REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Şâf ifadesini içeren 583 kelime bulundu...

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

ab-ı musaffa / ab-ı musaffâ

  • Temizlenmiş, tasfiye edilmiş su. Saf su.

abdal

  • t. Safdil, ahmak, bön.
  • Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse.
  • Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse.
  • Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal)

adalet

  • Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.

adaletkar / adaletkâr

  • Adaletli, insaflı, adalet sahibi. (Farsça)

adaletkarane / adâletkârane

  • Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette. (Farsça)

agırra

  • (Tekili: Garîr) Tecrübesizler, safdiller, acemiler.
  • Mağrurlar.

ahlat-ı erba'a / ahlât-ı erba'a / اخلاط اربعه

  • Dört özsuyu kan, salya, safra, dalak.

ahmed-i bedevi / ahmed-i bedevî

  • (Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı t

ahmed-i faruki / ahmed-i fârukî

  • (Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfı

ahu-yi leng giriften

  • Topal ceylan tutmak.
  • Mc: İnsafsızlık etmek. Acizlere sataşmak.

alaka / عَلَقَه

  • Ana rahmi duvarına tutunmuş asılı bir hücre topluluğu, insan yaratılışının ilk safhası.

aler-re'si-vel-ayn

  • Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)

arabi aylar / arabî aylar

  • Hicrî senenin on iki ayı. Hicrî takvimde kullanılan Arabî ayların adları sırasıyla şunlardır: Muharrem, Safer, Rebî'ul-evvel, Rebî'ul-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şa'bân, Ramazan, Şevvâl, Zilka'de, Zilhicce.

ari / ârî

  • Arı, temiz, saf.
  • Saf, arınmış, uzak.

asaf-rey

  • Düşüncesi Asaf'ınki gibi akıllıca olan vezir.

asel-i musaffa / asel-i musaffâ

  • Süzülmüş, saf bal.

asfad

  • (Tekili: Safed) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.

asfaf

  • (Tekili: Saff) Saflar, hatlar.

asfiya / asfiyâ / اصفيا

  • Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.
  • Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.
  • Safiler.

ashab-ı vicdan

  • Vicdan ve insaf sahipleri.

asl

  • Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.

ata-yı mahz / atâ-yı mahz

  • Sâf, halis lütuf, bağış, Allah vergisi.

atik

  • Sâfi nesne, saf olan şey.
  • Berrak, saf, temiz, karışmamış, değerli.

atım

  • t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması.
  • Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe.
  • Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire.

atıs

  • Şafak.
  • Aksıran.

atletizm

  • yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.

ats

  • Aksırık.
  • Şafak sökme.

aval

  • Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük.

ayar

  • Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi.
  • Saadete, mutluluğa doğru gitme.

ayastafanos muahedesi

  • 3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna "Ayastafanos Mukaddemat-ı Sulhiyesi" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir.

ayn-ı şuur

  • Saf bilinç, şuurun tâ kendisi.

ayş

  • Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ.
  • Dirilik. Hayat.

ba-safa

  • Safalı. Safa ile.

baht

  • Öz. Hâlis. Saf. Sade.

baht-ı bidad / baht-ı bîdâd

  • Kötü şans, insafsız tâlih.

basıka

  • Beyaz ve sâfi bulut.
  • Âfet, dâhiye.
  • Makbul bir cins sarı hurma.

bedre

  • Eğirdir-Barla yolu üzerinde merkeze 11 km mesafede, Eğirdir gölü kenarında bulunan bir köydür.

behr

  • Nasip.
  • Galip olmak.
  • Nefesi tutulmak.
  • Ümidin boşa çıkması.
  • Felâket, musibet.
  • Uzaklık, mesafe.

behv

  • (Behve) Misafir odası.
  • Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir)
  • Geniş meydan, yer.
  • Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık.
  • Rahim ile mahrecinin arası.

belinograf

  • Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz. (Fransızca)

benu-s sebil

  • Misafirler.

beri

  • Yakın mesafe, ötenin zıddı.

berid

  • Postacı. Haberci. Elçi.
  • Sürücü.
  • Dört fersah mesâfe.

berrak

  • Nurlu, pek parlak.
  • Bulanık olmayan, duru, açık, saf.
  • Duru, safi, arı.

berzah

  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Can sıkıcı.
  • İnce uzun kara parçası.
  • Dünya.
  • Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.

bevn

  • İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık.
  • Fazilet, meziyet.

bevn-i baid

  • Çok açıklık, uzak mesafe.

beyhaki / beyhakî

  • (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-

beynunet / beynûnet

  • Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik.
  • Ayrılmak, firkat.
  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • İhtilaf, anlaşmazlık, ara açıklığı.

bezm-i safa / bezm-i safâ

  • Safâ meclisi, eğlence meclisi.

bi-aman / bî-aman

  • İnsafsız, merhametsiz.

bi-gışş / bî-gışş

  • Hilesiz, safi, karışıksız. (Farsça)
  • Samimi. (Farsça)

bi-insaf / bî-insaf

  • Acımasız, insafsız. (Farsça)

biinsaf / bîinsaf / bîinsâf / بى انصاف

  • Acımasız, insafsız.
  • İnsafsız. (Farsça - Arapça)

bije

  • Safi, halis, katıksız, sade, sırf. (Farsça)
  • Hususiyle. (Farsça)

billur / billûr

  • Billûr gibi saf, temiz, beyaz.

billuri / billûrî

  • Billûr gibi saf, temiz, beyaz.

bitane

  • (Çoğulu: Betâyin) Çarşaf.
  • Kaftan astarı.
  • Dostluk.
  • Hâlis olmak.
  • Kuvvetli olmak.

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bön

  • Budala, ahmak, saf.

bu'd-u mesafe / bu'd-u mesâfe

  • Mesafe uzaklığı.

bu'diyet / بعدیت

  • Uzaklık, mesafe. (Arapça)

bühüvv

  • (Tekili: Behv) Misafirlere mahsus odalar.
  • Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.

cadi

  • Safran. (Farsça)

car / câr

  • Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf.

çar-şeb

  • Cilbab, ferace, çarşaf. (Farsça)

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

carşeb

  • Çarşaf, cilbab. (Farsça)

çarşeb / çârşeb / چارشب

  • Çarşaf. (Farsça)

cazibe kanunu

  • Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker.

cebriyye

  • Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.

cehemiyye

  • Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere "Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir" diyen bir tâife.

cehmiyye

  • Cebriyye fırkasının bir kolu olup, Hicrî ikinci asırda Cehm bin Saffân tarafından kurulan bozuk fırka.

celabib

  • (Tekili: Cilbâb) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler.

cem-ul cevami'

  • Eski medreselerde okutulan Dört Hak Mezhebin fıkıh usûlünü içine alan, Usûl-i Fıkh'ın en son kitabı. Müellifi Şâfiî âlimlerinden İbn-üs Sübkî'dir.

cemaziyel ahir

  • Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)

cemre

  • Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı

cermüze

  • Sefer ve misafirlik. (Farsça)

cevb

  • Kesmek.
  • Yırtmak.
  • Mesafe almak.

ceyyid

  • İyi, güzel, hoş. Saf.

cilbab

  • Kadın feracesi. Çarşaf.

cisad

  • Kan. Safran.

cühud

  • Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek.
  • Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler. (Türkçedeki "cıfıt" kelimesi bundan gelir.)
  • Bir kimseyi bahil bulmak.

cüneyd-i bağdadi / cüneyd-i bağdadî

  • (Hicri: 207-298) Şafii Hz.lerinin talebesinden ders almıştır. Zamanın kutbu sayılmıştır. 30 defa yaya olarak hacca gitmiştir. Büyük velilerdendir. (K.S.)

dad / dâd

  • Adâlet. Hak, doğruluk. (Farsça)
  • İnsaf. (Farsça)
  • Vergi, ihsan, atiyye. (Farsça)
  • Ömür. (Farsça)
  • Sızlanma. (Farsça)

dad-ger / dâd-ger

  • Doğru, insaflı. (Farsça)

dagısa

  • (Çoğulu: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik.
  • Sâfi su.

daver / dâver

  • Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir.
  • Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim.

dayf

  • (Çoğulu: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir.
  • Meyletmek, yönelmek.

dayfen

  • Misafiriyle gelen kişi.

deh

  • İyi hoş. Lâtif, güzel. (Farsça)
  • Tabur. (Farsça)
  • Saf. (Farsça)

dervişane / dervişâne

  • Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette. (Farsça)

desfan

  • (Çoğulu: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.

düsür

  • (Tekili: Disar) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler.
  • Yatak çarşafları.

eb'ad / eb'âd

  • (Tekili: Bu'd) Mesafeler, uzaklıklar.

eb'ad-ı vasia / eb'âd-ı vâsia

  • Geniş mesafeler, boyutlar, uzaklıklar.

eblehi / eblehî

  • Ahmaklık, saflık, bönlük. (Farsça)

eblehiyyet

  • Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık.

ef'ide-i halise / ef'ide-i hâlise

  • Temiz ve saf kalbler. Bozulmamış, tahrib edilmemiş kalbler, gönüller.

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

ehl-i hak ve insaf

  • Hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler.

ehl-i insaf

  • İnsaf sahibi kimseler.

ehl-i insaf ve dikkat

  • İnsaf sahibi ve dikkatli kimseler.

ehl-i vicdan

  • Vicdanlılar, insaflılar.

ehl-i vicdan ve insaf

  • Vicdan ve insaf sahibi insanlar.

ehlen sehlen

  • Hoş safa geldiniz.

ehlen ve sehlen

  • Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.)

ehliinsaf

  • İnsaflılar.

eimme-i alişan / eimme-i âlîşan

  • Çok yüksek mertebesi ve büyük kıymeti olan imamlar. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî gibi.

eimme-i erbaa

  • Dört mezhep imamı; İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Hanbel.
  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i selase / eimme-i selâse

  • Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur.

el'insaf

  • İnsaf edilsin, insaf edilmeli.

el-insaf

  • İnsaf edilsin, insaf edilmeli, insaf edelim.

ell

  • Hastanın inlemesi.
  • Harbe ile vurmak.
  • Sürmek. Sâfi.
  • Sür'at etmek, hız yapmak.

elmas

  • Çok kıymetli, beyaz, şeffaf mâden. Cevher. Kıymetli taş. (En saf karbondur.)

emyal-i bahriyye

  • Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.

ensaf

  • (İnsaf. dan) Daha insaflı, çok acıyan, en merhametli.

ervak

  • Sâfi nesne.
  • Uzun dişli adam.

esatir

  • İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji.
  • Saflar. Sıralar.

esfa

  • En saf, pek safi, pek temiz.

eşfa'

  • En çok şefaat eden. En şafi.

esfad

  • (Tekili: Safd) Atiyye ve ihsanlar.

eslaf-ı izam / eslâf-ı izâm

  • Evvelce gelmiş olan büyük zâtlar. (İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfii gibi)

etave

  • Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.

ezhar-ı müzeyyene-i ravza-i safaiye

  • İçinde safâ sürülecek olan bahçeyi süsleyen çiçekler.

ezher

  • Pek beyaz ve parlak.
  • Ay, kamer,
  • Saf ve parlak olan.
  • Cuma günü.
  • Vahşi sığır.

ezkiya

  • Saf, temiz, iyi halli kimseler.

ezrak

  • Saf ve temiz su.
  • Gök renkli, mâvi.

ezyaf

  • (Tekili: Zıyf) Misafirler. Mihmanlar.

fani

  • Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.

faz

  • Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha. (Fransızca)

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fecr-i sadık / fecr-i sâdık / فجر صادق

  • (Hakiki fecir) şafak sökme.
  • Tan ağartısı, şafak sökmesi.

ferah-efza

  • (Ferah-fezâ) Sevinç artıran, ferah artıran, safalı, iç açıcı. (Farsça)

fersah

  • Üç mil, beş kilometre veya dört saatlik mesafe, muhtelif mesafelere tekabül eden bir uzunluk ölçüsü.
  • Beş kilometrelik mesafe.

fetk

  • Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma.
  • Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak.
  • Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı.
  • Şafak sökmesi. Fecir ağarması.
  • Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.

feyz-i safa / feyz-i safâ

  • Neşenin feyzi, safânın bolluğu.

fıdda-i halise / fıdda-i hâlise

  • Hâlis ve saf gümüş.

fısfısa

  • (Çoğulu: Fısfıs-Fesâfıs) Yaş yonca.

fuku'

  • (Çoğulu: Faki) Çok sarı olmak.
  • Safi olmak.

funduk

  • Fındık.
  • Misafirhane, han. Otel.

fütüvvet

  • Dostlara afv ve safh ile muamele.
  • Yiğitlik. Cömertlik. Lütuf ve ihsankârlık.
  • Kerem ve seha.
  • Soy temizliği.

gışş

  • Hıyânet etmek, hâinlik yapmak.
  • Yaramaz olmak.
  • Saf olmayıp karışık olmak.

gul

  • Safdil, ahmak, bön, sersem. (Farsça)

gül-ü halis / gül-ü hâlis

  • Saf ve temiz gül.

gürizgah / gürizgâh

  • (Girizgâh) Kaçacak yer. (Farsça)
  • Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sa (Farsça)

hacc-ı asgar

  • Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.

hadıyd

  • (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
  • Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
  • Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.

hakim ebu abdullah

  • Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Ter

hakk

  • Doğruluk, insaf, hak. (Allah'ın isimlerinden biri)

hakkaniyet

  • Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.

halal / halâl / خلال

  • Mesafe, aralık, açıklık. (Arapça)

halesa

  • (Tekili: Hâlis) Hâlis, sâfi.

halis / hâlis / خالص

  • Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli.
  • Pek beyaz.
  • Evvelce karışık iken kusuru zâil olan.
  • Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Müennesi: Hâlise'dir)
  • Saf, temiz.
  • Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.
  • Saf, duru, katışıksız.
  • Katışıksız, saf, som. (Arapça)

halis-üd dem / hâlis-üd dem

  • Arı kan, safkan.

halisen muhlisen / hâlisen muhlisen

  • Başka hiçbir amaç gözetmeksizin, tamamen saf bir niyetle.

halisiyet / hâlisiyet

  • Halislik, saflık, duruluk.

hamile / hamîle

  • Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar.
  • Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer.
  • Döşek çarşafı.

han

  • Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. (Farsça)
  • Ticaret ehlinin sakin olduğu yer. (Farsça)

hangah

  • Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer. (Farsça)

harem

  • Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de"selâmlık" denir.)

has / hâs / خاص

  • Özgü, has. (Arapça)
  • Saf. (Arapça)
  • Özel. (Arapça)

has kardeş

  • Özel kardeş; Üstadın çok değer verdiği, ilk saftaki talebelerinden biri.

hasılat-ı safiye / hâsılat-ı sâfiye

  • Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.

hasm-ı bieman / hasm-ı bîeman

  • İnsafsız düşman.

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

hatm

  • Hâlis, saf.
  • Sağlamlaştırma, muhkemleştirme.
  • Hüküm ve kazâ icabettirme.

hatve

  • (Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.

hayat

  • Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık.
  • Fık: Allah (C.C.) kendi Zât-ı Ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teâlâ'nın ilmi ile, irade ve kudret ile ittisafına hâs bir sıfattır.

hayr-ı mahz

  • Hayrın tâ kendisi, saf hayır.

hicri tarih / hicrî tarih

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem adı verilen ayla başlar, zilhicce ile sona erer. Oniki ayın adları şunlardır: Muharrem, safer, rebiül-evvel, rebiül-âhi

hıdiv / hıdîv

  • Vezir, âsaf. (Farsça)
  • Kral nâibi. (Farsça)
  • Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan (Farsça)

hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ

  • Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.

hilal

  • Sâfi ve halis.
  • Sıdk ile dostluk etmek.
  • Ara. Aralık.
  • Zaman ve vakit.
  • İki şey arasına sokulmuş olan.
  • Buluttan yağmurun çıktığı yer.
  • Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertip.
  • Kulak ve diş karıştırmak gibi şeylerde kull

hilkıyyat

  • Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf.

hılt / خلط

  • Bir şeye karışık, karışmış bulunan.
  • Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi.
  • Soyu, nesebi karışık kimse.
  • Safra, sevda, dem (kan) ve balgam olmak üzere insan vücudundaki dört ana maddenin herbiri. (Arapça)

hılye

  • Güzel sıfatlar, iyi hasletler.
  • Süs, zinet.
  • Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab.

hırka

  • Bez parçası. Bezden mâmul elbise.
  • Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.

hiss-i mücerred

  • Saf ve hâlis duygu.

hoşab / خوشاب

  • Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. (Farsça)
  • Hoşaf. (Farsça)
  • Hoşaf, komposto. (Farsça)

hoşaf / خوشاب

  • Hoşaf, komposto. (Farsça)

hovarda

  • Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.

hud'a

  • Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
  • Bir kere aldanmak.
  • Herkese aldanan. Safdil.

hülhal

  • Saf su.

hulus / hulûs / خُلُوصْ

  • Hâlislik. Saflık.
  • Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak.
  • Halislik, saflık, gönül temizliği.
  • Halislik, saflık, arılık.
  • Samîmiyet, hâlis ve saf olma.

humret-i şafak

  • Şafak kırmızılığı, şafak kızıllığı.

huneyn

  • Mekke-i Mükerremeye üç mil mesafede ve Mekke ile Taif arasında bir vâdinin adı.

hüsn-ü mücerred / حُسْنُ مُجَرَّدْ

  • Saf katıksız güzellik.

huss

  • Karışmadık, sâfi olan.
  • Ayrı bir kavim.

hutve

  • Adım atıldığı zaman iki ayak arasındaki mesafe.
  • İz.

huz ma safa / huz mâ safâ

  • Duru ve saf olanı al.

huz ma safa, da'ma keder / huz mâ safâ, da'mâ keder

  • "Safâ olanı al, keder vereni bırak", "Allahın müsaadesi olan ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak", "İyisini al, kötüsünü bırak" meâlindedir.

huzmasafadamakeder / huzmâsafâdâmâkeder

  • Safa vereni al keder vereni bırak.

i'timad-üd devle

  • Devletin itimadı, güveni.
  • Tar: Safevî sadrazamlarına verilen ünvan.

ibn-i hacer-i askalani / ibn-i hacer-i askalanî

  • (Hi: 773-852) Büyük hadis âlimidir. Şafiî mezhebinin meşhur fukahasından olup hadis üzerine çok eserleri vardır.

ibn-üs-sebil

  • Misâfir.

ibriz

  • Halis altun, saf altun.

içtihadat-ı safiyane ve halisane / içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisâne

  • Samimi ve sâfi bir inanç ve niyetle yapılmış içtihadlar.

ıdafe

  • Misafir edinmek.
  • Ulaştırmak.
  • Tâbi olmak, uymak.

idlaliyyat / idlâliyyât

  • İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.

igraz

  • Doldurmak.
  • Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme.

ihlas

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve

ihram

  • Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise.
  • Yün yaygı. Büyük yün çarşaf.
  • Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak.

ihvan-ı basafa / ihvan-ı bâsafa

  • Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî / imâm-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.

imameyn

  • İki İmam.
  • Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında "İmameyn" dendiği zaman "İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed" anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir.

imtihaz

  • Hâlis, katıksız ve saf olma. Durulanma.

infitahiyyet

  • Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.)

ıniz

  • Cimâa kadir olmayan erkek.
  • Cimâdan safâlı olmayan avret.

inkişaf / inkişâf / انكشاف

  • Ortaya çıkma. (Arapça)
  • Gelişim, gelişme. (Arapça)
  • İnkişaf bulmak: Gelişmek. (Arapça)
  • İnkişaf etmek: Gelişmek. (Arapça)

inkişaf-ı hakaik-i imaniye

  • İman hakikatlerinin inkişafı, gelişmesi.

inkişafat / inkişâfât

  • İnkişaflar, gelişmeler.

insafkar / insafkâr

  • İnsaflı, insaf sahibi, haksızlık yapmayan.

insafkarane / insafkârâne / insâfkârâne

  • İnsaflı bir şekilde.
  • İnsaflıca.

insifar

  • İnkişaf etme, açılma.

intişar-ı arzani / intişar-ı arzanî

  • Hedefin sağ veya sol taraflarına düşen mermilerle, hedef arasında kalan mesafe.

irkan

  • Kına yakma, kına sürme.
  • Safran ağacı, kızılağaç.
  • Tıb: Sarılık hastalığı.

iş / îş

  • Yaşayış. Yaşamak. Zevk u safa sürmek.
  • Hayata medar olan ve geçinilen şeyler.
  • Ekmek. Gıda.

işa-i sani / işâ-i sânî

  • Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit.

ıstıfa / ıstıfâ / اِصْطِفَا

  • Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak.
  • Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek.
  • Seçmek. Ayıklamak.
  • Ayıklanma, saflaşma.
  • Safileşme.

ıstıfaf

  • Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama.

istikşaf

  • (Çoğulu: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma.
  • Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.

istirak-ı sem' / istirâk-ı sem'

  • İstirâk-ı sem' etmek: Kulak misafiri olmak.

kab

  • Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.

kab-ı kavseyn

  • İmkân ve vücub ortasında bir makam.
  • İki yay uzaklığı mesafesi.

kader

  • Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.
  • Ezelî kısmet.
  • Tali'. Baht. Şans.

kafiyeperestlik

  • Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.

karaca ahmed sultan

  • Barla ile Barla Gölü arasında "Karadut" mevkiinde, bir ziyaretgâhtır. Barla'ya yaya yirmi dakikalık bir mesafededir.

kastalani / kastalanî

  • (Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir.
  • Ok atmak.
  • Şafak kızıllığı.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

kesb

  • İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr. İsteğin uygulama safhasına sokularak ortaya konulması.
  • Kazanmak, kazanç.

keyul

  • Muharebe gününde dizilen safların son safı.

kıram

  • Nakışlı perde.
  • Duvara tutulan örtü.
  • Çarşaf.

kuhh

  • Halis, saf, katıksız.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

kürsüf

  • Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.

küşaf / küşâf

  • (Bak: KİŞAF)

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

lühne

  • Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan.
  • Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey.
  • Kahvaltı.

ma'deletgüster

  • İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse. (Farsça)

ma'deletperver

  • Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse. (Farsça)

ma'rifetullah

  • Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek.

ma-i mukattar / mâ-i mukattar

  • İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su.
  • İmbikten geçirilmiş, damıtılmış saf su.

ma-i zülal / mâ-i zülâl

  • Saf, temiz, soğuk ve tatlı su.

magşuş

  • Katışık. Karışık. Saf olmayan.

mağşuş

  • Karışık, katışık, saf olmayan.
  • Sikke-i mağşuş: Karışık, hileli madenî para.

magşuşiyyet

  • Halis ve saf olmayış. Karışıklık.

mahic

  • Sâfi, saf, katıksız.

mahs

  • Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak.

mahuza

  • Temiz. İtibarlı, şerefli, asil.
  • Saf, hâlis, katıksız.

mahz

  • Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet.
  • Tâ kendisi.
  • Sadece.
  • Su katılmamış hâlis süt.
  • Saf, tam.

mahz-ı edep

  • Saf edep ve ahlâk.

mahz-ı irade

  • Tam bir irade, saf kasıt.

main

  • Saf, akar su.
  • Göz önünde akan su.
  • Cennet şerbeti.
  • Zâhir, görünen.
  • Göz değmiş, nazar değmiş.

masfuf

  • (Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.

matrud

  • Kovulmuş ve saf dışı bırakılmış.

mazif

  • Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.

meda

  • Mesafe, nihâyet. Son.

medd-i nazar

  • Görüş ufku; görüş mesafesi.

medraa

  • Ferâce, kaftan, çarşaf.

mefhum-ı muhalif / mefhûm-ı muhâlif

  • Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.

mehdi-yi abbasi / mehdi-yi abbasî

  • (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

meksuf

  • Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu.

melaik

  • (Tekili: Melek) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.

melek

  • Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk.
  • Güzel huylu ve güzel olan kimse.

menzil

  • İnilen yer. Konulacak yer.
  • Yer. Dünya. Ev.
  • Mesafe.
  • Yollardaki konak yeri.
  • Ev.
  • Bir günlük yol, konak.
  • Mesafe.

menzil-i külli / menzil-i küllî

  • Mahrekin en son noktasına kadar olan mesâfe.

merhale

  • (Rihlet. den) Menzil. Konak.
  • İki konak arası mesafe.
  • Bir günlük yol.
  • Derece, kademe.

merve

  • Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye "sa'y" denir.

mesafat

  • (Tekili: Mesâfe) Mesafeler. Uzaklıklar.

mesafat-ı baide / mesâfât-ı baide

  • Uzak mesafeler.

mesafe-i azime / mesafe-i azîme

  • Büyük mesafe.

mesafe-i baide / mesafe-i baîde

  • Uzak mesafe.

mesafe-i manevi / mesafe-i mânevi

  • Mânevî mesafe.

mesafe-i maneviye / mesafe-i mâneviye

  • Mânevî mesafe.

mesafe-i terakki

  • İlerleme, yükselme mesafesi.

mesaff

  • (Saff. dan) (Çoğulu: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri.

meşfer

  • (Çoğulu: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

mezahib-i erbaa / mezâhib-i erbaa

  • Dört mezhep: Hanefî, Şafiî Malikî, Hanbelî.
  • Dört mezhep; Hanefî, Şâfî, Mâlikî, Hanbelî mezhepleri.

mezheb-i şafii / mezheb-i şâfiî

  • Şâfiî mezhebi.

mihman / mihmân

  • Misafir. (Farsça)
  • Misafir.

mihmandar / mihmândâr

  • Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan. (Farsça)
  • Misafir ağırlayan; ev, mülk sâhibi.
  • Misafiri olan.

mihmandar-ı kerim / mihmandar-ı kerîm / mihmândâr-ı kerîm / مِهْمَانْدَارِ كَرِيمْ

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.).
  • Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)
  • İkramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah.
  • Çok ikram edici misafir ağırlayan.

mihmandar-ı kerim-i zülcelal / mihmandar-ı kerîm-i zülcelâl

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım edip rızıklandıran sonsuz haşmet ve celâl sahibi Allah.

mihmandar-ı nebevi / mihmandâr-ı nebevî

  • Peygamber Efendimizi (a.s.m.), evine misafir eden, Ebu Eyyûb el-Ensariye verilen ünvan.

mihmandari / mihmandarî

  • Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

mihmanhane

  • Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

mihmani / mihmanî

  • Mihmanlık, misafirlik. (Farsça)

mihmannevaz / مهمان نواز

  • Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan. (Farsça)
  • Misafirsever. (Farsça)

mihmannüvaz / مهمان نواز

  • Misafirsever. (Farsça)

mihmanperver

  • Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven. (Farsça)

mihmanperveri / mihmanperverî

  • Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

mihmansera / mihmânserâ / مهمان سرا

  • Misafirhane. (Farsça)

mihmanseray

  • Misafirhane. Otel. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

miksefe

  • (Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)

minhar

  • Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.

misafir / misâfir

  • (Bak. MÜSÂFİR)

misafir-i aziz

  • Aziz ve şerefli misafir.

misafir-i rabbani / misafir-i rabbânî

  • Allah'ın misafiri.

misafir-i rahman / misafir-i rahmân

  • Sonsuz rahmet sahibi olan Allah'ın misafiri.

misafireten

  • Misafir olarak.

misafirhane / misafirhâne

  • Misafir evi.

misafirhane-i alem / misafirhane-i âlem

  • Dünya misafirhanesi.

misafirhane-i arz

  • Yeryüzü misafirhanesi.

misafirhane-i askeri / misafirhane-i askerî

  • Askerî misafirhane.

misafirhane-i dünya

  • Dünya misafirhanesi.

misafirhane-i terbiye

  • Terbiye etmek için kurulan misafirhane.

misafirperver

  • Misafir ağırlamayı seven.
  • Misafiri seven.

misli / mislî

  • Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.

miz

  • Misâfir.
  • Sofra, mâide.
  • Temiz, pak.

mizban

  • (Çoğulu: Mizbanân) Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. (Farsça)

mizbanan / mizbanân

  • (Tekili: Mizban) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.

mizman

  • Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi. (Farsça)

mübelliğ

  • Tebliğ eden, bildiren, duyuran.
  • Aynı namazı imâma tâbi olarak kılarken onun aldığı namaz tekbirlerini arka saflardaki cemâate duyuran kimse.

mücenned

  • (Mücennet) Sıralanmış asker, saf bağlamış neferler.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mücteba / müctebâ

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.

müctehid

  • İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi

müddet-i sefer

  • Orta hâlli bir gidiş ile üç günlük yol, mesâfe.

mugalata / mugâlata

  • (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji.
  • Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
  • Safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme.

mugalatat

  • (Tekili: Mugalata) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.

muhazat-ı nisa

  • Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)

mühezzeb

  • Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş. Safileştirilmiş.

mühezzib

  • Temizleyen. Islah eden. Safileştiren.

muhtelif kadirler

  • Çeşitli, farklı yörüngeler, mesafeler.

mukattar

  • (Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su.

mükessif

  • (Kesâfet. den) Koyulaştıran, kesif hâle getiren.

mukim / mukîm

  • Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.
  • İkamet eden. Ayakta duran.
  • Okuyan.
  • Bir memlekette devamlı duran.
  • Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.)
  • Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet

mükrim

  • İkram eden. Ağırlayan. Lütf eden. Misafirsever.

münadebe

  • İyilikleri sayılıp ağlanılan ölü.
  • Ölmüş bir kimsenin ahlâkını ve evsafını anıp ağlaşmak.

münhasif

  • (Husuf. dan) İnhisaf eden, sönükleşen, daha mükemmel bir şeyin yanında sönük kalan. Değersiz. Gölgelenmiş.

munsıf

  • İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden.
  • İnsaflı.
  • İnsaflı.

munsif / منصف

  • İnsaf eden, insaflı.
  • İnsaflı. (Arapça)

munsıf / مُنْصِفْ

  • İnsaflı.

munsıfane / munsıfâne

  • İnsaflıca.
  • İnsaflıca.
  • İnsaflıca. İnsaflılıkla.

müntebiz

  • Safın arkasında yalnız duran kişi.

mürhe

  • Karışmamış, saf, katıksız.

müruk

  • Sâfi, süzülmüş nesne.
  • Süslü perdeler takılmış olan ev.

müsaf

  • (Tekili: Mesâfe) Uzaklıklar, mesâfeler.

musafaha / musâfaha / مصافحه

  • Tokalaşma. (Arapça)
  • Musâfaha etmek: Tokalaşmak, el sıkışmak. (Arapça)

musafat

  • (Safvet. den) Samimi ve hâlis dostluk.

müşafehat

  • (Tekili: Müşafehe) (Şefe. den) Konuşmalar, dudak dudağa yakından konuşmalar.

müsaferet

  • (Sefer. den) Misafirlik.
  • Yolculuk, seyahat.

musaff

  • (Çoğulu: Misâf) Cenk etmek için durulan yer. Dövüş yeri.

musaffa / musaffâ

  • Sâfileşmiş. Temizlenmiş. Süslenmiş.
  • Safileşmiş, arıtılmış.
  • Arınmış, safileşmiş.

musaffaf

  • (Saff. dan) Sıra sıra dizilmiş. Saflar biçiminde düzenlenmiş.

musaffi / musaffî

  • Safileştiren, arıtan.
  • Sâfileştiren. Temizleyen. Süzen. Tasfiye eden.
  • Safileştiren, temizleyen.

musafih

  • Musâfaha edenlerden veya el sıkışanlardan herbiri.

müsafirhane / müsafirhâne

  • Yolcu konağı, han, otel. (Farsça)
  • Misafir olarak geçen resmi kimselerin konaklıyacağı yer. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

müsafirin / müsafirîn

  • (Tekili: Müsafir) (Sefer. den) Misafirler, konuklar. Yolcular.

müsafirperver

  • Müsafire çok hürmet eden, müsafiri iyi ağırlayan, kıymet veren. (Farsça)

müsbet hareket

  • Doğruluğu âşikâr olan ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket.
  • Allah'ın (C.C.) emrine uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tâmir edici tarzda olan, mizan, adâlet ve insafa uyan hareket.

müşfir

  • (Çoğulu: Meşâfir) Deve dudağı.

mustaf

  • Tabur veya saf hâlinde dizilmiş.

mustafa

  • (Safvet. den) Güzide. Istıfâ edilmiş. Has ve seçilmiş.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) mübarek bir ismi.

müstağrak-ı envar-ı safa / müstağrak-ı envar-ı safâ

  • Safâ verici nura garkolmuş, safâ veren nurlara batmış.

müstasfi

  • (Safâ. dan) Hâlisini ve safını alan.

mutasaffi / mutasaffî

  • Tasaffi eden. Saffet ve sâfilik hasıl eden. Temiz olan. Saflaşan.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

mütekasif / mütekâsif

  • (Kesafet. den) Sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış. Sıklaşan, yoğunlaşan, koyulaşan, tekâsüf eden.

müterasıf

  • Saf şeklinde birbirine yanaşıp sıkışmış olan.

mütesafih

  • Musafaha eden. Dostluk ve selâm için elele veren.

mütezevvik

  • (Zevk. den) Zevk ve safâ eden.
  • Tadına bakan. Birkaç defa tadan.

muttasıf

  • İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.

muza'fer

  • Sarı renkte. Safran renginde.

müzher

  • Misafir için ateş yakan kimse.

muzif / muzîf

  • Misâfir kabul eden.

na-insaf

  • İnsafsız. İnsafı bulunmayan. (Farsça)

na-saf

  • Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. (Farsça)

nab / nâb / ناب

  • Katıksız, hâlis, saf. (Farsça)
  • Oluk. (Farsça)
  • Berrak. (Farsça)
  • Saf, halis, katışıksız. (Farsça)

nasfet

  • (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.

nazar-ı adalet ve insaf

  • Hadiselere adaletli ve insaflı bir açıdan bakma, değerlendirme.

nazar-ı insaf

  • İnsaf bakışı.

ne'b

  • (Çoğulu: Niyeb) Sâfi nesne.
  • Yaşlı dişi deve.

nefs-i mülheme

  • Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.

nesel

  • Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü.
  • İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.

nesi'

  • (Çoğulu: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap.
  • Unutkan.
  • Unutulan. Unutulmuş olmak.

nezh

  • (Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık.
  • Hiçbir kötü hareketi olmamak.
  • Kerim, pak, pâkize.

nezil

  • Misafir. İnen, konan.

nitaf

  • (Tekili: Nutfe) Saf ve duru sular.

niyet-i halis / niyet-i hâlis

  • Saf, temiz niyet.

niyet-i halisa / niyet-i hâlisa

  • Saf, temiz niyet.

niyet-i halise / niyet-i hâlise

  • Saf, temiz niyet.

nüfus-u seb'a

  • 1- Nefs-i emmare, 2- Nefs-i levvame, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdiye, 6- Nefs-i mardiyye, 7- Nefs-i sâfiye.

nuş

  • İçen, içici. (Farsça)
  • Tatlı şerbet gibi içilecek şey. (Farsça)
  • Zevk ve safâ. (Farsça)

nutfe

  • Duru ve sâfi su.
  • Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi.
  • Taşmış, dökülmüş su.
  • Deniz.

nüzhet

  • İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Temizlik, paklık. (Farsça)
  • Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. (Farsça)

nüzhet-pezir

  • Safa ve neşe bulmuş olan. (Farsça)

nüzl

  • (Çoğulu: Enzâl) Konak yeri.
  • Misafir için hazırlanan yemek.

otağ

  • Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.

pak

  • Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi. (Farsça)

pakize

  • Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız. (Farsça)

palude

  • Süzülmüş, saf hâle getirilmiş. (Farsça)

rahik

  • Safi şarap, Cennet şarabı.

raik / râik

  • Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
  • Safi, sade.

rasafe

  • (Çoğulu: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.

revk

  • (Çoğulu: Ervâk) Perde, hicâb.
  • Boynuz.
  • Ev önü.
  • Saf, hâlis, katıksız.

revnak

  • Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet. (Farsça)

sa'y

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.
  • Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
  • Çalışmak, iş görm
  • Çalışma, gayret sarf etme. Hac veya umrede Safa ile Merve arasında usulüne uygun olarak yedi defa gelip gitmek.

sade

  • Basit, karışık olmayan, katıksız. (Farsça)
  • Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. (Farsça)
  • Tek katlı. (Farsça)
  • Ancak, yalnız. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Derin düşünemiyen, saf adam. (Farsça)

sade-dil / سَادَه دِلْ

  • Saf, temiz kalpli.
  • Kalbi safi olan.

sadedil / sâdedil / ساده دل

  • Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse. (Farsça)
  • Saf, temiz yürekli. (Farsça)
  • Ebleh, bön. (Farsça)

sadedilane / sadedilâne / sâdedilâne / ساده دلانه

  • Saflıkla, bönlükle. (Farsça)
  • Safça. (Farsça)

sadedili / sadedilî

  • Bönlük, saflık. (Farsça)

sadelevh / sâdelevh / ساده لوح

  • Saf, bön.
  • Saf, temiz yürekli. (Farsça - Arapça)

saf

  • (Bak: Saff)

saf'an

  • (Çoğulu: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.

saf-derunluk / sâf-derunluk

  • Kolay aldanma, saflık.

safa / safâ / صفا

  • Gönül şenliği, eğlence.
  • Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak.
  • Hava açık ve ayaz olmak.
  • Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.
  • Saflık. (Arapça)
  • Gönül rahatlığı, gönlün şen olması. (Arapça)
  • Safâ eylemek: Şenlenmek. (Arapça)

safa ve merve / safâ ve merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.

safa-cu

  • (Çoğulu: Safacuyân) Rahat ve eğlence arıyan. (Farsça)

safa-engiz

  • Safa koparan. Neşe, sevinç yapan.

safa-yı gülşen

  • Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.

safa-yı kalb

  • Kalbin safiliği, temizliği.

safahat / safahât / صَفَحَاتْ

  • (Tekili: Safha) Safhalar.
  • İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.
  • Safhalar, devreler.
  • Safhalar.

safaih

  • (Tekili: Safiha) Düz şeyler. Levhalar.

şafak-alud / şafak-âlud

  • Şafak gibi, şafak renginde. (Farsça)

şafak-gun / şafak-gûn

  • Şafak renkli, kızıl. (Farsça)

safaperver

  • Safa veren. İç açan, safalı. (Farsça)

safayab

  • Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş. (Farsça)

safbeste

  • Saf bağlamış, sıra sıra dizilmiş.
  • Saf bağlamış, saf olmuş.
  • Saf bağlamış, saf tutmuş.

safbeste-i hareket

  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.

safder / صفدر

  • Düşman saflarını yaran, savaşçı. (Arapça - Farsça)

safderun / safderûn / صاف درون / صَافْدَرُونْ

  • Safi, içi temiz, kolay aldanabilen. (Farsça)
  • Saf, yüreği temiz. (Arapça - Farsça)
  • Ebleh, bön. (Arapça - Farsça)
  • İçi saf, çabuk aldanan.

safderunan

  • (Tekili: Safderun) Kalbi temiz, içi saf olanlar. (Farsça)

safderunane / safderûnâne / صاف درونانه

  • Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. (Farsça)
  • Safça. (Arapça - Farsça)

safdil / sâfdil / صاف دل / صَافْ دِلْ

  • Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse. (Farsça)
  • Gönlü saf, kalbi temiz.
  • Saf kalpli, kolay aldanan.
  • Yüreği temiz. (Arapça - Farsça)
  • Saf. (Arapça - Farsça)
  • Düşüncesiz, saf.

safdilane / safdilâne / sâfdilâne / صاف دلانه

  • Saf kalpli olarak.
  • Bönlükle, saflıkla. Safdillikle. (Farsça)
  • Kalbi saf biri gibi, safça.
  • Yürek temizliği ile. (Arapça - Farsça)
  • Safça. (Arapça - Farsça)

safdillik

  • Yürek: Temizliği. (Arapça - Farsça - Türkçe)
  • Saflık. (Arapça - Farsça - Türkçe)

safe

  • (Çoğulu: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.

safeviler devleti

  • (1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde

saff / صف

  • Sıra, dizi, saf. (Arapça)

saff-beste

  • Saf bağlamış, saf olmuş. (Farsça)

saff-der

  • (Çoğulu: Saff-derân) Düşman saflarını yaran yiğit. (Farsça)

saff-ı evvel / صَفِّ اَوَّلْ

  • İlk saf, birinci saf.
  • İlk sahabeler.
  • Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.
  • İlk saf, yeni çığır açanlar.
  • Birinci saf.

saff-şikaf

  • Düşman saflarını yararak bozan yiğit. (Farsça)

saff-zen

  • Düşman saflarını vurup yaran yiğitler. (Farsça)

saffat

  • (Tekili: Saff) Saf olanlar, saf yapanlar.

saffet

  • Safilik, halislik.

safi / sâfi

  • (Bak: SAF)

safi-kalb / sâfi-kalb

  • Saf, temiz kalpli.

safiha

  • (Çoğulu: Safayih) Yüzün derisi.
  • Kapı tahtası.
  • Kâğıdın bir tarafı.
  • Yassı ve düz nesne.
  • Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)

şafii / şafiî / şâfiî

  • Şâfiî mezhebinden olan.
  • İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu.
  • Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde olan kimse.
  • Şafiî mezhebine uyan.

şafii mezhebi / şâfiî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin mezhebi, yolu.

şafiice / şâfiîce

  • Şâfiî mezhebine göre.

safin

  • (Çoğulu: Sâfinât) Cins at.
  • Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.

safiyane / sâfiyâne

  • Saf hâlde, safça.

safiyat / sâfiyât

  • Saflık, temizlik.

safiye / sâfiye

  • Saf, açık ifade.
  • Saf, arı, temiz.

safiyet / sâfiyet

  • Saflık, hâlislik, temizlik.
  • Temizlik, saflık.
  • Saflık, temizlik.

safiyullah

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.

safiyy

  • Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız.

safsaf

  • (Çoğulu: Safâsıf) Yüksek düz yer.
  • Serçe kuşu.
  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

safsata-i nefis

  • Nefsin safsatası, nefsin yalan ve uydurmaları.

safsataperdaz

  • Safsata kabilinden söz söyliyen adam. (Farsça)

safsatiyat / safsatiyât

  • Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
  • Safsatalar; yalan ve uydurma şeyler.
  • Safsatalar, uydurmalar.

safşikaf / safşikâf / صف شكاف

  • Düşman saflarını yaran savaşçı. (Arapça - Farsça)

safşiken / صاف شكن

  • Düşman saflarını yaran savaşçı. (Arapça - Farsça)

safvan

  • (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası.
  • Çok soğuk ve açık olan gün.

safvet / صفوت

  • Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
  • Safilik, pâklık.
  • Saflık, duruluk, temizlik.
  • Saflık, temizlik, arılık. (Arapça)

safvet-i asliye

  • Temelden gelen saflık.

safvet-i iman

  • Safî, temiz, dürüst iman.

safvet-i islamiye / safvet-i islâmiye

  • İslâmiyetin saflığı, temizliği.

safvet-i kalb

  • Kalbin saflığı, temizliği.

safvet-i vicdan

  • Vicdan saflığı.

safvetkar / safvetkâr

  • Saf ve temiz.

safvetli

  • Saf, berrak.

sahib-i insaf

  • İnsaf sahibi, insaflı.

sahur

  • Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.

salahaddin-i eyyubi / salahaddin-i eyyubî

  • (Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteye

salef

  • Kibirlilik. Tekebbürlük hali.
  • Kin tutmak, buğz etmek.
  • Zevci indinde zevcenin kadri olmamak.
  • Misafir için olan yemeğin yetmemesi.

saliha

  • Safi gümüş.
  • İyi, sâlih kimse.

sara

  • Hâlis, saf, katıksız. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. (Farsça)

sarah

  • Her şeyin hâlis ve safisi.

sard

  • Nüfuz etmek, sözü geçer olmak.
  • Katıksız, saf, hâlis.
  • Soğuk.

sarih

  • Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.

şavt

  • Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.
  • (Çoğulu: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması.
  • Bir tur.
  • İşin bir kısmı.
  • Sesin gidebileceği mesafe.

sayyad-ı bi-insaf / sayyad-ı bî-insaf / sayyâd-ı bî-insâf

  • İnsafsız avcı. (Farsça)
  • İnsafsız avcı.

seabib

  • (Tekili: Su'bub) Saf su akan yerler.

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

şeayir

  • (Tekili: Şâire) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.

sefasif

  • (Tekili: Sefsâf) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar.

sefele

  • (Tekili: Sâfil) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.

sefer

  • (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.
  • Yolculuk.
  • Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali.
  • Def'a, kerre.
  • Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek.

seferi / seferî

  • Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı.
  • Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir.
  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.

şefkat

  • Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.

şefun

  • (Bak: ŞAFİN)

sekal

  • (Çoğulu: Eskâl) Misafir.
  • Mal, mülk, metâ.
  • Ev metaı, ev eşyası.
  • İns ve cinnin bir ünvanı.

sem'-i hamiyet

  • Hamiyet kulağı, insaf ve hakperestlikle dinleyiş.

şem'un

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.

şemul

  • Sâfi halis şarap.
  • Kıble mukabilinden esen rüzgar.

setr

  • Hat.
  • Saf.
  • Yazmak.

sevafil

  • (Tekili: Sâfil) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

seviş

  • Misafire yemek ve azık vermek.

seyf ibn-i ziyezen / seyf ibn-i zîyezen

  • Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.

sifar

  • Deveye burunduruk yapılan demir.
  • Sefer. Islâh, düzeltme.
  • Misafirlik.

sıfrid

  • (Çoğulu: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.

sine-i saf / sîne-i sâf

  • Saf sîne, arı gönül.

sipenc

  • Konaklama yeri, misafirhane, otel. (Farsça)
  • Dünya. (Farsça)
  • Misafir. (Farsça)

sırf

  • Sadece, yalnızca.
  • Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.

sitem-amiz / sitem-âmiz

  • Hâin. İnsafsız, haksız. (Farsça)

sofestaicesine

  • Sofistler gibi, safsata ve kelime oyunlarıyla kabul ettirmeye çalışırcasına.

sofi

  • Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan.
  • Yanıltıcı, safsatacı.

sofizm

  • Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan) (Fransızca)

su'bub

  • (Çoğulu: Seâbib) Saf su akan yer.

subh

  • Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.

suf

  • (Çoğulu: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma.
  • Yün, yapağı, ibrişim.

süffar

  • (Tekili: Sâfir) Yolcular.

süfla

  • (Sâfil. den) Daha alçak, adi.
  • Günah ve basit işlere mahsus.
  • Kılıksız, kıyafetsiz.

süfre

  • Sofra, mâide.
  • (Çoğulu: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.

sufrit

  • (Çoğulu: Safârit) Fakir.

sufuf / sufûf / صفوف

  • (Tekili: Saf) Saflar. Sıralar.
  • Saflar, sıralar.
  • Saflar.
  • Sıralar, saflar. (Arapça)

sufuf-u ibad / sufûf-u ibâd

  • Kulların meydana getirdiği saflar.

şukre

  • Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.

sülale

  • Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık.
  • Meni akıntısı.

sümak

  • Hâlis, sâfi.

sümut

  • (Tekili: Simt) Taburlar, saflar.
  • Diziler, sıralar.

süreha'

  • (Tekili: Sarih) Saf ırklar.

şüzuz etmemek / şüzûz etmemek

  • Kural dışında, saf dışında kalmamak, istisna olmamak.

tabakat-ı mütefavite / tabakât-ı mütefavite

  • Farklı aşamalar, safhalar, tabakalar.

tagşiş

  • (Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak.
  • Aklı gidermek.
  • Hayran etmek.

tahlit

  • (Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.

tasaffi

  • Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek.
  • Saflaşma, arınma.
  • Saflaşma, durulma.

tasaffi-i hayat / tasaffî-i hayat

  • Hayatın kirlerden ve kusurlardan arınması, saflaşması.

tasafüh

  • Musafaha edişmek.

tasfif

  • (Çoğulu: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme.
  • Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak.

tasfih

  • (Safh. dan) (Çoğulu: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma.
  • Yaprak yapma.
  • Tağyir etme, değiştirme.

tasfir

  • (Çoğulu: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama.
  • Islık çalma.

tasfiye

  • Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek.
  • Hesabı kapatmak.
  • Safileştirme, arındırma.
  • Saflaştırma, arındırma.

tasfiye-i nefis

  • Nefsi arındırma, saflaştırma.

tayy-ı mekan / tayy-ı mekân

  • Mekânı atlama; Allah'ın yardımıyla uzun bir mesafeyi kısa bir zamanda aşmak, kat'etmek.

tayy-i mekan / tayy-i mekân

  • Mekân ve mesafe boyutunu atlama, aşma.
  • Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az zamanda çok uzak yerlere gitme.

tayyetmek

  • Atlamak; uzun mesafeleri kısa zamanda geçip gitmek.
  • Silmek. Kaldırmak.
  • Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak.

tayyib

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.

te'hil

  • Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek.
  • Ehliyetli kılmak.
  • Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak.
  • Lâyık ve müstehak görmek.

teassüf

  • Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf.

teksif

  • (Kesâfet. den) Sıklaştırma, koyulaştırma, yığma, toplama.

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temedru'

  • Ferace ve kaftan giymek. Çarşaf giymek.

temehhuz

  • Bir şeyin safileşip olgunlaşması.

temehhuz-u tecarüb

  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi.
  • Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemâle ermesi.

terhik

  • Misafiri çoğaltmak.

tervik

  • Durultma, süzme, saflaştırma.

tesaffuh

  • Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme.

teşeffu'

  • Şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

tevhid-i mahz

  • Saf tevhid inancı; herşeyin bir olan Allah'a ait olduğuna, hiçbir şirke girmeden tam mânâsıyla inanma.

timar

  • Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. (Farsça)
  • Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Farsça)

tuba

  • Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali.
  • İyilik, güzellik. Baht.
  • Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi.
  • Çok berrak ve saf olan.
  • Saâdet. Hayır. Devlet.

tul-i emel / tûl-i emel

  • Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek tûl-i emel olmaz.

ucale

  • Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık.
  • Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa.

ufk-u nazar

  • Bakış ufku, görüş mesafesi; insanın görebileceği alan.

umre

  • Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk
  • Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.
  • Hac zamânı olan beş günden yâni Arefe ve Kurban bayramının dört gününden başka, senenin her günü ihrâma girip Kâbe'yi tavâf etmek, Safâ ile Merve arasında sa'y yapmak ve saç kazımak veya kesmek.

uraza

  • Misafire çıkarılan yiyecek.
  • Hediye, armağan.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

vacib / vâcib

  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

vasif / vasîf

  • (Çoğulu: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.

ve's-saffat / ve's-sâffât

  • Sâffât Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 37. sûresi.

velayet-i kübra

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)

vicdan-ı munsıfane

  • İnsaflı vicdan.

vicdan-ı münsıfane / vicdan-ı münsıfâne

  • İnsaf ölçülerine göre hareket eden vicdan.

yakub aleyhisselam / yâkûb aleyhisselâm

  • Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" m

yaran-ı safa / yârân-ı safâ

  • Zevk ve eğlence ile vakit geçiren dostlar. Safâ dostları.

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

za'feran / za'ferân / زعفران

  • Safran. (Arapça)

zahir

  • Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan.

zaki

  • (Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi.

zayf

  • Misafir. Gelip geçen.

zehra

  • (Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.

zehre

  • Kahramanlık, yiğitlik. (Farsça)
  • Öd. Safra. (Farsça)

zeka / zekâ

  • Saflık, duruluk.
  • Hâl düzgünlüğü.

zemahşeri / zemahşerî

  • Keşşaf isimli ünlü tefsiri yazan islâm âlimi.

zerdab

  • (Zerd-âb) İrin, cerahat. (Farsça)
  • Safra. (Farsça)
  • Beyaz şarap. (Farsça)

zerde / زرده

  • Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)
  • Yumurta sarısı. (Farsça)
  • Zerde. (Farsça)
  • Sarılık. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın