Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
İrse
ifadesini içeren
242
kelime bulundu...
a
Nida edatı olup, kelimenin sonuna gelir "ey" mânası verir. Aynı veya farklı iki kelime arasına gelirse, sözün mânasını kuvvetlendirir. "rengârenk, lebaleb" gibi.
a'sef
Zulmedip zorla birşey alan.
ab-dest
Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir.
(Farsça)
Azarlama, paylama.
(Farsça)
abdest
Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.
adalet-i mahza / adâlet-i mahzâ
Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.
adap / âdap
Edepler; birşeyin kendine has kuralları, usul ve yöntemleri.
adem-i delil
Delilsizlik, birşeyi ispata yönelik delilin olmaması.
adim / adîm
Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.
adud
Pazı. Kolun omuzdan dirseğe kadar olan kısmı.
Mc: Yardımcı. İstinadgâh.
agaliş
Kışkırtma.
(Farsça)
Birşeye saldırmak için kışkırtma.
(Farsça)
ahal
Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp.
(Farsça)
akfer
Çok kısır, en kısır.
İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at
alika
İçine birşey koyacak torba.
Yem.
amed
Sütunlar.
Birşeye devam üzere olma.
Mülâzemet etme.
apsis
Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri.
(Fransızca)
Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı.
(Fransızca)
arac
Dirsek.
(Farsça)
aran
Dirsek.
(Farsça)
arec / ârec
Dirsek, kolun arka tarafı.
(Farsça)
arenc
Dirsek.
(Farsça)
Gidiş, tarz, usül, metod.
(Farsça)
arende
Birşey getiren kimse.
(Farsça)
areng
Dirsek.
(Farsça)
Dert, keder.
(Farsça)
Hile, dubârâ.
(Farsça)
Tarz, tavır, üslüb.
(Farsça)
Vali, hakim.
(Farsça)
Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder.
(Farsça)
aret
Dirsek.
(Farsça)
arız olma / ârız olma
İlişme, bulaşma; birşeyin aslından olmayıp o şeye dışarıdan gelip ilişme; sonradan ortaya çıkıp bulaşma, ilişme ortaya çıkma.
arıza / ârıza
Sonradan olan, noksanlık.
İsabet eden belâ ve keder.
Bozulma.
Gelip geçici.
Hariçten gelen te'sirle olan.
Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey.
asem
Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak.
Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması.
Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.
aşı
Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.
ayn
Birşeyin kendisi.
Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan mal
azba'
(Tekili: Zab') Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı.
azm-i ku'bere
Tıb: Kolumuzun ön tarafında bulunan önkol kemiği. (Önkol kemiğinin arkasında dirsek kemiği bulunur).
azm-i zend
Tıb: Dirsek kemiği.
bad-bedest
Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş.
(Farsça)
bahs
Kazmak.
Ayırmak.
Saçmak.
Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey.
Teftiş.
Söz münazarası, muaraza, mübahese.
Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama.
İddialaşma.
balahan / bâlâhân
Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren.
(Farsça)
basik
Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)
bazu / bâzu
Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud.
(Farsça)
Mc: Güç, kuvvet ve istidat.
(Farsça)
beraet-i zimmet / berâet-i zimmet
Zimmetinde birşey olmayış, suçsuzluk.
bi-dad / bî-dad
Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten.
bidayet ve nihayet
Birşeyin başlangıcı ve sonu.
bihakkılyakin / bihakkılyakîn
Yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme.
bilfarzımuhal
Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım.
birader-i ebu laşey / birader-i ebu lâşey
Hiçbirşeyi olmayan kişinin kardeşi.
cebae
Üstünde birşey düzeltilen ağaç.
cell
(Çoğulu: Cülûl) Yerden birşey toplamak.
Gemi yelkeni.
Yaşlı olmak.
Kadr ve mertebesi büyük olmak.
Celil, büyük, ulu.
cevher
Bir şeyin özü, esası.
Kıymetli taş.
Çelik üzerindeki nakış.
Edb: Noktalı harf.
Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
Harflerin noktası.
Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh
cezaü'ş-şart
Şart cümlesinin karşılığı ve cevabı olarak gelen kısım, meselâ, "gelirsen görüşürüz" cümlesinde "görüşürüz" cezaü'ş-şarttır.
cihet-i melekutiyet / cihet-i melekûtiyet
Birşeyin iç yüzü, aslı, hakikati; varlıklara hükmeden İlâhî fiil, isim, sıfat ve şuûnâta bakan yön.
cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye
Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.
daire-i imkani / daire-i imkânî
Birşeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat.
def-i cu'
Açlığı gidermek. Birşey yemek.
delil-i adem
Birşeyin yokluğunun delili.
ebu laşey / ebu lâşey / ebû lâşey
Çoluk-çocuk gibi hiçbirşeyi olmayan.
Hiçbirşeyin babası, hiçbirşeyi olmayan.
emanetdar
Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi.
(Farsça)
emr-i ademi / emr-i ademî
Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak.
emr-i tekvini / emr-i tekvînî
Yaratma emriyle ilgili; Allah'ın birşeye "kün=ol!" deyince onu derhal olduruveren emriyle ilgili.
es-sebebü ke'l-fail / es-sebebü ke'l-fâil
Birşeye sebep olan onu yapan gibidir.
esbab-ı vücud
Birşeyin varlığının sebepleri.
evzak
İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.
eyniyet
Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet.
farz-ı muhal / farz-ı muhâl
Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme.
farz-ı muhal olarak
Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünerek… varsayalım ki….
ferdiyet
Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı.Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan
fiil-i tevzin ve mizan
Birşeyi ölçülü ve dengeli yapma fiili, işi.
guş-i kabul-i cane / gûş-i kabul-i câne
Canın kabul kulağı; birşeyi can kulağıyla dinleme.
hadm
Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.
hakikat-ı hariciye / hakikat-ı hâriciye
Birşeyin zihin dışındaki gerçekliği, dış gerçeklik.
hasr-ı fikir
Fikir ve düşünceyi sadece birşeye yöneltme.
hass
Zannetmek.
Silkmek.
Davarı kaşağılamak.
Közün üstünde birşey pişirmek.
Katletmek, öldürmek.
hassa-i zatiye / hâssa-i zâtiye
Birşeyin bizzat kendinde bulunan temel nitelik.
hasur
Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
Oğlu ve kızı olmayan.
Avrete cimâ edemeyen.
İhlili dar olan deve.
hasv
Toprak saçmak.
Az birşey vermek.
havass-ı mümeyyize / havâss-ı mümeyyize
Birşeyi diğerinden ayıran temel özellikler.
hayyir
(Çoğulu: Ahyâr) Çok hayırlı.
Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.
hazzal
Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
hekheka
Az birşey verme.
şiddetli seyir.
hey'a
Yere dökülen birşeyin akması.
Korkutucu ses.
hey'at / hey'ât
Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.
hibe-name
Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt.
(Farsça)
hiss-i kablelvuku
Birşeyi olmadan önce hissetme duygusu.
hızab
Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib.
ibham
Birşeyi üstü kapalı anlatma.
ibtiza'
Birşey meydanda ve açık olma.
ihdas etme
Yeni birşey ortaya koyma.
iktibas etme
Birşeyin bazı yönlerini alma, alıntı yapma.
illet-i tamme / illet-i tâmme
Herhangi birşeyin var olması için gerekli sebeplerin tamamı.
imkan-ı zihni / imkân-ı zihnî
Birşeyin zihnen mümkün olması.
inhisar etme
Yalnız birşeye ait kılma.
inşaalah
Allah dilerse, izin verirse.
inşaallah / inşâallah
Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir).
Allah'ın izniyle, Allah izin verirse.
irsi / irsî
Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik.
irticam
Birşey üstüste katlanma.
irtikab olunma
(Kötü birşey) İşlenme, yapılma.
iş'ar-ı samedani / iş'âr-ı samedânî
Her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi.
ispat
Kanıt göstererek birşeyin gerçek yönünü ortaya çıkarma.
isti'zab
Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek.
istibdal
(Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek.
Bir vakfı mülk ile mübadele etmek.
Birşey verip yerine başka şey istemek.
Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.
işticar
Zıdlaşma.
Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma.
istihrac
Birşeyin içinden bir şey çıkarma; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden mânâ çıkartma.
istimla
Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak.
ıtlal
Havâle olma, birşey üzerine yüklenme.
Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme.
iz
"Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur
iza-ma
Gr: Zaman zarfı olan "izâ"ya müsavidir. Müzari fiilinden evvel gelirse onu cezm eder.
kablelvuku
Birşeyi olmadan önce hissetme duygusu.
kaf nun / kâf nun
Arapça "kün" (ol) emrinin harfleri; Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.
kaff
Parmak arasına birşey gizlemek.
Ot kurutmak.
kaffaf
Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.
kafir-i mel'un / kâfir-i mel'un
Allah'ı veya Allah'ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden lânetlenmiş kimse.
kafire / kâfire
İnkârcı; Allah'ın kesin olarak bildirdiği birşeyi inkâr eden.
kafs
Zorla birşey almak.
Gadap, hiddet.
Mevt, ölüm.
kal'
Birşeyi kökünden koparıp atma.
karin / kârin
Birşeyin beraberinde, eşiğinde olan.
kaza ve kader / kazâ ve kader
Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et
kaziye-i muhkeme
Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir.
ke
"Gibi" mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi)
Harfin ve kelimenin sonuna gelirse "sen" zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın)
kehribar
Birşeye hızlı bir şekilde sürüldüğü zaman hafif şeyleri kendine çeken değerli bir taş.
kenud
Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
Kölesini, uşağını çok döven kimse.
kerr
Çekilerek yeniden hücum etmek.
Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek.
Devlet.
Gemi halatı.
Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
keşfetmek
Gizli birşeyi ortaya çıkarmak.
keşif
Gizli ve bilinmeyen birşeyin ortaya çıkarılması, buluş.
keyfe mettefak
Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.
kifat
Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş.
İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer.
Hızlı uçmak, gitmek.
(Tekili: Küfv) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.
kıyas-ı hafi-yi hadsiye / kıyas-ı hafî-yi hadsiye
Zihnin birşey hakkında, sezgi ve âni kavramayla yaptığı gizli kıyas. Meselâ "Eğer Ayın ışığı Güneşten gelmeseydi, durumu değiştikçe ışık yapısı değişmezdi" şeklinde zihne doğan gizli bir kıyasla aklın "O halde Ay ışığını Güneşten alır" şeklinde hükmetmesi.
kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî
Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
külli / küllî
Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
Çok, ziyade, fazla.
Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı
külliyat / külliyât / كُلِّيَاتْ
Birşeyin tamamı.
külve
(Çoğulu: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri.
Tirşe dedikleri kayış.
kün
Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.
kün emri
"Ol!" emri; Allah'ın birşeye "Ol!" deyince onu hemen olduruveren emri.
künun
Birşeyi gizleme, saklı tutma.
küreyvat-ı beyza
Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl
kusut
Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek.
Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.
kuvve-i müvellide / قُوَّۀِ مُوَلِّدَه
Birşeyler meydana getirme kabiliyeti.
kuvveden fiile geçme
Potansiyel halde olan birşeyin fiilen meydana gelmesi, ortaya çıkması.
lağv yemini
Geçmiş birşey için zan ile boş yere yapılan yemîn.
lazım-ı zati / lâzım-ı zâtî
Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.
lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye
Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.
leh
Bir kimseden veya birşeyden yana olma, yandaşlık.
lehfe
Kaybolan veya yok olan birşey için üzülme.
lem
(Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. "Gelir" fiilini "gelmedi" yaptığı gibi.
lüzum-u zati-i tabii / lüzum-u zâti-i tabiî
Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ tam olmasa da "Ateşin lüzum-u zâti-i tabiîsi sıcaklıktır." denilebilir.
ma'ma'
Kimseye birşey vermeyen kadın.
ma'na
(Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey.
Rüya, düş.
Dilemek, irade.
mader / mâder
Birşeyin çıktığı yer; kaynak; ana.
mahsusat
Hususiyetler, birşeye özel, has özellikler.
mana-yı harfi / mânâ-yı harfî
Harf mânâsı; birşeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı.
maruz kalan / mâruz kalan
Birşeyin tesirine uğrayan, etkisinde kalan.
matla'
Doğma yeri, birşeyin doğduğu ve çıktığı yer.
medhul
(Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan.
Dile düşmüş.
Kendisine birşey girmiş olan.
melekut / melekût
Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.
melekut ciheti / melekût ciheti
Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.
melekuten / melekûten
Birşeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati olarak.
melekuti / melekûtî
Birşeyin aslına, içyüzüne ait.
men talebe ve cedde, vecede
Kim birşeyi ister ve elde etmek için ciddî çalışırsa istediği şeye ulaşır.
menfur etme
Nefret edilen birşey hâline getirme.
merafık
(Tekili: Mirfak) Dirsekler.
Ev kilerleri.
Mutfaklar.
mesleb
Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri.
mesmud
Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.
meylülistikmal
Olgunluğa erme eğilimi, arzusu; birşeyin olgunluğa, kemâle erme istek ve arzusu.
meyz
Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak.
Bir yerden bir yere geçmek.
mihmannevaz / مهمان نواز
Misafirsever.
(Farsça)
mihmannevazlık
Misavirseverlik.
(Farsça - Türkçe)
mihmannüvaz / مهمان نواز
Misafirsever.
(Farsça)
min
Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder. Meselâ: "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: "Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: "İşlediğiniz
mirfak
Dirsek.
Mutfak. Kiler.
Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
mirfaka
Dirsek yastığı.
mu'zam
Birşeyin en büyük kısmı.
müctenih
(Cenah. dan) Meyillenen, bir tarafa eğilen.
Secdede usulüne göre ellerini yere koyup dirseklerini açarak kollarını kanat şeklinde tutan.
müeddi olma / müeddî olma
Sebep olma, birşeye götürme.
muhamat
Korumak.
Avukatlık etmek.
Birinden birşeyi def etmek.
mükrim
İkram eden. Ağırlayan. Lütf eden. Misafirsever.
mülazım / mülâzım
Birşeyden ayrılmama, aralıksız devam etme.
münafeşe
Hesap görürken iyice araştırıp, birşeyi terk etmemek.
müntevi
Birşey yapmaya niyetlenen.
müstear-ün minh
Kendisinden eğreti olarak birşey alınmış olan kimse.
müstesna olma
Birşeyin dışında, hariç olma.
mütehafitane / mütehafitâne
Birşeye istekle saldırırcasına.
(Farsça)
mütekayhık
Diline ne gelirse söyleyen. Ağzına geleni konuşan.
mütelahhız
Ekşi birşey yiyen kimsenin yanında ağzı sulanan.
mütesallip
Sarsılmaz seviyede birşeye (dine) bağlanan kimse.
nadi
Nidâ eden, haykıran, çağıran.
Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri g
nazardan düşürme
Birşeyin insanların gözündeki değerini düşürme.
nefsülemir
Birşeyin gerçek hâli ve konumu; işin aslı esası.
nesr-i manzum
Şiirsel, kâfiyeli nesir.
nüfaz
Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.
nukaa
Birşeyi ıslamada kullanılan su.
nüşk
Buruna birşey koymak.
Koklamak.
peşkeş
Haksız yere birşeyi verme.
ra
İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana.
(Farsça)
ra's
Yorulduğunda yab yab yürümek.
Birşeyi silmek.
resül
Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir.
Haberci
said / sâid / ساعد
Kolun, bilek ile dirseği arasındaki kısmı. Mirfak.
Kol, bilek ile dirsek arası.
(Arapça)
sani-i rahman / sâni-i rahmân
Sonsuz şefkatiyle yaratıklarını esirgeyip rızıklandıran ve herşeyi mükemmel birşekilde san'atlı olarak yaratan Allah.
şart
Biri diğerinin şartına bağlı olan iki cümleden ilki. Meselâ "Haber verirsen, gelirim" ifadesinde "Haber verirsen" şarttır, "gelirim" cezadır.
sebeb-i dai / sebeb-i dâî
Birşeyin ortaya çıkmasındaki gerektirici sebep.
sefihan
Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval.
sehl-i mümteni
İmkânsız birşeyi kolayca ifade etme.
şekil
(Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül.
Şebih ve misil.
Hey'et.
Suret. Surette benzerlik.
Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey.
Muhtelif, müşkil işlerin her biri.
Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti.
Geo: Bi
sevaid
(Tekili: Sâid) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar.
siga-i mübalağa / sîga-i mübalâğa
Mübalağa sigası; birşeyin pek mühim veya çok fazla olduğunu ifade eden kelime hâli.
sikke-i samediyet
Allah'ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.
silahdar
Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır.
sual-i hacet / sual-i hâcet
İhtiyaç olan birşeyi isteme.
tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî
Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.
tahdim
Hizmet ettirmek.
Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak.
tahviye
Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak.
takdir etme
Birşeyin değerini ve mahiyetini tam olarak bilme ve anlama.
takriz
Birşeyi veya bir eseri beğendiğini söyleme ve bu gayeyle yazılan yazı.
tasannu yapmak
Yapmacık harekette bulunmak, birşeyi zorla daha iyi göstermeye çalışmak.
tasvir etme
Birşeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma.
tavaggul
Çok meşgul olmak, uğraşmak, kendini birşeye tamamen vermek.
tavtin
(Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
Gönlünü bağlamak.
tedebbür
Birşeyin sonunu, hakikatini düşünme.
tekapu / tekâpu
Öteye beriye seğirtme. Telâşla koşarak birşeyler araştırma.
(Farsça)
Dalkavukluk.
(Farsça)
tekid-i i'caz-ı nebevi / tekid-i i'câz-ı nebevî
Peygamber mu'cizesinin başka birşeyle kuvvetlendirilmesi.
teklif
Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
Vergi yüklemek.
Vazife vermek.
Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni
teklif-i bilmuhal
İmkânsız ve olmayacak birşeyi teklif etme.
tekvini emr-i rabbani / tekvînî emr-i rabbânî
Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.
telhis
Birşeyi süzüp özünü alma, özetleme.
temsir
Birşeye göz dikip beklemek.
tenasuh / tenâsuh
Kaybolan birşeyin başka bir şekle bürünerek tekrar ortaya çıkması. Reenkarnasyon.
tenezzül etmez
Kendi düzeyine, konumuna aykırı olan birşeyi kabul etmez.
tensik
Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak.
Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.
terci'-i bend
Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L.
(Farsça)
tetabuk
Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek.
tevarüs
Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek.
tevarüsat / tevarüsât
(Tekili: Tevarüs) Tevarüsler, mirasa konmalar.
İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler.
tevhid-i ceberut
Bütün varlıklara boyun eğdiren kudret ve otoritenin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve kudret ve otorite hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
tevhid-i celal / tevhid-i celâl
Kâinatta var olan heybet, haşmet, görkem gibi her türlü celâlî hâlin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve heybet ve haşmet hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
tevhid-i rububiyet
Rab olarak sadece bir olan Allah'ı kabul etme ve kâinatın idare ve tedbiri hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
tevhid-i şuhud
Görünen ve şahit olunan herşeyin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve görünen hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
tevhid-i uluhiyet / tevhid-i ulûhiyet
İlâh olarak sadece bir olan Allah'ı kabul etme ve ibadetleri takdim hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.
tezekkür
Unuttuktan sonra birşeyi tekrar hatırlama.
ulviyet-i mahiyet / ulviyet-i mâhiyet / عُلْوِيَتِ مَاهِيَتْ
Birşeyin özünün yüceliği.
vasıta-i cer
Birşeyi herhangi bir menfaata veya geçinmeye vasıta yapma.
vasıta-i cerr
Birşeyi çıkar aracı yapma.
vezr
Nurlu etmek, ışıklandırmak.
Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.
vizam
Her nesnenin ağırlığı.
Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)
vücut vermek
Yok olan birşeyi var etmek, yaratmak.
ya
"Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri
yankesici
Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.
zat-ı ehad ve samed / zât-ı ehad ve samed
Birliği her bir varlıkta kendisini gösteren ve herşey Kendisine muhtaç olduğu hâlde Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Zât, Allah.
zati imkan / zâtî imkân
Birşeyin özünde mümkün olması.
zenbilli ali efendi
Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
ram olmak
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
süfliyat
münbi
Müberra
terceme
veled-i zina
zevvic
Evser
Murtesem
hatt
Daire-I istifade
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
İrse
SERPMEK
Felâfil
meh
İbni
tahrik etme
menkul
Meşgul etmek
CİHETİ
aşcı