Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
şad
ifadesini içeren
940
kelime bulundu...
a'raf suresi
Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.
a'raz
(Tekili: Araz) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler.
Tesadüfler.
Hastalık alâmetleri.
Kazalar, felâketler, musibetler.
a'razi
Ârızî, tesâdüfî, rastgele.
a'ver
Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. (Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)
abes
Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi.
adab-ı hayatiye / âdâb-ı hayatiye
Hz. Peygamberin (a.s.m) hayatında yaşadığı ahlâk kuralları.
adak
Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e.
adaptasyon
Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi.
(Fransızca)
Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme.
(Fransızca)
ahdname / ahdnâme
Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak maksadıyle hazırlanan belge.
ahilla
(Ehillâ) Sadık ve samimi arkadaşlar. En sadık dostlar. Haliller.
akademi
yun. Yüksek mekteb.
Âlimler, edebiyatçılar heyeti.
Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer.
Çıplak modelden yapılan insan resmi.
Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetl
akd-i muavaza
Hibe ve sadaka gibi teberruattan olmayıp iki taraftan ivaz verilerek yapılan akd, ivazlı akd. Satış, trampa gibi.
akika
Yeni doğan çocuk için Allah'a şükür maksadıyla kesilen kurban.
akl-ı dünyevi / عَقْلِ دُنْيَوِي
Sadece dünyayı gören akıl.
akl-ı feal / akl-ı feâl
İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.
akliyyat
Müşahedeye ve tecrübeye girmeyen ve sadece akıl ile düşünülen şeyler ve hususlar. Nazarî meseleler.
aks-i maksud
Maksadın aksi.
ala-rağm-i enf-il ye's / alâ-rağm-i enf-il ye's
Ye'sin burnunu kırmak maksadiyle ve ona tahkir ile.
alem-i emir / âlem-i emir
Sâdece bir emr-i İlâhî ile işlerin hemen olduğu âlem. Yaradılışa ait kanunlar âlemi.
alem-i zuhur / âlem-i zuhur
Görünen âlem, şahâdet âlemi, şu anda içinde yaşadığımız âlem.
alim-i mürşid / âlim-i mürşid
İrşâd eden âlim.
alkış
Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.
allahu a'lemu bimuradihi / allahu â'lemu bimuradihi
Asıl maksadını en iyi bilen ancak Allah'tır.
allame-i zaman / allâme-i zaman
Yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi.
amalika
Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle şöhrete erişen bir kavim.
amatör
Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse.
(Fransızca)
ammaba'd / ammâba'd / امابعد
Maksada gelince.
(Arapça)
an mim amed
Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret.
(Farsça)
anet
Günah. Zinâ .
Helâk.
Fesâd.
Meşakkat.
Kalb darlığı.
Hata. Galat.
Tıb: Kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması.
aneze
Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)
arabistan
Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke.
(Farsça)
araz / عرض
İşâret, alâmet.
Tesâdüf, rast gelme.
Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet.
Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir.
İşaret, alâmet.
Tesadüf.
Kaza, felaket.
Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.
İşaret, belirti.
(Arapça)
Tesadüf.
(Arapça)
arazan
Rastgele, tesadüfen, tevafukan.
arazi-i emiriyye-i mevkufe / arâzi-i emiriyye-i mevkufe
Huk: Sadece hazine menfaatleri veya tasarruf hakları veyahut ikisi de bir hayır cemiyetine ayırılan miri arazi.
arazi-i öşriyye / arâzi-i öşriyye
Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler.
araziş
Hayır ve iyilik yapma.
(Farsça)
Tasaddukta bulunmak.
(Farsça)
areb
Şehir ehli olanlar.
Mide fesâdı.
aristo
(Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.
arızan / ârızan
(Ârız. dan) Geçici olarak.
Tesadüfen, tevafukan, rast gele.
arşi ve süllemi / arşî ve süllemî
Devir ve teselsülü inkâr maksadıyla yukarıya doğru gittikçe daralan ve tek bir yaratıcının varlığına dayanan mantıkî delil.
arz-taleb
Üreticinin piyasaya belli fiyatla mal sürmesi ve tüketicinin de piyasadan mal çekmesi hâdisesi.
as'as
Kumdan yığılmış tepe.
Fesâd.
as'ase
Oturak yerin yumuşağı.
Helâk olmak.
Fesâd etmek.
asabiyyeten
Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.
asda
(Tekili: Sadâ) Sadâlar, sesler.
asdika
Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar.
İçi dışına, sözü işine uygun olanlar.
Samimi dostlar, sadıklar.
asfiya-i müdekkikin / asfiya-i müdekkikîn
İslâmî hakikatların tetkik ve bilinmesinde çok dikkatli ve sâdık olan büyük İslâm âlimleri.
asr
(Asır) Bir devrelik zaman.
İkindi vakti.
Zamanın bir cüz'ü.
Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
Yüz yıl.
Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
Gece ve gündüzden
asr-ı muhammedi / asr-ı muhammedî
Hz. Muhammed'in (a.s.m.) yaşadığı asır.
asr-ı pak-i muhammedi / asr-ı pâk-i muhammedî
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) yaşadığı pâk ve temiz asır, dönem.
asr-ı saadet / asr-ı saâdet / عَصْرِ سَعَادَتْ
Mutluluk asrı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem.
Peygamberimizin (asm) yaşadığı mutlu devir.
asr-ı sahabe / asr-ı sahâbe
Sahabelerin (r.a.) yaşadığı dönem.
asr-ı seadet / asr-ı seâdet
Mutluluk devri. Peygamber efendimizin yaşadığı mübârek, bereketli ve hayırlı devir. Zamân-ı seâdet ve vakt-i seâdet de denir.
asr-ı sıdk
Doğruluk asrı, sadakat dönemi.
asrısaadet
Peygamberimizin yaşadığı saadetli zaman.
atb
Hışım etmek.
Fesad.
İkrah olunan, kerih görülen.
ateş-engiz
Dağlama aleti.
(Farsça)
Mc: Fesatçı, ifsad yapan.
(Farsça)
avam / avâm
Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht
avar
Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad.
avaz / âvâz
Sadâ, Yüksek ses.
(Farsça)
şöhret.
(Farsça)
Ses, sada
Sesleniş.
Yüksek ses.
avaz-ı hususi / âvâz-ı hususî / آوَازِ خُصُوصِي
Hususi ses, sadâ.
avineten
Ara sıra, tesadüfen.
avra
Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü.
Mc: Kör fikir.
Çirkin ve kabih söz.
Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.
ayasofya
İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih
ays
Fesâd ve ifsâd etmek.
azerşeb
Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan.
(Farsça)
Şimşek, berk.
(Farsça)
azrail
Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm
azze ve celle
Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)
ba-dad
Adaletli, âdil, sâdık, doğru.
(Farsça)
ba-i kasem / bâ-i kasem
Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. "Billâhi" gibi.
Farsçada: Bâ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.
bab-ı ali / bâb-ı âlî
Yüksek kapı.
Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina.
Mc: Osmanlı Hükümeti.
bab-ı asafi / bâb-ı âsafî
Tar: Sadrazam konağı.
bahbah
Şâdlık, şenlik.
bahice
Ses, savt, sadâ.
baht
Öz. Hâlis. Saf. Sade.
bang
Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış.
(Farsça)
basit / bâsit / basît / بسيط
Sade, düz, bölünmez.
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla
Sade.
(Arapça)
Kolay.
(Arapça)
bast-ı mukaddemat
Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme.
bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî
(Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir
bazgeşt / bâzgeşt
Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.
be-ziyaret
(Berâ-yı ziyâret) Ziyaret için. Ziyaret maksadı ile.
behc
Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme.
Güzellik, hüsn.
behic
Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
beladir
Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası.
(Farsça)
Belâyı def etmek için verilen sadaka.
(Farsça)
belag / belâg
Eriştirme, yetiştirme.
Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
belde
Memleket, şehir.
Büyük köy.
Yer, arz.
Göğüs, sadır.
İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.
beliğ / belîğ
Belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimse.
belyad
Nakışsız, sade kostüm.
(Farsça)
ber
Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır)
(Farsça)
Göğüs, sine, bağır, sadır.
(Farsça)
Fayda.
(Farsça)
Hamil.
(Farsça)
Hıfz.
(Farsça)
Yan.
(Farsça)
Taraf.
(Farsça)
Nâkil. Götürücü.
(Farsça)
Meyve.
(Farsça)
Yaprak. Varak.
(Farsça)
Meme.
(Farsça)
Genç kadın.
(Farsça)
E
(Farsça)
beray-ı ticaret / berây-ı ticâret
Ticâret için. Ticâret maksadı ile.
berk
(Çoğulu: Bürük) Göğüs, sadr.
Çok çöken deve.
berr
(Çoğulu: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr.
Nimetleri herkese, umuma ihsan eden.
Gerçeklik, sıdk.
Susuz, kuru yerler.
Toprak. Yeryüzü, yer.
besatet / besâtet
Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük.
Dilde düzgünlük.
Basitlik, sâdelik.
Basitlik, sadelik, yalınlık.
besus / besûs
Okşadıkça süt veren deve.
beyan-ı tefsir
Huk: Mücmel ve mübhem bir sözden maksadın ne olduğunu açıklayan beyan.
beyt-ül makdis
Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır.
İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.
beytülmal
(Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül ma
bezirgan / bezirgân
Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse, tüccar.
bije
Safi, halis, katıksız, sade, sırf.
(Farsça)
Hususiyle.
(Farsça)
bilinçaltı
Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hare
(Türkçe)
billahi
Allah'a, Allah'tan.
(Yemin) maksadı ile söylenir.
bir gözü kör deha
Kur'ân'ın gösterdiği gerçekleri görmeyen ve sadece dünyevî maksatları gözeten zekâvet, dâhîlik.
biyonik
Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.
boykot
(Boykotaj) Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme.
(Fransızca)
Bir işten geçici olarak çekilme; işe, çalışmaya hep birlikte katılmama.
(Fransızca)
buak
Şiddetli sel.
Şiddetli ses, sadâ. Haykırış.
Birden bire, ansızın gelen yağmur.
buyrultu
Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri.
(Türkçe)
ca'be
Ok torbası, sadak.
ca'fer-i sadık / ca'fer-i sâdık
(Bak: İmam-ı Cafer-i Sâdık)
ca'feri / ca'ferî
Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha
caferiyye / câferiyye
Hazret-i Ali'nin torunlarından Ca'fer-i Sâdık'a bağlı olduklarını iddiâ eden, bozuk İmâmiyye fırkasının otuz ikinci kolu.
cahiliyyet
Cahilliğe âit.
İslâmiyet'ten önceki câhiliye devrine âit. Cahiliyet sadece İslâmiyet öncesine ait değildir. Bu gün "tabiatçılık, maddecilik" gibi çeşitli adlarla eski puta tapıcılık daha da yobazlaşarak devam ediyor. Allah'ı inkâr ederken tabiatı ve maddeyi onun yerine koyarak kendil
cem'iyyet
(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et.
Bir yere cem' olma.
Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müstenid
cem-i müennes-i salim / cem-i müennes-i sâlim
Gr: Sonu (ât) eki ile biten cemi'ler. Meselâ: Müminât: (Kadın mü'minler, mümineler) Sâdıkât, Hafiyyât, Sâlihât gibi.
cenab
Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi.
cennet
Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mes
ceva'
Geniş.
Hasta.
Kokmuş su.
Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.
cevi
Aşk galebesinden gelen şiddet ve hiddet, gam ve gussadan, müzahemeden gelen bir hastalık, maraz.
Kokmuş su.
cevvaz
Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.
cevz
Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek.
Sallana sallana yürümek.
ceyş
Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a.
Dolup taşmak.
Ses, sadâ.
cezel
(Çoğulu: Cezlan) şâd olmak.
cihar
(Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma.
cinn
Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi
circis / circîs
Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderildiği rivâyet edilen peygamber veya velî. Şam diyârında ve Filistin'de yaşadı. Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara bildirdi.
coğrafya
Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b
cü'şuş
Göğüs. Sadır.
cüfre
Bir şeyin ortası. Mezar.
Boşluk. Çukur.
Göğsün içerisi. Sadır.
cürbüz
İnsanlar arasında fesâdçılık yapan gaddâr kişi.
cüzame
Hasaddan sonra ekinden bâki kalan ekin.
dahn
Fesâd.
Bulanıklık.
dahs
Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak.
Fesad, ifsâd.
darülislam / dârülislâm
Müslümanların huzur içinde yaşadığı yer.
dava-yı mücerret / dâvâ-yı mücerret
Delilsiz iddia, sadece bir iddia.
davud aleyhisselam / dâvûd aleyhisselâm
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti.
davve
Ses, sadâ.
def-i mefsedet
Fesadı ortadan kaldırma.
deflasyon
Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması.
(Fransızca)
dehaz
Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme.
(Farsça)
demagoji
yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.
derdab
Sadâ, ses.
devlet
Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet
devr-i saadet
Saadet devri; Resûlullahın yaşadığı mutluluk asrı.
dilşad / dilşâd / دلشاد
Gönlü şen.
(Farsça)
Dilşâd etmek:
Gönlünü şenlendirmek, mutlu etmek.
(Farsça)
Dilşâd olmak:
Gönlü şenlenmek, mutlu olmak.
(Farsça)
dinkas
İfsad etmek, bozmak.
divan-ı hümayun / divan-ı hümâyun
Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük devlet ricali bulunurdu.
(Farsça)
düello
Hakareti tâmir maksadıyla iki kişi arasında ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
dünya / dünyâ
İçinde yaşadığımız âlem.
dürr-i yetim
Sadef içinde tek olan inci.
(Farsça)
Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.)
(Farsça)
duş / dûş
Omuz. Ketif.
(Farsça)
Dün gece.
(Farsça)
Âlem-i menâm, rüya âlemi.
(Farsça)
Mütesadif ve mütelâki olan.
(Farsça)
eberr
Çok faziletli, şerefli. Çok sâdık ve dindar. Çok iyilik sever.
Şenlikten uzak, bedevi.
eblağ / eblâğ
Hâle ve maksada çok uygun, en açık ve seçik.
ebrar / ebrâr
(Tekili: Berr) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir.
efkar-ı saibe / efkâr-ı sâibe
Maksada uygun fikirler, doğru sözler.
ehdaf
(Tekili: Hedef) Hedefler, nişan alınan yerler.
Yüksek yerler.
Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.
ehl-i irşad
İrşad eden, doğru yola sevk eden.
ehl-i tekke
Tekkeye giden ve oradaki zikirleri yapan kişiler; Osmanlı döneminde, sadece tasavvuf ve tarikat eğitimi verilen tekkelerde mânevî ilim tahsil edenler.
ehl-i tevhid
Cenab-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimse.
ehl-i zahir / ehl-i zâhir
Âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, şeklî mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler.
eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer
On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.
eimme-i selase / eimme-i selâse
Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur.
ekonomi
yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f
elbaki hüve'l-baki / elbâki hüve'l-bâki
Bâkî olan sadece Odur.
elhikmetü lillah / elhikmetü lillâh
Gerçek bilgi ve hikmet sadece Allah'ındır.
emek-dar
Emeği geçmiş, kıdem ve mükafâta hak kazanmış memur, hizmetçi. Eski ve sadık hizmetçi.
(Farsça)
enaniyet
(Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
erkan
Sarılık denilen bir hastalık çeşidi.
Ekini ifsâd eden âfet.
ersad
(Tekili: Rasad) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.
ervenan
Dik ses, sadâ.
Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.
esas-ı maksad
Maksadın esası.
esdaf / esdâf
Sadefler, inci kabukları.
Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları.
Sadefler, inci kabukları.
esdaf-ı ayat / esdâf-ı âyât
Ayetlerin sadefleri; inci kabuğu gibi değerli olan mahfazaları.
esdak
(Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse.
eşdak
Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık.
Büyük ağızlı.
esdika / esdikâ
Sâdıklar, sâdık olanlar.
Sadıklar.
eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh
Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.
eşhar
Kalye taşı denilen radyom hamızı.
(Farsça)
Nişadır.
(Farsça)
esna-i tesadüm
Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası.
estağfirullah
Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.)
etka
(Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve maksad edinen.
evfa
Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli.
En çok. Pek tamam.
Tam yetişmek.
evidda
Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar.
eza
Ticarette kaybetme, zarar etme.
Kibir ve gururunu bıraktırma.
Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey.
Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.
ezkaza / ezkazâ / ازقضا
Tesadüfen.
(Farsça - Arapça)
ezmel
Hareket etmek.
Muzdarib olmak, acı çekmek.
Savt, sadâ, ses.
Gül.
fahamet
(Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)
fahamet-lu / fahamet-lû
Osmanlı İmparatorluğu devrinde sadrazama, prenslere ve Mısır Hidivi'ne verilen bir ünvan.
fahrüddeveran
Yaşadığı ve kendisinden sonra gelen dönemlerin övünç kaynağı.
faric
(Ferec. den) Keder ve tasadan kurtaran.
fasid-faside / fâsid-fâside
Kötü, fena, yanlış, bozuk.
Münafık, fesad çıkaran.
fasid-ül mizac / fâsid-ül mizac
Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden.
fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb
İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş.
Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi.
Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını gö
fatinü'l-asır
Yaşadığı asrın en keskin zekâya ve anlayışına sahip kişisi.
fecr-i kazib / fecr-i kâzib
Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık. İmsak vakti.
(Bak: Fecr-i sâdık)
fecr-i sadık / fecr-i sâdık
Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.
fedid / fedîd
Ses, savt, sada.
felillahi'l-hamdü ve'l-minnetü / felillâhi'l-hamdü ve'l-minnetü
"Hamd ve minnet sadece Allah'a aittir".
fena fi'l-maksat
Maksadında fâni olma; bütün kalbiyle maksadına yönelme.
fena fillah / fenâ fillâh
Allah'ta fâni olmak, bütün benliğini Allah'a verme ve sadece Onu düşünme.
fenafillah
(Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.
fenn-i maani / fenn-i maânî
Mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim.
ferce
Gamdan ve tasadan kurtulmak.
Kurtuluş.
Şiddetten kurtulmak.
Yarık, şak.
Girecek yer, medhal.
Açıklık, ferahlık.
ferdiyet
Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı.Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan
ferhan
(Çoğulu: Ferâhî) Ferahlı. Sevinçli. Şâdan. Mesrur.
fesad-engiz
Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran.
fesad-ı beşeri / fesad-ı beşerî
İnsanlığın fesada girmesi, bozulması.
fesad-ı mi'de
Mide fesadı, mide bozukluğu.
fesad-ı ümmet / fesâd-ı ümmet
Ümmetin fesada girmesi, bozulup iyi özelliklerini kaybetmesi.
fesadat
(Tekili: Fesad) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar.
fesda'
(Bak: Sada')
fesh
Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
Zayıf olmak.
Bilmemek. Cehil.
Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
Unutmak.
Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak
fettan
Fitne ve fesada teşvik eden, ayartan.
Cazibeli, gönül alıcı, oynak kadın.
fidye
Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.
fikr-i infiradi / fikr-i infiradî
Tek başına olma fikri, bireysel düşünce, sadece kendini düşünme.
Tek başına olmak fikri, istişâresiz iş yapmak. Bir şeyi sâde kendine mal etmek fikri, hodgâmlık.
fisebilillah / fîsebîlillâh
Sadece Allah için.
Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden bir tâbir.
fitne-kar / fitne-kâr
Ortalığı bozmağa çalışan. Fitneci. Fesâd verici. Fitne çıkarmak isteyen.
(Farsça)
fıtra
Fitre: Ramazan'da bölünmeden verilmesi şer'ân vacip olan fıtr, sadaka.
(Fitre) Fıtrat sadakası, yaradılış atiyyesi.
Fitre, her zenginin vermesi gereken sadaka.
fitre
(Bak: Sadaka-i fıtır)
gaben-i fahiş / gaben-i fâhiş
Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte %2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda %5, hayvan için %10, binâ için %20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.
gabit sahrası / gabît sahrâsı
Gabît çölü; Arap Yarımadasında, Benî Yerbû' kabilesinin yaşadığı ve bugün Yemen sınırları içerisinde yer alan bir çölün adı.
gaiyye
Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği.
Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)
gar
Mağara. İn. Kehf.
Defne ağacı.
Gayret.
Fesad.
Tren istasyonu.
Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer.
garaz
Kin, içinden düşmanlık yapmak.
Gâye, maksad, arzu, dilek, istek.
garaz-alud
Garezi, hususi bir maksadı olan.
(Farsça)
garaz-ı asli / garaz-ı aslî
Asıl gaye, esas maksad.
garibüzzaman / garîbüzzaman
Zamanın garibi, yaşadığı zamanla uyumlu olmayan.
gavsü'l-vasılin / gavsü'l-vâsılîn
Hakikate, marifete ermiş anlamına gelen, Allah'ın sevgili kulu, irşad eden büyük zât.
gaye / غايه
Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.
Maksad.
gaye-i hareket
Yapılan hareketin gaye ve maksadı.
gaye-i insaniyet
İnsanlığın gaye ve maksadı.
gayr-ı mütevekkil
Tevekkül etmeyen, sadece sebeplere takılıp neticeyi Allah'tan beklemeyen.
gerçek fecr
(Bak. FECR-İ SÂDIK)
gürizgah / gürizgâh
(Girizgâh) Kaçacak yer.
(Farsça)
Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sa
(Farsça)
güşade-dest
(Çoğulu: Güşadedestân) Civanmert, cömert, eli açık.
(Farsça)
güşade-destan / güşade-destân
(Tekili: Güşadedest) Cömertler, civanmertler, eli açıklar.
(Farsça)
habis / habîs
(Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
habt
Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek.
Yanılmak, unutmak, hatâ etmek.
Fesada vermek.
Hiç umulmayan birisinden yardım istemek.
Cin çarpmak.
hacfe
(Çoğulu: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.
hadin / hadîn
(Çoğulu: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.
hadis-i hasen / hadîs-i hasen
Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.
hafi / hafî
Gizli, kapalı.
Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.
hakikat / hakîkat
(Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
"Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
<
Bir şeyin aslı, mahiyeti.
Gerçek, doğru.
Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz.
hakiki ihlas / hakikî ihlâs
Gerçek ihlâs, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet.
hakk-ul yakin / hakk-ul yakîn
(Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.
halelpezir / halelpezîr
Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
(Farsça)
halil
Samimi dost. Sâdık dost.
Nahif ve fakir kimse.
halisen lillah / hâlisen lillâh
Samimi bir şekilde, sadece Allah rızası için.
halisen livechillah / hâlisen livechillâh
Sadece Allah için.
halka-i irşad
İrşad halkası.
hall
Sağlamlaştırmak.
Dostluk, sadâkat.
Fakir, hastalıklı, nahif insan.
Sirke.
hamiyet-i diniye
Dinî hamiyet; dini korumak ve yüceltmek maksadıyla çalışma, dinden gelen yüce duygularla din uğruna fedakârlıkta bulunma.
hanekah / hânekâh
Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer.
haraz
Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.
harbak
Yarmak.
Kat'etmek, kesmek.
İfsad etmek, bozmak.
Deva, ilâç.
harbeş
Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.
harisun aleyküm / harîsun aleyküm
Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.
harmeş
İfsad etmek, bozmak.
hasen hadis / hasen hadîs
Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.
hasis / hasîs
Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.
hasr-ı fikir
Fikir ve düşünceyi sadece birşeye yöneltme.
hasr-ı hayat
Hayatını sadece bir şeye vermek, bütün çalışmalarını yalnız bir şeye yöneltmek.
hasr-ı muhabbet
Sevgiyi yöneltme, sadece onu sevme.
hasr-ı nazar
Dikkati sadece bir yere yöneltme.
Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.
hasreden
Sadece belli şeylere odaklanan.
hasretme
Özgü kılma, sadece bir şeye mahsus kılma.
hasretmek
Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.
hassa-i münhasıra / hâssa-i münhasıra
Bir şeyde bulunan ve sadece ona mahsus olan özellik.
hasur
Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
Oğlu ve kızı olmayan.
Avrete cimâ edemeyen.
İhlili dar olan deve.
hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret
Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü
hatırat
(Tekili: Hâtıra) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler.
Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.
hava
(Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası.
Hafif yel.
Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı.
Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu.
Müzikte ezgili ses, sadâ.
havagazı
Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
(Türkçe)
havat
Tavşancıl kanadının fısıltısı.
Ses, sadâ.
hazerat / hazerât
Hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir).
hazret
(Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh.
Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; "Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri" gibi.
Saygıdeğer; saygı, hürmet maksadıyla büyüklere verilen ünvan.
hebs
Şâdlık, sürür, neşe, neşat.
Döşemek.
hem-dil
Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri.
(Farsça)
herc
İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad.
Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak.
Kapıyı açık bırakmak.
İnsanların işlerinin karışması.
Seğirtmek.
Katletmek.
heşaşet
Şâdlık, hafiflik, irtiyah.
Gevreklik.
heşheşe
Şâdlık etmek, neşeli olmak.
hevaperest
Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil.
(Farsça)
hevs
Bir şeyi vurarak kırmak.
İfsad etmek.
Dolaşmak.
Davarı yavaşça ileri sürmek.
hicab-ı haciz / hicab-ı hâciz
(Hicab-ı sadr) Tıb: Göğüs ile karın uzuvlarını birbirinden ayıran perde, zar. Diyafram.
hıdiv / hıdîv
Vezir, âsaf.
(Farsça)
Kral nâibi.
(Farsça)
Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan
(Farsça)
hikmet-i hilkat / حِكْمَتِ خِلْقَتْ
Yaratılıştaki ilâhî maksad ve incelik.
hikmet-i hükumet / hikmet-i hükûmet / حِكْمَتِ حُكُومَتْ
Hükûmetin icrâatındaki asıl maksad.
hikmet-i ilahiye / حِكْمَتِ اِلٰهِيَه
Allah'ın yarattığı mahlukatta gözettiği asıl maksad ve fayda.
hikmet-i vazı' / hikmet-i vâzı'
Konulma gaye ve maksadı.
hil'at-i hass-ül has
Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.
hilafetname
Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.
hilf
(Çoğulu: Ahlâf) Sözleşme, söz verme.
Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.
hırbaş
Fesâd vermek.
Acı bir ot.
hısas
Hisseler. Paylar. Nasipler.
Kıssadan alınan dersler.
Hisseler, paylar, kıssadan alınan dersler.
hişdar
Temizlik kurallarına çok sadık olan ve riayet eden adam.
(Farsça)
hiss-i sadis / hiss-i sâdis
Altıncı hiss, altıncı duygu. (Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-ı iman. Fikr ile dimağ, bekçi-i iman) (Lemaat. dan)
hizmet-i sadıkane / hizmet-i sâdıkane
Sadakatle hizmette bulunma.
hodfikirlik
Sadece kendi düşüncesini beğenme; düşüncelerinde bencil davranma.
hubb-u ehl-i beyt
Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve bağlılık. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) neslinden gelenleri, onun izinden gidenleri ve onun yolunda sâdık olup sebat edenleri sevmek.
(Farsça)
hubur
Sevinç, sürur, gönül ferahlığı. Şadüman olmak.
Âlimler.
hudena
(Tekili: Hadîn) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
hukukperver
Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost.
(Farsça)
hukukşinas
Hukukçu, hukuk ilmini bilen.
Vefâlı kimse. Sâdık dost.
hullan
(Tekili: Halil) Sâdık dostlar, arkadaşlar.
hulle
Ağır, pahalı.
Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
Cennet elbisesi.
Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,
huneyn vak'ası
Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç
hürmeten
Hürmet olsun diye; hürmet, saygı ve ikram maksadıyla.
huruf-u müsta'liye
Tecvidde: Harf ağızdan çıkarken dilin üst damağa yapışması halinde veya üst damağa doğru gitmesiyle çıkan harfler: Kaf, tı, zı, dat, hı, sad, ayın, gayın, Bu harflerin mukabili "istifâle" harfleridir.
huruf-u şemsiye
Gr: "El" harf-i tarifinin "lâm" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp "Lâm" harfine kalboluyorsa, o harflere "huruf-u şemsiye" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. El-şems yazılıyor, eşşems
husaf
Hasad, hasad mevsimi.
Ekin biçme.
hüsn-ü ifade
Güzel anlatım, maksadını güzelce dile getirme.
hüve'l-hakk
Sadece o haktır, doğrudur.
hüve'l-hakku
Sadece o haktır.
hüve'l-hasen
Sadece o güzeldir.
hüve-l ahsen
Sadece ve yalnız en güzel O'dur.
hüve-l hakku
Hak sadece O'dur.
hüve-l hasen
Sadece, yalnız o güzeldir.
i'cam
Harflere, yazıya nokta koymak.
İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.
i'timad-üd devle
Devletin itimadı, güveni.
Tar: Safevî sadrazamlarına verilen ünvan.
ibadet-i maliyye / ibâdet-i mâliyye
Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.
ibtiga
Maksad, gaye. Taleb, arzu, istek.
ibtiga-i te'vil
Te'vil maksadıyla. Te'vil ederek izahta bulunma.
icaz
(İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.
icaz-ı bittakdir
Maksadı az sözle ifade etmekle beraber fazla olan etraflı mânaların zuhurudur.
icnaf
Doğruluktan ayrılma. Sadakattan uzaklaşma.
ictima-i a'zam
Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf etmiş gibi görünmeleri.
içtimaiyat-ı islamiye / içtimaiyat-ı islâmiye
İslâmî toplum bilimi, İslâm sosyolojisi; Müslümanların yaşadığı şartlar ve gelişmeler.
ıdad
Hazırlamak.
Ses, sada.
idbak
Ulaştırmak. Yapıştırmak.
Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir.
ifade-i cebriyye
Zoraki ifade.
Mat: Cebir işaretleri ile maksadını anlatma.
ifade-i maksat
Maksadı ifade etme.
ifade-i meram
Maksadı ifade etme.
Dilek ve maksadını anlatmak.
ifadetü'l-meram
Dilek ve maksadını anlatma, maksadı ifade etme.
ifaze
(Fevz. den) Maksada erdirmek. Merama kavuşmak. Zaferyâb eylemek.
ifham
Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek.
ifsad / ifsâd / افساد
Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak.
Bozma, fesada uğratma.
Bozma.
(Arapça)
Bozgunculuk yapma.
(Arapça)
İfsâd etmek:
Bozmak, fesada sürüklemek.
(Arapça)
ifsadat / ifsâdât
(Tekili: İfsad) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar.
İfsadlar, bozma ve karıştırmalar.
iftihar madalyası
Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k
ihanet / ihânet
Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
İsyân etmek, karşı gelmek.
Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.
ıhbas
İfsad etmek. Bozmak.
Yaramazlık öğretmek.
ihevat
(Tekili: İhve) Samimi ve sâdık arkadaşlar. Candan dostlar.
Tarikat arkadaşları.
ihkam / ihkâm
Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek.
ihlas / ihlâs
İbadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.
ihlas-ı etem / ihlâs-ı etem
En mükemmel bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.
ihlas-ı etemm / ihlâs-ı etemm
Mükemmel bir ihlas, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.
ihlas-ı hakiki / ihlâs-ı hakikî
İbadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; gerçek samimiyet.
ihlas-ı kalb / ihlâs-ı kalb
Sadece Allah'ın rızasını gözeten kalb samimiyeti.
ihlas-ı tamm / ihlâs-ı tâmm
Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.
ihlas-ı tamme / ihlâs-ı tâmme
Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.
ihlaslı / ihlâslı
İbadet ve davranışlarında sadece Allah'ın rızasını gözeten.
ıhna'
İfsad etmek, bozmak.
Yaramaz söz söylemek.
ihsad
Ekin veya ot biçme veya biçtirme. Hasâd etme.
ihtida
Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek.
Başkasına tekaddüm etmek.
ihtisad
Hasad etme, biçme.
ihtisar
İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak.
Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme.
ihvan
( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost.
Sâdık arkadaşlar.
Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar.
ikindi divanı
Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işl
(Türkçe)
iksad
(Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma.
iktidab
Bir şeyi kendisi için kesmek.
Henüz öğretilmemiş deveye binmek.
İrticâlen söz söylemek.
Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek.
iktisadi / iktisadî
İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik.
iktisadiyat
İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.
ilahiyat
Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler.
ilahiyyun
İlâhiyatçılar.
Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar.
ilbas-ı hil'at
Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.)
ilbas-ı hırka
Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.
ilgaz
(Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme.
ille
(İllet) Esas sebeb. Vesile.
Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.
ille-i gaiye
Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice. Vazifeye terettüb eden maslahat, fayda, semere, iş.
ilmihal / ilmihâl
"Hâl ilmi" mânâsında herkese gerekli olan dinî hükümleri bildirmek maksadıyla yazılan kitaplara verilen isim.
ilva
Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek.
Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek.
Birinin hakkını inkâr eylemek.
Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.
imam-ı muhammed bakır / imam-ı muhammed bâkır
(Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı Hüseyin'in torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S)
imam-ı şafii / imam-ı şâfiî
(Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had
imame / imâme
Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
Tesbîhin ucundaki uzun tâne.
iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî
İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i
inbisat
Genişleme. Yayılma.
Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.
infirac
Gam ve gussadan kurtulma, açılma.
infisad
(Fesad. dan) Bozulma, fesada uğrama.
inhisar
Bir şeyin sadece bir kişiye verilmesi, tekel.
inhisar zihniyeti
Tekelcilik anlayışı (Din sadece bizim tekelimizdedir, her yönüyle bize aittir anlayışı).
insıdam
(Sadme. den) Patlama. Tazyik ile bir şey atma.
inziva / inzivâ
Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
irade-i aliye
Tar: Sadrazam tarafından verilen emir. Bu emir yazılı olduğu gibi, şifâhi de olurdu. Yazılı olana "iş'arat-ı âliye" de denilirdi.
irca-i kelam / irca-i kelâm
Sözü yine maksada çevirme ve getirme.
irşad / irşâd / ارشاد
Hidayete erdirme, doğru yolu gösterme.
(Arapça)
İrşâd etmek:
Hidayete erdirmek, doğru yolu göstermek.
(Arapça)
irşad-ı alevi / irşad-ı alevî
Hz. Ali'nin irşadı.
irşad-ı gaybi / irşad-ı gaybî
Gaybî irşad; gelecekteki hâdiselere işaret etmek suretiyle rehberlik yapma.
irşad-ı i'cazkarane / irşad-ı i'câzkârâne
Harika bir tarzda irşad edip doğru yolu gösterme.
irşad-ı mahz
Salt irşad ve tebliğ.
irşadat
(Tekili: İrşad) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar.
irşadkar / irşadkâr
İrşad eden, doğru yolu gösteren.
irşadkarane / irşadkârâne
İrşad ederek, doğru yolu göstererek.
isa'
Teselli verip sabra irşad etmek.
işaret-i aliye / işaret-i âliye
Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın kabul veya red şeklinde yazdığı yazı.
Sadaret makamından çıkan emirler.
isbatiyecilik
Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.
ısda'
(Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.
ishakiyye köşkü
Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.
ıskat
Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak.
Silmek.
Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka.
ıskat-ı salat / ıskat-ı salât
Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka.
ismailiyye / ismâiliyye
Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.
ismen
Sadece isimle, gerçekten olmayan.
işrab
(Şürb. den) İçirme veya içirilme.
Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.
ısrar
Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek.
istifham
Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak.
Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur.
istiflah
Felah bulma, kurtulma. Maksada ulaşma.
istifsad
(Fesâd. dan) Bir şeyin bozulmasını arzulama, fesâdını isteme.
istihda'
(Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek.
istihsad
Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme.
istikfal
Çekmecede, kasada veya kilitli bir yerde bulundurma.
ıstına-i sıddık
Sâdık dost seçme.
istinca
Birisinden maksadını istihsal etmek.
İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek.
istirhamname
Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub.
(Farsça)
istirşad
(Reşad. dan) Hak yoluna gitmek isteme.
istizmar
(Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.
itbak
(Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak.
İttifak etmek.
Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir.
ıtfak
Maksadına eriştirme, gayesine vardırma.
itnab / itnâb
Sözü uzatma; herhangi bir yeni fayda için, maksadı alışılagelmişin dışında uzun bir söz ile ifade etme.
ittifaken / ittifâken / اتفاقا
Tesadüfen, rastgele.
(Arapça)
ittifaki / ittifakî / ittifâkî / اتفاقى
Rastgele, tesadüfle.
(İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait. Tesadüfle, rastgele.
Tesadüfî.
(Arapça)
ittifakıyet-i avra / ittifakıyet-i avrâ
Tek gözü kör olan ittifak, beraberlik; arkasında hükmeden İlâhî kudret görülmediği için sadece maddî güce sahip olduğu sanılan birlik ve beraberlik.
ittifakiyyat
Tesadüfle olan şeyler.
ittihad-ı muhammedi cemiyeti / ittihad-ı muhammedî cemiyeti
Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdeti ve arkadaşları tarafından İstanbul'da 5 nisan 1909 tarihinde kurulan bir cemiyettir.
ka'de
Bir defa oturuş. Oturma.
Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.
kabid / kâbid
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.
kabr ziyareti / kabr ziyâreti
Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.
kafile-i sıddıkin / kafile-i sıddıkîn
Daima doğruluk üzere Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk.
kam / kâm
İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet.
(Farsça)
Ağzın üstü. Damak.
(Farsça)
Koyun, sığır ağılı.
(Farsça)
Ağaç kilit.
(Farsça)
kamcu / kâmcu
İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen.
(Farsça)
kame / kâme
Arzu, istek, meram, gaye, maksad.
(Farsça)
kampanya
Sıkı bir iş ve çalışma devresi.
Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.
kamver / kâmver
İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar.
(Farsça)
kanaat / kanâat
Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.
kanber
Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı.
Mc: Bir evin gediklisi.
Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
kanunda inhisar-ı kuvvet
Gücü sadece kanunlara münhasır kılmak, güç ve kuvvetin sadece kanunların eline verilmesi.
karaborsa
Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.
karz-ı hasen
Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç.
kassi / kassî
Göğüsle alâkalı. Sadrî.
kayd-ı hayat
Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe.
kayd-i hayat
Yaşadığı sürece, ölene dek.
kazaen
Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
kazaet
Ayıp, âr.
Fesad.
kazara / kazârâ / قضارا
Tesadüfen.
(Arapça - Farsça)
kefaret-keffaret
İşlenen bir günaha, bir yeminin bozulmasına karşılık verilen sadaka.
keffaret / keffâret
(Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
Günahtan arınma.
İşlenen bir hata veya günahın bağışlanmasına vesile olması için verilen sadaka veya tutulan oruç, karşılık.
keffaret-i yemin
Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir ol
kelam / kelâm
Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde.
Allah'a mahsus bir sıfat.
Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir.
Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İ
kelkel
(Çoğulu: Kelâkil) Göğüs, sadr.
ken'an diyarı / ken'an diyârı
Sayda, Sûr, Beyrût, Filistin ve Sûriye'nin bir kısmını içine alan ve Fenike denilen bölge. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken'an burada yaşadığı için Ken'an diyârı denilmiştir.
kenain
(Tekili: Kinâne) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
ker
Sağır, işitmez.
(Farsça)
Kudret, kuvvet.
(Farsça)
Maksad ve meram.
(Farsça)
kerrubiyyun
(Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur.
keşfiyat
(Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de
kinai / kinâî
Maksadı, kapalı bir şekilde ve dolaylı olarak anlatan söz biçimi.
kinane
(Çoğulu: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.
kinaye
Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
kinayeten
Hem gerçek, hem de mecâzi mânâya gelebilecek bir sözü mecaz yönüyle kullanmak suretiyle, maksadını kapalı bir şekilde, dolaylı anlatarak.
kıraat
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
Okuma kitabı.
Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec
kiş
Din, mezheb.
(Farsça)
Keten kumaş.
(Farsça)
Ok kuburu, sadak.
(Farsça)
şimşir.
(Farsça)
kısde
(Çoğulu: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.
kitab-ı belağat / kitab-ı belâğat
Maksada ve hâle uygun söz söyleme kitabı.
kıyas-ı hafiyye
Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas.
Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.
koalisyon
ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu.
komisyon
Özel bir maksad için kurulan heyet.
komita
(Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
kubbe altı
Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
kur'a
Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.
kurban
Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey.
Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan.
Bir maksad uğrunda feda olma.
Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.
kurre
Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması.
Ağlamaktan sonraki serinlik.
Dilşâd olmak.
Bir atımlık şey.
Kurbağa.
küşad / كشاد
Açma.
(Farsça)
Açılma, açılış.
(Farsça)
Küşâd etmek:
Açılış yapmak, açmak.
(Farsça)
küsud
Kesad.
kutb
İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.
kutb-i irşad / kutb-i irşâd
İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.
kutbü'l-irşad
Büyük irşad edici, doğru yolu gösteren.
kutub
Önder, rehber; yaşadığı dönemin en büyük mürşidi.
kuvvet-i ihlas / kuvvet-i ihlâs
İbadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetmeyle elde edilen kuvvet.
kuvvet-i sadakat
Kuvvetli, tam sadakat.
lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir
İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.
lafzullah
Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün "sıfat-ı kemâliyeyi" tazammun eden bir sadeftir.)
lağım
Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır.
Kazurat ve çirkef sularının akmasın
lahn
Güzel ve kaideli ses.
Nağme.
Kaideye uymayan yanlış okuyuş.
Usulüne uygun okumak.
Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek.
Meyl.
Fehmeylemek.
Lisan.
Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.
lala
Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi.
(Farsça)
Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler.
(Farsça)
Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine
(Farsça)
levy
Bükmek.
Eğmek, meylettirmek.
Karın ağrısı.
Mide fesadı.
li-ecli
...için, meram ve maksadı ile.
lisan-ı beliğane / lisân-ı beliğâne
Belâgatli dil, maksadı muhatabın hâline tam bir uygunluk içinde anlatan dil.
lokman hakim / lokman hakîm
Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et
lokman hekim / lokman hekîm
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu hususunda ihtilaf vardır.
lüga
(Çoğulu: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz.
ma-fi-l bal
Gönülde olan maksad ve meram. (Mâ-fi-z zamir de denilir.)
maa
(Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu t
maani-i beyaniye / maâni-i beyâniye
Beyân ve maânî ilimleri (beyân; teşbih, istiâre, mecaz, kinâye gibi konularından bahseder; maânî; sözün maksada uygunluğundan bahseder.).
mabud-u ezeli / mâbûd-u ezelî
Varlığının başlangıcı olmayan ve sadece kendisine ibadet edilmesi gereken Allah.
maddiyunluk
Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.
maddiyyun
(Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.
maden-i sıddıkiyet
Doğruluğun ve sadakatin kaynağı.
magza
Maksad, gaye, meram, istek, arzu.
(Çoğulu: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler.
Savaş, muharebe, gaza, harb.
mahall-i sadaka
Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.
mahmuz
(Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest
mahrum
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak.
Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan.
İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
mahz / محض
Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet.
Tâ kendisi.
Sadece.
Su katılmamış hâlis süt.
Sadelik.
Sırf, sade, tam.
(Arapça)
mahz-ı emir
Sadece ve yalnız emir.
mahza / mahzâ
Ancak. Yalnız. Tek.
Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.
Sade.
mahzan / mahzân
Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.
Sadece.
makasıd
Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler.
makasıd-ı aksa / makasıd-ı aksâ
En uzak, en son ve en büyük maksadlar.
makasıd-ı insaniyet / makasıd-ı insâniyet
İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri.
maksad ve müstekarrın temeyyüzü
Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması.
maksad-ı asliye / maksad-ı aslîye
Asıl maksad, temel gaye.
maksad-ı dünyevi / maksad-ı dünyevî / مَقْصَدِ دُنْيَو۪ي
Dünyaya âit maksad.
maksad-ı ilahi / maksad-ı ilâhî
Allah'ın maksadı, hedefi.
maksad-ı kur'an / maksad-ı kur'ân
Kur'ân'ın maksadı.
maksud / maksûd
(Bak. MAKSAD)
maksud-u hakiki / maksûd-u hakiki / مَقْصُودُ حَق۪يق۪ي
Asıl maksad.
maksud-u şari / maksud-u şâri
İslâmiyetin hüküm ve kurallarını bildiren Allah'ın maksadı.
mana-yı ibadet / mânâ-yı ibadet
İbadet mânâsı, özü, asıl maksadı.
mana-yı ismi / mânâ-yı ismî
İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A
mana-yı ukubet / mânâ-yı ukubet
Ceza mânâsı, özü, asıl maksadı.
manevra
Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli.
(Fransızca)
Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler.
(Fransızca)
Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle
(Fransızca)
masadak
Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.
maslahat
İş, mes'ele.
Sulh yolu.
Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)
maslahatkarane / maslahatkârâne
Maslahata, işe ve maksada uygun surette.
(Farsça)
materyalist
Maddeci, sadece maddeye inanan îmansız.
matlab-ı dil-hah
Gönlün isteği, arzu, maksad.
mavera-ün nehr
Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu.
Dicle ile Fırat arası.
mazz
Gönlün gamdan ve tasadan yanması.
İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek.
me'cuc / me'cûc
Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.
me'r
Katı, şiddetli, şedid.
Fesad.
me's
İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.
mebrur
Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan.
medeniyet-i faside
Bozuk olan; insanları ve toplumları ifsad eden Batı medeniyeti.
medfuat
(Tekili: Medfu') Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar.
Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.
mefasid
(Tekili: Mefsedet) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar.
mehmed
Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.
mekr
Hile, oyun, düzen.
Hile ile aldatma, maksadından vazgeçirme.
mektub-u sadakat-medar / mektub-u sadâkat-medâr
Sadâkate, bağlılığa kaynak olan mektup.
mektub-u sami / mektub-u sâmî
Başbakanlık (sadaret) makamından yazılan resmi mektublar.
memnuniyyet
Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet.
menafi-i iktisadiye / menâfi-i iktisâdiye
İktisadî yararlar, menfaatler.
menfaatperest
Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse.
(Farsça)
menfaatperestlik
Sadece çıkarını düşünme.
menvi / menvî
Kasdedilen.
Niyet. Maksad. Meram.
meram
Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan.
merasid
(Tekili: Mersad) Gözetleme yerleri, rasat yerleri.
meraşid
(Tekili: Merşed) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar.
merh
Fesâd.
merhaba
Şâdlık, neşeli oluş.
Genişlik, vüs'at.
Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.
merid / merîd
Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse.
Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma.
Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.
mersad
Rasad yeri. Gözetleme yeri.
merşed
Hakiki maksada ulaştıran doğru yol.
mersud
Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş.
mertebe-i irşad
İrşad derecesi, doğru yolu gösterme derecesi.
mesağ
İzin, ruhsat, cevaz, müsade.
mesaid
(Tekili: Mesâdet) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar.
meşaiyyun / meşâiyyun
Sadece akla güvenen Aristo geleneğini izleyen felsefeciler.
mesak-ı kelam / mesak-ı kelâm / mesâk-ı kelâm
Kelâmın sevk edildiği yer, maksad.
Kelâmın sevk edildiği gaye, mevzû, maksad.
mescid-i dırar / mescid-i dırâr
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid.
meşden
(Çoğulu: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.
meşiet-i hassa
Sadece Allah'a ait olan dileme.
mesih-üd deccal
Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.
mesil-i garaz / mesîl-i garaz
Hedefin, maksadın mecrası, akıntı yatağı.
meşşaiyyun
Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.
mesuk-u lehu-l-kelam / mesuk-u lehu-l-kelâm
Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı.
mesuk-u lehülkelam / mesûk-u lehülkelâm
Kelâmın söyleniş gayesi, maksadı.
mesuk-un leh
Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.
mevlana halid
(Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd
mihrab
Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
Mc: Harb âleti.
Orman.
Melikin hususi makamı.
Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare
minallahi't-tevfik / minallahi't-tevfîk
Tevfik, başarı sadece Allah'tandır.
minhac-ı irşad
İrşad yolu.
mirrih
Şâd, neşeli ve mesrur kimse.
mirsad
Gözetleme yeri. Rasad yeri.
Gözetleme âleti.
Suçluları gözleyip duran.
Pusu.
Suçlular için hazır bekleyen.
moda
Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır.
(Fransızca)
mu'sade
(İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan.
mü'sade
(İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.
mu'tecir
Sadaka veren.
mücerred
Maddî varlıklardan ayrı olarak sadece zihinde düşünülen kavram, soyut
müfsid
İfsad eden, fenalaştıran. Bozan.
Başlanmış ibadeti bozan.
Nifak koyan, fesad ilka eden. (Hiç bir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut, bâtılı hak görür. Evet kimse demez "ayranım ekşidir." Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz tic
müfsid-i mi'de
Mideyi bozup ifsad eden.
müfsidane / müfsidâne
İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara bozuculukla.
(Farsça)
müfsidin / müfsidîn
(Tekili: Müfsid) Bozanlar, ifsad edenler, müfsidler. Fesatlık yapanlar, ara açanlar.
mugalata / mugâlata
Safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme.
muhaddes
Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse.
Her zan, tahmine feraseti isabetli olan.
Nakil ve rivayet edilmiş olan.
muhafazakar / muhafazakâr
Koruyucu.
(Farsça)
Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan.
(Farsça)
muhale
Dostluk, sadâkat.
muharref
(Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
muhazat-ı nisa
Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)
muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.
müheymin
Mü'min.
Hazır. Sâdık.
Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.
mühlik
Helâk eden. Öldüren. Öldürücü. İfsad eden. Bozan. Kıtal.
muhlis
Samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözeten.
İhlaslı, samimi, işini sadece Allah için yapan.
muhtasıd
(Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen.
muhtekir
İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse. Karaborsacılık yapan.
muhyi / muhyî
Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga
mükabere / mükâbere
Münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme.
mukaddime
Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli.
Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz.
Alın. Nâsiye. Alındaki perçem.
mukallid
Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.
muktesid / مُقْتَصِدْ
İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan.
İktisadlı, tutumlu.
İktisâdlı.
muktesidan
(Tekili: Muktesid) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.
muktesidane
İktisadlı şekilde, tutumlu biçimde.
münazara / münâzara
Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.
münharif
(Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale
münhasıran / منحصرا
Hususi olarak, sadece, yalnız olarak, özellikle.
Sadece, sâde.
Bir işe veya bir şeye âit olarak.
Sırf, sadece.
(Arapça)
münşi
(Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan.
Edb: Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib.
münşid
(Neşide. den) İnşad eden, iyi şiir okuyan.
Bir şeyi zâyi edip " Varmı" diye bağıran.
müntabıka
Söylenirken dilin üst damağa kapanması. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler; sad, dad, tı, zı.
münye
Arzu edilen, istenilen şey. Maksad. Temenni olunan.
murad
İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey.
Gâye. Maksad. Emel.
murasade
(Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme.
Dikkatle bakma.
mürcif
Fitne ve fesada dalan, bozguncu haber yayan.
(Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı.
Mutlak bir şey ile meşgul olan.
Yer sarsıntısı. Zelzele.
mürşid / مرشد
(Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.
İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları terbiye eden, âlim ve velî.
İrşad eden, îman yolunu gösteren.
Şeyh.
(Arapça)
Doğru yolu gösteren, irşad eden.
(Arapça)
mürşid-i hakiki / mürşid-i hakikî
Gerçek irşad edici, yol gösterici.
mürşid-i mucib / mürşîd-i mûcîb
Sorulara cevap verip irşad eden, aydınlatıcı cevap veren.
mürşid-i mutlak
Mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren.
mürşidan / mürşidân
İrşad edenler, doğru ve hak yolu gösterenler.
mürşidane / mürşidâne
İrşad edici olarak, hak ve doğru yolu göstererek.
mürşidlik
İrşad etme, doğru yolu gösterme.
musadda'
(Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş.
musaddak
Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.
müsadefe
(Bak: MÜSADEFET)
müsadefet
(Suduf. dan) Rast gelme. Tesâdüf etme.
musademat
Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.
müsademat
(Tekili: Müsademe) Vuruşmalar, birbirine çarpmalar. Müsademeler.
müsademe
(Çoğulu: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma.
Silâhlı çarpışma.
müsadere / مصادره
Mal varlığına el koyma.
(Arapça)
Müsadere edilmek:
Mal varlığına el konulmak.
(Arapça)
Müsadere etmek:
Mal varlığına el koymak.
(Arapça)
müsadif
Tesadüf eden, rastlayan.
Rastlayan, tesadüf eden.
musevi
Hz. Musa'nın (A.S.) dinine tâbi olan. Yahudi.
İmam-ı Musa Kâzım nesline mensub olan. Sadat-ı Museviyeden.
musmit
(Musammet) İçi kof olmayan şey.
Tecvidde: Te, se, cim, ha, hı, dal, zel, ze, sin, sın, sad, dad, tı, zı, ayın, gayın, kaf, kef, he harflerinin ismidir.
müste'cerün-fih
Kiralama maksadı.
müstehlik evliya / müstehlik evliyâ
Nihâyete erdikten, maksada kavuştuktan sonra sebepler âlemine indirilmeyen, geri döndürülmeyen evliyâ. Kalbi hep Allahü teâlâya dönük olup, O'ndan başkası ile meşgul olmayan zâtlar.
müsterşid
(Çoğulu: Müsterşidîn) (Rüşd. den) Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen.
müsterşidin / müsterşidîn
(Tekili: Müsterşid) Doğru ve hak yolun gösterilmesini, irşad edilmesini isteyenler.
mutasaddi / mutasaddî
(Sadv. dan) Bir işe girişen. Tasaddi eden. Başkasına saldıran, başka birine takılan.
mutasaddı'
Dağlıyan, tasaddu eden, perakende olan, yarılıp çatlayan.
mutasaddık
Tasadduk eden. Sadaka veren.
mutasaddık-un aleyh
Sadakayı kabul eden kimse.
mutasaddıkin / mutasaddıkîn
(Tekili: Mutasaddık) Sadaka verenler. Tasadduk edenler.
Sâdık ve doğru olduğu anlaşılanlar.
mutasaddır
(Çoğulu: Mutasaddırin) (Sadr. dan) Baş köşeye kurulan. Başa geçip oturan.
mutasaddırin / mutasaddırîn
(Tekili: Mutasaddır) Baş köşeye kurulanlar, tasaddur edenler.
mütedeyyin
Dindar. Din ile vazifeli. Sağlam müslüman, dine muhalefetten sakınan, dinine sâdık olan.
Borçlu olan.
müteferrika
Çeşitli işler gören.
Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini götüren kimse.
Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret.
mütekellimivahde
Sadece kendi adına konuşan.
müterassıd
(Rasad. dan) Gözeten, tarassud eden, bekleyen, kollayan.
müterassıdin / müterassıdîn
(Tekili: Müterassıd) Dikkatle gözetenler, rasad edenler, kollıyanlar, bekliyenler.
mütereşşid
(Reşad. dan) Doğru yola girmiş olan.
mütesadif / متصادف
Tesadüf eden, rastgelen. Karşılaşan.
Rastlayan, tesadüf eden.
(Arapça)
mütesadifin / mütesadifîn
(Tekili: Mütesadif) Rastgelenler, tesadüf edenler.
mütesadim
(Sadme. den) Birbirine çarpışan, birbirine çarpıp vuran.
muvarede
(Çoğulu: Muvâredât) (Vürud. dan) Girip gelme.
İki şâirin, birbirlerinden habersiz olarak, tesâdüfen aynı beyitleri söylemeleri.
na'ar
Fesad ve fitneye çalışan.
Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.
nafaka-i iddet
Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.
nahr
Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
Boyun. Boğaz çukuru.
Sadır.
Gündüzün evveli.
Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.
nakıl / nâkıl
Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp, sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâb ları) nakleden âlim.
naks
Nakletmek.
İfsad etmek, bozmak.
Evmek. Acele etmek.
Kimseye lâkap takmak.
Ayıplamak.
Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak.
naşad / nâşâd
Şâd olmayan, üzgün.
naz
Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık.
(Farsça)
Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak.
(Farsça)
Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet.
(Farsça)
Yalvarma, rica.
(Farsça)
nazar-ı maddi / nazar-ı maddî
Olayları ve varlıkları sadece dış görünüşüne göre değerlendirme.
nazire / nazîre / نَظ۪يرَه
Benzerini yapma maksadlı örnek.
necah
Ses, sadâ.
nefs-i maksad
Maksadın kendisi, aynısı.
nefsi nefsi / nefsî nefsî
"Nefsim, nefsim" mânâsına gelen ve sadece kendini düşünmeyi ifade eden bir söz.
nehar-ı şer'i / nehar-ı şer'î
Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.
nehhat
Çalıştırılan sığır.
İnce.
Hımar, eşek.
Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.
nehr
Boğazlamak, kesmek.
Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak.
Sadr, göğüs.
nemek-helal / nemek-helâl
Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse.
(Farsça)
nemek-perver
Sâdık ve bağlı kimse.
(Farsça)
nemime
Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme.
nemmam / nemmâm
İfsad için söz taşıyıcılık, dedikoduculuk ve koğuculuk eden.
nemrud
Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâb
neşat
Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf.
Bir iş işlemek. Çalışmak.
nesl
Kuyudan toprak çıkarmak.
Sadaktan ok çıkarmak.
netice-i meram / netîce-i merâm / نَتِيجَۀِ مَرَامْ
Maksadın neticesi.
Maksadın neticesi.
nev'i şahsına münhasır
Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.
neva / nevâ
Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz.
(Farsça)
Musikide bir makam ismi.
(Farsça)
İntizamlı hâl.
(Farsça)
Azık, zahire, rızık.
(Farsça)
Ses, sadâ, makam, âhenk.
Refah.
Levazım, kuvvet, zenginlik.
Nasip.
Türk musikisinde eski makamlardan biri.
nez'
Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak.
nezb
Çağırmak.
Ses, sadâ, savt.
nezg
İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese.
nezr-i muayyen
Hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek ve sevâbını falan velîye bağışlamak adağım olsun diye bir şarta bağlanarak yapılan adak.
niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî
(Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha
nuf
Yankı. Aks-i sadâ.
(Farsça)
nur-u mahz-ı kur'an / nur-u mahz-ı kur'ân
Sadece Kur'ân nuru, ışığı.
nuşadur
Nişadır.
(Farsça)
nuşe
Şâd ve sevinçli. Mesrur olan.
(Farsça)
nüzü'
İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.
nüzul / nüzûl
İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.
obüs
Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.
ömer
Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem
on üç asr-ı beşer
Peygamber Efendimizden sonra insanlığın yaşadığı on üç asır, on üç yüzyıl.
ona münhasır
Sadece Ona ait, Ona özel.
otağ
Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.
pak-baz
(Çoğulu: Pâk-bâzân) Temiz oynayan.
(Farsça)
Mc: Sadakatli âşık.
(Farsça)
peşmin
(Peşmine) Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma.
(Farsça)
Sâde ve süssüz elbise.
(Farsça)
pozitivizm
Gerçeğe erişmek için sadece deneye güvenen sapık felsefe.
propaganda
Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat.
(Fransızca)
rabbu'l-enbiya ve's-sıddıkin / rabbu'l-enbiyâ ve's-sıddıkîn
Daima doğruluk üzere, Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların ve peygamberlerin Rabbi.
rağmen ala-enfihi / rağmen alâ-enfihi
Tahkir maksadıyla, birinin kibrini, burnunu kırmak için.
raik / râik
Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
Safi, sade.
Sade.
rasad / رصد
Gözlem.
(Arapça)
Gözetleme.
(Arapça)
Rasad edilmek:
Gözlemlenmek.
(Arapça)
Rasad etmek:
(Arapça)
Gözlem yapmak.
(Arapça)
Gözetlemek.
(Arapça)
rasadhane / rasadhâne
Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer.
(Farsça)
rasıd
(Çoğulu: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan.
rasıdan / rasıdân
(Tekili: Râsıd) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler.
rassad
(Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen.
remzşinas
Bir maksad anlatan şekil, resim vb.
(Farsça)
Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen.
(Farsça)
reşad-penah
Reşada sebep olan. Kurtuluşa sebep.
reşat
(Bak: Reşad)
ress
Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu.
Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı.
Maden.
Dere.
İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.
revah
Öğleden akşama kadar olan vakit.
Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e.
revm
Maksad. Taleb, istek.
Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke.
ric'at
Geri dönme, vazgeçme.
Erkeğin, boşadığı kadını, iddet süresi bitmeden tekrar nikahlaması.
rihve-i mehmuse harfleri
"Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin" Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.
rind
Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören.
(Farsça)
Laübali meşreb feylesof.
(Farsça)
Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse.
(Farsça)
riyazat
(Tekili: Riyazet) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
riyazet
Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak.
İdman.
ruga'
Sada, ses.
Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.
ruhban / ruhbân
Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.
rüşd ü irşad
Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek.
rusde
(Çoğulu: Risâd) Ziynet, süs.
rüya-yı sadıka / rüya-yı sâdıka
Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.
sa'dane
(Çoğulu: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot.
Devenin göğsü.
Tırnak dibinin siniri.
Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme.
Kadın memesinin etrafı.
sa'y
Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
Hızlı yürüme.
Cür'et etme.
Ziyaret etme.
Gammazlık yapma.
Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.
sabah vakti
Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.
sabia / sâbia
Sâdisenin altmışta biri.
sad
Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir.
Arap alfabesinde 14. harf; Sad Sûresi.
şad / şâd / شاد
Sevinçli.
(Farsça)
Şâd etmek:
Sevindirmek, mutlu etmek.
(Farsça)
Şâd olmak:
Sevinmek, mutlu olmak.
(Farsça)
sada-yı ihtilal / sadâ-yı ihtilâl
Başkaldırma sâdası.
sada-yı semavi ve ruhani / sadâ-yı semâvî ve ruhânî
Semâvî ve ruhanî olan sadâ, gökten gelen ses.
şadab
(Şâd-âb) Suya kanmış, sulu. Taze.
(Farsça)
şadabter
(şâd-âbter) Çok su verilmiş, fazla sulanmış.
(Farsça)
sadaka-i azime / sadaka-i azîme
Büyük sadaka.
sadaka-i cariye / sadaka-i câriye
Sürekli hayra sebep olan ve sevabı öldükten sonra da yazılmaya devam eden sadaka.
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra sebeb olan sadaka.
Hayrı, sevabı dâimî olan sadaka. Sevabı öldükten sonra da devam eden hayırlı ameller. (Kur'an ve iman hizmeti gibi.)
sadaka-i fıtr
Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri
sadaka-i makbule / sadaka-i makbûle / صَدَقَۀِ مَقْبُولَه
Makbul olan, kabul olunmuş sadaka.
(Allah tarafından) kabûl edilen sadaka.
sadaka-i maneviye / sadaka-i mâneviye
Belâları uzaklaştıran mânevî sadaka.
sadakat / sadakât / sadâkat
(Tekili: Sadaka) Sadakalar.
Sadakalar.
Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.
sadakatkar / sadakatkâr
Sâdık, sadakat sahibi.
(Farsça)
sadakatkarane / sadakatkârâne / sadâkatkârâne
Sâdık ve bağlı bir tarzda.
Sadakat edercesine, bağlılığını gösterircesine.
sadakatli
Sadık, doğru.
sadakatmedar / sadâkatmedâr
Sadakat vesilesi, bağlılık sebebi.
sadakte
"Doğru söyledin, sâdıksın" mânasına karşısındakine söylenilen söz.
sadaret / sadâret / صدارت
Osmanlı İmparatorluğunda başvezirlik, sadrâzamlık, başbakanlık makamı.
Sadrazamlık.
(Arapça)
sadaret-penah
Sadrazam bulunan kimse.
(Farsça)
sadaretpenah / sadâretpenah / صدارت پناه
Sadrazam.
(Arapça - Farsça)
sade / sâde / ساده
(Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur.
Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.
Basit.
(Farsça)
Yalın.
(Farsça)
Süssüz.
(Farsça)
Sadece.
(Farsça)
saded
Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir.
Niyet, kasıd. Teşebbüs.
Yakınlık, civar.
sadefçe
Küçük sadef.
(Farsça)
sadegi / sadegî
Sâdelik, süssüzlük, düzlük.
(Farsça)
sadegi-i ifade / sadegî-i ifade
İfade sadeliği.
sadegi-i libas / sadegî-i libas
Giyim sadeliği.
sademat / صدمات
(Tekili: Sadme) Vuruşlar, patlamalar.
Ansızın başa gelen belâlar.
Sadmeler, çarpmalar, darbeler.
(Arapça)
Musibetler.
(Arapça)
sader
(Bak. TAVÂF-I SADR)
saderu
(Çoğulu: Sâderuyân) Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.
(Farsça)
sadık / sâdık
Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.
Doğru, dürüst, sadakatli.
sadik / sadîk
Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü.
Çok sadık.
sadık-ul va'd
Va'dinde duran, söz verdiği şeyi yerine getiren, ahdine sâdık olan. Cenab-ı Hak.
sadıka
(Bak: SADIK)
sadıkan
Sâdıklar, sâdık dostlar.
(Farsça)
sadıkane
Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle.
(Farsça)
Dürüstçe, sadıkça.
sadıkıyyet
Sâdık oluş, sâdıklık.
sadır / sâdır / صادر
Çıkan.
(Arapça)
Sâdır olmak:
(Arapça)
Çıkmak, meydana gelmek.
(Arapça)
İmzadan çıkmak.
(Arapça)
şadırvan
Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.
sadise
(Bak: SADİS)
şadman
(Bak: şadüman)
sadr / صدر
Göğüs.
(Arapça)
Baş.
(Arapça)
Başköşe.
(Arapça)
Sadrazam.
(Arapça)
Sadra şifa vermek:
İşe yaramak, rahatlatmak.
(Arapça)
sadr-ı a'zam / صدر اعظم
Sadrazam.
sadr-ı ali / sadr-ı âli
Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.
sadr-ı esbak / صدر اسبق
Eski sadrazam.
sadr-ı evvel
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır.
sadri / sadrî
(Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait.
saduk / sadûk
Çok sâdık.
Çok sâdık, doğru.
Çok sadık, gayet bağlı.
şadüman
(şâd-mân) Mesruriyet, sevinçlilik.
(Farsça)
Mesrur, bahtiyar.
(Farsça)
şadurvan / şâdurvan / شادروان
Şadırvan.
(Farsça)
safir
Islık veya kuş sesi.
İnce ve güzel ses
Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.
sahibü'l-ihlas ve'n-nur ve'l-kemal ve'l-irşad / sahibü'l-ihlâs ve'n-nur ve'l-kemal ve'l-irşad
İhlâs, nur, kemâl ve irşad sahibi.
sahibü'n-nur ve'l-azm ve'l-irade ve'l-irşad
Nurun, azmin, iradenin ve doğrulara ulaştırıcı irşadın sahibi.
sahibüzzaman
Yaşadığı zamanın manevî sahibi.
sahra-yı bedeviyet / sahrâ-yı bedeviyet
Göçebe Arapların yaşadığı çöl.
şahsiyet devrinin yadigarı / şahsiyet devrinin yadigârı
Asil kişilerin yaşadığı dönemin hatırası.
saib
(Savab. dan) Maksada uygun.
Hedefe doğru ulaşan.
Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan.
salah
Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
salim / sâlim
Sağlam.
Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
İçinde harf-i illet bulunma
saliye
Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye.
sazec
(Çoğulu: Sevâzic) Sâde, basit.
seb'iyye
Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.
sebatkar / sebatkâr
Sağlam, yerinden oynamaz.
(Farsça)
Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan.
(Farsça)
secde-i şükran
Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde.
seciye-i avra
Bir gözü kör olan seciye; olaylara sadece şahsî çıkar açısından veya sadece dünyevî açıdan bakan seciye, huy.
seciye-i uvera / seciye-i uverâ
Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.
seda
(Bak: Sadâ)
sedacet
Sâdelik.
sedacet-i kelam / sedacet-i kelâm
Söz sadeliği.
sedef
(Bak: Sadef)
sedene
(Tekili: Sâdin) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları.
sehl
Kolay.
Toprağı yumuşak düz yer.
Sâde.
sekkaki / sekkakî
(Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. "Miftâh-ül Ulûm" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir.
şemakmak
Uzun, tavil.
şâd ve neşeli kimse.
şemate
Destenik çiçeği.
Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek.
semen-i misl
Satılan malın piyasadaki fiyatı.
şerefsadır / şerefsâdır
Şerefsâdır olmak:
Padişahın emriyle çıkmak.
şerhu'l-makàsıd
Büyük kelâm âlimi Sadettin Taftazanî'nin meşhur eseri.
şerif
Şerefli, mübarek.
Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse.
serr
Çocuğun göbeğini kesmek.
Göbekte ağrı olmak.
Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma.
serrişte
İp ucu. Emâre, delil. Vesile.
(Farsça)
Başa kakmak.
(Farsça)
Maksad.
(Farsça)
şeşüm
Altıncı, sâdis.
sevazic
(Tekili: Sâzec) Sâde ve basit şeyler.
şevk
Çok istek, şiddetli arzu.
Neş'e.
Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama.
Memnun. Şâduman.
şeyh-i mürşid
İrşad eden, doğru yolu gösteren şeyh.
şeyh-ül islam
Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.
seyr-i anillah-i billah / seyr-i anillah-i billâh
Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
sıddık
Çok samimi. Doğru, inançlı, sadakatli.
sıddik / sıddîk / صديق
Çok sadık ve bağlı.
Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
Çok sadık olan.
sıddık-ı vefiy
Vefâlı ve her yönüyle sâdık olan.
sıddika / sıddîka
Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın.
Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir.
sıddıkin / sıddıkîn
Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar.
sıddikin / sıddîkîn
Sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte, doğrulukta en ileri olanlar.
Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.
sıddıkin-i evliya / sıddıkîn-i evliya
Allah dostları arasında sadakatte en ileri olanlar.
sıddikin-i muhakkikin / sıddîkîn-i muhakkikîn
Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler.
sıddıkin-i sahabe / sıddıkîn-i sahabe
Sadakatli, doğru sözlü Sahabeler.
sıddikiyet / sıddîkiyet
Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.
sıdk-ı cenan
Kalblerin sâdık oluşu, sadakatlı.
sıfat-ı ayniye
Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi.
silsile-i aliyye
Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedân
silv
Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak.
simurga
Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir.
sine
Göğüs. Sadır. Kalb.
(Farsça)
sırf / صرف
Sadece, yalnızca.
Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
Sadece, yalnız.
(Arapça)
şirket
Ortaklık, iş ortaklığı.
Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri.
sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs
Samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme sırrı.
sırr-ı ihlas-ı hakiki / sırr-ı ihlâs-ı hakikî
Gerçek ihlâs sırrı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme esprisi, mânevî gücü.
siyaset
Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak.
Diplomatlık. Politika.
Seyislik, at idare işleriyle uğraşma.
siyer-i nebi
Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.
sosyalizm
İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını
(Fransızca)
staj
Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma.
(Fransızca)
suddad
(Çoğulu: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele.
Suya varacak yol.
sudeka
(Tekili: Sadik) Doğru ve hakiki dostlar.
sudkan
(Tekili: Sadîk) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.
suduf
(Bak: SADEF)
sudur / sudûr
Olma, meydana gelme. Sâdır olma.
(Tekili: Sadr) Göğüsler, sadırlar.
Olma, meydana gelme.
Göğüsler, sadırlar.
suikasd / sûikasd
Maksadın kötü oluşu, öldürme teşebbüsü.
sünnet-i gayr-ı müekkede
Peygamber'in (A.S.M.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış olduğu ameldir.
sünnet-i gayri müekkede
(Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb da denir.
ta'zir-i te'dib
Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir.
taabbüdi / taabbüdî
İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.
tabiatperest
Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden.
(Farsça)
tahdis-i nimet / tahdîs-i nimet
Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek.
Şükür maksadıyla Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri anlatma, sevincini ve şükrünü bildirme.
tahkimat
Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.
tahs
İfsad etmek, bozmak.
tahsis-i taabbüd
İbadeti ve kulluğu sadece Allah için yapma.
taife-i sıddıkin / taife-i sıddıkîn
Daima doğruluk üzere, Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk.
talac
Bağırma, feryad, çığlık.
(Farsça)
Ses, sada.
(Farsça)
Kavga.
(Farsça)
Meş'ale.
(Farsça)
talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î
Erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini mümkün kılan boşanma şekli.
tarab
Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık.
tarik / tarîk
Yol. Tarz, usûl.
Vâsıta. Meslek.
Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
tarik-i belagat / tarik-i belâgat
Belâgat yolu, maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme yöntemi.
tarik-i vahdaniyet / tarik-i vahdâniyet
Bütün varlıkların sadece Allah tarafından yaratıldığını kabul etme yolu.
tarsis
(Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma.
Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.
tasaddi / tasaddî / تصدی
Bir işe başlamak.
Taarruz etmek.
Yüz döndürmek.
Tesadüf etmek.
Vuku bulmak.
Girişme, başlama, el atma.
(Arapça)
Tasaddî etmek:
Girişmek, başlamak, el atmak.
(Arapça)
tasadduk
Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek.
Sadaka verme.
Sadaka verme.
Sadaka vermek, doğru olduğu ortaya çıkmak.
tasaddukat
(Tekili: Tasadduk) Sadakalar.
tasaddur
(Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme.
Öğretmek.
Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.
tasarrufan
Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.
tasavvur-u şahsi / tasavvur-u şahsî
Kendi şahsî tasavvuru, düşüncesi, sadece kendini düşünme.
tasmim
Bir şeyi önceden iyice kararlaştırmak. Azimet-i sadıka ile kastetmek.
Muhkem kılmak.
İnkâr etmek.
Endişe edip kaçınmamak.
tavaf
Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak.
Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
Ziyaret etmek, ziyaret maksadıyla etrafını dolaşmak, hacıların Kâbe etrafında yedi kez dolaşmaları.
tavtie
Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.
tazammun ettikleri
İçinde bulundurdukları, kapsadıkları.
tebah
Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş.
(Farsça)
Bozuk.
(Farsça)
tebarekallah / tebarekâllah
"Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli!" diyerek hayret taaccübü. Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm.
tebl
Fesad etmek, çürütmek.
tecelli-i zat / tecellî-i zât
İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.
tecridhane
Eskiden dervişlerin dünya işlerinden ellerini çekip yalnız başlarına yaşadıkları oda, yalnızlık odası.
tefe'ül
Kapalı bir kitabı, belirli dualar okuyarak rastgele açma ve açılan sayfayı ibret alma maksadıyla okuma işlemi.
tefeşşi
İntişar etmek, dağılmak.
Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.
tefhim
Ta'zim.
Bir şeyi kalınlaştırmak.
Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir. Şunlardır: Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u isti'lâda tefhim vâcibdir.
telvihat / telvihât
Maksadın lâzımı olan şeylerden bahsetmek sûretiyle yapılan kinayeler.
temayül-ü infirad
Tek başına hareket etme, sadece kendisini düşünerek hareket etme eğilimi.
tenasüb
Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
Nisbet, kıyas.
İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü.
Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.
tencic
Şâd etmek. Sevindirmek.
tenkid
Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.
tenmiye
(Nemâ. dan) Büyütmek. Yetiştirmek. Artırmak. Bereketlenmek.
Fesad veren haber yetiştirmek.
Ateş içine odun atmak.
terceman
(Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren.
Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.
tercih ehli / tercîh ehli
Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall
terkeş / تركش
Ok mahfazası, ok kuburu, sadak.
(Farsça)
Okluk, sadak.
(Farsça)
tesadüf / tesâdüf / تصادف
Rastlama.
(Arapça)
Rastlantı.
(Arapça)
Tesâdüf edilmek:
Rastlanmak.
(Arapça)
Tesâdüf etmek:
Rastlamak.
(Arapça)
tesadüf-ü amya / tesadüf-ü amyâ
Kör tesadüf.
tesadüfat
Tesadüfler, rastlantılar.
tesadüfen
Tesadüf olarak, rastgele.
tesadüfi / tesadüfî
Tesadüfle ilgili, rast gele.
Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle.
Rastgele, tesadüfen.
tesadüm / tesâdüm / تصادم
Müsademe, şiddetli çarpışma, savaşmak.
Çarpışma, tokuşma.
(Arapça)
Tesâdüm etmek:
Çarpışmak, tokuşmak.
(Arapça)
tesmir
(Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması.
Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.
tetavvuf
Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma.
tevbe-i nasuh / tevbe-i nasûh
Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.
Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam kararlı olmak.
tevehhüm-i ebediyet
Ebedî yaşayacağını zannedip Allah'ın emirlerinden ve âhiret için hazırlanmaktan gaflet etmek. Hiç ölmeyecekmiş gibi evhâm ile sâdece bu dünyayı ve dünya menfaatlerini düşünmek.
tevessül
Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir
tevhid-i halık / tevhid-i hâlık
Sadece bir Yaratıcının olduğuna, başka yaratıcıların olmadığına inanma.
tevhid-i kıble
Sadece bir yere müteveccih olmak. Bir kıbleden başka kıble kabul etmemek.
Mc: Sadece bir üstad kabul etmek.
tevhid-i rububiyet
Rab olarak sadece bir olan Allah'ı kabul etme ve kâinatın idare ve tedbiri hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
tevhid-i uluhiyet / tevhid-i ulûhiyet
İlâh olarak sadece bir olan Allah'ı kabul etme ve ibadetleri takdim hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
teyemmüm
Kasd.
Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
tilavet secdesi / tilâvet secdesi
Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala
tirdan / tîrdân / تيردان
Ok mahfazası, sadak.
(Farsça)
Okluk, sadak.
(Farsça)
tirkeş / tîrkeş / تيركش
Okluk, ok kabı, sadak.
(Farsça)
Okluk, sadak.
(Farsça)
tuf
Yankı. Akseden ses. Aks-i sada.
(Farsça)
ulema-yı ehl-i zahir / ulemâ-yı ehl-i zâhir / عُلَمَايِ اَهْلِ ظَاهِرْ
Kur'an ve hadislerin sadece zahirî manalarıyla hükmeden âlimler.
üslub-perestlik / üslûb-perestlik
Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek.
Sözün mânâ ve maksada uygunluğuna değil de ifade tarzının güzelliğine önem verme.
üslub-u mücerred / üslûb-u mücerred
(Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.
Sade, basit üslûp.
üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret
Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).
üstad-ı mübelliğ
Tebliğ edici, irşad edip tanıtıcı ve bildirici üstad.
üsvet
Beraberlik.
Halka reis olmak.
Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib.
Nümune ve örnek tutulacak olan insan.
va'z
Cemaati irşad amacıyla Kur'ân ve hadisleri yorumlayarak yapılan konuşma.
vahdet
Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.
vahiy
Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve
ve bi-l hakkı natakte
Hak ile söyledin, hakkı söyledin. Haksın, sâdıksın.
ve minallahi't-tevfik
Muvaffakiyet sadece Allah'tandır.
ve minellahi't-tevfik / ve minellahi't-tevfîk
Başarmak sadece Allah'tandır.
vekaletpenah / vekâletpenâh / وكالت پناه
Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan.
(Farsça)
Sadrazam.
(Arapça - Farsça)
velayet / velâyet
Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik.
Dostluk.
Sadakat.
Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak.
Veli olan kimsenin hali, dervişlik, dostluk, sadakat, başkasına sözünü geçirmek.
verb
Fetret, fesad.
Yabani hayvan ini.
vesaid
(Tekili: Visâde) Yastıklar, şilteler, döşekler.
vezir-i a'zam
Pâdişahın vekili olan birinci vezir. Sadrazam. Başvekil.
visade
(Bak: VİSAD)
vücud-u ilmi / vücûd-u ilmî
İlmî varlık; sadece bilgi olarak var olan.
vücud-u zihni / vücud-u zihnî
Zihinsel varlık; bir şeyin sadece zihinde tasavvur edilen varlığı.
vüsüd
(Tekili: Visâde) Yastıklar.
yar-ı gar / yâr-ı gar
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır.
yaran / yârân
Dostlar, sadık arkadaşlar, sevgililer.
Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer.
(Farsça)
yek-çeşm deha / yek-çeşm dehâ
Tek gözlü olağanüstü zekâ ve akıl; Kur'ân'ın gösterdiği gerçekleri görmeyen ve sadece dünyevî maksatları gözeten zekâvet ve akıl.
yekçeşm
Tek gözlü.
Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. "Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden" meâlinde mecazen söylenilmiştir.
Güneş.
yunus emre
(Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile
yuşa
Hz. Musa'dan (A.S.) sonra peygamber olmuş ve Benî İsrail'i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Yahudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı yaşadılar. Tâ bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İsrail'i idare etti. Sonra içlerinden bir mel
zaal
Şâdlık, neşeli oluş, neşat.
zabtıyye
Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.
zafer
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme.
Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik
Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.
zahirbin / zâhirbîn / ظاهربين
Sadece görünüşe bakan.
(Arapça - Farsça)
zahiri ulema / zâhirî ulema
Âyet ve hadislerin maksatlarına ulaşamayan ve sadece dış mânâlarına bağlı kalan âlimler.
zahirperest / zâhirperest / ظاهرپرست
Sadece dış görünüşe bakan.
(Arapça - Farsça)
zaman-ı hal / zaman-ı hâl
İçinde bulunulan zaman dilimi (Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem.
zaman-ı saadet / zaman-ı saâdet
Saadet zamanı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem olan asr-ı saadet dönemi.
zaman-ı sahabe / zaman-ı sahâbe
Sahabelerin yaşadığı dönem.
zamanın abdülkadiri
Yaşadığı dönemin Abdülkadir-i Geylânîsi olan.
zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie
Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.
zat-ı hakimane / zât-ı hâkimâne
Her şeyde bir gaye ve maksadı düşünerek hikmetle davranan şahsiyet, kişilik.
zaviye / zâviye
Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.
zekat / zekât
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
Temizlik. Taharet.
zıdd-ı maksud
Maksadın, istenilen şeyin tersi.
zımn
İç taraf.
Maksad, gaye.
Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
ram olmak
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
seyr ü seyahat
te'vilat
Mahbub-u zülkemal
Revaclı
eşhuru'l-hurum
Med
Penahı
Siyâm
zatülcenb
ihraz eden
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
şad
fıstık
Uras
müstaki
süslü
sabr-ı cemil
Kadın sevgili
Çeviri
data
icab etmek