REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te nûş ifadesini içeren 933 kelime bulundu...

a'cemi / a'cemî

  • Aceme mensub.
  • Arapçayı iyi konuşmayan. Dilsiz.
  • Beceriksiz.

a'fet

  • En güç sey.
  • Pek akılsız.
  • Peltek konuşan. Kekeleyen.

acem

  • İranlı. Yabancı.
  • Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar.
  • Çekirdek.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adatın harıkı / âdâtın hârıkı

  • Âdetlerin, kanunların olağanüstünü, bir mu'cize olarak gerçekleşmiş olanı.

afak

  • Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire.
  • Etraf. Cihetler.
  • Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)

afaki / âfâkî / آفاقى

  • Nesnel. (Arapça)
  • Şuradan buradan konuşma. (Arapça)

ahann

  • Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.

ahmed-i sünusi / ahmed-i sünusî

  • (Bak: Sünusî)

ahtal

  • Çabuk yürüyen.
  • Boşboğaz, çok konuşan kimse. Çenesi düşük.

ahval-i zahiriye / ahvâl-i zahiriye

  • Dış görünüşe ait haller, durumlar.

akabe biatı

  • Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi.

akd-i meclis

  • Konuşmak için toplanma, meclis kurma.

akıbet-endişlik / âkıbet-endişlik

  • Gelecek konusunda endişeye kapılma.

akis

  • (Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi.
  • Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi.
  • Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi.
  • Çarpışma, çarpıp geri dönme.
  • Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini

akl-ı selim

  • (Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

akval / akvâl

  • Sözler, konuşmalar.

alem-i misal / âlem-i misâl

  • Varlıkların kendilerinin değil de sûretlerinin, görünüşlerinin bulunduğu âlem.

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arafat

  • Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muha

arube

  • Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur.
  • Cuma günü.

asar-ı mu'cize / âsâr-ı mu'cize

  • Olağanüstü eserler, mu'cize eserler.

asar-ı mu'cizekarane / âsâr-ı mu'cizekârâne

  • Mu'cizeli eserler; olağanüstü eserler.

ashab / ashâb

  • Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise (gözleri görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar. Tekili sâhib'dir.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D

asit

  • Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız. (Fransızca)

asr

  • (Asır) Bir devrelik zaman.
  • İkindi vakti.
  • Zamanın bir cüz'ü.
  • Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
  • Yüz yıl.
  • Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
  • İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
  • Gece ve gündüzden

atlas

  • İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş.
  • Düz tüysüz.
  • Büyük harita.
  • Atlas Okyanusu.

av'ave

  • Havlama, köpeğin havlaması.
  • Mc: Hezeyan, saçma sapan konuşma.

avamil

  • (Tekili: Amil) Sebepler.
  • Ayaklar.
  • Valiler. Hâkimler.
  • Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab.
  • Birgivi Hazretlerinin "Nahiv" ilmine dâir olan kitabının ismi.

avdet / عودت

  • Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
  • Geri dönüş. (Arapça)
  • Avdet etmek: Dönmek. (Arapça)

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

ayasofya

  • İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih

ba / bâ

  • Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.

bahis mevzu

  • Söz konusu.

bahis mevzuu

  • Söz konusu.

bahr-i ahdar / بحر احضر

  • Hint Okyanusu.
  • Hint Okyanusu.

bahr-i bikeran / bahr-i bîkerân

  • Okyanus misâli uçsuz bucaksız olan deniz.

bahr-ı muhit / bahr-ı muhît

  • Heryeri kaplayan deniz; okyanus.

bahr-i muhit / bahr-i muhît / بَحْرِ مُح۪يطْ

  • Okyanus.
  • Okyanus.

bahr-i muhit-i atlasi / bahr-i muhit-i atlasî / bahr-i muhît-i atlasî / بحر محيط اطلسى

  • Atlas Okyanusu.
  • (Bahr-ı Muhit-i Garbî) Atlas Okyanusu.
  • Atlas Okyanusu.

bahr-i muhit-i garbi / bahr-i muhit-i garbî / bahr-i muhît-i garbî / بَحْرِ مُح۪يطِ غَرْب۪ي

  • Atlas Okyanusu.
  • Atlas Okyanusu.

bahr-i muhit-i garbiye / bahr-i muhit-i garbîye

  • Atlas Okyanusu.

bahr-i muhit-i havai / bahr-i muhit-i havâî

  • Hava okyanusu; yıldızların, gezegenlerin içinde dolaştığı geniş feza denizi.

bahr-i muhit-i kebir / bahr-i muhît-i kebîr / بحر محيط كبير

  • (Bahr-i Muhit-i Mutedil) Büyük Okyanus. Pasifik Okyanusu.
  • Büyük Okyanus.
  • Büyük Okyanus.

bahr-i muhit-i şarki / bahr-i muhit-i şarkî / bahr-i muhît-i şarkî / بَحْرِ مُح۪يطِ شَرْق۪ي

  • Hint Okyanusu.
  • Büyük Okyanus.

bahr-i muhit-i umman / bahr-i muhît-i umman

  • Çok büyük deniz; okyanus.

bahr-i umman

  • Okyanus.

bahrimuhit / bahrimuhît

  • Okyanus.

bahriumman

  • Okyanus.

bahs

  • Kazmak.
  • Ayırmak.
  • Saçmak.
  • Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey.
  • Teftiş.
  • Söz münazarası, muaraza, mübahese.
  • Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama.
  • İddialaşma.

bakbak

  • Çok söyleyici. Çok konuşan.

balapervazane / bâlâpervâzâne

  • Yüksekten konuşarak, atıp tutarak.

batıni / batınî

  • İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit.
  • Tas: Bâtiniyyeden olan.

bazar

  • Alış-veriş. Ahz ü itâ. (Farsça)
  • Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. (Farsça)
  • Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık. (Farsça)

bazende-zeban

  • Boş boğaz, geveze, çok konuşan. (Farsça)

bedaat-i harika / bedâat-i harika

  • Harika, olağanüstü güzellik.

belagat

  • İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik.

belağat-i harikulade / belâğat-i harikulâde

  • Olağanüstü söyleyiş güzelliği.

belagat-perdaz / belâgat-perdâz

  • Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen. (Farsça)

belagat-pira / belâgat-pirâ

  • Belâgata süs veren. Süslü ve belâgatlı konuşan.

beliğ / belîğ / بليغ

  • Fasih konuşan. (Arapça)
  • Fasih, düzgün. (Arapça)

beraber mi-zenend her şey / beraber mî-zenend her şey

  • Herşey berâber söylüyor, çarpıyor, konuşuyor.

beriberi

  • (Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.

besguy / besgûy

  • Geveze. Çok konuşan. (Farsça)

beyan / beyân

  • Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.

beyhaki / beyhakî

  • (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-

beyzar

  • Geveze, çok konuşan.

beza

  • Konuşmada açık saçıklık.
  • Hayasızlık, utanmazlık.

bezer

  • Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık.

bezir

  • Geveze, fazla konuşan.

bezm

  • Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis. (Farsça)

bilmünavebe / bilmünâvebe / بالمناوبه

  • Dönüşümlü. (Arapça)

boşboğaz

  • Yerli yersiz konuşan.

bülega

  • Belegat sahipleri, düzgün ve güzel konuşanlar, beliğ olanlar.

burhan-ı natık / burhan-ı nâtık

  • Konuşan delil; Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

bürhan-ı natık / bürhan-ı nâtık

  • Konuşan bürhan. Mecaz olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M) kastedilir ki; bütün hakikatları isbat ve izhar etmiştir.

burhan-ı natık-ı sadık / burhan-ı nâtık-ı sâdık

  • Doğru konuşan delil.

çaçaron

  • İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze.

cal'

  • (Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.

çalçene

  • Durmayıp konuşan, geveze. (Türkçe)

camiiyet-i harikulade / câmiiyet-i hârikulâde

  • Olağanüstü câmiiyet, mânâ ve özellikçe kapsamlılık.

can

  • Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerini (Farsça)

çar-zeban

  • Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan. (Farsça)

cazib

  • Çekici, cazibeli.
  • Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.

cedel

  • Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik)
  • Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.

çehre

  • Vech, yüz, surat. (Farsça)
  • Mc: Surat asmak, dargınlık. (Farsça)
  • Görünüş, şekil, zahir. (Farsça)

çek

  • Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek'ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde "çeh" diye geçer.

cemal-i suret / cemâl-i suret / cemâl-i sûret / جَمَالِ صُورَتْ

  • Görünüş güzelliği.
  • Dış görünüş, sîmâ güzelliği.

cencene

  • Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.

cereyan-ı suri / cereyan-ı surî

  • Görünüşteki akım, dönüş.

cesaret-i fevkalade / cesaret-i fevkalâde

  • Olağanüstü cesaret.

ceyb

  • (Çoğulu: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı.
  • Yaka.
  • Kalb.
  • Geo: Sinüs.

cezair

  • (Tekili: Cezâyir) (Cezire) Cezireler, adalar.
  • Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.

cidal

  • Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza.
  • Muharebe. Cenk. Kavga.

cilve

  • Esmâ-i İlâhînin tecellisi.
  • Tecelli.
  • Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

cism-i natık / cism-i nâtık

  • Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.

dahiye-i siyaset / dâhiye-i siyaset

  • Siyaset konusunda dehâ olan.

dal

  • Ağacın ilk verdiği kol.
  • Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan "dâl-i mühmele" de denir.

dayı

  • Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan.
  • Annenin erkek kardeşi.

deha / dehâ

  • Olağanüstü zeka ve anlayış kabiliyeti.
  • Olağanüstü zeka sahibi kimse.
  • Olağanüstü zekâ sahibi.

deha-i nurani / dehâ-i nuranî

  • Olağanüstü zekâ ve akıl.

deha-yı fenni / dehâ-yı fennî

  • Eğitimini fen ve felsefeden almış olağanüstü akıl.

dehan-ı hakikat

  • Hakikat ve gerçekleri haykıran, konuşan ağız.

dehangüşa

  • Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız. (Farsça)

delalet-i selase / delalet-i selâse

  • Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânas

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

derya-yı umman

  • Açık deniz. Umman Denizi. Okyanus.

dest

  • El, yed. (Farsça)
  • Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. (Farsça)
  • Düstur. (Farsça)
  • Tasallut. (Farsça)
  • İkmâl. (Farsça)
  • Âlî makam. Meclisin şerefli yeri. (Farsça)

deveran / deverân

  • Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek.
  • Dönüş.

deveran-ı arz

  • Dünyanın dönüşü.

deveran-ı umumi / deveran-ı umumî

  • Genel dönüş, akış; birinin diğerine sebep zannedilecek biçimde iki şeyin devamlı bir şekilde var ve yok sanılması.

devre

  • (Çoğulu: Devrât) Dönüş dönme, dönem.
  • Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi.
  • Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dil-baz

  • Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren. (Farsça)

dürzi

  • (Çoğulu: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır.

düstur-u şüyuhat

  • Şeyh olma konusunda uyulması gereken kural.

e'cam

  • (Tekili: Acem) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar.
  • Acemiler.

ebhem

  • Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.

ebkem

  • (Bükm. den) Dilsiz. Konuşamıyan.
  • Dilsiz, konuşamayan.

ebkemiyet

  • Dilsizlik. Konuşamamazlık.

edebiyat

  • Güzel ve etkili biçimde konuşma ve yazma sanatı.

edebiyat yapmak

  • Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.

edib / edîb / اَد۪يبْ

  • Edebiyatçı, güzel konuşan ve yazan.
  • Edebî konuşan veya yazan.

eflatuniye

  • Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir.

efsah-ı füseha / efsah-ı füsehâ

  • Sözü düzgün, akıcı ve etkili konuşanların en ileri geleni.
  • Fasih ve güzel konuşanların en fasihi ve güzeli.

egann

  • Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan.
  • Otlu dere.

ehann

  • Genzinden konuşan kimse, hımhım.

ehl-i inad

  • İnat edenler; Allah'ın emir ve yasaklarına boğun eğmeme konusunda inat edenler.

ehl-i istidraç

  • Kendilerine Allah tarafından bir takım olağanüstü hâl ve üstünlükler verilen günahkâr veya kâfir kişiler.

ehl-i kelam / ehl-i kelâm

  • Konusu daha çok inançla ilgili olan kelâm ilmiyle uğraşanlar.

ehl-i keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hâl ve hareketler gösteren kimseler.

ehl-i keşif ve keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehme

  • Eksik, nâkıs noksan. (Farsça)
  • Bulunuş. (Farsça)

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

ela'

  • Görünüşü güzel, tadı acı olan bir ağaç.

elha

  • Malâyâni ve boş konuşan.
  • Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve.
  • Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)

elsen

  • Fasih ve düzgün konuşan.

elsine-i semaviye / elsine-i semâviye

  • Semâvî diller; göklerdeki ve mânevî âlemlerdeki meleklerin ve ruhanî varlıkların konuştukları diller.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

eluf

  • Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.

elvah-ı alem / elvah-ı âlem

  • Âlemin görünüşü, manzara ve levhaları.

elvan

  • (Tekili: Levn) Renkler. Muhtelif görünüşler.

elyasa

  • Benî İsrail Peygamberlerindendir. Benî İsrail ise; günden güne Kitabullah'ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye Devleti'ni onlara musallat eyledi. Sonra Yunus (A.S.) Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enahid

  • Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi. (Farsça)

endam

  • Beden. Vücud. (Farsça)
  • Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. (Farsça)
  • Letafet. İntizam ve üslub. (Farsça)

ene'l-hak

  • Hallâc-ı Mansûr tarafından "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." mânâsında söylendiği hâlde, görünüşte; "Ben Hak'kım" manasına alınan söz.

enfüsi / enfüsî

  • Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)

ensar

  • (Tekili: Nâsır) Yardımcılar. Müdâfiler.
  • Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak'tan ve Hz. Peygamber'den (A.S.M.) yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı.

envar-ı bahr-i muhit / envâr-ı bahr-i muhît

  • Nur okyanusu, denizi.

erba'in / erba'în

  • Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile de denir.

eşdak

  • Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık.
  • Büyük ağızlı.

eşhas-ı harika

  • Harika, olağanüstü şahıslar.

eşya-yı harika

  • Olağanüstü şeyler.

ezeli nutuk / ezelî nutuk

  • Allah'ın ezelî konuşması.

ezra

  • Çok konuşma.
  • Çok yeme.
  • Sözü düzgün ve pek fasih olan kimse.

ezvak-ı fevkalade / ezvâk-ı fevkalâde

  • Olağanüstü zevkler.

fakfon

  • Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita.

fasahat / fasâhat

  • Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.
  • Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.

fasahat-perdaz / fasahat-perdâz

  • Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan. (Farsça)

fasih / fasîh / فصيح / فَص۪يحْ

  • Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
  • Düzgün ve güzel konuşan.
  • Güzel konuşan. (Arapça)
  • Açık ve güzel konuşan.

fasık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecâhir

  • Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)

fenn-i beyan

  • Konuşma ve üslup san'atı.

ferd-i fevkalade / ferd-i fevkalâde

  • Olağanüstü özelliklere sahip kişi.

ferengis / ferengîs

  • Zühre yıldızı, Venüs gezegeni, çoban yıldızı. (Farsça)

fesahat / fesâhat

  • Açık ve düzgün konuşma.

feth

  • Açma, başlama.
  • Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret.
  • Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. Bu iki suretle olur. Biri, basâr ile idrâk olunur. Gam ve kederi gidermek gibi. İkinci de: İki nevi olup birincisi; dünya işlerinde olur. Sürur vermekle g

fevka'l-beşer

  • İnsanüstü.

fevkalaade / fevkalâade

  • Olağanüstü.

fevkalade / fevkalâde / فوق العاده

  • Olağanüstü.
  • Âdetin üstünde, duyulmadık, görülmedik, olağanüstü.
  • Olağanüstü.
  • Olağanüstü, olağan dışı, alışılmışın ötesinde. (Arapça)

fevkalbeşer

  • İnsanüstü.
  • (Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü.

fi'l-i hikaye / fi'l-i hikâye

  • Gr: Geçmiş zamanda olmuş fakat konuşan kimsenin görmüş olduğu bir işi anlatan fiil. Meselâ: Okumuş idi, yazmış idi, vurdu gibi.

fünun-u tabiiye

  • Tabiatın dış görünüşüyle ilgilenen ilim dalları.

fusaha / fusahâ / فصحا

  • (Tekili: Fasih) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
  • Düzgün ve güzel kanuşanlar.
  • Fasih konuşanlar. (Arapça)

füseha / füsehâ

  • Güzel ve düzgün konuşanlar.

füseha-i arab

  • Arap fasihleri, Arapların en güzel, akıcı ve etkili konuşanları.

gerdiş / گردش

  • Dönme, dönüş. Çevrilme, dolaşma. (Farsça)
  • Dönüş. (Farsça)

gerdiş-i zeman / gerdiş-i zemân

  • Zamânın dönüşü.

gevher-nisar

  • Cevher serpen. (Farsça)
  • Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen. (Farsça)

gevher-paş

  • Mücevher saçan. (Farsça)
  • Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan. (Farsça)

gıyas

  • Medetkâr. Yardımcı. Nusrete yetişen.
  • Meded. Yardım.

gıybet / غِيْبَتْ

  • Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • Arkadan çekiştirmek; hazır olmayan birisinin aleyhinde hoşlanmayacağı şekilde konuşmak.
  • Orada bulunmayan biri hakkında onun hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma.
  • Birinin ardından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme, dedikodu.

golfstrim

  • ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.

gürcü

  • Güney Kafkasya'nın Gürcistan ahalisinden olan ve Gürcüce konuşan kimse.

guy

  • Söyleyen, konuşan, söyleyici. (Farsça)
  • Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu. (Farsça)
  • Baykuş. (Farsça)
  • "Diyen, söyleyen" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu(y) : Doğru söyleyen. Suhan-gu(y) : Söz söyleyen, konuşan.

güzide-suhen / güzîde-suhen

  • Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan. (Farsça)

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

hadise-i harika / hâdise-i harika

  • Olağanüstü, hayranlık verici olay.

hadise-i mu'cizekarane / hâdise-i mu'cizekârâne

  • Mu'cizeli olay, olağanüstü , harika olay.

hakikat-gu

  • Doğru sözlü. Doğru konuşan. (Farsça)

hal / hâl

  • Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet.
  • Cezbe.
  • Dert, keder, elem.
  • Mecâl. Kuvvet.
  • Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken
  • Durum, görünüş, nitelik, şimdi, tâkat.

hallat

  • Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan.
  • Ortalığı karıştıran.

halvethane

  • Gizli ibadet yeri. (Farsça)
  • Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer. (Farsça)

hamhama

  • Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma.

hana

  • Yaramaz ve boş sözler konuşmak.

hannas

  • (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan.

hareke

  • Kurân harflerinin okunuşunu belirleyen işaretler.

harika / hârika

  • Olağanüstü, hayranlık veren.

harikulade / harikulâde / hârikulâde / خارق العاده

  • Olağanüstü, eşi görülmemiş.
  • Olağanüstü, hayranlık verici.
  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.
  • Olağanüstü.
  • Olağanüstü. (Arapça)

harikuladelik / harikulâdelik

  • Olağanüstülük.

harun-u fesahat / hârûn-u fesâhat

  • Hz. Hârun'un (a.s.) çok güzel ve açık konuşması.

hasb-i hal

  • Halleşme. Görüşüp konuşma.

hasbihal / hasbihâl

  • Görüşüp konuşma.

hasr-ı kelami / hasr-ı kelâmî

  • Konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması.

hassasiyet-i fevkalade / hassasiyet-i fevkalâde

  • Olağanüstü hassasiyet, duyarlılık.

haşvi / haşvî

  • Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan.
  • Haşve benziyen.

hatb

  • (Çoğulu: Hatub) Mühim iş.
  • İstemek.
  • Konuşmak.
  • Nidâ.

hatib / hatîb

  • Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.
  • Hitap eden, topluluğa karşı konuşan.
  • Konuşmacı, hatip.

hatıb-ı leyl

  • Geceleyin odun toplayan kimse.
  • Mc: Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan adam.

hatip

  • Hitap eden, konuşan, konuşmacı.
  • Konuşan, hitap eden.

hatrib

  • Daima beyhude ve mânasız konuşan.

havale-i muaccele

  • Huk: Havale konusunun, behemehal ödenmesi lâzım geldiği şekilde yapılan havale.

havale-i mübheme

  • Huk: Havale konusunun, ta'cil veya te'cili beyan olunmadan yapılan havale.

havarik / havârik

  • Harikalar, olağanüstü haller.

havarık-ı hissiye / havârık-ı hissiye

  • Duyularla, hislerle idrak olunan veya duyulara hitap eden mu'cizeler, olağanüstü şeyler; ağacın konuşması, parmaklardan suyun akması gibi.

havariku'l-adat / havâriku'l-âdât

  • Olağanüstü şeyler.

havariyyun

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya

hayvan-ı natık / hayvan-ı nâtık

  • "Konuşan canlı" olma özelliği.
  • Konuşan hayvan. (İnsan)

hayy-ı layemut / hayy-ı lâyemut / hayy-ı lâyemût

  • Ölümün kendisi için söz konusu olmadığı daimî hayat sahibi Allah.
  • Ölümün kendisi için söz konusu olmadığı, daimî hayat sahibi Allah.

hayy-ı natık / hayy-ı nâtık

  • Konuşan canlı.

hazannüma

  • Sonbahar görünüşlü. (Farsça)
  • Mc: Hüzün ve keder verici. (Farsça)

hazine-i ezeliye-i kelam-ı ilahi / hazine-i ezeliye-i kelâm-ı ilâhî

  • İlâhî konuşma sıfatının başlangıcı ve sonu olmayan hazinesi.

hazret-i yunus / hazret-i yûnus

  • Yunus (a.s.).
  • Yûnus (a.s.).

heft-derya

  • Yedi deniz. Pasifik okyanusu, Atlas okyanusu, Karadeniz, Akdeniz, Taberiye, Aral ve Hazer.

hem-sohbet

  • Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş. (Farsça)

hem-zanu

  • Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan. (Farsça)

hem-zeban

  • Aynı dili konuşan, lisanları aynı olan.

hemzeban / hemzebân / همزبان

  • Aynı dili konuşan. (Farsça)

hert

  • Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma.
  • Yırtma.
  • Dürtme.

herzederay

  • Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan. (Farsça)

herzegu / herzegû

  • Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen. (Farsça)
  • Saçma sapan konuşan, lüzumsuz ve mânâsız sözler söyleyen.
  • Saçmasapan konuşan.

herzehayi / herzehayî

  • Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme. (Farsça)

herzekar / herzekâr

  • Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen. (Farsça)

herzekarane / herzekârane / herzekârâne

  • Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça. (Farsça)
  • Saçmasapan konuşarak.

hetepete

  • Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.

hey'at / hey'ât / هَيْئَاتْ

  • Umûmî görünüş.

hey'et / هيئت / هَيْئَتْ

  • Şekil, suret.
  • Görünüş.
  • Durum.
  • Şekil. Suret. Görünüş.
  • Birlik teşkil eden şahısların mecmuu.
  • Gök ve yıldız ilmi. Astronomi.
  • Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti.
  • Ekip. (Arapça)
  • Dış görünüş. (Arapça)
  • Kurul. (Arapça)
  • Topluluk. (Arapça)
  • Astronomi. (Arapça)
  • Görünüş, bir topluluğun tamamı.

hey'et-i mecmua / hey'et-i mecmûa / هَيْئَتِ مَجْمُوعَه

  • Topyekün görünüş.

heyat / heyât

  • Biçimler, görünüşler, topluluklar.

heyêt

  • Şekil, duruş, görünüş, topluluk, gök ilmi.

hezeliyat

  • (Tekili: Hezl) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.

hezeyan

  • Kötü sözler. Soğuk şakalar.
  • Sayıklama. Saçma sapan konuşma.

hezeyanat

  • (Tekili: Hezeyan) Sayıklamalar.
  • Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.

hezl

  • Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak.
  • Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.

hiddis / hiddîs

  • Çok sözlü, çok konuşan.

hikmet-i muzahrefe

  • Görünüşte güzel ve süslü, gerçekte içi boş ve çürük felsefe.

hilye

  • Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz.
  • Kılıcın sapındaki veya kınındaki zinet.
  • Suret. Hey'et. Görünüş.

hilye-i nebeviye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) sûret ve görünüşü.

hilye-i seadet / hilye-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.

hımhım

  • Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse.
  • Burnundan çıkan ses gibi boğuk.
  • Arap diyarında biten bir ot.
  • Çok siyah.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hınziyan

  • Faydasız ve mânasız sözler konuşan.

hitab / hitâb / خطاب

  • Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.
  • Konuşma, seslenme.
  • Hitap, konuşma.
  • Konuşma, hitap etme. (Arapça)
  • Hitâb etmek: Muhatap alıp konuşmak. (Arapça)

hitab-ı umumi

  • Umumi konuşma, seslenme.

hitabat / hitâbât

  • Konuşmalar.

hitabat-ı ezeliye-i sübhaniye / hitâbât-ı ezeliye-i sübhâniye

  • Kusur ve aczden yüce olan Allah'ın ezelî konuşmaları.

hitabat-ı sübhaniye / hitâbât-ı sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah'ın kendine has hitap ve konuşmaları.

hitabe / hitâbe / خطابه

  • Konuşma.
  • Dinleyicilere bilgi vermek ve yol göstermek için yapılan konuşma.
  • Konuşma.
  • Konuşma. (Arapça)

hitaben / hitâben

  • Konuşmakla.

hitabet / hitâbet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.
  • Konuşma, nutuk.

hitabi / hitabî

  • Hitap edilmiş, konuşulmuş.

hitabiyat

  • Hitabet (etkileyici konuşma) ile ilgili sözler.

hitap

  • Konuşma, nida, sesleniş.
  • Konuşma.

hitap eden

  • Konuşan.

hitap etme

  • Konuşma.

hoşgu / hoşgû

  • Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. (Farsça)

hoşsohbet

  • Konuşması tatlı, sohbeti güzel. (Farsça)

hüccet-i natıka / hüccet-i nâtıka

  • Konuşan delil.

hükema ve ulema-yı zahiri / hükemâ ve ulemâ-yı zâhirî

  • Zahire ve dış görünüşe göre hüküm veren alimler ve filozoflar.

hükkam-ı fesahat / hükkâm-ı fesahat

  • Güzel, akıcı ve etkili konuşmada üstün ve otoriter olanlar.

hunzub

  • Şişman gövdeli, boş konuşan kadın.

hüsn-ü kelam / hüsn-ü kelâm / حُسْنُ كَلَامْ

  • Güzel konuşma (sıfatı).

hüsn-ü suret

  • Dış görünüşteki güzellik.

hususunda

  • Konusunda.

hutbe

  • Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd, Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.
  • Dinî konuşma.

huteba / hutebâ

  • Konuşmacılar.

hüviyet-i suriye

  • Görünüşteki şahsiyet.

huzakiyy

  • Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse.
  • Eşek sıpası.

i'caz-ı azime / i'câz-ı azîme

  • Azîm, büyük mu'cize; başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma.

i'caz-ı kur'ani / i'câz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın mu'cize olan özellikleri; Kur'ân'ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü özellikleri.

i'caz-ı san'at / i'câz-ı san'at

  • San'attaki olağanüstülük; burada bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan Kur'ân san'atının olağanüstülüğü kastedilmektedir.

i'cazvari / i'câzvâri

  • Mu'cizeli; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü olan.

i'rab / i'râb

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
  • Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme.
  • Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi.

i'tibar-ı suret

  • Surete itibar etme, görünüşe değer verme.

ibare-senc

  • Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen. (Farsça)

ibne

  • Kız çocuğu. Veya teennüs eden oğlan.

ibrahim

  • Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi, mu'cize o

ifade

  • Konuşma, hakikatleri dile getirme.

ifasa

  • Yumuşak söylemek.
  • Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.

ifrağ

  • Dönüştürme.

ifsah

  • Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek.

iğlak / iğlâk / اغلاق

  • Üstü kapalı konuşma. (Arapça)

iğnelemek

  • t. İğne ile delmek.
  • Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek.
  • Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.

ihfaf

  • Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak.

ihtilafi / ihtilâfî

  • Anlaşmazlık konusu.

ihtişam

  • Debdebe. Şanlı görünüş.
  • Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı.
  • Görkem, etkileyici görünüş.

iksir / iksîr / اكثير

  • Olağanüstü etkileri olan şurup. (Arapça)

iktirah / iktirâh / اقتراه

  • İçinden gelerek konuşma. (Arapça)

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i kıraat / ilm-i kırâat

  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim.

inabe

  • Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.

inbac

  • Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma.

inkılab / inkılâb / انقلاب

  • Değişim, dönüşüm.
  • İnkılâp, değişme, dönüşme.
  • Devrim. (Arapça)
  • Değişim, dönüşüm. (Arapça)
  • İnkılâb etmek: Dönüşmek. (Arapça)

inkılab-ı acibe / inkılâb-ı acibe

  • Acayip, hayret verici köklü değişim, dönüşüm.

inkılab-ı cesim / inkılâb-ı cesîm

  • Büyük inkılâp, köklü dönüşüm.

inkılab-ı hakikat / inkılâb-ı hakikat

  • Gerçek ve doğrunun değişmesi, zıttına dönüşmesi.

inkılab-ı ilahi / inkılâb-ı ilâhî

  • Allah'ın dilemesiyle olan değişim, dönüşüm.

inkılab-ı siyasi / inkılâb-ı siyasî

  • Siyasî değişim, dönüşüm.

inkılabat / inkılâbât

  • Değişimler, dönüşümler.

inkılabat-ı ahval / inkılâbât-ı ahvâl

  • Hâl ve durumların dönüşmesi, değişmesi.

inkılabat-ı dahiliye / inkılâbât-ı dahiliye

  • Dahili inkilâblar, içe ait değişimler ve dönüşümler.

inkılap / inkılâp

  • Değişim, dönüşüm.

inkılap edecek / inkılâp edecek

  • Dönüşecek.

inkılap eden / inkılâp eden

  • Dönüşen.

inkılap etme / inkılâp etme

  • Dönüşme.

inkılap etmek / inkılâp etmek

  • Dönüşmek.

inkılap ettirme / inkılâp ettirme

  • Değiştirme, dönüştürme.

inkılapvari / inkılâpvâri

  • İnkılâba benzer değişim, dönüşüm.

inkişaf-ı fevkalade / inkişaf-ı fevkalâde

  • Olağanüstü bir şekilde ortaya çıkma, belirme.

intak / intâk / انطاق

  • Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek.
  • Konuşturma.
  • Konuşturma.
  • Konuşturma. (Arapça)

intak-ı bi-l hak

  • Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile hakikatı olduğu gibi dile getirmek.

intak-ı bil-hak

  • Cenâb-ı Hakkın konuşturması, bir şeyi dile getirmesi.

intak-ı bilhak / intâk-ı bilhak

  • Hakkın söyletmesi, Allah'ın konuşturması.
  • Cenâb-ı Hakkın konuşturması, bir şeyi dile getirtmesi.

intakıbilhak / intâkıbilhak

  • Allahın konuşturması.

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irhasat-ı mütenevvia / irhâsât-ı mütenevvia

  • Peygamberimizde (a.s.m.) peygamber olmadan önce görülen çeşitli olağanüstü hâller ve hâdiseler.

ırk

  • Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.

irsal-i mesel

  • Konuşurken meşhur hikmetli sözleri kullanmak.

irtac

  • Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama.
  • Devamlı yağmur ve kar yağma.
  • Kapıyı örtme, kapama.
  • Kıtlık her tarafa yayılma.

irtibak

  • Çamura batma.
  • Dolanbaçlı konuşma.
  • Karışma.
  • Bir işi aksi veya ters gitme.

irtica / irticâ / ارتجاع

  • Geriye dönüş. (Arapça)
  • Gericilik. (Arapça)

irticalen

  • Hazırlıksız olarak, düşünmeden ezbere içinden geldiği gibi konuşmak.

irticali / irticâlî

  • Hazırlıksız konuşma.
  • Sözlü konuşma.

irtitac

  • Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma.

ısfirar-ı şems

  • Güneşin sararmış gibi görünüşü.

ispirtizma

  • Cinlerle konuşup da ruhlarla konuştuklarını sananların fikri.

istidad-ı insani / istidad-ı insanî

  • İnsanın yaratılışında var olan bütün özellikleri, konuşma, sevme gibi.

istidrac / istidrâc

  • İnkârcı veya günahkâr kimselere Cenâb-ı Hakkın verdiği olağanüstü özellikler.
  • Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.

istidraç

  • İnkârcı veya günahkâr kimselere Cenâb-ı Hakkın verdiği olağanüstü özellikler.

ıstıhab

  • Saklama, gizleme.
  • Dostluk kurma.
  • Konuşma, musâhabe etme.

istihale-i latife / istihale-i lâtife

  • Çok ince ve hoş bir şekilde bir halden başka bir hâle geçme; lâtif ve ince dönüşüm.

istihare / istihâre

  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin

istinsah / istinsâh / اِسْتِنْسَاخْ

  • (Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek.
  • Silinmesini ve iptalini istemek.
  • (Nush. dan) Nasihat alma. Öğüt isteme.
  • Nüshasını çıkarma, bir sûretini çıkarma, kopye etme.
  • Nüsha çoğaltma.

istintak / istintâk / اِستِنْطَاقْ

  • Konuşturma.
  • Konuşmasını isteme, sorgulama.

iştirak-ı lisan

  • Lisan ortaklığı. Aynı dili konuşma keyfiyeti.

istişare / istişâre

  • Danışma, konuşma.

işü nuş / îşü nûş

  • Îşü nûş etmek: Yiyip içmek, gününü gün etmek.

ıtlak-ı lisan

  • Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak.

ıtnab / ıtnâb

  • Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı)
  • Konuşurken fazla tafsilât vermek, sözü gereğinden fazla uzatmak.

jajha

  • Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan. (Farsça)

jajhayan

  • Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar. (Farsça)

jajhor

  • Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan. (Farsça)

kabil-i hitab

  • Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.

kal

  • Konuşma.
  • Söz, konuşma.

kalb / قلب

  • Değiştirme. (Arapça)
  • Kalb etmek: Dönüştürmek, değiştirmek. (Arapça)

kalb eden

  • Dönüştüren; değiştiren.

kalb ettirmek

  • Dönüştürmek.

kalbetme

  • Dönüştürme.

kalbolma

  • Dönüşme.

kalen

  • Konuşarak.

kali / kalî

  • Konuşmakla.

kamet-i merdane-i istidad-ı milliye / kâmet-i merdane-i istidad-ı milliye

  • Millî yeteneğin mert görünüşlü endamı, boyu.

kani / kâni

  • (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.

kanun-u deha / kanun-u dehâ

  • Dehâ kanunu; olağanüstü bir zekâ taşıyan ruh.

kasr-ül kelam / kasr-ül kelâm

  • Sözü az etmek. Kısa konuşmak.

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

kat-ı mükaleme / kat-ı mükâleme

  • Konuşmayı kesme, küsme.

kavl

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Konuşulan söz. Söz cümlesi.
  • İtikad, delâlet.
  • Tarif.
  • İlham.

kavval

  • (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen.
  • Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.

kaziye-i mutlaka

  • Bir mesele hakkında, hiçbir sınırlama söz konusu olmaksızın ifade edilen kaziye, önerme.

kelam / kelâm / كَلَامْ

  • Konusu îman olan bir ilim.
  • Konuşma (sıfatı).

kelam-ı mudari / kelâm-ı mudarî / kelâm-ı mudârî

  • Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
  • Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur'ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça'dır.

kelam-ı nefsi / kelâm-ı nefsî

  • İçten kendi kendine konuşma. Cenab-ı Hakk'ın harf, ses ve söz olmaksızın zatî kelamı.
  • Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma.

kelamen / kelâmen

  • Söz ve konuşma ile.

kelamullah-ı natık / kelâmullah-ı nâtık

  • Konuşan Allah kelâmı, sözü.

kelim

  • Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan.
  • Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı.
  • Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs.
  • Yaralı kimse.
  • Yaralı kimse.
  • Konuşulan kimse.

kelimullah / kelîmullah

  • "Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın lakabı.

kem-güftar

  • Az konuşan. Az söyliyen. (Farsça)

kem-harf

  • Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. (Farsça)

kemal-i belagat / kemâl-i belâgat

  • Hal neyi gerektiriyorsa tam ona göre, mükemmel bir şekilde konuşma.

kemalat-ı fevkalade / kemâlât-ı fevkalâde

  • Olağanüstü, mükemmel özellikler.

kemalat-ı harika / kemâlât-ı harika

  • Olağanüstü üstün ve mükemmel özellikler.

kemgu / kemgû

  • Az konuşan. Az söyleyen. (Farsça)

kemsuhan

  • Az konuşan. Az söyleyen. (Farsça)

kemzeban

  • Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. (Farsça)

keramat / kerâmât

  • Kerametler, velilerin olağanüstü işleri.
  • Kerametler; Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hâl ve fiiller.

keramat-ı evliya / kerâmât-ı evliya

  • Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarına sunduğu olağanüstü haller.

keramet / kerâmet

  • Allah'ın bir ikramı olarak görünen olağanüstü hâl ve fiil.

keramet-i ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Allah'ın bir ikramı olarak, kendinde görülen olağanüstü hal ve hareketler.

keramet-i evliya

  • Evliyanın kerameti; Allah tarafından evliyaya ikram edilen olağanüstü hal.

keramet-i hizmet-i kur'aniye / keramet-i hizmet-i kur'ânîye

  • Kur'ân hizmetinin kerameti, olağanüstülüğü.

keramet-i kevniye

  • Maddî ve kişisel yapısının olağanüstü olması.

kerametli

  • Keramet sahibi; Allah'ın bir ikramı olarak verilen olağanüstü hal ve durumu gösteren kimse.

kerih-ül manzar

  • Görünüşü ve manzarası çirkin ve iğrenç.

keşf ü keramat / keşf ü kerâmât

  • Allah'ın bir ikramı olarak mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme ve olağanüstü hâllere mazhar olma.

ketkat

  • Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan.

ketum

  • Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen.
  • Her şeyi gizleyen.

kinas

  • (Çoğulu: Künüs) Geyik yatağı.

kinaye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.

kıraat-ı seb'a

  • Kur'ân'ın yedi türlü okunuş şekli.

kıraet ilmi / kırâet ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.

kıraet-i şazze / kırâet-i şâzze

  • Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).

kırzam

  • Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.

kıyafet

  • Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri.
  • Bir kimsenin giydiklerinin bütünü.
  • Heyet, şekil, suret.
  • Feraset.
  • Bir kimsenin ardınca olmak.

kıymet-i natıkıyet / kıymet-i nâtıkıyet

  • Konuşma ve düşünme özelliğinin taşıdığı değer.

klüp

  • ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.

konferans

  • Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma. (Fransızca)

kunut

  • Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek.
  • Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.

kur'an'ın i'cazı / kur'ân'ın i'câzı

  • Kur'ân'ın mu'cizeliği, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olması.

kureyş lehçesi

  • Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.

kurra-i seb'a / kurrâ-i seb'a

  • Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.

kuvve-i maneviye-i harika / kuvve-i mâneviye-i harika

  • Olağanüstü mânevî güç.

kuvve-i natıka / kuvve-i nâtıka

  • Konuşma, güzel ifade etmek kudreti.

kuvve-i şeheviye

  • Cinsi istek kudreti. Yemek, içmek, konuşmak, uyumak gibi kabiliyetler.

laf

  • Konuşma, tekellüm. (Farsça)
  • Söz, lâkırdı. (Farsça)

lafzen

  • Geveze, çok konuşan. (Farsça)
  • Övünen, kendini medheden. (Farsça)

laha

  • Boş ve faydasız sözler konuşmak.
  • Ekmeği ıslatıp yemek.
  • Gıda.
  • Aldatıp kandırmak.
  • Karnın sarkık ve sülpük olması.

lahva

  • Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ)

latince

  • Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.

lebbeste

  • (Leb-beste) Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan. (Farsça)

lebcünban

  • Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan. (Farsça)

lebgüşa

  • Dudağı açık. Söyleyen, konuşan. (Farsça)

lebik

  • Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan.
  • Zeki, anlayışlı, akıllı.

lebküşa

  • Dudağı açık. Konuşan, söyleyen. (Farsça)

lede-l-müzakere

  • Müzakere anında, konuşma sırasında.

leffaf

  • Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan.

lehce

  • Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı.
  • Bir beldenin konuşma tarzı.

lesen

  • Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma.

leyle-i akabe

  • Nübüvvetin 11. yılında Mekke dışında Akabe denilen yerde Medine halkından bir topluluğun Hz. Muhammed (s.a.v.) ile konuşup İslâm'ı kabul ettikleri gece.

lezz

  • Uyku, nevm.
  • Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi.
  • Tatlı, leziz, lezzetli.

lezzet-i zahiriye / lezzet-i zâhiriye

  • Dış görünüşteki lezzet.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

lisan

  • Dil. Konuşma dili. Lehçe.

lisan-ı hal

  • Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi.

lisan-ı hal ve kàl

  • Beden ve konuşma dili.

lisan-ı hal ve kal / lisan-ı hâl ve kal

  • Beden ve konuşma dili.

lisan-ı kal

  • Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili.

lisan-ı natık / lisân-ı nâtık

  • Konuşan dil.

lisanen

  • Konuşarak. Dil ile. Söz söyleyerek.

lütre

  • Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. (Farsça)
  • Boşboğaz. (Farsça)

maad / maâd / معاد

  • (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer.
  • Dönüş.
  • Ahiret işleri. Uhrevi işler.
  • Dönüp gidilecek yer.
  • Ahiret.
  • Dönüş, geri gidiş.
  • Dünya'dan sonraki hayat.
  • Gaye, amaç, ulaşılacak yer.
  • Dönüş, varış yeri, âhiret.
  • Dönüş yeri. (Arapça)
  • Ahiret. (Arapça)

maglubiyyet

  • Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş.

magrib

  • (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.

maharet-i fevkalade / maharet-i fevkalâde

  • Olağanüstü beceri.

mahbubiyyet

  • Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)

mahkiyun anh / mahkîyun anh

  • Anlatılan, söz konusu olan; hikâyenin konusu olan şey, kimse.

mahmulat / mahmulât

  • Bir hükümde kendisiyle hükmedilenler; hükmün konusunu niteleyen yüklemler.

mahmum

  • Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.

mahzar / محضر

  • (Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş.
  • Huzur yeri. Büyük bir insanın önü.
  • Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe.
  • Mahkeme sicili.
  • Huzur, kat. (Arapça)
  • Görünüş. (Arapça)

makta'

  • Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
  • Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü.
  • Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.

malaya'niyyat / mâlâya'niyyât

  • Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

manahnü fih / manahnü fîh

  • Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.

mantık

  • (İntak. dan) Konuşturan, söyleten.
  • Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi.
  • Akıl, nutuk, söz.
  • Konuşma, düşünce, söz.
  • Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.

mantıki kıraet / mantıkî kırâet

  • Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

manzar / منظر

  • (Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş.
  • Seyir yeri. (Arapça)
  • Görünüş. (Arapça)
  • Yüz. (Arapça)

manzara

  • Görünüş.

mazbata

  • Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.

meab / meâb

  • Sığınak, dönüş yeri.

mead / meâd / معاد

  • Dönüş yeri. (Arapça)
  • Ahiret. (Arapça)

mebde ve mead

  • Başlangıç ve dönüş, ruhun dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve ahiret.

mebde' ve mead / mebde' ve meâd

  • Gelinen ve gidilecek olan yer; insanın dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve âhiret.

mecaz

  • Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak.
  • (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol.
  • Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi.

meclis-i ülfet

  • Konuşma meclisi.

medain

  • (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler.
  • Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılm

medar-ı bahis / medâr-ı bahis

  • Üzerinde konuşulan.

medar-ı bahs / medâr-ı bahs

  • Bahis sebebi, söz konusu.

medar-ı beyan

  • Açıklama konusu.

medar-ı gıybet / medâr-ı gıybet

  • Başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmaya, çekiştirmeye sebep olan.

mededkar / mededkâr

  • Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren. (Farsça)

melek-i natık / melek-i nâtık

  • Konuşan melek.

meleke-i hassasiyet

  • Hassasiyet melekesi; duyarlılık alışkanlığı, duyarlılık konusunda yatkınlık.

melfuzat / melfuzât

  • (Tekili: Melfuz) Konuşulan şeyler.

menasik / menâsik

  • Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur.

menasik-i hac / menâsik-i hac

  • Haccın nüsükleri.

menazır

  • Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler.

menşe-i mu'cizat / menşe-i mu'cizât

  • Olağanüstü şeylerin kaynağı.

mensubiyyet

  • Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.

mensur

  • (Nasr. dan) Yardım görmüş.
  • Muzaffer. Zafer bulmuş.
  • Cenab-ı Hak tarafından her işinde nusrete mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur.

meşahir-i mu'cizat / meşâhir-i mu'cizat

  • Meşhur mu'cizeler; Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü hallerin, mucizelerin meşhurları.

mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilafiye / mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilâfiye

  • İhtilaf konusu olan, hakkında farklı görüş belirtilebilen cüz'î (bireylerle ilgili) ve fer'î (imanla ilgili olmayan, amellerle ilgili) meseleler.

mesele-i haşr

  • Haşir konusu.

mesele-i melaike / mesele-i melâike

  • Melekler meselesi, konusu.

mesele-i miraciye

  • Miraç konusu.

mesele-i tevhid

  • Tevhid meselesi, birleme konusu.

mesh-i manevi / mesh-i mânevî

  • Mânevî yönden hayvana dönüşme.

meşveret

  • Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi.

metta / mettâ

  • Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
  • Yunus aleyhisselâmın annesi.
  • Hz. Yunus'un (a.s.) babasının adı.

mevzu-i bahis / موضوع بحث

  • Sözkonusu. (Arapça - Farsça)

mevzu-u bahis

  • Söz konusu.

mevzu-u bahs

  • Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu.

mevzubahis / mevzûbahis

  • Söz konusu.

mevzuubahis

  • Bahis konusu.

meyelan-ı gıybet / meyelân-ı gıybet

  • Gıybete meyletme, başkalarının ardından konuşma eğilimi.

meyl-i harikulade / meyl-i harikulâde

  • Olağanüstü şeylere olan arzu, istek, eğilim.

michar

  • Yüksek sesle konuşan.

mihzar

  • Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.

miksar

  • Çok konuşan, sözü uzatan, geveze.
  • Çoğaltan, teksir eden.

miksir

  • Çok söyleyici, çok konuşan.

mikval

  • Çok konuşan.

mıntik / mıntîk

  • Çok düzgün konuşan.

mir'at-ül ayn

  • Bir şeyin dış görünüşü.

mir-i kelam / mir-i kelâm

  • Güzel ve zarif konuşan.

miskin / miskîn

  • Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
  • Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..

misl-i yunus / misl-i yûnus

  • Hz. Yunus (a.s.) gibi.

mislak

  • Fesih lisanlı, güzel konuşan.
  • Kırkbeş sene yaşayan adam.
  • Fesih, beliğ konuşan kimse.

mişya'

  • Boşboğaz. Çok konuşan.

mu'cizat / mu'cizât

  • Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü işler.

mu'cize

  • Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey.
  • Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

mu'cizeli

  • Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü bir şekilde olan.

mu'cizevi / mu'cizevî

  • Bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakır şekilde.

mu'riz

  • İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.

muahez değil

  • Eleştiri konusu değil, sorguya tâbi tutulmaz.

muavedet

  • (Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme.
  • Adet edinme.

muavvez

  • Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer.
  • Evin etrafındaki mer'a.

mübahasat

  • (Tekili: Mübâhese) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.
  • Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.

mubahase / mubâhase

  • Konuşma.

mübahase / mübâhase / مُبَاحَثَه

  • Karşılıklı konuşma, fikir belirtme, sohbet.
  • Karşılıklı konuşma.

mübahesat / mübâhesât

  • Söz etmeler, konuşmalar.

mübahesat ve münakaşat-ı ilmiye

  • İlmî tartışma ve konuşmalar.

mübahese / mübâhese

  • Karşılıklı konuşma, bahse giriş.
  • Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. Bir şeyin bahsini etmek. Musahabe.
  • Söz etme, konuşma.

mübahis

  • (Çoğulu: Mübahisîn) (Bahs. dan) Bir mes'ele hususunda konuşanlar.

mübahisin / mübahisîn

  • (Tekili: Mübâhis) Mübahisler. Bir mes'ele hususunda konuşanlar.

mübeddel-i hakikat

  • Hakikate, gerçeğe dönüşmüş, çevrilmiş.

mübezzirin / mübezzirîn

  • (Tekili: Mübezzir) İsraf edenler. Lüzumsuz harcıyanlar.
  • Çok ve lüzumsuz konuşanlar.

mucize / mûcize

  • İnsanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü iş.
  • Allah'ın izniyle peygamberler tarafından gösterilen ola-ğanüstü şey.
  • İnsanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü şey.

müdavele

  • Elden ele gezdirme. Alıp verme, devretme.
  • Fikir verme, konuşma.
  • Çevirme, döndürme.
  • Alıp verme, konuşma.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müdekkik

  • Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeğe, görmeğe çalışan. (Konuşurken ekseriyetle müdakkik denir.)

mufsih

  • Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.

muhaberat

  • Haberleşmeler, konuşmalar.

muhadese

  • (Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.

muhatab ittihaz etmek

  • Karşısındakilerini dinleyen.
  • Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek.
  • Konuşmaya lâyık görmek.

muhatabat

  • (Tekili: Muhâtaba) Konuşmalar.

muhaverat / muhaverât / muhâverât

  • (Tekili: Muhavere) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
  • Karşılıklı konuşmalar.
  • Konuşmalar.

muhaverat-ı ehl-i islam / muhaverât-ı ehl-i islâm

  • Müslümanların fikir, görüş alış-verişleri, birbiriyle konuşmaları.

muhavere / muhâvere / محاوره / مُحَاوَرَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • (Çoğulu: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.
  • Konuşma.
  • Konuşma.
  • Konuşma. (Arapça)
  • Karşılıklı konuşma.

muhayyer

  • Seçme konusunda serbest bırakma.

muhit

  • İhata eden, kuşatan.
  • Çevre.
  • Okyanus.
  • Allah'ın isimlerinden.
  • İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren.
  • Etraf. Çevre.
  • Büyük deniz. Okyanus.
  • Mc: Büyük âlim.

muhit-i maarif

  • İlim okyanusu, bilgi denizi, ilim ansiklopedisi.

muhit-i mekteb-i irfan

  • Bir okyanusu andıran irfan okulu.

muhitü'l-maarif

  • İlim okyanusu, ilim ansiklopedisi.

mukabele-i bilhuruf

  • Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek.

mükalemat / mükâlemat

  • (Tekili: Mükâleme) (Kelâm.dan) Mükâlemeler, konuşmalar.

mukaleme / mukâleme

  • Konuşma.

mükaleme / mükâleme / مكالمه / مُكَالَمَه

  • Konuşma, müzakere, muhavere.
  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme.
  • Konuşma.
  • Konuşma. (Arapça)
  • Karşılıklı konuşma.

mükaleme-i ezeliye / mükâleme-i ezeliye

  • Ezeli konuşma, söyleşme.

mükaleme-i kalbi / mükâleme-i kalbî

  • Kalpten konuşma.

mükaleme-i kudsiye / mükâleme-i kudsiye

  • Karşılıklı kutsal konuşma.

mükaleme-i rabbaniye / mükâleme-i rabbâniye

  • Rab olan Allah'ın Zâtına has konuşması.

mükaleme-i ulviye / mükâleme-i ulviye

  • Yüce konuşma.

mukzı'

  • Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan.

mülakat / mülâkat

  • Kavuşma, konuşma.

mülaki / mülâkî

  • Buluşan, görüşen, konuşan.

mumatala

  • Sohbet eder gibi karşılıklı konuşma.

mümevveh

  • Sahte, samimi olmayan, içten değil. Görünüşte haklı olan. Gösterişle alâkadar.

mümevvehat / mümevvehât

  • Hayâli, görünüşe göre haklı olanlar.

münademet

  • (Nedm. den) Nedimlik etme. Bir arada bulunup konuşma.

münafık / münâfık

  • İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
  • Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
  • Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.
  • İki yüzlü, fitneci, görünüşte Müslüman gerçekte kâfir.

münavebeten / münâvebeten / مناوبة

  • Dönüşümlü olaram. (Arapça)

münazara / münâzara

  • Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan münakaşa. Mübahese.
  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.

munkalib

  • Dönüşmüş, değişmiş.

münkalib

  • Dönüşen, değişen.

munkalib / منقلب

  • Değişen, dönüşen. (Arapça)
  • Munkalib olmak: Değişmek, dönüşmek. (Arapça)

münkalip

  • Başka bir hâle dönmüş, dönüşmüş.

muntasıh

  • (Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen.

muntazam inkılabat / muntazam inkılâbât

  • Düzenli köklü değişimler, dönüşümler.

müracaat / مراجعت

  • Başvuru. (Arapça)
  • Geri dönüş. (Arapça)
  • Müracaat etmek: (Arapça)
  • Başvurmak. (Arapça)
  • Geri dönmek. (Arapça)

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

müratane

  • Acem dilini konuşmak.

mürevva'

  • Aklı, fikri, görünüşü ve düşünüşü sağlam olan kimse.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

müşafehat

  • (Tekili: Müşafehe) (Şefe. den) Konuşmalar, dudak dudağa yakından konuşmalar.

müşafehe

  • Yakından karşılıklı konuşmak, karşı karşıya konuşmak.

müsagsag

  • Konuştuğu zaman dişleri ağzından hareket edip ızdırap çektiğinden sözü anlaşılmayan kimse.

musahabat

  • (Tekili: Musahebe) (Sohbet. den) Sohbetler, konuşup görüşmeler.

musahabe / musâhabe / مصاحبه

  • Karşılıklı sohbet etme, konuşma.
  • Konuşma, sohbet etme. (Arapça)

müşavere / müşâvere

  • Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)
  • Danışma, bir iş üzerinde konuşma.
  • Danışma, konuşma.
  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma.

müsaviyü't-tarafeyn / müsâviyü't-tarafeyn

  • İki tarafın birbirine denk olması; varlık veya yokluk konusunda eşit durumda olma.

müsevvid

  • Müsvedde yapan, ilk nüshaları yazan, temize çekilecek olan yazıyı yazan.
  • Resmi dairede kâtip.

müsheb

  • Çok konuşan. Çok söyleyici.

mustalahi / mustalahî

  • Istılahlı konuşan.

müstansır

  • (Nusret. den) Yardım dileyen, muavenet isteyen, istinsâr eden.

müsvedde

  • İlk nüsha, karalama.

mütebekkim

  • (Bekem. den) Konuşurken kekeleyen, tutulup kalan.

mütecevviz

  • Sözü mecazla söyliyen. Mecazlı konuşan.
  • Caiz olmayan şeyi caiz gören.

mütecevvizane

  • Mecazlı konuşarak, mecazlı söz söyleyerek. (Farsça)
  • Caiz olmayan şeyi caiz görürcesine. (Farsça)

mütecevvizin / mütecevvizîn

  • (Tekili: Mütecevviz) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler.
  • Caiz olmayan şeyleri caiz görenler.

mütehammik

  • (Humk. dan) Ahmak gibi konuşan veya ahmakçasına hareketlerde bulunan. Ahmaklaşan.

mütehavir

  • Birbiriyle konuşan.

mütekayhık

  • Diline ne gelirse söyleyen. Ağzına geleni konuşan.

mütekellim / متكلم / مُتَكَلِّمْ

  • Söyleyen, konuşan, nutuk söyleyen.
  • Gr: Söyleyen, birinci şahıs.
  • Konuşan.
  • Söyleyen, konuşan.
  • Konuşan. (Arapça)
  • Birinci tekil şahıs. (Arapça)
  • Konuşan.

mütekellim-i alim / mütekellim-i alîm / مُتَكَلِّمِ عَل۪يمْ

  • Gizli ve âşikâr her şeyi bilen ve kendi Zâtına lâyık şekilde konuşan Allah.
  • Her şeyi hakkıyla bilen, şânına lâyık konuşan (Allah).

mütekellim-i ezeli / mütekellim-i ezelî / مُتَكَلِّمِ اَزَل۪ي

  • Ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah.
  • Başlangıcı olmayıp ezelden beri konuşan (Allah).

mütekellim-i maa'l-gayr

  • Kendi ile beraber başkaları adına da konuşan.

mütekellim-i maalgayr

  • Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır. Okuduk, yazıyoruz, gideceğiz, çalışmışız... gibi.

mütekellim-i vahde

  • Konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin sigasıdır. Baktım, görüyorum, gezmişim, oturacağım gibi.

mütekellimane / mütekellimâne

  • Konuşarak, söz söylercesine.
  • Konuşarak.
  • Konuşur gibi, konuşmak suretiyle. (Farsça)

mütekellimimaalgayr

  • Başkaları adına da konuşan.

mütekellimivahde

  • Sadece kendi adına konuşan.

müteleclic

  • Dilini çiğneyerek basık basık konuşan.

mütenaci

  • Fısıldayan, fısıltı ile konuşan. Tenâci eden.

mütenassıh

  • (Nush. dan) Nasihat dinleyip uslanan. Öğüt kabul eden.

mütenattı'

  • Boğaz içinden konuşan kişi.
  • İşlerinde mübâlağa eden.

mütenavib / متناوب

  • Dönüşümlü. (Arapça)

mütenemmir

  • Kaplanlaşan, kaplan huylu olan.
  • Sert bir dille konuşan.

müterennim

  • (Renim. den) Terennüm eden, güzel sesle şarkı söyleyen. Güzel güzel konuşan.

müteşaddık

  • Istılahlı konuşan.

mütesaviyü't-tarafeyn / mütesâviyü't-tarafeyn

  • İki tarafı birbirine denk olan; varlık veya yokluk konusunda eşit durumda olan.

muvaffakiyet-i fevkalade / muvaffakiyet-i fevkalâde

  • Fevkalâde, olağanüstü bir başarı.

müzakere / müzâkere

  • Bir iş hakkında konuşmak, bir iş için önceden danışıp görüşmek.
  • Talebenin derse çalışması.
  • Bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.

na'naa

  • Irak etmek, uzaklaştırmak.
  • Hızlı konuşmak, tez tez söylemek.
  • Katı deprenmek.
  • Yemeğe nane koymak.

nadi

  • Nidâ eden, haykıran, çağıran.
  • Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri g

nadire-senc

  • Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse. (Farsça)

nahid / nâhid / ناهيد

  • Venüs, Çulpan, Zühre. (Farsça)

nahide

  • Yeni yetişmiş kız.
  • Zühre (Venüs) yıldızı.

nahiv

  • Dilbilgisinin konusu cümle olan kısmı.

nahv

  • Dilbilgisinin konusu cümle olan kısmı.

namus-u tahavvül ve tekamül / namus-u tahavvül ve tekâmül

  • Dönüşüm ve mükemmelleşme kanunu, yasası.

nasb

  • Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme.
  • Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.

nasih

  • (Nâsiha) (Nush. dan) Öğüt veren, nasihat eden.

nasır

  • Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.

nasir

  • Nusret eden, zafer veren. Yardımcı. Muin.

nass

  • Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
  • Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

nast

  • Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak.

natık / nâtık / ناطق / نَاطِقْ

  • Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen.
  • Altın ve gümüş gibi olan mal.
  • Konuşan.
  • Konuşan, söz eden, söyleyen, beyan eden. bildiren.
  • Konuşan.
  • Konuşan. (Arapça)
  • Konuşan.

natık-ı sadık / nâtık-ı sâdık

  • Dosdoğru konuşan.

natıka / nâtıka / ناطقه

  • (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.
  • Konuşabilme.
  • Konuşma gücü. (Arapça)

natıkaperdaz / nâtıkaperdâz / ناطقه پرداز

  • Düzgün ve etkili konuşan. (Arapça - Farsça)

natıkıyet

  • Konuşma ve söz söyleme özelliği.

natıkıyyet

  • Konuşmaklık, söz söylemeklik.

natnat

  • (Çoğulu: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.

natnata

  • Çok söylemek, çok konuşmak.
  • Çekmek.

natuk / natûk / نطوق

  • Düzgün konuşan. (Arapça)

nazar-ı maddi / nazar-ı maddî

  • Olayları ve varlıkları sadece dış görünüşüne göre değerlendirme.

nebbar

  • Fasih dilli, güzel konuşan adam.

nedim

  • (Çoğulu: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı.
  • Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan.
  • Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.

nedve

  • Yaşlık, nemlilik.
  • Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek.
  • Konuşmak.
  • Konuşma, bir iş hakkında konuşma, istişare.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.

nefs-i natıka-i kainat / nefs-i nâtıka-i kâinat

  • Kâinatın konuşan ruhu anlamında Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

nesar

  • (Çoğulu: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir.

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

neşefe

  • (Çoğulu: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.

neseme

  • (Nesme) : (Çoğulu: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.

nesic

  • (Çoğulu: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.

nesr

  • Hamele-i Arş'tan olan bir melek.
  • Akbaba, kartal.
  • Nuh kavminin putlarından birisinin ismi.
  • Yarayı deşmek.
  • Kuşun, eti didiklemesi.
  • Birinin aleyhinde konuşmak.
  • Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair

neşs

  • (Bak: NÜŞUS)

neşve

  • (Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif.
  • Büyümek ve yetişmek.
  • Koklamak.
  • Rayiha.
  • Bir şeyi tekrarlamak.
  • Mest ve sarhoş olmak.
  • İyice duyup vâkıf olmak.

nikmanzar

  • (Nîk-manzar) Görünüşü ve manzarası güzel olan. (Farsça)

nis'a

  • (Çoğulu: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan.

nokta-i nübüvvet

  • Peygamberlik noktası, konusu.

nüktedar / nüktedâr

  • Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan. (Farsça)

nüktegu

  • Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen. (Farsça)

nükteguyi / nükteguyî

  • Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme. (Farsça)

nükteperdaz

  • (Çoğulu: Nükteperdâzân) Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan. (Farsça)

nümayiş / nümâyiş

  • .f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri.
  • Gösteriş, görünüş, miting.
  • Yalandan gösteriş, göz boyama.

nuş / nûş

  • Nûş etmek: İçmek.

nüşab

  • (Tekili: Nüşabe) Oklar. Temrenli oklar.

nüşabe

  • (Çoğulu: Nüşab) Ok. Temrenli ok.

nüsah / نسخ

  • Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.
  • Nüshalar, sayfalar.
  • Nüshalar. (Arapça)

nusayri / nusayrî

  • Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.

nuşende

  • (Çoğulu: Nuşendegân) İçki içen kimse. (Farsça)

nush

  • Nasîhat, öğüt.Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr, Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.

nusha

  • (Bak: Nüsha)

nüsha

  • (Çoğulu: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret.
  • Muska, duâlı kâğıt.
  • Gazete ve dergilerde (sayı).

nüsha-i ahar / nüsha-i âhar / نُسْخَۀِ آخَرْ

  • Başka nüsha.

nüsha-i camia / nüsha-i câmia / نُسْخَۀِ جَامِعَه

  • Çok geniş ve kapsamlı nüsha.
  • Toplayıcı nüsha.

nüsha-i enver

  • En nurlu nüsha, kopya.

nüsha-i kur'aniye / nüsha-i kur'âniye

  • Ciltlenmiş, kitap hâline getirilmiş Kur'ân nüshası.

nüsha-i musaggara

  • Küçültülmüş nüsha.

nüsha-i nadire-i zaman / nüsha-i nâdire-i zaman

  • Zamanın nadir bulunan bir nüshası, örneği.

nüsha-i suğra

  • Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.

nüshateyn

  • İki nüsha.

nusrat

  • Nusrat vermek: Üstünlük vermek.

nusret

  • (Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.

nüsük

  • (Nüsk) Allah için ibadet etmek.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nutk / نطق

  • (Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet.
  • Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
  • Konuşma.
  • Konuşma.
  • Nutuk, söylev. (Arapça)
  • Konuşma. (Arapça)

nutk-u beliğ-i bitarafane / nutk-u beliğ-i bîtarafane

  • Tarafsız (objektif) şekilde, hâl ve seviyeye uygun olan nutuk, konuşma.

nutk-u beşeri / nutk-u beşerî / نُطْقُ بَشَر۪ي

  • İnsan konuşması.
  • İnsanın konuşması.

nutuk / نُطُقْ

  • Konuşma.
  • Konuşma.

nutukhan / nutukhân

  • Konuşmacı.

ordu (urdu) dili

  • Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.

osmanlıca

  • Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir.

papağan

  • İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş.

perakendegu / perakendegû

  • Saçma sapan konuşan. Saçmalayan. (Farsça)

perdebirun

  • Utanmaz, açıksaçık konuşan. (Farsça)

propaganda

  • Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat. (Fransızca)

pür-gu / pür-gû

  • Çok söyliyen, çok konuşan. (Farsça)

ra'ad

  • Geveze kimse. Çok konuşan adam.
  • Torpil balığı.

rastgu / rastgû

  • (Çoğulu: Râstguyân) Doğru konuşan, hak konuşan. (Farsça)

ratanet

  • Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.

ratbüyabis / ratbüyâbis / رطب و یابس

  • Yaş ve kuru. (Arapça)
  • Düşünmeden konuşan, boşboğaz. (Arapça)

rec'a

  • Geri gelme, dönüş.
  • Öldükten sonra tekrar diriliş.

reca

  • Dönüş.

recmetmek

  • Taşlamak, taşlamak suretiyle öldürmek.
  • Mc: Aleyhte konuşmak.

redd

  • Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek.
  • Bir şeyin karşılığını icra etmek.
  • Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir.
  • Cerhetmek.
  • Kötü ve fena şey.

remmaz

  • (Remz. den) İşaretlerle konuşan.

remz / رمز

  • Sembol, işaret. (Arapça)
  • İmalı konuşma. (Arapça)

resmen

  • Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından.
  • Kat'i olarak anlaşıldığına göre.
  • İsteye isteye. Bile bile.
  • Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak.

revhaniyet

  • Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük.

ric'at / رجعت

  • Geri dönüş. (Arapça)
  • Geri çekilme. (Arapça)

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)

rıtane

  • Arap lisanından başka dille konuşmak.

rücu / rücû

  • Dönme, dönüş.

ruşenbeyan

  • Fasih konuşan. Açık ifadeli. (Farsça)

sa'd yıldızı

  • Jüpiter veya Çoban yıldızı da denilen Venüs gezegeni.

şa'şaa

  • Parlama. Zahirî parlak görünüş.
  • Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.

saci'

  • Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan.
  • Kasdedici, kasdeden.

sadakte ve bilhakkı natakte

  • "Doğru söyledin ve hakkı konuştun".

sadd

  • Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek.
  • Fikir, niyet, kasd.
  • Yakınlık, civar.
  • Konuşulan husus.

saded

  • Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir.
  • Niyet, kasıd. Teşebbüs.
  • Yakınlık, civar.

saded harici

  • Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.

sadık-ul kelam / sadık-ul kelâm

  • Doğru söyleyen. Doğru konuşan. Sözü doğru.

safsata / سَفْسَطَه

  • Yalan, uydurma, görünüşte doğru gerçekte yalan ve yanlış olan kıyas.
  • Görünüşte doğru gibi göründüğü halde gerçekte yanlış olan kıyas.

safsatacı

  • Yalan ve uydurma şey konuşan kimse.

sagsag

  • Galat kelâm konuşmak.

sahabe / sahâbe

  • Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek a

sahabi / sahâbî

  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.

sahib-i menba-ı keramat ve hakikat / sahib-i menba-ı kerâmât ve hakikat

  • Allah'ın bir ikramı olarak verilen olağanüstü hal ve özellikler ile gerçeklerin kaynağına sahip olan.

sahib-i nun / sâhib-i nun

  • (Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı.

sahib-ül hut / sâhib-ül hut

  • Peygamber Hazret-i Yunus'un (A.S.) bir nâmı.

sahra-yı kebir

  • Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.

şahs-ı suri / şahs-ı surî

  • Görünüşteki maddî şahıs.

şairane / şairâne

  • Şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey. (Farsça)

şakk-ı şefe

  • Ağzını açıp konuşma.
  • Dudağını açıp konuşmak.

saksaka

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.
  • Çok söylemek, çok konuşmak.
  • Serçenin terslemesi.

samut

  • (Samt. dan) Az konuşan.
  • Susmuş. Surat asarak susan.

sarf

  • Dilbilgisinin konusu kelimeler olan bölümü.

şaşaa-i suriye / şâşaa-i suriye

  • Görünüşteki parlaklık ve gösteriş.

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

sasim

  • Kara ağaç.
  • Abnus ağacı.

sathi / sathî

  • Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.

şavt

  • Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.

şazeli / şazelî

  • (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı b

se'sem

  • Kara abnus ağacı.

sebeb-i zuhur

  • Ortaya çıkış ve görünüş sebebi.

şedaka

  • Çok konuşan kadın.

seffah

  • Cömert, eliaçık, civanmerd.
  • Güzel konuşan, hatip.
  • Kan dökücü, gaddar.

sehb

  • Sahra, çöl. Düz yer.
  • Çok söylemek, çok konuşmak.

şekil

  • (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül.
  • Şebih ve misil.
  • Hey'et.
  • Suret. Surette benzerlik.
  • Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey.
  • Muhtelif, müşkil işlerin her biri.
  • Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti.
  • Geo: Bi

şekli / şeklî

  • Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.

selata

  • Kahır, galebe, hiddet.
  • Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran.
  • Merhametsiz olmak.
  • Acı söz söylemek.

selika / selîka / سليقه

  • Güzel konuşma ve yazma yeteneği. (Arapça)

sema

  • İşitme.
  • Mevlevî âyin dönüşü.

sema'

  • İşitmek, kulakla dinlemek.
  • Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.

semacet

  • Kötü görünüş, çirkinlik.
  • Söz çirkinliği.
  • Kabahat.

serbesti-i kelam / serbesti-i kelâm

  • Konuşma, ifade özgürlüğü.

serdetmek

  • Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak.

şerh

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.

sersar

  • Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen.
  • Büyük bir nehrin adı.

sersere

  • Bir kimse konuşurken söz katmak.

şifa ayet-i kerimeleri / şifâ âyet-i kerîmeleri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.

şifahen

  • Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle.

şifahi / şifahî

  • Sözle, görüşerek konuşma.

sıfat-ı kelam / sıfat-ı kelâm

  • Konuşma sıfatı.

siga-i hitap

  • Karşılıklı konuşma kipi.

sigaliş

  • Düşünüş, kuruş. (Farsça)

sima-yı veçhi / sima-yı veçhî

  • Yüzün görünüşü, yüz hatları.

sima-yı veçhiye

  • Yüzün görünüşü, yüz hatları.

simaca

  • Görünüş bakımından.

sirar

  • (Çoğulu: Esirre) Sürur, sevinç.
  • Sırayla konuşmak.
  • Ay sonu.

şivar

  • Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.

sıyga

  • Gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi.

şiz

  • Abnus ağacı.

sohbet / صحبت

  • Tatlı tatlı konuşma.
  • Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.
  • Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı.
  • Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.
  • Konuşma. (Arapça)

spiker

  • ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.

spiritualizm

  • Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık. (Fransızca)

su-i tedbir

  • Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.

sühan-güzar

  • Güzel konuşan, güzel söz söyleyen. (Farsça)

sühan-pira

  • Süslü konuşan, süslü söz söyleyen. (Farsça)

sühan-ran / sühan-rân

  • Güzel söyleyen, güzel konuşan. (Farsça)

sühan-senc

  • (Çoğulu: Sühansencân) Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan. (Farsça)

sühan-ver

  • Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan. (Farsça)

suhulet-i fevkalade / suhulet-i fevkalâde

  • Olağanüstü kolaylık.

sükut / sükût

  • Susma. Konuşmama.
  • Susma, konuşmama, sessizlik.

sükuti / sükûtî

  • Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.

sündüs-misal / sündüs-misâl

  • Dokunuşunda altın, gümüş tellerin de bulunduğu bir tür ipekli kumaş gibi.

şura / şûra

  • Müzakere, konuşma yeri, meclis, divan.
  • Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri.
  • Meşveret için toplantı.
  • Meşveret etme.
  • Danışıp konuşmak için toplanılan yer.

suret / sûret / صُورَتْ

  • (Çoğulu: Sur - Suver) Biçim, görünüş.
  • Kılık. Tarz.
  • Yol. Gidiş. Hal.
  • Tasvir. Dıştan görünen şekil.
  • Çare.
  • Tasvir, resim.
  • Kopya, nüsha.
  • Dıştan görünen şekil, dış görünüş.
  • Şekil, biçim, görünüş.
  • Görünüş.

suret-i basitane-i zahirane / suret-i basitâne-i zahirâne

  • Görünüşteki basit şekil.

suret-i cismaniye / suret-i cismâniye

  • Cisme ait şekil; bedenî görünüş.

suret-i hakiki / suret-i hakikî

  • Gerçek görünüş.

suret-i insaniye

  • İnsanî görünüş, insan şekli.

suret-i mülevves

  • Kirli ve çirkin görünüş.

suret-i muntazama

  • Düzenli, intizamlı suret, görünüş.

suret-i rahman / suret-i rahmân

  • Cenab-ı Allah'ın sureti, görünüşü.

suret-i zahire / suret-i zâhire

  • Dış görünüş.

suret-i zahiri / suret-i zâhirî / sûret-i zâhiri

  • Dış görünüş.
  • Dış görünüş.

suret-i zahiriye

  • Dış görünüş.

suret-perestlik / sûret-perestlik

  • Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek.
  • Resimlere meftuniyet.
  • Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, rûhuna va mânâsına kıymet vermemek.

sureta / suretâ / sûreta / sûretâ / صورتا

  • Biçim, görünüş itibariyle.
  • Görünüşte. Zâhiren.
  • Görünüşte, şeklen.
  • Görünüşte, görünüş olarak.
  • Görünüşte. (Arapça)

sureten / sûreten

  • Görünüş itibarıyle.
  • Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.
  • Görünüşte.
  • Sûretçe, biçimce, görünüşte.

suretperest / sûretperest

  • Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. (Farsça)
  • Resimleri çok seven ve meftun olan. (Farsça)
  • Dış görünüşe, fotoğraflara aşırı önem veren.

suretperestlik

  • Surete tapmak, görünüşe çok değer vermek, fotoğrafa tapmak.

suri / surî / sûrî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
  • Dış görünüşe ait, görünüşte.
  • Surete ait, görünüşe ait. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.
  • Sûrete ait, görünüşte.
  • Görünüşte.

süryanice / süryanîce

  • Asurî halkının konuştuğu dil.

süryaniler / süryânîler

  • Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan topluluğu.

ta'rizat / ta'rizât

  • (Tekili: Ta'riz) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.

ta'viz

  • Nazar veya kötü şeylerden muhafaza için takılan dualı kâğıt, nüsha. Muska.

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.

tabaka'

  • Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi.
  • Cimaı yerince yapamayan kimse.

tabu

  • Uğursuz, hakkında konuşmaktan korkulan.

tagayyür

  • Başkalaşma, dönüşme.

tağyir ve tebdil eden

  • Değiştirip dönüştüren.

tahassür

  • Dili tutulup konuşamamak.

tahavvül etmek

  • Değişmek, dönüşmek.

tahavvül-ü esnaf

  • Sınıfların, çeşitlerin dönüşümü.

tahavvülat-ı garibe

  • Tuhaf, hayret verici dönüşümler.

tahavvülat-ı zerrat / tahavvülât-ı zerrât

  • Atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri.

tahşid

  • Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak.
  • Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.

tahşidat / tahşidât

  • Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar.
  • Konuşarak fazla üzerinde durma.

taht-ı müzakere

  • Konuşulmakta olan.

tahvil / تحویل

  • Dönüşme, dönüştürme.
  • Değiştirme. (Arapça)
  • Borç senedi. (Arapça)
  • Tahvil edilmek: (Arapça)
  • Değiştirilmek, dönüştürülmek. (Arapça)
  • Teslim edilmek. (Arapça)
  • Tahvil etmek: (Arapça)
  • Değiştirmek. (Arapça)
  • Teslim etmek. (Arapça)

takallüb

  • Çevrilme; dönüşme.
  • Çevrilme, dönüşme.

takdim / تقدیم

  • Sunma, sunuş. (Arapça)
  • Öne alma. (Arapça)
  • Takdim edilmek: Sunulmak. (Arapça)
  • Takdim etmek: Sunmak. (Arapça)

takdime / تقدمه

  • Sunuş. (Arapça)
  • Armağan. (Arapça)

tal'at

  • Vecih, yüz. Çehre.
  • Görünüş. Görüşmek.
  • Güzellik.
  • Görmek.
  • Bir şeye çok rağbet etmek.

taratun

  • Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.

tarık / târık / طارق

  • Çulpan, Zühre, Venüs. (Arapça)

tarikat-i sünusiye / tarikat-i sünûsiye

  • Sünûsi tarikatı.

tarz-ı mükaleme / tarz-ı mükâleme

  • Karşılıklı konuşma tarzı.

tatvil-i kelam / tatvil-i kelâm

  • Uzun konuşma. Sözü uzatma.

teati

  • Karşılıklı alıp vermek.
  • Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak.
  • Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.

teba'ul

  • Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.

tebdil / tebdîl / تبدیل

  • Değiştirme, dönüştürme, değişiklik. (Arapça)
  • Tebdîl edilmek: Değiştirilmek, dönüştürülmek. (Arapça)
  • Tebdîl etmek: Değiştirmek, dönüştürmek. (Arapça)
  • Tebdîl olmak: Dönüşmek. (Arapça)

tebdil ve tahvil

  • Değiştirme ve başka hale dönüştürme.

tebdilen / tebdîlen / تبدیلا

  • Değiştirerek, dönüştürerek. (Arapça)
  • Değiştirilerek, dönüştürülerek. (Arapça)

tebekküm

  • (Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma.

tebelbül-ü akvam / tebelbül-ü akvâm

  • Muhtelif kavimlerden ibaret bir cemaatin kısım kısım olmaları, muhtelif dil konuşmaları.
  • Kavimlerin, ayrı ayrı milletlerin farklı dilleri konuşması.

tebernüs

  • Bürnüs giymek.

tecemcüm

  • Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak.

tefavüt-ü cismi / tefâvüt-ü cismî

  • Görünüşteki farklılık.

tefeyhuk

  • Geniş, bol olmak.
  • Çok konuşmak.

tefviye

  • Konuşkan olmak.

tegayyür

  • Dönüşüm, değişim.
  • Başkalaşma, dönüşme.

tehavvül

  • Dönüşme.

tehekküm

  • İstihza.
  • Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme.
  • Edb: Tarizin tesirli olan kısmı.
  • "Hekeme"den:
  • Alay etme, eğlenme.
  • Görünüşte ciddi, hakikatte alaydan ibaret olan eğlenme.

tehtehe

  • Ağır söylemek, sert konuşmak.

tekellüm / تكلم / تَكَلُّمْ

  • (Çoğulu: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek.
  • Konuşma.
  • Konuşma.
  • Konuşma.
  • Konuşma. (Arapça)
  • Konuşma.

tekellüm etme

  • Konuşma.

tekellüm etmek

  • Konuşmak.

tekellüm-i ilahi / tekellüm-i ilâhî

  • Cenâb-ı Hakkın konuşması.

tekellüm-i samit / tekellüm-i sâmit

  • Sessiz konuşma.

tekellüm-ü hacer ve şecer

  • Ağaç ve taşın konuşması.

tekellüm-ü ilahi / tekellüm-ü ilâhî / تَكَلُّمُ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın konuşması.
  • Allâhın konuşması.

tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvan

  • Ağaçların, taşların ve hayvanların konuşması.

tekellümat / tekellümât

  • Konuşmalar.

tekellümat-ı nebeviye / tekellümât-ı nebeviye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) konuşması, mübârek sözleri.

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.
  • Cenab-ı Hakk'ı tesbih eden kelâmlar, konuşmalar.

tekellümen

  • Konuşarak.

tekellümvari / tekellümvâri

  • Konuşur gibi.

tenadüm

  • (Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet.

tenakuz

  • Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması.
  • Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir.

tenavüb / tenâvüb / تناوب

  • Dönüşüm. (Arapça)

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

terbiyet

  • "Terbiye" kelimesinin Arabi okunuşudur.

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.
  • Tane tane ve düşünerek okuma veya konuşma.

teşedduk

  • Ağzın köşesiyle konuşmak.

tevafuk-u fevkalade / tevafuk-u fevkalâde

  • Olağanüstü uygunluk.

tevazzu'

  • Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu.

tevbe

  • Pişmanlık duyarak günahtan dönüş.

tevcih-i kelam / tevcih-i kelâm

  • Sözü birine yöneltme, biriyle konuşma.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

tevrih

  • Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek.

tezahürat / tezahürât

  • (Tekili: Tezahür) Görünüşler. Gösterişler. Gösteriş için toplanmak.

tezahürat-ı cemaliye / tezahürat-ı cemâliye

  • Allah'ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri.

tezekkür

  • Akla getirme, hatırlama, anımsama.
  • Birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.

tezerru'

  • Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak.
  • Yemeği çok yemek.
  • Çok konuşmak.

tezyinat-ı zahiri / tezyinat-ı zahîri

  • Dış görünüşte bulunan süslemeler.

ticani meselesi / ticanî meselesi

  • Ticanî tarikati konusu.

timsal-i suret

  • Görünüş nümunesi.

tündzeban

  • Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen. (Farsça)

ucb

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.

ucme

  • Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma.
  • Acemlik.

ufk

  • Kıyı, kenar.
  • Rüzgârın estiği cihetler.
  • Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler.
  • Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.

ulema-i ehl-i zahir / ulema-i ehl-i zâhir

  • Dış görünüşe göre yorum yapan âlimler.

ülfet / الفت

  • Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.
  • Alışma, kaynaşma.
  • Görüşme, konuşma.
  • Dostluk.
  • Dostluk. (Arapça)
  • Kaynaşma. (Arapça)
  • Görüşme, konuşma. (Arapça)
  • Ülfet etmek: (Arapça)
  • Dostluk kurmak. (Arapça)
  • Kaynaşmak, alışmak. (Arapça)
  • Görüşmek, konuşmak. (Arapça)

ulum-u diniye ehli / ulûm-u diniye ehli

  • Dinî ilimler konusunda bilgili olanlar.

umman / ummân / عمان

  • Derya, okyanus.
  • Büyük deniz. Okyanus.
  • Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
  • Okyanus. (Arapça)

umman-ı vahdet

  • Allah'ın birlik denizi, okyanusu.

ümmet

  • Cemaat, kavim, taife.
  • Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye.
  • Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat.
  • Bir dille konuşan millet.
  • Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.

ünsa-üns

  • Sıkıfıkı konuşma.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

üst perdeden başlamak

  • Ağız bozmak, sert konuşmak.

usul

  • Bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metod.

va'z

  • Cemaati irşad amacıyla Kur'ân ve hadisleri yorumlayarak yapılan konuşma.
  • Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.

vaaz

  • Dinî konular üzerinde konuşup nasihat etme.
  • Dini konuşma.

vahdani sima / vahdânî sima

  • Birlik içindeki sîma, görünüş.

varid / vârid / وارد

  • Gelen, ulaşan. (Arapça)
  • Sözkonusu. (Arapça)

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.

vefa-i ahid / vefâ-i ahid

  • Sözünü yerine getirme, sözünde durma konusu.

vesait-i suriye

  • Görünüşteki vasıtalar, sebepler.

vesait-i zahiri / vesâit-i zâhiri

  • Dış görünüşte işleyen araçlar.

vladivostok

  • Rusya'nın doğusunda bulunan ve Pasifik Okyanusuna açılan bir liman şehri.

vücud-u zahiri / vücud-u zâhirî

  • Görünüşteki varlık.

vücuh

  • (Tekili: Vech) Çehreler, yüzler, suretler.
  • Tarzlar.
  • Sebepler.
  • İmkânlar.
  • Münasebetler.
  • Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar.
  • Bir memleketin ileri gelenleri.

vücuh ilmi / vücûh ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

vücuh-u seb'a

  • Yedi vecih; Kur'ân'ın yedi türlü okunuş şekli.
  • Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu.

yave-gu / yâve-gû

  • (Çoğulu: Yâve-guyân) Saçmasapan konuşan, saçmalayan. (Farsça)

yedi meratib-i tevhid

  • Herşeyi bir olan Allah'a verme konusundaki yedi derece.

yehmur

  • Çok sözlü, çok konuşan adam.
  • Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi.
  • Yeri götüren balık.

yek-çeşm deha / yek-çeşm dehâ

  • Tek gözlü olağanüstü zekâ ve akıl; Kur'ân'ın gösterdiği gerçekleri görmeyen ve sadece dünyevî maksatları gözeten zekâvet ve akıl.

yekzeban

  • Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik.
  • Aynı dili konuşan. Bir dilde.

yunus / yûnus

  • Yûnus (a.s.).

yunus aleyhisselam / yûnus aleyhisselâm

  • Musul yakınındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babasının ismi Metâ'dır. Yûnus aleyhisselâm Âsûr Devleti'nin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

yunusvari / yunusvâri

  • Yunus gibi.

zahir / zâhir / ظاهر

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı
  • Ortaya çıkan, görünen, zuhur eden. (Arapça)
  • Belli, açık, aşikâr. (Arapça)
  • Sanırım (Arapça)
  • Görünüş, dış yüz. (Arapça)
  • Zâhir olmak: Ortaya çıkmak, görünmek, zuhur etmek. (Arapça)

zahir-perest / zâhir-perest

  • Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. (Farsça)

zahirbin / zâhirbîn / ظاهربين

  • Sadece görünüşe bakan. (Arapça - Farsça)

zahirde / zâhirde

  • Görünüşte.

zahiren / zâhiren / ظاهرا / ظَاهِرًا

  • Dış görünüş itibariyle. Görünüşte.
  • Görünüşe göre.
  • Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
  • Görünüşte, görünüşe göre. (Arapça)
  • Görünüşe göre.

zahiri / zahirî / zâhirî / zâhîrî / ظاهری

  • Görünüşte.
  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.
  • Dış görünüşe ait.
  • Dış görünüş ile ilgili, görünüşteki. (Arapça)

zahiriyyat / zâhiriyyat

  • Dış görünüşler.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.
  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zahirperest / zâhirperest / ظاهرپرست

  • Dış görünüşe kıymet veren.
  • Dış görünüşe önem veren.
  • Sadece dış görünüşe bakan. (Arapça - Farsça)

zahirperestane / zâhirperestâne

  • Dış görünüşe kıymet vererek.

zahirperestlik

  • Dış görünüşe değer verme.

zamir-i mütekellim

  • Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi)

zamm

  • Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme.
  • Kenarlarını bitiştirme.
  • Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.

zarif

  • Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli.
  • İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.

zavahir

  • (Tekili: Zâhir) Görünüş. Dış görünüş.
  • Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.

zeban-aver / zeban-âver

  • Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. (Farsça)
  • Dile getiren. (Farsça)

zeka-i harika / zekâ-i harika

  • Olağanüstü zekâ.

zevahir / zevâhir

  • Dış görünüş; dış görünüşten anlaşılan mânâlar.
  • Çiçekler, görünüşler.

zıll

  • Gölge, görünüş,

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın