir

  • Allah'ı tefekkür etme ve anma.

fikr-i avam / fikr-i avâm

  • Avamın, halkın düşüncesi.

fikr-i küfri / fikr-i küfrî

  • Allah'ın varlığını inkâr etme düşüncesi.

fikr-i münevver

  • Aydın fikir, düşünce.

fıkra-i arabiye

  • Arapça bölüm.

fıkra-i gavsiye

  • Abdülkadir-i Geylânî'ye ait söz, yazı.

filasl / فى الاصل

  • Aslı üzere.
  • Aslında. (Arapça)

fillah

  • Allah için.

filvaki / filvâki / فى الواقع

  • Aslında, gerçekte. (Arapça)

fırak

  • Ayrılık.

firak / firâk / فراق / فِرَاقْ

  • Ayrılık. Ayrılmak. Hicran.
  • Ayrılık.
  • Ayrılık.
  • Ayrılık.
  • Ayrılık.

firak-ı elim / firak-ı elîm

  • Acı veren ayrılık.

firak-ı elimane / firâk-ı elîmâne

  • Acı ve üzüntü verici ayrılık.

firaset / firâset

  • Allahü teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.

firavun-u zelil

  • Alçak bir firavun.

firaz

  • Ayrılmak.

firengistan

  • Avrupa.

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

firifte / firîfte / فریفته

  • Aldanmış, aldatılmış. (Farsça)
  • Firîfte olmak: Aldanmak. (Farsça)

fırka-i askeriye

  • Askerî fırka, tümen.

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

firkat / فرقت / فِرْقَتْ

  • Ayrılık.
  • Ayrılık.
  • Ayrılık. (Arapça)
  • Ayrılık.

firkatli

  • Ayrılık dolu.

firuze-fam

  • Açık mavi renkli, gök renkli.

fisal / fisâl

  • Ayrılmışlar.

fisebilillah / fîsebilillah / fîsebîlillâh

  • Allah yolunda. Allah için.
  • Allah yolunda ve Allah rızası için.
  • Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden bir tâbir.

fısk

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymama, isyân, günâh.

fısk u fücur

  • Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek.

fisl

  • Ahmak.

fıthıl

  • Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışından evvel olan zaman.

fıtne

  • Akıllılık. İdrak ve anlayışı kuvvetli olmak.

fitne

  • Azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma.
  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.

fitne-i ahirzaman / fitne-i âhirzaman

  • Âhirzaman fitnesi; dünyanın son devresinde görülen fitneler, bozulmalar.
  • Âhirzamandaki fitne. Deccal fitnesi.

fitne-i azime / fitne-i azîme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fitne-i mühimme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fitrak

  • Atın terkisi, terki kayışı, eyerin ardındaki tasma. (Farsça)

fıtratullah

  • Allahü teâlânın dîni, İslâmiyet.

fizar / fîzâr

  • Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak. (Farsça)
  • Ağlayıp inleme.

fonoğraf-ı rabbani / fonoğraf-ı rabbânî

  • Allah'a ait fonoğraf, ses cihazı.

foya

  • Aldatıcı süs, hile.

frengi / frengî / فِرَنْگ۪ي

  • Avrupa'ya ait, Avrupayla ilgili.
  • Avrupalılara âit.

frengi illeti / frengî illeti

  • Avrupa hastalığı.

frengilik / frengîlik

  • Avrupalılık.

frengistan

  • Avrupa.
  • Avrupa, garb âlemi, batı memleketleri. (Farsça)

frenk

  • Avrupalı. Fransız.
  • Avrupalı.

frenk serpuşu

  • Avrupalının giydiği şapka.

frenkleşmiş

  • Avrupalılaşmış, Batılılaşmış.

frenkmeşrebane / frenkmeşrebâne

  • Avrupa ahlâkını örnek alırcasına.

frenkmeşrep

  • Avrupalıları taklit edenler.

füc'e

  • Ansızın, birdenbire.

füc'eten

  • Apansızın. Birdenbire. Ansızın. Hiç beklenmedik anda.
  • Ansızın, birdenbire.

füceten / فجئة

  • Apansız, ansızın. (Arapça)

fuhul-i ulema

  • Âlimlerin ileri gelenleri, seçkin ilim adamları.

fülus / fülûs

  • Altın ve gümüşten olmayan mâdenî paralar, pul. Fels'in çoğulu.

furkan

  • Ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân.

furkan-ı ilahi / furkan-ı ilâhî

  • Allah tarafından gönderilen ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân.

füru

  • Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır. (Farsça)

füruat / fürûat

  • Ayrıntılar.

fürumaye / fürûmâye / فرومایه

  • Aşağılık, alçak. (Farsça)

fus'ul

  • Akrep. Yaramaz, kötü kimse.

füseha-i arab

  • Arap fasihleri, Arapların en güzel, akıcı ve etkili konuşanları.

füsun / füsûn / فسون

  • Afsun, büyü. (Farsça)

füşürde-kadem

  • Ayak direyen, inad eden, ısrar eden. (Farsça)

füşv

  • Aşikâre ve zâhir olmak. Görünmek.

fütuhu'l-gayb

  • Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin bir eseri.

fuzaz

  • Ayrılmış ve dağılmış nesne.

gabavet / gabâvet / غَبَاوَتْ

  • Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
  • Anlayıştaki kıtlık, zayıflık.
  • Anlayışsızlık, kalın kafalılık.
  • Ahmaklık, akılsızlık.

gaben

  • Aldatma, aldanma, alıcı ve satıcıdan birinin diğerini aldatması.

gaben-i yesir / gaben-i yesîr

  • Az aldanma veya az aldatma.

gabi / gabî / غَب۪ي

  • Ahmaklık eden, budalalık eden.
  • Anlayışsız, ahmak, bön.
  • Anlayışı kıt, zekâsı az.
  • Anlayışı kıt.
  • Anlayışı kıt.

gabin

  • Aldatıcı, hilekâr, alışverişte hile eden.

gabn

  • Alışverişte hile ile çok kazanmak. Haram olan alışveriş.

gadab

  • Allah'ın gazap etmesi, musibet vermesi.

gadab-ı ilahi / gadab-ı ilâhî

  • Allah'ın gazabı; bir hikmete binaen Allah tarafından gelen musibet, belâ.

gaddar / gaddâr

  • Acımasız, çok zulmeden.
  • Acımasız.

gaddarane / gaddârâne

  • Acımadan, merhametsizcesine, zulmedercesine. (Farsça)
  • Acımasızca, zulmederek.
  • Acımasızca.

gaddare

  • Arapların cenbiyesine benzer pala nev'inden bir silâh.

gaddarlık

  • Acımasızlık.

gaf

  • Ağaç cinslerinden bir nevi.

gaferahullah

  • Allah onu bağışlasın.

gaffar / gaffâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.

gafletli

  • Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız davranan.

gafur / gafûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.

gafve

  • Azıcık uyumak.

gah / gâh

  • Arasıra, bazan.

galis

  • Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.

gàmız

  • Anlaşılması zor, kapalı, muğlak.

gamize / gamîze

  • Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.

gani / ganî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

ganyan

  • At yarışında birinci gelen. (Fransızca)

garabet-i san'at-ı ilahiye / garâbet-i san'at-ı ilâhiye

  • Allah'ın hayranlık uyandıran san'atı.

garaib-i icraat

  • Alışılmışın dışında garip uygulamalar, faaliyetler.

garam

  • Aşk, sevda, şiddetli arzu.

garaz-ı asli / garaz-ı aslî

  • Asıl gaye, esas maksad.

gares

  • Açlık.

gareyn / gâreyn

  • Alt ve üst çene, yani ağız.
  • Ağız ve tenasül organları.

garim / garîm

  • Alacaklı.

garize / garîze

  • Asıl. Yaratılıştan olan. Sevk-i İlâhi. Huy.

garnizon

  • Askerî birliklerin bulunduğu yer.

gars / غرس

  • Ağaç dikme. (Arapça)

gars-ı eşcar

  • Ağaç dikimi.

garur / garûr

  • Aldatan, aldatıcı.

garv

  • Acip.

gasagıs

  • Arslan, esed.

gaşiye-dar / gaşiye-dâr

  • At uşağı, seyis. (Farsça)

gasr

  • Asılsız, alçak kimseler.

gavamız / gavâmız

  • Anlaşılması zor bilmeceler.

gavelan

  • Acı bir ot.

gavs

  • Abdülkadiri Geylanî hazretleri.

gavs-ı azam / gavs-ı âzam

  • Abdulkàdir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ı azam şeyh geylani / gavs-ı âzam şeyh geylânî

  • Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ı geylan / gavs-ı geylân

  • Abdulkadir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ı geylani / gavs-ı geylânî

  • Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ül a'zam

  • Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin nâmı. En büyük Gavs. Evliyâullahın büyüğü. Gavs-i Ekber de denir.

gaye / gâye / غایه

  • Amaç.
  • Amaç. (Arapça)

gayne

  • Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar.

gayr-ı ahlaki / gayr-ı ahlâkî

  • Ahlâk dışı, ahlâka uygun olmayan.

gayr-i ahlaki / gayr-i ahlâkî / غَيْرِ اَخْلَاق۪ي

  • Ahlâk kurallarına uymayan.
  • Ahlakî olmayan.

gayr-ı akıl / gayr-ı âkıl

  • Akıl sahibi olmayan.

gayr-i kabil-i fehm / gayr-i kâbil-i fehm / غير قابل فهم

  • Anlaşılmaz.

gayr-i kabil-i tefrik / gayr-i kâbil-i tefrik / غير قابل تفریق

  • Ayırdedilmez.

gayr-ı ma'kul

  • Akıl işi olmayan, aklın kabul etmediği.

gayr-ı makul / gayr-ı mâkul

  • Akla uymayan.

gayr-ı me'luf / gayr-ı me'lûf

  • Alışılmamış, ülfet edilmemiş.
  • Alışılmışın dışında, alışılmamış.

gayr-ı meluf / gayr-ı melûf

  • Alışılmışın dışında.

gayr-ı meşru'

  • Allah'ın rızâsına uymayan, şeriat hârici, kanunsuz iş.

gayr-ı mütecezzi / gayr-ı mütecezzî

  • Ayrılamayan, bölünemeyen.

gayr-ı sarih

  • Açık olmayan.

gayr-ı süfli / gayr-ı süflî

  • Alçak olmayan; yüksek, zengin ve bilginler sınıfı.

gayret-i hüda pesendaneleriyle / gayret-i hüdâ pesendâneleriyle

  • Allah'ın râzı olacağı işleri yapmak için gayret etmekle.

gayret-i ilahiyye / gayret-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.

gayretullah

  • Allah'ın hak dinini koruma sıfatı.
  • Allahın gayreti, hakkı koruma sıfatı.

gayriyet

  • Ayrılık. Gayrılık.

gayrullah

  • Allahtan başkası, yaratılanlar.
  • Allah'tan gayrisi, yaratılan her şey.

gayy

  • Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı.

gaza ordusu / gazâ ordusu

  • Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanı korumak için düşmanla savaşan müslüman askerler.

gazab-ı ilahi / gazab-ı ilahî / gazab-ı ilâhî

  • Allah'ın gazabı. Belâ, musibet.
  • Allah'ın gazabı, kahrı.

gazab-ı ilahiye / gazab-ı ilâhîye

  • Allah'ın gazabı.

gazanfer / غضنفر / غَضَنْفَرْ

  • Arslan. (Arapça)
  • Arslan, cesur adam.

gazanferane / gazanferâne

  • Arslancasına, arslan gibi. (Farsça)

gazi / gâzi

  • Allahü teâlânın dînini yaymak, din, nâmus ve vatanına saldıran düşmanı kovmak için savaştıktan sonra geri dönen müslüman.

gebr / گبر

  • Ateşe tapan, mecusi. (Farsça)
  • Ateşperest, ateşe tapan. (Farsça)

geda-çeşmane

  • Açgözlülükle, açgözlücesine. (Farsça)

geh

  • Ara sıra. Bazan. (Farsça)

gerdune / gerdûne / گردونه

  • Araba, otomobil. (Farsça)
  • At arabası. (Farsça)

germ-mend

  • Acele eden, aceleci. (Farsça)

germ-ran

  • Atı çok süren, hızlı at süren. (Farsça)

gevar

  • Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol. (Türkçe)

gevç

  • Ağaç zamkı. (Farsça)

gevher

  • Akıl, edep, asıl, cevher.

gevher-tab

  • Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı. (Farsça)

gılman

  • Allahü teâlânın Cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler.

gılt

  • Akdolunan pazarlığı bozmak.

gına-yı ilahiye / gınâ-yı ilâhiye

  • Allah'ın sınırsız zenginliği.

giran / gîrân

  • Ağır.
  • Ağır, bıktırıcı.

giran-can

  • Ağır kanlı, ağır hareketli, can sıkıcı (adam). (Farsça)

girani / giranî

  • Ağırlık, sıklet. (Farsça)

gird-gar / gird-gâr

  • Allah.Yaratıcı. Kudret sahibi. (Farsça)

girdab / girdâb / گرداب

  • Anafor; suların dönerek çukurlaştığı tehlikeli akıntı yeri.
  • Anafor, girdap. (Farsça)

girifte-ser

  • Aklı fikri dağılmış kimse. Dalgın kişi. (Farsça)

giryan / giryân / گریان

  • Ağlayan.
  • Ağlayan.
  • Ağlayan. (Farsça)
  • Giryân etmek: Ağlatmak. (Farsça)
  • Giryân olmak: Ağlamak. (Farsça)

girye / گریه

  • Ağlama, ağlayış. (Farsça)

girye-dar

  • Ağlamış, göz yaşı dökmüş. (Farsça)

girye-engiz / girye-engîz

  • Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan. (Farsça)

girye-feşan

  • Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan. (Farsça)

girye-nak

  • Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı. (Farsça)

girye-nümud

  • Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen. (Farsça)

girye-paş

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

girye-perverd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren. (Farsça)

giryeengiz / giryeengîz / گریه انگيز

  • Ağlatıcı. (Farsça)

giryenak / giryenâk / گریه ناک

  • Ağlamaklı, ağlayan. (Farsça)

giryende

  • Ağlayan, gözyaşı döken. (Farsça)

giti / gîtî

  • Âlem, dünya. (Farsça)

gıyabi / gıyabî

  • Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik.

gıyabımda

  • Arkamdan; benim hazır ve mevcut bulunmadığım durumda.

gıybet

  • Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • Arkadan çekiştirmek; hazır olmayan birisinin aleyhinde hoşlanmayacağı şekilde konuşmak.

goethe

  • Almanların ünlü şairi.

gonca / غنجه

  • Açmamış tomurcuk, gonca. (Farsça)

götürü satış

  • Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.

gufran / gufrân

  • Af.

gulat-ı şia / gulât-ı şîa

  • Allah, hazret-i Ali'ye hulûl etmiş girmiştir; hâşâ, hazret-i Ali tanrıdır diyenler. Gulât da denir.

güldeste-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesi.

gümnam / gümnâm / گمنام

  • Adı unutulmuş. (Farsça)

gurab-ül beyn

  • Alaca karga.

güraz

  • Azgın erkek domuz. (Farsça)

gurbet diyarı

  • Asıl vatanın dışındaki yerler.

gurema / guremâ

  • Alacaklılar.
  • Alacaklılar.

gürisnegi / gürisnegî

  • Açlık, sefalet. (Farsça)

gurre-i muharrem

  • Arabi aylardan olan Muharrem ayının birinci günü ve gecesi.

gurubu olmayan

  • Asla batmayan ve gizlenmeyen.

güruh-u hazele / gürûh-u hazele

  • Alçaklar, aşağılık kimseler.

güruh-u hazele ve rezele

  • Alçaklar ve reziller topluluğu.

güruh-u isyan ve tuğyan ve küfran / gürûh-u isyan ve tuğyan ve küfrân

  • Azgınlık, isyan ve inkârda çok ileri gidenler.

güruh-u mücahidin / gürûh-u mücahidîn

  • Allah yolunda cihad edenler topluluğu.

guş-i huş

  • Akıl kulağı. Can kulağı.

güşa

  • Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa : Gönüle ferahlık veren. Gönül açan. (Farsça)

güşayende

  • Açan, açıcı. (Farsça)

güşayiş / güşâyiş / گشایش

  • Açıklık, açılış, açılma. (Farsça)
  • Açılış. (Farsça)

guşe-i dehan

  • Ağzın iki tarafı.

güsn

  • Açlık, sefalet. (Farsça)

gusn-i şecer

  • Ağaç dalı.

güstah

  • Arsız, edepsiz, küstah, saygısız. (Farsça)

güşude

  • Açılmış. (Farsça)

hab-ı giran / hâb-ı giran

  • Ağır uyku.

habeb

  • Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.

haber

  • Arapça gramerde, isim cümlesindeki hükmü (iş, oluş veya hareketi) ifade eden kısım.

habeş

  • Afrikada bir ülke.

habetıktık

  • Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.

habib-i ekrem / habîb-i ekrem

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz Hz. Muhammed.

habib-i huda / habib-i hudâ

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

habib-i hüda

  • Allah'ın en sevgili kulu; Hz. Peygamber (a.s.m.).

habib-i kibriya / habib-i kibriyâ

  • Allah'ın en büyük sevgilisi ve yüce peygamberi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

habib-i rabbü'l-alem / habîb-i rabbü'l-âlem

  • Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sevgilisi, Hz. Muhammed.

habib-i rabbü'l-alemin / habîb-i rabbü'l-âlemîn

  • Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sevgilisi, Hz. Muhammed.

habib-ül bekkain / habib-ül bekkâîn

  • Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.

habibi rabbü'l-alem / habîbi rabbü'l-âlem

  • Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sevgilisi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

habibiyet / habîbiyet

  • Allah'ın en sevgili kulu olma.

habibullah / habîbullah

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm.
  • Allahın sevgili kulu.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

habl-i metin-i ilahi / habl-i metîn-i ilâhî

  • Allah'ın sağlam ve kopmaz ipi.

hablullah

  • Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat.
  • Allah'ın sağlam ipi.
  • Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni.
  • Allahın ipi.

hablullahi'l-metin / hablullahi'l-metîn

  • Allah'ın hiçbir şekilde kopmayan ipi.

habr

  • Âlim, bilgili.

habrü'l-ümme

  • Abdullah İbn-i Abbas'ın ümmetin âlimi mânâsına gelen lakabı.

hacat-ı süfliye / hâcât-ı süfliye

  • Aşağılık ve bayağı ihtiyaçlar.

hacc-ı ekber

  • Arefesi Cuma'ya rastlayan hac.

haccü'l-ekber

  • Arefesi Cuma'ya rastlayan hac.

hace-i alem / hâce-i âlem

  • Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs bir ünvan.

hacil

  • Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at.

hacla'

  • Ayakları beyaz olan koyun.

hadbe

  • Arka yumruluğu, kamburluk.

hadd-i zatında / hadd-i zâtında

  • Aslında.
  • Aslında. Yaradılışında.

hadd-i zatında: / hadd-i zâtında:

  • Aslında.

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

haddizat / haddizât

  • Aslı, kendisi.

haddizatında / haddizâtında

  • Aslında, yaratılışında.

hades

  • Abdestin bozulması.
  • Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli.

hadi / hâdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.

hadis-i munfasıl / hadîs-i munfasıl

  • Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

hadis-i sahih / hadîs-i sahîh

  • Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.

hadisat-ı cevviye / hâdisât-ı cevviye

  • Atmosferdeki olaylar.

hadise-i acibe-i cevviye / hâdise-i acîbe-i cevviye

  • Atmosferdeki şaşırtıcı olay, hâdise.

hadise-i ahirzaman / hâdise-i âhirzaman

  • Âhirzaman hâdisesi, dünya hayatının kıyamete yakın son devresindeki meydana gelen olay.

hadise-i uhra / hadise-i uhrâ

  • Âhirete ait hadise.

hadisibilmana / hadîsibilmânâ

  • Anlam bakımından doğru hadîs.

hadme

  • Ateş gürültüsü.

hads / حَدْسْ

  • Ânî ve doğru anlayış.

hads-i sadık / hads-i sâdık / حَدْسِ صَادِقْ

  • Âni ve doğru anlayış.
  • Âni ve doğru anlayış.

hadsen / حَدْسًا

  • Âni ve doğru anlayışla.

hafelleh

  • Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.

haff

  • Alaca renkli at.

haffaf

  • Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.

hafid / hâfid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.

hafif

  • Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.

hafız-ı hakiki / hâfız-ı hakikî

  • Asıl olarak herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

hafizallah

  • Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).

hahişger / hâhişger

  • Arzulu, istekli.
  • Arzulayan. İsteyen. İstekli. (Farsça)
  • Arzulayan.

hak

  • Adalet, pay, doğruluk, emek, ücret, doğru.

hak-i pay / hâk-i pây

  • Ayağının tozu.

hak-pay / hâk-pay

  • Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak. (Farsça)

hak-sever

  • Adaletle hareket eden, doğru bildiği şeyden ayrılmayan, dürüst.

hakaik-i aliye-i ilahiye / hakaik-i âliye-i ilâhiye

  • Allah'a ait yüksek, yüce hakikatler, gerçekler.

hakaik-ı ilahiye / hakaik-ı ilâhiye

  • Allah'a ait olan gerçekler.

hakaik-i ilahiye / hakaik-i ilâhiye

  • Allah'ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler.

hakaik-i kudsiye-i ilahiye / hakaik-i kudsiye-i ilâhiye

  • Allah'a ait olan kutsal hakikatler, gerçekler.

hakaik-ı şeriat / hakâik-ı şeriat

  • Allah'ın koyduğu kanunlarda bulunan hakikatler.

hakaik-i zevkiye

  • Ancak zevkle anlaşılan gerçekler.

hakaret / hakâret / حقارت

  • Aşağılama, hakaret. (Arapça)

hakaretamiz / hakaretâmiz / حقارت آميز

  • Aşağılayıcı. (Arapça - Farsça)

hakeza / hâkezâ / هكذا

  • Aynı şekilde. (Arapça)

haki / hakî

  • Anlatan. Hikâye eden.

hakikat alemi / hakikat âlemi

  • Âhiret âlemi; mânevî ve ruhanî âlem.

hakikat-ı adalet

  • Adaletin özü, gerçeği.

hakikat-i adalet

  • Adalet gerçeği.

hakikat-i alem / hakikat-i âlem

  • Âlemin gerçek mahiyeti, esası, içyüzü.

hakikat-i arşiye

  • Arşa ait olan hakikat (Allah'tan gelen doğru gerçek).

hakikat-i bahire / hakikat-i bâhire

  • Ap açık hakikat, gerçek.

hakikat-i cazibedar / hakikat-i câzibedar

  • Asıl ve esasıyla çekici olan hakikat.

hakikat-i tevhid

  • Allah'ın bir ve tek olduğu ve ondan başka ilâh olmadığı gerçeği.

hakim-i adaletpişe / hâkim-i adaletpîşe

  • Adaletli hükümdar.

hakim-i adil / hâkim-i âdil / حَاكِمِ عَادِلْ

  • Âdaletli yargıç.
  • Adâletli hüküm sâhibi.

hakim-i ilahi / hakîm-i ilâhî / hakîm-i ilahî / حَكِيمِ اِلَهِي

  • Aklıyla Allah'ı bulmaya çalışan hikmet sahibi zât.
  • Allah'ın kendisine hikmet verdiği zat.

hakim-i mutlak / hakîm-i mutlak

  • Allah.

hakimiyet-i esma / hâkimiyet-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin egemenliği, hâkim olması.

hakimiyet-i ilahiye / hâkimiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi belli bir amaç ve fayda doğrultusunda yerli yerinde yaratması.

hakimiyet-i uluhiyet / hâkimiyet-i ulûhiyet

  • Allah'ın sınırsız egemenliği.

hakir / hakîr

  • Aşağı, küçük, önemsiz.

hakk

  • Allah.

hakk-ı acizi / hakk-ı âcizî

  • Âciz olan kendim hakkında.

hakk-ı amiriyyet / hakk-ı âmiriyyet

  • Âmirlik hakkı.

hakk-ı sarih

  • Açık hak.

hakm

  • Atın ağzına gem vurmak.

hal'i

  • Azli, görevine son verilmesi.

hal-i alem / hâl-i âlem / hal-i âlem / حَالِ عَالَمْ

  • Âlemin durumu.
  • Âlemin hali, durumu.

hal-i asıl / hâl-i asıl

  • Asıl hâl.

hal-i asli / hal-i aslî

  • Asıl, gerçek hâl.

hal-i ihtilal / hâl-i ihtilâl

  • Ayaklanma durumu, karışıklık hâli.

hal-i sahv / hâl-i sahv

  • Arızi veya dâimi sebeplerle, şuurunu kaybetmiş bir kimsenin, muvakkaten şuurunun yerine gelmesi hâli.

halaca

  • Ayak yolu, abdesthane. (Farsça)

halafet

  • Ahmaklık, hamâkat, budalalık.

halat-ı telakki / hâlât-ı telâkki

  • Anlama durumları.

hale / hâle / هاله

  • Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
  • Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.
  • Ay çevresinde görülen parlak daire, ayla.
  • Ayça, hâle. (Arapça)

halefen

  • Arkadan gelerek.

halevar

  • Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan. (Farsça)

half

  • Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
  • Arka.
  • Arka.

halfe

  • Andiçme, yemin etme.

halfi / halfî

  • Arka, ard ile alâkalı olan.

halhal / خلخال

  • Ayak bileziği, halhal. (Arapça)

halık / hâlık

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.

halık-ı alem / hâlık-ı âlem

  • Âlemin yaratıcısı Allah.

halık-ı alem hazretleri / hâlık-ı âlem hazretleri

  • Âlemin yaratıcısı olan yüce Allah.

halil-ür rahman

  • Allah'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun dostluğunu ihtiyar eden Hz. İbrahim'in (A.S.) lâkabıdır.

haliliye / halîliye

  • Allah'ın dostu (Halîlullah) ünvanına sahip olan Hz. İbrahim'in örnek alındığı yol.

halilullah / halîlullah

  • Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
  • Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.

halin

  • Ahmak.

halis-üd dem / hâlis-üd dem

  • Arı kan, safkan.

halita-i dimaği / halita-i dimağî

  • Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler. (Farsça)

hallac-ı mansur

  • Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.

hallak-ı alem / hallâk-ı âlem

  • Âlemlerin yaratıcısı olan Allah.

hallakıyet-i ilahiye / hallâkıyet-i ilâhiye

  • Allah'ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı.

halledallah

  • Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).

hamakat / hamâkat / حماقت / حَمَاقَتْ / hamâkât

  • Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
  • Ahmaklık.
  • Ahmaklık, bönlük.
  • Ahmaklık. (Arapça)
  • Ahmaklık.
  • Ahmaklık.

hamd ü şükran

  • Allah'ı minnet ve şükranla övme.

hamde

  • Ateş gürültüsü.

hamden lillah / hamden lillâh

  • Allah'a şükür.

hame-i zerrin / hâme-i zerrin

  • Altın kalem, altından yapılmış kalem.

hamele-i arş / حَمَلَۀِ عَرْشْ

  • Arşı taşımakla görevli dört büyük melek.
  • Arş'ın taşıyıcıları; dört büyük melek.
  • Arşı taşıyan melâikeler.

hamele-i arş ve semavat / hamele-i arş ve semâvat

  • Arş'ın ve göklerin taşıyıcısı olan melekler.

hamele-i arş ve yer ve gök

  • Arş'ın, yerin ve göğün taşıyıcısı.

hamele-i mümtesil

  • Aldığı emri yüklenip yerine getiren taşıyıcılar.
  • Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.

hamhama

  • Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.

hamid / hamîd / hâmid

  • Allah'ın adlarından.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.
  • Allahü teâlâya hamdeden.

hamka

  • Ahmak ve budala kadın.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hane-i ferda

  • Ahiret.

hane-i rabbaniye / hane-i rabbâniye

  • Allah'a ait olan ev.

hanedan / hânedân

  • Asil ve köklü aile.

hanefi / hanefî

  • Amelde İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye uyup bu mezhepten olanlar.

hanek

  • Ağzın tavanı, damak.

hangah

  • Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer. (Farsça)

hanifen müslimen / hanîfen müslimen

  • Allah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur'ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare).

hanin / hanîn

  • Ayrılık acısıyla inleme.
  • Arzudan gelen inleme, sızlanma.

hanin-i hazin

  • Acıklı sızlanma.

har / hâr / خوار

  • Aşağılık, adi. (Farsça)

har-ı firkat / hâr-ı firkat

  • Ayrılık acısı.

harab-ı alem / harab-ı âlem

  • Âlemin yıkılıp bozulması.

harabiyet-i alem / harabiyet-i âlem

  • Âlemin yıkılması.

harac-ı mukasseme

  • Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.

harafe

  • Aklın bozulması. Delilik.

harak

  • Ateş, nâr.

haram / harâm

  • Allah ve resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey.
  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.

haram li gayrihi / harâm li gayrihi

  • Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

harca'

  • Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.

hareket-i ahmakane ve caniyane / hareket-i ahmakâne ve câniyane

  • Aptalca ve cânice yapılan hareket.

hareket-i kasdi / hareket-i kasdî

  • Amaçlı bir hareket.

harf

  • Alfabenin kendi başına bir mânâsı olmayan her işareti.

harf be harf

  • Aynen, aslı gibi, olduğu gibi.

harf-i atıf

  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

harf-i mezid

  • Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere "Harf-i mezid" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, "Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir" denir.

harf-i tarif / harf-i târif

  • Arabçada, elif lâm harflerinin ismin başına gelmesi hali.

haric-i akıl / hâric-i akıl / خَارِجِ عَقِلْ

  • Akıl dışı.
  • Akıl dışı.

haric-i daire-i akliye

  • Akıl dairesinin dışında.

harık-ı ade / hârık-ı âde

  • Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.

harika / hârika

  • Ateş, nâr, od.

harika-i kudret

  • Allah'ın kudret harikası.

harika-i san'at-ı halıkane / harika-i san'at-ı hâlıkane

  • Allah'ın yarattığı san'at harikası.

harika-i sevda / hârika-i sevdâ

  • Aşk ateşi.

haris / harîs

  • Aç gözlü, çok hırslı.
  • Aşırı hırslı.

harizme

  • Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.

hark-ı adat / hark-ı âdât

  • Adetleri, kanunları delme, onları devre dışı bırakarak var etme.

haşa / hâşâ / حَاشَا

  • Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun... (mânasına söylenir.)
  • Asla, kesinlikle öyle değil.
  • Asla.
  • Aslâ.

haşa sümme haşa / hâşâ sümme hâşâ / حَاشَا ثُمَّ حَاشَا

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.
  • Asla sonra kesinlikle asla.

haşa ve kella / hâşâ ve kellâ

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.

haşa! sümme haşa! / hâşâ! sümme hâşâ!

  • Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.

haşa, sümme haşa / hâşâ, sümme hâşâ

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

haşas

  • Arz haşereleri.

hasbe'l-ade / hasbe'l-âde

  • Âdet gereği, alışıldığı gibi.

hasbeten lillah / hasbeten lillâh

  • Allah rızası için.
  • Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
  • Allah rızası için, Allah yolunda, karşılık istemeksizin.

hasbetenlillah / حسبة ﷲ

  • Allah için.
  • Allah rızası için. (Arapça)

hasbünallah

  • Allah bize yeter.

hasenat / hasenât

  • Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.

hasenat-ı muzie / hasenat-ı muzîe

  • Aydınlatıcı güzellikler, iyilikler.

haşeviyye

  • Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka, topluluk.

hasf / خسف / خَسْفْ

  • Ay tutulması.
  • Ay tutulması. (Arapça)
  • Ay tutulması.

hasib / hasîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.

hasif / hasîf

  • Aklı başında, kâmil ve olgun adam.

hasifane / hasîfane

  • Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.

haşife

  • Adâvet, düşmanlık, kin.

hasis

  • Âdi, basit, değersiz.

hasiyet-i akl

  • Akıl özelliği.

hasm-ı biaman / hasm-ı bîaman

  • Amansız düşman. Merhamet bilmeyen düşman.

haşmet-i hakimiyet / haşmet-i hâkimiyet

  • Allah'ın hâkimiyetinin ihtişamı ve görkemi.

haşmet-i saltanat-ı ilahiye / haşmet-i saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanatının büyüklüğü ve görkemi.

haşmet-i saltanat-ı uluhiyet / haşmet-i saltanat-ı ulûhiyet

  • Allah'ın saltanatının heybet ve görkemi.

haşmet-i uluhiyet / haşmet-i ulûhiyet

  • Allah'ın ilâhlığının büyüklüğü, haşmeti.

haşr-ı cismani / haşr-ı cismânî

  • Âhirette tekrar bedenlerin ve vücudların dirilişi.

hass

  • Azlık, kıllet.

hassa-i farika

  • Ayırıcı özellik. Vasf-ı fârık. Bir şeyi diğerinden ayıran hususiyet.

hassa-i mümeyyize

  • Ayırıcı vasıf, belirgin özellik.

haşuş

  • Abdesthane, helâ, tuvalet.

haşyeten lillah

  • Allah için korku.

haşyetullah

  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.

hata-yı adli / hata-yı adlî

  • Adalet dairesine âit hata, yanlışlık. (Farsça)

hatba'

  • Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)

hatem-i ehadiyet / hâtem-i ehadiyet

  • Allah'ın herbir varlıkta bir olduğunu gösteren mührü.

hatem-i rahimiyet / hâtem-i rahîmiyet

  • Allah'ın her bir varlığa şefkatini gösteren mühür.

hatem-i rahmaniyet / hâtem-i rahmâniyet

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerinde rahmet ve merhametini gösteren mührü.

hatem-i rububiyet / hâtem-i rububiyet

  • Allah'ın rablığının, idare ve terbiye ediciliğinin mührü.

hatem-i samediyet / hâtem-i samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olmasını gösteren damga.

hatem-i tevhid / hâtem-i tevhid

  • Allah'ın birlik mührü.

hatem-i vahdaniyet / hâtem-i vahdâniyet

  • Allah'ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür.

hatem-i vahdet / hâtem-i vahdet

  • Allah'ın birlik mührü.

hatib-i rabbani / hatib-i rabbânî

  • Allah'ın bir hutbecisi, Onun adına koşan.

hatır / hâtır

  • Akıl, zihin, hâl, gönül, değer.

hatır-nişin

  • Akılda kalan, hatırda kalan. (Farsça)

hatır-zad

  • Akla gelen, hatıra doğan. (Farsça)

hatıra / hâtırâ

  • Anı, akılda kalan.

hatıra-i adalet

  • Adalet hatırası, göstergesi.

hatr

  • Ahdini bozmak, sözünde durmamak.

hatt-ı arabi / hatt-ı arabî

  • Arapça hat, yazı.

hatt-ı arabi-i kur'ani / hatt-ı arabî-i kur'ânî

  • Arapça Kur'ân hattı, yazısı.

hatt-ı arabiye

  • Arap harfleriyle yazmak.

hatt-ı fasıl / hatt-ı fâsıl

  • Ayırıcı çizgi, fasledici çizgi.

hatt-ı zerendud

  • Altunla yazılmış celi yazılar.

hatv

  • Adım adım yürümek, adım atmak.

hatve / خطوه / خَطْوَه

  • Adım, bölüm.
  • Adım. (Arapça)
  • Adım.

hatve-behatve

  • Adım adım.

hatve-endaz / hatve-endâz

  • Adım atan. (Farsça)
  • Adım atan.

hatve-endaz olma / hatve-endâz olma

  • Adım atma.

hatve-endazi / hatve-endazî

  • Adım atıcılık. (Farsça)

hava-i nesimiye / havâ-i nesîmiye

  • Atmosfer.

havadar / هوادار

  • Açık mekanlı (Farsça)

havan

  • Arslan, esed.

havass-ı kerrubiyyun / havâss-ı kerrûbiyyûn

  • Allah'a yakın olan meleklerin en büyükleri, dört büyük melek.

havayic-i asliye / havâyic-i asliye

  • Aslî ihtiyaçlar.

havcele

  • Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.

havf vereca / havf verecâ

  • Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).

havf-ı bari / havf-ı bâri

  • Allah korkusu.

havfullah

  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.

havrem

  • Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.

havsala / حَوْصَلَه

  • Anlama gücü.
  • Anlayış.

havsere

  • Araptan bir kabile.

havz-ı sagir / havz-ı sagîr

  • Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.

hayaliyyun mezhebi

  • Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.

hayat-ı ahiret / hayat-ı âhiret

  • Âhiret hayatı, öldükten sonraki hayat.

hayat-ı askeriye

  • Askerlik hayatı.

hayat-ı askeriyye

  • Askerlik hayatı.

hayat-ı cinsiye

  • Aynı alt türdeki varlıkların hayatı.

hayat-ı sefilane / hayat-ı sefilâne

  • Alçak bir haldeki hayat.

hayat-ı uhreviye / hayat-ı uhrevîye

  • Âhiret hayatı.

hayat-ı zahiri

  • Asıl, görünürdeki hayat.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

haydar

  • Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.

hayende

  • Ağızda çiğneyen. (Farsça)

hayıflanmak

  • Acınmak, üzülmek. Esef etmek.

hayize

  • Aybaşısı olan kadın.

haylulet / haylûlet

  • Araya girme.
  • Araya girip perde olma, kapama.

haylulet-i arz / haylûlet-i arz

  • Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
  • Ay tutulması, Dünyanın Güneşle ayın arasına girmesi.

hayr-ul fasilin / hayr-ul fâsilîn

  • Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.

hays

  • Az, kalil.

haysiyet-i askeriye

  • Askerî şeref, onur ve itibar.

hayy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.

hayy-ı murtabit

  • Aslına bağlı olan canlı.

hayyakallah / hayyâkallah

  • Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.

hayyehele

  • Acele et (mânasınadır).

hayz ve nifas

  • Aybaşı hali ve lohusalık.

haza'

  • Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.)

hazain-i hikmet / hazâin-i hikmet

  • Allah'ın hikmet hazineleri.

hazain-i rahmet / hazâin-i rahmet

  • Allah'ın rahmet hazineleri.

hazf / حَذْفْ

  • Aradan çıkarma, kaldırma, giderme, silme, gizli tutma.
  • Aradan çıkarma.

hazi / hazî / hâzi / خاضع

  • Ateş yakmak.
  • Alçakgönüllü. (Arapça)

hazine / hazîne

  • Altın, para ve mücevher gibi kıymetli şeylerin saklandığı yer.

hazine-i esrar-ı rabbani / hazine-i esrar-ı rabbânî

  • Allah'a ait sırların hazinesi.

hazine-i gaybiye-i rahmet

  • Allah'ın görünmeyen rahmet hazinesi.

hazine-i hassa-i ilahiye / hazine-i hassa-i ilâhiye

  • Allah'ın özel hazinesi.

hazine-i ilm-i tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren ilim hazinesi.

hazine-i kübra / hazine-i kübrâ

  • Allah'ın sonsuz nimetlerinin bulunduğu hazine.

hazine-i rahmet

  • Allah'ın rahmet hazinesi.

hazine-i rahmet-i ilahiye / hazine-i rahmet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmet hazinesi.

hazret-i abdullah ibni ömer

  • Abdullah ibni Ömer (r.a.).

hazret-i adem / hazret-i âdem

  • Âdem (a.s.).

hazret-i aişe / hazret-i âişe

  • Âişe (r.anha).

hazret-i aişe-i sıddıka

  • Aişe (r.a.).

hazret-i ali

  • Ali (r.a.).

hazret-i aliyyi'l-murtaza / hazret-i aliyyi'l-murtazâ

  • Ali (r.a.).

hazret-i esadullah ali

  • Ali (r.a.).

hazret-i gavs

  • Abdülkadir-i Geylânî (k.s.).

hazret-i gavs-ı azam / hazret-i gavs-ı âzam

  • Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.).

hazret-i gavs-ı azam şeyh geylani / hazret-i gavs-ı âzam şeyh geylânî

  • Abdül Kâdir-i Geylânî (k.s.).

hazret-i imam

  • Ali (r.a.).

hazret-i imam-ı ali

  • Ali (r.a.).

hazret-i mahbub-u ilahi / hazret-i mahbub-u ilâhî

  • Allah'ın sevgilisi, Allah'ın resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i mehdi / hazret-i mehdî

  • Âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât.

hazret-i mevla / hazret-i mevlâ

  • Allah.

hazret-i muhammed-i arabi / hazret-i muhammed-i arabî

  • Arap olan anne ve babadan dünyaya gelmiş Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i resul-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i resul-ü ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

hebal

  • Avcı, sayyad.

hebenka

  • Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.

hebenneka

  • Ahmaklığı ile tanınmış bir adam.

hebv

  • Ateşin sönmesi.

hecai harfler / hecaî harfler

  • Alfabe harfleri.

hecr / هجر

  • Ayrılık. (Arapça)

hedaya / hedâyâ / هدایا

  • Armağanlar, hediyeler. (Arapça)

hedaya-yı rahmaniye / hedâyâ-yı rahmâniye

  • Allah'ın rahmet hediyeleri.

hedef / هدف

  • Amaç, hedef. (Arapça)

hedef-i maksat

  • Asıl gaye, esas hedef.

hediye

  • Armağan.

hediye-i ilahiye / hediye-i ilâhîye

  • Allah'ın hediyesi.

hediye-i rahmani / hediye-i rahmânî

  • Acıma ve merhamet sahibi Allah'ın hediyesi.

hediyeten

  • Armağan olarak, hediye olarak.

hediyye / هدیه

  • Armağan, hediye. (Arapça)

heffat

  • Ahmak.

heft-dane

  • Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.

hefv

  • Açlık.

hel

  • Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.
  • Arapça "mı, mi, mu, mü" anlamlarına gelen soru edatı.

helkes

  • Alçak adam.

hem

  • Aynı, birlikte.

hem-asıl

  • Aynı asıldan. (Farsça)

hem-asır

  • Aynı asırda olan. Bir asırda beraber olanlar.

hem-asr

  • Aynı asırda yaşayan, çağdaş.

hem-bar

  • Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan. (Farsça)

hem-cay

  • Aynı yerde oturan. Hemşehri. (Farsça)

hem-cenb

  • Akran. (Farsça)

hem-cins

  • Aynı cinsten olan.

hem-civar

  • Aynı yerde oturan, komşu.

hem-fikr

  • Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar. (Farsça)

hem-hah

  • Arzu ve talebleri aynı olan, aynı istekleri olan. (Farsça)

hem-hal

  • Aynı halde olan. İkisi beraber. (Farsça)

hem-kar / hem-kâr

  • Aynı işi yapan, aynı işte olan. (Farsça)

hem-kıymet

  • Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan. (Farsça)

hem-kün

  • Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş. (Farsça)

hem-nefes

  • Arkadaş, musâhib. (Farsça)

hem-nesl

  • Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş. (Farsça)

hem-pa

  • Ayakdaş. Arkadaş. Yoldaş. (Farsça)

hem-seng

  • Aynı ölçüde, aynı mizanda, bir tartıda.

hem-ser

  • Arkadaş, Karı kocadan her biri. (Farsça)

hem-sıfat

  • Aynı vasıf ve nitelikte olan.

hem-sufre

  • Aynı sofraya oturan, sofra arkadaşı. (Farsça)

hem-zeban

  • Aynı dili konuşan, lisanları aynı olan.

hemana / hemânâ / همانا

  • Adeta, tıpkı. (Farsça)

hemcevherlik

  • Aynı cevherden olma, aynı asıldan gelme. (Farsça - Türkçe)

hemcins / هم جنس / هَمْجِنْسْ

  • Aynı cinsten.
  • Aynı cinsten olan.
  • Aynı cinsten. (Farsça - Arapça)
  • Aynı cinsten olan.

hemdem / همدم

  • Arkadaş, yakın dost, sohbet arkadaşı. (Farsça)

hemec

  • At sineği.

hemeyan

  • Akmak, seyelân etmek.

hemfikir

  • Aynı fikir.

hemfikr / همفكر

  • Aynı düşüncede, hemfikir. (Farsça - Arapça)
  • Hemfikr olmak: Aynı fikri paylaşmak. (Farsça - Arapça)

hemgame-i azab / hemgâme-i azab

  • Azab zamanı.

hemlece

  • Atın yorga olması.

hemnam / hemnâm / همنام

  • Adaş. (Farsça)

hempa / hempâ / همپا

  • Arkadaş, kafadar. (Farsça)

hemş

  • Ameli seri olan, hızlı, hareketleri çabuk olan.

hemşehri

  • Aynı şehirden. Aynı memleketli olan. (Farsça)
  • Aynı şehirli olan.
  • Aynı şehirden.

hemzeban / hemzebân / همزبان

  • Aynı dili konuşan. (Farsça)

hengam / hengâm

  • An, zaman.
  • An, sıra, zaman.

henienleküm / henîenleküm

  • Afiyet olsun, helâl olsun, tebrik ederim.

henin / henîn

  • Ağlamak.

henüz / هنوز

  • Ancak, daha. (Farsça)

herave

  • Ağır, yoğun asâ (baston).

herc ü merc

  • Alt üst, karmakarışık, allak bullak.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

herf

  • Acele. Sür'at, hız Hezeyan.

hergiz / هرگز

  • Aslâ, kat'iyyen. Hiçbir suretle. (Farsça)
  • Asla. (Farsça)

herif / herîf

  • Âdi adam.

herya'

  • Ağaç hışırtısı.

hesar

  • Arslan.

hetıl

  • Akıcı, akan.

hetr

  • Ağaçla vurmak.

hevahat

  • Ahmak adam.

hevek

  • Ahmaklık.

hevesat

  • Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler. (Farsça)

hevesat-ı süfliye / hevesât-ı süfliye

  • Alçak arzular, kötü hevesler.

hevesi / hevesî

  • Arzu ve isteklerle ilgili.

hevheve

  • Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler. (Farsça)

hey'et-i asliye

  • Aslındaki şekil ve suret.

hey'etşinas / hey'etşinâs / هيئت شناس

  • Astronomi bilgini. Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan. (Farsça)
  • Astronom. (Arapça - Farsça)

heybet-i rububiyet

  • Allah'ın rububiyetinin heybeti.

heydebi / heydebî

  • Atın bir çeşit yürümesi.

heyet-i askeriye

  • Asker topluluğu, ordu.

heyet-i fa'ale / heyet-i fa'âle

  • Aktif, iş gören topluluk.

heyet-i ulema

  • Âlimler heyeti.

heylulet / heylûlet

  • Araya girme, perdeleme, kapama.

heysar

  • Arslan.

heyub

  • Azametli, heybetli, gösterişli.

hezhaz

  • Aygırları boyunlarından sıkıp zebun eden yavuz aygır.

  • Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.

hıba'

  • Atâ, bahşiş, hediye.

hibriziyy

  • Acem askerlerinden şanlı bir süvârinin adı.

hicaz

  • Arabistan'da Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'nin bulunduğu mıntıka.

hiccira / hiccîra

  • Âdet, usul, kaide.

hicr / هجر

  • Ayrılık. (Arapça)

hicran / hicrân

  • Acı.
  • Ayrılık, ayrılık acısı.

hicran-zede

  • Ayrılmış, üzüntülü, hicrâna uğramış.

hidan

  • Ahmak, salak.

hidayet-i ilahi / hidayet-i ilâhî

  • Allah'ın hak ve doğru yolu göstermesi, sevketmesi.

hidayet-i ilahiye / hidayet-i ilâhiye

  • Allah'ın doğru yola erdirmesi.

hidayet-i rahmaniye / hidayet-i rahmâniye

  • Allah'ın hidayeti.

hidb

  • Arkası yumru kimse, kambur.

hiddet-i zeka / hiddet-i zekâ

  • Akıl üstünlüğü, zekâ keskinliği.

hidemat-ı tesbihiye / hidemât-ı tesbihiye

  • Allah'ı tesbih ve zikirle ilgili hizmetler.

hidemat-ı uhreviye / hidemât-ı uhreviye

  • Âhirete yönelik hizmetler, görevler.

hıfz ve inayet-i ilahiye / hıfz ve inayet-i ilâhiye

  • Allah'ın koruması ve yardımı.

hıfz-ı ilahi / hıfz-ı ilâhî

  • Allah'ın koruması.

hıfz-ı ilahiye / hıfz-ı ilâhiye

  • Allah'ın koruması, himayesi.

hıfz-ı inayet / hıfz-ı inâyet / حِفْظِ عِنَايَتْ

  • Allahın yardım ile koruması.

hıfz-ı inayet ve himayet / hıfz-ı inâyet ve himâyet

  • Allah'ın yardım ve korumasıyla korunma.

hıkab

  • Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar.

hikaye / hikâye

  • Anlatma.

hikmet-i alem / hikmet-i âlem

  • Âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i avrupaiye

  • Avrupa düşüncesi, Batı felsefesi.

hikmet-i bahire / hikmet-i bâhire

  • Ap açık hikmet; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmanın ap açık oluşu.

hikmet-i ebediye

  • Allah'ın sonsuz hikmeti; herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i efgan

  • Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi. (Farsça)

hikmet-i ezeliye / hikmet-i ezelîye

  • Allah'ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik yapması.

hikmet-i ihtilaf / hikmet-i ihtilâf

  • Anlaşmazlığın sebebi.

hikmet-i ilahi / hikmet-i ilâhî

  • Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ilahiye / hikmet-i ilâhiye / حِكْمَتِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın her şeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.
  • Allah'ın hikmeti. Mahlûkatın yaratılışında Allah'ın gayeleri.
  • Allah'ın yarattığı mahlukatta gözettiği asıl maksad ve fayda.

hikmet-i ilahiyye / hikmet-i ilâhiyye

  • Allah'ın hikmeti, yalnız O'nun bileceği iş.

hikmet-i rabbaniye / hikmet-i rabbâniye

  • Allah'ın her şeyi terbiye ederek, muhtaç olduğu şeyleri verip bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması.

hikmet-i sermedi

  • Allah'ın sonsuz hikmeti.

hikmet-i tahsis

  • Ait kılınmasının, özellikle seçilmesinin hikmeti, gayesi.

hikmet-i tahsisi

  • Ait kılınmasının hikmeti, gayesi.

hikmetsizlik

  • Anlamsızlık, gayesizlik, faydasızlık.

hikmetullah

  • Allah'ın hikmeti.

hılabe

  • Aldatmak, hud'a.

hilaf / hilâf / خلاف

  • Aykırı, zıt. (Arapça)

hilaf-ı adalet / hilâf-ı adâlet

  • Adalet dışı.

hilaf-ı ade / hilaf-ı âde

  • Âdet ve kaidenin aksine. Kaide ve nizama aykırı.

hilaf-ı adet / hilâf-ı âdet / خِلَافِ عَادَتْ

  • Alışkanlık dışı, her zamanki âdetin tersine.
  • Âdete aykırı.

hilaf-ı akıl / hilâf-ı akıl / خِلَافِ عَقِلْ

  • Akıl dışı, akla aykırı.
  • Akla zıd.

hilaf-ı akıl ve hikmet / hilâf-ı akıl ve hikmet

  • Akla ve hikmete aykırı.

hilaf-ı zuhur / hilâf-ı zuhur

  • Aksi durumun ortaya çıkması.

hilafet-i abbasiye / hilâfet-i abbâsiye

  • Abbasi hâlifeliği; Abbasiler dönemi.

hilafet-i arabiye

  • Arap halifeliği.

hilafına / hilâfına

  • Aksine, tersine.

hilal / hilâl

  • Ay; yay şeklinde görülen ay.
  • Ara, aralık.

hilale / hilâle

  • Ay ağılı, hâle.

hilallemek / hilâllemek

  • Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın ve kadınlarda sık saçların arasına ıslak parmaklarını sokarak hareket ettirmek.

hilbace

  • Ahmak.

hilbus

  • Ahmak.

hile

  • Aldatma.

hilkat-ı alem / hilkat-ı âlem

  • Âlemin yaratılışı.

hilkat-i alem / hilkat-i âlem

  • Âlemin, kâinatın yaratılışı.

hilkat-i ilahi / hilkat-i ilâhî

  • Allah tarafından yaratılma.

himayet-i hıfz-ı ilahiye / himayet-i hıfz-ı ilâhiye

  • Allah'ın koruması ve kollaması.

himayet-i rabbaniye / himâyet-i rabbâniye

  • Allah'ın koruma ve himâyesi.

himl-i cesim

  • Ağır yük.

hin / hîn

  • An, zaman, vakit, sıra.

hıncahınç

  • Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)

hındelis

  • Ağır yürüyüşlü deve.

hınsir / hınsîr

  • Alçak, soysuz, âdi.

hipodrom

  • At yarışlarının yapıldığı alan. (Fransızca)

hıred / خرد

  • Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi. (Farsça)
  • Akıl. (Farsça)

hired / خرد

  • Akıl. (Farsça)

hıred-aşub / hıred-âşub

  • Akıl dağıtan. (Farsça)

hıred-fersa

  • Akıl yorucu. (Farsça)

hıred-mendi / hıred-mendî

  • Akıllılık.

hıred-pesend

  • Akıllı, zîakıl, düşünen.

hıredmend / خردمند

  • Akıllı. (Farsça)

hıridar / hırîdar

  • Alıcı, müşteri, tâlib. (Farsça)

hırızma

  • Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka.

hırkat

  • Ayrılık ateşi.

hirmas

  • Arslan, esed.

hırmele

  • Akılsız kadın.

hırrif / hırrîf

  • Acılığından dili acıtan nesne.

hırs / خرس

  • Ayı.
  • Aç gözlülük, aşırı düşkünlük.
  • Ayı. (Farsça)

hırs-beçe

  • Ayı yavrusu.

hırs-ı hakiki / hırs-ı hakikî

  • Allah rızası ve âhiret için gösterilen ve gerçek hedefine yönelen hırs.

hirsa

  • Azıcık derisi yarılan baş yarığı.

hırsek

  • Ayı yavrusu. (Farsça)

hırseme

  • Ayakkabının başı.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hısan

  • Aygır, at.

hisan / hisân / حصان

  • Aygır, damızlık erkek at.
  • At, aygır. (Arapça)

hişavend / hîşavend

  • Akraba, soysop. (Farsça)

hiss-i adalet

  • Adalet hissi, duygusu.

hiss-i elim / hiss-i elîm

  • Acı veren duygu.

hiss-i sadis / hiss-i sâdis / حِسِّ سَادِسْ

  • Altıncı his.
  • Altıncı hiss, altıncı duygu. (Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-ı iman. Fikr ile dimağ, bekçi-i iman) (Lemaat. dan)
  • Altıncı his.

hisse-i fehm

  • Anlayış hissesi.

hissiyat-ı aşıkane / hissiyât-ı âşıkane

  • Aşıkça, âşka benzer duygular.

hissiyat-ı askeriye

  • Askerî duygular, hisler.

hitab-ı ilahi / hitab-ı ilâhî

  • Allah'ın hitabı.

hitab-ı ilahiye / hitab-ı ilâhiye

  • Allah'ın hitabı.

hitab-ı semavi / hitab-ı semâvî

  • Allah tarafından gelen semavî hitaplar.

hitab-ı yezdani / hitab-ı yezdânî

  • Allah'ın hitabı.

hıtr

  • Az miktar vermek.

hıtre

  • Azıcık vergi.

hıyar-ı şart

  • Âkitlerden birinin veya herbirinin akdi, muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek hususunda muhayyer olmasıdır.

hıyar-ı tağrir

  • Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.

hıyre-dest

  • Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi. (Farsça)

hıyre-serane

  • Alıkçasına, sersemcesine. (Farsça)

hıyre-seri / hıyre-serî

  • Alıklık, sersemlik. (Farsça)

hiz / hîz

  • Atılan, kalkan, sıçrayan. (Farsça)

hizbullah / hizbullâh / حِزْبُ اللّٰهْ

  • Allah'a bağlı olan topluluk; Kur'ân ve iman hizmetinde bulunanlar.
  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)
  • Allaha îman eden topluluk.
  • Allaha itâat edenler.

hizmet-i askeriye

  • Askerlik hizmeti.
  • Askerlik hizmeti. Askerlik vazifesi.

hizmet-i cihadiye

  • Allah yolunda düşmanlara karşı savaşma görevi.

hizmet-i ukba-dünya / hizmet-i ukbâ-dünya

  • Âhiret-dünya hizmeti.

hoca-i dana / hoca-i dânâ

  • Âlimlerin hocası, çok büyük âlim kimse.

hokka-i bimağz / hokka-i bîmağz

  • Akılsız ahmak kimse.

horanta

  • Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı. (Farsça)

horst

  • Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi.

hubb-ı fillah ve buğd-ı fillah / hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâh

  • Allahü teâlâ için sevmek ve Allahü teâlâ için düşmanlık etmek.

hubb-ısiva / hubb-ısivâ

  • Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi.Olup nâdim elim çektim hevâdan, Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan. Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapundan etme red, bu pür günâhı.

hubb-u ahiret / hubb-u âhiret / حُبُّ اَخِرَتْ

  • Âhiret sevgisi.
  • Ahiret sevgisi.

hubb-u al-i beyt / hubb-u âl-i beyt

  • Âl-i Beyte duyulan sevgi.

hubb-u fillah / hubb-u fillâh

  • Allah için sevmek.

hubut

  • Aşağıya inme, düşme.

hübüvv

  • Ateşin sönmesi.

hubz-ı şair / hubz-ı şaîr

  • Arpa ekmeği.

hüccet-i bahire / hüccet-i bâhire

  • Ap açık kesin delil.

huccet-i bahire / huccet-i bâhire / حُجَّتِ بَاهِرَه

  • Apaçık delil.

huccet-i rahmet-i alem / huccet-i rahmet-i âlem / حُجَّتِ رَحْمَتِ عَالَمْ

  • Âleme rahmet olan zatın delili.

hüccet-i rububiyet ve vahdet

  • Allah'ın Rablık ve birlik delili.

hüccet-i tevhid

  • Allah'ın birliğinin delili.

hüccet-i vahdaniyet / hüccet-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğinin delili.

hüccetullah

  • Allah'ın hücceti, delili.

hücu'

  • Az uyku. Gece uykusu.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.
  • Altı Hücum. Altı maddelik bir müdafaa (olan bir eser ismi).

hud / hûd

  • Ad kavminin peygamberi.

hud'a

  • Aldatma, oyun hile.

huda / hudâ / خُدَا

  • Allah, yaratıcı.
  • Allah.

huda-yı müteal / hudâ-yı müteâl

  • Allah-u Teâla; büyüklük ve yücelikte bir eşi bulunmayan Allah.

hüdabinlik / hüdâbinlik

  • Allah'ı tanımak.

hudadad

  • Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî. (Farsça)

hudanegerde

  • Allah göstermesin. (Farsça)

hudanekerde / hudânekerde / خدانكرده

  • Allah göstermesin, Allah etmesin. (Farsça)

hudaperest / hudâperest

  • Allah'a ibadet eden. Dindar.
  • Allah'a ibadet eden.
  • Allaha tapan.

hüdaperest / hüdâperest

  • Allah'a ibadet eden.

hudapesend

  • Allah'ın beğeneceği şey. (Farsça)

hudara / hudârâ / خودآرا

  • Allah için, Allah aşkına. (Farsça)
  • Allah aşkına. (Farsça)

hudari / hudarî

  • Arı kuşu.

hudaşinas

  • Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden. (Farsça)

huday

  • Allah, Rabb. (Farsça)

hudu'

  • Alçaklık etmek.

hudud-u azamet-i rububiyet

  • Allah'ın varlıklar üzerindeki terbiye ve idare ediciliğinin ve egemenliğinin geniş sınırları.

hudur / hudûr

  • Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması. Allahü teâlâ ile berâber olmak, O'nu unutmamak.

hufre

  • Ahd, söz.

hükea

  • Ahmak kimse.

hükema-i meşaiyyun / hükemâ-i meşaiyyun

  • Aristo felsefesi yolunda olan ve derslerini gezerek veren meşaiyyun filozofları.

hükkam-ı adliyye / hükkâm-ı adliyye

  • Adliye hâkimleri.

hükm-i kaza

  • Allah tarafından evvelce verilmiş olan hüküm.

hükm-i külli / hükm-i küllî

  • Allahü teâlâya âit hüküm, emir.

hükm-ü adilane / hükm-ü âdilâne

  • Adalet üzere verilen hüküm.

hukukullah / hukûkullah

  • Allah'ın hakkı (kamu hakları).
  • Allahın hakları.
  • Allahü teâlânın emri ve kulluk borcu olarak yapılan, kimsenin tasarrufta bulunamıyacağı, değiştiremeyeceği şeyler.

hükümdar-ı adil / hükümdar-ı âdil

  • Adaletli hükümdar.

hükumet-i adile / hükûmet-i âdile

  • Âdil hükümet.

hükümet-i arabiye

  • Arap hükümeti.

hülasa-i meal / hülâsa-i meâl

  • Açıklamanın özeti.

huld azabı

  • Ahiratteki ebedî azab.

huleyka'

  • At burnu.

hulf / خُلْفْ

  • Aykırı davranma.

hulf-ül va'd

  • Ahdinden dönmek. Verdiği sözü yerine getirmemek.

hulledallah

  • Allah dâim ve bâki etsin.

huluk / hulûk

  • Ahlâklar, ahlakî özellikler.

humaka

  • Akıl azlığı, ahmaklık.

humal

  • Aksaklık.

humbaracı

  • Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı.

humeka / humekâ / حمقا

  • Ahmaklar. (Arapça)

humk / حمق

  • Ahmaklık.
  • Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak.
  • Ahmaklık, aklı az olmak.
  • Ahmaklık. (Arapça)

humma

  • Ateşli hastalık. Sıtma.

hünba'

  • Ağır ve çirkin kadın.

hünsaiyyet

  • Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.

hurafat / hurâfât

  • Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler.
  • Aslı esası olmayan saçma inanışlar.

hurdebin-i akıl / hurdebîn-i akıl

  • Akıl mikroskobu; küçücük şeyleri görebilen akıl.

huri / hûrî

  • Allahü teâlânın îmân edenlere mükâfat olarak yarattığı, nasıl oldukları bilinmeyen Cennet kızı.

hürman

  • Akıl.

hürr

  • Arslan.

hürriyet-i adilane / hürriyet-i âdilâne

  • Adaletli hürriyet.

hürriyet-i vicdan

  • Amme hukuku ile ferdî hukuka tecavüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin her hangi bir fikir veya dini kabul etmekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak, İslâmiyeti kabul etmiş olan bir kimse, İslâmın esaslarını kısmen de olsa, inkâr ve reddetmekte serbest değildir; İslâm hukukunda mürted

huruf-ı heca / huruf-ı hecâ

  • Alfabe harfleri.

huruf-i heca / hurûf-i heca

  • Alfabe harfleri.

huruf-u arabiye

  • Arap harfleri.

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

huruf-u ecnebiye

  • Arap harfleri dışında yabancı harfler, Lâtin harfleri.

huruf-u heca / huruf-u hecâ

  • Alfabe sırasına göre dizili harfler.

huruf-u hecaiye / huruf-u hecâiye

  • Alfabedeki harflerin hepsi.

huruf-u mukattáa

  • Arap harflerini heceler halinde kesik kesik yazmak (Yâsin, Elif Lâm Mim vb.).

hurufilik / hurûfîlik

  • Acem yahûdisi Fadlullah-ı Hurûfî'nin v.796 (m. 1393) kurduğu bozuk yol. Küfür ve sapık inançları sebebiyle Timur'un oğlu Mîrânşâh tarafından öldürülmüştür.

huş / hûş / هوش

  • Akıl. (Farsça)

huş'a

  • Alçak küçük tepe.

huşar

  • Avaz, ses.

huşdar

  • Akıllı, uslu. (Farsça)

huşkser

  • Ahmak, salak. (Farsça)

huşmendane / huşmendâne

  • Akıllıca, aklı başında olarak. (Farsça)

hüsn-ü ahlak / hüsn-ü ahlâk

  • Ahlâk güzelliği.

hüsn-ü akli / hüsn-ü aklî / حُسْنُ عَقْل۪ي

  • Akıl yoluyla anlaşılan güzellik.
  • Akla âid güzellik.

hüsn-ü beyan

  • Akıcı ve güzel anlatış.

hüsn-ü ifham

  • Anlatımdaki güzellik.

hüsn-ü siret / hüsn-ü sîret / حُسْنِ س۪يرَتْ

  • Ahlâktaki güzellik.
  • Ahlâk güzelliği.

huşrüba

  • Akıl kapan, aklı baştan alan. (Farsça)

huşrübude

  • Aklı kapılmış, aklı başından gitmiş. (Farsça)

huşu' / huşû' / حُشُوعْ

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
  • Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükûnet ve edeb duygusu içinde olmak.

husuf

  • Ay tutulması.

hüsuf / hüsûf

  • Ay tutulması, sönme.

husuf / husûf / خسوف / خُسُوفْ

  • Ay tutulması. (Arapça)
  • Ay tutulması.
  • Ay tutulması.

husuf namazı

  • Ay tutulmasında kılınan namaz.

husuf-i cüz'i / husuf-i cüz'î

  • Ayın bir kısmının tutulması.

husuf-i külli / husuf-i küllî

  • Ayın tamamen tutulması.

husufat / husufât

  • Ay tutulmaları.

hususa

  • Ayrıca, hususen, başkaca.

huşyar / huşyâr / هشيار

  • Akıllı. (Farsça)

hüşyarane

  • Akıllıcasına. (Farsça)

hutbe-i arabiye

  • Arapça hutbe.

hütr

  • Ahmaklık, hamâkat, budalalık.

hutur

  • Akla gelmek. Hatırlamak.

hutuvat / hutuvât

  • Adımlar, şeytanın adımları.
  • Adımlar.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

hüve

  • Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)

hüve hüvesine

  • Aynen.

hüvehüvesine

  • Aynen.

hüveyda / hüveydâ / هویدا

  • Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. (Farsça)
  • Açık, aşikâr, besbelli. (Farsça)

hüviyyet / هویت

  • Asıl, kimlik. (Arapça)

huvta

  • Arpa, buğday gibi hububat için yapılan avlu veya anbar.

huvvara

  • Ağartılmış yemek.

hüyam

  • Azgınlık.

huz

  • Al. (Ahz: Almak mastarından) Al emri.
  • Al, tut.

huz'

  • Alçaklık yapmak.

hüzn-ü elim / hüzn-ü elîm

  • Acı verici hüzün, üzüntü.

huzre

  • Arka zahmeti.

huzu / huzû

  • Allah'ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme.

huzuk

  • Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.

hüzul

  • Arıklık, bitkinlik, zayıflık.

huzur-ı ilahi / huzûr-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın nezdi.

huzur-u rab

  • Allah'ın huzuru.

huzur-u resul-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bizzat huzuru.

huzuz

  • Acı bir devânın adı.

hz. ali

  • Ali (r.a.).

hz. ali (r.a.)

  • Ali (r.a.).

hz. imam-ı ali (r.a.)

  • Ali (r.a.).

i'caz / i'câz

  • Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.

i'caz-ı azime / i'câz-ı azîme

  • Azîm, büyük mu'cize; başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma.

i'caz-ı beyan / i'câz-ı beyan

  • Açıklama ve anlatımın mu'cize oluşu.

i'caz-ı icazi / i'câz-ı îcâzî

  • Az sözle çok şey ifade etme mu'cizesi.

i'cazkar / i'câzkâr / اِعْجَازْكَارْ

  • Âciz bırakan.

i'la-yı kelimetullah / i'lâ-yı kelimetullah

  • Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd ile çalışmak.
  • Allah'ın adını yüce tutmak.

i'la-yıkelimetullah / i'lâ-yıkelimetullah

  • Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.

i'lam ve ilham-ı ilahi / i'lâm ve ilham-ı ilâhî

  • Allah tarafından bildirme ve kalbe indirilen ilham.

i'şa'

  • Akşam yemeği verme.

ı'sar

  • Ayağını kaydırıp yere yıkmak.

i'tak / i'tâk / اعتاق

  • Âzâd etme, özgür bırakma. (Arapça)

i'tilak

  • Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma.

i'tisa

  • Asâya dayanma, baston kullanma.

i'tişa'

  • Akşam vakti yola çıkma.

i'tiyak

  • Alıkoymak, engel olmak, mani olmak.

i'tizam

  • Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak.

i'zaz etme

  • Aziz kılma, yüceltme, güçlendirme.

ibadat-ı maruza / ibâdât-ı mâruza

  • Arz olunan, takdim edilen ibadetler.

ibadet / ibâdet

  • Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye.
  • Allah'a kulluk.
  • Allahın emirlerini yerine getirmek.

ibadet-i tefekkür

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme ibadeti.

ibadetullah

  • Allah'a ibadet etme, Ona kullukta bulunma; emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınma.

ibadü'r-rahman / ibâdü'r-rahmân

  • Allah'ın kulları.

ibadullah / ibâdullah / ibâdullâh / عِبَادُ اللَّهْ

  • Allah'ın kulları.
  • Allah'ın kulları.
  • Allahın kulları.
  • Allah'ın kulları.

ibaha

  • Ateşi söndürme.

ibare-i arabi / ibare-i arabî

  • Arapça ibare, metin.

ibare-i arabiye

  • Arapça metin.

ibka

  • Ağlatmak.

iblak

  • Alaca olmak. Kapı açmak.

ibn-i abbas / ibn-i abbâs

  • Abdullah İbni Abbas (r.a.).

ibni abbas

  • Abdullah İbni Abbas (r.a.).

ibnullah

  • Allah'ın oğlu.
  • Allah'ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya İbnullah derler.

ibra / ibrâ

  • Alacağından vaz geçmek.

ibra' / ibrâ' / ابراء

  • Aklanma. (Arapça)
  • İbrâ' etmek: Aklanmak. (Arapça)

ibrahim halilullah

  • Allah'ın dostu Hz. İbrahim.

ibraname / ibrânâme / ابرانامه

  • Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen kâğıt. İbrâ senedi.
  • Aklanma belgesi. (Arapça - Farsça)

ibrinşak

  • Ağaçta çiçek açmak.

ibsi'rar

  • At yarışlarında koşuşma.

ibtilaz

  • Alma.

ibtira'

  • Ağaç yontma.

icab-ı adalet / icab-ı adâlet

  • Adâletin gereği.

icad-ı ilahi / icad-ı ilâhî / îcâd-ı ilâhî / اِيجَادِ اِلٰٓه۪ي

  • Allah'ın var etmesi.
  • Allahın yaratması.

icad-ı ilahiye / îcâd-ı ilâhîye

  • Allah'ın var etmesi, yaratması.

icale-i esb

  • Atı dolaştırma.

icaleten / icâleten / عجالة

  • Aceleyle, acele olarak. (Arapça)

icare-i müşahere

  • Aylık olarak yapılan icaredir. Bir haneyi bir aylığına kiraya vermek gibi.

icaz / icâz / îcâz / îcaz / ايجاز / ا۪يجَازْ

  • Az sözle çok mânâ anlatma.
  • Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
  • Az sözle anlatma.
  • Az söyle çok şey anlatma.

icaz-ı mutneb / îcâz-ı mutneb

  • Az sözle çok mânâlar ifade etme; bir kelime veya sözün çağrıştırdığı bütün mânâları, açıklama yapmamak sûretiyle kastetme.

icazdarane / icâzdârâne

  • Az sözle çok mânâ anlatırcasına.

icazlı / îcazlı

  • Az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü.

icha'

  • Ayaz çıkma.

iclal

  • Ağırlama. İkram. Tekrim eylemek. Büyüklüğünü kabul edip hürmet etmek. Büyüklük. Azamet.

icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet

  • Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müçtehit olanların, şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri, dinî bir konuda söz birliği etmeleri.

icmal-i şehri / icmal-i şehrî

  • Aylık gelir ve giderleri, yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltılmış olarak gösteren cetveller.

icra-yı adalet / icrâ-yı adalet

  • Adaletin uygulanması.

icraat-ı celaliye / icraat-ı celâliye

  • Allah'ın celâl sıfatıyla ilgili işleri, faaliyetleri.

icraat-ı celiliye

  • Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı.

icraat-ı cesime-i rabbaniye / icraat-ı cesîme-i rabbâniye

  • Allah'ın çok büyük ve kapsamlı işi, icraatı.

icraat-ı ilahiye / icraat-ı ilâhiye

  • Allah'ın icraatları.

icraat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatan idare ve terbiyesinin ve egemenliğinin sonucu olan faaliyetler.

ictiba yolu / ictibâ yolu

  • Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.

ictihad / ictihâd

  • Âyet ve hadîslerden hüküm çıkarma, içtihat.

ictima-i a'zam

  • Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf etmiş gibi görünmeleri.

ictisas

  • Ağacı kökünden çekip koparmak.

ictiza'

  • Ağaç veya dal kesme.

id-i ekber / îd-i ekber

  • Arefesi Cuma gününe raslayan Kurban Bayramı.

idab

  • Acib nesne.

idare-i askeriye

  • Askerlerin idaresi.
  • Askerlik işleriyle meşgul olan idare.

idare-i ekvani / idare-i ekvânî

  • Âlemlerin, varlıkların idaresi.

idb

  • Acib iş.

iddet-i eşhür

  • Ay hesabıyla iddet beklemek. Boşanma tarihinden itibaren hür ise üç ay, cariye ise birbuçuk ay bekler.

idlal-i ilahi / idlâl-i ilâhî

  • Allah'ın kulu saptırması.

idman

  • Alıştırma.

idrak / idrâk

  • Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.
  • Anlayış, kavrayış.

idrak etme / idrâk etme

  • Anlama, kavrama.

idrak etmek

  • Anlamak, kavramak.

idrak ettirme

  • Anlatma.

idrakli / idrâkli

  • Anlayışlı, düşünen.

ıdtıgan

  • Ayağıyla kendi kendine vurmak.

ıdva'

  • Azık yapmak.

ifa-yı ubudiyet / ifâ-yı ubudiyet

  • Allah'a olan kulluğu yerine getirme.

ifadat / ifâdât

  • Anlatımlar.

ifade / ifâde

  • Anlatım.

ifade-i şifahiyye

  • Ağızdan söyleyerek, şifahî olarak ifade ederek.

ifhah

  • Âciz bırakma.

ifham / ifhâm / افهام

  • Anlatma, öğretme.
  • Anlatma.
  • Anlatma.
  • Anlatma. (Arapça)
  • İfhâm etmek: Anlatmak. (Arapça)

ifham etmek

  • Anlatmak, bildirmek.

ifrat / ifrât / افراط / اِفْرَاطْ

  • Aşırılık.
  • Aşırılık.
  • Aşırıya kaçma. (Arapça)
  • Aşırılık.

ifrat-ı adavet / ifrat-ı adâvet

  • Aşırı derecede düşmanlık besleme.

ifrat-ı muhabbet

  • Aşırı sevgi.

ifrat-ı şefkat

  • Aşırı derecede şefkat duyma.

ifratalud / ifratâlûd

  • Aşırılıkla karışık, aşırılık bulunan.
  • Aşırılıkla karışık.

ifratkar / ifratkâr / ifrâtkâr / افراطكار

  • Aşırı giden.
  • Aşırıya kaçan. (Arapça - Farsça)

ifratkarane / ifratkârane / ifratkârâne

  • Aşırı gidercesine.
  • Aşırıya kaçacak şekilde.

ifratperesti / ifratperestî / افراط پرستى

  • Aşırıcılık. (Arapça)

ifratperver

  • Aşırılığı seven.
  • Aşırılığa kaçan.

ifratperverane / ifratperverâne

  • Aşırılığı severek.
  • Aşırılığı severcesine.

ifraz / ifrâz

  • Ayırmak, tefrik etmek. Ayrılmak.
  • Ayrılma, akma, salgı.

ifrazat / ifrâzât

  • Akıntılar, salgılar.

ifşa / ifşâ / افشا / اِفْشَا

  • Açığa vurma. (Arapça)
  • İfşâ edilmek: Açığa vurulmak. (Arapça)
  • İfşâ etmek: Açığa vurmak. (Arapça)
  • Açığa çıkarma.

ifşaat / ifşâât / افشاآت / اِفْشَاآتْ

  • Açığa vurmalar. (Arapça)
  • Açığa çıkarmalar.

ifsah

  • Açmak, genişletmek.

iftah

  • Açmak. Fethetmek.

iftirak / iftirâk / افتراق

  • Ayrılma.
  • Ayrılma.
  • Ayrılık. (Arapça)

iftirakat

  • Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar.

iğfal / iğfâl / اِغْفَالْ

  • Aldatma, ayartma.
  • Aldatma, doğru yoldan saptırma. Hakkı unutturma.
  • Aldatma.

iğfalat / iğfâlât

  • Aldatmalar.

ığlak

  • Anlaşılmaz olma, muğlak olma.

igmaz

  • Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek.

igrakiyyat

  • Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler.

igras

  • Ağaç dikmek. Toprağa gömmek.

igtibak

  • Akşam vaktinde şarap içmek.

igtiraf

  • Avuçla su içme, eliyle su alma.

iğva / iğvâ / اغوا

  • Azdırma, baştan çıkarma.
  • Ayartma, kandırma.
  • Ayartma, baştan çıkarma.
  • Azdırma, ayartma. (Arapça)
  • İğvâ etmek: Azdırmak, ayartmak. (Arapça)

igva'

  • Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak.

ihaşe

  • Avı, tuzağa düşürebilmek için sürüp götürme.

ihata-i kudret

  • Allah'ın kudretinin herşeyi kuşatması.

ihbar-ı ilahi / ihbar-ı ilâhî

  • Allah tarafından bildirilen.

ihkab

  • Arkası kesilme.

ihlas / اخلاص / ihlâs / اِخْلَاصْ

  • Allah rızasını esas yapma.
  • Allah rızâsını esas tutma, samîmiyet.

ıhmad

  • Ateşi söndürmek.

ihmad

  • Ateşin alevini söndürmek.
  • Ateşin alevini söndürme.

ihna'

  • Acıma, merhamet etme, şefkat etme.

ihrak

  • Akıtma, dökme.

ihrak bi-n-nar

  • Ateşte yakma.

ihsan erbabı

  • Allah'ı görür gibi ibadet edenler.

ihsan-ı ilahi / ihsan-ı ilâhî / ihsân-ı ilâhî / اِحْسَانِ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.
  • Allah'ın iyiliği.

ihsan-ı ilahiye / ihsan-ı ilâhiye

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsanat-ı hususiye-i rabbaniye / ihsanat-ı hususiye-i rabbâniye

  • Allah'ın terbiye ve idaresinin özel yardım ve bağışları.

ihsanat-ı ilahiye / ihsânât-ı ilâhiye

  • Allah'ın lûtuf ve bağışları.

ihsanat-ı külliye-i ilahiye / ihsânât-ı külliye-i ilâhiye

  • Allah'ın herşeyi kuşatan bağış ve iyilikleri.

ihsanat-ı rabbaniye / ihsânât-ı rabbâniye

  • Allah'ın lütuf ve bağışları.

ihsanat-ı uhreviye / ihsânat-ı uhreviye

  • Ahiretteki ihsanlar, bağışlar.

ihtida'

  • Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek.

ihtifad

  • Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme.

ihtifal / ihtifâl / احتفال

  • Anma töreni. (Arapça)

ıhtilab

  • Aldatmak.

ihtilacat-ı asabiye

  • Asabî çarpıntılar.

ihtilaf / ihtilâf

  • Ayrılma, ayrışma, çözülme.
  • Anlaşmazlık, uyuşmazlık.
  • Anlaşmazlık, uyuşmazlık, ayrılık.

ihtilaf u tefrika / ihtilâf u tefrika

  • Ayrılık ve anlaşmazlık.

ihtilaf-ı matali / ihtilâf-ı matâli

  • Ay'ın doğuşunun zaman olarak farklı yerlerde farklı oluşu.

ihtilaf-ı metali / ihtilâf-ı metâli

  • Ay'ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu.

ihtilaf-ı metali' / ihtilâf-ı metali'

  • Ayın doğuş zamanlarının farklı yerlerde farklı oluşu.

ihtilafat / ihtilâfat / ihtilâfât

  • Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar.
  • Anlaşmazlıklar, ayrılıklar.
  • Ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar.

ihtilafi / ihtilâfî

  • Anlaşmazlık konusu.

ihtilal / ihtilâl

  • Ayaklanma, karışıklık.
  • Ayaklanma, kargaşalık.

ihtilal-i dimağiye / ihtilâl-i dimâğiye

  • Akıl karışıklığı.

ihtilas / ihtilâs / اِخْتِلَاسْ

  • Aşırma, çalma.

ihtiras / ihtirâs / احتراص

  • Aşırı istek, tutku.
  • Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu.
  • Aşırı istek.
  • Aşırı hırs. (Arapça)

ihtisab / ihtisâb

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi.

ihtiyacat-ı şedide-i aşknüma / ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâ

  • Aşk derecesindeki şiddetli ihtiyaçlar.

ihtiyar ve irade-i ilahiye / ihtiyar ve irade-i ilâhiye

  • Allah'ın dilemesi, istemesi ve iradesi.

ihtiyar-ı amm / ihtiyar-ı âmm

  • Allah'ın herşeyi kuşatan iradesi, seçme ve tercih gücü.

ihtiza

  • Ateş yakıp alevlendirme.

ihtizaz

  • Alçalma, tezellül.

ihvaniyat

  • Arkadaşlar, eş dost mektubları.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ihya-yı alem / ihyâ-yı âlem

  • Âlemi yeniden diriltme.

ıkab

  • Azap, mihnet.

ikab

  • Azap, eziyet, ceza.

ikab-ı ilahi / ikab-ı ilâhî

  • Allah'ın azabı.

ikab-ı uhreviye / ikab-ı uhrevîye

  • Âhiretteki ceza.

ikad

  • Ateş yakma, tutuşturma.

ikazat-ı ilahiye / ikazât-ı ilâhiye

  • Allah'ın uyarıları.

iki lütfü'ler

  • Abdullah Lütfi Özerdem ve Küçük Lütfi.

ıklab

  • Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek.

ıklal

  • Azaltılma, azaltma.

ıkmar

  • Ayın doğmasını bekleme.

ıknas

  • Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma.

ikra / oku / اقرأ

  • Arapça'da "oku" anlamına gelir. Alak suresinin ilk ayeti "ikra bismirabbikellezi alak" (oku, yaradan Rabbinin adıyla oku)

ikram / ikrâm

  • Ağırlama.

ikram-ı ilahi / ikrâm-ı ilâhî / اِكْرَامِ اِلَهِي

  • Allah'ın lütfu, ikramı ve ihsanı.
  • Allah'ın ikrâmı.

ikram-ı rabbani / ikrâm-ı rabbânî / اِكْرَامِ رَبَّان۪ي

  • Allahın ikrâmı.

ikramat-ı ilahiye / ikrâmât-ı ilâhiye

  • Allah tarafından gelen ikramlar, ihsan ve lütuflar.

ikramiye / ikrâmiye

  • Armağan olarak verilen para.

iktat

  • Alçak sesle kulağa fısıldama.

iktibas / iktibâs / اقتباس / اِقْتِبَاسْ

  • Alıntı.
  • Alıntı, söz nakletme.
  • Alıntı. (Arapça)
  • İktibâs edilmek: Alınmak. (Arapça)
  • İktibâs etmek: Alıntı yapmak, ödünç almak. (Arapça)
  • Alıntı.

iktibas edilen

  • Alınan.

iktibasat / iktibâsât / اقتباسات

  • Alıntılar. (Arapça)

iktibasen

  • Alıntı yaparak.

iktıfa

  • Arkasından gitme, ardına düşme, takib.

iktiran-ı kevakib

  • Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.

iktita'

  • Almak. Bir şeyin bir kısmını koparıp almak.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

ikza

  • Azarlama, sövme, hakaret etme.

ila ahir-i aye / ilâ âhir-i âye

  • Âyetin sonuna kadar.

ila ahir-i ayet / ilâ âhir-i âyet

  • Âyetin sonuna kadar.

ila ahiri'l-aye / ilâ âhiri'l-âye

  • Âyetin sonuna kadar.

ila-maşaallah / ilâ-mâşaallah

  • Allah'ın dilediği, müsaade ettiği sürece.

ila-yı kelimetullah / ilâ-yı kelimetullah

  • Allah'ın adını yüceltmek; İslâmı ve Kur'ân'ı yayma.

ilaahirilayet / ilââhirilâyet

  • Âyetin sonuna kadar.

ilah

  • Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece devam eder" demektir.

ilahi / ilâhî

  • Allah tarafından olan.
  • Allaha dair.

ilahi bihakkı esmaikel-hüsna / ilâhî bihakkı esmâikel-hüsnâ

  • Allah'ım güzel isimlerinin hakkı için.

ilahi cazibe / ilâhî cazibe

  • Allah tarafından verilen bir çekicilik, çekim gücü.

ilahi dinler / ilâhî dinler

  • Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir.

ilahi hidayet / ilâhî hidayet

  • Allah tarafından gösterilen hak ve doğru yol.

ilahi kudret / ilâhî kudret

  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı.

ilahiyat / ilâhiyat

  • Allahtan bahseden ilim.

ılakıye

  • Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.

ilanat-ı rabbaniye / ilânât-ı rabbâniye

  • Allah tarafından gönderilen ve Allah'a işaret eden duyurular.

ilayıkelimetullah / îlâyıkelimetullah

  • Allah kelâmını yayma.

ılgamak

  • At başıboş olarak dörtnala koşması.

ılgarcı

  • Akıncı.

ilham / ilhâm

  • Allah tarafından kalbe gelen mâna.
  • Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ.
  • Allah tarafından kalbe gelen mânâ.

ilham-ı hüda / ilham-ı hüdâ

  • Allah'ın verdiği ilham.

ilham-ı ilahi / ilhâm-ı ilâhî

  • Allah'ın kalbe gönderdiği ilham.

ilham-ı rabbani / ilham-ı rabbânî

  • Allah tarafından kalbe indirilen ilham.

ilhami / ilhâmî

  • Allah tarafından kalbe gönderilen bir tarzda ilham.

ilim ve emr-i ilahi / ilim ve emr-i ilâhî

  • Allah'ın ilmi ve emri.

ilka / ilkâ / القا

  • Atma, bırakma. (Arapça)
  • İlkâ etmek: Atmak. (Arapça)

ilka etmek

  • Atmak, bırakmak, yerleştirmek.

ilka'

  • Atma, bırakma.
  • Öğretme.
  • Bırakma, yerleştirme.

ilka-ı külli / ilka-ı küllî

  • Allah tarafından bir kişinin kalbine geniş mânâların verilmesi.

ilkah / ilkâh / القاح

  • Aşılama, dölleme. (Arapça)

illa / illâ

  • Ancak.

illahu / illâhu

  • Ancak O. Allah (C.C.)

illallah

  • Allahdan başka.

ille-i gaiye

  • Asıl hedef, gerçek sebep.

illet

  • Asıl sebep.

illet ve masdar

  • Asıl sebep ve kaynak.

illet-i gaiye

  • Asıl gaye, amaç.

illet-i zillet / عِلَّتِ ذِلَّتْ

  • Alçalmışlığın, hor-hakir olmanın hakiki sebebi.

ilm-i ahlak / ilm-i ahlâk

  • Ahlâk bilgisi.

ilm-i cüz'i / ilm-i cüz'î

  • Az ve sınırlı ilim.

ilm-i ezeli / ilm-i ezelî

  • Allah'ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi.
  • Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.

ilm-i fiten

  • Asr-ı saadetten sonra zuhur eden hâdiselere, fitnelere dâir olan hadis-i şeriflere, ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Fiten denilmektedir.

ilm-i hey'et

  • Astronomi ilmi.
  • Astronomi ilmi.

ilm-i ilahi / ilm-i ilâhî

  • Allahü teâlânın ezelî ilmi.
  • Allah'ın herşeyi kuşatan sınırsız ilmi.

ilm-i ilahiye / ilm-i ilâhiye

  • Allah'ın herşeyi kuşatan sınırsız ilmi.

ilm-i layetenahi / ilm-i layetenâhî

  • Allah'ın sonu olmayan ilimi.

ilm-i ledün

  • Akıl veya nakil yoluyla değil, kalple ve doğrudan Allah'tan öğrenilen ilim.

ilm-i ledünn

  • Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.

ilm-i muhit-i ezeli / ilm-i muhit-i ezelî

  • Allah'ın, geçmiş ve gelecek bütün zamanları ve herşeyi kuşatan sonsuz ilmi.

ilm-i muhit-i ilahi / ilm-i muhit-i ilâhî

  • Allah'ın herşeyi kuşatan ilmi.

ilm-i muhit-i ilahiye / ilm-i muhit-i ilâhîye

  • Allah'ın herşeyi kuşatan ve kapsayan ilmi.

ilm-i nahv

  • Arapça gramer ilmi.
  • Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.

ilm-i sarf ve nahv

  • Arapçada kelime ve cümle bilgisi.

ilm-i tabakat-ül arz

  • Arzın tabakalarından bahseden ilim. Jeoloji.

ilm-i vehbi / ilm-i vehbî

  • Allah tarafından verilen ilim.

ilmiye

  • Âlimler yolu.

iltifat-ı ilahi / iltifât-ı ilâhî

  • Allah'ın lütuf ve iyiliklerle insanlara yönelmesi.

iltifat-ı rabbaniye

  • Allah'ın iltifatı ve özel ihsanı.

iltifat-ı rahmani / iltifat-ı rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kuluna yönelip ona lütufta bulunması.

iltifatat-ı rahmaniye / iltifâtât-ı rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kullarına lütuf ve iyilikte bulunması.

iltifatat-ı rahmet / iltifâtât-ı rahmet

  • Allah'ın sonsuz rahmetinin iltifâtları.

iltihab

  • Alevlenme, tutuşma.

iltihas

  • Açlık veya susuzluktan dolayı soluma.

imam-ı ali

  • Ali (r.a.).

imam-ı ali (r.a.)

  • Ali (r.a.).

imam-ı gazali / imam-ı gazalî

  • Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. "Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî" diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok eserler vermiştir. (K.S.)

imam-ı rabbani / imam-ı rabbânî

  • Ahmed-i Farûkî.

imamü'l-müttakin / imâmü'l-müttakîn

  • Allah'tan korkan takvalıların önderi.

iman-ı ahiret / iman-ı âhiret

  • Âhirete iman.

iman-ı bi'l-ahiret / iman-ı bi'l-âhiret

  • Âhirete iman.

iman-ı bi'l-yevmi'l-ahir / iman-ı bi'l-yevmi'l-âhir

  • Âhiret gününe iman.

iman-ı bil'ahiret / iman-ı bil'âhiret / îmân-ı bil'âhiret / ا۪يمَانِ بِالْاٰخِرَتْ

  • Âhirete iman.
  • Âhirete inanma.

iman-ı bil-ahiret / iman-ı bil-âhiret

  • Âhirete, öldükten sonra dirileceğine, haşir ve neşre, Cennet ve Cehennem'e inanmak.

iman-ı billah / iman-ı billâh / imân-ı billâh

  • Allah'a ve O'nun sıfatlarına inanmak.
  • Allah'a iman.

iman-ı gaybi / îmân-ı gaybî

  • Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.

iman-ı hılki / îmân-ı hılkî

  • Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.

iman-ı tahkiki / îmân-ı tahkîkî / ا۪يمَانِ تَحْق۪يق۪ي

  • Araştırma ile kuvvetlenmiş îmân.

iman-ı taklidi / iman-ı taklidî

  • Araştırmaksızın, taklide dayanan iman.
  • Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman.

imanün bi'l-ahiret / îmânün bi'l-âhiret

  • Âhirete iman.

imdi / imdî

  • Artık, bu halde, böyle olduğu halde.

imkan-ı akli / imkân-ı aklî / اِمْكَانِ عَقْل۪ي

  • Aklen mümkün olma.

imkan-ı zihni / imkân-ı zihnî / اِمْكَانِ ذِهْن۪ي

  • Aklen mümkün olma.

imtidah

  • Aşma, taşma.

imtiyaz / imtiyâz / اِمْتِيَازْ

  • Ayrıcalık, ayırd edici özellik.
  • Ayrıcalık.
  • Ayrıcalıklı olma.

imtiyazat / imtiyazât

  • Ayrıcalıklar.
  • Ayrıcalıklar.

imtiyazlı

  • Ayrıcalıklı.

in'am-ı hak / in'âm-ı hak

  • Allah'ın nimeti, lütuf ve ihsanı.

in'am-ı ilahi / in'âm-ı ilâhî

  • Allah'ın ihsanı, nimet vermesi.

in'amat-ı ilahiye / in'âmât-ı ilâhiye

  • Allah'ın verdiği nimetler.

in'amat-ı külliye-i ilahiye / in'âmât-ı külliye-i ilâhiye

  • Allah'ın yarattığı varlıklara sunduğu hadsiz nimetler.

in'amat-ı rahmaniye / in'âmât-ı rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz şefkat ve merhametiyle bağışladığı nimetler.

in'ikas eden / in'ikâs eden

  • Aks eden, yansıyan.

inad / inâd

  • Ayak direme, inat.

inaka

  • Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme.

inare / inâre / اناره

  • Aydınlatma. (Arapça)

inayat-ı ilahiye / inâyât-ı ilâhiye

  • Allah'ın özel yardımları.

inayet delili

  • Alah'ın kâinata koyduğu nizam, intizam delili.

inayet ve hıfz-ı ilahi / inayet ve hıfz-ı ilâhî

  • Allah'ın özel yardımı ve koruması.

inayet ve rahmet-i ilahi / inayet ve rahmet-i ilâhi

  • Allah'ın özel rahmeti, şefkat ve merhameti, lütuf ve yardımı.

inayet ve tevfik-i ilahiye / inayet ve tevfik-i ilâhiye

  • Allah'ın özel yardımı ve başarıya ulaştırması.

inayet-i ilahi / inâyet-i ilâhî

  • Allah'ın inâyeti, yardımı.

inayet-i ilahiye / inâyet-i ilâhiye / عِنَايَتِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın şefkati, yardımı.
  • Allahın yardımı.

inayet-i merhamet-i ilahiye / inayet-i merhamet-i ilâhiye

  • Allah'ın merhamet ve yardımı, lütuf ve ihsanı.

inayet-i rabbani / inâyet-i rabbânî

  • Allah'ın inâyeti, özel yardımı.

inayet-i rabbaniye / inâyet-i rabbâniye / عِنَايَتِ رَبَّانِيَه

  • Allah'ın inayeti.
  • Allah'ın inayeti, yardımı.
  • Allahın yardımı.

inayet-i sermediye / inâyet-i sermediye

  • Allah'ın sürekli olan nizamı, devamlı olan düzeni.

inayet-i zahire

  • Ap açık inayet; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan ap açık düzenlilik.

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

inbisat / inbisât

  • Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

incil / incîl

  • Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

ind-i ilahi / ind-i ilâhî

  • Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında.
  • Allah'ın yüce katında, yanında.

indallah / indallâh / عِنْدَاللّٰهْ

  • Allah yanında. Allah indinde.
  • Allah katında.
  • Allah yanında.
  • Allah katında.
  • Allâh katında, yanında.

indelbüleğa

  • Adamına göre güzel söz söyleyenler yanında.

infikak / infikâk / انفكاک

  • Ayrılma.
  • Ayrılma, ayrışma.
  • Ayrılış. (Arapça)

infilak

  • Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.

infisal / infisâl / انفصال

  • Ayrılma.
  • Ayrılma.
  • Ayrılma. (Arapça)

ingiliz ve alman

  • Avrupa'da yaşayan iki devlet.

inhilal / inhilâl

  • Ayrışma, dağılma.

inhimad

  • Ateşi sönmeyip alevi geçme.

inhimak / inhimâk / انهماک

  • Ahmakça dalma.
  • Aşırı düşkünlük. (Arapça)

inhisaf

  • Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.

inkılab-ı acibe / inkılâb-ı acibe

  • Acayip, hayret verici köklü değişim, dönüşüm.

inkılab-ı acip / inkılâb-ı acip

  • Acayip köklü değişim.

inkılab-ı ilahi / inkılâb-ı ilâhî

  • Allah'ın dilemesiyle olan değişim, dönüşüm.

inkimaş

  • Acele etme. Çabuk iş görme.

inkişa / inkişâ

  • Açılma.

inkişaf / inkişâf / انكشاف / اِنْكِشَافْ

  • Açılma, gelişme.
  • Açığa çıkma, açılma.
  • Açılma.
  • Açılma, açığa çıkma.

inkişaf etme

  • Açığa çıkma.

inkişaf etmek

  • Açığa çıkmak.

inkişafat

  • Açılmalar, gelişmeler.

inne-ma / inne-mâ

  • Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy etmek için kullanılır.

inşaalah

  • Allah dilerse, izin verirse.

inşaallah / inşâallah

  • Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir).
  • Allah'ın izniyle, Allah izin verirse.
  • Allah dilerse.

insaf / insâf / انصاف

  • Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
  • Acıma. (Arapça)

insafsızca

  • Acımasızca.

insan-ı gafil

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan.

insan-ı kafir / insan-ı kâfir

  • Allah'ı inkâr eden insan.

inşial

  • Alevlenme, şulelenme.

inşikak-ı kamer / inşikâk-ı kamer

  • Ay'ın parçalanması. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizesi eseri olarak gökte ay'ın en parlak olduğu bir zamanda ikiye ayrılması.
  • Ayın ikiye bölünmesi.

insina-yı kadem

  • Ayağın burkulması.

inşirah / inşirâh / انشراح

  • Açılma, ferahlama. (Arapça)

intak-ı bilhak / intâk-ı bilhak / اِنْطَاقِ بِالْحَقْ

  • Allahın doğruyu söyletmesi.

intakıbilhak / intâkıbilhak

  • Allahın konuşturması.

intıba'

  • Aksetme, damgasını vurma.

intifa / intifâ / انطفا

  • Ateşin sönmesi. (Arapça)

intifaah-ı rie / intifaâh-ı rie

  • Akciğerin şişmesi.

intiyah

  • Ağlama, göz yaşı dökme.

intizamat-ı alem / intizâmât-ı âlem

  • Alemdeki düzenlilikler.

intizar

  • Adamak, nezretmek.

inzibat / inzibât / اِنْضِبَاطْ

  • Âsayiş, düzen.
  • Asayiş altına girme.

inzicar

  • Azarlanma, sakındırılma, menedilme.

irabet

  • Akıl, anlayış, kavrayış.

irade-i cüz'iyye / irâde-i cüz'iyye

  • Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu. İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade.
  • Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.
  • Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz'î irade. İnsan iradesi.

irade-i ilahi / irade-i ilâhî

  • Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i ilahiye / irâde-i ilâhiye

  • Allah'ın iradesi, dilemesi.

irade-i külliye

  • Allah'ın herşeyi kaplayan iradesi.

irade-i külliye-i ilahiye / irade-i külliye-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi kuşatan iradesi.

irade-i külliyye / irâde-i külliyye

  • Allahü teâlânın irâdesi. İrâde-i ilahiyye de denir.

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

ıraka / ırâka

  • Akıtma.

irbaş

  • Ağacın yeşillenip yapraklanması.

irca-i inan

  • Atın dizginini çevirme, başka tarafa yöneltme.

irdaf

  • Ardısıra yürütme, yürütülme.

irdafen

  • Ardısıra yürüterek.

iren

  • Alt dudak.

irha-i lisan

  • Ağzına geleni söyleme.

ırk

  • Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.

ırk-üz-zeheb

  • Altınkökü denilen bir nebat.

irka'

  • Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme.

ırktaş

  • Aynı ırktan olan.

irma'

  • Atma, fırlatma.

ırris

  • Arslan yatağı.

irtican

  • Adamın işi gücü bozulma.

irtihal

  • Âhiret yolculuğuna çıkmak, ölmek.

işa'-i eşcar

  • Ağaçların çiçek açması.

ışaan / ışâân

  • Akşam ile yatsı.

ısadet

  • Avlatmak.

ışaeyn

  • Akşam ile yatsı zamanı.

isaf

  • Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin adı.

işal / işâl

  • Alevlendirme.

isale / isâle / اساله

  • Akıtma.
  • Akıtma. (Arapça)

işarat-ı gavsiye / işârât-ı gavsiye

  • Abdulkadir-i Geylânî'nin verdiği haber.

işaret / işâret

  • Anlamlı davranış, belirti.

işaret-i akliye

  • Akla hitap eden işaret. Soyut işaret.

işaret-i ilahiye / işaret-i ilâhiye

  • Allah tarafından gönderilen işaret.

işaret-i inayet / işaret-i inâyet

  • Allah'ın özel yardımının işareti, göstergesi.

işaret-i rabbaniye / işaret-i rabbâniye

  • Allah'ın işareti.

işaret-i semavi / işaret-i semâvi

  • Allah tarafından gösterilen işaret.

isbat-ı ezeliyet / isbat-ı ezelîyet

  • Allah'ın, başlangıcı olmayan sonsuz bir varlık olduğunun ispatı.

ısfa'

  • Arındırılmak. Hâli olmak.

işha'

  • Ağız açma, ağzını açma.

ishan

  • Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak,

ishan-ı ayn

  • Ağlatma. Göz kızartma.

ışk / عشق

  • Aşk. (Arapça)

iskab

  • Ateş yakma.

iskal

  • Ağır bir şey yüklemek.

işkence / اشكنجه

  • Acı verme, eziyet etme. (Farsça)

ısla'

  • Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak.

ıslah-ı zat-ül beyn / ıslah-ı zât-ül beyn

  • Aralarındaki kırgınlığı kaldırarak iki kişiyi barıştırma.

ıslahat-ı adliye

  • Adli ıslahat.

ıslahat-ı askeriye

  • Askerlikte yapılan ıslahatlar. Askerî ıslahat.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

islamköylü abdullah / islâmköylü abdullah

  • Abdullah Çavuş (Kula).

ıslihmam

  • Ayak üstüne durmak.

ism / اسم

  • Ad. (Arapça)

ism-i a'zam / اِسْمِ اَعْظَمْ

  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.
  • Allahın en büyük ismi.

ism-i adl

  • Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi.

ism-i adl ve hakem

  • Allah'ın haklıyı haksızdan ayırıp her hakkı yerine getirdiğini ve herbir şey hakkında adaletle küllî hüküm verdiğini bildiren isimleri.

ism-i ahir / ism-i âhir

  • Allah'ın her herşeyin sonunu hayırlı ve verimli sonuçlarla donattığını ifade eden ismi.

ism-i allah

  • Allah'ın ismi.

ism-i azam / ism-i âzam

  • Allah Teâlâ'nın en büyük adı.

ism-i batın / ism-i bâtın

  • Allah'ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismi.

ism-i bedi

  • Allah'ın varlıkları eşsiz ve benzersiz olarak yarattığını ifade eden ismi.

ism-i bedi' / ism-i bedî'

  • Allah'ın varlıkları eşsiz ve benzersiz olarak yoktan var eden ismi.

ism-i bedi' ve hakim / ism-i bedî' ve hakîm

  • Allah'ın örneksiz olarak, eşsiz bir şekilde yaratan, ismi ile her işini hikmetle yapan mânâsındaki ismi.

ism-i celal / ism-i celâl / اِسْمِ جَلَالْ

  • Allah ism-i şerîfi.
  • Allah ism-i şerîfi.

ism-i cemil / ism-i cemîl

  • Allah'ın bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olduğunu ifade eden ismi.

ism-i evvel

  • Allah'ın her şeyin aslını ve başlangıcını ezelî ilmiyle tespit eden ve Kendisinden önce hiçbir şeyin olmadığını ifade eden ismi.

ism-i ferd

  • Allah'ın tek, eşi ve benzeri bulunmayan ve birliği herbir varlıkta görüldüğünü ifade eden ismi.

ism-i hak

  • Allah'ın varlığının hak olup her hakkın sahibi olduğunu bildiren ismi.

ism-i hakem

  • Allah'ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi.

ism-i hayy

  • Allah'ın gerçek hayat sahibi olduğunu ve her canlıya hayat verdiğini bildiren ismi.

ism-i ilahi / ism-i ilâhî

  • Allah'ın ismi.

ism-i kadir / ism-i kadîr

  • Allah'ın sonsuz güç ve kuvvet sahibi olduğunu bildiren ismi.

ism-i kayyum / ism-i kayyûm

  • Allah'ın herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tuttuğunu ifade eden ismi.

ism-i kuddus / ism-i kuddûs

  • Allah'ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi.

ism-i muhyi / ism-i muhyî

  • Allah'ın bütün canlılara hayat verdiğini ifade eden ismi.

ism-i rahim / ism-i rahîm

  • Allah'ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi.

ism-i rahim ve rezzak / ism-i rahîm ve rezzâk

  • Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu ve bütün canlıların rızıklarını verdiğini ifade eden Rahîm ve Rezzak isimleri.

ism-i rahman / ism-i rahmân

  • Allah'ın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu ifade eden ismi.

ism-i vedud / ism-i vedûd

  • Allah'ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi.

ism-i zahir / ism-i zâhir

  • Allah'ın varlığının eserleriyle ve delilleriyle âşikâr ve görünür olduğunu ifade eden ismi.

ism-i zahiri

  • Açık, görünen isim.

işmar

  • Anlamlı işaret.

ismi ahir / ismi âhir

  • Allah'ın her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî olduğunu ifade eden ismi.

ismullah

  • Allah adı.

isnadat / isnâdât

  • Asılsız isnatlar, dayandırmalar; yatıştırmalar.

işnuşe

  • Aksırık. (Farsça)

ispid

  • Ak, beyaz. (Farsça)

işrak

  • Allah'a şerik koşma. Allah'tan başkasından medet bekleme.
  • Allaha ortak koşma.

ısrar

  • Ayak direme.

işrirak

  • Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme.

ıstabl

  • Ahır.

istade

  • Ayakta durmuş. (Farsça)

istahrabat

  • Ateşe tapanların ünlü ateşlerinin bulunduğu yer.

iştat

  • Adaletsizlik edip hükümde zulmetme.

isti'cal / isti'câl / استعجال

  • Acele olmasını istemek. Acele etmek.
  • Aceleci davranış. (Arapça)

isti'şa

  • Ateş ışığıyla yol yürüme.

iştial / iştiâl / اشتعال

  • Alevlenme, tutuşma.
  • Alevlenme.
  • Alevlenme, yalazlanma, parlama, tutuşma. (Arapça)

istiaze / istiâze

  • Allah'a sığınma.

istiaze etme / istiâze etme

  • Allah'a sığınma.

istib'ad / istib'âd

  • Akıldan uzak görme.

istibad / istibâd

  • Akıldan uzak görme.

istibane

  • Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma.

istibdad-ı mutlak / istibdâd-ı mutlak / اِسْتِبْدَادِ مُطْلَقْ

  • Aşırı baskı.

istibdad-ı rezile

  • Alçakça baskı, zulüm.

istibdadat-ı askeriye

  • Askerî baskılar.

istibhal

  • Azad etme. Azad olma, serbest bırakılma.

istibka / istibkâ

  • Ağlatmak. Ağlamayı istemek.

istical / istîcâl

  • Acele etme.
  • Acele etme.

istidad-ı muhabbet-i ilahiye / istidad-ı muhabbet-i ilâhiye

  • Allah'ı sevme kabiliyeti.

ıstıfa / ıstıfâ

  • Ayıklanma, temizlenme.
  • Ayıklanma, saflaşma.

istifham

  • Anlamaya çalışmak, soru sormak, soru.

istifraz

  • Ayırıp tefrik etme.

istifsar / istifsâr / اِسْتِفْسَارْ

  • Açıklanmasını istemek, sormak.
  • Anlamak için soru sorma.
  • Açıklama isteme, sorma.

istifzal

  • Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme.

istiğfar / istiğfâr / اِسْتِغْفَارْ

  • Af dileme, tevbe.
  • Allahtan af dileme.
  • Af talep etme.
  • Allah'tan affedilmeyi isteme.

istiğfar etme

  • Af dileme, tevbe etme.

istiğfar etmek

  • Af dilemek.

istiğrak-ı mutlak

  • Allah aşkı ile tamamen kendinden geçmek.

istiğraki / istiğrâkî

  • Allah aşkıyla kendinden geçme.

istiğrakkarane / istiğrakkârâne

  • Allah aşkıyla kendinden geçercesine.

iştihab

  • Ağarma, beyazlama, kırlaşma.

ıstıham

  • Ayak üstüne dikili durmak.

istihaza / istihâza

  • Âdet kanı.

istihdam-ı ilahi / istihdam-ı ilâhî

  • Allah'ın hizmet ettirmesi, görevlendirmesi.

istihkar / istihkâr / استحقار

  • Aşağılama. (Arapça)

istihmak

  • Ahmaklık gösterme, salaklık yapma.

istihsan-ı akli / istihsan-ı aklî

  • Akıl tarafından beğenilme, güzel bulunma.

istihza / istihzâ / استهزا / اِسْتِهْزَا

  • Alay etme.
  • Alay etmek.
  • Alay. (Arapça)
  • İstihzâ etmek: Alay etmek. (Arapça)
  • Alay etme.

istihzaen

  • Alay ederek.

istihzakarane / istihzâkârâne

  • Alay edercesine.
  • Alay edercesine.

istikade

  • Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme.

istikamet / istikâmet

  • Allahü teâlânın beğendiği, doğru, hak yolda bulunma.

istikbah / istikbâh / استقباح

  • Ayıplama. (Arapça)

istikra / istikrâ

  • Ayrı ayrı olaylardan genel bir hüküm çıkarma.

ıstıla

  • Ateşte ısınma.

istilka'

  • Arka üstü yatarak uyuma.

istimaze

  • Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma.

istimrar-ı ahlak / istimrar-ı ahlâk

  • Ahlakî özelliklerin aksamadan varlığını sürdürmesi.

istinas / istinâs / istînâs / اِسْتِينَاسْ

  • Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.
  • Alışma, ısınma.
  • Alışma.

istinbat / istinbât / استنباط

  • Anlam çıkarma, hüküm çıkarma. (Arapça)

istinkaf-ı manidar / istinkâf-ı mânidar

  • Anlamlı çekimserlik.

istinkah / istinkâh

  • Araştırma. Ağız koklama.

istinsaf

  • Alacağını alma. Hakkını tamâmen alma, ödeşme.

istinşak / istinşâk

  • Abdest ve boy abdesti (gusül) alırken burna su çekme.

ıstırab / اضطراب

  • Acı, ızdırap. (Arapça)

iştirak-i a'mal / iştirâk-i a'mâl / اِشْتِرَاكِ اَعْمَالِ

  • Amellerde ortak olma.

iştirak-i a'mal-i uhrevi / iştirâk-i a'mâl-i uhrevî

  • Âhirete âit işlerde mânen ortak olma.

iştirak-i a'mal-i uhreviye / iştirâk-i a'mâl-i uhreviye / اِشْتِرَاكِ اَعْمَالِ اُخْرَوِيَه

  • Âhirete âit işlerde mânen ortak olma.
  • Âhirete âit amellerde ortak olma.

istirha-yi adelat / istirha-yi adelât

  • Adalelerin, kasların gevşemesi.

istishar

  • Alay etme, zevklenme, eğlenme.

istiskal

  • Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.

istiskal etme

  • Ağır bulup hoşlanmama, değer vermeme.

istiskal etmek

  • Ağır bulup hoşlanmamak.

istisna / istisnâ

  • Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak.
  • Ayrılık, kural dışı.

istitrad

  • Ara söz.

istitradi / istitradî

  • Asli mevzudan olmayıp sırası gelmişken bir konuyu dile getirme.

ıstıyad

  • Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek.

iştiyak-ı uhreviye

  • Âhiret sevgisi, arzusu, coşkusu.

iştiyakla

  • Arzu ve istekle.

istizah / istizâh / istîzâh / اِسْت۪يضَاحْ

  • Açıklama talebi.
  • Açıklama istemek.
  • Açıklama isteme.

istizahta bulunan

  • Açıklama isteyen.

istizhan

  • Akıl etmek, düşünmek.

istuh

  • Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare. (Farsça)

isyan / isyân

  • Ayaklanma, başkaldırma.

itaat

  • Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek.

itaat-i askeriye

  • Askerin emre uyması.

itab / itâb / عتاب

  • Azarlama, tersleme.
  • Azarlama, tekdir etme.
  • Azarlama.
  • Azarlama.
  • Azarlama, paylama, çıkışma. (Arapça)

itab etmek

  • Azarlamak.

itabname

  • Azarlama mektubu. (Farsça)

ıteh

  • Ahmaklık, bunaklık.

ıtga

  • Azdırma, azdırılma.

itibarıyla / itibârıyla

  • Açısından.

itibariyle

  • Açısından.

itilaf / îtilâf

  • Anlaşma.

itiyad / îtiyad / itiyâd / اعتياد

  • Alışkanlık.
  • Alışkanlık.
  • Alışkanlık. (Arapça)
  • İtiyâd kesb etmek: Alışkanlık kazanmak. (Arapça)

itiyat

  • Alışkanlık.

itizal / îtizâl

  • Ayrılma, sapma.

itizam-ı ma la yelzem / itizâm-ı mâ lâ yelzem / التزام ما لا یلزم

  • Abesle iştigal etmek.

ıtk / عتق

  • Âzâd etme, köle âzâd etme. (Arapça)

ıtkname / ıtknâme / عتق نامه

  • Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.
  • Âzâdlık belgesi. (Arapça - Farsça)

ıtlak-ı lisan

  • Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak.

ittifak-ı vazife

  • Aynı görevde birleşme.

ittifakkarane / ittifakkârâne

  • Anlaşarak.

ittihad-ı maksat

  • Aynı hedefte birleşme.

ittihaz / ittihâz

  • Alma, sayma.

ittika / ittikâ

  • Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma.

ittikal / ittikâl

  • Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma.

ittisal-i mana / ittisal-i mânâ

  • Anlam bütünlüğü.

ittizah / ittizâh

  • Açıklık.

ıtya'

  • Avdet etmek, dönmek.

ivedi

  • Aceleci, savruk. Çabuk.

ivme

  • Acele etme, koşma.

iyab

  • Avdet eylemek, geri dönmek.

ıyan / ıyân

  • Âşikâr, belli.

iyan / iyân / عيان

  • Açık, ayan beyan. (Arapça)

iyani / iyanî

  • Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair.

iz'an / iz'ân

  • Anlayış, kavrayış.

iz'an-ı akli / iz'ân-ı aklî

  • Aklen anlama, kabul etme.

iz'an-rüba

  • Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. (Farsça)

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izade

  • Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme.

izae / izâe / اضائه

  • Aydınlatma, ışıklandırma.
  • Aydınlatma.
  • Aydınlatma. (Arapça)

izafiyyet

  • Alâka mahiyeti. Bağlılık.

izah / izâh / îzâh / ايضاح / ایضاح / ا۪يضَاحْ

  • Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.
  • Açıklama.
  • Açıklama.
  • Açıklama.
  • Açıklama. (Arapça)
  • Îzâh edilmek: Açıklanmak. (Arapça)
  • Îzâh etmek: Açıklamak. (Arapça)
  • Açıklama.

izah buyurulan

  • Açıklanan.

izah eden

  • Açıklayan.

izah edilen

  • Açıklanan.

izah edilme

  • Açıklanma.

izah edilmek

  • Açıklanmak.

izah etme

  • Açıklama.

izah etmek

  • Açıklamak.

izah ve beyan

  • Açıklama.

izahat / izâhât / îzâhât / ایضاحات / ا۪يضَاحَاتْ

  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar. (Arapça)
  • Îzâhât vermek: Açıklamada bulunmak, açıklama yapmak. (Arapça)
  • Açıklamalar.

izahen / îzâhen / ایضاحا

  • Açıklayarak, izah ederek.
  • Açıklama ile.
  • Açıklayarak. (Arapça)

izahsız

  • Açıklamasız.

izan / izân

  • Anlayış.

izani / izânî

  • Anlayışla ilgili.

izaz / îzaz / îzâz

  • Aziz kılma, yüceltme, ihsan etme.
  • Ağırlama.

izdiham / izdihâm / ازدحام / اِزْدِحَامْ

  • Aşırı kalabalık, aşırı yığılma. (Arapça)
  • Aşırı kalabalık.

ızdırap / اضطراب

  • Acı. (Arapça)

izdiyad / izdiyâd / ازدیاد

  • Artma.
  • Arttırmak.
  • Artış, çoğalma. (Arapça)

izhar / izhâr

  • Açığa çıkarma, gösterme.
  • Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.

izhar edilme

  • Açıklanma, gösterilme.

izhar-ı acz

  • Âcizliğini gösterme.

ızlak-ı akdam / ızlak-ı akdâm

  • Ayakların sürçüp kayması.

izlal / izlâl / اذلال

  • Alçaltma. (Arapça)

izn-i ilahi / izn-i ilâhî / اِذْنِ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın izni.
  • Allahın izni.

iznillah / iznillâh

  • Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni.

izra'

  • Arşınlama, ölçme.

ızram

  • Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme.

ıztırab / ıztırâb

  • Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab.
  • Aşırı elem, sıkıntı.
  • Acı, darlık, sıkıntı.

ıztırabaver / ıztırâbâver / اضطراب آور

  • Acı verici. (Arapça)

jaj / jâj / ژاژ

  • Anlamsız söz, zırva. (Farsça)

jaketatay

  • Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. (Fransızca)

jandarma

  • Asayişle görevli asker.

jerfbin / jerfbîn / ژرف بين

  • Ayrıntılı düşünen, dikkatli. (Farsça)

jest

  • Anlamlı beden hareketleri.

ka'beri / ka'berî

  • Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.

kaa'

  • Acı su.

kabail-i arab

  • Arap kabileleri.

kabid / kâbid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.

kabil-i tefrik

  • Ayrılabilir olma, ayrılması mümkün.

kàbil-i tefrik

  • Ayrılabilir olma, ayrılması mümkün.

kabil-i temyiz

  • Ayırt edilebilir.

kabile / kabîle

  • Aynı soydan olup beraber yaşayan insanlar.

kabiliyet

  • Anlama, anlayış, kabul edebilirlik, alabilirlik.

kabiliyet-i telkiha / kabiliyet-i telkîha

  • Aşılanabilir olma, aşı tutmaya elverişli ve kabiliyetli olma.

kabkaba-i şir

  • Arslanın kükremesi.

kabul / kabûl / kâbul

  • Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ göstermek.
  • Avcıların kemendi.

kabz / قَبْضْ

  • Alma.

kabza / قَبْضَه

  • Avuç.

kabzetmek

  • Almak.

kaddesallah

  • Allah mübarek ve mukaddes eylesin.

kaddesallahü esrarehüm / kaddesallahü esrârehüm

  • Allah onların sırlarını (kalplerini mukaddes kılsın.

kaddesallahüesrarehüm

  • Allah onların sırlarını mukaddes kılsın.

kadem / قَدَمْ

  • Adım, ayak.
  • Ayak, adım.
  • Ayak.

kadem-bus

  • Ayak öpen. (Farsça)

kademi / kademî

  • Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.

kademkeş

  • Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen. (Farsça)

kademnih

  • Ayak basıcı. (Farsça)

kademran

  • Adım atan, ilerliyen. (Farsça)

kader

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması.
  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.
  • Allahın herşeyi ezelden bilip takdir etmesi.

kader kalemi

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip takdir etmesi ve kudretiyle yazması, yaratması.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.
  • Allah'ın takdiri.

kader-i ilahiye / kader-i ilâhîye

  • Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması.

kadiri / kadirî

  • Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan.
  • Abdülkadir Geylanî tarikatından olan.

kadiriyet-i mutlaka / kadîriyet-i mutlaka

  • Allah'ın gücünün sınırsız olarak her şeyde görünmesi.

kadiye

  • Azlık. Az cemaat.

kaf nun / kâf nun

  • Arapça "kün" (ol) emrinin harfleri; Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

kaf-nun / kâf-nûn

  • Arap alfabesinde yer alan iki harften oluşan ve Allah'ın varlıkları dilediği şekilde yaratmasını ifade eden "kün", yani "ol" emri.

kafedan

  • Attarların eczâ koydukları kese veya torba.

kafile-i rüfeka

  • Arkadaşlar topluluğu.

kafile-i zerrat / kâfile-i zerrat

  • Atomlar, zerreler topluluğu.

kafir / kâfir

  • Allah'ı veya Allah'ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimse.

kafir-i mel'un / kâfir-i mel'un

  • Allah'ı veya Allah'ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden lânetlenmiş kimse.

kafiyeperest

  • Aşırı kafiye düşkünü.

kafr

  • Arz. Çöl. Beyâban.

kafsal

  • Arslan.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kahr-ı ilahi / kahr-ı ilâhî

  • Allah'ın kahrı.

kahtırical / kahtıricâl

  • Adam kıtlığı.

kaide-i adetullah / kaide-i âdetullah

  • Allah'ın adeti olan kanun, kural.

kaide-i külliye

  • Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide.

kaide-i külliyye

  • Açık, sarih olan hükümler, genel kurallar.

kaide-i nahviye

  • Arapça gramer kaidesi, dilbilgisi kuralı.

kaide-i nahviyece

  • Arapça dilbilgisi kuralı olarak.

kaide-i sarfiye

  • Arapça gramerinde yer alan bir kural.

kaim / kâim

  • Ayakta duran.
  • Ayakta duran, var olan.
  • Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.

kaim değildir

  • Ayakta durması mümkün değildir.

kaim olan

  • Ayakta kalan.

kaime

  • Ayakta sağlam duran, esaslı.

kainat / kâinât / كَائِنَاتْ

  • Allahın yarattığı her şey.

kainat-ı muhteşeme / kâinat-ı muhteşeme

  • Allah'ın sonsuz haşmet ve yüceliğini gösteren muhteşem kâinat.

kainat-ı seyyale / kâinat-ı seyyâle

  • Akıp giden kâinat, evren.

kal'-i eşcar

  • Ağaçların sökülmesi.

kalb-i acizane / kalb-i âcizâne

  • Aciz kalp (tevazu için kullanılan bir ifade).

kalb-i kerim

  • Allah'ın lütuf ve ikramına ayna olan mübarek kalp sahibi.

kalb-i münevver

  • Aydınlanmış, nurlu kalp.

kalem-i kader ve hikmet

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip, belli bir amaca yönelik olarak yazması.

kalem-i kader ve kudret

  • Allah'ın olacak hadiseleri önceden bilip takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kalem-i kader-i ilahi / kalem-i kader-i ilâhî / قَلَمِ قَدَرِ اِلٓه۪ي

  • Allah'ın kader kalemi; Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması.
  • Allahın kader kalemi.

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kalil / kalîl / قليل

  • Az.
  • Az.
  • Az. (Arapça)

kalilen

  • Az olarak.

kalle

  • Az olmak.

kalubela / kalûbelâ / kâlûbelâ

  • Allahın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorması ve ruhların "evet" demeleri olayı.
  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz.

kalus / kâlus

  • Ahmak, ebleh, akılsız. (Farsça)

kalusane / kâlusane

  • Akılsızcasına, ahmakçasına. (Farsça)

kame / kâme

  • Arzu, istek, meram, gaye, maksad. (Farsça)

kamer / قمر / قَمَرْ

  • Ay.
  • Ay.
  • Ay.
  • Ay.
  • Ay. (Arapça)
  • Ay.

kameri / kamerî

  • Ay ile alâkalı.

kameri sene / kamerî sene

  • Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.
  • Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl.

kamervari / kamervâri / kamervârî

  • Ay gibi, kamere benzercesine. (Farsça)
  • Ay gibi.
  • Ay gibi.

kamra

  • Ay ışığı olan gece.

kamran / kâmran

  • Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud. (Farsça)

kamus

  • Arslan, esed.

kamus-i arabi / kamus-i arabî

  • Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük.

kan / kân

  • Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz. (Farsça)

kanaat

  • Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

kanas

  • Av yeri.

kanıs

  • Avcı.

kannas

  • Avcı, seyyad.

kannis

  • Avcı, av.

kans

  • Av. Av avlama.

kanun-u adalet

  • Adalet kanunu.

kanun-u adalet ve tedip

  • Adaleti sağlama ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenen kanun.

kanun-u adl

  • Adalet kanunu.

kanun-u askeri / kanun-u askerî

  • Askerlik kanunu.

kanun-u askeriye

  • Askerlik kanunu.

kanun-u emri / kanun-u emrî

  • Allah'ın bir şeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun.

kanun-u emriye-i mu'ciznüma / kanun-u emriye-i mu'ciznümâ

  • Allah'ın emriyle oluşan mu'cizeli kanun.

kanun-u esasi / kanun-u esâsî

  • Ana prensipler, ana esaslar; anayasa.

kanun-u evvel, kanun-u sani / kânun-u evvel, kânun-u sâni

  • Aralık, Ocak.

kanun-u hafiziyet / kanun-u hafîziyet

  • Allah'ın bütün kâinatta geçerli olan muhafaza edicilik kanunu.

kanun-u ihata-i ilmi / kanun-u ihata-i ilmî

  • Allah'ın ilminin herşeyi kuşatmasının kanunu.

kanun-u ilm-i muhit

  • Allah'ın herşeyi kuşatan ilminin kanunu.

kanun-u kader-i ilahi / kanun-u kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar.

kanun-u kaderi / kanun-u kaderî

  • Allah'ın takdiri ile tespit edilmiş kader kanunu.

kanun-u kayyumiyet / kanun-u kayyûmiyet

  • Allah'ın yarattıklarının varlıklarını ayakta tutup devam ettirme kanunu.

kanun-u rabbani / kanun-u rabbânî

  • Allah'ın kanunu.

kanun-u rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması kanunu.

kaplama mesh

  • Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi.

kar-ı akıl / kâr-ı akıl

  • Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş.
  • Aklın kabul edeceği iş.

karabet / karâbet / قَرَابَتْ

  • Akrabalık, yakın olma.

karabet-i nesebiyye

  • Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık.

karar-ı seri

  • Acele karar, seri karar.

kare / kâre

  • Arka yükü.

karenba

  • Ayakları uzun bir böcek.

karferma / kârferma

  • Amir, iş buyuran. (Farsça)

karıakıl / kârıakıl

  • Akla uygun.

karınca kaderince

  • Az da olsa, elden geldiği kadar.

karn

  • Asır, çağ.

karra'

  • Ağaçkakan kuşu.

karşame

  • Atmaca kuşu.

karun / karûn

  • Azaba uğramış ünlü bir zengin.

karzıhasen

  • Allah için verilen borç.

kasas

  • Arslan.

kasatura

  • Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.

kasd-ı ilahi / kasd-ı ilâhî

  • Allah'ın kasdı, isteği, hedefi.

kasemat / kasemât

  • Ahdler, yeminler.

kaside-i gavsiye

  • Abdülkadir-i Geylânî'nin yazdığı manzum eser.

kasir-ül akl / kasîr-ül akl

  • Aklı kısa, aklı ermez.

kasır-ül fehm

  • Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.

kasırane

  • Âcizane, beceriksizcesine.

kasıru'l-fehim

  • Anlayışı kısa.

kasmel

  • Arslan, esed.

kasr-ı alem / kasr-ı âlem

  • Âlem sarayı.

kast

  • Amaç, hedef.

kasta'

  • Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.

kastıyla

  • Amacıyla.

kastsız

  • Amaçsız.

kat'

  • Aşma, yükselme.

kat' etmek

  • Aşmak, yol almak.

kat'-ı alaka / kat'-ı alâka

  • Alâkayı kesme.

kat'a / kat'â

  • Aslâ, hiçbir zaman.
  • Asla, kesinlikle, hiçbir zaman.

kat'an / قَطْعاً

  • Asla, hiç.

kata / katâ

  • Asla.

katane

  • Az yemeklik.

katar

  • Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.

katıbeten / kâtıbeten / قاطبة

  • Asla, kesinlikle. (Arapça)

katl-i nüfus

  • Adam öldürme.

katube

  • Arkasında semeri olan deve.

kavanin-i adatullah / kavânin-i âdâtullah

  • Âdetullah kanunları; kâinatta işleyen İlâhî yasalar, yaratılış kanunları.

kavanin-i adet / kavânîn-i âdet

  • Allah'ın kâinata koyduğu tabiat kanunları.

kavanin-i akliye / kavânîn-i akliye

  • Aklî kanunlar.

kavanin-i askeriye

  • Askeri kanunlar.

kavanin-i esasiye / kavânîn-i esâsiye

  • Ana yasalar, ana kanunlar.

kavanin-i hadsiye / kavânin-i hadsiye

  • Ani, sür'atli seziş ve kavrayış kuralları.

kavanin-i meşiet / kavânin-i meşiet

  • Allah'ın irade ve dilemesinin tecellisi olan kanunlar.

kavanin-i rububiyet / kavânîn-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması ile ilgili kanunlar.

kavanin-i tabiiye

  • Allah'ın kâinata koyduğu tabiat kanunları, kâinattaki kanunlar.

kavanin-i teşekkülat / kavânin-i teşekkülât

  • Allah'ın varlıkları yaratmada ortaya koyduğu kanunlar; oluşum kanunları.

kavim

  • Aynı ırka mensub olanların oluşturduğu topluluk.

kaviyy

  • Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.

kavl-i şarih / kavl-i şârih

  • Açıklayıcı söz.

kavl-i şarihi / kavl-i şârihi

  • Açıklayıcı söz.

kavm-i arab

  • Arab kavmi, milleti.

kavm-i arap

  • Arap kavmi, milleti.

kavvad

  • Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.

kay

  • Ağızdan çıkan hazmolmamış besin, kusmuk.

kaynan

  • At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.

kayyum / kayyûm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

kayyumiyet / kayyûmiyet

  • Allah'ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması.
  • Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği.
  • Allah'ın bütün herşeyi ayakta tutması, varlığını devam ettirmesi.

kayyumiyet-i ilahiye / kayyûmiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri.

kaza / kazâ

  • Allah'ı takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi; kaderde yazılı olanın meydana gelmesi.
  • Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza ve kader-i ezeli / kaza ve kader-i ezelî

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaza-i ilahiye / kaza-i ilâhiye

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kaza-i muallak / kazâ-i muallak

  • Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

kaza-i mübrem / kazâ-i mübrem

  • Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.

kaza-yı ilahi / kazâ-yı ilâhî / قَضَايِ اِلٓه۪ي

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.
  • Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kaza-yı ilahiye / kaza-yı ilâhiye

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kaza-yı rabbaniye / kaza-yı rabbâniye

  • Allah'ın takdiri; Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kazf

  • Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna "kazf-ı muhsenat" da denir.
  • Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.

kazh

  • Atmak, saçmak.

kazurat

  • Artık maddeler, pislikler.

kebir / kebîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

kebiru'l-müteal / kebîru'l-müteâl

  • Açık ve gizli her şeyi bilen, büyük ve yüce olan. Allah Teâlâ.

kebkeb

  • Ayak patırtısı. (Farsça)

kecnihad

  • Aksi ve ters huylu olan. (Farsça)

kedad

  • Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip "benat-ul kedad" derler.)

keduh

  • Amel ve sa'yedici, çalışan.

kedum

  • Adam ısıran eşek.

kef-nun / kef-nûn

  • Allahın "ol" yani "kün" emrindeki harfler.

kefc

  • Ağızdan gelen köpük. (Farsça)

keffaret / keffâret / كَفَّارَتْ

  • Affa vesîle olan bedel.

kefş / كفش

  • Ayakkabı. (Farsça)

kehd

  • Ayağı yere vurmak.

kehmel

  • Ağır ve kaba.

kejdüm / كژدم

  • Akrep. (Farsça)
  • Akrep. (Farsça)

kejdümi / kejdümî

  • Akrep gibi, akreple ilgili. (Farsça)

kelam-ı ilahi / kelâm-ı ilâhî

  • Allah kelâmı.
  • Allahü teâlânın kelâmı. Kur'ân-ı kerîm.

kelam-ı kadim / kelâm-ı kadîm

  • Allah'a ait olduğu için varlığının başı ve öncesi olmayan kelâm, Kur'ân.

kelam-ı mudari / kelâm-ı mudarî / kelâm-ı mudârî

  • Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
  • Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur'ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça'dır.

kelam-ı nefsi / kelâm-ı nefsî

  • Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli.

kelam-ı tevhid / kelâm-ı tevhid

  • Allah'ın birliğini ifade eden söz.

kelam-ı tevhidi / kelâm-ı tevhidî

  • Allah'ın birliğini ifade eden söz.

kelamullah / kelâmullah

  • Allah sözü, Kur'-ân-ı Kerim.
  • Allah'ın kelamı, Kur'ân.
  • Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim.
  • Allah sözü.

kelb-i akur

  • Azgın, saldırgan köpek.

kelb-i ashab-ı kehf / kelb-i ashâb-ı kehf

  • Ashâb-ı Kehf'in köpeği.

kelb-i muallem

  • Ava alıştırılmış köpek.

kelile / kelîle

  • Az gören, çakal.

kelimat-ı kudret / kelimât-ı kudret

  • Allah'ın kudret kelimeleri.

kelimat-ı tesbihiye / kelimât-ı tesbihiye

  • Allah'ı tesbih eden kelimeler.

kelimat-ı tesbihiye ve zikriye / kelimât-ı tesbihiye ve zikriye

  • Allah'ın yüceliğini dile getirmek ve Allah'ı anmak için kullanılan kelimeler, sözler.

kelime-i hamka / kelime-i hamkâ

  • Ahmakça söz.
  • Ahmakça söz.

kelime-i menhute

  • Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.

kelime-i sübhani / kelime-i sübhânî

  • Allah'ın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu dile getiren kelime.

kelime-i tahkir ve eziyet

  • Alaycı ve eziyet verici ifade.

kelime-i tayyibe

  • Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.

kelime-i tenzih / kelime-i tenzîh

  • Allahü teâlânın her türlü noksan sıfatlardan temiz ve uzak olduğunu ifâde eden "Sübhânellah" sözü.

kelimetullah

  • Allah'ın kelâmı, Kur'ân-ı Kerîm.
  • Allah sözü.

kella / kellâ

  • Asla.

kem / كم

  • Az, eksik. (Farsça)

kem-asl

  • Aslı ve nesli bozuk. (Farsça)

kem-ayar

  • Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp. (Farsça)

kem-fehm

  • Anlayışı kıt. İdrâki az.

kem-güftar

  • Az konuşan. Az söyliyen. (Farsça)

kem-harf

  • Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. (Farsça)

kem-iyar

  • Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş. (Farsça)

kema biş / kemâ biş

  • Aşağı yukarı. Takriben. (Farsça)

kema fi's-sabık / kemâ fi's-sâbık

  • Aynen eskisi gibi.

kemabiş / kemâbîş / كمابيش

  • Az çok, aşağı yukarı. (Farsça)

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

kemal ve cemal-i ilahi / kemal ve cemâl-i ilâhî

  • Allah'ın mükemmellik, kusursuzluk ve güzelliği.

kemal-i adalet / kemâl-i adalet / kemâl-i adâlet / كَمَالِ عَدَالَتْ

  • Adaletteki mükemmellik.
  • Adâletin mükemmelliği.

kemal-i akıl / kemâl-i akıl

  • Aklın olgunluğa erişmesi.

kemal-i akl / kemâl-i akl

  • Aklın mükemmelliği.

kemal-i aklı / kemâl-i aklı

  • Aklının mükemmelliği.

kemal-i iftikar / kemâl-i iftikar

  • Allah'a karşı fakirliğini tam hissetme.

kemal-i ihtiyar / kemâl-i ihtiyar

  • Allah'ın kusursuz idaresi.

kemal-i ilahi / kemâl-i ilâhî

  • Allah'ın bütün noksanlıklardan yüce ve en mükemmel sıfatlara sahip olması.

kemal-i kudret / kemâl-i kudret

  • Allah'ın kudretinin mükemmelliği.

kemal-i kudret ve hikmet / kemâl-i kudret ve hikmet

  • Allah'ın kudret ve hikmetinin eksiksiz ve mükemmel oluşu.

kemal-i kudret-i ilahiye / kemâl-i kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudretinin mükemmelliği.

kemal-i rububiyet / kemâl-i rububiyet / kemâl-i rubûbiyet

  • Allah'ın varlıkları terbiye ve idare edişindeki mükemmellik.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyet, yaratıcılık ve terbiyesinin mükemmelliği.

kemal-i tazim / kemâl-i tâzim

  • Allah'ın sonsuz büyüklüğünü mükemmel bir şekilde dile getirme. Büyük saygı, hürmet.

kemal-i vahdaniyet / kemâl-i vahdâniyet

  • Allah'ın sonsuz birliği.

kemal-i zati / kemâl-i zâtî

  • Allah'ın zâtının mükemmelliği, kusursuzluğu.

kemal-i zühd / kemâl-i zühd

  • Allah korkusuyla tam olarak günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme.

kemalat-ı ahlakiye / kemâlât-ı ahlâkiye

  • Ahlâkî mükemmellikler, üstün özellikler.

kemc

  • Atı dizgini ile durdurmak.

kemend-i mahbub-i ilahi / kemend-i mahbûb-i ilâhî

  • Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler, dert, belâ ve sıkıntılar.

kemerbeste-i hizmet-i mevla / kemerbeste-i hizmet-i mevlâ

  • Allah'ın huzurunda, Onun emrine hazır şekilde el bağlamak.

kemgu / kemgû

  • Az konuşan. Az söyleyen. (Farsça)

kemkaim

  • Anlayışsız. İdrakten âciz. (Farsça)

kemmi / kemmî

  • Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.

kemnam

  • Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz. (Farsça)

kemsuhan

  • Az konuşan. Az söyleyen. (Farsça)

kemter

  • Âciz, fakir, hakir.

kemterane / kemterâne

  • Acizce, aşağıca.

kemyab / kemyâb / كمياب

  • Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
  • Az bulunur. (Farsça)

kemzeban

  • Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. (Farsça)

keramat-ı aleviye ve gavsiye / keramât-ı aleviye ve gavsiye

  • Abdulkadir Geylani ve Hz. Ali'nin kerameti.

keramat-ı evliya / kerâmât-ı evliya

  • Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarına sunduğu olağanüstü haller.

keramat-ı gaybiye / kerâmât-ı gaybiye

  • Allah'ın bir ikramı olarak gaybla ilgili verilen haberlerin doğru çıkması şeklinde gerçekleşen kerametler.

keramat-ı harika / kerâmât-ı harika

  • Allah'ın ikramı olan olağan üstü şeyler.

keramet / kerâmet

  • Allah'ın bir ikramı olarak görünen olağanüstü hâl ve fiil.
  • Allahın izniyle velîlerin gösterdikleri harikalar.

keramet-i aleniye

  • Açık, gözle görünür kerâmet.

keramet-i bahire / keramet-i bâhire

  • Ap açık keramet.

keramet-i inayet-i rabbaniye / keramet-i inâyet-i rabbaniye

  • Allah'ın inayetinin kerameti, ikramı.

keramet-i zahire / keramet-i zâhire

  • Apaçık keramet, görünen keramet.

keramet-i zāhire / kerâmet-i zāhire / كَرَامَتِ ظَاهِرَه

  • Açık, görünür olan keramet.

kerar

  • Arap kadınlarının takındıkları boncuk.

kerem-i ilahi / kerem-i ilâhî / كَرَمِ اِلٰه۪ي

  • Allahın ikrâmı.

kerkes / كركس

  • Akbaba (kuş). (Farsça)
  • Akbaba. (Arapça)

kerremallahu veche

  • Allah vechini mükerrem kılsın; yüzünü şerefli kılsın.

kerremallahu-vechehu

  • Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir.

kerremallahuveche

  • Allah yüzünü ak etsin.

kerub

  • Allah'a en yakın olan melekler.

kerubiyan / kerûbiyân

  • Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir. Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.

keş

  • Akılsız, kolay aldanır. Ahmak.

kesad

  • Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik.

kesan

  • Adamlar. İnsanlar. Kişiler. (Farsça)

keşef

  • Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması.

keşf

  • Açığa çıkarma; mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri kalb gözüyle görme.
  • Açma, bulma.

keşf ü keramat / keşf ü kerâmât

  • Allah'ın bir ikramı olarak mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme ve olağanüstü hâllere mazhar olma.

keşf-i sadık / keşf-i sâdık

  • Allah'ın velî kullarının mânevî âlemlere ait bazı sır ve hakikatleri Allah'ın ilham etmesiyle görmeleri.

kesh

  • Aksaklık.

keşif

  • Açma, bulma.

kesisa

  • Avcıların tuzağı.

keşmekeş-i ihtilaf / keşmekeş-i ihtilâf

  • Anlaşmazlıktan gelen karışıklık.

kess

  • Alt dişleri çenesiyle çıkmak.

ketibe

  • Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.

ketibeperver

  • Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren. (Farsça)

kevser

  • Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümme tinin başına geldikleri meşhûr havuz.

key

  • Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf.

keyfe

  • Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.

keza / kezâ / كذا

  • Aynı şekilde, böylece. (Arapça)

kezalik / kezâlik / كذالك

  • Aynı şekilde. (Arapça)

kibriya / kibriyâ

  • Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
  • Allahü teâlâya mahsûs azamet, büyüklük, üstünlük, yücelik.

kibriya-i uluhiyet / kibriyâ-i ulûhiyet

  • Allah'ın ortak kabul etmeyen ilâhlığının büyüklüğü.

kibriya-i vahdet / kibriyâ-i vahdet

  • Allah'ın birliğinin büyüklük ve azameti.

kıdem

  • Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın ezelî olması, varlığının başlangıcı bulunmaması.

kıllet / قلت

  • Azlık.
  • Azlık, fakirlik.
  • Azlık, kıtlık.
  • Azlık.
  • Azlık. (Arapça)

kindare

  • Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.

kinin

  • Ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki.

kıpti

  • Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.

kıraat-i asım / kıraat-i âsım

  • Âsım kırâeti, bizim kırâetimiz.

kıraet-i şazze / kırâet-i şâzze

  • Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).

kirm-i şebefruz / كرم شب افروز

  • Ateş böceği.

kirpik-i akl

  • Akıl kirpiği.

kışbar

  • Ağaç parçası.

kıskanç

  • Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse.

kışla

  • Askerlerin topluca barındığı büyük yapı; askerî birliklere ait bina.
  • Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.

kışr-ı şecer

  • Ağaç kabuğu.

kıssa

  • Anlatılan gerçek veya uydurma olay, hikâye.

kıssadan hisse almak

  • Anlatılan bir şeyden ders çıkarmak.

kisve-i arabiye

  • Arapça elbisesi (burada Arapça dili bir elbiseye benzetilmiştir).

kisve-i ilmiye / كِسْوَۀِ عِلْمِيَه

  • Âlimlere âit kıyafet.

kitab-ı alem / kitab-ı âlem

  • Âlem kitabı, kâinat kitabı.

kitab-ı avrupa sahaifi / kitab-ı avrupa sahâifi

  • Avrupa kitabının sayfaları; Avrupa tarihinin yaprakları.

kitab-ı isbat-ı vahdaniyet

  • Allah'ın birliğini, ortağının ve benzerinin olmayışının ispat eden kitap.

kitab-ı marifet

  • Allah'ı tanıtan kitap.

kitab-ı mu'cizü'l-beyan

  • Açıklaması ve ifadesi mu'cize olan kitap, Kur'ân.

kitab-ı mübin

  • Açık, hak ile batılı ayıran kitap, Kur'ân-ı Kerim.

kitab-ı rabbani / kitab-ı rabbânî

  • Allah'ın bu âlemde hakimiyetini ve Rablığını bir kitap gibi anlatan eseri, kâinat.

kitab-ı rahmani / kitab-ı rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu anlatan kitap.

kitabımübin / kitâbımübîn

  • Apaçık kitap, kaderin bir türü, Kurân.

kitabullah / kitâbullah

  • Allah'ın kitabı, Kur'ân.
  • Allah kitabı, Kur'-ân-ı Kerim.
  • Allahın kitabı, Kurân.

kitle-i nariye / kitle-i nâriye / كِتْلَۀِ نَارِيَه

  • Ateşli kütle.

kıtmir / kıtmîr

  • Ashabıkehfin köpeği.

kıvamı / kıvâmı

  • Ayakta tutanı, gelişip yayılmasını sağlayanı.

kıyam / kıyâm / قِيَامْ

  • Ayaklanma.
  • Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.
  • Ayakta durma, ayaklanma.
  • Ayağa kalkma.
  • Ayakta (varlıkta) durma.

kıyam bi nefsihi / kıyâm bi nefsihî

  • Allahü teâlânın zâtî (zâtına âit) sıfatlarından; varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtâc olmayan.

kıyam etme

  • Ayağa kalkma.

kıyas-ı adli / kıyas-ı adlî / kıyâs-ı adlî / قِيَاسِ عَدْلِي

  • Adaletle ilgili kıyas; Allah'ın kâinata koymuş olduğu adalet ve düzeni göstererek âhiretin varlığına ulaşma.
  • Adâlete dâir kıyas.

kıyas-ı celi / kıyas-ı celî

  • Açık ve belirli olan kıyas.

kıyas-ı hadi-i müsebbit / kıyas-ı hâdi-i müsebbit

  • Aldatıcı kıyas.

kıyas-ı hadi-i müşebbit / kıyas-ı hâdi-i müşebbit

  • Aldatıcı ve ayak kaydırıcı kıyas.

kiyaset / kiyâset

  • Akıllılık.

kıyate

  • Azık vermek.

kıymet-i asliye

  • Aslındaki değer, önem.

kızıl kafirler / kızıl kâfirler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeye inanmayan komünist kimseler, komünistler.

kızılbaş

  • Alevilere verilen bir isim.

köle

  • Allah yolunda harb ederken, kâfirlerden alınan esir.

kontenjan

  • Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. (Fransızca)

kozmoğrafya / قُوزْمُوغْرَافْيَه

  • Astronomi, gök bilimi.
  • Astronomi.

kozmoz

  • Âlem, kâinat.

kramp

  • Adalenin kasılması. (Fransızca)

ku'ku'

  • Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.

kubbe-i kanek

  • Ağzın tavanı. Damak.

kubkuba

  • Acele etmek.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kudret

  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı.

kudret ve irade-i ilahiye / kudret ve irade-i ilâhiye

  • Allah'ın kudret ve iradesi.

kudret ve kader kalemi

  • Allah'ın olacak olayları olmadan önce bilip yazması, takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kudret-i ezeliyye

  • Allah'ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve muktedir olan iktidarı.

kudret-i ilahi / kudret-i ilâhî

  • Allah'ın kudreti.

kudret-i ilahiye / kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın güç ve iktidarı.
  • Allah'ın kudreti.

kudret-i kamile / kudret-i kâmile

  • Allah'ın mükemmel güç ve iktidarı.

kudret-i kamile-i ilahiye / kudret-i kâmile-i ilâhiye

  • Allah'ın tam ve noksansız kudreti, kuvveti.

kudret-i mutlaka

  • Allah'ın sınırsız güç ve iktidarı.

kudret-i sermediye

  • Allah'ın sonsuz güç ve iktidarı.

kudret-i tamme / kudret-i tâmme

  • Allah'ın eksiksiz tam kudreti, noksansız iktidarı.

küdürr

  • Azâsı çok şişmiş olan yiğit.

küfne

  • Ağaç, şecer.

küfr-i cühudi / küfr-i cühûdî

  • Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.

küfr-i inkari / küfr-i inkârî

  • Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir.

küfye

  • Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.

kuhab

  • At ve deve öksürüğü.

kula'

  • Ağız ağrısı.

kulal

  • Az, kalil.

küll-i alem / küll-i âlem

  • Âlemin bütünü.

külli irade / küllî irâde / كُلّ۪ي اِرَادَه

  • Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı.
  • Allahın her şeyi kuşatan irâdesi.

külliyat-ı şuun / külliyât-ı şuûn

  • Allah'ın herşeyi kuşatan işleri ve icraatları.

kulunç

  • Acı veren bir hastalık.

kumbiiznillah

  • Allahın izniyle kalk!

kumme

  • Arslanın, ağzı ile aldığı şey.

kün

  • Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

kün emri

  • Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri.

küna

  • Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer. (Farsça)

künh / كنه

  • Asıl, öz, kök.
  • Asıl, öz. (Arapça)

kur'a

  • Ad çekme.

kur'an-ı azimü'l-beyan / kur'ân-ı azîmü'l-beyan

  • Açıklamaları pek yüce ve benzersiz olan Kur'ân.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kur'an-ı mu'cizi'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizi'l-beyân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur'ân-ı Kerim.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan-ı azimüşşan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân-ı azîmüşşân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları aciz bırakan, şan ve şerefi yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı mucizü'l-beyan / kur'ân-ı mucizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kura / kurâ

  • Ad çekme.

kürabe

  • Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.

küran

  • Al renkli at. (Farsça)

küraz

  • Ağzı dar bardak.

kurb-i hüda / kurb-i hüdâ

  • Allah'a manevî yakınlık.

kurb-i ilahi / kurb-i ilâhî

  • Allahü teâlâya yakın olmak.

kurb-u huzur

  • Allah'ın yüce huzuruna yakınlık.

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

kurbiyet-i ilahiye / kurbiyet-i ilâhiye / قُرْبِيَتِ اِلَهِيَه

  • Allaha yakınlık.

küre-i kamer

  • Ay.

kureng

  • Al at. (Farsça)

kureyş lehçesi

  • Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.

küreyvat-ı beyza / küreyvât-ı beyzâ

  • Akyuvarlar.

küreyvat-ı hamra / küreyvât-ı hamrâ

  • Alyuvarlar.

küreyvat-ı hamra ve beyza / küreyvât-ı hamrâ ve beyzâ

  • Alyuvarlar ve akyuvarlar.

küreyvatıbeyza / küreyvâtıbeyzâ

  • Akyuvarlar.

küreyvatıhamra / küreyvâtıhamrâ

  • Alyuvarlar.

kurra-i seb'a / kurrâ-i seb'a

  • Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.

kürsi / kürsî

  • Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.
  • Arşı azamın altındaki makam.

kurtan

  • At'ın arkasına vurdukları keçe.

kurunlar

  • Asırlar.

küşa / küşâ

  • Açan.

küşad / küşâd

  • Açmak, açılış.
  • Açma.

küşade / küşâde / كُشَادَه

  • Açık.
  • Açılmış.
  • Açık, şen.

küşadetmek

  • Açmak. Açış merâsimi.

küşat / küşât

  • Açma.

küşayiş / küşâyiş

  • Açıklık. Ferahlık. (Farsça)
  • Açıklık.

kussa

  • Alın saçı.

küsud

  • Az nesne.

küsur / küsûr

  • Artık.

kuşur-i eşcar

  • Ağaç kabukları.

kusure

  • Acizlik, güçsüzlük.

küsve

  • Az, kalil.

kut / kût / قوت

  • Azık, yiyecek. (Arapça)

kutah-astin / kûtah-âstin

  • Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse. (Farsça)

kütale

  • Ağırlık, sıklet.

kutb-ı arifin / kutb-ı ârifîn

  • Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.

kutb-i medar / kutb-i medâr

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.

kutb-u rabbani / kutb-u rabbânî

  • Allah tarafından terbiye edilen büyük kutup, büyük velî.

kutb-ul arifin / kutb-ul ârifîn

  • Ariflerin en ileri geleni, en büyüğü. Maddi, mânevi ve İlâhi ilim sahiblerinin başı. Ariflerin kutbu.

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

kutbu'l-arifin / kutbu'l-ârifîn

  • Âriflerin en büyüğü, en ileri geleni.

kutbü'l-arifin / kutbü'l-ârifîn

  • Ariflerin en büyüğü, en ileri geleni.

kutniye

  • Aşure tatlısı.

kutre

  • Avcılar kümesi.

kütüb ve suhuf-u semaviye

  • Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler.

kütüb-i münzele

  • Allah tarafından indirilmiş olan kutsal kitaplar.

kütüb-i salife / kütüb-i sâlife

  • Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.

kütüb-i sitte

  • Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâ m-ı Müslim'in Câmi'us-Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Mu
  • Altı hadis kitabı: Buhârî, Müslim, İbn Mâce, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî.

kütüb-ü arabiye

  • Arapça kitaplar.

kütüb-ü münzele

  • Allah tarafından indirilen kitaplar.

kütüb-ü semaviye / kütüb-ü semâviye

  • Allah'ın gönderdiği kutsal kitaplar; vahiy ile gelen Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân-ı Kerim.

kütüp ve suhuf-u enbiya

  • Allah tarafından Peygamberlere gönderilen kitaplar ve sayfalar.

kuule

  • Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak.

kuvve-i akliye / قُوَّۀِ عَقْلِيَه

  • Akıl gücü, duygusu.
  • Akıl duygusu.

kuvve-i akliye ve fikriye

  • Akıl ve düşünce gücü.

kuvve-i azm

  • Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti. (Farsça)

kuvve-i derrake / kuvve-i derrâke

  • Anlayıcı kuvvet, akıl.

kuvve-i idrakiye / kuvve-i idrâkiye

  • Anlama, kavrama gücü.

kuvve-i şeheviye / قُوَّۀِ شَهَوِيَه

  • Arzulama duygusu.

kuvvet-i beyan

  • Açıklamadaki, anlatımdaki güç.

kuvvet-i ilahiye / kuvvet-i ilâhiye

  • Allah'ın kuvveti, gücü.

kuvvet-i nispet

  • Allah'a bağlı olmaktan kaynaklanan güç.

kuydaş

  • Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler. (Farsça)

kuza'

  • Ağız ağrısı.

küzum

  • Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.

la halıka illallah / lâ hâlıka illâllah

  • Allah'tan başka yaratıcı yoktur.

la ilahe illallah / lâ ilâhe illâllah

  • Allah'tan başka ilâh yoktur.

la kayyume illallah / lâ kayyûme illâllah

  • Allahtan başka varlıkları ayakta tutan ve onlara bekâ veren yoktur.

la meşhude illa hu / lâ meşhude illâ hû / lâ meşhûde illâ hû

  • Allah'tan başka görülen hiçbir şey yoktur.
  • Allah'tan başka görülen hiçbir şey yoktur.

la mevcude illa hu / lâ mevcûde illâ hû

  • Allah'tan başka hiçbir varlık yoktur.

la'b

  • Ağızdan salya akmak.

la'l-gun

  • Al renkli. Kırmızı renkli. (Farsça)

la'netullahi aleyh

  • Allah'ın lâneti onun üzerine olsun.

laahlaki / laahlâkî

  • Ahlâk dışı. Terbiye hârici.

laalle

  • Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder.

laanallah

  • Allah lânet etsin.

lade

  • Ahmak, akılsız, ebleh. (Farsça)

lafz-ı allah

  • Allah isminin lâfzı.

lafz-ı celal / lâfz-ı celâl

  • Allah kelimesi.

lafzı alim / lâfzı alîm

  • Alîm kelimesi.

lafzullah

  • Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün "sıfat-ı kemâliyeyi" tazammun eden bir sadeftir.)

lagıb

  • Acıkmış ve yorulmuş kişi.

lagzide-pay / lagzide-pây

  • Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş. (Farsça)

lahib

  • Açık yol.

lahn-ı celi / lahn-ı celî

  • Açık ve herkesin bildiği tecvîd hatâsı.

lahut / lâhut

  • Allah tarafından, mânevî âlemden olan.

lahva

  • Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ)

lahz

  • Ahlâkı yaramaz kimse.

lahza / لحظه

  • An, en kısa zaman.
  • An, lahza. (Arapça)

lain şeytan / lâîn şeytan

  • Allah'ın rahmetinden mahrum olan şeytan.

lak'

  • Atmak.

lakab

  • Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.

lakap / lâkap

  • Asıl isminden başka sonradan takılan ad, meşhur olan birinin sonraki adı.

lakin / lâkin / لكن

  • Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
  • Ama, fakat.
  • Ama, fakat.
  • Ama.
  • Ancak, ne var ki. (Arapça)

lakn

  • Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.

lakve

  • Ağız çarpılması.

lam / lâm

  • Arap alfabesinde yer alan bir harf.

lam-ı istiğrak / lâm-ı istiğrak

  • Arapça, başına geldiği kelimeyi umûmileştiren "lâm".

lam-üt-tahsis ve temellük / lâm-üt-tahsis ve temellük

  • Ait olma ve sâhib bulunmayı bildirir.

lamüdrik / lâmüdrik

  • Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.

lat'e

  • Alın, cebhe.

lataknetu / lâtaknetu

  • Ayet-i Kerimeden bir kısım olup: Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.)

laubali / lâubali

  • Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ("Lâ" harfi ile" Ubâli" muzari fiilinden müteşekkildir.)

laya'kıl / lâya'kıl

  • Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez.

layefhem / lâyefhem

  • Anlayışsız, idrakten âciz.

layenkatı' / lâyenkatı'

  • Aralıksız. Kesilmeksizin.

layim / lâyim

  • Azarlayan.

layu'kal / lâyu'kal

  • Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz.

layuad / lâyuad

  • Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.

layüfhem / lâyüfhem

  • Anlaşılmaz. Fehmedilmez.

lazım-ı gayr-ı müfarık / lâzım-ı gayr-ı müfarık

  • Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu.

lazime-i zaruriye-i beyyine / lâzime-i zaruriye-i beyyine

  • Apaçık zorunlu bir gereklilik şeklinde; bir şeyin apaçık zorunlu niteliği.

lazımü'l-arz / lâzımü'l-arz

  • Arz edilmesi gerekli olan.

leamet

  • Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.

lebabet

  • Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma.

lebaleb / lebâleb / لبالب

  • Ağzına kadar dolu. (Farsça)

lecce

  • Avaz, ses, savt.

leceb

  • Avaz, ses, savt.

lecin

  • Ağaçtan yaprak dökmek.

ledem

  • Akrabadan nikâhı haram olan.

ledün ilmi

  • Allah'ın sırlarına ait gaybî bilgi.

ledünni ilmi / ledünnî ilmi

  • Allahü teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim.

ledünniyat / ledünniyât

  • Allah vergisi olan mânevî ilimler.
  • Allah'ın sırlarına ait bilgi, mecazen bir şeyin iç yüzü.
  • Allah vergisi olan gizli ilimler.

lehan

  • Akıllılık.

leheb

  • Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz.
  • Ateş alevi.

leheb-ün nar / leheb-ün nâr

  • Ateşin alevi.

leheban

  • Ateşin alevlenmesi.

lehib

  • Açık yol.

lehü'l-hamd

  • Allah'a hamd olsun!.

lehülhamd

  • Allah'a sonsuz hamd olsun.
  • Allaha hamdolsun.

leim / leîm / لئيم

  • Alçak, kötü.
  • Alçak. (Arapça)

leimane / leîmâne / لئيمانه

  • Alçakça. Zelilane bir tarzda.
  • Alçakça. (Arapça - Farsça)

lemeat-ı kast / lemeât-ı kast

  • Amaç ve hedefi gösteren parıltılar.

lemeat-ı tevhidiye / lemeât-ı tevhidiye

  • Allah'ın birliğini gösteren parıltılar.

lemz

  • Ayıplamak. Dil ile tân etmek.
  • Ağızda olan yemek artığını dil ile araştırmak.

lenfisam / lenfisâm

  • Aslâ kırılmaz, kopmaz.
  • Asla kırılmaz ve kopmaz.

leng / لنگ

  • Aksak, topal. (Farsça)

lengi / lengî

  • Aksaklık, topallık. (Farsça)

leşker

  • Asker, ordu.
  • Asker. (Farsça)
  • Asker.

leşkeri / leşkerî

  • Askere ait. Askerle alâkalı. (Farsça)

leşkerkeş

  • Asker çeken. Askerleri idare eden. Kumandan. (Farsça)

lev'-i garam / lev'-i garâm

  • Aşk ile, sevgi ile yanma.

levc

  • Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme.

levh-i kaza ve kader / levh-i kazâ ve kader

  • Allah tarafından olacak bütün olayların belirlendiği ve yazıldığı Kazâ ve Kader Levhası.

levh-i mahfuz / levh-i mahfûz

  • Allah yanında her şeyin yazılı bulunduğu manevî levha.

levzai / levzaî

  • Akıllı, zarif kimse.

leyal-i aşr

  • Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler.

leyk

  • Ammâ, lâkin, fakat. (Farsça)

leyl-i münevver

  • Aydınlık gece.

leyle-i bedr

  • Ayın ondördüncü gecesi.

lezir / lezîr

  • Akıllı, zeki. (Farsça)

li-ebeveyn

  • Ana ve babaları bir olan kardeşler.

li-eclillah

  • Allah için, Allah rızası için. Allah rızası dairesinde.

li-üm

  • Ana bir (kardeşler).

li-ümmin

  • Ana cihetinden.

li-vechillah

  • Allah için. Allah nâmına, Allah aşkına.

liaynihi / liaynihî

  • Aynı, kendisi, bizzat, kendisinden dolayı.

ligayrihi haram / ligayrihî haram

  • Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.

lik / lîk / ليك

  • Ama ancak. (Farsça)

lika-i ilahi / lika-i ilâhî

  • Allah'a kavuşma; İlâhî buluşma, görüşme.

likaullah

  • Allah'a kavuşma.

lillah / lillâh / للّٰه

  • Allah için.
  • Allah için.
  • ALLAH için.

lillah için / lillâh için

  • Allah için.

lillah ve fillah / lillâh ve fillâh

  • Allah için ve Allah yolunda.

lillahi / lillâhî

  • Allah için. Allah yoluna. Allah aşkına.
  • Allah için.

lillahil-hamd / lillâhil-hamd

  • Allah'a hamd olsun ki.

limmi / limmî

  • Açıklık.

limmiyet / limmîyet

  • Açıklık.

lisan-ı acz

  • Âcizlik dili.

lisan-ı arabi / lisân-ı arabî

  • Arap dili.

lisan-ı arabiye / lisan-ı arabîye

  • Arapça.

lisan-ı arap

  • Arap dili, Arapça.

lisan-ı kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / lisan-ı kur'ân-ı mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mu'cize olan Kur'ân'ın dili.

lisan-ı mader-zad / lisan-ı mâder-zâd

  • Ana dili.

lisan-ı nahvi / lisan-ı nahvî

  • Arapça gramer dili.
  • Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.

lisan-ı tasrih

  • Açıkça ifade eden dil.

lisan-ı tesbih

  • Allah'ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil.

lisan-ı zakir-i tevhid / lisân-ı zâkir-i tevhid

  • Allah'ın birliğini zikreden, anan dil.

lisan-ün-nar / lisan-ün-nâr

  • Ateşin alevi, ateşin parıltısı.

lisanullah

  • Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim.

lisme

  • Azarlamak, paylamak.

livechillah / livechillâh

  • Allah adına.
  • Allah namına.
  • Allah için.

liveçhillah / liveçhillâh

  • Allah için.

lojistik

  • Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım.

lokman hakim / lokman hakîm

  • Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et

lümaze

  • Ağızda geri kalan nesne.

lütf u fazl-ı ilahi / lütf u fazl-ı ilâhî

  • Allah'ın ikramı, ihsanı, yardımı.

lutf-i ilahi / lutf-i ilâhî

  • Allah'ın ihsanı.

lütf-u azim-i ilahi / lütf-u azîm-i ilâhî

  • Allah tarafından gönderilen büyük ihsan, nimet.

lütf-u hak

  • Allah'ın lütfu, ikramı.

lutf-u ilahi / lutf-u ilâhî / lûtf-u ilâhî

  • Allah'ın lütuf ve ikramı.
  • Allah'ın lütuf ve ikramı.

lütf-u ilahi / lütf-u ilâhî

  • Allah'ın lütfu, ihsanı, yardımı.

lutf-u rabbani / lûtf-u rabbânî

  • Allah'ın lûtfu.

lutf-u yezdan / lûtf-u yezdân

  • Allah'ın lütfû, yardım ve ihsanı.

lütf-u yezdan / lütf-u yezdân / لُطْفُ يَزْدَانْ

  • Allah'ın lütfu.

lütin / lütîn

  • Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)

lüzum-u gayr-i münfek

  • Ayrılmazlık.

ma'deletkar / ma'deletkâr

  • Âdil, adaletli. (Farsça)

ma'fuv

  • Affedilen, bağışlanan.

ma'kad

  • Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.

ma'kes

  • Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.)
  • Akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna.

ma'kul / ma'kûl / مَعْقُولْ

  • Akla yakın, aklın kabul edeceği.
  • Akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.
  • Akla uygun.

ma'lumat-ı cüz'iye

  • Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât.

ma'na-yı hakiki / ma'nâ-yı hakîkî / مَعْنَايِ حَق۪يق۪ي

  • Asıl ma'nâ.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Asıl ma'nânın dışında kullanılan ma'nâ.

ma'na-yı sarih / ma'nâ-yı sarîh / مَعْنَايِ صَر۪يحْ

  • Açık ma'nâ.

ma'na-yı zahiri / ma'nâ-yı zâhirî / مَعْنَايِ ظَاهِر۪ي

  • Açık ma'nâ.

ma'nevi huzur / ma'nevî huzûr

  • Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.

ma'nevi miras / ma'nevî mîrâs

  • Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

ma'ni / معنى

  • Anlam. (Arapça)

ma'raz-ı acaib / ma'raz-ı acâib

  • Acâiblerin teşhir olunduğu yer.

ma'razgah / ma'razgâh

  • Arzolunan yer, sergi.

ma'refe

  • Atın yelesi bittiği yer.

ma'rez-i acaip ve garaip

  • Acayip ve garipliklerin teşhir edildiği sergi, fuar.

ma'rifet-i ilahiye / ma'rifet-i ilâhiye / مَعْرِفَتِ اِلٰهِيَه

  • Allahı tanıma.

ma'rifetullah

  • Allah'ı tanıma, bilme.
  • Allahü teâlâyı tanıma, bilme.

ma'ruzat / ma'ruzât / مَعْرُوضَاتْ

  • Arz olunanlar.

ma'şuk / ma'şûk / مَعْشُوقْ

  • Aşk ile sevilen, sevgili.
  • Âşık olunan.

ma'şuka / ma'şûka / مَعْشُوقَه

  • Âşık olunan.

ma'vel

  • Ağıt edecek yer.

ma'yub

  • Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan.

ma'zad

  • Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise.

ma'zulen

  • Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.

ma'zuliyet

  • Azledilme hâli. Açıkta kalınış.

ma-beka

  • Arta kalan, bâkiye, geri kalan.

ma-dun

  • Aşağı. Alt. Alt derece.

ma-i cari / mâ-i câri

  • Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.)

ma-i münhemir / mâ-i münhemir

  • Akıp giden su.

ma-i zerrin / mâ-i zerrin

  • Altun suyu.

maa aile / maa âile

  • Âileyle beraber, ailece.

maad / maâd

  • Âhiret.

maali-i ahlak / maâlî-i ahlâk

  • Ahlâkî yücelik, yüce ahlâklar.

maani / maânî / معانى

  • Anlamlar. (Arapça)

maani-i ayat / maânî-i âyât

  • Âyetlerin mânâları, anlamları.

maani-i medlule / maanî-i medlule

  • Anlaşılan mânâlar.

maani-i mensusa / maânî-i mensûsa

  • Âyet ve hadis ile sabit, tesbit edilmiş kesin mânâlar.

maani-i rububiyet / maânî-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin ifadeleri.

maani-i sariha / maânî-i sariha

  • Açık mânâlar.

maar

  • Ar ve hayâya sebep olacak şeyler.

maarif-i gàmıza

  • Anlaşılması güç olan bilgiler.

maarif-i ilahi / maarif-i ilâhî

  • Allah'ı tanıma yolunda elde edilen bilgiler.

maarif-i ilahiye / maârif-i ilâhiye

  • Allah'ı tanıma ilmi.

maaş-ı cüz'i / maaş-ı cüz'î

  • Az bir maaş.

maasi / maasî

  • Âsilikler, isyanlar, günahlar.

maayib / maâyib

  • Ayıplar. Lekeler. Kusurlar.
  • Ayıplar.

maayir

  • Ayıplanmış.

maazallah / maâzallah / معاذ اﷲ

  • Allah korusun.
  • Allaha sığındık. Allah korusun.
  • Allah korusun, Allah saklasın.
  • Allah korusun, Allah esirgesin.
  • Allah esirgesin. (Arapça)

mabeyn / mâbeyn / مابين

  • Arası.
  • Ara.

mabeynimizde / mâbeynimizde

  • Aramızda.

mabeynimize / mâbeynimize

  • Aramıza.

mabeyninde / mâbeyninde

  • Aralarında.

mabeyninizde / mâbeyninizde

  • Aranızda.

mabeynleri

  • Araları.

mabeynlerinde / mâbeynlerinde

  • Aralarında.

macc

  • Ağzından sular akan yaşlı deve.

madde

  • Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.

madde-i seyyale / madde-i seyyâle

  • Akıcı madde.

maddi felsefe / maddî felsefe

  • Aklı esas alıp herşeyi maddî ölçülere göre değerlendiren düşünce sistemi; materyalist felsefe.

madele / mâdele

  • Adalet yeri.

madelet / mâdelet / معدلت

  • Adalet etmek.
  • Adalet. (Arapça)

maden-i safi / maden-i safî

  • Arınmış, duru kaynak.

maden-i zillet ve hasaret / maden-i zillet ve hasâret

  • Alçalma ve hüsran sebebi, kaynağı.

mader / mâder / مادر

  • Ana.
  • Ana. Çocuğu doğuran. Ümm. (Farsça)
  • Anne. (Farsça)

maderane / mâderane

  • Annece. Anaya yakışır surette. (Farsça)

maderi / mâderî / maderî / مادری

  • Analık. Annelik. (Farsça)
  • Anne ile ilgili, ana tarafı. (Farsça)

maderzad / mâderzâd / مادرزاد

  • Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi. (Farsça)
  • Anadan doğma. (Farsça)

madud / mâdud

  • Addedilen, sayılan.

madun / mâdun / mâdûn / مادون / مَادُونْ

  • Alt, aşağı, alt derece.
  • Alt taraf.
  • Aşağı, alt derece.
  • Alt, aşağı, alt derece, emir altında bulunan.
  • Ast, aşağıda, alt. (Arapça)
  • Aşağı.

magabbe

  • Akıbet, son, netice.

magamiz

  • Ayıplı, ayıplanmış.

mağbun / mağbûn / مغبون

  • Aldatılmış. (Arapça)

mağdub

  • Allah'ın gazap ettiği, kızdığı kimseler.

mağfiret / مغفرت / مَغْفِرَتْ

  • Allahın affı.
  • Affetme.
  • Affetme.

magfiret-i ilahiye / magfiret-i ilâhiye

  • Allah'ın mağfireti, affetmesi.

mağfiret-i ilahiye / mağfiret-i ilâhiye

  • Allah'ın bağışlaması.

mağfur / mağfûr

  • Allah'ın mağfiretine kavuşmuş, günahı affolunmuş; vefat eden kişiler için kullanılır.
  • Affedilen.

mağlatalı / mağlâtalı

  • Aldatıcı.

mağmure / mağmûre

  • Adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen, harap olmuş.
  • Adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen.

mağrib / مَغْرِبْ

  • Akşam.
  • Akşam vakti.

mağrifet

  • Allah'ın kullarını bağışlaması, yarlıgaması.

mağrip

  • Akşam namazı.

mağruren / mağrûren / مَغْرُورًا

  • Aldanarak.

magşiyy

  • Aklı gitmiş hayran kimse.

mah / mâh / ماه

  • Ay.
  • Ay. (Farsça)

mah be mah

  • Aydan aya.

mah-ı sipihr / mâh-ı sipihr / ماه سپهر

  • Ay, gökyüzündeki ay.

mahafetullah

  • Allah korkusu.

mahakim-i adliye

  • Adliye mahkemeleri.

mahakim-i askeriye

  • Askerî mahkemeler.

mahall-i hitab-ı gavsi / mahall-i hitab-ı gavsî

  • Abdülkadir-i Geylânî'nin (k.s.) hitap yeri.

mahane / mâhâne / ماهانه

  • Aylık maaş. (Farsça)
  • Aylık. (Farsça)

mahasin-i ahlak / mahasin-i ahlâk

  • Ahlâk ve huy güzelliği.

mahbub-i huda / mahbûb-i hudâ

  • Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

mahbub-u alem / mahbub-u âlem

  • Âlemin sevgilisi.

mahbub-u hüda / mahbub-u hüdâ

  • Allah'ın sevgilisi.
  • Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.)

mahçehre

  • Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.) (Farsça)

mahfuz

  • Alçalmış veya alçatılmış.

mahitab-ı ahirzaman / mâhitab-ı âhirzaman

  • Âhirzamanın mehtabı.

mahiyane

  • Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık. (Farsça)

mahiyet / ماهيت

  • Asıl, esas, içyüzü. (Arapça)

mahiyet-i asliye

  • Asıl, gerçek mahiyet, özellik.

mahiyye

  • Aylık.

mahkeme-i adalet

  • Adaletli mahkeme, hakkın benimsenip uygulandığı yer.

mahkeme-i adil / mahkeme-i âdil

  • Adeletli mahkeme.

mahkeme-i adile / mahkeme-i âdile

  • Âdil mahkeme.

mahkeme-i kübra

  • Âhirette Allah huzurunda kurulacak büyük mahkeme.

mahkeme-i nizamiye

  • Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri.

mahkeme-i temyiz

  • Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.

mahkiyun anh / mahkîyun anh

  • Anlatılan, söz konusu olan; hikâyenin konusu olan şey, kimse.

mahkür

  • Aşağılanan, küçük düşürülen.

mahluk-u ilahi / mahlûk-u ilâhî

  • Allah tarafından yaratılmış.

mahlukat-ı ilahiye / mahlûkat-ı ilâhiye

  • Allah'ın yaratıkları.

mahlukat-ı mezkure / mahlûkat-ı mezkûre

  • Adı geçen yaratıklar.

mahmasa hali / mahmasa hâli

  • Açlıktan ölmek üzere olma hâli.

mahru / mâhru / ماهرو

  • Ay yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça)

mahrukat-ı mayia / mahrukat-ı mâyia

  • Akaryakıt.

mahrurane / mahrurâne

  • Ateşli ateşli. Hararetli bir surette. (Farsça)

mahsusen

  • Ayrıca, bile bile, mahsus olarak.

mahv ve sekir

  • Allah'ın varlığı karşısında kendini ve herşeyi yok sayma ve Onun karşısında mânevî sarhoşluk hâlinde olma.

mahvar

  • Ay gibi. (Farsça)

mahvare

  • Aylık maaş. (Farsça)

mahveş

  • Ay gibi. (Farsça)

mahviyet / مَحْوِيَتْ

  • Alçak gönüllülük, nefsine kıymet vermeme.

mahviyetkar / mahviyetkâr

  • Alçakgönüllü.

mahviyetkarane / mahviyetkârâne

  • Alçakgönüllülükle.

mahviyyet

  • Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.

mahyane

  • Aylık. Aydan aya verilen maaş. (Farsça)

mahz-ı hikem

  • Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi.

mahzan

  • Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.

mahzen / مَخْزَنْ

  • Ambar.

maide-i semaviye / mâide-i semâviye

  • Allah tarafından kullarına sunulan mânevî sofra.

mail-i kamer / mâil-i kamer / مَائِلِ قَمَرْ

  • Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi.
  • Ay'ın yörüngesi.
  • Ayın yörüngesi.

mailikamer / mâilikamer

  • Ayın yörüngesi.

mais

  • Ağaçları sık bitmiş olan yer.

makam-ı ala-yı ubudiyet / makam-ı âlâ-yı ubûdiyet

  • Allah'a kulluğun yüce makamı.

makam-ı aşıkan / makam-ı âşıkan

  • Aşıkların makamı.

makam-ı mahbubiyet

  • Allah'ın sevgisini kazanma makamı, derecesi.

makam-ı rıza

  • Allah'tan gelen herşeye razı olma derecesi.

makam-ı ubudiyet

  • Allah'a kulluk yeri, kulluk makamı.

makam-ı uhrevi / makam-ı uhrevî

  • Âhirete ait makam.

makamat-ı asliye-i külliye / makamât-ı asliye-i külliye

  • Asıl geniş makamlar, yüce meclis ve mevkiler.

makasıd-ı aliye-i ilahiye / makasıd-ı âliye-i ilâhiye

  • Allah'ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar.

makasıd-ı ilahiye / makasıd-ı ilâhiye

  • Allah'ın varlıkları yaratmasındaki maksatları.

makàsıd-ı ilahiye / makàsıd-ı ilâhiye

  • Allah'ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler.

makàsıd-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler.

makbul

  • Ayağı bağlı olan.

makdurat / makdûrat

  • Allah'ın kudretiyle gerçekleştirdiği işler.

makes olma / mâkes olma

  • Ayna olma.

makhur-u kahr-i ilahi / makhur-u kahr-i ilâhî

  • Allah'ın gazabına uğramış. Allah'ın kahrıyla kahrolmuş.

makine-i acibe-i ilahiye / makine-i acîbe-i ilâhiye

  • Allah'ın hayret verici makinesi, eseri.

maklub / maklûb

  • Altı üstüne getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.

maksad / مقصد

  • Amaç.
  • Amaç.) (Arapça)

maksad-ı asli / maksad-ı aslî

  • Asıl maksat, temel gaye.

maksad-ı asliye / maksad-ı aslîye

  • Asıl maksad, temel gaye.

maksad-ı ilahi / maksad-ı ilâhî

  • Allah'ın maksadı, hedefi.

maksud-u asli / maksud-u aslî

  • Asıl gaye, hedef.

maksud-u bizzat

  • Asıl gaye.

maksud-u hakiki / maksûd-u hakiki / مَقْصُودُ حَق۪يق۪ي

  • Asıl maksad.

makul / mâkul / mâkûl / معقول

  • Akla uygun.
  • Akla uygun.
  • Akla uygun.
  • Akla uygun. (Arapça)

makulane / mâkulâne / mâkûlâne

  • Akla uygun bir şekilde.
  • Akla uygun biçimde.

makulat / mâkulât / mâkûlât / makûlat / معقولات

  • Aklın uygun bulduğu, akıl ile bilinen şeyler.
  • Akla uygun olanlar, akılla ilgili bulunanlar.
  • Aklî bilgiler. (Arapça)

makule / mâkûle

  • Akla uygun olan.

makuliyet / mâkuliyet / mâkûliyet

  • Akla uygunluk.
  • Akla uygunluk.

mal-i cizye

  • Araziden alınan haraç.

mal-i uhrevi / mal-i uhrevî

  • Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal.

malamal / mâlâmâl

  • Ağzına kadar dolu, dopdolu.

malayani / mâlâyâni

  • Anlamsız, faydasız.

malayaniyat-ı rezile / mâlâyâniyât-ı rezile

  • Anlamsız, boş, kötü ve çirkin şeyler (mâ-lâ).

malik-ül-mülk / mâlik-ül-mülk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

maliyyet / mâliyyet

  • Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.

malzeme-i cihadiye-i vahdaniye / malzeme-i cihadiye-i vahdâniye

  • Allah'ın birliği yolunda mücadele için gerekli malzeme, donanım.

mamhuran

  • Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.

mamulün fevkinde / mamûlün fevkinde

  • Alışılmışın ötesinde.

mana / mânâ / معنى

  • Anlam.
  • Anlam, öz.
  • Anlam. (Arapça)
  • Manalandırmak: Anlam kazandırmak. (Arapça)

mana-yı asli / mânâ-yı aslî

  • Asıl anlam, kelimenin kendi anlamı.

mana-yı asliye / mânâ-yı asliye

  • Asıl anlam, kelimenin kendi anlamı.

mana-yı muallaka / mânâ-yı muallaka

  • Asılı, takılı mânâ.

mana-yı sarih / mânâ-yı sarîh

  • Açık mânâ.

manalı / mânâlı

  • Anlamlı.

manasıyla / mânâsıyla

  • Anlamıyla.

manasız / mânâsız

  • Anlamsız.

mançur

  • Asyada yaşayan bir kavim.
  • Asya'nın kuzeydoğusunda yaşayan bir kavim.

maneviyyun

  • Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.

mani' / mâni'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

mani-i akli / mâni-i aklî

  • Aklen oluşan engel.

manidar / mânidâr / معنى دار

  • Anlamlı.
  • Anlamlı. (Arapça - Farsça)

manidarane / mânidarâne / mânidârâne

  • Anlamlı bir şekilde.
  • Anlamlıca.

manidarlık / mânidarlık

  • Anlamlılık.

manivela

  • Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.

mansub

  • Atanan.

mansuriyyet

  • Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.

mantıki kıraet / mantıkî kırâet

  • Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

maraz-ı ihtilaf / maraz-ı ihtilâf

  • Anlaşmazlığa düşme hastalığı.

marid

  • Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.

marife / mârife

  • Arapça'da genellikle başına belirlilik takısı "elif-lâm"ı alan ve belirli bir şeyi gösteren kelime.

marifet / mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma.

marifet-aşina / marifet-âşinâ

  • Allah'ı tanıma ve bilmeye alışmış.

marifet-i ilahiye / mârifet-i ilâhiye

  • Allah'ı bilme ve tanıma.

marifet-i kamile / marifet-i kâmile

  • Allah'ı tam olarak tanıma ve bilme.

marifet-i kudsiye / mârifet-i kudsiye

  • Allah'ı tanıma ve bilmeden gelen kutsal bilgi, marifet.

marifet-i tamme

  • Allah'ı tam olarak tanıma ve bilme.

marifetname / mârifetname

  • Allah'ı bilmeye dair yazı, eser.

marifetullah / mârifetullah

  • Allah'ı bilme ve tanıma.
  • Allahı bilme, tanıma.

maruz / mâruz

  • Arzolunan, verilen, anlatılan, karşı karşıya kalan.

maruz bırakılma / mâruz bırakılma

  • Açık hâle getirilme, açık hedef yapılma.

maruzat / mâruzât

  • Arz edilen, sunulan şeyler.
  • Anlatılanlar.

maruzat-ı hususiye / mâruzât-ı hususiye

  • Arz edilen, sunulan özel bir mesele.

marzi / marzî

  • Arzu edilen, razı olunan.

marzi-i ilahi / marzî-i ilâhî

  • Allah'ın rızasına uygun olan iş.

marziyat / marziyât

  • Allah'ın rızasına uygun işler.

marziyat-ı ilahiye / marziyât-ı ilâhiye

  • Allah'ın rızasına uygun işler, Allah'ın hoşnut olacağı işler.

marziyat-ı rabbaniye / marziyât-ı rabbâniye

  • Allah'ın rızasına uygun işler, Allah'ın hoşnut olmasına sebep olan şeyler.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.
  • Allah korusun!

masal

  • Az miktar olan şey.

maşallah / ماشاء اللّٰه / mâşâllâh / مَاشَاءَ اللّٰهْ

  • Allah'ın dilediği gibi.
  • Allahın dilediği şey (olur).

mashara-i alem / mashara-i âlem

  • Âlemin maskarası. Kepaze, rezil.

masiva / mâsivâ

  • Allah'ın dışındaki varlıklar.
  • Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.

masivallah

  • Allah'tan başka her şey.

masivaullah / mâsivâullah

  • Allahın yarattıkları.

masluben

  • Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle.

masmasa

  • Ağzın önü.

masnuat-ı ilahiye / masnuât-ı ilâhiye

  • Allah'ın sanatla yarattığı varlıklar.

masnuat-ı rabbaniye / masnuat-ı rabbâniye

  • Allah tarafından san'atla yaratılan varlıklar.

maşuk / mâşuk

  • Aşık olunan.

maşuka / mâşuka

  • Aşık olunan, sevgili.

matara

  • Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.

matbaha-i rahmet

  • Allah'ın rahmet mutfağı.

matem / mâtem

  • Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.

matemhane / mâtemhane

  • Ağlanılan, yas tutulan yer. (Farsça)

materyalizm

  • Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

mavera / mâverâ

  • Art, geri, bir şeyin ötesinde bulunan.

maverasında / mâverâsında

  • Arkasında, arka plânında, ötesinde.

mavzer

  • Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.

mavzer tüfeği

  • Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan bir tüfek türü.

mayi' / mâyi'

  • Akıcı. Akıcı madde.

mayi'-i nari / mâyi'-i nârî

  • Ateş halinde su veya buhar.

mayi-i nari / mâyi-i nârî

  • Akıcı, sıvı ateş.

mayu'kal

  • Anlaşılır.

mazbut-u ümmet

  • Aynen yazıya geçirdiği.

mazg

  • Ağızda çiğneme.

mazhar-ı rahmet-i alem / mazhar-ı rahmet-i âlem / مَظْهَرِ رَحْمَتِ عَالَمْ

  • Aleme rahmet olan zata nail olan.

mazhariyet-i esma / mazhariyet-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin yansıdığı ve göründüğü yeri.

mazhariyet-i esma-yı ilahiye / mazhariyet-i esmâ-yı ilâhiye / مَظْهَرِيَتِ اَسْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın isimlerinin üzerinde görünmesi.

mazhariyet-i münkeşife / مَظْهَرِيَتِ مُنْكَشِفَه

  • Açılmış, açığa çıkmış bir şekilde kendinde gösterme.

mazire / mazîre

  • Ayran.

mazmaza

  • Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.
  • Abdestte ağzı yıkamak.

mazra

  • Ayran. Bir nevi yemek.

me'huzat / me'huzât

  • Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı.

me'luf

  • Alışılmış, ülfet edilmiş.

me'lufat / me'lûfât

  • Alışkanlıklar.

me'lufe / me'lûfe

  • Alışıldık ve yakın olan.

me'lufiyet

  • Alışıklık, ünsiyet.

me'mun-ül akibe / me'mun-ül âkibe

  • Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz.

me'murin-i ilahiye / me'murin-i ilâhiye / مَأْمُورِينِ اِلٓهِيَه

  • Allah'ın memurları.

me'muriyet-i asliye

  • Asıl me'murluk.

me'nus / me'nûs / مَأْنُوسْ

  • Alışılagelen, yabancı olmayan.
  • Alışılmış.

me'nuse

  • Ateş.

me'nusiyet

  • Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.

me'ruza

  • Ağaç kurdunun yediği ağaç.

me'sede

  • Arslanlı yer.

mead

  • Ahiret.

meal / meâl / مآل

  • Anlam, kavram.
  • Anlam, mânâ.
  • Anlam. (Arapça)

meani / meânî

  • Anlamlar.

mear

  • Arlanacak, utandıracak şey.

meayib / meâyib

  • Ayıplar.

meayip / meâyip

  • Ayıplar, kusurlar.

mebahis

  • Arama, araştırma yerleri, araştırma veya münakaşa konuları.

mebde-i cihad

  • Allah yolunda girişilen cihadın başlama zamanı.

mebrez

  • Abdesthâne.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

meca'

  • Açlık.

mecaz-ı akli / mecaz-ı aklî

  • Akla uygun olan mecaz, akılla bilinen mecaz, bir şeyi asıl sebebinin dışında başka bir sebebe isnad etmek.

mechuriye

  • Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.

mecid / mecîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

meclis-i mebusan-ı ilmiye / meclis-i mebusân-ı ilmiye

  • Âlimlerden meydana gelen ilim meclisi.

mecma-i ahar / mecma-i âhar

  • Âhirette toplanma.

mecmu-u alem / mecmu-u âlem

  • Âlemin bütünü.

mecmu-u ayat / mecmu-u âyât

  • Âyetlerin toplamı, tamamı.

mecmu-u ayet / mecmu-u âyet

  • Âyetlerin toplamı, tamamı.

mecmua-i kavanin-i adat-ı ilahiye / mecmua-i kavânîn-i âdât-ı ilâhiye

  • Allah'ın kainata koyduğu, devam eden kanunların tamamı; İlâhî âdetler ve kanunların toplamı.

mecra / mecrâ / مَجْرَا

  • Akış yolu.

mecrur

  • Ar. gr. başına gelen bir câr harfi veya bir tamlama nedeniyle son harfi esre olan kelime.

mecusi / mecusî / mecûsi / mecûsî / مجوسى / مَجُوس۪ي

  • Ateşe tapanlara verilen ad.
  • Ateşperest, ateşe tapan.
  • Ateşe tapan.
  • Ateşe tapan.
  • Ateşperest, ateşe tapan. (Arapça)
  • Ateşe tapan.

medar-ı acz

  • Acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı.

medar-ı azap

  • Azap sebebi, acı kaynağı.

medar-ı beyan

  • Açıklama konusu.

medar-ı ihtilaf / medar-ı ihtilâf

  • Anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi.

medar-ı imtiyaz / medâr-ı imtiyâz / مَدَارِ اِمْتِيَازْ

  • Ayrıcalıklı olma sebebi.

medar-ı nazar bir ferd / medâr-ı nazar bir ferd

  • Âyetin baktığı, gösterdiği bir ferd, bir birey.

medar-ı nazar-ı şeyh

  • Abdülkadir-i Geylânî'nin baktığı nokta.

medar-ı tedkik / medâr-ı tedkik

  • Araştırmayı, incelemeyi gerektiren sebep.

medar-ı tenevvür

  • Aydınlanma sebebi.

medayih-i bahire / medâyih-i bâhire

  • Açık ve aşikâr övgüler.

medeniyet-i avrupa

  • Avrupa medeniyeti.

medruk

  • Anlaşılmış, derk olunmuş.

meenne

  • Alâmet, nişan, işaret.

mefafun

  • Aklı ve fikri zayıf olan.

mefaka

  • Ansızın tutmak.

mefasid / mefâsid

  • Ahlâkı bozan şeyler.

mefatih / mefâtih / مفاتيح

  • Anahtarlar.
  • Anahtarlar. (Arapça)

mefhum

  • Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
  • Anlayış, mânâ, ifade.

mefhum-u sarih / mefhûm-u sarîh / مَفْهُومُ صَر۪يحْ

  • Açık anlam.
  • Açık ma'nâ.

mefruz / mefrûz / مفروز

  • Ayırılmış. (Arapça)

meh / مه

  • Ay.
  • Ay. (Farsça)

mehabet

  • Azamet, ululuk, korkunçluk.

mehafetullah / mehâfetullah

  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.
  • Allah korkusu.

mehan

  • Ağızdan akan su, ağız suyu.

mehasin-i ahlak / mehâsin-i ahlâk

  • Ahlâk güzellikleri.

mehasin-i ahlakiye / mehâsin-i ahlâkiye

  • Ahlâk güzellikleri.

mehasin-i uhreviye / mehâsin-i uhreviye

  • Âhirete ait güzellikler.

mehcebin

  • Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan. (Farsça)

mehcur / mehcûr

  • Ayrılmış.

mehdi / mehdî / مَهْد۪ي

  • Âhirzamanda gelip insanları hak dine sevk edecek ve Müslümanların yenilemeye sebep zât.
  • Âhirzamanda gelecek vazîfeli zât.

mehir / mehîr

  • Ay, kamer. (Farsça)

mehist

  • Ağır, sakil. (Farsça)

mehlika / mehlikâ / مه لقا

  • Ay yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça - Arapça)

mehru / mehrû / مهرو

  • Ay yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça)

mehtap

  • Ay ışığı.

mehuz / mehûz / مأخوذ

  • Alınmış. (Arapça)

mein

  • Ağlanacak ve inlenecek yer.

mek'um

  • Ağzı bağlı deve.

mekatib-i askeriye / mekâtib-i askeriye / مكاتب عسكریه

  • Askerî okullar.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allah'ın hilesi, düzeni.
  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

mektub-u samedani / mektub-u samedânî

  • Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san'atı anlatan eser.

mektubat-ı samedaniye / mektubât-ı samedâniye

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, her şeyin O'na muhtaç olduğunu gösteren mektuplar.

mekyes

  • Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse.

melagım

  • Ağız çevresi.

melah

  • Atın ayağında olan verem.

melaike / melâike

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler.

melaike-i ilahi / melâike-i ilâhî

  • Allah'ın melekleri.

melaike-i kiram / melâike-i kiram

  • Aziz, şeref ve kerem sahibi melekler.

melaike-i mukarrebin / melâike-i mukarrebîn

  • Allah'a yakın olan melekler.

melaiketullah / melâiketullah

  • Allah'ın melekleri.
  • Allahın melekleri.

melami / melâmî

  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.

melek

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.

melek-i siyanet / melek-i siyânet

  • Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek.

melekat-ı akliye / melekât-ı akliye

  • Aklî melekeler, yetenekler.

meleke

  • Alışkanlık, yetenek, maharet, iktidar.

meleke-i tadil-i ahlak / meleke-i tâdil-i ahlâk

  • Ahlâken ölçü ve kurallara uyma melekesi, pratiği.

meluf / melûf

  • Alışılan, ülfet edilen.
  • Alışılmış.

mêluf / mêlûf

  • Alışılmış.

meluf / melûf / مألوف

  • Alışık. (Arapça)

melufat / melûfat

  • Alıştıkları, ülfet ettikleri şeyler.

melulane / melulâne

  • Acıklı ve mahzun bir hâlde.

melum

  • Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş.

memur-u ilahi / memur-u ilâhî

  • Allah'ın memuru.

memur-u rabbani / memur-u rabbanî

  • Allah'ın memuru.

memur-u rabbaniye / memur-u rabbanîye

  • Allah'ın emriyle hareket eden memur.

memurin-i adliye / memurîn-i adliye

  • Adliye memurları.

memurin-i ilahiye / memurîn-i ilâhiye

  • Allah'ın emriyle hareket eden memurlar.

memurin-i rabbaniye / memurîn-i rabbâniye

  • Allah'ın emriyle hareket eden memurlar.

menaat-ı mevkiiye

  • Arazi sarplığı.

menasıb-ı seyfiye

  • Askerlik hizmetleri.

menazil-i kameriye / menâzil-i kameriye

  • Ay'ın menzilleri, durakları.

menbuş

  • Açılmış, soyulmuş.

menfaat-i hasise

  • Âdi, değersiz çıkar.

menfaat-i ibadullah / menfaat-i ibâdullah

  • Allah'ın kullarının yararı.

menfaat-i uhreviye

  • Âhirete ait yararlar.

meni' / menî' / منيع

  • Aşılmaz, sarp, geçit vermez. (Arapça)

menkel

  • Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.

menkul

  • Anlatılan, taşınabilen.

menşe'-i asli / menşe'-i aslî / مَنْشَأِ اَصْل۪ي

  • Asıl kaynak.

menşe-i asli / menşe-i aslî

  • Asıl kökü.

mensub / mensûb / مَنْسُوبْ

  • âit.

mensubiyet / mensûbiyet / مَنْسوُبِيَتْ

  • Âitlik.

mensucat-ı amel / mensûcât-ı amel / مَنْسُوجَاتِ عَمَلْ

  • Amel, iş dokumaları (mahsulleri).

mensucat-ı rabbaniye / mensucat-ı rabbâniye

  • Allah'ın adeta nakış nakış dokuduğu san'at eseri varlıklar.

mensus / mensûs

  • Âyet ve hadîs gibi kesin delillerle tesbit edilmiş olan.

menus

  • Alışmış.

mênus / mênûs

  • Alışılmış.

menzil-i kamer / مَنْزِلِ قَمَرْ

  • Ayın konak yeri, yörüngesi.

mer'a

  • Aynalar.

merakib-i berriye

  • Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları.

meram / merâm / مرام

  • Arzu, istek.
  • Amaç, anlatılmak istenen şey. (Arapça)

meraret / merâret / مرارت

  • Acılık. Tatsızlık.
  • Acılık. (Arapça)

merasi / merâsî / مراثى

  • Ağıtlar, mersiyeler. (Arapça)

meratib-i külliye-i esmaiye / merâtib-i külliye-i esmâiye

  • Allah'ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri.

meraya / merâyâ / مَرَايَا

  • Aynalar.
  • Aynalar.
  • Aynalar.

meraya-yı mevcudat / merâyâ-yı mevcudat

  • Allah'ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar.

merd

  • Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri. (Farsça)

merdud-u ilahi ve peygamberi / merdud-u ilâhî ve peygamberî

  • Allah ve Peygamber tarafından reddedilmiş.

merdümi / merdümî

  • Adamlık, insanlık. (Farsça)

merhale

  • Aşama, evre.

merhamet / مرحمت

  • Acıma, şefkat.
  • Acıma.
  • Acıma. (Arapça)
  • Merhamet etmek: Acımak. (Arapça)

merhamet ve şefkat-i ilahiye / merhamet ve şefkat-i ilâhiye

  • Allah'ın merhamet ve şefkati.

merhamet-i ilahiye / merhamet-i ilâhiye

  • Allah'ın merhameti.

merhamet-i rabbaniye

  • Allah'ın merhameti, şefkati.

merhamet-i umumiye-i ilahiye / merhamet-i umumiye-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti, merhameti.

merhameten

  • Acıyarak, merhamet ederek.

merhametli

  • Acıyan. (Arapça - Türkçe)

merhametperverane

  • Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle. (Farsça)

merhametsiz

  • Acımasız.
  • Acımasız. (Arapça - Türkçe)

merhametsizlik

  • Acımasızlık.

merire

  • Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır)

merkaan

  • Ahmak kimse.

merkez-i arz

  • Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı.

merkez-i sıklet

  • Ağırlık merkezi.

merkum / مرقوم

  • Adı geçen, anılan; yazılmış. (Arapça)

mersed

  • Arslan, esed.

mersiye / مرثيه / مَرْثِيَه

  • Ağıt, mersiye. (Arapça)
  • Ağıt.

mersiyehan / mersiyehân

  • Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen. (Farsça)

mersiyekar / mersiyekâr

  • Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan. (Farsça)

mertebe-i arşi / mertebe-i arşî

  • Arşa uzanan yücelik mertebesi.

mertebe-i asli / mertebe-i aslî

  • Asıl mertebe.

mertebe-i asliye

  • Asıl mertebe.

mertebe-i külliye-i ubudiyet / mertebe-i külliye-i ubûdiyet

  • Allah'a kulluğun büyük ve kapsamlı mertebesi.

mertebe-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme derecesi.

mertebe-i rıza / mertebe-i rızâ

  • Allah'tan gelen herşeye razı olanların mertebesi.

mertebe-i rububiyet / mertebe-i rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, terbiye ediciliği, idare etme derecesi.

mertebe-i sadise / mertebe-i sâdise

  • Altıncı mertebe.

merzuf

  • Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.

meş'ale

  • Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.

mesa / mesâ / مسا

  • Akşam. (Arapça)

mesafe / mesâfe

  • Ara, uzaklık.

meşagil-i kesire / meşagil-i kesîre

  • Aşırı meşguliyetler.

meşagil-i uhreviye

  • Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar.

mesail-i nahviye / mesâil-i nahviye

  • Arapça dilbilgisi konuları.

meşale

  • Aydınlatan ışık.

mesbuk-üz zikr

  • Adı ve zikri geçmiş, bahsedilmiş.

meşcer / مشجر

  • Ağaçlık. (Arapça)

meşcere / مشجره

  • Ağaçlık. (Arapça)

mesel

  • Atasözü, küçük hikâye.

mesele-i ahiret / mesele-i âhiret

  • Ahiretle ilgili mesele.

mesele-i gàmıza

  • Anlaşılması zor mesele.

mesele-i kudret

  • Allah'ın kudretiyle ilgili mesele.

mesgabe

  • Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.

meşhur hadis veya hadis-i meşhur

  • Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.

meşiet ve irade-i ilahiye / meşiet ve irade-i ilâhiye

  • Allah'ın iradesi ve dilemesi.

meşiet ve takdir-i ilahi / meşiet ve takdir-i ilâhi

  • Allah'ın dilemesi ve takdiri.

meşiet-i hassa-i ilahiye / meşiet-i hassa-i ilâhiye

  • Allah'ın bizzat Kendi dileği.

meşiet-i hassa-i ilahiyye / meşiet-i hâssa-i ilâhiyye

  • Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler.

meşiet-i rabbani / meşiet-i rabbânî

  • Allah'ın dilemesi, iradesi.

meşiet-i rabbaniye / meşiet-i rabbâniye

  • Allah'ın kendisine özel istek, arzu ve muradı.

meşiet-i rahman / meşiet-i rahmân

  • Allah'ın iradesi, dilemesi.

meşk

  • Alıştırma, örnekleme.

meslek-i acz

  • Aczini Allah'a bildirme mesleği, yolu.

meslek-i askeriye

  • Askerlik mesleği.

meslek-i küfri / meslek-i küfrî

  • Allah'ı inkâr etmeye dayalı yol, metod.

meslek-i uhreviye ve diniye

  • Âhirete ve dine ait gidilen yol, usûl.

meslub-ül akl

  • Aklı alınmış. Deli.

meslub-üş şuur

  • Anlayışsız, idraksiz, şuursuz.

mesrat

  • Adet çokluğu.

meşreb-i aşk ve istiğrak

  • Allah aşkıyla kendinden geçme yolu.

meşruh / meşrûh / مشروح

  • Açıklanmış.
  • Açıklanmış, şerhedilmiş. (Arapça)

meşruhat / meşruhât / meşrûhât / مشروحات

  • Açıklamalar, izahlar.
  • Açıklama ve izahlar.
  • Açıklananlar.
  • Açıklamalar. (Arapça)

meşşaiyyun / meşşâiyyun

  • Akla güvenip peygambere inanmayan felsefeciler.

mest

  • Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
  • Ayakkabı, hazla kendinden geçen.

mest-i laya'kıl / mest-i lâya'kıl

  • Aklı baştan gitmiş, sarhoş.

meşuk

  • Âşık, tutkun.

mesulat

  • Azab, ukubet. Cezâ çekme.

meşveret

  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma.

meşy-i askeri / meşy-i askerî

  • Asker yürüyüşü. Askerî yürüyüş.

metanet-i ahlakiye / metanet-i ahlâkiye

  • Ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık.

metfuh

  • Açılmış.

mev'üf

  • Afete uğramış nesne.

mevacib-i leşker

  • Asker aylıkları.

mevadd-ı süfliye

  • Alçak ve basit maddeler.

mevadd-ı zülaliye / mevadd-ı zülâliye

  • Azotlu maddeler.

mevcud-u harici / mevcûd-u hâricî / مَوْجُودُ خَارِج۪ي / mevcud-u hâricî / مَوْجُودِ خَارِجِي

  • Allahın irâde ve kudretiyle var olan.
  • Allahın irâde ve kudretiyle var olan.

mevcudat-ı hāriciye / mevcûdât-ı hāriciye / مَوْجُودَاتِ خَارِجِيَه

  • Allah'ın kudret ve iradesiyle var olanlar.

mevcudat-ı seyyale / mevcudât-ı seyyale

  • Akıp giden varlıklar.

mevh

  • Avucuyla su içmek.

mevhibe

  • Allah vergisi, ihsan, bağış, hediyesi.

mevhum / mevhûm / مَوْهُومْ

  • Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim.
  • Asılsız, kuruntu.

mevkib / موكب

  • Alay, kafile. (Arapça)

mevkid

  • Ateş ocağı.

mevkuze

  • Ağaçla vurulmuş.

mevsim-i elimane / mevsim-i elîmâne

  • Acılarla dolu mevsim.

mevsum / mevsûm / موسوم

  • Adlandırılmış. (Arapça)

mevta'

  • Ayağın bastığı yer.

meyan

  • Ara, aralık.

meyanında

  • Arasında, içinde.

meyasir

  • Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.)

meydan / meydân / ميدان

  • Alan. (Arapça)

meyl-i taharri / meyl-i taharrî

  • Araştırma, inceleme meyli, isteği, eğilimi.

meylü'l-ağalık

  • Ağalık meyli; ağalık taslama.

meylü'l-amiriyet / meylü'l-âmiriyet

  • Âmirlik, başkalarını yönetme meyli.

meyve-i tevhid

  • Allah'ın birliğinin neticesi.

mezahir / mezâhir

  • Aynalar; görünme ve yansıma yerleri.

mezar-ı zar / mezar-ı zâr

  • Ağlayan mezar. (Farsça)

mezbur / mezbûr / مزبور

  • Adı geçen, yukarıda söylenen.
  • Anılan, belirtilen. (Arapça)

mezellet

  • Alçaklık. Zelillik.
  • Aşağılık, zelillik.
  • Alçaklık.

mezkur / mezkûr

  • Adı geçen, zikredilen.
  • Anılan.

mezmum / mezmûm

  • Aşağılanmış, kınanmış.

mezraa-i ahiret / mezraa-i âhiret / مَزْرَعَه

  • Âhiretin tarlası.
  • Ahiret tarlası.

mi'van

  • Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse.

micesse

  • Ağaç budamada kullanılan keskin demir.

miclat

  • Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.

midilli

  • At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.

miftah / miftâh / مفتاح / مِفْتَاحْ

  • Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
  • Anahtar.
  • Anahtar.
  • Anahtar. (Arapça)
  • Anahtar.

miftah-ı kerem ve ihsan / miftâh-ı kerem ve ihsan

  • Allah'ın kerem ve ihsanının anahtarı.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

mihkadem / mîhkadem

  • Ayağı kırık. (Farsça)

mihnetzede

  • Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş. (Farsça)

mihre

  • Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. (Farsça)

mihver-i alem / mihver-i âlem

  • Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat.

mihver-i arz

  • Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.

mihver-i harekat / mihver-i harekât

  • Askeri harekâtın yapıldığı yer.

mihza

  • Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.

miktar-ı kaderi / miktar-ı kaderî

  • Allah tarafından kader çerçevesinde takdir edilmiş, belirlenmiş ölçü.

mikyas-ı marifet

  • Allah'ı tanıma ölçüsü.

milg

  • Ahmak.

millet

  • Aynı dinden olanlar topluluğu.

milletdaş

  • Aynı milletten olan.

millettaş

  • Aynı milletten olan.

milliyet

  • Aynı milletten olma hâli.

milliyetçilik

  • Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği.

mim

  • Arap alfabesinin bir harfi.

min

  • Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder. Meselâ: "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: "Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: "İşlediğiniz

min indillah / min indillâh

  • Allah tarafından.

min tarafillah / min tarafillâh

  • Allah tarafından.

min-el-arş ile-l-ferş

  • Arştan yeryüzüne kadar.

min-tarafillah

  • Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle.

mindif

  • Atılmış pamuk.

minindillah

  • Allah katında.

minnet-i rububiyet

  • Allah'ın terbiye ediciliğinin ikram ve ihsanı.

minnet-i uhrevi / minnet-i uhrevî

  • Âhirete ait iyilik, lütuf.

minsee

  • Asâ, sopa.

mintarafillah

  • Allah tarafından.

mıntıka

  • Alan, civar, çevre.

minzar

  • Ayna. Bakma âleti. Gözlük.

mir

  • Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli.

mir'at / mir'ât / مرآت / مِرْآتْ

  • Ayna.
  • Ayna. (Arapça)
  • Ayna.

mir'at-ı muhammed / mir'ât-ı muhammed

  • Allah'ın isimlerine bir ayna olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

mir'at-ı muhammediye / mir'ât-ı muhammediye

  • Allah'ın isimlerine ayna olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

mir'at-ı rahmet-i alem / mir'ât-ı rahmet-i âlem / مِرْاٰتِ رَحْمَتِ عَالَمْ

  • Aleme rahmet aynası.

mirac-ı marifet / mirac-ı mârifet

  • Allah'ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme gibi yüce bir makama çıkmaya vasıta olan mânevî merdiven.

miralay / ميرآلای

  • Albay.
  • Alay kumandanı. Albay.
  • Alay komutanı, albay.
  • Albay. (Farsça - Türkçe)

mirat / mirât

  • Ayna.

mirbaa

  • Asâ, değnek, sopa.

miş'

  • Aşı dedikleri kızıl balçık.

misafir-i aziz

  • Aziz ve şerefli misafir.

misafir-i rabbani / misafir-i rabbânî

  • Allah'ın misafiri.

misafirhane-i askeri / misafirhane-i askerî

  • Askerî misafirhane.

misafirhane-i rahman / misafirhane-i rahmân

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya.

misafirhane-i rahmani / misafirhane-i rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya.

misafirhane-i rahmaniye / misafirhane-i rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya.

misak

  • Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.

misal-i musağğar-ı kainat / misâl-i musağğar-ı kâinat

  • Âlemin küçültülmüş örneği.

misal-i rahmet-i alem / misâl-i rahmet-i âlem / مِثَالِ رَحْمَتِ عَالَمْ

  • Aleme rahmet olan örnek.

misbah-ı iman

  • Allah'a imanın lâmbası.

mişk

  • Aşı dedikleri kızıl toprak.

miskinlik

  • Âcizlik, uyuşukluk, beceriksizlik, güçsüz ve tepkisiz kalma.

mısyed

  • Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.

miyah-ı cariye / miyah-ı câriye

  • Akar sular.

miyah-ı merre

  • Acı sular.

miz'a

  • Ayıracak alet. Kesecek alet.

mizac-ı akl

  • Akıl yapısı, normal akıl.

mizac-ı mutedile-i adalet / mizâc-ı mutedile-i adalet

  • Adaletin ölçülü karışımı, adil ve dengeli yapı.

mizae

  • Abdest alacak kap.

mizan-ı adalet / mizan-ı adâlet

  • Adâlet terâzisi.

mizan-ı adil / mizan-ı âdil

  • Adâletli terâzi.

mizan-ı adl

  • Adalet terazisi.

moğol

  • Asyada bir kavim.

mu'attala

  • Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.

mu'ciz-i hikmet

  • Allah'ın hikmetinin mu'cizesi.

mu'cizat / mu'cizât

  • Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü işler.

mu'cizat-ı bahire / mu'cizât-ı bâhire

  • Ap açık mu'cizeler.

mu'cizat-ı kudret / mu'cizât-ı kudret

  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarının mu'cizeleri.

mu'cizat-ı kudret-i ilahiye / mu'cizât-ı kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudret mu'cizeleri.

mu'cizat-ı kudret-i ilahiyeyi / mu'cizât-ı kudret-i ilâhiyeyi

  • Allah'ın kudret mu'cizeleri.

mu'cizat-ı san'at-ı rabbaniye / mu'cizât-ı san'at-ı rabbâniye

  • Allah'ın san'at mu'cizeleri.

mu'cizbeyan

  • Açıklama ve anlatış tarzı mu'cize olan.
  • Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim. (Farsça)

mu'cize-i bahire / mu'cize-i bâhire

  • Ap açık mu'cize.

mu'cize-i bahire-i bereket / mu'cize-i bâhire-i bereket

  • Apaçık bereket mu'cizesi.

mu'cize-i muhammedi / mu'cize-i muhammedî

  • Allah'ın izniyle Hz. Muhammed'in (a.s.m.) gösterdiği mu'cize.

mu'cize-i şeceriye

  • Ağaçla ilgili olan mu'cize.

mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mucize olan.

mu'id / mu'îd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.

mu'in / mu'în

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden, yardımcı.

mu'izz / mu'îzz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.

mü'min

  • Allah'a ve Allah'tan gelen her şeye inanan.

mü'minin-i muvahhidin / mü'minîn-i muvahhidîn

  • Allah'ın varlığına ve birliğine inanan mü'minler.

mü'minler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herşeye inanıp iman eden kimseler.

mu'tad / mu'tâd / معتاد

  • Âdet olunmuş, alışılmış.
  • Âdet. Âdet edilen iş. İtiyad edilen. Alışılmış olan.
  • Alışılmış. (Arapça)

mu'tade / mu'tâde / معتاده

  • Alışılmış. (Arapça)

mü'temer

  • Anlaşma için yapılan toplantı. Kongre.

mu'teşi / mu'teşî

  • Akşam vakti yola çıkan.

mu'tezile

  • Aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. Bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri Vâsıl b. Ata'dır.
  • Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olma

muaccel / مُعَجَّلْ

  • Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
  • Acele, peşin.
  • Acele olan, peşin.

muaccelane / muaccelâne

  • Acele olarak. Peşin olarak.

muaddele

  • Adaletli; adalet ölçülerine uygun hale getirilmiş.

muaf / muâf

  • Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
  • Affolunmuş, ayrı tutulmuş.

muafname

  • Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt. (Farsça)

muahede / muâhede / معاهده / مُعَاهَدهَ

  • Andlaşma.
  • Andlaşma.
  • Antlaşma.
  • Ahitleşme, antlaşma. (Arapça)
  • Muâhede yapmak: Antlaşma yapmak. (Arapça)
  • Anlaşma.

muahede-name

  • Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt. (Farsça)

muahedename / muâhedenâme / معاهده نامه

  • Antlaşma metni. (Arapça - Farsça)

muaheze / muâheze

  • Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
  • Azarlama, paylama, çıkışma, tenkit.
  • Ayıplama, kınama.
  • Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

muahid / muâhid

  • Antlaşma yapan.

muallak / معلق

  • Asılı, havada. (Arapça)

mualleka

  • Asılan.

muallekat / muallekât

  • Asılanlar.

muallim-i ukul / muallim-i ukûl

  • Akılların öğretmeni.
  • Akılların öğretmeni.

muallim-i ukūl / مُعَلِّمِ عُقُولْ

  • Akıllara öğretmen.

muamma / muammâ / مُعَمَّا

  • Anlaşılması ve çözülmesi güç şey.
  • Anlaşılması zor şey.

muamma-alud / muammâ-âlûd

  • Anlaşılması zor ve karışık.

muamma-yı müşkilküşa / muammâ-yı müşkilküşâ

  • Anlaşılması zor mesele.

muamma-yı tılsım / muammâ-yı tılsım

  • Anlaşılması zor sır; gizli mânâlar.

muan'an

  • An'aneli; bir haberin veya hadisin ilk kaynağına ulaşıncaya kadar "filandan, o da filandan" şeklinde isim listesiyle birlikte nakledilmesi.
  • An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.

muanan / muânân

  • Ananeli, belgeli.

muanid / muânid

  • Aykırı, direnen.

muarra / muarrâ / معری

  • Arınmış. (Arapça)

muarreb

  • Araplaşmış.
  • Arablaştırılmış. Arablaşmış.

muarrif

  • Allah'ı tanıtıcı, tarif edici.

muasır / muâsır / مُعَاصِرْ

  • Aynı asırda yaşayanlar.

muaşşeş

  • Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer.

muateb / muâteb

  • Azarlanmış.

muattıl / مُعَطِّلْ

  • Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren.
  • Allah'ın sıfatlarını inkâr eden.
  • Allahı inkâr eden.

muattıla

  • Allah'ı veya Allah'ın sıfatlarını inkâr eden.

muayere

  • Ayarlama.

muazzam / معظم

  • Azametli, ulu. (Arapça)

muazzeb / معذب

  • Azapta bulunan, çok sıkıntı gören, eziyet çeken.
  • Acı çeken, azap çeken. (Arapça)

muazzel

  • Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış.

muazzib

  • Azap eden.

mübadele etme

  • Alışverişte bulunma, değiş tokuş etme, alma verme.

mübagate

  • Ansızın üzerine saldırma, sataşma.

mübalağa / mübâlağa / مُبَالَغَه

  • Abartma.
  • Abartı.
  • Abartartma.

mübalağacı / mübalâğacı

  • Abartan.

mübalağacuyane / mübâlağacûyâne

  • Abartırcasına.

mübalağakarane / mübalâğakârane / mübâlağakârâne

  • Abartarak.
  • Abartırcasına.

mübalağalı / mübalâğalı

  • Abartılı.

mübalağasız / mübalâğasız

  • Abartısız.

mübalağat / mübalâğat

  • Aşırılıklar, abartmalar.

müban

  • Ayrılmış ve kesilmiş.

mübayaa

  • Alış veriş.

mübayenet / mübâyenet

  • Ayrılık, uymazlık, tutmazlık.

mübayenet-i cevheriye / mübâyenet-i cevheriye

  • Asla, öze ait farklılık, zıtlık.

mübayin / mübâyin

  • Aykırı, uymaz, ayrı.

mübdi / mübdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden.

mübekki / mübekkî

  • Ağlatıcı.

mübelliğ-i marziyat / mübelliğ-i marziyât

  • Allah'ın razı olacağı hal ve hareketleri bildiren elçi.

müberra / müberrâ

  • Arınmış, uzak.
  • Arınmış, temize çıkmış.

mübeyyen

  • Açıklanmış. Beyan ve izah edilmiş.
  • Açıklanan.

mübeyyin

  • Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan.
  • Açıklayan, açıklık getiren.
  • Açıklayan.

mübin / mübîn / مبين

  • Apaçık.
  • Açıklayan, açıklayıcı. (Arapça)

mübki / mübkî

  • Ağlatıcı.

mübteda / mübtedâ

  • Arapça isim cümlelerinde özne.

mübtede'

  • Aslında yok iken yeni çıkmış olan.

mübtela-yi aşk / mübtelâ-yi aşk

  • Aşka tutulmuş.

mübti'

  • Ağır davranıp geciken. Ağır hareket eden.

müc'a

  • Ahmak adam.

mücaa

  • Acıkmak.

mücac

  • Ağızdan atılan tükrük.

mücahid / mücâhid

  • Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.

mücanis

  • Aynı cinsten olan. Cinsleri beraber olan.
  • Aynı özelliği gösteren, bağdaşık, diğeriyle aynı cinsten olan.

mücellef

  • Az bâkiyye, az miktar artık.

mücessime

  • Allahı bir cisim gibi tasavvur eden sapkın.

mucizane / mûcizane

  • Aciz bırakırcasına.

mucize

  • Allah'ın izniyle peygamberler tarafından gösterilen ola-ğanüstü şey.

müctehid

  • Âyet ve hadîslerden hüküm çıkaran büyük âlim.

müçtehid

  • Âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan.

müctehid / مُجْتَهِدْ

  • Âyet ve hadîsden hüküm çıkaran büyük zât.

müdacat

  • Adâvetini gizlemek, düşmanlığını belli etmemek.

müdahene / müdâhene

  • Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.

müdalese

  • Aldatmak, hile etmek, muhâdaa.

müdavele

  • Alıp verme, konuşma.

müddea aleyh / müddeâ aleyh

  • Aleyhinde dâvâ açılan.

müddet-i taharri / müddet-i taharrî

  • Araştırma süresi.

müdebber

  • Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.

müdebbire

  • Azat olması, efendisinin ölümüne bağlı olan câriye.

müdebbiriyet

  • Allah'ın idare etme ve ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapma sıfatı.

müdemdim

  • Azap eden, zulmeden.

müdhamme

  • Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan koyu yeşil renkte görünen bahçe.

müdrik

  • Anlayan, kavrayan.

müdrike

  • Anlama kabiliyeti.

müellefe

  • Alıştırılmış, yazılmış.

müellefet-ül kulub

  • Asr-ı Saadette kalbleri te'lif için mübâşeret edilenler. İslâmiyete ısındırmak için kıymet vererek farklı ve lütufla muamele edilenler.

müeyyed min indillah / müeyyed min indillâh

  • Allah tarafından te'yid edilen ve yardım görmüş olan.
  • Allah tarafından teyit ve tasdik edilen.

müfacat

  • Ansızın olmak.

müfacee

  • Ansızın olmak.

müfad

  • Anlatılan anlam.

mufarakat

  • Ayrılık, ayrılmak.

müfarakat

  • Ayrılmalar.

mufarakat eden

  • Ayrılan.

mufarakat ederken

  • Ayrılırken.

mufasala

  • Ayrılma.

müfasale

  • Ayrılışmak.

mufassal / مُفَصَّلْ

  • Ayrıntılı.
  • Ayrıntılı.
  • Ayrıntılı olan.

mufassalan / مفصلا

  • Ayrıntılı biçimde.
  • Ayrıntılı olarak.
  • Ayrıntılı olarak. (Arapça)

mufassalen / مُفَصَّلاً

  • Ayrıntılı olarak.
  • Ayrıntılı olarak.

müfecci'

  • Acıtan, üzen, keder veren, dertli eden.

müfehhimane / müfehhimâne

  • Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde. (Farsça)
  • Anlayarak.
  • Anlatarak.

müfesser

  • Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.

müfessir

  • Âyetleri tefsir eden, açıklayan, yorumlayan, yorumcu.

müfredat

  • Ayrıntılar, parçalar.

müfreze / مفرزه

  • Ayrılmış, ordudan ayrılmış birkaç müfreze.
  • Askerî birlikten ayrılan kol.
  • Askerî birlik. (Arapça)

müfreze-i askeriye

  • Asker müfrezesi.

müfrit / مفرط / مُفْرِطْ

  • Aşırıya kaçan.
  • Aşırı. (Arapça)
  • Aşırı giden.

müfritane

  • Aşırı gidercesine.

mugafaza

  • Ansızdan tutmak.

mugane

  • Ateşe tapan mecusilerin âyini.

mugayeret

  • Aykırılık.

mugayir / مغایر

  • Aykırı.
  • Aykırı, zıt.
  • Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
  • Aykırı, zıt. (Arapça)

mugfil

  • Aldatan, iğfal eden.

muğfil / مغفل

  • Aldatan, aldatıcı. (Arapça)

muğlak / مُغْلَقْ

  • Anlaşılması zor.

muğni / muğnî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

mugrem

  • Âşık, tutkun.

mugremun

  • Ağır borca uğratılmış olanlar.

mugrib

  • Anka kuşu.

muhabbet-i al-i beyt / muhabbet-i âl-i beyt

  • Âl-i Beyte duyulan sevgi.

muhabbet-i ilahiye / muhabbet-i ilâhiye

  • Allah sevgisi.

muhabbet-i mecazi / muhabbet-i mecâzî

  • Allah'ın dışındaki dünyevî varlıklara yönelik sevgi.

muhabbet-i mecaziye / muhabbet-i mecâziye / مُحَبَّتِ مَجَازِيَه

  • Allah nâmına olmayan sevgi.

muhabbet-i zati / muhabbet-i zâtî

  • Allah'ın kendi Zâtına karşı duyulan sevgi.

muhabbet-i zatiye / muhabbet-i zâtiye

  • Allah'ın yüce zâtına sevgi.

muhabbet-i zatiyye / muhabbet-i zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.

muhabbetullah

  • Allah sevgisi; Cenâb-ı Hakka duyulan sevgi.
  • Allah sevgisi.
  • Allahü teâlânın sevgisi.
  • Allah sevgisi.

muhadda'

  • Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.

muhaddisin-i muhaddesun / muhaddisîn-i muhaddesun / muhaddisîn-i muhaddesûn

  • Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler.
  • Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler.

muhadea

  • Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.

muhadiane

  • Aldatarak, hile yaparak. (Farsça)

muhafaza-i ahiret / muhafaza-i âhiret

  • Âhireti koruma.

muhafaza-i hıfz

  • Allah'ın hıfzının koruması.

muhakemat / muhâkemat

  • Akıl yürütmeler, değerlendirmeler.

muhakeme-i akliye

  • Akıl yoluyla geniş araştırmalar yaparak bir hükme ulaşma.

muhakemeli

  • Akıl yürütebilen.

muhakemesiz

  • Akıl yürütemeyen, düşüncesiz.

muhakkik

  • Araştıran, inceleyen.

muhakkık / محقق

  • Araştırmacı, tahkik edici. (Arapça)

muhakkik / مُحَقِّقْ

  • Araştırıcı âlim.

muhakkikane / muhakkikâne

  • Araştırırcasına.

muhakkikin / muhakkikîn / مُحَقِّق۪ينْ

  • Araştırmacılar, büyük âlimler.
  • Araştırıcı âlimler.

muhal-i akli / muhal-i aklî

  • Akıl yoluyla imkânsız görme, aklen muhal olan şey.

muhalefet etmemek

  • Aykırı davranmamak.

muhalefetün-lil-havadis / muhâlefetün-lil-havâdis

  • Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.

muhalif / muhâlif

  • Aykırı, karşıt.

muhalif-i akıl

  • Akla zıt.

muhammed aleyhisselam / muhammed aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber.

muhammed-i arabi / muhammed-i arabî

  • Arap milletinden olan peygamberimiz Hz. Muhammed.

muhammes

  • Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)

muharrem

  • Arabî ayların ilki.

muhasebe-i a'mal / muhasebe-i a'mâl

  • Amellerin değerlendirilmesi.

muhatab-ı ilahi / muhatab-ı ilâhî

  • Allah'a muhatap olan.

muhayyir-ül ukul

  • Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.

muhayyire

  • Âdet zamânını unutan kadın.

muhayyirü'l-ukul

  • Akıllara hayret verip hayranlık uyandıran.

muhayyirü'l-ukùl

  • Akıllara şaşkınlık veren.

muhayyirülukul / muhayyirülukûl / محيرالعقول

  • Akıllara durgunluk veren. (Arapça)

muhazat

  • Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak.

muhazzil

  • Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.

muhazzilane / muhazzilâne

  • Alçaklık ve bayağılıkla. (Farsça)

muhbit

  • Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.

müheddel

  • Aşağı indirilen.

mühendis-i mahir / mühendis-i mâhir

  • Alanında maharet sahibi, becerikli olan mühendis.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

muhhakemat / muhhakemât

  • Akıl yürütmeler, hüküm çıkarmalar.

muhibb-i baz-ı geylan / muhibb-i bâz-ı geylân

  • Abdülkâdir-i Geylâni Hazretlerinin seveni.

muhill-i asayiş / muhill-i âsâyiş

  • Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan.

mühimmat-ı askeriye / mühimmât-ı askeriye

  • Askeri malzeme.

muhit / muhît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.

muhit-i acib

  • Acayip, tuhaf çevre.

muhmid

  • Ateşin alevini bastıran.

mühr-ü samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.

mühr-ü vahdaniyet / mühr-ü vahdâniyet

  • Allah'ın bir oluşu, ortağının bulunmayışını gösteren mühür.

muhtazıane / muhtazıâne

  • Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek. (Farsça)

muhterik

  • Ateşle yanmış olan. Yanan.

muhyi / muhyî

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.

müjde-i mağfiret

  • Allah'ın affetme müjdesi.

mukad

  • Ağır yüklü.

mukadder olan

  • Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş.

mukadderat / mukadderât

  • Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar.
  • Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı.

mukaddes kitablar

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar.

mukaddesat-ı ahlakiye / mukaddesat-ı ahlâkiye

  • Ahlâka dayanan mukaddes şeyler.

mukaddim

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerini üstün kılan.

mükafat-ı uhreviye / mükâfât-ı uhreviye

  • Âhirette verilecek olan ödül.

mukallis

  • Ağaç oynatıcı.

mukarreb melek

  • Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.

mukarrebin / mukarrebîn

  • Allah'a mânen yakın olan büyük melekler.

mukarri'

  • Azarlıyan, paylıyan, başa kakan.

mukasmel

  • Asâsı çok şiddetli olan.

mukavelename

  • Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt.

mukayada satışı / mukâyada satışı

  • Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.

mükellefiyet-i askeriye

  • Askerî yükümlülük, askerlikteki zorunlu görev.

mukıd / mûkıd

  • Ateş yakan.

mukit / mukît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için görünen kuvvet, rûh için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.

muksit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi, zâlimden mazlûmun hakkını alan.

muktebes / مقتبس / مُقْتَبَسْ

  • Alıntı yapılmış. (Arapça)
  • Alıntılanmış.

muktedir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi, her şeye gücü yeten.

muktefi / muktefî

  • Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan.

mukteza-yı adalet / muktezâ-yı adâlet / مُقْتَضَايِ عَدَالَتْ

  • Adaletin gereği.
  • Adâletin gereği.

mukteza-yı hikmet

  • Allah'ın hikmetinin gereği.

mukteza-yı ihata-i ilmi / mukteza-yı ihata-i ilmî

  • Allah'ın ilminin herşeyi kuşatmasının gereği.

mukteza-yı ism-i hakim / mukteza-yı ism-i hakîm

  • Allah'ın herşeyi hikmetle yaptığını bildiren isminin gereği.

mukteza-yı rahmet ve hikmet

  • Allah'ın rahmetinin ve hikmetinin gereği.

mülagım

  • Ağzın çevresi, dil erişen yerleri.

mülameze

  • Ayıplamak.

mülhid

  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.

mülk-ü ilahi / mülk-ü ilâhî

  • Allah'a ait mülk, kâinat.

mülküllah

  • Allah'ın mülkü.

mumaileyh / mûmâileyh / مومى اليه

  • Adı geçen.
  • Anılan, adı geçen. (Arapça)

mumaileyhim / mûmâileyhim / مومى اليهم

  • Adı geçenler. (Arapça)

mümarese

  • Alışma, alışıklık, yatkınlık, meleke.

mümaret

  • Adavet edişmek, düşmanlık yapmak.

mümeyyiz

  • Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.
  • Ayıran, ayırd eden.

mümeyyize

  • Ayıran, temyiz eden.

mümit / mümît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan cisimden rûhu alan, öldüren.

mün'akis

  • Akseden, geri dönmüş, bir yere çarpıp geri gelen.

mün'al

  • Altına gön ve sahtiyan konulmuş nesne.

münacat / münâcât

  • Allah'a yakarış.
  • Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak.

münacat-ı meşhure / münacât-ı meşhûre

  • Allah'a yalvarıp yakarılan ve herkes tarafından bilinen dua.

münafat / münâfât

  • Aykırılık, zıtlık.
  • Aykırılık, birbirinin aksine olma.

münah

  • Ağıt yakma.

münakasa / münâkasa / مناقصه

  • Açık eksiltme. (Arapça)

münakaşa / münâkaşa / مُنَاقَشَه

  • Atışma.

münakkahiyet

  • Ayıklanma, soyulma. En iyileri seçilme.

münasebet / münâsebet / مُنَاسَبَتْ

  • Alâka.

münasebet-i makule / münasebet-i mâkule

  • Akla uygun bir bağ, ilgi, ilişki.

münazaa

  • Ağız kavgası, mücadele, çekişmek.
  • Ağız kavgası; çekişme.

münazaat

  • Ağız kavgaları, çekişmeler.

müneccim

  • Astrolog, yıldızların konum ve hareketlerinden mânâ çıkaran.

münevver

  • Aydın, düşünür.

münevvere

  • Aydınlanmış, nurlanmış.

münezzeh

  • Arınmış, kusur ve eksiklikten yüce.

münezzehiyet

  • Arınmış ve yüce olma.

munfasıl

  • Ayrılan, ayrılıp gelen.
  • Ayrılmış.

münfasıl

  • Ayrılmış.
  • Ayrılmış.

munfasıl / منفصل

  • Ayrı. (Arapça)

munfasılan

  • Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda.

münfekk

  • Ayrılan.

münfis

  • Ağır, pahalı, değerli.

münhasır

  • Ait, mahsus.

münhatt

  • Aşağı inen, inhitât eden. Alçak. Çukur.

munis / mûnis / مُونِسْ

  • Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
  • Alışılmış, evcil, sevimli.
  • Alışılmış.

münkeşif

  • Açılmış, açılan, görünen.
  • Açılmış, bulunmuş.

münye

  • Arzu edilen, istenilen şey. Maksad. Temenni olunan.

müptedi

  • Acemi.

murad / murâd / مُرَادْ

  • Arzu, istek, dilek.
  • Arzu.

murad-ı hak

  • Allah'ın isteği ve muradı.

murad-ı ilahi / murâd-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği.

muradullah

  • Allah'ın muradı, isteği.

muragabet

  • Arzu etme, dileme.

mürahık / mürâhık

  • Âkıl ve bâlig yâni ergenlik çağına ulaşmadığı hâlde ulaşmış gibi gösteren erkek çocuk.

murat

  • Arzu, istek, amaç.

müratane

  • Acem dilini konuşmak.

mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaide / mürekkebât-ı mütedahile-i mütesaide

  • Atomların iç içe dizilmesiyle yükselip gelişerek meydana gelen moleküller, elementler, bileşikler.

mürevva'

  • Aklı, fikri, görünüşü ve düşünüşü sağlam olan kimse.

mürid

  • Allah'ın rızâsına kavuşmayı isteyen, bir mürşidin talebesi.

mürşid-i rabbani / mürşid-i rabbânî

  • Allah'a yönelten yol gösterici.

murtaz

  • Alıştırılmış, tâlimli hayvan.

mürud

  • Âdet etmek.

mürue

  • Adamlık, insanlık.

mürur-u a'sar / mürur-u a'sâr / mürûr-u a'sâr / مُرُورُ اَعْصَارْ

  • Asırların geçmesi.
  • Asırların geçmesi.

musade

  • Avlanan canavar.

musaffa / musaffâ / مُصَفّٰي

  • Arınmış, safileşmiş.
  • Arındırılmış.

müşağabe / müşâğabe

  • Aldatıp kötülük etme.

musahere / musâhere

  • Akrabalık.

müşahere-haran / müşahere-hârân

  • Aylıklılar. (Farsça)

müşahereten

  • Aylıklı olarak.

müsahhirü'ş-şemsi ve'l-kamer

  • Ayı ve Güneşi itaat ettiren, boyun eğdiren, Allah.

müsahib / müsâhib

  • Arkadaş.

müsakkal

  • Ağırlaştırılmış. Sakilleştirilmiş.

musammim

  • Azimli olan. Kararlı olan. Karar veren.

müsaneha

  • Akla veya hatıra gelme.

müsaraa / müsâraa

  • Acele, teşebbüs.

musaraha

  • Aşikâr ve açık.

musarahaten

  • Aşikâr ve açık olarak.

musarrah / مُصَرَّحْ

  • Açık, apaçık.
  • Açıklanmış.
  • Açıklanmış.

musarraha

  • Açık ve bütün ayrıntılarıyla anlatılmış.

musarrahan

  • Açık olarak. Sarih bir tarzda.

müşarünileyh / مشار اليه

  • Anılan, adı geçen. (Arapça)

müşavere / müşâvere

  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma.

musavvir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel sûrette şekil veren.

musavviriyet-i ilahiye / musavviriyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler vermesi.

muse

  • Arı, nahl. (Farsça)

müsebbih

  • Allah'ı tesbih edip anan, Allah'ı noksan sıfatlarından tenzih eden ve zikreden, Sübhanallah diye Allah'ı tesbih eden.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.
  • Allahı insana benzeten sapık görüş.

müşebbıt

  • Ayak kaydıran, tehlikeye atan.

müsekken

  • Ateşle kızmış su.

müsellemat-ı bedihiyat / müsellemât-ı bedihiyat

  • Apaçık oluşları sebebiyle itirazsız kabul edilen şeyler.

müsemma / مسمى

  • Adlandırılmış. (Arapça)

müsennede

  • Arka yastığı, arkaya dayanılacak yer.

musevilik / mûsevîlik

  • Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.

müsevvide

  • Abbasiye tâifesinden bir fırka.

musibet / musîbet

  • Âfet, belâ, felâket, hastalık, dert.
  • Âfet, belâ, sıkıntı.
  • Afet. Belâ. Felâket. Hastalık. Dert.

müşkil

  • Anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.

müşkil-küşa / müşkil-küşâ

  • Açılması çok zor.

müşkilat-ı kur'aniyye / müşkilât-ı kur'âniyye

  • Anlaşılması bir hayli güç olan Kur'ân-ı Kerîmin bazı âyetleri.

müşkülpesent

  • Aşırı itina gösteren, titiz, zorla beğenen.

müsliman

  • Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müsnede

  • Arka yastığı. Arkaya dayadıkları nesne.

müşrik / مُشْرِكْ

  • Allah'a ortak kabul eden, şirk işleyen. Allah'tan başkasına ibadet eden.
  • Allah'a şirk koşan.
  • Allah'a ortak koşan.
  • Allahü teâlâya şirk (ortak) koşan. Allahü teâlâyı mâbûd bildiği hâlde put veya benzeri şeyleri de ilâh, tanrı edinen.
  • Allaha ortak koşan.
  • Allah'a ortak koşan.

müşrik-i kureyş

  • Allah'a ortak koşan Kureyşli müşrikler, kâfirler.

muşt

  • Avuç. Yumruk. (Farsça)

muşt-ül kadem

  • Ayak tarağı.

müsta'cel / مُسْتَعْجَلْ

  • Acele yapılması lüzumlu olan, çabuk yapılması gereken.
  • Acele yapılması istenen.

müsta'cil

  • Acele yapan, çabuklaştıran.

müsta'mel su

  • Abdestte veya gusülde veya kurbet için (yemekten önce ve sonra, sünnet olduğu için el yıkamak gibi) kullanılan su.

müsta'reb

  • Araplaşmış.

müsta'tib

  • Afv talep eden, afvını isteyen.

müstacel / müstâcel

  • Acele yapılması gereken.

müstaceliyet / müstâceliyet

  • Acele yapılması gerekmek, ivedilik.

müstacil / müstâcil

  • Acele yapan.

müstahrec

  • Alınmış, çıkarılmış, istihrâc edilmiş olan.

müştail / مشتعل

  • Alevli. (Arapça)

müştak ayinedar / müştak âyinedar

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

müştak olan

  • Arzulu, istekli, düşkün.

müştakan / müştâkan

  • Aşk ve iştiyakla bağlı olan dostlar.

müstarib / müstârib

  • Araplaşmış.

müstebin

  • Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr.

müstecirane / müstecirâne

  • Aman dileyerek, müstecircesine. (Farsça)

müstefrez

  • Ayrılmış, tefrik edilmiş.

müstehcen

  • Açık, saçık. Edepsizcesine, ayıp, iğrenç.
  • Açık saçık, ayıp, edepsizcesine.

müştehire

  • Açıkça ortaya konulan, sergilenmiş, meşhur.

müstehzi / müstehzî / مستهزی

  • Alay eden, alaycı.
  • Alay eden.
  • Alaycı. (Arapça)

müstehziyane / müstehziyâne

  • Alay edercesine.
  • Alay edercesine.

müstekin / müstekîn

  • Alçak gönüllülük ve tevazu gösteren.

müstelki / müstelkî

  • Arka üstü yatan veya uyuyan.

müstemirren

  • Aralıksız olarak, bir düziye.

müstenfir

  • Ayaklandırma. Ürkme, kaçma.

müstênis

  • Alışık.

müstenkıh

  • Anlayan, idrak eden.

müşteri

  • Alıcı.

müsteshir

  • Alay eden.

müstesna / müstesnâ / مُسْتَثْنَا

  • Ayrı tutulan.

müstevfik

  • Allah'tan yardım dileyen.

müsvedde-i asli / müsvedde-i aslî

  • Asıl müsvedde, asıl yazı, ilk yazılan.

müsy

  • Akşam.

mutaassıb / مُتَعَصِّبْ

  • Aşırı taraftarlık gösteren.

mutaassıp

  • Aşırı, sıkı sıkıya bağlı olan, tutucu.

mutaattıs

  • Aksıran.

mutabassır

  • Açıkgöz.

mutad / mûtad

  • Âdet olunmuş, alışılmış.
  • Alışılmış, adet.

mutaffif

  • Alış verişde hilekârlık eden. Fazla alıp noksan mal veren.

mutaffifin

  • Alışverişte muhatabının hakkını tam vermeyenler.

mutammer

  • Anbarda veya çukur içinde saklanan şey.

mütareke / mütâreke

  • Ateşkes.
  • Anlaşma.

müte'al / müte'âl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.

müteaccilane / müteaccilâne

  • Acelecilikle, acele ederek. (Farsça)

müteakib / متعاقب

  • Ardından. (Arapça)

müteakıben

  • Arka arkaya, ardı sıra, peşinden. Sonra.

müteakıdeyn

  • Alıcı ile satıcı.

müteakkılane / müteakkılâne

  • Anlayana yakışır şekilde. (Farsça)

müteal

  • Âlî, büyük.

müteallik / مُتَعَلِّقْ

  • Alakalı, ilgili.
  • Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.
  • Alâkalı, ilgili.
  • Alâkalı.

müteallikat

  • Alâkalılar, ilgililer, yakınlar, akrabalar.

müteallin

  • Aşikâr, aleni ve meydanda olan.

mütearife

  • Açıkça bilinen.

müteassıb

  • Aşırı taraftar, mutaassıb.

müteaşşık

  • Âşık olan, taaşşuk eden, çok seven.

müteattıs

  • Aksıran.

müteavvid

  • Alışılmış, âdet edinen.

mütebaki

  • Ağlar gibi görünen.

mütebariz / mütebâriz / متبارز

  • Açığa çıkan.
  • Açık seçik, belirgin. (Arapça)

mütebayian

  • Alıcı ile satıcı.

mütebettilen

  • Allah'a yönelerek.

mütecahir / mütecâhir

  • Açıktan günah işleyen.

mütecanis / mütecânis / متجانس

  • Aynı cinsten, homojen. (Arapça)

mütecessis

  • Araştıran, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan.

müteellim / مُتَأَلِّمْ

  • Acıyan, elemli ve kederli olan.
  • Acı çeken, üzülen.
  • Acı duyan.
  • Acı çeken.

müteellimane

  • Acı hissedercesine.

müteemmir

  • Âmirlik yapan kişi. Emreden kimse.

müteevvig

  • Ağa olmağa çalışan.

müteevviğ

  • Ağa olmaya çalışan.

mütefakkid

  • Araştırıp soran, tedkik eden.

mütefarık / mütefârık

  • Ayrı ayrı.
  • Ayrı ayrı.

mütefarik

  • Ayrı ayrı. Bir birinden farklı olan.

mütefecci'

  • Acınan, dertli olan.

mütefehhim

  • Anlayan, fehmeden, kavrayan.

müteferrik / مُتَفَرِّقْ

  • Ayrı ayrı, parça parça.
  • Ayrı ayrı.

müteferrikan

  • Ayrı ayrı; parça parça.
  • Ayrı ayrı bir hâlde.

mütegabi

  • Ahmak tavrı takınan. Kendini ebleh gösteren.

mütegabiyane

  • Ahmakçasına, eblehçesine. (Farsça)

mütehadı'

  • Aldanmış gibi görünen.

mütehalikane / mütehâlikâne

  • Acelecilikle, çabuklukla. (Farsça)

mütehamikane

  • Ahmakçasına, eblehçesine. (Farsça)

müteharri / müteharrî / متحری

  • Araştıran.
  • Araştıran, inceleyen.
  • Araştırıcı, araştıran. (Arapça)

mütehazzı'

  • Alçak gönüllülük eden, tevazu gösteren.

mütehazzıane / mütehazzıâne

  • Alçak gönüllülükle, tevazu göstererek. (Farsça)

mütehekkimane / mütehekkimâne

  • Alay edercesine. (Farsça)

mütekellim-i ezeli / mütekellim-i ezelî

  • Allah (C.C.)

mütelaşiyane

  • Acele ve telaş ile.

mütelazzi

  • Alevlenen, alev çıkaran.

müteleyyis

  • Arslan yürekli, arslan yürüyüşlü.

müteleyyisane / müteleyyisâne

  • Arslan gibi. (Farsça)

mütemayiz

  • Ayrı, seçkin.

mütenezzilen

  • Alçak gönüllülük ederek, tevâzu göstererek.

müterafık / müterâfık

  • Arkadaşlık eden.

müterahhimane / müterahhimâne

  • Acıyarak. Merhamet ederek. (Farsça)

müterakkıs

  • Aynı şekilde yukarı çıkıp aşağı inen, aynı tarzda sallanıp hareket eden.

müteşabike / müteşâbike

  • Ağ gibi, birbiri içinde ve birbiriyle beraber.

mütesafile / mütesâfile

  • Alt alta gelen.

müteselliyane

  • Avunarak, teselli bulmak suretiyle. (Farsça)

mütetabi-ul vürud

  • Ardı arkası kesilmiyen.

mütetebbi / متتبع

  • Araştırmacı. (Arapça)

mütevali / mütevâlî / مُتَوَال۪ي

  • Aralıksız devam eden.

mütevazı / mütevâzı

  • Alçakgönüllü, tevazu sahibi.

mütevazi / mütevâzi

  • Alçakgönüllü.

mütevazı / mütevâzı / متواضع

  • Alçakgönüllü. (Arapça)

mütevazıane / mütevâzıane

  • Alçakgönüllü bir biçimde.

mütevaziane / mütevaziâne

  • Alçak gönüllülükle.

mütevazıyane / mütevâzıyâne / متواضيانه

  • Alçakgönüllülükle. (Arapça - Farsça)

mütevazzi

  • Abdest alan, abdestli.

mütevekkil

  • Allah'a güvenip ve Onu vekil kabul eden.

mütevekkilen alallah / mütevekkilen alâllah

  • Allah'a sığınarak, Allah'a tevekkül ederek.
  • Allah'a sığınarak, tevekkül ederek.

müteyyim

  • Aşk ve muhabbetin hor ve zelili olan kimse.

mütezayid / mütezâyid / متزاید

  • Artan.
  • Artan, çoğalan. (Arapça)

mütezellil

  • Alçalan, zillete katlanan.

mutezile / mûtezile

  • Akla haddinden fazla önem veren sapık bir mezhep.

mutfi / mutfî

  • Ateş, yangın v.s. söndüren.

mutlak fena / mutlak fenâ

  • Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması.

muttaki

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

muttala'

  • Anlam çerçevesi.

müttehiz

  • Alan, ittihaz eden, kabul eden, nefsine alıp kabul eden.

müttezih

  • Açık ve meydanda olan.

muvahhid / مُوَحِّدْ

  • Allah'ın birliğine inanan.
  • Allahın birliğine inanan.
  • Allahın birliğine inanan.

muvahhidin / muvahhidîn / مُوَحِّد۪ينْ

  • Allahı bir kabul edenler.
  • Allahın birliğine inananlar.

muvakkar / موقر

  • Ağırbaşlı. (Arapça)

muvakkaten

  • Az bir zaman için, şimdilik, geçici ve muvakkat olarak.

müvaseka

  • Ahdedişmek, karşılıklı yeminleşmek.

muvazene-i adalet

  • Adaletin denge, ölçü ve terazisi.

muvazene-i alem / muvazene-i âlem

  • Âlemdeki her şeyin denge içinde olması.

müvazi

  • Aynı ağırlıkta, denk, eşit.

muvazzah

  • Açıklanmış. İzahı yapılmış. Açık, anlaşılır şekilde.
  • Açıklanmış.

muvazzahan

  • Açıklanarak. Etraflı ve açık şekilde izah olarak.

muvazzıh

  • Açıklayan, izah eden.

müzad

  • Arttırılmış, çoğaltılmış, ziyade edilmiş.

muzafun ileyh

  • Arapça gramerine göre kendisine bir sıfatın izafe edildiği kelime.

müzaheret / müzâheret / مُظَاهَرَتْ

  • Arka çıkma.

muzahrafat

  • Atıklar.

muzaraa

  • Arşınla satma.

muzari / muzâri

  • Arapçada hem şimdiki zamanı hem de geniş zamanı ihtiva eden fiil kipi.
  • Arapçada şimdiki ve geniş zamanı ifade eden fiil kipi.

müzayede / müzâyede / مزایده

  • Artırma, satış.
  • Açık arttırma. (Arapça)

müzdad

  • Arttırılmış, çoğaltılmış.
  • Artırılmış, çoğaltılmış.

müzdelife

  • Arafat ile Mina arasında bulunan yer.

müzehheb / مذهب / مُذَهَّبْ

  • Altından yapılmış; altın suyu ile süslenmiş, yaldızlanmış.
  • Altın yaldızlı. (Arapça)
  • Altınla yaldızlanmış.

müzellak

  • Ayağı kaydırılmış.

müzemm

  • Ayıplı.

müzemmem

  • Aşağılık, bayağı ve küstah adam.

müzerkeş

  • Altın sırmalı. Sırma ile işlenmiş.

müzerra'

  • Anası, babasından daha şerefli olan.

müzevvir / مزور

  • Arabozucu. (Arapça)

müzevvirane / müzevvirâne

  • Arabozuculukla. (Farsça)

müzeyyifane / müzeyyifâne

  • Alay derecesine, hakaret edercesine. Aşağı görürcesine. (Farsça)

muzi / muzî

  • Aydınlatan, ışık veren, parlak.

muzi' / muzî'

  • Aydınlatan. Işık veren.

müzn

  • Ak bulut, yağmuru az olan bulut.

muztarib / مضطرب

  • Acı çeken, ızdıraplı. (Arapça)

muztarım

  • Alevlenen, ıztıram eden.

na

  • Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir.

na'ab

  • Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi.

na'lin

  • Altı deri, üstü açık ve tasmalı ayakkabı.

na-dide

  • Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş. (Farsça)

na-fercam

  • Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız. (Farsça)

na-kabil-i tarif / nâ-kabil-i tarif

  • Anlatılması mümkün olmayan.

na-ma'kul

  • Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan. (Farsça)

na-mefhum

  • Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz. (Farsça)

na-şüküfte

  • Açılmamış, taze. (Farsça)

nabit

  • Ağaç ve nebat gibi yerden bitip büyüyen.

nabız

  • Atar damarın vuruşu. Şah damarının atması. Kırmızı kan damarının oynaması hali.
  • Atardamarın vuruşu.

nacileyn

  • Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.

nacir

  • Ağaçlarda yaprak saplarının dibindeki filiz.

naciş

  • Avı ürküterek avcının tarafına kovalayan adam.

naciz

  • Azı dişi.

nadd

  • Azık, rızık.

nadide / nâdide

  • Az bulunur, değerli.

nadir / nâdir / نادر

  • Az bulunan. Seyrek.
  • Az bulunan.
  • Az bulunur. (Arapça)

nadirat / nadirât / nâdirât / نادرات

  • Az bulunan şeyler.
  • Az bulunanlar.
  • Az bulunur şeyler. (Arapça)

nadire / nâdire / نادره

  • Az bulunur. (Arapça)

nafaka-i uhreviye

  • Âhiret hayatında geçinmek için lüzumlu olan şey.

nagah / nâgâh / ناگاه

  • Ansızın, birden bire.
  • Ansızın. (Farsça)

nagehan / nâgehan / ناگهان

  • Ansızın. (Farsça)

nağme-saz

  • Ahenkle söyleyen, terennüm eden. (Farsça)

nahafet

  • Aksırma.

nahçir / nahçîr / نخچير

  • Av hayvanı. (Farsça)

nahçir-gah / nahçir-gâh

  • Av yeri. (Farsça)

nahçir-gir

  • Avcı, sayyad. (Farsça)

nahçir-van / nahçir-vân

  • Avcı. (Farsça)

nahf

  • Aksırmak. Nefes almak.

nahı'

  • Âlim.

nahib

  • Avaz avaz ağlamak, feryad ile ağlamak.

nahiran

  • Atın göğsünde olan iki damar.

nahiv ilmi

  • Arapça dilbigisinde cümle yapısını inceleyen ilim.

nahnü

  • Arapça'da 'biz' anlamına gelen bir zamir.

nahr-üş şehr

  • Ayın evveli.

nahuda / nâhudâ / ناخدا

  • Allahsız. (Farsça)

nahv

  • Arapça'da cümle yapısını ele alan 'nahiv ilmi'.

nahvi / nahvî

  • Arapça dil bilimci, uzman.

nail / nâil / نَائِلْ

  • Arzusuna eren.

nakıs-ul iyar

  • Ayarı bozuk.

nakl-i kat'i / nakl-i kat'î

  • Açık ve kesin rivayet.

nakleden

  • Aktaran.

nakledilen

  • Anlatılan.

naklen

  • Aktararak.

nakleyleme

  • Aktarma.

nakliyat-ı askeriye

  • Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat.

nakş-ı beyan

  • Açıklama ve anlatım nakşı.

nakş-ı kadem

  • Ayak izi.

nakz-ı ahd

  • Anlaşmayı bozma, muâhede hükümlerini bozma. Verilen sözde durmama. (Nebz-i ahd da denir)
  • Ahdi, antlaşmayı bozma.

nam / nâm / نَامْ

  • Ad, isim.
  • Ad.

nam mevki

  • Adıyla anılan yer.

namahrem / nâmahrem

  • Aralarında dinen evlenmeye engel bulunmayan erkek ve kadınlar.

namdaş

  • Adaş.

namefhum / nâmefhûm / نامفهوم

  • Anlaşılmaz. (Farsça - Arapça)

namerd / nâmerd / نامرد

  • Alçak, aşağılık, namert. (Farsça)

namına / nâmına

  • Adına.

namında / nâmında

  • Adında.

namındaki / nâmındaki

  • Adındaki.

namınıza

  • Adınıza.

namıyla

  • Adıyla.

namzed

  • Aday.

namzet

  • Aday.

nar / nâr / نار / نَارْ

  • Ateş.
  • Ateş; Cehennem.
  • Ateş, cehennem.
  • Ateş. (Arapça)
  • Ateş.

nar-ı aşk / nâr-ı aşk

  • Aşk ateşi.

nar-ı beyza / nâr-ı beyzâ

  • Akkor, beyaz ateş.

nas / نَصّ

  • Açık hüküm.

nasb

  • Atama, dikme.

nasere

  • Ayarı bozuk para. (Farsça)

nasik

  • Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid.

nasiye / nâsiye / ناصيه

  • Alın, çehre.
  • Alın, yüz.
  • Alın. (Arapça)

nasiye-pira

  • Alnı süsleyen. (Farsça)

nasiye-sazi / nasiye-sâzî

  • Alnını yere sürme. (Farsça)

nasiyesa / nasiyesâ

  • Alnını yere süren. (Farsça)

nasrullah

  • Allah'ın yardımı.

nass

  • Açık ve kesin hüküm.

nass-ı ayet / nass-ı âyet / نَصِّ اٰيَتْ

  • Âyetin kesin ifadesi.
  • Âyetin açık hükmü.

nayil

  • Atâ, bahşiş, hediye.

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı adalet

  • Allah'ın sınırsız adaletiyle her varlığa adaletle muamele etmesi; zerre kadar da olsa her şeyin hakkını vermesi, haksızı cezalandırması açısından.

nazar-ı af

  • Affetme gözüyle bakma.

nazar-ı akıl

  • Akıl gözü; aklın görüşü, kavraması.

nazar-ı akli / nazar-ı aklî

  • Aklî bakış, akıl gözü, aklın anlayışı.

nazar-ı heves

  • Arzulu bakış.

nazar-ı ilahi / nazar-ı ilâhî

  • Allah'ın nazarında, katında.

nazargah-i ilahi / nazargâh-i ilâhî

  • Allahü teâlânın nazar ettiği (baktığı) yer.

nazariyat / nazariyât / نَظَرِيَاتْ / nazarîyat

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.
  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazariyat-ı diniye / nazariyât-ı dîniye / نَظَرِيَاتِ دِينِيَه

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazm-ı ilahi / nazm-ı ilâhî

  • Allahü taâlâ tarafından yanyana dizilen mübârek sözler, Kur'ân-ı kerîm.

ne'nehava

  • Anason, kimyon.

ne-şüküfte

  • Açılmamış. (Farsça)

nebat

  • Acem fellahlarından bir kabile.

nebiy-yi ahirzaman / nebiy-yi âhirzaman

  • Âhirzaman nebisi, peygamberi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiyy-i ahirzaman / nebiyy-i âhirzaman

  • Âhirzaman peygamberi ve son peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiyyullah

  • Allah'ın nebisi, peygamberi.

nebze

  • Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı.
  • Az miktar.
  • Azıcık miktar.

necabet / necâbet

  • Asalet, soy temizliği, soyluluk.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necb

  • Ağaç kabuğunu soymak.

neceb

  • Ağaç kabuğu.

necib / necîb / نَج۪يبْ

  • Asil.

necid

  • Arabistanda bir bölge adı.

necip

  • Asil, soylu.

neciyyullah

  • Allahü teâlâ tarafından tûfandan kurtarılan mânâsına Nûh aleyhisselâmın lakabı.

necm-i ayet / necm-i âyet

  • Âyet yıldızı.

necm-i nur-efşan / necm-i nur-efşân

  • Aydınlık saçan yıldız.

nedi'

  • Ateş veya kül içinde pişmiş olan.

nedif

  • Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün.

nedis

  • Akıllı kişi.

nedret / ندرت

  • Azlık, seyreklik, az bulunmak.
  • Azlık. (Arapça)

nefaz

  • Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak.

nefer / نَفَرْ

  • Asker.
  • Asker.

nefs-i amel / نَفْسِ عَمَلْ

  • Amelin kendisi.
  • Amelin ta kendisi.
  • Amelin kendisi.

nefs-i azap

  • Azabın tâ kendisi.

nefs-i bihuş / nefs-i bîhuş

  • Akılsız nefis.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

nefs-i süfli / nefs-i süflî

  • Alçak şeyleri isteyen nefis.

nefy edatı / nefy edâtı

  • Arabçada "Lâ", Farsçada "Nâ" gibi olumsuzluk bildiren edât.

nehik

  • Anırtı, eşek anırtısı.

nehire

  • Ayın evveli.

nehy-i ilahi / nehy-i ilâhî / نَهْيِ اِلٓهِي

  • Allah'ın yasaklaması.
  • Allah'ın yasaklaması.

nehy-i sarih

  • Açık bir şekilde yasaklama.

nehyi an-il münker

  • Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemekten men'etmek, haram işleri yaptırmamak ve buna çalışmak.

nehz

  • Ayağa kalkmak, deprenip kalkmak, hareket.

nekabet-i ulema / nekabet-i ulemâ

  • Âlimlerin başı olma.

nekesan

  • Ardına dönmek.

nema / نما

  • Artma, çoğalma, büyüme, uzama.
  • Artma.

nemed-zin / nemed-zîn

  • At eğeri altına konulan keçe. (Farsça)

nemmam / nemmâm

  • Ara bozan, söz taşıyan, bozguncu.

neng / ننگ

  • Ar, utanma. (Farsça)

neş'e-i ulya / neş'e-i ulyâ

  • Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı.

nesimi küre / nesîmî küre

  • Atmosferi olan küre, yerküre gibi atmosferi olan gök cismi, gezegen.

nesli / neslî

  • Aynı nesilden olma.

nesr

  • Arş ve sema ile ilgili meleklerden biri.

neşter

  • Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı.
  • Ameliyat bıçağı.

neşvünema-i a'mal / neşvünemâ-i a'mâl

  • Amellerin yeşermesi, büyümesi.

netaic-i uhreviye / netâic-i uhreviye

  • Âhiretteki neticeler.

netice-i burhan-ı bahir / netice-i burhan-ı bâhir

  • Açık, parlak, kesin ve sağlam delilin sonucu.

netice-i hilkat-i alem / netice-i hilkat-i âlem

  • Âlemin yaratılış gayesi.

netice-i ma'kuse / netice-i ma'kûse

  • Aksi netice, ters netice.

netice-i uhreviye

  • Âhirete ait netice.

neuzü billah / neûzü billâh

  • Allah korusun.

neuzü-billah / neuzü-billâh / neûzü-billâh / نَعُوذُ بِاللّٰهْ

  • Allah'a sığınırız, Allah korusun.
  • Allaha sığınırız.

neuzübillah / neûzübillah

  • Allaha sığınırız.

nev'-i beni adem / nev'-i benî âdem

  • Âdemoğulları, insanlık türü.

nev-amuz

  • Acemi. Yeni alışan. (Farsça)

nev-i beni adem / nev-i benî âdem

  • Âdemoğulları, insanlar.

nev-inan

  • Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at. (Farsça)

nevadir

  • Az olanlar, nâdirler.
  • Az bulunanlar.

nevai / nevaî

  • Ahenkle, makamla ilgili. (Farsça)

nevamis-i cariye / nevâmis-i câriye

  • Akıp giden, süregelen, yürürlükte olan kanunlar.

nevha / نوحه

  • Ağıt. (Arapça)

neviyet

  • Aynı türden olma.

nevka

  • Ahmak, akılsız kimse.

nevkar

  • Acemi. İşe yeni başlamış. (Farsça)

nevs

  • Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme.

nevvah

  • Ağlayan, çığlık koparan.

nevvare

  • Aydınlatan.

neyyir-i asgar

  • Ay. Kamer.

nez' edilmek

  • Ayırılmak, çekip atılmak, sökülmek. (Arapça - Türkçe)

nezare

  • Azlık. Kıllet.

nezd-i hak

  • Allah yanında.

nezele

  • Akmak, seyelan.

nezevan

  • Atlama, sıçrama.

nezr / نذر

  • Adak.
  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.
  • Adak.
  • Adak. (Arapça)
  • Nezr etmek: Adamak. (Arapça)

nezr kurbanı

  • Allah rızâsı için, bir koyun veya şu koyunu kurban etmek adağım olsun diyen zengin veya fakir kimsenin Kurban bayramında kesmesi gereken kurban.

ni'met-i ilahiye / ni'met-i ilâhiye

  • Allah'ın nimeti. Allah'ın verdiği nimet.

niam-ı azime-i ilahiye / niam-ı azime-i ilâhiye

  • Allah'tan gelen büyük nimetler.

niam-ı ilahiye / niam-ı ilâhiye

  • Allah'ın nimetleri.

nicar

  • Asıl.

nidd

  • Aynı, eş. Benzer, denk.

nigah-ı tedkik / nigâh-ı tedkik

  • Araştırma bakışı, tedkik etme nazarı.

nigal / nigâl

  • Ateşli kömür parçası. (Farsça)

nihas

  • Asıl. Tabiat.

nihayet-i tahkik

  • Araştırmanın sonucu.

nikal / nikâl

  • Ateşli kömür parçası. (Farsça)

nıkmet

  • Azap, ceza.

nikmet

  • Azap, ceza.

nimet-i ilahiye / nimet-i ilâhiye

  • Allah'ın sunduğu nimet.

nimetlenmek

  • Allah'ın rızık olarak verdiklerinden faydalanmak.

nişan

  • Alâmet, işaret.

nişane

  • Alâmet, işaret.

nisvan-ı zelil

  • Ahlâken ve dinen düşmüş, zelil olmuş kadınlar.

nıt'

  • Ağız tavanının pütür yerleri.

nitasi / nitasî

  • Anlayışlı tabib, doktor.

niver

  • Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller. (Farsça)

nizam-ı alem / nizam-ı âlem

  • Âlemin düzeni.

nizam-ı askeri / nizam-ı askerî

  • Askerî düzen.

nizam-ı hikmet

  • Allah'ın hikmetiyle bu âleme yerleştirdiği düzen.

nizamat-ı alem / nizâmât-ı âlem

  • Âlemdeki düzenler.

nizamat-ı askeriye

  • Askerî düzenler.

nübta

  • Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık.

nüceba / nücebâ

  • Allahü teâlânın tanınıp bilinmeyen velî kullarından bir topluluk.

nüfaz

  • Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.

nüfz

  • Arka ve kürek eti.

nuhla

  • Atiyye, hediye.

nühud

  • Atın iri gövdeli olması.

nühur

  • Akarsular, nehirler, ırmaklar.
  • Ayların evvelleri.

nükte-i tevhid

  • Allah'ın birliğine dair ince bir mânâ.

nükus

  • Ardına dönmek.

nukuş-u esma-i ilahiye / nukuş-u esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları, işlemeleri.

nukuş-u esma-i rabbaniye / nukuş-u esmâ-i rabbâniye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları.

nukuş-u kalem-i kudret

  • Allah'ın kudret kaleminin işlemeleri.

nülk

  • Alıç adı verilen dağ yemişi.

nümayan / nümâyân

  • Açık, parlak, görünen.

nümune-i ekber ve azam / nümune-i ekber ve âzam

  • Âzam çok büyük örnek.

nun

  • Arap alfabesinin yirmi beşinci harfi.

nur / nûr

  • Aydınlık.
  • Aydınlık, ışık.

nur-u akıl

  • Aklın nuru.

nur-u asli / nur-u aslî

  • Asıl nur, gerçek aydınlatıcı nur ve ışık.

nur-u cemalullah / nur-u cemâlullah

  • Allah'ın cemâlinin nuru.

nur-u ehadiyet / nûr-u ehadiyet

  • Allah'ın herşeyde görülen kendine ait birlik tecellisi, nuru.

nur-u ilahi / nur-u ilâhî

  • Allah'ın nuru.

nur-u ilm-i ezeli / nur-u ilm-i ezelî / نُورُ عِلْمِ اَزَل۪ي

  • Allah'ın ezelî ilminin nuru, ışığı.
  • Allahın başlangıcı olmayan ilminin nuru.

nur-u kast

  • Amaç ve hedef nuru, ışığı.

nur-u marifet / nur-u mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma nuru.

nur-u rahmet-i alem / نُورُ رَحْمَتِ عَالَمْ

  • Aleme rahmet olan zatın nuru.

nur-u tevhid / nûr-u tevhîd / نُورُ تَوْح۪يدْ

  • Allah'ın birliğini kabul etmekle elde edilen nur.
  • Allah'ı birleme nûru.

nur-u vahdaniyet / nur-u vahdâniyet

  • Allah'ın birliğini gösteren nur.

nur-u vahdet

  • Allah'ın birliğinin nuru.

nur-u vakar

  • Ağırbaşlılığın, temkinliliğin nuru.

nurdan sesler

  • Ali Ulvi Kurucu tarafından yazılan bir şiirin başlığı.

nurlandıran

  • Aydınlatan.

nurlandırmak

  • Aydınlatmak, ışıklandırmak.

nurlanmak

  • Aydınlanmak.

nurlu

  • Aydınlık.

nuşirevan-ı adil / nuşirevân-ı âdil

  • Adaletiyle ün salmış meşhur, eski bir İran Sâsânî Hükümdarı.

nusret-i ilahi / nusret-i ilâhî

  • Allahü teâlânın yardımı, imdâd-ı ilâhî, ilâhî yardım.

nüşuh

  • Az miktar su.

nüşuze / nüşûze

  • Asi kadın.

nutk-u iftitahi / nutk-u iftitahî

  • Açış nutku.

nüv'

  • Açlık.

nüzul-ü vahy / nüzûl-ü vahy

  • Allah'ın Cebrail (a.s.) vasıtası ile emirlerini Hz. Peygamber'e iletmesi.

nüzur

  • Adaklar, nezirler.

obüs

  • Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

od

  • Ateş, nar. (Türkçe)
  • Ateş.

ömr-ü fıtri / ömr-ü fıtrî

  • Allah tarafından belirlenmiş ömür süresi.

ordu

  • Askerlerden meydana gelen düzenli topluluk.

ordu-yu mevla / ordu-yu mevlâ

  • Allah'ın ordusu.

örf

  • Âdet, gelenek.

örf-ü ulema

  • Âlimler arasında geçerli olan, âlimler arasındaki gelenek.

örfen

  • Âdet bakımından, gelenekçe.

örfi / örfî

  • Âdetlerde olan, yapılagelen şeylerden.
  • Âdete âit ve onunla alâkalı.

pa / pâ / پا

  • Ayak.
  • Ayak. (Farsça)

pa-berca / pâ-bercâ

  • Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.

pa-beste / pâ-beste

  • Ayağı bağlı. Hareketsiz. (Farsça)

pa-bus / pâ-bus

  • Ayak öpen. (Farsça)

pa-hast

  • Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan. (Farsça)

pa-mal

  • Ayak altında kalmış, çiğnenmiş., (Farsça)

pa-puş

  • Ayak örten. Ayakkabı, pabuç. (Farsça)

pa-renc

  • Ayak teri. Ücret. (Farsça)

pa-sitade

  • Ayakta duran. Kaim. (Farsça)

pabend / pâbend / پابند

  • Ayak bağı. (Farsça)

pabeste / pâbeste / پابسته

  • Ayağı bağlı. (Farsça)

pabuç

  • Ayakkabı.

pabusi / pâbûsî / پابوسى

  • Ayak öpme. (Farsça)

pakt

  • Akid, sözleşme, andlaşma. Siyasi anlaşma. (Fransızca)
  • Antlaşma.
  • Andlaşma.

pala

  • Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.

palaska

  • Askerlerin kullandığı geniş kemer.
  • Asker kemeri.

para

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.

paşnin

  • Ağaç ve tahta parçaları. (Farsça)

pay-efzar

  • Ayakkabı. (Farsça)

pay-fersud

  • Ayağı incinmiş, aşınmış. (Farsça)

paybusi / pâybûsî / پایبوسى

  • Ayak öpme. (Farsça)

payimal / pâyimâl

  • Ayak altında kalmış.

payimal eden / pâyimâl eden

  • Ayak altına alan, mahveden.

payimal olmasın / pâyimal olmasın

  • Ayaklar altına alınmasın, çiğnenmesin.

payin / pâyin / پایين

  • Aşağı. (Farsça)

payzar

  • Ayakkabı, pabuç. (Farsça)

pazarlık etmek

  • Alış-verişte satan ile alan arasında malın fiyâtı veya bir işin ücreti husûsunda yapılan anlaşma.

peder ve valide

  • Anne ve baba.

pederşahi / pederşâhî / پدرشاهى

  • Ataerkil. (Farsça)

pedid

  • Aşikâr, görünür, açık, belli. (Farsça)

pejuh

  • Araştırma, soruşturma. (Farsça)

pencere-i marifet

  • Allah'ı bilmeye ve tanımaya açılan bir pençere.

perde-i dest-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretine perde olan hâdiseler ve sebepler.

perde-i izzet-i kudret-i ilahiye / perde-i izzet-i kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın kudretinin izzetini koruyan bir perde, örtü.

perde-i ülfet

  • Alışkanlık perdesi.

perdedar-ı dest-i kudret / perdedâr-ı dest-i kudret / پَرْدَه دَارِ دَسْتِ قُدْرَتْ

  • Allahın kudret elinin perdecisi (sebebler).

perdedar-ı felek / perdedâr-ı felek

  • Ay, kamer.

perend / پرند

  • Atlas. (Farsça)

perestiş

  • Aşırı düşkünlük, tapınış.
  • Aşırı derece sevmek, ibadet etmek.

perestiş eden

  • Aşırı derece seven.

pes / پس

  • Arka, geri, öyle ise.
  • Arka. (Farsça)

pes ü piş

  • Arka ve ön.

pesmande / pesmânde / پس مانده

  • Arta kalan. (Farsça)

pesmande-hor

  • Artık yiyen. (Farsça)

pespaye / pespâye

  • Aşağı, alçak.

pest / پَسْتْ

  • Aşağı.
  • Alçak, yavaş.
  • Alçak.

pesti / pestî

  • Alçaklık, âdilik, zillet. (Farsça)

pestperde

  • Alçak ve hafif sesle. (Farsça)

pey-ender-pey

  • Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar. (Farsça)

peyderpey

  • Arka arkaya, ardı sıra.

peygamber

  • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.

peygun

  • And, şart, ahd, peyman. (Farsça)

peyk-i felek

  • Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki.

peyman

  • And, yemin, muahede, ahitleşmek. (Farsça)

peyrev

  • Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan. (Farsça)

pişani / pişanî / pîşânî / پيشانى

  • Alın, cebin. (Farsça)
  • Alın. (Farsça)

pişe / pîşe

  • Alışmış, huy edinmiş.

psikoz

  • Akıl hastalığı.

pud / pûd / پود

  • Argaç, dokumada enine dokunulan ip. (Farsça)

pul

  • Altın ve gümüş dışındaki mâdenî paralar.

pür-ateş ü hevl / pür-âteş ü hevl

  • Ateş ve korku dolu.

püriştiyak

  • Arzu ve istekle dopdolu.

puşende-i hata / puşende-i hatâ

  • Ayıp örten.

püşt-pa

  • Ayak tabanı. (Farsça)

püşter

  • Arka, sırt. (Farsça)

put

  • Allahü teâlâya inanmayanların taptıkları resim veya heykel.

put-perest

  • Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. (Bak:Büt-Perest) (Farsça)

rab

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Sâhib, mâlik, terbiye eden.

rabb-ül'alemin / rabb-ül'âlemîn

  • Âlemlerin rabbi, sâhibi olan Allahü teâlâ.

rabbim

  • Allah'ım.

rabbü'l-alemin / rabbü'l-âlemîn

  • Âlemlerin Rabbi, bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah.

rabbülalemin / rabbülâlemîn

  • Âlemlerin Rabbi.

raci olmak / râci olmak

  • Ait olmak, dönük olmak.

racih / râcih

  • Ağır basan, üstün gelen, diğerinden üstün.

racih gelme

  • Ağır basma, üstün gelme.

racin

  • Adama alışmış davar.

radig

  • Ahmak, akılsız kimse.

radıyallahü anh

  • Allah (C.C.) ondan razı olsun, mealinde duâdır. Aslında Allah ondan razı oldu demektir.

radiyallahu anh

  • Allah ondan razı olsun.

radiyallahü anh

  • Allah ondan razı olsun.

radıyallahü anhüm

  • Allah onlardan razı olsun.
  • Allah onlardan razı olsun.

radıyallahü anhüma / radıyallahü anhümâ

  • Allah onların ikisinden razı olsun.
  • Allah onların ikisinden de razı olsun.

radıyallahü teala anhüma / radıyallahü teâlâ anhümâ

  • Allah onlardan razı olsun.

radıyallahuanh

  • Allah ondan razı olsun!

radıyellahu anh

  • Allah ondan razı olsun.

radıyellahü anhüm

  • Allah onlardan razı olsun.

radıyellahu anhüma

  • Allah o ikisinden razı olsun.

rağmen

  • Aksine olarak, inadına, zıddına olarak, zoraki.

ragmiyyat

  • Aksine, rağmına, inadına, zıddına yapılan işler.

rah-i aşk / râh-i aşk

  • Aşk yolu.

rahe

  • Avuç içi, el ayası.

rahimallah

  • Allah rahmet eylesin.

rahimane / rahîmane

  • Acıyarak.

rahimehullah / rahîmehullah

  • Allah ona merhamet eylesin, rahmet eylesin.
  • Allah merhamet eylesin.

rahimiyet / rahîmiyet

  • Allah'ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği.

rahimiyet-i ilahiye / rahîmiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın şefkat ve merhameti.

rahm / رحم

  • Acıma, esirgeme.
  • Acıma, merhamet. (Arapça)
  • Rahm etmek: Acımak, merhamet etmek. (Arapça)

rahm-ı mader / rahm-ı mâder

  • Anne karnındaki çocuğun bulunduğu yer.

rahmanane / rahmânâne

  • Allah'ın yarattığı varlıkları esirgeyip koruyarak, rahmetiyle muamele etmesi ve şefkatle idare etmesi.

rahmaniyet / rahmâniyet

  • Allahın kullarına merhamet etmesi.
  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatan merhamet edicilik sıfatı.

rahmaniyet-i ilahiye / rahmâniyet-i ilâhiye

  • Allah'ın merhamet ve şefkat edicilik vasfı.

rahmet

  • Acıma, esirgeme, şefkat.

rahmet ve hikmet ve adalet-i ilahiye / rahmet ve hikmet ve adalet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmet, hikmet ve adaleti.

rahmet ve inayet-i ilahiye / rahmet ve inayet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmet, şefkati ve yardımı.

rahmet-i binihaye-i ilahiye / rahmet-i bînihaye-i ilâhiye

  • Allah'ın sonsuz rahmet hazineleri.

rahmet-i bipayan-ı ilahiye / rahmet-i bîpâyân-ı ilâhiye

  • Allah'ın sonsuz rahmeti, sonsuz İlâhî rahmet.

rahmet-i ebediye

  • Allah'ın sonsuz şefkati.

rahmet-i hakime / rahmet-i hâkime

  • Allah'ın herşeye hükmeden rahmeti.

rahmet-i hassa / rahmet-i hâssa

  • Allah'ın yarattığı varlıklara karşı gösterdiği özel şefkati.

rahmet-i ilahi / rahmet-i ilâhî

  • Allah'ın rahmeti, şefkat ve merhameti.

rahmet-i ilahiye / rahmet-i ilâhiye

  • Allah'ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti.

rahmet-i ilahiyenin hazineleri / rahmet-i ilâhiyenin hazineleri

  • Allah'ın rahmet hazineleri.

rahmet-i ilahiyye / rahmet-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın merhameti, acıması.

rahmet-i mücesseme

  • Allah'ın sonsuz rahmetinin maddî cisim haline gelmiş hali olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

rahmet-i umumiye-i ilahiye / rahmet-i umumiye-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti, merhameti.

rahmet-i uzma-yı ilahiye / rahmet-i uzmâ-yı ilâhiye / رَحْمَتِ عُظْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın en büyük rahmeti.

rahmet-i vasia-i muhita / rahmet-i vâsia-i muhîta

  • Allah'ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti.

rahmeten li'l-alemin / rahmeten li'l-âlemîn

  • Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

rahmetenlilalemin / rahmetenlilâlemîn

  • Âlemler için rahmet olan Peygamberimiz.

rahmetullah

  • Allah'ın rahmeti.

rahmetullahi aleyh

  • Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.

rahmetullahi aleyhi ebeden daima / rahmetullahî aleyhi ebeden dâimâ

  • Allah'ın rahmeti sonsuza kadar devamlı onun üzerine olsun.

rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten / rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten

  • Allah bol bol rahmet etsin.

rahmetullahi aleyhi ve ala hasan feyzi / rahmetullahi aleyhi ve alâ hasan feyzi

  • Allah'ın rahmeti onun (Halil İbrahim'in) ve Hasan Feyzi'nin üzerine olsun.

rahmetullahialeyh

  • Allahın rahmeti üzerine olsun!

rahmımader / rahmımâder

  • Ana rahmi.

rahtlamak

  • Ata raht ve takım takmak.

rahvar / راهوار

  • Atın eşkin yürümesi. (Farsça)

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

ramad

  • Ateş külü.

ramak

  • Az şey.

ramt

  • Ayıplama.

rasime

  • Âdet. Eskiden kalma âdet.

rasin

  • Andız otu.

raşin

  • Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse.

rasyonalizm

  • Aklı tek ölçü kabul eden sapkın felsefe.
  • Akılcılık, aklı ön plânda tutan bir felsefî akım.

rasyonel

  • Akla uygun, akılcı.
  • Akla uygun.

ratanet

  • Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.

ratibe / râtibe / راتبه

  • Aylık, maaş. (Arapça)

rauf

  • Acıyan ve esirgeyen, Allah.

ravhullah

  • Allah'ın verdiği rahatlık.

rayik

  • Acib ve hâlis nesne.

re'fet

  • Acıma, merhamet.

re'fet-i rabbaniye / re'fet-i rabbâniye

  • Allah'ın acıması.

re'sü'l-mal / re'sü'l-mâl

  • Ana sermâye.

re'sülmal / re'sülmâl

  • Ana para, sermaye.

rebez

  • Ayağı hafif. Hızlı yürüyüşlü.

rebi-ül evvel

  • Arabî ayların üçüncüsü.

receb

  • Arabî ayların yedincisi.

ree

  • Akciğer.

ref-i imtiyaz

  • Ayrımcılığın, kayırmacılığın kaldırılması.

refakat / refâkat / رَفَاقَتْ

  • Arkadaşlık, beraberlik.
  • Arkadaşlık.
  • Arkadaşlık.

refik / رفيق / refîk / رَفِيقْ

  • Arkadaş, eş.
  • Arkadaş, yoldaş. (Arapça)
  • Arkadaş.

refika / refîka / رَف۪يقَه

  • Arkadaş, hanım.

refs

  • Ayakla vurmak.

rehş

  • Asmacık.

reis-i alem / reis-i âlem

  • Âlemin reisi. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.

reis-i ulema

  • Âlimlerin reisi, başkanı.

reisialem / reisiâlem

  • Âlemin reisi, Peygamberimiz.

rekl

  • Ayağıyla vurmak.

remla'

  • Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun.

remy

  • Atma. Tüfek atma.

renne

  • Avaz, ses, savt.

resem

  • Atın üst dudağında olan beyazlık.

resf

  • Ayağı köstekli gibi yürümek.

resm-i geçit

  • Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi.

resm-i küşad / resm-i küşâd / رسم كشاد

  • Açılış töreni.

resm-i küşat

  • Açılış merasimi.

resmi küşat / resmî küşat

  • Açılış merasimi.

resmiküşad / resmiküşâd

  • Açılış töreni.

resul

  • Allah'ın elçisi.

resul-i ekrem / resûl-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-i kerim / resul-i kerîm

  • Allah'ın çok şerefli ve değerli elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-u ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-ü ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-ü ekrem (a.s.m.)

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resulullah / resûlullah

  • Allah'ın resulü, peygamberi.
  • Allahü teâlânın peygamberi Muhammed aleyhisselâm.
  • Allahın resulü, Peygamberimiz.

resülullah

  • Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamber. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.

retve

  • Adım. Hatve.

revak-ı uhreviye / revâk-ı uhreviye

  • Âhirete bakan revak, kemer.

revan-ı tabiat

  • Âlemin canlılığı, akıcılığı, hareketli oluşu.

revasim

  • Akarsu.

rey-i ahmakane

  • Ahmakça bir görüş ve düşünce.

rey-i cumhur

  • Âlimler arasında çoğunluğun görüşü.

rez / رز

  • Asma. (Farsça)

rezan

  • Ağır, ciddi, vakarlı, ağırbaşlı ve temkinli kimse.

rezanet

  • Ağırbaşlılık, vakarlılık, temkinlilik, ciddilik.

rezil / rezîl

  • Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz.
  • Alçak, îtibârsız.

rezilet

  • Alçaklık, rezillik.

rezilürüsva

  • Ayıpları meydana çıkmakla alçalıp kötü hâle düşmek.

rezim

  • Arslan kükremesi.

rezm

  • Akmak, seyelân.

rezzak / rezzâk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.

rezzakıyet

  • Allahın rızık vermesi.

riayet-i mesalih / riayet-i mesâlih

  • Amaçlara, yararlara riayet etme, uyma.

ribab

  • Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı.

ribabe

  • Ahd, söz, yemin, misak.

ribhale

  • Azası büyük olan, organları iri olan.

rical / ricâl

  • Adamlar; makam sahibi olanlar.

ricalullah

  • Allah erleri, mânevî kuvvet sahibi Allah'ın velî kulları.

ricl

  • Ayak, kadem.

rıdvanullahi teala aleyhim ecmain / rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

  • Allah onların hepsinden razı olsun.

rie / رئه

  • Akciğer.
  • Akciğer. (Arapça)

rifas

  • Ayakla vurmak, tepmek.

rihale

  • At semeri, eyer.

rikkat

  • Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
  • Acıma, yufka yüreklilik.
  • Acıma, yumuşaklık, yufka yüreklilik, kalb inceliği.

rikkat-amiz / rikkat-âmiz

  • Acıma veren, kalbe hüzün verecek olan, acındıran.

rikkat-aver / rikkat-âver

  • Acıma ve merhamet uyandıran. (Farsça)

rikkat-engiz

  • Acıklı. (Farsça)

rikkat-yab / rikkat-yâb

  • Acıyan, merhamet eden. (Farsça)

rikkatli

  • Acınacak, acındırıcı.

rind

  • Aldırışsız, kalender.

risale-i arabi / risale-i arabî

  • Arapça risale, kitap.

risale-i arabiye

  • Arapça risale.

risale-i esma / risale-i esmâ

  • Allah'ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem'a.

rışk

  • Atılan ok.

rıtane

  • Arap lisanından başka dille konuşmak.

ritm

  • Ahenk.

rivayet etme

  • Aktarma, nakletme.

riyazet / riyâzet / رِيَاضَتْ

  • Açlıkla nefsi terbiye etme.

riyazetkarane / riyâzetkârâne

  • Az gıda ile yaşayıp nefsi terbiye edercesine.

rıza-cu

  • Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen. (Farsça)

rıza-i ilahi / rızâ-i ilâhî

  • Allah rızası.

rıza-yı bari / rıza-yı bâri

  • Allah'ın rızası.

rıza-yı hak

  • Allah'ın rızası.

rıza-yı ilahi / rıza-yı ilâhî / rızâ-yı ilâhî / رِضَايِ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.
  • Allah'ın rızası.
  • Allah rızâsı.

rızaen lillah / rızâen lillâh

  • Allah rızası için.

rızaen-lillah / rızaen-lillâh

  • Allah rızası için.

rızaenlillah / rızâenlillah

  • Allah rızası için.

rizan

  • Akan, dökülen. (Farsça)

rızaullah / rızâullah

  • Allah'ın rızası.

rızık

  • Allah'ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler.
  • Allahın ihsanı olan maddî ve mânevî nimetler.

riziş

  • Akış, dökülüş. (Farsça)

rızk

  • Allahü teâlânın takdir ettiği maddî ve mânevî nîmet, kısmet. Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yer.

rızk-ı mecazi / rızk-ı mecazî

  • Asıl olmayan, gerçek olmayan rızık.

rızkımecazi / rızkımecazî

  • Alışkanlık sebebiyle ihtiyaç hâline gelen anormal rızık.

rü'yet-i cemal / rü'yet-i cemâl / رُؤْيَتِ جَمَالْ

  • Allah'ın cemalini görme.

rü'yet-i cemal-i ilahi / rü'yet-i cemâl-i ilâhî / رُؤْيَتِ جَمَالِ اِلٓهِي

  • Allah'ın cemalini görme.

rü'yet-i hilal / rü'yet-i hilâl

  • Ayı görme.

rü'yet-i ilahiye / rü'yet-i ilâhiye / رُؤْيَتِ اِلٰهِيَه

  • Allahı görme.

ru-şinasi / ru-şinasî

  • Aşinâlık, tanırlık. (Farsça)

rububiyet / rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi.

rububiyet-i amme / rububiyet-i âmme

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi.

rububiyet-i ilahiye / rububiyet-i ilâhiye / rubûbiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın terbiye ve idarece ediciliği.
  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i mutlaka

  • Allah'ın herşeyi kuşatan, kayıtsız ve sınırsız egemenliği, yaratıcılığı, terbiyesi.

rububiyet-i mutlaka-i ilahiye / rububiyet-i mutlaka-i ilâhiye

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye ve idare etmesi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i sermediye

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi.

rububiyetinin saltanatı

  • Allah'ın kâinatı tedbir, terbiye ve idaresindeki egemenlik ve otoritesi.

rudab

  • Ağızdan akan su.

rüdab

  • Ağızdan akan su, salya.

rüfai / rüfaî

  • Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub.

rüfeka / rüfekâ / رفقا

  • Arkadaşlar. (Arapça)

ruh-u acizane / ruh-u âcizâne

  • Âciz ruhum anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

ruh-u emri / ruh-u emrî

  • Allah'ın emrinden gelen ruh.

ruh-u gaddar

  • Acımasız, çok zulmeden.

ruh-u kemterane / ruh-u kemterâne

  • Âciz ve fakir olan kimsenin ruhu.

rükunet

  • Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma.

rukye

  • Afsun, büyücü ve üfürükçülerin okuduğu şeyler, nefes, üfürük, okuyup üfleme.

rumuzat-ı neşriye / rumuzât-ı neşriye

  • Âhiretteki dirilişin ince delilleri.

rümye

  • Ağaçtan nakşolmuş bir suret.

ruşen / rûşen

  • Aydın, parlak.
  • Aydın, parlak.

rusg-ül kadem

  • Ayak bileği.

rütbe-i akl

  • Aklın derecesi.

rüteb-i askeriye

  • Askerlik rütbeleri.

rüyet-i cemal / rüyet-i cemâl

  • Allah'ın güzelliğini seyretme.

rüyet-i cemal-i ilahi / rüyet-i cemâl-i ilâhî

  • Allah'ın güzelliğini seyretme.

rüyet-i cemal-i ilahiye / rüyet-i cemâl-i ilâhîye

  • Allah cemâlini görme.

rüyet-i cemalullah / rüyet-i cemâlullah

  • Allah'ın cemâlini görme.

rüyet-i ilahi / rüyet-i ilâhi

  • Allah'ın cemâlini görme.

rüyetullah

  • Allahı görme.

ruz-u ceza / rûz-u cezâ / رُوزِ جَزَا

  • Amellerin karşılıklarının verildiği gün.

şa'ban ayı / şa'bân ayı

  • Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi.

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

sa'id / sa'îd

  • Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.

sa'r

  • Ateşin alevlenmesi.

saadet-i hayat-ı uhreviye

  • Âhiret hayatındaki mutluluk.

saadet-i uhreviye / saâdet-i uhrevîye / سَعَادَتِ اُخْرَوِيَه

  • Âhiret hayatındaki mutluluk.
  • Ahiret saadeti.

şaar

  • Ağaç, şecer.

şaban / şâbân

  • Arabî ayların sekizincisi.

şabaş

  • Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek. (Farsça)

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sabikun / sâbikûn

  • Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.

sabıküzzikr / sâbıküzzikr / سابق الذكر

  • Anılan, zikredilen. (Arapça)

sabır

  • Acıya ve zorluğa katlanma.

sabir

  • Altın ismi.

sabr-ı cemil

  • Allah'tan gelen bir acıya sabretme. Şükrederek sabır.

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

şacir

  • Ayak altında ızdırap çekmek.

sad

  • Arap alfabesinde 14. harf; Sad Sûresi.

sadaka

  • Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.)
  • Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım.
  • Allah için yapılan yardım.
  • Allah rızası için fakirlere verilen şey veya para.

saded / صَدَدْ

  • Asıl mevzu, asıl bahsedilen şey.
  • Asıl mevzû'.

sadet

  • Asıl mevzu, maksat.

sadet harici

  • Asıl konunun dışında.

şadihe

  • Alından buruna varana kadar olan beyazlık.

sadik-ı ahmak

  • Ahmak dost.

sadis / sâdis / سادس

  • Altıncı. (6.)
  • Altıncı. (Arapça)

sadisen / sâdisen / سادسا

  • Altıncı olarak.
  • Altıncı olarak.
  • Altıncısı.
  • Altıncısı, altıncı olarak. (Arapça)

sadk

  • Akmak, seyelan.

sadsal

  • Asır, yüzyıl. (Farsça)

safahat / safahât / صفحات

  • Aşamalar. (Arapça)

şafe

  • Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.

safha

  • Aşama, değişen durum ve hallerden her biri.

safil / sâfil / سافل

  • Alçak yer.
  • Aşağı.
  • Aşağı, aşağıda. (Arapça)

safileştirmek / sâfileştirmek

  • Arındırmak.

safilin / sâfilîn

  • Aşağılar.

safiliyyet

  • Alçaklık, aşağılık.

safre

  • Açlık.

sagat

  • Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır.

sagıb

  • Aç kimse. (Müe: Sagbâ)

şah

  • Ayıp.

şah-ı evliya / şâh-ı evliya

  • Allah'ın sevgili kulu olan velîlerin reisi, lideri.

şah-ı geylani / şah-ı geylânî

  • Abdülkadir-i Geylânî (k.s.).

saha / sâha / ساحه

  • Alan, meydan.
  • Alan. (Arapça)

saha-i ıtlak

  • Açık alan, sınırsız meydan.

sahaif-i a'mal / sahâif-i a'mâl

  • Amellerin yazıldığı sahifeler.

sahaif-i alem / sahâif-i âlem

  • Âlem sahifeleri.

sahaif-i amel

  • Amel sayfaları.

sahfe

  • Arka derisine yapışan yağ.

sahhar

  • Aldatıcı, büyüleyici.

sahib-huruc

  • Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse. (Farsça)

sahib-i menba-ı keramat ve hakikat / sahib-i menba-ı kerâmât ve hakikat

  • Allah'ın bir ikramı olarak verilen olağanüstü hal ve özellikler ile gerçeklerin kaynağına sahip olan.

sahibu bil-cenb

  • Arkadaş. Refik.

şahid-i adil / şahid-i âdil

  • Adaletli ve doğruları söyleyen şahit.

şahid-i adil ve sadık / şahid-i âdil ve sadık

  • Adâletli ve doğru sözlü şâhit.

şahid-i adl / şâhid-i adl

  • Âdil şahid, doğru sözlü şahid.

şahid-i tevhid

  • Allah'ın birliğinin şahit ve delili.

şahid-i vahdaniyet / şahid-i vahdâniyet

  • Allah'ın bir ve tek oluşunu gösteren şahid, delil.

sahife-i alem / sahife-i âlem

  • Âlem sayfası.

sahife-i amel

  • Amellerin yazıldığı sayfa.

sahife-i itibar-i alem / sahife-i itibar-i âlem

  • Âlemin itibar sayfası; dünyanın şeref, kıymet, değer sayfası.

sahih bey' / sahîh bey'

  • Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş.

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

sahil

  • At kişnemesi.

sahil-i beyan

  • Açıklama, anlatım sahili.

sahl

  • Az az vermek.

sahra-yı ceziretü'l-arab / sahrâ-yı ceziretü'l-arab

  • Arap Yarımadasında bulunan çöl.

şahrah / şâhrah / شاهراه

  • Anayol. (Farsça)

şahreg / şâhreg / شاهرگ

  • Atardamar. (Farsça)

şahs

  • Acı çekmek. Iztırab çekmek.

şahsiyet devrinin yadigarı / şahsiyet devrinin yadigârı

  • Asil kişilerin yaşadığı dönemin hatırası.

sahun

  • Adım tutan eşek.

sahv

  • Ayıklık; uyanıklık; tasavvufta kendinden geçme hâlinin sona ermesi.
  • Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.

şahve

  • Adım, hatve.

saib

  • Ak saçlı, beyaz saçlı.

saika-i ilahi / sâika-i ilâhî

  • Allah'ın sevk etmesi, yönlendirmesi.

şair / şaîr / شعير

  • Arpa. (Arapça)

şairiyy

  • Arpa satan kimse.

şak

  • Ayrılma, bölünme.

sakek

  • At kusurlarından bir kusur.

sakil / sakîl / ثَق۪يلْ

  • Ağır, can sıkıcı, çirkin.
  • Ağır.

sakile / sakîle

  • Ağır olan.

şakir

  • Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren.

şakirin / şâkirîn

  • Allah'a şükredenler.

şakk-ı kamer / شَقِّ قَمَرْ

  • Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)
  • Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye ayırması mûcizesi.
  • Ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi.
  • Ayı ikiye ayırma (mu'cizesi).

şakk-ı şefe

  • Ağzını açıp konuşma.

salat-ül mağrib / salât-ül mağrib

  • Akşam namazı.

salavatullah

  • Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.

salben

  • Asarak, asmakla öldürmek suretiyle.

salbetmek

  • Asarak öldürmek.

sale

  • Âfet, belâ, musibet, dâhiye.

salibe

  • Ayakları yarık olan kadın.

salih amel / sâlih amel

  • Allahü teâlânın beğendiği iş.

salkame

  • Azı dişlerinin birbirine dokunması.

sallallahu aleyhi ve sellem / sallâllahu aleyhi ve sellem

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

sallallahü aleyhi ve sellem / sallâllahü aleyhi ve sellem

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

sallallahu aleyhi vesellem

  • Allah onun üzerine salât ve selâm eylesin.

sallallahü aleyhi vesellem / sallâllahü aleyhi vesellem

  • Allah Peygamberimize salât ve selâm eylesin.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

sallallahu teala aleyhi ve sellem / sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem

  • Allah onun üzerine salât ve selâm eylesin.

sallallahü teala aleyhi ve sellem / sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

sallallahüaleyhivesellem

  • Allah ona salât ve selâm eylesin.

saltanat-ı arab

  • Arapların saltanatı, idaresi, hâkimiyeti.

saltanat-ı ilahiye / saltanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın saltanatı, egemenliği.

saltanat-ı mutlaka

  • Allah'ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti.

saltanat-ı rububiyet / saltanat-ı rubûbiyet

  • Allah'ın varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması; rablık sanatı.

salvele

  • Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ.

şam / şâm / شام

  • Akşam.
  • Akşam. (Farsça)

şam u seher

  • Akşam sabah.

samed

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
  • Allahın, "herşey kendisine muhtaç olduğu hâlde kendisi hiçbir şeye muhtaç değil," mânâsındaki ismi.
  • Allah'ın adlarından biri, pek yüksek, daim.

samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması.
  • Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
  • Allahın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmaması ve bütün varlıkların kendisine muhtaç olması hakikatı.

samediyet-i ilahiye / samediyet-i ilâhiye

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması.

şamgah / şamgâh / şâmgâh / شامگاه

  • Akşam vakti. (Farsça)
  • Akşam vakti, akşamüstü. (Farsça)

san'at-ı ilahi / san'at-ı ilâhi

  • Allah'ın san'atı.

san'at-ı ilahiye / san'at-ı ilâhiye

  • Allah'ın san'atı.

şan-ı adalet / şân-ı adalet

  • Adaletin şanı, gereği.

sandukça-i uhreviye / صَنْدُوقْجَۀِ اُخْرَوِيَه

  • Âhiret sandığı.
  • Ahiret kumbarası, küçük sandık.

şani'

  • Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.

şap

  • Alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde.

sarahat / sarâhat / صراحت / صَرَاحَتْ

  • Açıklık.
  • Açıklık. Açık anlatım.
  • Açıklık.
  • Açıklık. (Arapça)
  • Açık ifade.

sarahaten / sarâhaten / صراحة / صَرَاحَتاً

  • Açıkça.
  • Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
  • Açıkça.
  • Açıkça. (Arapça)
  • Açıkça.

sarahatle

  • Açık bir şekilde.

sarf ve nahiv / صَرْفْ وَ نَحِوْ

  • Arapça kelime ve cümle bilgisi.

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

sarf-ı zihn

  • Akıl sarfetme, akıl harcama.

şaribülleyli vennehar / şâribülleyli vennehâr / شارب الليل والنهار

  • Ayyaş, gece demez gündüz demez içki içen. (Arapça)

sarih / sarîh / صريح / صریح / صَر۪يحْ

  • Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.
  • Açık.
  • Açık.
  • Açık.
  • Açık, kuşku götürmeyen. (Arapça)
  • Açık.

sarih-i ayat / sarîh-i âyât

  • Âyetlerin mânâlarının açıklığı.

sarihan / sarîhan / صریحا

  • Açıkça.
  • Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.
  • Açıkça.
  • Açıkça. (Arapça)

şarlatan / شَارْلَاتَانْ

  • Aldatan.

sarraf

  • Anlayan, değerini bilen.

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şart-ı adalet

  • Adalet şartı.

şartiye

  • Arapça gramerinde şart edatı olarak kullanılır.

şaryo

  • Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. (Fransızca)

şaşaa-i rububiyet / şâşaa-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan rablığının azameti, haşmeti.

şaşaalandırmama / şâşaalandırmama

  • Açıkça yayılmama, gösterişli hale getirmeme.

şast / شست

  • Altmış. (60) (Farsça)
  • Altmış. (Farsça)

şathiyyat

  • Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.

sati

  • Adımlarını geniş atan at.

savlet / صولت

  • Akın, saldırı. (Arapça)

savm-ı dehr

  • Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.

şayan-ı af ve müsamaha

  • Affa ve hoşgörüye lâyık.

sayd / صيد

  • Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
  • Av.
  • Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.
  • Avlanma.
  • Av. (Arapça)

saydgah / saydgâh / صيدگاه

  • Av yeri. (Farsça)
  • Avlak. (Arapça - Farsça)

saydger

  • Avcı. Sayyad. (Farsça)

saye-puş

  • Ağaçlık, gölgelik.

sayyad / صياد

  • Avcı, avcılık yapan.
  • Avcı.
  • Avcı. (Arapça)

seb'a-i meşhure

  • Altı iman rüknü ile beraber İslâmiyetin esası olan ibadet hakikati.

şeb-i firkat

  • Ayrılık gecesi, firkat karanlığı. (Farsça)
  • Ayrılık gecesi.

şeb-i hicran

  • Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi.

sebeb-i hakiki / sebeb-i hakikî

  • Asıl, gerçek sebep.

sebeb-i hilkat-ı alem / sebeb-i hilkat-ı âlem

  • Âlemin yaratılış nedeni; Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

sebeb-i hilkat-i alem / sebeb-i hilkat-i âlem / سَبَبِ خِلْقَتِ عَالَمْ

  • Âlemin yaratılış nedeni.
  • Âlemin yaratılış sebebi.

sebeb-i hilkat-i eflak / sebeb-i hilkat-i eflâk / سَبَبِ خِلْقَتِ اَفْلاَكْ

  • Âlemlerin yaratılmasına sebep olan.
  • Âlemlerin yaratılış sebebi.

sebeb-i iftirak

  • Ayrılık sebebi, bölünüp parçalanma nedeni.

sebeb-i ihtilaf / sebeb-i ihtilâf

  • Ayrılığa sebep.

sebeb-i itab ve tokat

  • Azarlama ve tokat sebebi.

sebeb-i merhamet

  • Acıma, merhamet sebebi.

şebeke

  • Ağ.
  • Ağ, kafes, örgüt.

sebike-i zehebiye

  • Altun külçesi.

sebil / sebîl

  • Açık ve büyük yol, büyük cadde, Allah rızası için su dağıtılan yer.

sebilullah

  • Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.
  • Allah yolu, din.

sebit

  • Aklın sabit olması, aklın durması.

şebtab / şebtâb / شبتاب

  • Ateş böceği. (Farsça)

sebükpay / sebükpây / سبك پای

  • Ayağına çabuk. (Farsça)

seccal

  • Akıp giden.

secde

  • Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.
  • Allah için yere kapanış.

secdegah-ı adem ü havva / secdegâh-ı âdem ü havva

  • Âdem ve Havva'nın secde ettiği yer.

secdegah-ı rabbaniye / secdegâh-ı rabbaniye

  • Allah'a secde edilen yer.

şecer / شجر

  • Ağaç.
  • Ağaç.
  • Ağaç. (Arapça)

şecere / شجره / شَجَرَه

  • Ağaç.
  • Ağaç, soy ağacı.
  • Ağaç.
  • Ağaç.

şecere-i kudret

  • Allah'ın kudret ağacı.

şecere-i meylü'l-istikmal-i alem / şecere-i meylü'l-istikmâl-i âlem

  • Ağaç gibi dal budak salan kâinattaki gelişme eğilimi.

seciyye

  • Ahlâk, tabiat, huy.

şedak

  • Ağızın her iki yanının geniş olması.

sedd-i sedid

  • Aşılmaz sağlam engel.

şeddad / şeddâd

  • Ad kavminin ulu önderi olan ünlü bir kâfir.

şedde

  • Arapça'da bir harfin üzerine konulan ve o harfi iki defa okutan işaret.

şeddeli nun

  • Arapça'da, üzerinde bulunduğu harfi iki defa okutan işaretin bulunduğu nun harfi.

şefaat / şefâat / شفاعت / شَفَاعَتْ

  • Af için vasıta olmak.
  • Affa vesile olma.
  • Af için aracılık etme. (Arapça)
  • Af için vesile olma.

şefaatçı

  • Allah'ın lütuf ve ihsanıyla aracı, vesile olan.

şefaatçi / şefâatçi

  • Af için aracılık eden.
  • Af için vesile olan.

şefaatçi olma

  • Allah'ın izniyle kurtuluşa vesile olma.

sefahet / sefâhet

  • Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.

sefahetkarane / sefâhetkârâne

  • Akılsızca, haram eğlencelere dalarcasına.

sefeh

  • Akılsızlık.

şefi' / şefî' / شَف۪يعْ

  • Af için vesîle olan, şefâatçi.

sefine-i ilahiye / sefine-i ilâhiye

  • Allah'a ait bir gemi.

sefine-i rahmani / sefine-i rahmânî

  • Allah'ın sonsuz şefkatinin sergilendiği gemi.

şefiu'l-müznibin / şefîu'l-müznibîn

  • Allah'ın izniyle günahkârlara şefaatçi olacak olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

şefiü'l-müznibinin varisi / şefiü'l-müznibînin vârisi

  • Âhiret âleminde günahkârların bağışlanması için şefaatte bulunacak olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mirasçısı.

şefkat

  • Acımak, merhamet etmek.
  • Acıyarak karşılıksız sevme.

şefkat-i akraba

  • Akrabaya karşı duyulan şefkat.

şefkat-i ilahiye / şefkat-i ilâhiye

  • Allah'ın şefkati.

şefkat-i valide

  • Anne şefkati.

şefn

  • Akıllı ve zeyrek kişi.

segab

  • Açlık.

segabet

  • Açlık.

sehab-üs sikal

  • Ağır yağmur bulutları.

şehadet-i vücud

  • Allah'ın varlığına şahitlik.

sehale

  • Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.

şehamet / şehâmet

  • Akıl ve zekâ ile olan cesaretlilik.
  • Akıllıca yiğitlik.

şehav

  • Açmak, feth.

şehbaz / şehbâz

  • Atik, becerikli, şanlı yiğit.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda canını feda eden Müslüman.

şehid-i dünya / şehîd-i dünyâ

  • Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi.

şehid-i tam / şehîd-i tâm

  • Allah yolunda savaşırken öldürülen. Dünyâ ve âhiret şehîdi de denir. Tam şehîd.

sehin

  • Altı görünmeyen sık ve kalın nesne.

şehr / شهر

  • Ay, şehir, kent.
  • Ay. 30 günlük süre.
  • Ay. (Arapça)

şehri / şehrî

  • Aylık.
  • Ay ile ilgili, aylık.

sekafe

  • Akıllılık.

şekavet-i uhreviye

  • Âhiretteki sıkıntılar.

şekd

  • Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek.

şeks

  • Ahlâksız, yaramaz kimse.

selam / selâm / سَلَامْ

  • Ayıp ve kusurlardan sâlim, emniyet içinde olma.

selam-ı ilahi / selâm-ı ilâhî

  • Allah'ın selâmı.

selaset / selâset / سلاست / سَلَاسَتْ

  • Akıcılık.
  • Akıcılık. (Arapça)
  • Akıcı üslup.

selasetli

  • Akıcı.

selef-i müçtehidin / selef-i müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kâbiliyetine sahip olan İslâmın ilk dönemlerinde yaşamış İslâm âlimleri.

selik

  • Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması.

selis / selîs / سليس

  • Akıcı.
  • Akıcı. (Arapça)

sels

  • Akmak, seyelân.

şem'a-i feyz-i ilahi / şem'a-i feyz-i ilâhî

  • Allah'ın feyzinden gelen ışık kaynağı.

semavi / semâvî

  • Allah tarafından olan, İlâhî.
  • Allahü teâlâdan gelen.

semavi ilham / semâvî ilham

  • Allah tarafından kalbe ihsan edilen bilgi, sezgi.

şemayil

  • Ahlâk.

semerat-ı cüz'iye / semerât-ı cüz'iye

  • Az miktardaki verim.

semerat-ı uhreviye / semerât-ı uhreviye

  • Âhirete ait meyveler.

semere-i alem / semere-i âlem / ثَمَرَۀِ عَالَمْ

  • Alemin meyvesi.

semhac

  • Arkası uzun olan at ve eşek.

semiy

  • Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm.

şemşem

  • Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.

semüvv

  • Ad koymak, isim vermek.

sengdilane / sengdilâne / سنگ دلانه

  • Acımasızca. (Farsça)

senh

  • Arız olmak.

şenun

  • Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve.

sepid

  • Ak, beyaz. (Farsça)

sepidi / sepidî

  • Aklık, beyazlık. (Farsça)

sepükpay / sepükpây

  • Ayağına çabuk olan. (Farsça)

şer'-i tekvini / şer'-i tekvînî

  • Allah'ın kâinata koyduğu kanunlar, yaratılış şeriatı.

ser-i frenk

  • Avrupalıların, Frenklerin başı.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

serar

  • Ayın son gecesi.

şerarat-ı neyyirane / şerârât-ı neyyirâne

  • Aydınlatıcı parlak kıvılcımlar, ışık saçan kıvılcımlar.

serasime / serâsîme / سراسيمه

  • Afallamış, sersemleşmiş. (Farsça)

şerayin / şerâyin

  • Atardamarlar.
  • Atardamarlar.
  • Atardamar.

serbesücud / serbesücûd / سر بسجود

  • Alnı secdede. (Farsça - Arapça)

serc-i feres

  • At eyeri.

sercuc

  • Ahmak.

serdar

  • Askerin başı. Kumandan. (Farsça)

şeref-i imtiyaz

  • Ayrıcalıklı, yüksek şeref.

sergi-yi ilahi / sergi-yi ilâhî

  • Allah tarafından olan sergi.

şerh / شَرْحْ

  • Açıklama.
  • Açıklama ve tefsir, bir kitabı bütün ayrıntılarıyla anlatma.
  • Açma, yayma, açıklama, açık açık anlatma.
  • Açıklama.

şeriat

  • Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi; İslâmiyet.

şeriat-ı fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların bağlı olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-i fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar.

şeriat-i fıtriye-i kübra / şeriat-i fıtriye-i kübrâ

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun.

şeriat-ı fıtriyye-i ilahiye / şeriat-ı fıtriyye-i ilâhiye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu İlâhi kanunlar.

şeriat-ı ilahiye / şeriat-ı ilâhiye

  • Allah'ın koymuş olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-i ilahiye / şeriat-i ilâhiye

  • Allah'ın koyduğu kanun, nizam.

şeriat-ı iradiye

  • Allah'ın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları.

şeriat-ı kübra-yı ilahiye / şeriat-ı kübrâ-yı ilâhiye

  • Allah'ın kâinata koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-i tekvini / şeriat-i tekvîni

  • Allah'ın kâinatta koyduğu yaratılış kanunları.

şeriat-ı tekviniye / şeriat-ı tekvîniye

  • Allah'ın kâinatta koyduğu yaratılış kanunları.

şeriatıfıtriye / şerîatıfıtrîye

  • Allahın tabiata koyduğu kanunlar.

seriye

  • Askerî bölük.

sermaye / sermâye

  • Ana mal, ana para.
  • Ana para.

sermediyet-i uluhiyet / sermediyet-i ulûhiyet

  • Allah'ın ortak kabul etmeyen ilâhlığının sonsuzluğu ve sürekliliği.

sermest-i cam-ı aşk / sermest-i câm-ı aşk

  • Allah aşkıyla kendinden geçmek.

şerr-i kalil / şerr-i kalîl

  • Az bir şer, kötülük.

server-i alem / server-i âlem

  • Âlemin efendisi, en üstünü Muhammed aleyhisselâm.

servet-i akl

  • Akıllılık. Akıl zenginliği.

şeş / شش

  • Altı. 6 (Farsça)
  • Altı.
  • Altı.
  • Altı. (Farsça)

şeş-cihet

  • Altı yön, altı cihet. (Farsça)

şeş-ebrar

  • Altı aded hayır sahibi ki, bunlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'dir (Radıyallahu anhüm).

şeş-pa

  • Altı ayaklı. (Farsça)

şeşbeş / شش بش

  • Altı ve beş. (Farsça - Türkçe)

şeşcihar / شش جهار

  • Altı ve dört. (Farsça)

şeşise / شش و سه

  • Altı ve üç. (Farsça)

şeşiyek / شش و یك

  • Altı ve bir. (Farsça)

şeşüdü / شش و دو

  • Altı ve iki. (Farsça)

şeşüm / ششم

  • Altıncı, sâdis.
  • Altıncı. (Farsça)

şeşüse / شش و سه

  • Altı ve üç. (Farsça)

şeşüyek / شش و یك

  • Altı ve bir. (Farsça)

şet'

  • Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak.

setr-i uyub / setr-i uyûb

  • Ayıpları örtmek, kusurları ifşa etmemek.
  • Ayıpları, günahları örmek.

settar-ül uyub

  • Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)

settarü'l-uyub / settârü'l-uyûb

  • Ayıpları, günahları örten, bağışlayan Allah.

settarüluyub / settarüluyûb

  • Ayıpları örten Allah.

sev'

  • Akmak.

sevab-ı a'mal / sevab-ı a'mâl / sevâb-ı a'mâl / ثَوَابِ اَعْمَالْ

  • Amellerin sevabı, karşılığı.
  • Amellerin sevabı.

sevab-ı ahiret / sevâb-ı âhiret

  • Âhiret ücreti.

sevab-ı uhrevi / sevâb-ı uhrevî

  • Âhiret sevabı.

şevahid-i vahdaniyet / şevâhid-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğinin şahitleri.

sevda / sevdâ

  • Aşk hastalığı, sevgi, heves, siyah.

sevdageri / sevdagerî

  • Âşıklık, sevdalılık. (Farsça)

sevdazede

  • Âşık, meftun, sevdalı. (Farsça)

şevha

  • Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın.

şevk / شَوْقْ

  • Arzu, istek.

şevk-i bekà

  • Aşırı derecede sonsuzluk isteği.

sevk-i fıtri / sevk-i fıtrî

  • Allah'ın yaratılışta koyduğu fitrî meyil ve sevk, yönlendirme.

sevk-i ilahi / sevk-i ilâhî

  • Allah'ın yönlendirmesi.

sevk-ül ceyş

  • Askerî birliklerin lüzumlu yere sevkini ve geri çekilme işini idare etme.

sevkiyat

  • Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri.

sevkiyat-ı askeriye

  • Askerlerin belli hedeflere doğru yönlendirilmesi.

sevkülceyş

  • Asker gönderme, yollama.

sevs

  • Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi.

şevval

  • Arabi aylardan onuncusu. Ramazandan sonraya geldiği için ilk üç günü mübarek Ramazan bayramıdır.
  • Arabî ayların onuncusu.

şevval ayı / şevvâl ayı

  • Arabî ayların onuncusu, Ramazân-ı şerîften sonraki ay.

seyahat-i berzahiye ve uhreviye

  • Ahiret ve berzah yolculuğu.

şeyda / şeydâ

  • Aşk ile kendinden geçen, coşan.

seyelan / seyelân / سيلان / سَيَلَانْ

  • Akma, akış.
  • Akma, akıntı.
  • Akış, akma. (Arapça)
  • Akma.

seyf-i rahmet-i alem / seyf-i rahmet-i âlem / سَيْفِ رَحْمَتِ عَالَمْ

  • Âleme rahmet kılıcı.

seyfiyye / سيفيه

  • Asker kesimi. (Arapça)

seyfullah

  • Allahın kılıcı.
  • Allah'ın kılıcı, Ashâb-ı Kiram'dan Hz. Halid bin Velid'e Peygemberimiz tarafından verilen ünvan.

seyis

  • Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.

seyr-i fillah

  • Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).

seyr-i fıtri / seyr-i fıtrî

  • Allah'ın kâinata yerleştirdiği doğal seyir, gidişat.

seyr-i ilallah

  • Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.

şeytan-ı ahmak

  • Akılsız, ahmak şeytan.

seyyad

  • Avcı.

seyyal / seyyâl / سيال / سَيَّالْ

  • Akan, akıcı.
  • Akıcı.
  • Akışkan. (Arapça)
  • Akıcı.

seyyalat / seyyalât

  • Akıcı şeyler.

seyyale / seyyâle

  • Akan, akıp giden.
  • Akıcı, akıp giden.

seyyale-i latife / seyyâle-i lâtife

  • Akıcı özelliğe sahip nuranî varlık.

seyyid-i arap

  • Arapların Efendisi.

seyyidü'l-alemin / seyyidü'l-âlemîn

  • Âlemlerin seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

seyyidü'l-mürselin / seyyidü'l-mürselîn

  • Allah tarafından gönderilen Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

şiar / şiâr / شِعَارْ

  • Alâmet, sembol.

şibh-i akd

  • Akid benzeri. Sözleşme, sözle anlaşma benzeri.

sıbhale

  • Azası iri ve uzun olan.

şibl

  • Aslan yavrusu.

şiddet-i ateş

  • Ateşin şiddetliliği.

şiddet-i beyan

  • Açıklamanın şiddeti.

şiddet-i gazab

  • Azabın, cezanın şiddeti.

şiddet-i hafa / şiddet-i hafâ

  • Aşırı gizlilik, kapalılık.

şiddet-i hırs

  • Aşırı hırs, şiddetli istek, arzu.

şiddet-i hüküm

  • Ağırceza kararı.

şiddet-i meyusiyet

  • Aşırı ümitsizlik.

şiddet-i muhabbet

  • Aşırı sevgi.

şiddet-i şefkat

  • Aşırı şefkat.

şiddet-i takva / şiddet-i takvâ

  • Allah korkusunun nihayet derecesi.

şiddet-i zuhur

  • Açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti.

sıddıkin-i evliya / sıddıkîn-i evliya

  • Allah dostları arasında sadakatte en ileri olanlar.

sıddıkin-i muhakkıkin / sıddıkîn-i muhakkıkîn

  • Allah'a bağlılıkta en önde olan ve hakikatleri araştıran âlimler.

sıddıkıyet

  • Allah'a olan bağlılığın en ileri derecede olması.

sidre

  • Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.

sidre ağacı

  • Arabistan kirazı denen bir ağaç türü.

şie

  • Alâmet, işaret, nişan.

şifa-i acil / şifa-i âcil

  • Acil şifa, hastalıktan çabuk kurtulma, çabuk iyileşme.

şifa-yı acil / şifâ-yı âcil

  • Âcil şifâ.

şifahen / şifâhen / شِفَاهًا

  • Ağızdan, sözle.
  • Ağızdan.

şifahi / şifahî

  • Ağızdan, şifahen, sözlü.

şifahiyat / şifahiyât

  • Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler.

sıfat ve esma-i ilahiye / sıfât ve esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimleri ve sıfatları.

sıfat-ı ilahiye / sıfât-ı ilâhiye

  • Allah'ın sıfatına ait özellik.
  • Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi)

sıfat-ı ilahiyye / sıfat-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.

sıfat-ı irade / صِفَتِ اِرَادَه

  • Allahın herşeyi kuşatan irâde sıfatı.

sıfat-ı kemaliye / sıfât-ı kemâliye

  • Allah'ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan mükemmel sıfatları, nitelikleri.

sıfat-ı ma'neviyye

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatları.

sıfat-ı mutlaka-i muhita / sıfât-ı mutlaka-i muhîta

  • Allah'ın yüce Zâtını niteleyen ve bütün kâinatı kuşatan sınırsız ve sonsuz kutsal özellikler.

sıfat-ı nefsiyye

  • Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.

sıfat-ı selbiyye

  • Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.

sıfat-ı sübutiyye / sıfat-ı sübûtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

sifle

  • Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.

siflekam / siflekâm

  • Adi kişilerin işine yarayan. (Farsça)

sifleperver

  • Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. (Farsça)

sıga-i mübalağa / sıga-i mübalâğa

  • Arapça dilbilgisinde bir şeyin çokluğunu ve fazlalığını ifade için kullanılan kalıp, kip.

şihe

  • At kişnemesi. (Farsça)

sıhhat-i uhreviye

  • Ahiret hayatında sağlıklı olma.

şikak / şikâk

  • Ayrılık, parçalanma.
  • Ayrılma, bölünme.

sikal

  • Ağır olan, ağır şeyler.

şikar / şikâr

  • Av.

şikargah / şikârgah / شكارگاه

  • Avlak. (Farsça)

şikaristan

  • Av yeri, avı çok olan yer. (Farsça)

şikestepa / şikestepâ

  • Ayağı kırık. (Farsça)

şıkk

  • Adeta yarım adam gibi olan ünlü bir kâhin.

şıkk-ı muhalif

  • Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı.

sikke-i ehadiyet / سِكَّۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın herbir varlık üzerinde birliğini gösteren damga.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi mührü.

sikke-i kübra-yı rahmaniyet / sikke-i kübrâ-yı rahmâniyet

  • Allah'ın sonsuz şefkatinin en büyük damgası.

sikke-i kübra-yı uluhiyet / sikke-i kübrâ-yı ulûhiyet

  • Allah'ın ilâhlığının en büyük mührü.

sikke-i kübra-yı vahdet / sikke-i kübrâ-yı vahdet

  • Allah'ın birliğini gösteren en büyük damga.

sikke-i kudret

  • Allah'ın kudret damgası.

sikke-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığı terbiye ve idare etmesini gösteren işaret.

sikke-i samediyet

  • Allah'ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.

sikke-i tevhid / sikke-i tevhîd / سِكَّۀِ تَوْح۪يدْ

  • Allah'ın birliğini gösteren işaret, damga.
  • Allahı birleme mührü.

sikke-i vahdaniyet / sikke-i vahdâniyet

  • Allah'ın bir ve benzersiz oluşunu gösteren damga.

sikke-i vahdet / سِكَّۀِ وَحْدَتْ

  • Allah'ın birliğini gösteren mühür.
  • Allahın birliğinin mührü.

sıklet / ثِقْلَتْ

  • Ağırlık. Mânevi sıkıntı.
  • Ağırlık.
  • Ağırlık.
  • Ağırlık.

şıkn

  • Az, kalil.

sila'

  • Arınmış, temizlenmiş nesne.

sıla-i rahim

  • Akrabalık bağı, yakınlarla bağ kurma.
  • Akrabaları ziyaret.

sıla-i rahm

  • Akrabayla ilişkiyi sürdürme; alâkayı devam ettirme.
  • Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.

silahhane

  • Askerî depo. Silahların saklandığı yer. (Farsça)

sılairahim / sılâirahim

  • Akrabalarla alâkayı kesmeyip devam ettirmek.

silka'

  • Arkası üstüne yatmak.

sille-i azab / sille-i azâb

  • Azap tokadı.

sille-i zillet

  • Aşağılık ve horlanma tokadı.

sillürrie / سل الرئه

  • Akciğer veremi. (Arapça)

silsile-i ecdad

  • Atalar silsilesi, soy defteri.

silsilet-üz-zeheb

  • Altın silsile. Resûlullah efendimizden, hazret-i Ebû Bekr yoluyla feyz ve ilim alarak gelen büyük âlimler silsilesi.

simad

  • Az su.

sımag

  • Ağızın bir tarafı.

simya

  • Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.

sinema-i uhreviye

  • Âhirete ait sinema.

sipahi

  • Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ed

sipahsalar

  • Askerlerin en büyüğü. Serasker. (Farsça)

siper

  • Arkasında saklanılan şey; sığınak, dayanak.

şir / şîr / شير

  • Aslan.
  • Arslan. (Farsça)

şir-i mader / şir-i mâder

  • Ana sütü.

şira / şirâ

  • Alım satım.

şirane

  • Aslanca, gazanferâne. (Farsça)

sırat

  • Âhirette cennete gitmek için üstünden geçilen köprü.

şirceng

  • Arslan gibi savaşan. (Farsça)

siret / sîret

  • Ahlâk, karakter.
  • Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.

şirk / شرك / شِرْكْ

  • Allahtan başka ilâh kabul etme.
  • Allah'a ortak koşma.
  • Allah'a ortak koşma.
  • Allahü teâlâya eş, ortak koşma.
  • Allah'a ortak koşma.
  • Allaha ortak koşma.

şirket-i maneviye-i uhreviye / şirket-i mâneviye-i uhreviye

  • Âhirete dönük manevî şirket, ortaklık.

şirmerd

  • Arslan yürekli, cesur. (Farsça)

sırr-ı acib

  • Acip, hayret veren sır.

sırr-ı adalet

  • Adalet esprisi.

sırr-ı adediyet / سِرِّ عَدَدِيَتْ

  • Adedlik sırrı.

sırr-ı ayet / sırr-ı âyet

  • Âyetin sırrı.

sırr-ı ehadiyet / سِرِّ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın her bir varlıkta birliğinin görülmesinin sırrı.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi sırrı.

sırr-ı gàmız

  • Anlaşılması zor sır.

sırr-ı gamız / sırr-ı gâmız

  • Anlaşılması zor mesele.

sırr-ı hikmet-i ezeliye

  • Allah'ın herşeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak yapmasındaki sır.

sırr-ı hikmet-i ilahiye / sırr-ı hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın koyduğu hikmet, yarar, sebep ve faydanın sırrı, esprisi.

sırr-ı hilkat-i alem / sırr-ı hilkat-i âlem

  • Âlemin yaratılış sırrı.

sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs / سِرِّ اِخْلَاصْ

  • Allah rızâsını esas tutma, samîmiyet sırrı.

sırr-ı kayyumiyet / sırr-ı kayyûmiyet

  • Allah'ın her zaman ve her yerde olması ve bütün varlıkları ayakta tutmasında gizli olan sır.

sırr-ı nizam-ı alem / sırr-ı nizam-ı âlem

  • Âlemin düzenindeki sır.

sırr-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin, yaratıcılığının, idaresinin ve terbiyesinin sırrı.

sırr-ı tenvir

  • Aydınlatma, nurlandırma sırrı.

sırr-ı teslimiyet

  • Allah'ın kanunlarına teslim olma ve boyun eğmenin içindeki gizli sır.

şiryan / şiryân / شریان

  • Atardamar. (Arapça)

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

şitab / şitâb

  • Acele etme.

sitad

  • Alma, alış. (Farsça)

sitan

  • Alan, alıcı. Can-sitan : Can alan. (Farsça)

sitt / ست

  • Altı. (Arapça)

sitte / سته

  • Altı.
  • Altı. (6) Altılık.
  • Altı. (Arapça)

sittin / sittîn / ستين

  • Altmış. (Arapça)

şival

  • Az şey.

sivar-ı zerrin

  • Altun bilezik.

şiven / şîven / شيون

  • Ağıt. (Farsça)

sivil

  • Asker olmayan.

siyasetdaş

  • Aynı siyasî görüşü paylaşan.

şiz

  • Abnus ağacı.

sofra-i ilahiye / sofra-i ilâhiye

  • Allah tarafından gönderilen sofra, nimetler.

sofra-ı rahman / sofra-ı rahmân

  • Allah'ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra.

şöhretşiar-ı alem / şöhretşiâr-ı âlem

  • Âleme şöhret salmış.
  • Âlemde şöhret ona nişan olmuş olan. Çok meşhur olan.

stratosfer

  • Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. (Fransızca)

şu'le / شعله / شُعْلَه

  • Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun.
  • Alev, şule. (Arapça)
  • Alev.

şu'ledar / şu'ledâr / شعله دار

  • Alevlenmiş, alevli. Işıklı. (Farsça)
  • Alevli, şuleli. (Arapça - Farsça)

şu'lenüma / şu'lenümâ

  • Alev gösteren, alevli. (Farsça)

şu'lepuş

  • Alev içinde kalmış, alevle örtülü. (Farsça)

şu'lereng / شعله رنگ

  • Alev rengi. (Arapça - Farsça)

sü'r

  • Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.

su'rur

  • Ağaç sakızı parçası.

su-i ahlak / su-i ahlâk

  • Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.

şuayb

  • Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm k

şübehat-ı uhreviye

  • Âhiretle ilgili şüpheler.

sübha namazı

  • Abdest aldıktan sonra Allah rızâsı için kılınan iki rek'at namaz.

sübhan

  • Allah (C.C.)
  • Allah (c.c.).

sübhanallahi ve bihamdihi / sübhanallahi ve bihamdihî

  • Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir ve ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsustur.

sübhanellah / sübhânellah

  • Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak tutarım mânâsına, mübârek, kıymetli bir söz.

sübhani / sübhanî

  • Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.

sübt

  • Ayıp.

südasi / südasî

  • Altılı. Altılık. Altı harfli.

sudre

  • Acem gömleği.

südüs

  • Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).

süfeha / süfehâ / سفها

  • Alçaklar, sefihler. (Arapça)

süfli / süflî / سفلي / سُفْل۪ي

  • Aşağı, alçak.
  • Aşağı, adi.
  • Aşağıda bulunan, alçak, âdi, bayağı, kılıksız, kıyafetsiz.
  • Alçak.
  • Alçak.

süfliyat / süfliyât

  • Aşağı şeyler.

süfliyet

  • Aşağılık, adilik.
  • Alçaklık, aşağılık.

süfliyyet

  • Alçaklık, bayağılık, âdilik.

sufvan

  • Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.

süfyan / süfyân

  • Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs.
  • Âhirzamanda gelen ve kendisi gibi münafıklara "ulu önder"lik ederek dini yıkmaya çalışan dehşetli bir dinsiz, islâm deccalı.
  • Âhirzamanda geleceği ve İslâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs.

şuh-meşreb

  • Açık meşrebli, şen ve neşeli. (Farsça)

suhaf

  • Akciğer veremi.

sühanperdaz / سخن پرداز

  • Ağzı laf yapan. (Farsça)

suhf

  • Akıl ve fikrin zayıf olması.

şühübat / şühübât

  • Ateş parçaları.

şuhudi / şuhudî

  • Açıkça, gözle görür derecede.

suhulet-i beyan / suhûlet-i beyân / سُهُولَتِ بَيَانْ

  • Açıklama kolaylığı.
  • Açıklamada kolaylık.

sühumet

  • Akrabalık, hısımlık.

şuhur / şuhûr

  • Aylar.
  • Aylar.

şühur / şühûr / شهور

  • Aylar. (Arapça)

şühur-u selase / şühur-u selâse

  • Arabî üç aylar. Receb, Şaban ve Ramazan ayları.

şükr-ü mutlak

  • Allah'a karşı sınırsız minnet duyma, teşekkür etme.

şükran-ı nimet / şükrân-ı nimet

  • Allah'ın verdiği nîmetlere şükürle mukàbele etme.

şükretmek

  • Allah'ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek; Allah'a teşekkür etmek.

şüküfte / شكفته

  • Açılmış, çiçek açmış. (Farsça)

şükuh

  • Azamet, ululuk, celal. (Farsça)

şukune

  • Azlık.

şükür

  • Allah'a karşı minnet duyma, teşekkür etme.

şükür etmek

  • Allah'a karşı minnet duymak, teşekkür etmek.

sukut-u ahlak / sukut-u ahlâk

  • Ahlâkî alçalış, çöküntü.

şule / şûle

  • Alev, ışıltı.

şuledar / şûledâr

  • Alevli, ışıklı.
  • Alevli, ışıltılı.

sulh-amiz / sulh-âmiz

  • Ara bulucu, barıştırıcı. (Farsça)

suliyy

  • Ateşin yanması.

süluk-u akli / sülûk-u aklî

  • Aklın bir yol tutması.

sümme haşa / sümme hâşâ

  • Asla, kesinlikle öyle değil.

sümuh

  • Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.

şümul-ü hikmet

  • Allah'ın hikmetinin herşeyi kapsaması.

şümul-ü iradet

  • Allah'ın herşeyi kaplayan iradesi.

sünnet-i ilahiye / sünnet-i ilâhiye

  • Allah'ın kainata koyduğu kanunlar.

sünnetullah / sünnetullâh / سُنَّةُ اللّٰهْ

  • Allahü teâlânın koyduğu kânunu, nizâmı, âdeti.
  • Allahın icrâat kanunları.

sünuhat / sünûhat / سنوحات

  • Allah'ın lütfuyla kalbe gelen mânâlar.
  • Akla gelenler, içe doğanlar. (Arapça)

sünuhat-ı kalbiye

  • Allah'ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar.

sure-i a'raf / sûre-i a'râf

  • A'râf Sûresi, Kur'ân-ı Kerimin 7. sûresi.

sürsur

  • Âlim ve akıllı kişi.

süryani / süryânî

  • Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar.

süryanice / süryanîce

  • Asurî halkının konuştuğu dil.

şüs / شس

  • Akciğer. (Farsça)
  • Akciğer. (Farsça)

süt kardeş

  • Aynı kadından süt emmiş çocuk.

sutur-u kainat / sutur-u kâinat

  • Âlemdeki mânalar, kâinat satırları.

süturdan / süturdân

  • Ahır. (Farsça)

şüubiyye

  • Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife.

şuun-u seyyale

  • Akıcı, bir halde durmayan işler.

şuunat-ı askeriye / şuûnât-ı askeriye

  • Askerliğe ait işler, faaliyetler.

şuunat-ı esma-i ilahiye / şuûnât-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin eserleri.

şuunat-ı kudsiye / şuûnât-ı kudsiye

  • Allah'ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden özellikleri.

şuunat-ı mukaddese / şuûnât-ı mukaddese

  • Allah'ın tertemiz ve noksansız olan işleri, mukaddes özellikleri.

şuunat-ı seyyale / şuûnât-ı seyyâle

  • Akıp giden haller, işler, faaliyetler.

şuur / şuûr

  • Anlama, hissetme, farkında olma.

şuurane / şuûrâne

  • Anlayarak, bilerek.

süvar

  • Ata binmiş. Binici. (Farsça)

süvar olmak

  • Ata binmek. Yola çıkmak.

süvari / süvâri

  • Atlı.
  • Ata binen, atlı asker.

süveyş

  • Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.

ta / tâ

  • Arap alfabesinden bir harf.

ta'bir-i samedani / ta'bir-i samedanî

  • Allah'a mahsus tâbir. Kur'an'da beyan buyurulan en iyi tabir.

ta'cil / ta'cîl / تعجيل

  • Acele ettirme, hızlandırma.
  • Acele ettirme. (Arapça)

ta'dil

  • Aslına zarar vermeden değiştirmek, tadil etmek, tebdil etmek, hafifletmek, doğrulaştırmak.

ta'lik / ta'lîk / تعليق / تَعْل۪يقْ

  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.
  • Askıya alma. erteleme. (Arapça)
  • Ta'lîk edilmek: Asılmak, iliştirilmek, tutturulmak. (Arapça)
  • Asma, erteleme.

ta'lin

  • Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.

ta'n / طعن

  • Ayıplama, kınama, kötüleme, suçlama. (Arapça)
  • Ta'n edilmek: Ayıplanmak, kınanmak, kötülenmek, suçlanmak. (Arapça)
  • Ta'n etmek: Ayıplamak, kınamak, kötülemek, suçlamak. (Arapça)

ta'ne / طعنه

  • Ayıplama, kınama, kötüleme, suçlama. (Arapça)

ta'nezen

  • Ayıplayan, kınayan, kötüleyen, suçlayan. (Arapça - Farsça)

ta'rib / ta'rîb / تعریب

  • Arapçalaştırma. (Arapça)
  • Ta'rîb edilmek: Arapçalaştırılmak. (Arapça)
  • Ta'rîb etmek: Arapçalaştırmak. (Arapça)

ta'şiye

  • Akşam yemeğini yemek.

ta'til

  • Allah'ı inkâr etmek.

ta'vik / ta'vîk / تعویق

  • Askıya alma, geciktirme, erteleme, oyalama. (Arapça)
  • Ta'vîk edilmek: Geciktirilmek, ertelenmek, askıya alınmak. (Arapça)
  • Ta'vîk etmek: Geciktirmek, ertelemek, askıya almak. (Arapça)

ta'vim

  • Arpayı ve buğdayı tutam tutam biçip yığmak.

ta'yib / ta'yîb / تعييب

  • Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek.
  • Ayıplama. (Arapça)

ta'yip / tâ'yip

  • Ayıplama, kusurlu bulma.

ta'zib / ta'zîb / تعذیب / تَعْذ۪يبْ

  • Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek.
  • Azap verme. (Arapça)
  • Azâb etme.
  • Azâb etme.
  • Azab verme.

ta'zil

  • Azletme. İşinden çıkarma.

ta'zir-i te'dib

  • Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir.

ta'ziz / ta'zîz / تعزیز

  • Aziz tutma, değer verme. (Arapça)

taaccül

  • Acelecilik. Acele etmek.

taacib

  • Acayib şeyler. Tuhaf şeyler.

taaddüd

  • Adetlenme, sayıca artma.

taaddüd-ü enbiya / taaddüd-ü enbiyâ / تَعَدُّدُ اَنْبِيَا

  • Aynı dönemde birden fazla peygamberin olması.
  • Aynı zamanda birden fazla peygamberin bulunması.

taakkul

  • Akıl yürütme.
  • Akıl erdirme.

taakkuli halat / taakkulî halat

  • Akıl yürütmekle ilgili hâller.

taalluk / تَعَلُّقْ

  • Alâkalı olma.

taallün

  • Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.

taammül

  • Amel etme. Çalışma. Vazife yapma.
  • Amel etmek, hareket etmek.
  • Amel etme, çalışma.

taannüf

  • Azarlama. Darılma.

taarr

  • Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek.

taarrüb / تعرب

  • Araplaşma. Arap kılığına girme.
  • Araplaşma. (Arapça)

taarrüf-ü rabbani / taarrüf-ü rabbânî / تَعَرُّفُ رَبَّان۪ي

  • Allahın kendini tanıtması.

taarüc

  • Aksaklanmak.

taassub / تَعَصُّبْ

  • Aşırı derecede, körükörüne bağlılık.
  • Aşırı taraftarlık.

taassub-u kavmi / taassub-u kavmî

  • Aşırı milliyetçilik, ırkçılık.

taaşşuk / تعشق

  • Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
  • Aşka tutulma.
  • Âşık olma.
  • Aşık olma. (Arapça)

taassup

  • Aşırı derecede, körü körüne bağlılık.

taattuf / تَعَطُّفْ

  • Acıma, esirgeme.
  • Acıma, merhamet etme.

taavvüz

  • Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.

tabahat / tabâhat / طباخت

  • Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.
  • Aşçılık. (Arapça)

tabaka-i nariye / tabaka-i nâriye

  • Ateş tabakası.

tabaka-i süfla / tabaka-i süflâ

  • Alt tabaka; fakir ve sosyal statüsü düşük tabaka.

tabakat-ı alem / tabakat-ı âlem

  • Âlem tabakaları.

tabakat-ı mezkure / tabakat-ı mezkûre

  • Adı geçen, ifade edilen tabakalar, sınıflar.

tabakat-ı ulema

  • Âlimler tabakası, âlimler sınıfı.

tabbah / tabbâh / طباخ

  • Aşçı. (Arapça)

tabiat-ı arap

  • Arap milletinin kendine özel yapısı, mizacı, karakteri.

tabiiyyun

  • Allahın kanunu ve sanatı olan tabiatı ilâh sananlar.

tabir / tâbir

  • Açıklama, yorum.

tabirat-ı nebeviye ve ilahiye / tabirat-ı nebeviye ve ilâhiye

  • Allah ve Resulünün tabirleri, ifadeleri.

tabiri caizse

  • Açıklanması uygunsa.

taby

  • At, katır, eşek ve geyik memesi.

tac-ı zerrin / tâc-ı zerrin

  • Altın tâc.

tacil / tâcil

  • Acele ettirme, çabuklaştırma.

taciz / tâciz

  • Âciz bırakma, çaresiz kılma.

tadahhum

  • Ağızla tutmak.

tadi / tadî

  • Âdet.

tadrim

  • Ateş yakmak.

taf'

  • Ateşin sönmesi.

tafif

  • Az, kalil.

tafra / طفره

  • Atıp tutma. (Arapça)

tafrafuruş / tafrafurûş / طفده فروش

  • Atıp tutan. (Arapça - Farsça)

tafrafuruşluk / tafrafurûşluk

  • Atıp tutma. (Arapça - Farsça - Türkçe)

tafsil / تفصيل / tafsîl / تَفْص۪يلْ

  • Ayrıntılı açıklama. (Arapça)
  • Açıklama.

tafsil etmek

  • Ayrıntılı olarak açıklamak.

tafsilat / tafsilât / tafsîlât / تَفْص۪يلَاتْ

  • Ayrıntılar.
  • Açıklamalar.

tafsilatlı / tafsilâtlı

  • Ayrıntılı. (Arapça - Türkçe)
  • Ayrıntılı.

tafsilen / tafsîlen / تفصيلا

  • Ayrıntılı olarak.
  • Ayrıntılı olarak, genişçe.
  • Ayrıntılı olarak. (Arapça)

tafsili / tafsilî / tafsîlî / تَفْص۪يل۪ي

  • Ayrıntılı, geniş açıklamalı.
  • Ayrıntılı.
  • Açıklamalı olarak.

tagamgum

  • Anlaşılmaz söz.

tagayyürat-ı alem / tagayyürât-ı âlem

  • Âlemdeki değişmeler, başkalaşmalar.

taği / tâği

  • Azgın, haktan sapan, saptıran.
  • Azgın.

tağiyane / tâğiyâne

  • Azgınca.
  • Azgınca, zalimce.

tagris

  • Aç etmek.

tağun / tâğun / طاغون

  • Azılılar. (Arapça)

tağut / tâğût

  • Azgın, sapkın, îmansız, ilâh gibi saygı gören, heykellerine bile saygı duyulan, sapan ve saptıran.
  • Allah'tan başka tapınılan her şey.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler.

tagviye

  • Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.

tahabbüb-ü ilahi / tahabbüb-ü ilâhî / تَحَبُّبُ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın kendisini sevdirmesi.
  • Allahın kendini (kullarına) sevdirmesi.

tahadu'

  • Aldanmış gibi görünme.

tahalluk / tahallûk

  • Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
  • Ahlâklanma.
  • Ahlâklanma.

tahallül / تَخَلُّلْ

  • Ayrışma.
  • Araya girme, içine karışma.
  • Araya girme, içine sızma.

tahamhum

  • Atın yulaf görünce kişnemesi.

tahammüd

  • Ateşin sönmeğe yüz tutması.

tahammuk / تَحَمُّقْ

  • Ahmaklaşma.
  • Ahmaklaşma.
  • Ahmaklaşma.

tahamuk

  • Ahmaklaşmak.

taharet-i suğra

  • Abdestsizlik denilen hali, abdest alarak gidermek.

taharri / taharrî / تَحَرّ۪ي

  • Araştırma, arama.
  • Arama.
  • Araştırma.

taharri etme / taharrî etme

  • Araştırma.

taharri ettirmek / taharrî ettirmek

  • Araştırtmak, inceletmek.

taharri memurları / taharrî memurları

  • Araştırma memurları.

taharrici / taharrîci

  • Araştırmacı.

taharriyat / taharriyât / تحریات

  • Araştırmalar, incelemeler.
  • Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar.
  • Aramalar.
  • Araştırmalar. (Arapça)

taharriyatçı

  • Araştırmacı. (Arapça - Türkçe)

tahattur / تخطر

  • Anımsama, hatırlama. (Arapça)
  • Tahattur etmek: Anımsamak, hatırlamak. (Arapça)

tahattur-u farazi / tahattur-u farazî

  • Asılsız şeylerin hatıra gelmesi.

tahattur-u faraziyat

  • Aslı olmayan şeylerin hatıra gelmesi.

tahavvülat-ı zerrat / tahavvülât-ı zerrât

  • Atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri.

tahcil

  • Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık.

tahdi'

  • Aldatmak.

tahdis

  • Anlatma, şükrederek dile getirme.

tahkik / تحقيق

  • Araştırma.
  • Araştırma, gerçeği arama. (Arapça)
  • Tahkik edilmek: Araştırılmak. (Arapça)
  • Tahkik etmek: Araştırmak. (Arapça)

tahkikat / tahkikât / tahkîkat / تحقيقات

  • Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.
  • Araştırmalar.
  • Araştırmalar.
  • Araştırmalar. (Arapça)

tahkiki / tahkikî

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak.
  • Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait.
  • Araştırmalı.

tahkiki iman / tahkikî iman

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak elde edilen iman.

tahkimat / tahkimât

  • Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.

tahkir

  • Aşağılama, hafife alma, hakaret etme.
  • Aşağılama.

tahkir eden

  • Aşağılayan, hakaret eden.

tahkiramiz / tahkîrâmiz / تحقير آميز

  • Aşağılayıcı. (Arapça - Farsça)

tahkirat / tahkirât

  • Aşağılamalar.

tahkirkarane / tahkirkârâne

  • Aşağılayarak, hakaret eder tarzda.
  • Aşağılarcasına.

tahkiye

  • Anlatmak. Hikâye etmek.

tahlil / tahlîl / تحليل / تَحْل۪يلْ

  • Ayrıştırma, çözümleme, analiz. (Arapça)
  • Tahlil etmek: Değerlendirme yapmak, analiz yapmak. (Arapça)
  • Ayrıştırma.

tahlil etmek / tahlîl etmek

  • Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak.

tahlilat / tahlîlât / تحليلات

  • Analizler, tahliller. (Arapça)

tahmid

  • Allah'ı övme ve Ona şükürlerini sunma.

tahmidat / tahmidât

  • Allah'ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler.

tahmik

  • Ahmaklaştırma.
  • Ahmak sayma, ahmak olduğunu dile getirme.

tahmin

  • Aşağı yukarı belirleme.

tahmiz

  • Azaltmak.

tahnib

  • Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak.

tahrebe

  • Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi.

tahrifat / tahrîfat / تحریفات

  • Anlamından uzaklaştıracak şekilde üstünde kalem oynatmalar. (Arapça)

tahrik

  • Azdırma, kışkırtma, kımıldatma, yerinden oynatma, hareket ettirme, yola çıkarma.

tahrikat

  • Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.

tahşidat-ı askeriye

  • Askerî yığınak.

tahsinat

  • Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.

tahsinhan / tahsinhân

  • Aferin diyen. Beğenip alkışlayan. (Farsça)

tahsis edici

  • Ayırıcı, bir tarafa ait kılıcı.

taht / تحت / تَحْتْ

  • Alt, aşağı.
  • Alt, aşağı. (Arapça)
  • Alt.

tahtah

  • Arslan.

tahtani / tahtanî / tahtânî / تحتانى

  • Alt kat. Alt katla alâkalı.
  • Alttaki. (Arapça)

tahte

  • Alt, altta, altında.

tahtında

  • Altında.

tahtiyet

  • Altta olma, altta bulunma.
  • Alt oluş.

tahyil / tahyîl

  • Akla getirme, zihinde canlandırma.
  • Akla getirme, zihinde canlandırma.

tahzil

  • Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma.

tai / taî

  • Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan.

taife-i askeriye / tâife-i askeriye

  • Askerî topluluk.

taife-i mahlukullah / tâife-i mahlûkullah

  • Allah'ın yarattığı taife, grup.

tak / tâk / تاک

  • Asma, asma kütüğü. (Farsça)

takahhum

  • Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek.

takbih / takbîh / تقبيح

  • Ayıplama, çirkin görme. (Arapça)
  • Takbîh etmek: Ayıplamak, kınamak. (Arapça)

takdim-i acizane / takdim-i âcizâne

  • Âciz bir şekilde sunma.

takdir / تَقْد۪يرْ

  • Allah'ın her şeyin kaderini ezelden bilmesi.

takdir-i hüda / takdir-i hüdâ

  • Allah'ın takdiri, dilemesi.

takdir-i ilahi / takdir-i ilâhî / takdîr-i ilâhî

  • Allah'ın takdiri, Allah'ın programı; kader.
  • Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi.
  • Allah'ın takdiri.

takdir-i kamer

  • Aya nizam verilmesi; konaklar takdir edilmesi.

takdis ve tenzih etmek

  • Allah'ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek.

takdisat

  • Allah'ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutmalar.

taki / takî

  • Allah'tan korkan, emir ve yasaklarını gözeten.

taklid-i tufeylane / taklid-i tufeylâne

  • Acemiler gibi taklit etme.

taklidi / taklidî

  • Araştırmaksızın taklide dayanan.

taklidi iman / taklidî iman

  • Araştırmaksızın, taklide dayanan iman.

taklil / taklîl

  • Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis.
  • Azaltma.
  • Az gösterme, azaltma.

takri / takrî

  • Azarlama, telaşlandırma.

takri'

  • Azarlama.

takrir / takrîr

  • Anlatma, kararlaştırma.
  • Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.

takriren / takrîren / تقریرا

  • Ağızdan anlatarak.
  • Anlatarak. (Arapça)

taksim-i adil / taksim-i âdil

  • Adaletli paylaştırma.

taksim-i akli / taksim-i aklî / taksîm-i aklî / تَقْس۪يمِ عَقْل۪ي

  • Akıl ve fikir yoluyla bir konuyu bölümlere ayırmak.
  • Aklen kısımlara ayırma.

takva / takvâ / تقوي

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma.
  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.
  • Allah'dan korkma.

takva-yı kamile / takvâ-yı kâmile

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma.

takvacı / takvâcı

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan.

takvacılar / takvâcılar

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyanlar.

taleb-i rüyet

  • Allah'ın cemâlini görme isteği.

talebdar / talebdâr / طلبدار

  • Alacaklı. (Farsça)
  • Alacaklı. (Arapça - Farsça)

talif

  • Alınmış şey.

talik

  • Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir.

talik edilen / tâlik edilen

  • Asılan.

talik edilmiş / tâlik edilmiş

  • Asılmış.

talikan / tâlikan

  • Askıya alarak, bekleterek.

talim-i ahlak / tâlim-i ahlâk

  • Ahlâk dersi, eğitimi.

tallahi / tallâhi

  • Anlamı kuvvetlendirme için vallahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü.

tam fena / tam fenâ

  • Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ.

tam şehid / tam şehîd

  • Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman.

tama / tamâ

  • Açgözlülük, aşırı istek.

tama' / tamâ' / طَمَعْ

  • Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.
  • Aç gözlülük, şiddetli arzu.
  • Aç gözlülük, hırsla isteme.
  • Aç gözlülük.

tama'kar / tama'kâr / طمعكار

  • Aç gözlü. Cimri.
  • Açgözlü. (Arapça - Farsça)

tamah

  • Açgözlülük, hırs.
  • Açgözlülük.

tamahkar / tamahkâr

  • Aç gözlü, cimri.

tamahkarane / tamahkârâne

  • Aç gözlü bir şekilde.

tamahkarlık / tamahkârlık

  • Aç gözlülük, cimrilik.

tamakarane / tamâkârane

  • Açgözlü biri gibi.

tangim

  • Avazlandırmak, seslendirmek.

tannaz / tannâz / طناز

  • Alaya alan, eğlenen. (Arapça)

tansis

  • Açıklama, bildirme, tayin etme.

tanz / طنز

  • Alaya alma, eğlenme. (Arapça)

tarab-enduz

  • Ahenk kazanan.

taraf-ı ilahi / taraf-ı ilâhî

  • Allah tarafı.

taraf-ı ilahiden / taraf-ı ilâhîden

  • Allah tarafından.

taraf-ı lahuti / taraf-ı lâhutî

  • Allah tarafı, İlâhî taraf.

tardiye

  • Allah râzı olsun demek.

tarf / طرف

  • Akış. (Arapça)

tarh / طَرْحْ

  • Atma, çıkarma.

tarifiyle / târifiyle

  • Arapça belirlik takısı olan "el" ile birlikte gelmesiyle.

tarih-i arabi / tarih-i arabî

  • Arap takvimine göre belirlenen tarih.

tarihçe-i hilafet-i abbasiye / tarihçe-i hilâfet-i abbasiye

  • Abbasi hilâfeliğinin tarihçesi.

tarik-i acz ve fakr

  • Âcizlik ve fakirlik yolu.

tarik-i acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür / tarîk-i acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür

  • Acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolu.

tarik-i ahiret / tarik-i âhiret

  • Âhiret yolu.

tarik-i akıl

  • Aklın yolu, aklın izlediği yol.

tarik-i cehir / tarîk-i cehir

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.

tarik-i cehri / tarîk-i cehrî

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)

tarik-i cehriye / tarîk-i cehriye / طَرِيقِ جَهْرِيَه

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.
  • Allah'ı açıktan zikri esas alan tarikat.

tarik-i istiğrakkarane / tarîk-i istiğrakkârâne

  • Allah aşkıyla kendinden geçme yolu.

tarik-i tefehhüm

  • Anlayış yolu, tarzı.

tariye

  • Ansızın gelen belâ, dâhiye.

tarz-ı beyan

  • Açıklama tarzı.

tarz-ı cereyan

  • Akış tarzı, hareket tarzı.

tarz-ı ibare

  • Açıklama şekli, ifade tarzı.

tarz-ı ihsanat-ı ilahiye / tarz-ı ihsanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın ihsanı, iyilik tarzı.

tarz-ı tefehhüm

  • Anlayış tarzı.

tarz-ı telakki / tarz-ı telâkki / tarz-ı telakkî / طَرْزِ تَلَقّ۪ي

  • Anlayış tarzı.
  • Anlayış, kabûl tarzı.

tasabi

  • Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak.

tasalli

  • Ateşte yanmak.

tasarruf-u hallakıyet / tasarruf-u hallâkıyet

  • Allah'ın varlıkları istediği şekilde yaratma faaliyeti.

tasarruf-u ilahi / tasarruf-u ilâhî

  • Allah'ın maddî âlemde dilediği gibi tasarrufta bulunması, dilediğini yapması.

tasarruf-u kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretinin tasarrufu.

tasarrufat-ı celaliye / tasarrufât-ı celâliye

  • Allah'ın sonsuz haşmetini yansıtan işleri, icraatları.

tasarrufat-ı kudret / tasarrufât-ı kudret

  • Allah'ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması.

tasarrufat-ı kudret-i ilahiye / tasarrufât-ı kudret-i ilâhiye

  • Allah'ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler.

tasarrufat-ı rububiyet / tasarrufât-ı rububiyet

  • Allah'ın her şeyi dilediği gibi kullanması ve yönetmesi.

tasavvu'

  • Ayrılmak, perâkende olmak.

tasavvuf

  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ

tasdik-i akli / tasdik-i aklî

  • Aklen doğrulama.

tasdiye

  • Alkış. El çırpma.

tasfiye / تَصْفِيَه

  • Arındırma.

tasrid

  • Azaltmak.

tasrih / tasrîh / تصریح / تَصْر۪يحْ

  • Açıklama.
  • Açıkça anlatma.
  • Açıkça belirtme. (Arapça)
  • Tasrîh etmek: Açıkça belirtmek. (Arapça)
  • Açıkça ifade etme.

tasrih etme

  • Açıkça ifade etme.

tasrih etmek

  • Açıklamak, açıkça bildirmek.

tasrihat / tasrihât

  • Açık açık anlatmalar.
  • Açıkça anlatmalar.

tasrihen / tasrîhen / تصریحا

  • Açıkça belirterek.
  • Açık olarak, açıktan bildirerek.
  • Açıkça bildirerek. (Arapça)

tatalluk

  • Açılmak.

tatbik-i amel / tatbîk-i amel / تَطْبِيقِ عَمَلْ

  • Amel ve işini uygulama.

tatfif

  • Alırken dolgun, verirken eksik ölçmek.

tatil / tâtil

  • Allah'ı inkâr etme.

tavaddu'

  • Abdest almak.

tavaif-i müluk / tavaif-i mülûk

  • Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler.

tavassut / توسط / تَوَسُّطْ

  • Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak, bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma.
  • Aracılık, vasıtalık.
  • Aracılık. (Arapça)
  • Tavassut etmek: Aracılık etmek, aracı olmak. (Arapça)
  • Aracılık.

tavazzu'

  • Abdest alma.

tavazzuh / تَوَضُّحْ

  • Açıklığa kavuşma, aydınlanma.
  • Açıklanma, aydınlanma.
  • Açıklığa kavuşma.

tavdi'

  • Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek.

tavk

  • Arzu etmek, istemek.

tavla / تَاوْلَا

  • Ahır.
  • Ahır.
  • Ahır.

tavr-ı acib / tavr-ı acîb

  • Acayip tavır, davranış.

tavr-ı akıl / طَوْرِ عَقِلْ

  • Aklın kabul edebileceği durum.
  • Akıl ölçüsü.

tavr-ı akl

  • Akıl ölçüsü, akıl sınırı.

tavş

  • Akıl hafifliği, akıl azlığı.

tavsifat-ı rabbaniye / tavsifât-ı rabbâniye

  • Allah'ın vasıflandırarak bahs etmesi.

tavtie

  • Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.

tavy

  • Açlık.

tavzih / tavzîh / توضيح

  • Açıklama.
  • Açıklamak, açık olarak bildirmek.
  • Açıklamak, izah etmek.
  • Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak.
  • Açıklama. (Arapça)
  • Tavzîh etmek: Açıklamak, açıklığa kavuşturmak. (Arapça)

tavzihat / tavzîhat / توضيحات

  • Açıklamalar. (Arapça)

tayib / tâyib

  • Ayıplama.
  • Ayıplama.

tayin edilen

  • Atanan, görevlendirilen.

tayr-ı müsebbih ve hamid / tayr-ı müsebbih ve hâmid

  • Allah'ı tesbih eden ve şükreden kuş.

tayy / طَيّ

  • Atlama, çıkarma, atma.
  • Atlama, kaldırma.
  • Atlama, dürme.

tayyetme

  • Atlama.

tayyetmek

  • Atlamak; uzun mesafeleri kısa zamanda geçip gitmek.

tazib / tâzib

  • Azap etme.
  • Azap, eziyet verme.

tazib etme

  • Azaplandırma, eziyet verme.

tazif / tâzif

  • Artırma.

tazip / tâzip

  • Azap verme, cezalandırma.

tazip eden / tâzip eden

  • Azap veren, cezalandıran.

tazip etme

  • Azap verme.

tazip etmek

  • Azap vermek, eziyet etmek.

tazir / tâzir

  • Azarlama.

taziyan / tâziyân / تازیان

  • Araplar. (Farsça)

taziyane-i ta'zib

  • Azab vermek, azablandırmak kamçısı.

te'lif-i beyn

  • Ara bulma, barıştırma, uzlaştırma.

te'nis / te'nîs / تأنيس

  • Alıştırma, ünsiyet ettirme.
  • Alıştırma. (Arapça)

te'vilkarane / te'vilkârâne

  • Aşırı yoruma giderek, saptırarak.

teabbüs

  • Abes yüzlü olmak.

teakkul

  • Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

teakub / teâkub

  • Arka arkaya gelme, takip etme.

teakubi / teâkubî

  • Arka arkaya gelme, sırayla birbirini takip etme şeklinde.

teala ve tekaddes / teâlâ ve tekaddes

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.

tealallah

  • Allah yükseltsin!

teali-i ahlak / teâli-i ahlâk

  • Ahlâk yüceliği, yüksek ahlâk.

teami / teâmî

  • Anlamaz gibi görünme.

teamül / teâmül

  • Alışılmış biçim.

teamülat / teâmülât / تعاملات

  • Alışılagelmiş uygulamalar. (Arapça)

tearrüf

  • Araştırarak öğrenme.

teati / teâti

  • Alıp verme.

teattus

  • Aksırma.

teayyüb

  • Ayıplamak.

teayyün

  • Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.

tebarekallah / tebârekâllah

  • Allah mübarek etsin.

tebareke ve teala / tebâreke ve teâlâ

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.

tebarüz / tebârüz

  • Açıkça ortaya çıkma, görünme.

tebaruz etmek

  • Açığa çıkmak, görünmek.

tebarüz etmek

  • Açık bir şekilde ortaya çıkmak.

tebarüz ettiren

  • Açıkça ortaya çıkaran, gösteren.

tebarüz-ü uluhiyet / tebarüz-ü ulûhiyet

  • Allah'ın yaratıcılık ve herşeye hâkimiyetinin kendisini göstermesi.

tebatu'

  • Ağır davranma. Ağır hareket etme.

tebcil

  • Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.
  • Ağırlama, yüceltme.

tebcilen

  • Ağırlıyarak, tâzimen.

tebei / tebeî

  • Asıl olmayan, dolaylı.

tebellüğ / تبلغ

  • Anlayıp almak.
  • Alma. (Arapça)
  • Tebellüğ etmek: Bizzat almak. (Arapça)

teberri

  • Arınma, uzaklaşma.

teberrür

  • Allah rızasına çalışma.

tebhit

  • Ağlatmak.

tebiz / tebîz

  • Ayırma, bölme.

tebkir

  • Acele etmek.

tebkit

  • Azarlama, ağlatma, delil getirerek susturma.
  • Azarlama, susturma.

tebliğ-i umur

  • Allah'ın emirlerini başkalarına ulaştırma, bildirme.

tebrie / تبرئه

  • Arındırma.
  • Arındırma, temize çıkarma. (Arapça)
  • Tebrie etmek: Temize çıkarmak. (Arapça)

tebyin

  • Açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma.

tecahür

  • Aşikâre olmak, açık ve belli olmak.

tecanüs / tecânüs

  • Aynı türden olma.

tecelli-i azamet-i kudret / tecellî-i azamet-i kudret

  • Allah'ın kudretinin büyüklüğünün tecellîsi, yansıması.

tecelli-i cemal / tecellî-i cemâl

  • Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.

tecelli-i ehadiyet / tecellî-i ehadiyet

  • Allah'ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi.

tecelli-i esma ve sıfat / tecellî-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîsi, yansıması.

tecelli-i iktidar / tecellî-i iktidar

  • Allah'ın kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i ism-i azam / tecellî-i ism-i âzam

  • Allah'ın en büyük isminin yansıması.

tecelli-i kübra-yı adl ve hikmet / tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmet

  • Adaletin ve hikmetin büyük tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kudret / tecellî-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kudret ve hikmet / tecellî-i kudret ve hikmet

  • Allah'ın kudret ve hikmet görüntüsü.

tecelli-i kudret ve irade / tecellî-i kudret ve irade

  • Allah'ın irade ve kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i rububiyet / tecellî-i rububiyet

  • Allah'ın rububiyetinin, terbiye ve idare ediciliğinin yansıması.

tecelli-i saltanat-ı uluhiyet / tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet

  • Allah'ın ilâhlık saltanatının yansıması.

tecelli-i sıfat / tecellî-i sıfat

  • Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.

tecelli-i sıfat ve ef'al / tecellî-i sıfât ve ef'âl

  • Allah'ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi.

tecelli-i sırr-ı ehadiyet / tecellî-i sırr-ı ehadiyet / تَجَلِّئِ سِرِّاَحَدِيَتْ

  • Allah'ın birlik sırrının herbir varlıkta görünmesi.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesinin sırrı.

tecelli-i vahdet / tecellî-i vahdet

  • Allah'ın birliğinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i zat / tecellî-i zât

  • Allah'ın zâtının tecelli etmesi ve görünmesi.

tecelliyat-ı celaliye / tecelliyât-ı celâliye

  • Allah'ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü.

tecelliyat-ı cemaliye / tecelliyât-ı cemâliye

  • Allah'ın sonsuz güzelliğinin yansımaları, görüntüleri.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik ve mükemmellikle ilgili sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı esma / tecelliyât-ı esmâ

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı esma-i ilahiye / tecelliyât-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı icadiye / tecelliyât-ı icadiye

  • Allah'ın yarattığı eserler, icad görüntüleri.

tecelliyat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı samedaniye / tecelliyât-ı samedâniye

  • Allah'ın herşeyin Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren yansımaları.

tecelliyat-ı seyyal / tecelliyât-ı seyyâl / تَجَلِّيَاتِ سَيَّالْ

  • Akıp giden tecelliler.

tecelliyat-ı seyyale / tecelliyat-ı seyyâle

  • Akıp giden yansımalar, görünümler.

tecelliye-i celaliye / tecelliye-i celâliye

  • Allah'ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi.

tecezzi / tecezzî

  • Ayrışma, ufalanma.

techil

  • Atın ayaklarını beyazlatmak.

techizat-ı askeriye / techizât-ı askeriye

  • Askerî donanım.
  • Askerî teçhizat, askerî donatım.

teçhizat-ı askeriye

  • Askeri donanım.

tecnid

  • Askerleri sıraya koyma, sıralama.

tecyiş

  • Askerleri dizmek.

tedenni / tedennî

  • Alçalma, inme.
  • Alçalma, gerileme.

tedenniyat / tedenniyât

  • Alçalmalar, gerilemeler.
  • Alçalmalar.

tederrüb

  • Alışma, ülfet peydâ etmek.

tederrüc

  • Adım adım ilerleme.

tedlis

  • Aldatmak.

tedri-i cüyuş

  • Askerlere zırh giydirme.

tedriç

  • Azar azar, derece derece.

tedricen

  • Azar azar.

tedrici / tedricî

  • Aşama aşama, basamaklar halinde.

teellüm / تَأَلُّمْ

  • Acı hissetme.
  • Acı çekme.

teellüm-ü firak

  • Ayrılık acısı.

teellümat / teellümât

  • Acı hissetmeler.

teenni / teennî / تَأَنّ۪ي

  • Acele etmeden düşünerek iş görme, dikkatli davranma.
  • Acele etmeme.

tefahhul

  • Aygırlanmak.

tefahhuş / تَفَحُّشْ

  • Ahlâksızlaşma.

tefakkud / تفقد

  • Arkasını arayıp sorma. (Arapça)

tefarik / tefârik

  • Ayırmalar, ufak şeyler.

tefasil / tefâsîl / تفاصيل

  • Ayrıntılar. (Arapça)

tefehhüm / تفهم / تَفَهُّمْ

  • Anlayış.
  • Anlama. (Arapça)
  • Tefehhüm etmek: Anlamak, farkına varmak. (Arapça)
  • Anlama.

tefekkür

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme.

tefekkür etmek

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünmek.

tefekkür-ü akli / tefekkür-ü aklî

  • Akıl yoluyla tefekkür etmek, düşünmek.

tefekkür-ü arabi / tefekkür-ü arabî

  • Arapça tefekkür, düşünme.

tefekkür-ü hakiki / tefekkür-ü hakikî

  • Asıl, gerçek tefekkür.

tefekkürname / tefekkürnâme

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmeye sevk edici eser, yazı.

teferru'at / teferru'ât / تفرعات

  • Ayrıntılar. (Arapça)

teferruat / teferruât / تَفَرُّعَاتْ

  • Ayrıntılar.
  • Ayrıntılar.
  • Ayrıntılar.

tefessud

  • Akmak.

tefhim / tefhîm / تفهيم

  • Anlatmak. Bildirmek.
  • Anlatma.
  • Anlaşılmasını sağlama.
  • Anlatma. (Arapça)
  • Tefhîm etmek: Anlatmak. (Arapça)

tefhim etmek

  • Anlatmak.

teflic

  • Açmak.

tefri'

  • Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme.

tefrii / tefriî

  • Ayrıntılamakla ilgili.

tefrik / تفريق / tefrîk / تفریق / تَفْر۪يقْ

  • Ayırma, seçme.
  • Ayırma.
  • Ayırma, ayırdetme. (Arapça)
  • Tefrîk edilmek: Ayırılmak, ayırt edilmek. (Arapça)
  • Tefrîk etmek: Ayırmak, ayırt etmek. (Arapça)
  • Tefrîk olunmak: Ayrılmak. (Arapça)
  • Ayırma.

tefrik edici

  • Ayırıcı.

tefrik etme

  • Ayırma.

tefrik etmek

  • Ayırmak.

tefrika / تَفْرِقَه / tefrîka / تَفْر۪يقَه

  • Ayrılık, bölünme.
  • Ayrılık, dizi yazı.
  • Ayrılma, dağılma, anlaşmazlık.
  • Ayrılık, anlaşmazlık.

tefris

  • Acıktırmak.

tefrit / tefrît / تفریط

  • Aşırılık. (Arapça)

tefsir / تفسير

  • Açıklama.

tefsir eden

  • Açıklayan, yorumlayan.

tefsir etmek

  • Açıklamak, yorumlamak.

tefsir-i arabi / tefsir-i arabî

  • Arapça tefsir.

tefsir-i vazıh / tefsir-i vâzıh

  • Açık tefsir.

tehadu'

  • Aldanmış gibi görünme.

teharrub

  • Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması.

tehavün

  • Ağırdan alma.

tehekküm

  • Alay etme, hafife alma, küçümseme.
  • Alay, azarlama.

tehekkümen

  • Alay için, tehekküm suretiyle.

tehevvün

  • Aşağılanma.

tehevvüs-ü süfli / tehevvüs-ü süflî

  • Alçakça arzu ve heveslere kapılma.

teheyyün

  • Asan olmak, kolay olmak.

tehlib

  • Atın kuyruğunun kılını kesmek.

tehtehe

  • Ağır söylemek, sert konuşmak.

tehzib-i ahlak / tehzib-i ahlâk

  • Ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme.

tehzil / tehzîl / تهزیل

  • Alaya alış. (Arapça)

tekabbelallah

  • Allah kabul etsin (meâlinde duâ).

tekabbellah

  • Allah kabul etsin mânâsına gelen bir dua ifadesi.

tekalif-i ilahiye / tekâlif-i ilâhiye

  • Allah'ın yüklediği sorumluluklar.

tekarüm / tekârüm

  • Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma.

tekbir / تكبير / tekbîr

  • Allah'ın büyüklüğünü ilan.
  • Allahuekber deme. (Arapça)
  • Tekbîr getirmek: Allahuekber demek. (Arapça)

tekdir / tekdîr / تَكْد۪يرْ

  • Azarlama.
  • Azarlama, kederlenme.
  • Azarlama.

tekeffül-ü rabbani / tekeffül-ü rabbânî

  • Allah'ın üzerine alması, kefil olması.

tekellüm-ü hacer ve şecer

  • Ağaç ve taşın konuşması.

tekellüm-ü ilahi / tekellüm-ü ilâhî / تَكَلُّمُ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın konuşması.
  • Allâhın konuşması.

tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvan

  • Ağaçların, taşların ve hayvanların konuşması.

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.

tekemmül-ü mebadi / tekemmül-ü mebâdî

  • Alt yapının gelişmesi; bir şeyin başlangıç prensiplerinin ve temellerinin zaman içinde gelişmesi, mükemmeleşmesi.

tekemmüş

  • Acele etme.

teklif-i ilahi / teklif-i ilâhî

  • Allah'ın teklifi, yani emirleri.

teklif-i mala-yutak / teklif-i mâlâ-yutak

  • Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif.

tekmim

  • Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek.

tekrar-ı ayet / tekrar-ı âyet

  • Âyetin tekrarı.

tekrim-i evliya

  • Allah dostlarına hürmet etme, saygı gösterme.

tekvin-i alem / tekvin-i âlem

  • Âlemin yaratılması, var edilmesi.

telakki / telâkkî / telakkî / تلقى / تلقي

  • Anlayış, anlama.
  • Anlayış, görüş, değerlendirme. (Arapça)
  • Telakkî etmek: Anlamak, değerlendirmek. (Arapça)
  • Anlama.

telakki etme / telâkki etme

  • Anlama, idrak etme.

telakkiyat / telâkkîyât

  • Anlayışlar, anlamalar.

telakkuh / telâkkuh

  • Aşılama, dölleme.

telehhüf

  • Ah etme.

teleyyüs

  • Arslan yürekli olma, arslan yürüyüşlü olma.

telh / تلخ

  • Acı. (Farsça)
  • Acı. (Farsça)

telhbar / telhbâr

  • Acı olan meyve. Meyvesi acı olan. (Farsça)

telhgu / telhgû

  • Acı söyleyen. (Farsça)

telhgüftar

  • Acı sözlü. (Farsça)

telhi / telhî

  • Acılık.

telkih / telkîh / تلقيح / تَلْق۪يحْ

  • Aşılama.
  • Aşılama. (Arapça)
  • Aşılama.

telkihat

  • Aşılamalar.

telkin

  • Aşılama.

telkinat

  • Aşılamalar.

telmih

  • Ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma.

telvih

  • Açıklama, kinayeli söyleyiş.

telvihen

  • Açıklayarak.

telvihi / telvihî

  • Açıklamalı.

temadi eden / temâdi eden

  • Art arda devam eden.

temalü'

  • Arkadaş olmak.

temaşagah-ı san'at-ı ilahiye / temâşâgâh-ı san'at-ı ilâhiye

  • Allah'ın san'atlarına ibretle bakılan yer.

temayül-ü adalet / temâyül-ü adalet

  • Adaleti uygulamaya yönelik eğilim gösterme.

temayüz / temâyüz / تَمَايُزْ

  • Ayrılma, öne çıkma.

temayüz eden

  • Ayrıcalıklı olan, ayrılan.

temcid / temcîd

  • Allahın büyüklüğünü bildirme.
  • Allah'ın büyüklüğünü bildirmek. Ta'zim ve senâ etmek. Ramazan'da sahura kalkmak.

temenni / temennî / تَمَنّ۪ي

  • Arzu.

temerrüş

  • Az miktar su.

temeyyüz / تَمَيُّزْ

  • Ayrılma, öne çıkma.

temin-i adalet / temin-i adâlet

  • Adalet sağlama, gerçekleştirme.

temkinli

  • Ağırbaşlı, ihtiyatlı hareket etme.

temrin / temrîn / تمرین

  • Alıştırma.
  • Alıştırma, egzersiz. (Arapça)

temrir

  • Acılık verme.

temsil / temsîl

  • Analoji, kıyaslama tarzında benzetme.

temsilat-ı sitte / temsilât-ı sitte

  • Altı temsil.

temyiz / temyîz / تَمْي۪يزْ

  • Ayırt etme.
  • Ayırma, seçme.
  • Ayırma, seçme, iyiyi kötüden ayırd etme.
  • Ayırt etme.

temyiz etmek

  • Ayırt etmek.

temyizen

  • Ayırarak, seçerek.

tenabüz

  • Ahidlerini bozmak, sözlerinde durmamak.

tenadür

  • Azalma, nâdirleşme.

tenakür / tenâkür / تناكر

  • Antipati. (Arapça)

tenakus / tenâkus / تَنَاقُصْ

  • Azalma.

tenaşir

  • Acemi yazısı, çocuk yazısı.

tenbik

  • Ağaçları aynı hizâda dikmek.

tenevvür / تنور / تَنَوُّرْ

  • Aydınlanma, nurlanma.
  • Aydınlanma. (Arapça)
  • Tenevvür etmek: Aydınlanmak. (Arapça)
  • Aydınlanma.

tenezzül eden

  • Aşağıya inen.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülen / تنزلا

  • Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.
  • Alçakgönüllülükle. (Arapça)

tengçeşm

  • Açgözlü. (Farsça)

tenkidat-ı ukala / tenkidât-ı ukalâ

  • Akıllıların tenkitleri, eleştirileri.

tenkil / tenkîl

  • Ağır bir şekilde cezalandırma.

tenkis / tenkîs / تنقيص

  • Azaltma, eksiltme. (Arapça)

tenkisat / tenkîsât / تنقيصات

  • Azaltmalar, eksiltmeler. (Arapça)

tensik

  • Açıklama.

tenşir

  • Açıp yayma. Serpme.

tenvat

  • Atın yanına asılan şeyler.

tenvil

  • Atâ, bahşiş, hediye.

tenvin

  • Arapça gramerinde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hali.

tenvir / tenvîr / تَنْو۪يرْ

  • Aydınlatma, nurlandırma.
  • Aydınlatma.

tenvir buyuran

  • Aydınlatan.

tenvir buyurmak

  • Aydınlatmak.

tenvir eden

  • Aydınlatan, nurlandıran.

tenvir etme

  • Aydınlatma.

tenvir etmek

  • Aydınlatmak.

tenvirat

  • Aydınlatmalar, nurlandırmalar.

tenviriye

  • Aydınlatma.

tenzih / tenzîh / تنزیه

  • Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.
  • Arındırma, uzak tutma, kusur kondurmama. (Arapça)
  • Tenzîh etmek: Uzak tutmak, kusur kondurmamak. (Arapça)

terahhum / ترحم

  • Acıma, merhamet etme. (Arapça)
  • Terahhum etmek: Acımak, merhamet etmek. (Arapça)
  • Terahhum kılmak: Acımak, merhamet etmek. (Arapça)

terahhumen

  • Acıyarak, merhamet ederek.

terakkud

  • Acele etmek.

teranezar / teranezâr

  • Ahenkli ve cümbüşlü yer. (Farsça)

teravuh

  • Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak.

terbil

  • Ayırmak.

terbiye

  • Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek.

terbiye-i ahlakiye / terbiye-i ahlâkiye

  • Ahlâk terbiyesi.

tercüman-ı ayat / tercüman-ı âyât

  • Âyetlerin, delillerin tercümanı.

tercüman-ı kelam-ı ezeli / tercüman-ı kelâm-ı ezelî

  • Allah'ın ezelî kelâmının tercümanı, Hz. Muhammed.

tercüman-ı kenz ü vahdet

  • Allah'ın birliğinin ve hazinesinin tercümanı.

terdifen

  • Arkasından yürüterek. Katarak.

tereffüh

  • Aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama.

terennüm / تَرَنُّمْ

  • Ahenkli ve güzel sesle söyleme.

teres

  • Alçak, kâfir.

tereyy

  • Açık olmak.

terfik

  • Arkadaş etme, arkadaş olmasını sağlama.
  • Arkadaş etme.

terhis

  • Askeri sivil, serbest hayata geçirmek. İzin ve ruhsat vermek. Serbest bırakmak.

terhisat-ı askeriye

  • Askerlikten terhis etmeler.

terk-i adet / terk-i âdet

  • Alışkanlığı terk etme.

terk-i masiva / terk-i mâsivâ

  • Allah'tan başka herşeyi terketmek.
  • Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak.

terk-i ukba / terk-i ukbâ

  • Âhiretteki mükâfatları terketmek, düşünmemek.

terkil

  • Ayağıyla veya tırnağıyla vurmak.

terliye

  • Akılsız yapmak.

terzil etmek

  • Aşağılamak, rezil ve alçak göstermek.

teşahhub

  • Akmak, seyelan etmek.

tesakul

  • Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme.

tesakutan

  • Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle.

tesavüm

  • Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak.

tesbih

  • Allah'ı her türlü noksan ve kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbih eden

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tesbih-i ilahi / tesbih-i ilâhî

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat / tesbihât

  • Allah'ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi.

tesbihat-ı ilahiye / tesbihât-ı ilâhiye

  • Allah'ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler.

tesbihat-ı rabbaniye / tesbihat-ı rabbâniye

  • Allah'ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler.

teşci-i gavs-ı azam / teşci-i gavs-ı âzam

  • Abdülkadir Geylanî'nin (k.s.) teşviki.

tesdis / tesdîs / تسدیس

  • Altılama. (Arapça)

teşeccür

  • Ağaçlanma, ağaçlaşma.

teşedduk

  • Ağzın köşesiyle konuşmak.

tesehhur

  • Alay etme, maskaraya alma.

teşekkiyat-ı firak / teşekkiyât-ı firâk

  • Ayrılıktan gelen şikayetler.

teselli / tesellî / تسلى

  • Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.
  • Avunma, avutma.
  • Avutma. (Arapça)
  • Tesellî vermek: Avutmak. (Arapça)

teselli etmek

  • Acısını dindirmek.

teselli vermek

  • Avutmak, acısını dindirmek.

teselli-pezir

  • Avutulabilir, avundurulabilir. (Farsça)

teselli-yab / teselli-yâb

  • Avunan, avutulan, teselli bulan. (Farsça)

tesellikar / tesellîkâr / تسلى كار

  • Avutan, teselli veren. (Arapça - Farsça)

tesellu'

  • Ahmak olmak.

teselsül / تَسَلْسُلْ

  • Ard arda gelme.

tesettürsüzlük

  • Açık saçıklık.

teşevvüşat-ı akliye

  • Akılın karmakarışık olması, bulanması.

teşfiye

  • Allah'ın izniyle hastaları iyileştirmek, şifaya vesile olmak.

teshir-i ilahi / teshir-i ilâhî

  • Allah'ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi.

teşhis

  • Ayırma.

tesis-i münasebet

  • Alâka, ilişki kurma.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye / teşkilât-ı esâsiye / تَشْك۪يلاَتِ اَسَاسِيَه

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.
  • Anayasa.

teşkilat-ı esasiye kanunu / teşkilât-ı esasiye kanunu

  • Anayasa.

teslihat-ı askeriye / teslihât-ı askeriye

  • Askerin silâhlandırılması.

tesliye

  • Avutma, teselli etme.

tesliyet

  • Avutma, teselli verme.

tesliyet-bahş

  • Avutucu, teselli verici. (Farsça)

tesliyet-kar / tesliyet-kâr

  • Avutucu, teselli verici. (Farsça)

tesmit

  • Aksıran kimselere: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" demek.

teşmit / teşmît

  • Aksıran kimseye: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" deme.
  • Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ sana merhâmet etsin" demek.

tesmiye / تسميه

  • Adlandırma. (Arapça)
  • Tesmiye edilmek: Adlandırılmak, denilmek. (Arapça)
  • Tesmiye etmek: Adlandırmak, demek. (Arapça)
  • Tesmiye olunmak: Adlandırılmak, denilmek. (Arapça)

tesmiye edilen

  • Adlandırılan.

teşmiyet

  • Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek. (Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek.
  • Aksırana dua etmek.

teşniat

  • Ayıplamalar, çirkin bulmalar.

teşnir

  • Ayıp vermek.

teşrih

  • Açma, açıklama.

teşrih etme

  • Açıklama.

teşrihat

  • Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak.
  • Açıklamalar.

teşrik tekbiri / teşrik tekbîri

  • Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.

tesyil

  • Akıtma. Akıtılma. Sel gibi akıtılma.

teşzib

  • Ağaç budamak.

tetebbu / tetebbû

  • Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak.
  • Araştırma, inceleme.

tetebbu'

  • Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.

tetebbuat / tetebbuât

  • Araştırıp incelemeler.
  • Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
  • Araştırıp incelemeler.

tetim

  • Aşkla söylemek.

tevağğul

  • Aşırı derecede dalma, meşgul olma.

tevaif-i müluk / tevâif-i mülûk

  • Abbasî Devletinin parçalanmasıyla meydana gelen küçük devletler.

tevari-i kamer

  • Ayın gizlenmesi, görünmez olması.

tevatüren

  • Ağızdan ağıza yayılarak. Tevatür suretiyle.

tevazu / tevâzu / تواضع

  • Alçakgönüllülük.
  • Alçakgönüllülük, isteyerek mertebesinin altında görünme.
  • Alçak gönüllülük.
  • Alçakgönüllülük. (Arapça)

tevazu ve mahviyet

  • Alçakgönüllülük.

tevazu' / tevâzu' / تَوَاضُعْ

  • Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli.
  • Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemek.
  • Alçak gönüllülük.

tevazukarane / tevazukârâne

  • Alçakgönüllülükle.

tevbih / tevbîh / توبيخ / تَوْبِيخْ

  • Azarlama. Levm etme.
  • Azarlama, kınama.
  • Azarlama.
  • Azarlama, tekdîr.
  • Azarlama, azar. (Arapça)
  • Tevbîh olunmak: Azarlanmak. (Arapça)
  • Azarlama.

teveccüh-ü ehadiyet / تَوَجُّهُ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın herbir varlığa ayrı ayrı ve doğrudan teveccühü.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılıp görünerek yönelmesi.

teveccüh-ü ilahi / teveccüh-ü ilâhî / تَوَجُّهُ اِلٓهِي

  • Allah'a yöneliş.
  • Allahın beğenerek (rahmetiyle) yönelmesi.

teveddüd-ü ilahi / teveddüd-ü ilâhî

  • Allah'ın Kendini sevdirmesi.

teveddüdat

  • Allah'ın kullarına kendisini sevdirmek için sunduğu nimetler.

tevekkelnaalallah / tevekkelnâalallah

  • Allaha tevekkül ettik.

tevekkeltü alallah

  • Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir).

tevekkeltüalallah

  • Allaha tevekkül ettim.

tevekkül

  • Allah'a dayanma ve güvenme.
  • Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi.
  • Allah'a güvenmek, kadere razı olmak, işi Allah'a bırakmak.

tevfik / tevfîk

  • Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.

tevfik-i hüda / tevfîk-i hüdâ

  • Allah'ın yardımı.

tevfik-i ilahi / tevfik-i ilâhî

  • Allah'ın yardımı.

tevfik-i ilahiye / tevfik-i ilâhiye

  • Allah'ın yardımı.

tevhid / tevhîd / تَوْح۪يدْ

  • Allah'ın birliği.
  • Allahı birleme.

tevhid-i azam / tevhid-i âzam

  • Allah'ın birliğinin en büyük şekilde tecelli etmesi.

tevhid-i celali / tevhid-i celâli

  • Allah'ın haşmet ve heybetiyle tek ve bir olması ve hiçbir şekilde ve keyfiyette ortağının bulunmaması.

tevhid-i hakiki / tevhîd-i hakîki

  • Araştırarak, delilleriyle Allah'ın birliğini kabul etme.

tevhid-i ilahi / tevhid-i ilâhî / tevhîd-i ilâhî / تَوْحِيدِ اِلٓهِي

  • Allah'ın birliği.
  • Allahı birleme.

tevhid-i kayyumiyet / tevhid-i kayyûmiyet

  • Allah'tan başka varlıkları ayakta tutup varlıklarını devam ettiren kuvvet ve kudretin olmaması.

tevhiye

  • Acele etmek.

tevkid

  • Ateş tutuşturma.

tevkif

  • Alıkoyma, durdurma.

tevrik

  • Ağacın yapraklanması.

tevsim

  • Adlandırma, mühürleme.

tevvab / tevvâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

tevzin-i adalet

  • Adaletin her şeyi teraziye alması; her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesindeki ölçü, tartı, denge.

tezahhür

  • Arkalanmak.

tezahür-ü rububiyet / tezahür-ü rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi.

tezahürat-ı cemaliye / tezahürat-ı cemâliye

  • Allah'ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri.

tezahürat-ı cemaliye ve celaliye / tezahürât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın sonsuz güzelliğiyle birlikte heybet ve haşmetinin yansımaları.

tezahürat-ı rububiyet / tezahürât-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olması.

tezayüd / tezâyüd / تزاید

  • Artma, çoğalma. (Arapça)
  • Tezâyüd etmek: Artmak, çoğalmak. (Arapça)

tezayüd etme

  • Artma.

tezayül

  • Ayrılmak.

tezciye

  • Az nesne.

tezellül / تَذَلُّلْ

  • Alçalma.
  • Alçalma.

tezellül etme

  • Alçalma, kendisini küçük düşürme.

tezerruk

  • Ayrılmak, dağılmak.

tezevvüd

  • Azıklanma. Yanına yiyecek alma.

tezkar / tezkâr / تذكار

  • Anma, zikretme.
  • Anma hatırlama. (Arapça)
  • Tezkâr eylemek: Hatırlatmak. (Arapça)

tezlil / tezlîl / تذليل

  • Aşağılama, hor ve hakir görme.
  • Aşağılama, zelil etme. (Arapça)

tezlil etme

  • Aşağılama, küçük görme, horlama.

tezvir / tezvîr / تزویر

  • Arabozuculuk. (Arapça)

tezyid / tezyîd / تزیيد

  • Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma.
  • Arttırma.
  • Arttırma. (Arapça)
  • Tezyîd etmek: Arttırmak. (Arapça)
  • Tezyîd olunmak: Arttırılmak. (Arapça)

tezyid eden

  • Arttıran.

tezyid etmek

  • Arttırmak.

tezyid eyleme

  • Arttırma, geliştirme.

tezyifat

  • Alay etmeler, küçük düşürmeler.

tezyifkarane / tezyifkârâne

  • Alay ederek, küçük düşürerek.

tezyil

  • Ayırmak.

thalik

  • Asma, geciktirme.

  • Arabçada "" harfi. (Tâ) da denir.

tıbb-ı rabbani / tıbb-ı rabbânî

  • Allah'ın Rablığına ait olan tıb ilmi.

tıbk

  • Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi.

tibr

  • Altın parçası. Altın ve gümüş tozu.

tibyan / tibyân

  • Açıklama, anlatma.

ticaret / ticâret

  • Alım-Satım.
  • Alım satım işi.

ticaret-i uhreviye

  • Âhiret ile ilgili ticaret.

ticaretgah / ticaretgâh / ticâretgâh

  • Alışveriş yeri.
  • Alım satım yeri.

tıhane

  • At değirmeni.

tıkde

  • Asmacık adı verilen ufacık taneler.

tilmiz-i avrupa

  • Avrupa öğrencisi; Batı felsefesinden ders alan, hayata bu gözle bakan öğrenci.

tılsım / طِلْسِمْ

  • Anlaşılması zor şey.

tılsım-ı muğlak / tılsım-ı muğlâk / طِلْسِمِ مُغْلَقْ

  • Anlaşılması zor sır, gizem.
  • Anlaşılması zor kapalı şey.

tılsım-ı muğlak-ı alem / tılsım-ı muğlak-ı âlem / طِلْسِمِ مُغْلَقِ عَالَمْ

  • Alemin anlaşılması zor ve kapalı sırrı.

tılsım-ı müşkilküşa / tılsım-ı müşkilküşâ

  • Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım.

tılsım-ı müşkülküşa / tılsım-ı müşkülküşâ

  • Anlaşılması ve çözülmesi zor olan sır, gizem.

timar-hane / timar-hâne

  • Akıl hastahanesi, tımarhâne. (Farsça)

timarhane / tîmârhâne / تيمارخانه

  • Akıl hastanesi. (Farsça)

tırf

  • Atın iyisi.

tiryaki

  • Alışmış, tutkun.

tufeylane / tufeylâne

  • Asalakça.

tufeyli / tufeylî

  • Asalak.

tufu'

  • Ateşin sönmesi.

tuğyan / tuğyân / طُغْيَانْ

  • Azgınlık, sapkınlık.
  • Azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme.
  • Azgınlık.

tuhur

  • Arınıp pâk olmak, temizlenmek.

tündçihre

  • Asık suratlı. (Farsça)

tündmizac / tündmizâc / تندمزاج

  • Asabî mizaçlı. (Farsça - Arapça)

turra-i ehadiyet / طُرَّۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın birliğini herbir şeyde ayrı ayrı gösteren mühür.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi mührü.

turra-i samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatını gösteren özel işaret mühür.

turra-i vahdaniyet / turra-i vahdâniyet / طُرَّۀِ وَحْدَانِيَتْ

  • Allah'ın Zâtının birliğini ve tekliğini gösteren mühür.
  • Allahın birliğinin mührü.

turtube

  • Akçe.

tuşe / tûşe / توشه

  • Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey. (Farsça)
  • Azık. (Farsça)

tuvvel

  • Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.

u'cube / u'cûbe / اعجوبه

  • Acayip, şaşılacak şey. (Arapça)

ubar

  • Ağlama, inilti. (Farsça)

übatir

  • Akrabasını arayıp sormayan kişi.

ubeyde bin cerrah

  • Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.

ubudiyet

  • Allah'a kulluk.

ubudiyyet / ubûdiyyet

  • Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak. Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.

ucb / عجب

  • Ameline güvenme.

ucbe

  • Acaib ve şaşılacak şey.

ucd

  • Atın kuvvetli olması.

ucle

  • Acele ile ve çabuk yapılan iş.

ücret-i uhreviye

  • Âhirette verilecek ücret.

üçüncü medrese-i yusufiye

  • Afyon hapsi.

ugtube

  • Azar, tekdir.

ühkume

  • Alaylı söz veya hal.

uhra / uhrâ

  • Âhiret.

uhrevi / uhrevî / اخروي / اخروی / اُخْرَو۪ي

  • Âhirete ait.
  • Âhiretle ilgili.
  • Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.
  • Âhiretle ilgili.
  • Ahiretle ilgili, öteki dünyaya ait.
  • Ahirete dair.
  • Ahiret ile ilgili. (Arapça)
  • Âhirete âit.

uhreviye / uhrevîye

  • Âhiretle ilgili.
  • Âhiretle ilgili olan.

ukala / ukalâ / عقلا

  • Akıllılar; akıl sahipleri.
  • Akıllılar, akıllılık taslayanlar.
  • Akıl sahipleri. (Arapça)

ukba / ukbâ / عقبى

  • Âhiret.
  • Ahiret. (Arapça)

ukbe bin amir bin kays el-cüheni / ukbe bin amir bin kays el-cühenî

  • Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.

ukruban

  • Akrebin erkeği.

uktua

  • Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.

ukud / ukûd / عقود

  • Akitler. (Arapça)

ukuk

  • Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
  • Anne-babaya itaatsizlik ve saygısızlık.
  • Ana babaya isyan.

ukuk-u valideyn / ukuk-u vâlideyn

  • Anne-babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etme, âsi olma.

ukul / ukûl / عقول

  • Akıllar.
  • Akıllar.
  • Akıllar.
  • Akıllar. (Arapça)

ukul-u nuraniye erbabı / ukûl-u nuraniye erbabı

  • Aydınlanmış akıl sahipleri.

ulema / ulemâ / علما / عُلَمَا

  • Âlimler, bilginler.
  • Âlimler.
  • Âlimler.
  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i
  • Alimler.
  • Âlimler.

ulema heyeti

  • Âlimler kurulu, topluluğu.

ulema meyanında

  • Alimler arasında.

ulema-yı arabiye

  • Arap dil bilimcileri ve edebiyatçıları.

ülfet / الفت / اُلْفَتْ

  • Alışkanlık.
  • Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.
  • Alışma, alışkanlık.
  • Alışkanlık.
  • Alışma.

ülfet peyda etme

  • Alışkanlık kazanma.

ulü'l-azm

  • Azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

ulü-l elbab

  • Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri.

ulü-n nüha

  • Akıllı kimseler.

uluhiyyet

  • Allahlık, ilâhlık.

ulülazm peygamberler

  • Azimet, gayret, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, ve peygamberimiz Hz. Muhammed'e verilen sıfat.

ulum-i akliye / ulûm-i akliye

  • Akıldan hareketle ortaya konulan bilimler.

ulum-i ibtidaiyye / ulûm-i ibtidâiyye

  • Âlet ilimleri; ana ilimleri öğrenmek için yardımcı olan sarf, nahiv, belâgat, mantık vs. gibi ilimler.

ulum-u akliye / ulûm-u akliye

  • Aklî ilimler, akla dayanan ilimler.

ulum-u arabiye / ulûm-u arabiye

  • Arap Dili ve Edebiyatı ilimleri.

umde

  • Ana ilke, prensip.

ümera / ümerâ

  • Âmirler, idareciler.

ümera-yı askeriye / ümerâ-yı askeriye

  • Askerî âmirler, komutanlar.

ümm / ام

  • Anne.
  • Anne, ana. (Arapça)

umman-ı vahdet

  • Allah'ın birlik denizi, okyanusu.

ümmehat / ümmehât

  • Analar.

ümmi / ümmî

  • Anasından doğduğu gibi kalıp, okuyup yazma öğrenmeyen kimse.

ümmid ve korku / ümmîd ve korku

  • Allahü teâlânın rahmetini ummak ve azâbından korkmak.

ümmiyye

  • Analık, annelik.

umumet

  • Amcalık. Amca akrabalığı.

umumiyet-i hakimiyet / umumiyet-i hâkimiyet

  • Allah'ın hükümranlığının kuşatıcılığı.

umur-u askeriye

  • Askerlik işleri.

umur-u hasise / umur-u hasîse

  • Alçak ve değersiz işler.

umur-u mütenasibe

  • Aralarında uygunluk ve münasebet bulunan şeyler.

umur-u mütezadde

  • Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler.

umur-u uhreviye / umûr-u uhreviye

  • Âhirete ait işler.
  • Âhirete ait işler.

üns / انس

  • Alışma. (Arapça)

üns tutmak

  • Alışmak, birlikte düşüp kalkmak.

ünsiyet / انسيت / اُنْسِيَتْ

  • Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
  • Alışkanlık, dostluk.
  • Alışkanlık.
  • Alışıklık.

ünsiyyet / انسيت

  • Alışkanlık, sokulganlık, düşüp kalkma.
  • Alışma. (Arapça)
  • Ünsiyyet kesb etmek: Alışmak. (Arapça)

unsul

  • Ada soğanı.

unsur / عُنْصُرْ

  • Asıl, esas, birleşik maddelerin her bir parçası, asıl madde.

ünün

  • Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş.

ünvan-ı ilahi / ünvan-ı ilâhî

  • Allah'ın ünvanı, ismi.

ünvanlı

  • Adlı.

urban

  • Asil Araplar.

urefa / urefâ / عرفا

  • Ârifler, Allah'ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar.
  • Ârifler.
  • Arifler. (Arapça)

uruz / urûz

  • Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal.

urye

  • Ari olmak. Çıplak olmak.

üşküfte

  • Açılmış çiçek. (Farsça)

üslub / üslûb / اسلوب

  • Anlatım biçimi.
  • Anlatım tarzı. (Arapça)

üslub-u adi / üslub-u âdî

  • Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz.

üslub-u arabi / üslûb-u arabî

  • Arapça ifade biçimi.

üslub-u arabiye / üslûb-u arabiye

  • Arap edebiyatı ve dilindeki ifade tarzı.

üslub-u beyan / üslûb-u beyan

  • Açıklama tarzı.

üss-ül harekat / üss-ül harekât

  • Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer.

uşşak / uşşâk / عشاق

  • Aşıklar.
  • Aşıklar. (Arapça)

üssülesas / üssülesâs / اس الاساس

  • Asıl, temel. (Arapça)

üst perdeden başlamak

  • Ağız bozmak, sert konuşmak.

üstur

  • At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan. (Farsça)

usul / usûl

  • Asıllar, kökler, temeller. Asl kelimesinin çokluk şeklidir.

usūl / اُصُولْ

  • Asıllar, esaslar.

usul-i bey'u şira / usûl-i bey'u şirâ

  • Alış-veriş usûlü, metodu.

usul-ü arabiye / usûl-ü arabiye

  • Arapça gramerinde geçerli olan temel kurallar.
  • Arap dili kural ve kaideleri.

usuli / usulî

  • Asıllara, köklere ait; bir kimsenin soy ağacı itibariyle anne baba tarafından geriye doğru silsilesi, ataları, dedeleri.

usur

  • Asırlar.

utahiye

  • Akılsız, ahmak kimse.

utanma

  • Âr, hayâ.

utuh

  • Aklı noksan olan.

uyub / uyûb

  • Ayıplar, kusurlar.
  • Ayıplar.

va'id / va'îd

  • Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi.

vaad-i ilahi / vaad-i ilâhî

  • Allah'ın verdiği söz.

vacid / vâcid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vadi-yi urene / vâdi-yi urene

  • Arafât ovasında bulunan bir vâdi.

vahasreta / vâhasretâ

  • Ah özledim!

vahdani / vahdanî

  • Allah'ın birliği ile alâkalı.

vahdaniyet / vahdâniyet / وَحْدَانِيَتْ

  • Allah'ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışı.
  • Allahın "bir" olması.
  • Allahın birliği.

vahdaniyet fermanı / vahdâniyet fermanı

  • Allah'ın bir ve benzersiz olduğunu ve ortağının bulunmadığını ilân eden buyruk.

vahdaniyet-i ilahiye / vahdâniyet-i ilâhiye / وَحْدَانِيَتِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın bir ve tek olması.
  • Allahın birliği.

vahdaniyyet / vahdâniyyet

  • Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olup, ortağı olmaması.

vahdet

  • Allah'ın birliği.

vahdet nağmesi

  • Ahenkli bir nidayla her şeyin Allah'ın birliğini anlatması.

vahdet-i ehadiyet

  • Allah'ın birliği ve tekliği; her bir varlık üzerinde görünen tecellîlerin bir olan Allah'a ait olması.

vahdet-i hakiki / vahdet-i hakikî

  • Allah'ın gerçek anlamda tek oluşu.

vahdet-i ilahiye / vahdet-i ilâhiye

  • Allah'ın birliği.

vahdet-i nev'iye

  • Aynı türden olma.

vahdet-i rububiyet

  • Allah'ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik.

vahibü'l-a'mal ve'l-amal / vâhibü'l-a'mâl ve'l-âmâl

  • Amellerin ve emellerin karşılığını veren Allah.

vahid / vâhid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek olan.

vahidiyet / vâhidiyet

  • Allah'ın birliği ve birliğin her tarafı kaplaması.

vahim / vahîm / وَخ۪يمْ

  • Ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.
  • Ağır, sonu tehlikeli.
  • Ağır, sonu tehlikeli.

vahiy / وَحِيْ

  • Alah tarafından peygambere bildirilen kesin bilgi.
  • Allahın peygamberlerine bildirmesi.

vahy

  • Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi.
  • Allah tarafından gelen emir ve yasaklar.

vahy-i gayri metluv / vahy-i gayri metlûv

  • Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî.

vahy-i ilahi / vahy-i ilâhî

  • Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar.

vahy-i ilahiye / vahy-i ilâhiye

  • Allah tarafından vahiyle gelen emir ve yasaklar.

vahy-i rabbani / vahy-i rabbânî / وَحْيِ رَبَّان۪ي

  • Allahın bildirmesi.

vahy-i semavi / vahy-i semâvî

  • Allah'ın peygamberlerine vahyettiği şeyler, din.

vakad

  • Alevlenen ateş.

vakahat / vakâhat

  • Arsızlık, utanmazlık, küstahlık.
  • Arsızlık, utanmazlık.

vakar / وقار

  • Ağırbaşlılık, ciddiyet.
  • Ağırbaşlılık, kalp rahatlığı.
  • Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.
  • Ağırbaşlılık, saygınlık.
  • Ağırbaşlılık. (Arapça)

vakf

  • Arapça bir kelimenin sonunun harekesiz okunması.
  • Alıkoyma, bağış.

vakfeden

  • Adayan.

vakfetmek

  • Allah için vermek.

vakıat-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviye / vâkıât-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviye

  • Ahiretle, kabir hayatıyla ve gelecekle ilgili olaylar.

vakib / vakîb / vâkib

  • At yürürken karnı içinden işitilen ses.
  • Ayak üstüne duran kişi.

vakr

  • Az işitmek. Sağırlık.

vakur / vakûr / وقور

  • Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı.
  • Ağırbaşlı.
  • Ağırbaşlı. (Arapça)

vakurane / vakûrâne / وقورانه

  • Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle. (Farsça)
  • Ağırbaşlılıkla. (Arapça - Farsça)

vali / vâlî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

valide / vâlide / والده / وَالِدَه

  • Ana. Doğuran.
  • Ana, doğuran.
  • Ana, doğuran.
  • Anne.
  • Anne, ana. (Arapça)
  • Ana.

validelik

  • Annelik.

valideyn / vâlideyn / والدین

  • Anne-baba.
  • Ana ile baba. Vâlidân de denir.
  • Ana-baba.
  • Ana ile baba.
  • Anababa. (Arapça)

validiyyet

  • Annelik ve babalık vasfı.

vallahi / vallâhi / vallâhî

  • Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.)
  • Allah'a yemin olsun.
  • Allah için.
  • Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

vamhah / vâmhâh / وامخواه

  • Alacaklı. (Farsça)
  • Alacaklı. (Farsça)

vareste / vâreste

  • Affedilmiş, kurtulmuş.
  • Afvedilmiş, halâs bulmuş, kurtulmuş, rahat, serbest.

vareste-i arz / vâreste-i arz

  • Arz etmekten beri, uzak.

varid-i hatır / vârid-i hâtır

  • Akla gelen, hatıra gelen.

varidat-ı ilahiyye / vâridât-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlâdan gelen feyzler ve ilhamlar.

vasfiyet-i asliye

  • Asıl vasıf, temel özellik.

vasi' / vâsi'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.

vasıta / vâsıta / واسطه

  • Araç.
  • Aracı.

vasıta-i zillet

  • Aşağılanma aracı.

vasıtasıyla

  • Aracılığıyla, kanalıyla.

vasıtasız

  • Aracısız.

vatan-ı asli / vatan-ı aslî

  • Asıl yurt.

vatan-i asli

  • Asıl vatan, memleket.

vatı'

  • Ayak altına alıp çiğneme, uygun hale getirme, cima.

vav-ı atıf

  • Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan Arapçadaki vav harfi.

vaveyla-yı firak / vâveylâ-yı firak / vâveylâ-yı firâk / وَاوَيْلَايِ فِرَاقْ

  • Ayrılık feryadı.
  • Ayrılık feryâdı.

vaveylay-ı firak / vâveylây-ı firak / وَاوَيْلَايِ فِرَاقْ

  • Ayrılık feryadı.

vazaat

  • Alçaklık, âdilik, bayağılık.

vazahat

  • Açıklık, vâzıhlık.

vazife-i ailevi / vazife-i ailevî

  • Aile ile ilgili görev.

vazife-i asli / vazife-i aslî

  • Asıl vazife.

vazife-i asliye

  • Asıl vazife.

vazife-i diniye-i uhreviye

  • Âhirete ait din vazifesi.

vazife-i fıtriye-i rabbaniye / vazife-i fıtriye-i rabbâniye

  • Allah'ın herbir varlığa yüklediği yaratılış görevi.

vazife-i hakiki

  • Asıl, gerçek vazife.

vazife-i hakikiye

  • Asıl vazife.

vazife-i ilahi / vazife-i ilâhi

  • Allah'a ait görev.

vazife-i ilahiye / vazife-i ilâhiye

  • Allah'ın vazifesi.

vazife-i sakile / vazife-i sakîle

  • Ağır görev.

vazife-i tahkikat

  • Araştırma, inceleme görevi.

vazife-i tenviriye

  • Aydınlatma görevi.

vazife-i tesbihiye

  • Allah'ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi.

vazife-i uhreviye

  • Âhirete ait görev.

vazıh / vâzıh / واضح / وَاضِحْ

  • Açık, belli.
  • Açık, âşikar.
  • Açık, net. (Arapça)
  • Açık.

vazıhan / vâzıhan / واضحا

  • Açık açık.
  • Açıkça, âşikâr bir şekilde.
  • Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.
  • Açıkça, açık olarak. (Arapça)

vaziyet-i elimane / vaziyet-i elîmâne

  • Acı ve üzüntülü bir vaziyet.

ve illa / ve illâ

  • Aksi takdirde.

ve'l-asri

  • Asra and olsun; Kur'ân-ı Kerimin 103. sûresi.

vebl

  • Ağır ve vahim olmak.

veçh-i adalet

  • Adalet yönü.

vech-i in'ikas / vech-i in'ikâs

  • Aksetme, yansıma yönü.

veda / vedâ / وداع

  • Ayrılık.
  • Ayrılış, ayrılma. (Arapça)

vediatullah / vediatullâh / vedîatullah

  • Allah'ın emaneti.
  • Allah'ın emaneti.

vedud / vedûd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.

veffakakellah

  • Allah seni muvaffak etsin, başarılı kılsın.

veffakakümullah

  • Allah sizleri muvaffak etsin.

veffakakümüllah

  • Allah başarılı kılsın.

veffekakellah

  • Allah seni muvaffak eylesin.

vefik

  • Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun.
  • Arkadaş, uygun.

vehak

  • Avcı kemendi.

vehbi / vehbî / وَهْب۪ي

  • Allah vergisi, ikramı.
  • Allah vergisi.
  • Allah vergisi.

vehc

  • Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak.

vehec

  • Ateş sıcaklığı.

vehhab / vehhâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

vehhabiyet / vehhâbîyet

  • Allahın bol bol ihsan etmesi ve bağışlaması.

vehham

  • Aşırı derecede vehimli, kuruntulu, şüpheci.

vehhas

  • Arslan.

vehic

  • Ateşin sıcaklığı.

vehleten / وهلة

  • Ansızın. (Arapça)

vehvehe

  • Atın kendi gövdesini parça parça etmesi.

vek'

  • Akrep sokmak.

veka'

  • Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi.

vekahat / vekâhat / وقاحت

  • Arsızlık, utanmazlık, hayasızlık. (Arapça)

vekar

  • Ağır başlı olup yerine göre uygun davranmak, şahsiyetli olmak.

vekayi-i mezkure / vekayi-i mezkûre

  • Anlatılan vakıalar, olaylar.

vekkad

  • Aydınlık, ışıklı, parlak.

veleh-resan-ı ukul

  • Akılları hayrette bırakan.
  • Akılları hayrette bırakan.

veli / velî / ولى

  • Allah dostu.
  • Ama, fakat. (Farsça)

velik / velîk / وليك

  • Ama, ancak. (Farsça)

velikin / velîkin / وليكن

  • Ama, ancak. (Farsça)

veliyy-ül emir

  • Âmir. Emir veren. Emir sahibi.

veliyyullah / velîyyullah

  • Allah'ın velisi, dostu.
  • Allah'ın (C.C.) veli kulu.
  • Allahın velî kulu.

velvele-i naz ü niyaz / velvele-i nâz ü niyaz

  • Allah'a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi.

vera / verâ

  • Arka taraf.

verha

  • Akılsız ahmak kadın.

veria

  • At ismi.

vesait / vesâit

  • Araçlar, vasıtalar.

vesatet / vesâtet / وساطت

  • Aracılık. (Arapça)

veşb

  • Ayıplamak.

veşel

  • Az su.

vesile / وسيله

  • Aracı.
  • Aracı, sebeb.

vesilelik

  • Aracılık.

veşl

  • Az miktarda olan su.

vezaif-i telkih ve tevlid / vezâif-i telkih ve tevlid

  • Aşılama ve doğurma vazifeleri.

vezn / وزن

  • Ağırlık. (Arapça)

vica'

  • Ağrılar, sızılar.

vicdan-suz

  • Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici. (Farsça)

vilakar / vilakâr

  • Ahbab, dost. (Farsça)

vildan / vildân

  • Allahü teâlânın cennettekilere hizmet için nûrdan yarattığı güler yüzlü ve tatlı dilli hizmetçiler.

virdü'l-işa / virdü'l-işâ

  • Abdülkadir-i Geylânî'ye ait olan bir zikir; Yatsı virdi.

visak / visâk / وثاق

  • Antlaşma. (Arapça)

vıtae

  • Ayak basmak.

vücub ve vahdaniyet-i ilahiye / vücub ve vahdâniyet-i ilâhiye

  • Allah'ın birliği ve varlığının zorunlu oluşu.

vücub-u vahdet

  • Allah'ın birliğinin zorunlu oluşu.

vücub-u vücud / vücub-u vücûd

  • Allah'ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması.
  • Allah'ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması.

vücub-u vücud ve vahdet

  • Allah'ın varlığının zorunlu oluşu ve birliği.

vücud ve vahdaniyet-i ilahiye / vücud ve vahdâniyet-i ilâhiye

  • Allah'ın varlığı, bir ve benzersiz oluşu.

vücud-u harici / vücûd-u hâricî / وُجُودُ خَارِج۪ي

  • Allahın irâde ve kudretiyle varlığa çıkma.

vücud-u ilahi / vücud-u ilâhî

  • Allah'ın varlığı.

vücud-u üstad

  • Âlim öğretmenin varlığı.

vücud-u vacib / vücûd-u vâcib / وُجُودُ وَاجِبْ

  • Allahın zarûrî olan varlığı.

vücud-u vahdet

  • Allah'ın varlığı ve birliği.

vücuh-u ibadat / vücuh-u ibâdât

  • Allah'a ibadet ve kulluk tarzları.

vücut ve vahdet

  • Allah'ın varlığı ve birliği.

vükela / vükelâ

  • Askerî âmirler, komutanlar; bakanlar.

vukud

  • Ateş alıp yanma. Tutuşma.

vüs'at-i rahmet-i ilahiye / vüs'at-i rahmet-i ilâhiye

  • Allah'ın rahmetinin bolluğu, genişliği.

vuzu / vuzû / وضوء

  • Abdest. (Arapça)

vuzu'

  • Abdest alma. Abdest suyu. Abdest.

vuzuh / vuzûh / وضوح / وُضُوحْ

  • Açıklık.
  • Açıklık.
  • Açıklık, netlik.
  • Açıklık. (Arapça)
  • Açıklık.

vuzūh / وُضُوحْ

  • Açıklık.

vuzuh-u ifham / vuzuh-u ifhâm

  • Anlatım açıklığı.

ya'sub

  • Arı beyi.

ya'zid

  • Acı marul.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

yad / yâd / يَادْ

  • Anma.

yad edilen

  • Anılan.

yad edilme / yâd edilme

  • Anılmak.

yad edilmek / yâd edilmek

  • Anılmak, hatırlanmak.

yad etmek / yâd etmek

  • Anmak.

yad olunan

  • Anılan.

yad-bud

  • Armağan, yâdigâr. (Farsça)

yadetmek / yâdetmek

  • Anmak, zikretmek.

yağfirullah

  • Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).

yalmend

  • Aile reisi. Aile başkanı. (Farsça)

yanesun

  • Anason otu.

yaran / yârân

  • Arkadaşlar, dostlar.

yaran-ı aşk / yârân-ı aşk

  • Âşıklar, aşk dostları.

yare-i hicran / yâre-i hicran

  • Ayrılık yarası.

yasup / yâsup

  • Arı beyi.

ye

  • Arap alfabesinde yer alan bir harf.

yed-i kudret

  • Allah'ın kudret eli.
  • Allahü teâlânın kudreti.
  • Allah'ın kudreti ve kudretinin tasarrufu.

yed-i rahmet

  • Allah'ın rahmet eli.

yegan yegan / yegân yegân

  • Ayrı ayrı. Birer birer. (Farsça)

yehova şahidleri / yehova şâhidleri

  • Amerika Birleşik Devletleri'nde Ch. Şarl Russel tarafından 1872'de kurulan, 1931 senesinden sonra kendilerini bu adla tanıtmaya çalışan mezheb ve misyoner teşkîlâtına verilen ad.

yekcins / یك جنس

  • Aynı cinsten. (Farsça)
  • Aynı türden. (Farsça - Arapça)

yekseviye / یك سویه

  • Aynı düzeyde, eşit seviyeli. (Farsça - Arapça)

yelem

  • Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.

yemen

  • Arap diyarında bir vilayet ismi.

yemin-i lağv / yemin-i lâğv

  • Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemindir (ki; şer'an kefâret lâzım gelmez).

yemin-i mün'akide / yemîn-i mün'akide

  • Akit yemini, and içme.

yeni dünya

  • Amerika Kıtası.

yerhamükallah

  • Aksırıp, Elhamdülillah diyene, yanında bulunan kimsenin; "Allahü teâlâ sana merhamet etsin" mânâsına söylediği mübârek bir söz, teşmit.

yetim-üt tarafeyn

  • Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk.

yevm-i ahir / yevm-i âhir

  • Âhiret günü. Îmân edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi. Arkasından gece gelmeyen gün. Bu zamânın başlangıcı insanın öldüğü gündür.

yevm-i ahiret / yevm-i âhiret

  • Âhiret günü; öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat.

yevm-i mahşer

  • Âhirette Allah tarafından yeniden diriltilen insanların toplanacağı gün.

yoldaş-ı hüşdar

  • Akıllı, uyanık yoldaş.

zabıta-i ahlakıye / zâbıta-i ahlâkıye

  • Ahlâk zâbıtası.

zabıta-i ahlakiye / zâbıta-i ahlâkiye

  • Ahlâk zabıtası, ahlâk polisi.

zabt

  • Alma, tutma, bağlama.

zabyan

  • Ağaç.

zad / zâd / زاد

  • Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi.
  • Azık.
  • Azık. (Arapça)

zad ü zahire / zâd ü zahîre

  • Azık ve yiyecek.

zad ve zahire / zad ve zahîre

  • Azık, yolda yenilecek ve içilecek şeyler.

zad-ı ahiret / zâd-ı âhiret

  • Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel.
  • Âhiret azığı.

zadegan / zâdegân

  • Asil, soylu.

zadegi / zadegî

  • Asillik, soy temizliği, zadelik. (Farsça)

zadellah

  • Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).

zagar

  • Av köpeği.

zahar

  • Arka ağrısı.

zahid / zâhid / زاهد

  • Aşırı dindar, zühd ile uğraşan. (Arapça)

zahih

  • Ateş közünün parlaması.

zahir / zâhir / ظَاهِرْ / zahîr / ظَه۪يرْ

  • Açık, belli, görünür, meydanda olan.
  • Açık, âşikar.
  • Açık, görünür olan.
  • Arka çıkan.

zahirane / zahirâne

  • Açıkça.

zahire / zahîre / ذَخ۪يرَه

  • Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık.
  • Ambardaki tahıl, azık.
  • Azık.

zahire-i ahiret / zahire-i âhiret / zahîre-i âhiret

  • Ahiret azığı. Hayır ve iyilikler. Sâlih amel ve ibâdetler.
  • Âhiret azığı.

zahiri ulema / zâhirî ulema

  • Âyet ve hadislerin maksatlarına ulaşamayan ve sadece dış mânâlarına bağlı kalan âlimler.

zahr

  • Arka, sırt.

zaid / zâid

  • Artan, fazlalık.

zakire / zâkire

  • Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.

zam

  • Ayıp.

zaman-ı elim / zaman-ı elîm

  • Acı veren, sıkıntılı zaman.

zaman-ı kalil

  • Az zaman.

zaman-ı vahidde / zaman-ı vâhidde

  • Aynı anda, bir tek zamanda.

zamir

  • Arapçada ismin yerini tutan harf (buradaki "he" harfi).

zan

  • Ayıp.

zar / zâr

  • Ağlama, inleme.

zari / zâri

  • Ağlayıp sızlanma.
  • Ağlayıp sızlama.

zaruret-i akliye

  • Aklın zaruri olarak kabul etmesi.

zaruret-i zihniye / zarûret-i zihniye / ضَرُورَتِ ذِهْنِيَه

  • Aklen zorunlu olma.

zat ve sıfat ve şuun-u ilahiye / zât ve sıfât ve şuûn-u ilâhiye

  • Allah'ın Zât, sıfat ve mukaddes özellikleri.

zat-ı muhammed-i arabi / zât-ı muhammed-i arabî

  • Arapların arasında gelen Hz. Muhammed'in (a.s.m.) zâtı.

zat-ı mukaddese-i ilahiye / zât-ı mukaddese-i ilâhiye

  • Allah'ın mukaddes zâtı.

zat-ür rie / zât-ür rie

  • Akciğer zarı iltihabı.

zaten / zâten / ذاتا

  • Aslında. (Arapça)

zatülcenb / zâtülcenb / ذات الجنب

  • Akciğer zarı iltihabı, zatülcenp. (Arapça)

zav'

  • Aydınlık. Işık.

zaviye / zâviye

  • Açı, tekke, dergâh.

zebanekeş

  • Alevlenen, alevli. (Farsça)

zebani / zebânî

  • Azap melaikesi.

zebaniye

  • Azap melekleri.

zecca'

  • Adımı birbirinden uzak olan.

zecl

  • Atma.

zecr

  • Azarlama, sakındırma.

zefer

  • Ağaca vurulan payanda, destek.

zeheb / ذهب

  • Altın.
  • Altın.
  • Altın. (Arapça)

zehebi / zehebî

  • Altına ait. Altından yapılma.

zehib

  • Altın sürülmüş, yaldızlı.

zehid

  • Az, kalil.

zehr-ab

  • Acı su. (Farsça)

zehr-amiz

  • Acı, zehirli. (Farsça)

zehr-hand

  • Acı acı gülme. (Farsça)

zehrhand / زهرخند

  • Acı gülüş. (Farsça)

zeim

  • Ayıplanmış.

zeir

  • Aslan kükremesi.

zela'

  • Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.

zelalet

  • Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.

zelif

  • Adımını atmak.

zelil / zelîl

  • Alçak, düşük.
  • Alçak, aşağılık.
  • Aşağı, alçak, hor, hakîr.

zelil gösterme

  • Aşağılama, hor, hakir görme.

zelilane / zelilâne / zelîlâne

  • Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Alçalarak, alçakça.

zelzele-i firak / زَلْزَلَۀِ فِرَاقْ

  • Ayrılık sarsıntısı.
  • Ayrılık sarsıntısı.

zemeyan

  • Acele.

zemin-i asya / zemîn-i asya / زَم۪ينِ آسْيَه

  • Asya kıtası.
  • Asya kıt'ası.

zemin-i müdara / zemîn-i müdârâ

  • Aldatıcı ortam, iki yüzlü dünya.

zemm

  • Ayıplama, kötüleme.

zemmam / zemmâm

  • Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.

zemzeme-dar / zemzeme-dâr

  • Ahenkli. (Farsça)

zemzeme-i ezkar / zemzeme-i ezkâr

  • Allah'ı anmanın hoş, güzel nağmeleri.

zemzeme-i tevhid

  • Allah'ı birleyen ve her şeyin Ona ait olduğunu ilân eden coşkulu sesler.

zer-enduz

  • Altun kazanan.

zer-şinas

  • Altın tanıyan, sarraf. (Farsça)

zer-ver

  • Altın yaldızlı olan. (Farsça)

zerdüşt

  • Ateşe tapan.

zerefşan / zerefşân / زرافشان

  • Altın saçılmış, altın yaldızlı. (Farsça)

zergun / zergûn

  • Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli. (Farsça)

zeri'

  • Araya giren, şefaat edici.

zerin / zerîn / زرین

  • Altından. (Farsça)

zernigar / zernigâr

  • Altın ile işlenmiş. Yaldızlı. (Farsça)

zerrat / zerrât

  • Atomlar, en küçük madde parçaları.

zerrat alemi / zerrat âlemi

  • Atomlar dünyası.

zerrat-ı asliye ve esasiye

  • Asıl ve temel zerreler, hücreler, atomlar.

zerre

  • Atom.
  • Atom, molekül.

zerrecik

  • Atom.

zerrin / zerrîn / زرین

  • Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı (Farsça)
  • Altından yapılmış.
  • Altından. (Farsça)

zevad

  • Azıklar, yiyecekler.

zeval-i elem

  • Acı ve kederin sona ermesi.

zevf

  • Adımını birbirine yakın atmak.

zevi'l-akıl

  • Akıl sahipleri.

zevi'l-ukul / zevi'l-ukûl

  • Akıl sahipleri.
  • Akıl sahipleri, akıllılar.
  • Akıl sahipleri.

zevil'elbab

  • Akıl sahipleri.

zevil'ukul

  • Akıl sahipleri.

zevilukul / zevilukûl

  • Aklı olanlar.

zevk-i süfli / zevk-i süflî

  • Alçak, aşağılık zevk.

zevk-i tevhidi / zevk-i tevhidî

  • Allah'ı bilmenin ve Ona inanmanın verdiği mânevî zevk, lezzet.

zeyl

  • Ayırma. Tefrik.

zımnen

  • Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.

zımnında

  • Açıkça olmayıp, dolayısıyla üstü kapalı olarak içinde var olan.

zıra'

  • Arşın, el kol uzunluğu, yaklaşık bir metrelik uzunluk ölçüsü.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın