REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te S kelimesini içeren 6927 kelime bulundu...

ishak aleyhisselam / ishâk aleyhisselâm

  • Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

merfu' hadis / merfû' hadîs

  • Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir.

misak / mîsâk

  • Söz verme, sözleşme, andlaşma.
  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
  • Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

a'dad / a'dâd / اعداد

  • Sayılar. (Arapça)

a'mal-i saliha / a'mâl-i sâliha / اَعْمَالِ صَالِحَه

  • Sâlih ameller.

a'sab / a'sâb / اعصاب

  • Sinirler. (Arapça)

a'sac

  • Saçları alnı üzerine dökülmüş.

a'sam-ül yümna / a'sâm-ül yümnâ

  • Sağ ayağı beyaz olan at, geyik veya koyun.

a'yan

  • Senato üyeleri.

a'zam-ı esbab

  • Sebeplerin en büyüğü.

ab / âb

  • Su.

ab-came

  • Su kabı. (Farsça)

ab-endaz

  • Su mühendisi.

ab-hurde

  • Su içen. (Farsça)

ab-ı hayat-ı bakiye / âb-ı hayât-ı bâkiye

  • Sonsuz hayat suyu.

ab-nak

  • Sulu, ıslak, nemli. (Farsça)

ab-rane

  • Su borularına ve su yollarına bakan mühendis. (Farsça)

ab-şar

  • Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı. (Farsça)

abam

  • Şişman kimse.

abcame / âbcâme / آبجامه

  • Su kabı. (Farsça)

abdest

  • Su ile temizlik ibadeti.

abdestan

  • Su ibriği, abdest ibriği. (Farsça)

aberasyon

  • Sapma. (Fransızca)

abes / عبث

  • Saçma, gayesiz, hikmetsiz, gereksiz.
  • Saçma, abes. (Arapça)

abrah / âbrâh / آبراه

  • Su yolu, kanal. (Farsça)

abus / abûs / عبوس

  • Somurtan, surat asan.
  • Somurtkan. (Arapça)

acaib / acâib

  • Şaşırtıcı, acayip.
  • Şaşırtıcı ve garip şeyler.

acaib-i ef'al / acaib-i ef'âl

  • Şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı işler ve fiiler.

acaib-i masnuat

  • Şaşırtıcı güzellikte olan san'at eserleri.

acib / acîb

  • Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.
  • Şaşılacak ve hayret edilecek şey.

acibe / acîbe / عجيبه

  • Şaşılan ve hayret uyandıran şey; benzeri görülmeyen; garip.
  • Şaşılacak şey. (Arapça)

acibe-i san'at / acîbe-i san'at

  • San'atın acipliği, harikalığı.

acic

  • Sesi yükseltmek.

aciz-i mutlak / âciz-i mutlak

  • Son derece güçsüz.

acube / acûbe

  • Şaşılacak şey.

acube-i san'at

  • San'at yönüyle hayret verici olan.

acuze-i şemta

  • Saçı ağarmış kocakarı.

acz-i mutlak / âcz-i mutlak

  • Sınırsız âcizlik, güçsüzlük.

adab-ı şer'iye / âdâb-ı şer'iye

  • Şeriatın kaideleri, âdâbları.

adab-ı şeriat / âdâb-ı şeriat

  • Şeriatın koyduğu edep ve terbiye kuralları.

adalet-i ictimaiyye / adâlet-i ictimâiyye

  • Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi.

adalet-i mutlaka

  • Sınırsız, tam ve yerinde adalet.

adalet-i sermediye

  • Sonsuz, daimî adalet.

adaletname-i şeriat / adaletnâme-i şeriat

  • Şeriatın adalet ölçüsü, belgesi.

add / عد

  • Sayma, kabul etme.
  • Sayma.
  • Sayma, görme, değerlendirme, kabul etme. (Arapça)
  • Addedilmek: Sayılmak, görülmek, değerlendirilmek. (Arapça)
  • Addetmek/eylemek: Saymak, görmek, değerlendirmek. (Arapça)
  • Addolunmak: Sayılmak, kabul edilmek. (Arapça)

addeden

  • Sayan.

addedilen

  • Sayılan.

addedilme

  • Sayılma.

addedilmek

  • Sayılmak.

addetme

  • Sayma, kabul etme.

addetmek

  • Saymak, kabul etmek.
  • Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek.
  • Saymak.

aded / عدد

  • Sayı. Tane. Rakam. Miktar.
  • Sayı.
  • Sayı, tane.
  • Sayı. (Arapça)

adeden / عددا

  • Sayı bakımından, sayıca.
  • Sayıca. (Arapça)

adedi / adedî / عددی

  • Sayısal. (Arapça)

adedince

  • Sayısınca.

adem-abad / adem-âbâd

  • Sonsuza dek yokluk.

adem-i mahz

  • Sırf yokluk.

adem-i merkeziyet-i siyasiye

  • Siyasî olarak yerinden yönetim; bir ülke sınırları dahilinde bulunan eyâlet ve bölgelerin tek merkezden değil, yerel yönetimler tarafından idare edilmesi.

adem-i mes'uliyet

  • Sorumsuzluk.

adem-i mutlak

  • Sınırsız yokluk.

adem-i salahiyet / adem-i salâhiyet

  • Salâhiyetsizlik, yetkisizlik.

adem-i tahdid

  • Sınırsızlık, hudutsuz olma.

adem-i vüsuk

  • Sağlam olmama, delilsizlik.

adet-i ilahiyye / âdet-i ilâhiyye

  • Sünnet-i ilâhî; Allahü teâlânın kânûnu. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmak için arada bulundurduğu sebebler. Bu sebebler tecrübe ile anlaşılır.

adeta / âdeta / âdetâ

  • Sanki.
  • Sanki, tıpkı.

adetsiz

  • Sayısız.

adevan / adevân

  • Sür'atle koşmak.

adi / âdi / عادي / عادی / âdî / عَاد۪ي

  • Sıradan.
  • Sıradan, âdi, değersiz. (Arapça)
  • Sıradan.

adil-i bilhak / âdil-i bilhak

  • Sonsuz adalet sahibi, adaletle iş gören, herşeyin hakkını veren Allah.

adil-i hakim-i zülcelal / âdil-i hâkim-i zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeye adaletle hükmeden Allah.

adil-i mutlak / âdil-i mutlak / عَادِلِ مُطْلَقْ

  • Sınırsız adâlet sahibi Allah.
  • Sınırsız adâlet sahibi olan (Allâh).

adüvv-ü şedid

  • Şiddetli düşman.

afat-ı semaviye

  • Semavi âfetler. Allah tarafından insanları ikaz ve ceza için verilen belâ ve musibetler.

afiyet / âfiyet

  • Sağlık, selâmet, sıhhatli olmak.
  • Sağlık, selâmet.

afv-ı üstadane / afv-ı üstadâne

  • Siz Üstadın affı.

agel

  • Sarık.
  • Sarık.

agende-guş

  • Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse. (Farsça)

ağleb-i şuara / ağleb-i şuarâ

  • Şairlerin çoğunluğu.

ağniye / اغنيه

  • Şarkılar. (Arapça)

ağraz-ı şahsiye / ağrâz-ı şahsiye

  • Şahsî kinler, garazlar.

ağraz-ı şahsiyye

  • Şahsî maksatlar, ferdî niyetler.

ağraz-ı siyaset / ağrâz-ı siyaset

  • Siyasi taraftarlığın doğurduğu kin ve düşmanlık.

ağraz-ı siyasi / ağraz-ı siyasî

  • Siyasî gayeler, siyasî tarafgirliğin doğurduğu kin ve düşmanlıklar.

agreb-ül garaib / agreb-ül garâib

  • Şaşılacak şeylerin en garibi.

agtem

  • Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme.

ağuş-u nazendarane / âğuş-u nazendârâne

  • Şefkatli ve merhametli kucak.

ağuş-u şefkat / âğuş-u şefkat

  • Şefkatli kucak.

ahad-ı nas / âhâd-ı nâs

  • Sıradan insanlar, herhangi bir insan.

ahadid

  • Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler.

ahann

  • Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.

ahbab / ahbâb

  • Sevilenler, dostlar.

ahd

  • Söz vermek.
  • Söz verme, sözleşme, ahit.

ahde vefa / ahde vefâ

  • Sözünde durma, sözünü yerine getirme.

ahdi bozmak

  • Sözünde durmamak.

ahek-i tefte

  • Sönmemiş kireç.

aheng-i esvat / âheng-i esvât / آهنگ اصوات

  • Ses uyumu.

ahenk

  • Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş. (Farsça)

ahid / عهد / عَهِدْ

  • Söz, yemin. (Arapça)
  • Söz verme.

ahidşiken / عهدشكن

  • Sözünden dönen, antlaşmayı bozan. (Arapça - Farsça)

ahir / âhir / ahîr / آخر / اٰخِرْ

  • Son dönem.
  • Sonraki.
  • Son, en son. (Arapça)
  • Son.
  • Son.

ahir zaman / âhir zaman

  • Son zaman, dünyamızın son çağı.

ahir zaman peygamberi / âhir zaman peygamberi

  • Son zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.).

ahir-bin / âhir-bin

  • Sonunu gören, düşünen. (Farsça)

ahirde / âhirde

  • Sonda.

ahirdeki / âhirdeki

  • Sondaki.

ahire / âhire / آخره

  • Son. (Arapça)

ahiren / âhiren

  • Sonradan.
  • Son olarak.

ahiri / âhiri

  • Sonu.

ahirin / âhirîn

  • Sonrakiler.

ahirinde / âhirinde

  • Sonunda.

ahirkar / âhirkâr / آخركار

  • Sonunda, nihayet. (Arapça - Farsça)

ahirlerinde / âhirlerinde

  • Sonlarında.

ahirülemr / âhirülemr / آخرالامر

  • Sonunda, işin sonunda. (Arapça)

ahirzaman nebisi / âhirzaman nebîsi

  • Son peygamber (a.s.m.).

ahkam-ı şer'iye / ahkâm-ı şer'iye

  • Şeriatın hükümleri, esasları.

ahkam-ı şeriat / ahkâm-ı şeriat

  • Şeriatın hükümleri, esasları.

ahlat / ahlât / اخلاط

  • Salgılar. (Arapça)

ahlef

  • Solak kimse.

ahlet

  • Saçı dökülmüş kişi.

ahtel

  • Sarkık kulaklı.

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahval-i ahir / ahvâl-i ahir

  • Son hâller, durumlar.

ahval-i ahirin / ahvâl-i âhirîn / اَحْوَالِ آخِرِينْ

  • Sonrakilerin halleri.

ahval-i hazıra / ahvâl-i hâzıra

  • Şu andaki hâller.

ahval-ı sıhhiye / ahvâl-ı sıhhiye

  • Sağlıkla ilgili durumlar.

ahval-i sıhhiye / ahvâl-i sıhhiye / احوال صحيه

  • Sağlık durumu.
  • Sağlık durumları.
  • Sağlık durumu

ahval-i siyasiye

  • Siyasetle bağlantılı haller ve gelişmeler.

ahvel / احول

  • Şaşı.
  • Şaşı. (Arapça)

ahz-ı misak

  • Söz alma.

ak / âk / عاق

  • Serkeş. (Arapça)

ak'ak

  • Saksağan.

ak'aka

  • Saksağan sesi.

akak

  • Sıcak çok olmak.

akb

  • Sakalın kaba ve sık olması.

akıbet / âkıbet / عاقبت / عَاقِبَتْ

  • Son, netice.
  • Son, netice.
  • Son. (Arapça)
  • Son.
  • Son, netice.

akıbetbin / âkıbetbîn / عاقبت بين

  • Sonu gören, ileri görüşlü. (Arapça - Farsça)

akıbetendiş / âkıbetendîş / عاقبت اندیش

  • Sonunu düşünen. (Arapça - Farsça)

akıbetendişane / âkıbetendişane

  • Sonu için kaygılanırcasına.

akıbetülemr / âkıbetülemr / عاقبت الامر

  • Sonunda. (Arapça)

akibinde / akîbinde

  • Sonrasında, arkasında.

akid

  • Söz, sözleşme.

akim / akîm

  • Sonuçsuz, verimsiz.

akim bırakma / akîm bırakma

  • Sonuçsuz bırakma, başarısız kılma.

akire

  • Ses, sedâ, savt.

akk

  • Serkeş, inadçı.

akl-ı dünyevi / عَقْلِ دُنْيَوِي

  • Sadece dünyayı gören akıl.

akl-ı mücerred / عقل مجرد

  • Soyut akıl.

akl-ı selim / akl-ı selîm / عقل سليم / عَقْلِ سَل۪يمْ

  • Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl.
  • Sağduyu.
  • Sağlam, bozulmamış olan akıl.

aklah

  • Sarı dişli.

akleb

  • Sarkık dudaklı.

aklıselim / عقل سليم

  • Sağduyu. (Arapça - Farsça)

akont

  • Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme. (Fransızca)

akrebek / عقربك

  • Saati gösteren ibre. (Arapça - Farsça)

aks-i misal / aks-i misâl / عَكْسِ مِثَالْ

  • Sûretin yansıması.

aks-i sada / aks-i sadâ

  • Sesin yankılanması.
  • Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.

aksam-ı kelamiye / aksâm-ı kelâmiye

  • Sözün kısımları.

aksam-ı ziynet / aksâm-ı ziynet

  • Süs çeşitleri.

aksisada / aksisadâ

  • Ses yankısı.

akustik

  • Sese ait.Ses mevzuu. Kapalı yerde ses dağılma sistemi. (Fransızca)

akval / akvâl / اقوال

  • Sözler.
  • Sözler, konuşmalar.
  • Sözler. (Arapça)

akvarel

  • Sulu boya resim.

al / âl / آل

  • Sülale.

ala ruusi'l-eşhad / alâ ruûsi'l-eşhad

  • Şahitlerin gözü önünde.

ala-yı illiyyin-i şeref / âlâ-yı illiyyîn-i şeref

  • Şerefin zirvesi, en yüce mertebesi.

ala-yı illiyyin-i yakin / âlâ-yı illiyyîn-i yakîn

  • Şüphesizlik derecesinin en yükseği, doruğu.

alak

  • Sakız.

alaka-i sınıfi / alâka-i sınıfî

  • Sınıf bağı.

alam-ı ebediye / âlâm-ı ebediye

  • Sürekli acılar, sonsuza kadar sürecek elemler.

alam-ı şedide / âlâm-ı şedide

  • Şiddetli elemler, acılar.

alamet-i sefer / alâmet-i sefer

  • Sefere çıkma belirtisi.

alamet-i sürur / alâmet-i sürur

  • Sevinç alâmeti, belirtisi.

alat-ı müdafaa / âlât-ı müdafaa

  • Savunma araç ve gereçleri.

alçı

  • Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.

aleddevam / على الدوام

  • Sürekli. (Arapça)

alelade / alelâde / على العاده

  • Sıradan.
  • Sıradan, bayağı. (Arapça)

alelistimrar / alelistimrâr / على الاستمرار

  • Sürekli, aralıksız. (Arapça)

alem-i bakiye / âlem-i bâkiye

  • Sürekli ve kalıcı dünya.

alem-i ebedi / âlem-i ebedî

  • Sonsuz âhiret âlemi.

alem-i ebediyet / âlem-i ebediyet

  • Sonsuzluk âlemi.

alem-i emir / âlem-i emir

  • Sâdece bir emr-i İlâhî ile işlerin hemen olduğu âlem. Yaradılışa ait kanunlar âlemi.

alem-i esbab / âlem-i esbab

  • Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe dayanarak olduğu âlem. Bu dünya.

alem-i hararet / âlem-i hararet

  • Sıcaklık âlemi.

alem-i kelam / âlem-i kelâm

  • Söz dünyası.

alem-i kesif ve süfli / âlem-i kesîf ve süflî / عَالَمِ كَثِيفْ وَ سُفْلِي

  • Şeffaf olmayan, yoğun ve aşağı âlem.

alem-i latif / alem-i latîf / عَالَمِ لَطِيفْ

  • Şeffaf, nurlu olan âlem (âhiret).

alem-i mülk / âlem-i mülk / عَالَمِ مُلْكْ

  • Sebeplerin perde olduğu âlem.

alem-i şahadet / âlem-i şahadet

  • Şahâdet âlemi. Bu dünya. Cenâb-ı Hakkın âyetlerine ve emirlerine imân edenlerin, hakka, hakikate şahadette bulundukları ve Allah'a itaat ve ibadetle mükellef oldukları dünya âlemi.

alem-i siyaset / âlem-i siyaset

  • Siyâset dünyası, siyaset âlemi.

alem-i süfli / âlem-i süflî

  • Süflilerin âlemi. Dünyâ âlemi. Âlem-i şehadet, âlem-i nâsut.

alem-i suver / âlem-i suver

  • Sûretler âlemi, görüntüler dünyası.

alemdar / alemdâr / علمدار

  • Sancaktar. (Arapça - Farsça)

ales

  • Şiddetli kıtal.

alet-i layeş'ur / âlet-i lâyeş'ur

  • Şuursuz ve düşüncesiz bir âlet.

alet-i musavvit / âlet-i musavvit

  • Sesi nakletmeye yarıyan alet. Mikrofon.

alet-ta'dad

  • Sayı olarak; sayarak.

aleyhi ekmelü't-tahiyyat

  • Selâm ve duaların en mükemmeli onun üzerine olsun.

aleyhi nazaru'r-rahmani / aleyhi nazaru'r-rahmânî

  • Sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah'ın nazarı ve teveccühü onun üzerine olsun.

aleyhissalatü vesselam

  • Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.

aleyhissalatüvesselam / aleyhissalâtüvesselâm

  • Salât ve selâm onun üzerine olsun.

aleyhisselam / aleyhisselâm / عليه السلام

  • Selam onun üzerine olsun. (Arapça)

aleyke

  • Senin üzerine, sana.

aleyküm

  • Sizin üzerinize, size.

aleyküm-üs selam / aleyküm-üs selâm

  • Selâm sizin üzerinize olsun.

ali-tebar / âlî-tebar

  • Sülâlesi temiz ve soyu yüce olan. (Farsça)

alikadr / âlîkadr / عالى قدر

  • Saygıdeğer. (Arapça)

alim / alîm

  • Sonsuz bilgi sahibi Allah.

alim-i hafiz / alîm-i hafîz

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

alim-i inayetkar / alîm-i inayetkâr

  • Sonsuz lütuf, yardım ve ihsan sahibi ve herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan Allah.

alim-i kerim / alîm-i kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan Allah.

alim-i mutlak / alîm-i mutlak

  • Sınırsız ilim sahibi Allah.

alim-i şeriat / âlim-i şeriat

  • Şeriat âlimi.

alim-i zülcelal / alîm-i zülcelâl

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi bilen ve sınırsız haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

alişan / âlişân / âlîşân / âlîşan / عالى شان

  • Şan ve şerefi yüksek olan.
  • Şânı yüce.
  • Şanı yüce. (Arapça)

allah zülcelal hazretleri / allah zülcelâl hazretleri

  • Sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi olan Allah.

allah-ı kerim / allah-ı kerîm

  • Sınırsız ikram, lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah.

allah-ı zülkemal / allah-ı zülkemâl

  • Sonsuz mükemmellik sahibi olan Allah.

allahü zü'l-celal ve'l-kemal / allahü zü'l-celâl ve'l-kemâl

  • Sonsuz büyüklük, haşmet ve mükemmellik sahibi olan yüce Allah.

allahü zülcelal / allahü zülcelâl

  • Sınırsız haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

allahü zülcelal ve'l-kemal / allahü zülcelâl ve'l-kemâl

  • Sınırsız haşmet ve mükemmellik sahibi olan Allah.

allak

  • Sakızcı.

alügde

  • Saldırıcı, şiddetle saldıran. (Farsça)

amah

  • Şiş, kabarcık. (Farsça)

amal-i sermedi / âmâl-i sermedî

  • Sermediyete âit arzu ve emeller. Cennete, ebediyyete dâir dilek ve temenniler.

amame / amâme

  • Sarık. Ammâme. Başa sarılan ve sünnet-i seniyye olan kisve.
  • Sarık.
  • Sarık.

amay

  • Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır. (Farsça)

ameliyat-ı şifakarane / ameliyat-ı şifakârâne

  • Şifa veren ameliyat.

amellet

  • Sağlam, muhkem, katı nesne.

amih

  • Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış.

amil / âmil

  • Sebep.

amin-i daimi / âmin-i daimî

  • Sürekli tekrarlanan "Allahım kabul eyle!" duası.

amir

  • Şen, mamur.

amir-i alim / âmir-i alîm

  • Sonsuz ilim sahibi olan idareci, Allah.

amiriyet-i mutlaka / âmiriyet-i mutlaka

  • Sınırsız ve tam bir âmirlik, yöneticilik.

amis

  • Sirkeyle ıslanmış çiğ et.

amiyane / âmiyâne / عَامِيَانَه

  • Sıradan halka yakışır şekilde.

amize-muy / âmize-muy

  • Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse. (Farsça)

amman

  • Şam diyârında Belka şehrinin adı.

amr ibn-ül-as

  • Sahabe olup kumandanlıklarda ve valilikte bulunmuştur. Çok zeki ve belâgatlı bir zât olduğu söylenir. Vefatı (Hi: 43) tür.

amud-ül fecr

  • Sabah yeri ağarıp uzama.

an şart / عَنْ شَرْطْ

  • Şart ile.

an-küm

  • Sizden.

andelib-i zişan / andelib-i zîşân

  • Şan sahibi bülbül.

anha minha

  • Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi.

anif

  • Sert, kaba.

animizm

  • Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir.

aniye

  • Son derece kızgın su.

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

ara / ârâ / آرا

  • Süsleyen. Bezeyen. (Farsça)
  • Süsleyen. (Farsça)

arabesk

  • Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.

aram-rüba / arâm-rüba

  • Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran. (Farsça)

aranik

  • Su kuşlarından boynu uzun bir kuş.

araste / ârâste / آراسته

  • Süslenmiş, süslü. (Farsça)

araste-gi / araste-gî

  • Süslülük, bezenmişlik, ârâstelik. (Farsça)

arayi / arayî

  • Süsleyicilik. (Farsça)

arazi / arazî / عَرَض۪ي

  • Sonradan kazanılan.

aremet

  • Savurmak için dövülüp toplanmış harman.

areste

  • Süslenmiş, bezenmiş. (Farsça)

ari / ârî

  • Saf, arınmış, uzak.

arız / ârız / عَارِضْ

  • Sonradan ortaya çıkan.

arız olan / ârız olan

  • Sonradan ortaya çıkan.

arızi / arızî / ârızî / عَارِض۪ي

  • Sonradan hasıl olan şey. Geçici.
  • Sonradan olan, dıştan gelen.
  • Sonradan olana âit.

ark

  • Su yolu, cetvel.
  • Su yolu, kanal.

arra'

  • Sıtma tutmak, titremek.

ars

  • Şimşekli ve yıldırımlı bulut.

arsat

  • Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh.

aruz / arûz

  • Şiirde bir vezin türü.

arvend

  • Şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet. (Farsça)

arz / عرض / عَرْضْ

  • Sunma, gösterme, takdim etme. (Farsça)
  • Sunma, verme, gösterme.
  • Sunmak.
  • Sunma, arzetme. (Arapça)
  • Sunma, bildirme.

arz edilen

  • Sunulan.

arz edilme

  • Sunulma.

arz etme

  • Söyleme, ifade etme.

arz etmek

  • Sunmak, ortaya koymak.

arz eylemek

  • Söylemek, ifade etmek.

arz-ı dehalet

  • Sığındığını belirtmek, sunmak.

arz-ı ihlas / arz-ı ihlâs

  • Samimiyeti ve içtenliğini sunma.

arz-ı tazim ve hürmet / arz-ı tâzim ve hürmet

  • Saygı ve hürmet sunma.

arz-ı tazimat / arz-ı tâzimat

  • Saygılar sunma.

arzu-yu bekà

  • Sonsuz yaşama isteği.

arzu-yu san'at

  • San'at arzusu, san'ata olan istek.

arzu-yu zati / arzu-yu zâtî

  • Şahsî arzusu, isteği.

as

  • Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır.

asab / âsâb / عصب

  • Sinir. Damar.
  • Sinir, damar.
  • Sinirler, damarlar.
  • Sinirler.
  • Sinir. (Arapça)

asabi / asabî / عصبى / عَصَبِي

  • Sinirli. Öfkeli.
  • Sinirli, hassas.
  • Sinirli.
  • Sinirli. (Arapça)
  • Sinirli.

asabilik / asabîlik

  • Sinirlilik.

asabiyet

  • Sinirlilik.
  • Sinirlilik. gayret.

asabiyyet / عصبيت

  • Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.
  • Sinirlilik. (Arapça)

aşak

  • Sarmaşık.

asalet / asâlet

  • Soyluluk.

asamm / اصم

  • Sağır, işitmez, katı.
  • Sağır.
  • Sağır. (Arapça)

asammane / asammâne

  • Sağırcasına.
  • Sağır bir şekilde.

asani / âsânî

  • Suhulet, kolaylık.

asap / âsap

  • Sinirler.

asar-ı nama'dud / âsâr-ı nâma'dûd

  • Sayısız eserler.

asar-ı namadud / âsâr-ı nâmadûd

  • Sayısız eserler.

asar-ı san'at / âsâr-ı san'at

  • Sanat eserleri.
  • San'at eserleri.

asare

  • Sayı, hesab. (Farsça)

asdika

  • Samimi dostlar, sadıklar.

asel-i musaffa / asel-i musaffâ

  • Süzme bal.
  • Süzülmüş, saf bal.

aser

  • Solak kimse, solaklık.

asfar

  • Sıfırlar. Boş şeyler.

asfiya / asfiyâ / اصفيا

  • Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.
  • Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.
  • Safiler.

ashab / ashâb / اصحاب / اَصْحَابْ

  • Sahipler, sahabeler.
  • Sahabeler.
  • Sahâbeler.

ashab-ı güzin / ashâb-ı güzîn

  • Seçkin, meşhur sahabîler.

ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa

  • Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse

ashab-ı şuur

  • Şuurlu kimseler.

ashabı

  • Sahipleri.

ashar

  • Saçı kızıl adam. Kırmızı tüylü hayvan.

asıf / âsıf

  • Şiddetli rüzgar, fırtına.

aşık / âşık

  • Şiddetli seven.

asil / asîl

  • Seçkin.
  • Soylu, terbiyeli.

asil-zade

  • Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan. (Farsça)

asılzade

  • Soylu, sülâlesi ve ailesi asil olan.

asilzade / asilzâde / asîlzâde / اصيل زاده

  • Soylu.
  • Soylu çocuğu, asilzade. (Arapça - Farsça)

aşire / âşire

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

aşire-i dakika / âşire-i dakika

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

asiven / âsiven

  • Şaşkın, sersem, aklı dağınık. (Farsça)

asiya / âsiyâ

  • Su değirmeni. (Farsça)

aşk

  • Şiddetli sevgi.
  • Şiddetli sevgi, candan sevme.

aşk-ı ebedi / aşk-ı ebedî

  • Sonsuzluk aşkı.

askalan / askalân

  • Şam diyârında bir şehrin adı. ("Arûs-üş Şam" da derler.)

askale

  • Serap fazla olmak.

asleka

  • Serabın fazla olması.

aslünesl / اصل و نسل

  • Soy sop. (Arapça - Farsça)

asmende

  • Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.

asr-ı ahir / asr-ı âhir

  • Son asır, son devir.
  • Son yüzyıl.

aşr-ı ahir / aşr-ı âhir / عَشْرِاٰخِرْ

  • Son on gün; Mübarek Ramazan ayının son on günü.
  • Son on (gün).

asr-ı ehir / asr-ı ehîr

  • Son asır.

asr-ı hazır / asr-ı hâzır

  • Şimdiki asır.
  • Şimdiki asır, yeni zaman.

asr-ı sahabe / asr-ı sahâbe

  • Sahabelerin (r.a.) yaşadığı dönem.

astane-i saadet / astâne-i saâdet

  • Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul.

aşti-saz / aştî-sâz

  • Sulhsever, sulh taraftarı. Barışsever, barışçı. (Farsça)

asude / âsûde

  • Sessiz, dingin, huzurlu.

asvat / asvât

  • Sesler.
  • Savtlar, sesler.

ata-yı mahz / atâ-yı mahz

  • Sâf, halis lütuf, bağış, Allah vergisi.

ataş / عطش

  • Susama. Hararet.
  • Susuzluk. (Arapça)

ataya-yı rahmaniye / atâyâ-yı rahmâniye

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenâb-ı Hakkın bağış ve hediyeleri.

atbin / âtbin

  • Sözü doğru faziletli kimse. (Farsça)

ateş-hiram / ateş-hirâm

  • Süratle yürüyen, hızlı yürüyen. (Farsça)

ateş-hulk

  • Sert tabiatlı, huysuz. (Farsça)

ateşmizac / âteşmizâc / آتش مزاج

  • Sert mizaçlı. (Farsça - Arapça)

atıfet / âtıfet / عاطفت

  • Şefkat gösterme. (Arapça)

atıfetkar / âtıfetkâr / عاطفتكار

  • Şefkat gösteren, gözeten. (Arapça - Farsça)

atik

  • Sâfi nesne, saf olan şey.

atil

  • Şerli, şerir, yaramaz kişi.

atreş

  • Sağır, işitmeyen.

atş / عطش

  • Susuzluk. Susama.
  • Susuzluk.
  • Susuzluk. (Arapça)

atşan / atşân / عطشان

  • Susamış, teşne. Susuz.
  • Susuz, susamış. (Arapça)

att

  • Sözü tekrar tekrar söylemek.

atufet / atûfet / عطوفت

  • Şefkat. Çok merhametli oluş.
  • Şefkat. (Arapça)

atum / atûm

  • Su kaplumbağası.

aval

  • Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük.

avam / avâm / عَوَامْ

  • Sıradan halk.

avam-ı mü'minin / avâm-ı mü'minîn / عَوَامِ مُؤْمِن۪ينْ

  • Sıradan mü'min halk.

avam-ı müslimin / avâm-ı müslimîn / عَوَامِ مُسْلِمِينْ

  • Sıradan müslüman halk.

avam-ı nas / avâm-ı nâs / عَوَامِ نَاسْ

  • Sıradan halk tabakası.
  • Sıradan insanlar.

avare / âvâre

  • Serseri.

avaz / âvaz / âvâz / آواز

  • Ses, seda.
  • Ses. (Farsça)

avcı hattı

  • Savaş cephesi.

avcıhattı

  • Savaş cephesi.

averdide

  • Saldırılmış, hücum edilmiş. (Farsça)

avn-ı şeriat / avn-ı şerîat / عَوْنِ شَر۪يعَتْ

  • Şerîatın yardımı.

ayan / âyan

  • Seçkinler, ileri gelenler.

ayasofya

  • Şimdi müze olan önemli bir cami.

ayat-ı kerime / âyât-ı kerîme

  • Şerefli âyetler, Kur'ân'ın herbir cümlesi.

ayat-ı mensuha / âyât-ı mensuha

  • Sâbık olan, geçmişte olan hükümleri beyân eden âyetler.

ayat-ı nasih / âyât-ı nâsih

  • Sâbık olan şer'i hükmün kaldırıldığını beyan eden âyetler.

ayat-ı teşriiye / âyât-ı teşriiye

  • Şeriat kanunları.

ayet-i kerime / âyet-i kerîme

  • Şerefli âyet, Kur'an'ın herbir cümlesi.

ayine-i samed / âyine-i samed

  • Samed aynası; Kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın tecellî ettiği ayna.

ayine-i zişuur / âyine-i zîşuur

  • Şuur sahibi âyine. (Yani: İnsan, cin, melek)
  • Şuur sahibi ayna.

ayke

  • Sık koruluk.

ayn-ı muhabbet

  • Sevginin ta kendisi.

ayn-ı şeriat

  • Şeriatın ta kendisi, İslâmiyet.

ayn-ı siyaset

  • Siyasetin kendisi.

ayn-ı şuur

  • Saf bilinç, şuurun tâ kendisi.

aynı rahmet

  • Şefkat ve merhametin tâ kendisi.

ays

  • Sık ağaçlık yer. Koruluk.

azab / azâb

  • Sıkıntı, acı çekme.

azab-ı müeccel / azâb-ı müeccel

  • Sonraya bırakılmış azap.

azad / âzâd

  • Serbest bırakma, hürriyetine kavuşturma.
  • Salıverme, hür etme.

azad etmek / âzâd etmek

  • Serbest bırakmak, hürriyetine kavuşturmak, kölelikten kurtarmak.
  • Serbest bırakmak, hürriyetine kavuşturmak.

azad olmak / âzâd olmak

  • Serbest olma, kurtulma.

azade / âzâde / آزَادَه

  • Serbest, kayıtsız.
  • Serbest, hür, kayıtlardan kurtulmuş.
  • Serbest bırakılan.

azamet-i mutlaka

  • Sınırsız büyüklük.

azazil / azâzil

  • Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi.
  • Şeytan.

azib

  • Susuzluktan yem ve yulaf yemeyen yorgun hayvan.

azif

  • Sazcı, çalgıcı.

azim-üş şan / azîm-üş şân

  • Şânı büyük. Namı çok yüce.

azimü'ş-şan / azîmü'ş-şân

  • Şânı büyük.

azimüşşan / azîmüşşân

  • Şanı pek büyük.

aziz / azîz / عَز۪يزْ

  • Şerefli.

azm-i metin / azm-i metîn

  • Sağlam azim, büyük gayret.

azr

  • Sünnet etmek.

azrec

  • Seri, hafif nesne. Vâhid, tek.

azz

  • Şiddet.

azza'

  • Şiddet ve kıtlık yılı.

ba'de / بعد

  • Sonra.
  • Sonra. (Arapça)

ba-anki

  • Şu sûretle ki, o şartla ki.

ba-safa

  • Safalı. Safa ile.

bab-ı bekà / bâb-ı bekà

  • Sonsuzluk kapısı.

bab-ı seraskeri / bâb-ı seraskerî / بَابِ سَرْعَسْكَر۪ي

  • Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.
  • Savunma Bakanlığı kapısı.

babü's-sin / bâbü's-sin

  • Sözlük ve lügatlerde "sin" harfinin bulunduğu bölüm, Sin maddesi.

bad-ı hazan / bâd-ı hazân

  • Sonbahar rüzgârı.

bad-ı subh / bâd-ı subh

  • Sabah rüzgârı.

bade / bâde / mey

  • Şarap, içki.
  • Şarap, içki. Kadeh. (Farsça)

badekeş / bâdekeş / باده كش

  • Şarap içen. (Farsça)

baden

  • Semiz, iri gövdeli kimse.

badi / bâdî / بادی

  • Sebep.
  • Sebep, geçici.
  • Sebep olan, yol açan. (Arapça)
  • Bâdî olmak: Sebep olmak, yol açmak. (Arapça)

badin

  • Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.

bagare

  • Şiddetle yağan yağmur.

bagda'

  • Şiddetli nefret, hiç sevmemek.

bagilik

  • Serkeşlik, âsilik.

bagza

  • Şiddetli nefret, hiç sevmeme.

bah

  • Şehvet.

bahbah

  • Şâdlık, şenlik.

bahçe-i ebedi / bahçe-i ebedî

  • Sonsuz, sınırsız bahçe.

bahh

  • Ses kesilmek, boğaz kısılmak.

bahha'

  • Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)

bahi / bahî

  • Şehvete dâir. şehvetle ilgili.

bahice

  • Ses, savt, sadâ.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahis açma

  • Söz etme.

bahis mevzu

  • Söz konusu.

bahis mevzuu

  • Söz konusu.

bahşiş-i şairane / bahşiş-i şairâne

  • Şair tarafından şiir şeklinde sunulan bahşiş ve hediye.

bair

  • Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu.

baire

  • Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak.

bais / bâis

  • Sebep.
  • Sebep.

bais-i meserret

  • Sevinmeye sebep olan, sevinç sebebi.

bakar

  • Sığır.
  • Sığır, öküz, manda cinsleri.
  • Sığır, inek.

bakarperestlik

  • Sığıra tapmak.

baki / bâkî / بَاق۪ي

  • Sürekli, kalıcı.
  • Sonsuz, kalıcı.
  • Sonu olmayan.

baki kalma / bâki kalma

  • Sürekli var olma.

baki-i zülcelal / bâkî-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah.

baki-i zülkemal / bâkî-i zülkemâl

  • Sınırsız mükemmellik sahibi ve varlığı devamlı ve kalıcı olan Allah.

bakıl

  • Sakalı belirmiş kişi.

bakkal

  • Sebzevât satıcı.

bakkar

  • Sığır çobanı, sığırtmaç.

balam

  • Sığır.

bamdad / bâmdâd / بامداد

  • Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri. (Farsça)
  • Sabah, sabahleyin. (Farsça)

bamdadi / bamdadî

  • Seher vakti, erken. (Farsça)

bamukavele / bâmukâvele / بامقاوله

  • Sözleşme ile, sözleşmeli. (Farsça - Arapça)

bang

  • Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış. (Farsça)

bani-i zülcemal / bâni-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah.

banuc / banûc

  • Salıncak. (Farsça)

barekte / bârekte

  • Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua).
  • Sen mübarek eyledin.

barid / bârid / بارد

  • Soğuk.
  • Soğuk.
  • Soğuk. (Arapça)

baridane / bâridâne

  • Soğukça. (Farsça)
  • Soğukça.
  • Soğukça.

barik

  • Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.

barika / bârika / بارقه

  • Şimşek.
  • Şimşek. (Arapça)

barika-asa / bârika-âsâ

  • Şimşek gibi.
  • Şimşek gibi.

barikaasa / bârikaâsâ

  • Şimşek gibi.

basika

  • Su ile tamamen dolu olan kuyu.

basit

  • Sade, düz, bölünmez.

basit kesir

  • Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.

bast-ı makal

  • Söz açma.

bat satışı / bât satışı

  • Şartsız, kesin satış, alış-verişte şart koşmama.

bati-ül hazm / batî-ül hazm

  • Sindirimi güç, hazmi zor.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

batman / بَاطْمَانْ

  • Sekiz kg. ağırlık.

bauda / baûda

  • Sivrisinek.
  • Sivrisinek.

bauze

  • Sivrisinek.

bayi / bâyi / بایع

  • Satan, satıcı.
  • Satıcı.
  • Satıcı. (Arapça)

bayi' / bâyi'

  • Satıcı. Mal satan.
  • Satan, satıcı, dînimizce satış yapabilme ehliyetine sâhib kimse.

bayir

  • Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak.

bayram-ı şerif

  • Şerefli, değerli bayram.

baysungur

  • Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş.

be-gayet

  • Son derece.

be-kavl

  • Sözüne göre, dediğine göre. (Farsça)

becrec

  • Sığır buzağısı.

bed-fercam

  • Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena. (Farsça)

bed-maye / bed-mâye

  • Soysuz, sütü bozuk.

bedahd / بدعهد

  • Sözünde durmayan. (Farsça - Arapça)

bedayi-i san'at

  • San'atın harikaları, eşsiz ve benzersiz ürünleri.

bedevi / bedevî

  • Sahrada, çölde ve vahada göçebe halde yaşayanlar.

bedid

  • Su az az akmak.

bedih

  • Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.

bedmaye / bedmâye

  • Sütü bozuk.

bedmihr / بدمهر

  • Sevgisiz. (Farsça)

bedud

  • Suyu az olan kuyu.

begayet

  • Son derece. Pek ziyâde. (Farsça)

behas

  • Susama.

behatt

  • Sütlaç, süt lapası.

behbud / behbûd / بهبود

  • Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik. (Farsça)
  • Sağlık. (Farsça)

behcet

  • Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.

behçet

  • Sevinç.

behi

  • Şirin, lâtif, gökçek.

behice

  • Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.

behreber

  • Şerik, ortak. (Farsça)

beht / بهت / بَهْتْ

  • Şaşkınlık.
  • Şaşkınlık, hayranlık.
  • Şaşkınlık. (Arapça)
  • Behte uğramak: Şaşakalmak, şaşkınlığından donakalmak. (Arapça)
  • Şaşkınlık.

beis

  • Sakınca.

beka alemi / beka âlemi

  • Sonsuzluk âlemi, âhiret hayatı.

bekà-alud / bekà-âlûd

  • Sonsuzluk sırrından pay almış.

bekasız

  • Sonlu, sonu olan.

belagat / belâgat

  • Sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
  • Sözün güzel ve yerinde söylenmesi, bunu öğreten ilim.

belağat / belâğat

  • Sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi.

beleh

  • Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık.

beliğane / belîğâne

  • Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

belki

  • Şüphesiz, kesinlikle.

belkıs

  • Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerîlerden bir melikedir.
  • Süleymân aleyhisselâm zamânında Yemen'de Sebe' şehrinde hüküm süren Himyerîlerden bir kadın sultan.

bende-hiride / bende-hirîde

  • Satın alınmış köle.

benimsemek

  • Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek. (Türkçe)

ber-hayat

  • Sağ, diri, yaşayan.

bera'at-ı istihlal / bera'ât-ı istihlâl

  • Söze güzel ve etkili başlangıç.

berah

  • Şiddet. Ezâ ve meşakkat.

berahin-i katıa

  • Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.

berahin-i kaviyye

  • Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.

berat / berât / بَرَاتْ

  • Suçlamadan kurtuluş belgesi.

berat gecesi / berât gecesi

  • Şâban ayının on beşinci gecesi.

berceste / برجسته

  • Seçme, iyi mısra.
  • Seçkin, seçme. (Farsça)

berd / برد / بَرْدْ

  • Soğuk.
  • Soğuk.
  • Soğuk. (Arapça)
  • Soğuk.

berd ü selam / berd ü selâm

  • Serin ve selâmetli, güvenli.

berdec

  • Sürmek. (Farisîden muarrebtir).

berdevam / berdevâm / بردوام

  • Sürekli, devam eden. (Farsça - Arapça)

berdiyy

  • Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.

bere

  • Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. (Fransızca)
  • Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık.

bere'te

  • Sen yarattın (meâlinde fiil).

berfuk / berfûk

  • Şeftali yemişi. (Farsça)

berg

  • Sed, bend. (Farsça)

bergab

  • Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj. (Farsça)

bergüzide / bergüzîde

  • Seçkin. Seçilmiş. (Farsça)
  • Seçkin, seçilmiş.
  • Seçkin, seçilmiş.

berh

  • Şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.

berhihte

  • Silâh çekilmiş, hamle edilmiş. (Farsça)

berhud / berhûd

  • Saçmasapan söz, mânasız söz. (Farsça)

berhudar / berhudâr

  • Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli. (Farsça)
  • Saadete erişen.

berhuh / berhûh

  • Sabun. (Farsça)

beri / berî

  • Sâlim, kurtulmuş, temiz arınmış.
  • Salim, kurtulmuş, temiz, pak.

berid-i felek

  • Satürn (Zühal) gezegeni.

berig

  • Set, bent. (Farsça)

berk / برق / بَرْقْ

  • Şimşek.
  • Şimşek.
  • Şimşek. (Arapça)
  • Şimşek.

berk-asa / berk-âsâ

  • Şimşek gibi parlak. (Farsça)
  • Şimşek gibi. Berk gibi.
  • Şimşek gibi.

berk-efşan

  • Şimşek saçan. (Farsça)

berkasa / berkâsâ

  • Şimşek gibi.

berkiyye

  • Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf.

berkuk

  • Şeftali, kayısı, zerdali.

bernik

  • Su aygırı.

bersak

  • Sevinmek, sürur ve ferah.

bervech

  • Şeklinde, biçiminde.

besare

  • Sofa, salon. Divanhâne. (Farsça)

besare-nişin / besâre-nişin

  • Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi. (Farsça)

beşaret-i semaviye / beşâret-i semâviye / بَشَارَتِ سَمَاوِيَه

  • Semadan (Kur'ânla) gelen müjde.

besbas

  • Saçmasapan, manâsız söz. (Farsça)

besen

  • Şirin, lâtif, gökçek, hüsn.

beşyun / beşyûn

  • Semiz, besili, yağlı. (Farsça)

bevbat

  • Sahra, çöl, geniş kumluk araziler.

bevj

  • Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap. (Farsça)

bevl

  • Sidik, idrar.
  • Sidik.

bey' / بيع

  • Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.
  • Satma, satılma, satış.
  • Satma, satış.
  • Satış. (Arapça)

bey'-i batıl / bey'-i bâtıl

  • Sahih olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veyâ bir kısmı bulunmayan alış veriş.

beydah

  • Sert başlı, haşarı at. (Farsça)

beyhan

  • Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.

beykur

  • Sığır.

beysan

  • Şam hududunda bir yerin adı.

beyt-i ahir / beyt-i âhir

  • Son beyit.

beytüşşebab

  • Şırnak iline bağlı bir ilçe.

beyyab

  • Saka, sucu.

beyzat-ül harr

  • Şiddetli sıcaklık.

bezaat

  • Sermaye.

bezekar / bezekâr

  • Suçlu, günahkâr. (Farsça)

bezekari / bezekârî

  • Suçluluk, günahkârlık. (Farsça)

bezeven

  • Sıçramak.

bezle / بذله

  • Şaka, latife. (Arapça)

bezle-baz / bezle-bâz

  • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)

bezlegu / bezlegû / بذله گو

  • Şakacı. (Arapça - Farsça)

bezm

  • Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis. (Farsça)
  • Sohbet meclisi.

bezm-i safa / bezm-i safâ

  • Safâ meclisi, eğlence meclisi.

bi'r-i muattal

  • Suyu kesilmiş kuyu. Susuz kuyu.

bi-add / bî-add

  • Sayısız.

bi-bidaat / bî-bidaat

  • Sermayesiz. (Farsça)

bi-enbaz / bî-enbaz

  • Şeriki ve benzeri ve eşi olmayan, eşsiz. Allah (C.C.)

bi-geran / bî-geran

  • Sınırsız. (Farsça)

bi-güman / bî-güman

  • Şeksiz, şüphesiz. (Farsça)

bi-hesab / bî-hesab

  • Sayısız, hesapsız. (Farsça)

bi-intiha / bî-intiha

  • Sonsuz, nihâyetsiz. (Farsça)

bi-irtiyab / bî-irtiyab

  • Şüphesiz. (Farsça)

bi-iştibah / bî-iştibah

  • Şüphesiz. Şeksiz.

bi-l-ahire

  • Sonra, sonradan, sonunda.

bi-mer / bî-mer

  • Sayısız, hesapsız. (Farsça)

bi-mihr / bî-mihr

  • Sevgisiz, şefkatsiz. (Farsça)

bi-nihaye / bî-nihaye

  • Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez. (Farsça)

bi-payan / bî-payan

  • Sonsuz. Payansız. (Farsça)

bi-reyb / bî-reyb

  • Şüphesiz, şeksiz. (Farsça)

bi-saman / bî-sâman

  • Sermayesiz, parasız. (Farsça)

bi-sebeb / bî-sebeb

  • Sebepsiz, boşuna, yok yere. (Farsça)

bi-şek

  • Şüphesiz, şeksiz. (Farsça)

bi-ser ü pa / bî-ser ü pâ

  • Sefil ve perişan.

bi-sükun / bî-sükûn

  • Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli. (Farsça)

bi-şumar

  • Sayısız, pek çok. (Farsça)

biblo

  • Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya. (Fransızca)

bid / bîd / بيد

  • Söğüt ağacı. (Farsça)
  • Söğüt. (Farsça)

bid'at

  • Sonradan ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.

bid-i mecnun / bîd-i mecnûn / بيد مجنون

  • Salkımsöğüt.

bidah

  • Sert başlı, huysuz at, aygır. (Farsça)

bidanet

  • Semizlik, besililik, yoğunluk.

bıdışgan

  • Sarmaşık otu.

bidistan

  • Söğütlük. (Farsça)

bidrud / bidrûd

  • Sağlık, salimlik, selâmet. (Farsça)

bıgza

  • Şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş.

bihadd / bîhadd / بى حد

  • Sınırsız. (Farsça - Arapça)

bihah

  • Ses kısıklığı.

bihasıl / bîhâsıl / بى حاصل

  • Sonuçsuz. (Farsça - Arapça)

bihaste / bîhaste

  • Şaşkın. Yorgun. Aciz. (Farsça)

bihbud / bihbûd / بهبود

  • Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ. (Farsça)
  • Sağlık. (Farsça)

bihram

  • Savm, oruç. (Farsça)

bihuş / bîhûş

  • Şaşkın, sersem.
  • Şaşkın, sersem.

biilmelyakin / biilmelyakîn

  • Şüphesiz ve kesin bir ilimle.

biilmilyakin / biilmilyakîn

  • Şüphesiz bir ilimle bilme.

biiştibah / bîiştibah

  • Şüphesiz.
  • Şüphesiz.

bil'ahire / bil'âhire / بِالْاٰخِرَه

  • Sonradan.

bil'ihtiyar

  • Seçerek, tercih ederek.

bil-guduvv-i ve-l-asal / bil-guduvv-i ve-l-âsâl

  • Sabah ve akşam.

bila-addin / bilâ-addin

  • Sayısız.
  • Sayısız. Adetsiz. (Farsça)

bila-haddin / bilâ-haddin

  • Sınırsız.

bila-sebeb / bilâ-sebeb

  • Sebepsiz.

bila-şuur / bilâ-şuur

  • Şuursuzca; körü körüne.

bilahare / bilâhare

  • Sonra, sonradan.

bilal

  • Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak.

bilasebeb / bilâsebeb

  • Sebepsiz.

bilasebep / bilâsebep

  • Sebepsiz.

bilaşek / bilâşek

  • Şeksiz.

bilaşek vela şüphe / bilâşek velâ şüphe

  • Şeksiz ve şüphesiz.

bilaşikayet / bilâşikâyet / بلاشكایت

  • Şikayet etmeden. (Arapça)

bilaşüphe / bilâşüphe

  • Şüphesiz.
  • Şüphesiz.

bilfiil

  • Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.

billur

  • Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan.

bilmüşahede / bilmüşâhede

  • Şahit olmakla.

bimihr / bîmihr / بى مهر

  • Sevgisiz, şefkatsiz. (Farsça)

bincişk

  • Şerçe kuşu. (Farsça)

binihaye / bînihaye / بى نهایه

  • Sonsuz, bitmez tükenmez. (Farsça - Arapça)

binnetice / بالنتيجه

  • Sonuçta, sonuç olarak. (Arapça)

binnihaye

  • Sonuna kadar. Sonsuz.

bint-ül kerem

  • Şarap, hamr.

bipayan / bîpâyân / بى پایان

  • Sonsuz, tükenmez.
  • Sonsuz. (Farsça)

bir'is

  • Sütlü deve.

birader-i rıdai / birader-i rıdaî

  • Süt kardeşi.

bircis

  • Sütlü Deve. Müşteri yıldızı.

bişr

  • Sevinç eseri.

bisre

  • Sivilce, siğil.

biştam

  • Sığıntı, parazit, asalak. (Farsça)

bişümar / bîşümâr / بى شمار

  • Sayısız. (Farsça)

biuza / biûza

  • Sivrisinek.

biyoğrafi

  • Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.

bizeval / bîzeval

  • Sona ermez.

bostan / bostân

  • Sebze bahçesi.

bu'd-u mutlak

  • Sınırsız uzaklık.

budha

  • Sâha. Avlu, meydan.

buğz

  • Sevmeme, nefret.
  • Sevmeme, nefret etme, düşmanlık.
  • Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.

buhar-ı mai / buhar-ı mâi

  • Su buharı.

buhbuha

  • Saha. Alan, orta yer.

buhle

  • Semizotu. (Farsça)

buht / بهت

  • Şaşkınlık. (Arapça)

buhuh

  • Ses kısıklığı.

büka-yi sürur / bükâ-yi sürûr

  • Sevinçten dolayı akan gözyaşı.

bukya

  • Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik.

bülaceb / بوالعجب

  • Şaşılacak şey. (Arapça)

bünyan-ı kavi / bünyan-ı kavî

  • Sağlam bina.

bürad

  • Soğuk.

buraha

  • Şiddet. Ezâ ve meşakkat.

burak-ı meşveret-i şer'iye

  • Şer'î meşveret bineği; şeriatın her türlü meselenin çözümünde esas aldığı istişare ve danışma kurulu.

burc-i abi / burc-i âbî

  • Suya ait burçlar: Yengeç, akrep, balık.

bürdbar / bürdbâr / بردبار

  • Sabırlı. (Farsça)

büreha

  • Şiddetli azab. Sıkıntı.

burhan-ı katı

  • Sağlam delil.

burhan-ı şeriat

  • Şeriatın delili.

burhan-ı yakini / burhan-ı yakînî / burhân-ı yakînî / بُرْهَانِ يَقِينِي

  • Şüphelerden uzak, güçlü ve sarsılmaz kesin delil.
  • Sağlam ve kesin bilgi ile elde edilen delil.

burjuva

  • Servet ve mal birikimi yapanlar; zenginler sınıfı.

burjuvalar taifesi

  • Şehirlerde yaşayan, özel imtiyazlardan yararlanan zengin grup.

burkat

  • Sanem, heykel, put.

burudet / burûdet

  • Soğukluk.
  • Soğukluk.

bürudet / bürûdet

  • Soğukluk.
  • Soğukluk.
  • Soğukluk.

burudet / burûdet / برودت

  • Soğukluk. (Arapça)

bürudet / bürûdet / برودت

  • Soğukluk. (Arapça)

busiş / bûsiş

  • Şapırtılı öpüş. (Farsça)

bütlal

  • Şaşa kalan, hayret eden, hayran olan. (Farsça)

buus

  • Sefalet. Yokluk içinde olma.

buyçe / bûyçe

  • Sarmaşık (nebat) (Farsça)

buyrultu

  • Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri. (Türkçe)

büyü

  • Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı sağlayan ilim.

büyük cihad

  • Samsun'da haftalık olarak yayınlanan bir gazete.

büyük cihad gazetesi

  • Samsun'da haftalık olarak yayınlanan bir gazete.

büzak

  • Salye, tükrük.

büzürgzade / büzürgzâde / بزرگ زاده

  • Seçkin kişinin çocuğu, asilzade, kişizade. (Farsça)

ca'feri / ca'ferî

  • Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha

ca'li / ca'lî

  • Sahte, yapmacıklı, düzme.

ca-yi penah / câ-yi penah

  • Sığınılacak yer.

ca-yı taaccüp / câ-yı taaccüp

  • Şaşılacak ve hayret edilecek şey.

caar

  • Sırtlan.

çabük-hıraman / çabük-hırâmân

  • Sür'atli yürüyen. Çabuk yürüyen. (Farsça)

cadi

  • Safran. (Farsça)

cadu-suhen

  • Sihirlercesine söz söyleyen. (Farsça)

cahdel

  • Semiz.

caiz / câiz

  • Sakıncasız, doğru, geçerli.

çakacak

  • Silahlı çatışmadan çıkan ses. (Farsça)

calib-i şefkat / câlib-i şefkat

  • Şefkati celbeden, şefkati çeken.

caliz

  • Sebze bahçesi, bostan. Kavun karpuz tarlası. (Farsça)

cam-ı sim

  • Sevgilinin çenesi.

çame / çâme / چامه

  • Şiir ve gazel. Manzume. (Farsça)
  • Şiir. (Farsça)

çame-guy / çâme-gûy

  • Şair. (Farsça)

cami-i emevi / cami-i emevî / câmi-i emevî

  • Şam şehrinde büyük bir câmidir.
  • Şam'daki Emevî Camii.

cami-i şerif

  • Şerefli, yüce cami.

camiiyet ve harikiyet-i lafziye / câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye

  • Sözün harikalığı ve kapsamlılığı.

camiiyet-i lafziye / câmiiyet-i lâfziye

  • Sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması.

camiülkelim / câmiülkelim

  • Sözü az, mânâsı çok olan ifade.

camus

  • Su sığırı. Manda. Kömüş.

cana / cânâ / جانا

  • Sevgilim, ey sevgili. (Farsça)

canan / cânân / جانان

  • Sevgili.
  • Sevgili.
  • Sevgili. (Farsça)

canane / cânâne / جانانه

  • Sevgili. (Farsça)

cane

  • Silah. (Farsça)

çapkun

  • Seri ve yorulmaz neviden iyi bir at cinsi.

carih / cârih

  • Şahitliği reddeden, yaralayan.

çarmıh

  • Suçluyu bağlamak için kurulmuş haç şeklinde ağaç.

caru / carû / cârû / جارو

  • Süpürge. (Farsça)
  • Süpürge. (Farsça)

çarub / çârub

  • Süpürge. (Farsça)

carub / cârûb / جاروب

  • Süpürge. (Farsça)

carub-zen / cârûb-zen

  • Süpürücü, çöpçü. (Farsça)

çarub-zen / çârub-zen

  • Süpürücü. (Farsça)

carur / carûr

  • Sel arkı.

casim

  • Şam diyarında bir köyün adı.

cassas

  • Sıvacı, kireççi.

cazz

  • Semiz,iri gövdeli adam.

cebel-i aziz

  • Şerefli, üstün ve yüce dağ.

ceberut-u mutlak

  • Sınırsız baskı ve zorbalık.

cebr-i mahz

  • Sırf cebir, mutlak cebir.

cedd-i zişan / cedd-i zîşân

  • Şanı yüce olan ata, dede.

ceey

  • Su içmesi için deveyi çağırmak.

cehad

  • Sağlam, katı yer.

ceharet

  • Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.

celab

  • Salkım küpe. (Farsça)

celal / celâl

  • Sonsuz azamet ve kibriya, büyüklük ve ululuk.

celaze

  • Sazların perdeleri.

celbub / celbûb

  • Sarmaşık (bitkisi.) (Farsça)

çele-çepe

  • Sağa sola. (Farsça)
  • Sağa-sola.

celeb / جلب

  • Sığır tüccarı. (Arapça)

çeleçepe

  • Sağa sola.

celenfea

  • Şişman karınlı büyük deve.

celil-i cemil / celîl-i cemîl

  • Sonsuz güzellik, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

celil-i mutlak / celîl-i mutlak

  • Sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah.

celil-i pürkemal / celîl-i pürkemâl

  • Sonsuz kemâl ve haşmet sahibi Allah.

celil-i zülcemal / celîl-i zülcemâl

  • Sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve heybet sahibi olan Allah.

celil-üş-şan / celil-üş-şân

  • Şan ve şerefi pek büyük.

celz

  • Seyretmek.

cemaat-i sahabe

  • Sahabe topluluğu.

cemaat-i salihin / cemaat-i salihîn

  • Salih insanlar oluşturduğu topluluk.

cemaat-i şüheda

  • Şehitler topluluğu.

cemal sahibi / cemâl sahibi

  • Sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah.

cemal ve kemal sahibi / cemâl ve kemâl sahibi

  • Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi olan Allah.

cemal-i hazin / cemâl-i hazîn

  • Şirin güzellik.

cemal-i layezali / cemâl-i lâyezâlî

  • Son bulmayan güzellik.

cemal-i mutlak / cemâl-i mutlak

  • Sınırsız güzellik.

cemal-i şefkat / cemâl-i şefkat

  • Şefkat güzelliği.

cemal-i sermedi / cemâl-i sermedî

  • Sürekli devam eden güzellik.

cemceme

  • Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe.

cemi'-i edyan-ı semaviye / cemî'-i edyân-ı semâviye

  • Semâvî dinlerin tamamı; Allah tarafından gönderilmiş olan bütün hak dinler.

cemil / cemîl

  • Sonsuz güzel olan ve bütün güzelliklerin sahibi bulunan Allah.

cemil-i alel'ıtlak / cemîl-i alel'ıtlak

  • Sonsuz ve kusursuz güzellik sahibi olan Allah.

cemil-i baki / cemîl-i bâkî

  • Sınırsız güzellik sahibi ve varlığı devamlı ve sonsuz olan Allah.

cemil-i mutlak / cemîl-i mutlak

  • Sınırsız güzellik sahibi olan Allah.

cemil-i zülkemal / cemîl-i zülkemâl

  • Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi Allah.

cemiyet ve fırka

  • Siyasî parti, grup ve topluluk.

cemiyet-i ahbap

  • Sevgililer topluluğu.

cemiyet-i siyasi

  • Siyasi örgüt.

cemiyet-i siyasiye

  • Siyasi topluluk, örgüt.

cenab / cenâb

  • Saygı sözü.

cenab-ı feyyaz-ı mutlak / cenâb-ı feyyaz-ı mutlak

  • Sınırsız feyiz, bolluk ve bereket sahibi olan Allah.

cenab-ı hakim-i mutlak / cenâb-ı hakîm-i mutlak

  • Sınırsız hikmet sahibi yüce Allah.

cenab-ı hallak-ı rahim / cenâb-ı hallâk-ı rahîm

  • Sonsuz şefkat, merhamet, şeref ve yücelik sahibi olan herşeyin yaratıcısı Allah.

cenab-ı kerim-i mutlak / cenâb-ı kerîm-i mutlak

  • Sınırsız ikram ve cömertlik sahibi yüce Allah.

cenab-ı vahibü'l-ataya / cenâb-ı vâhibü'l-atâyâ

  • Sayısız iyilik ve ihsanlar bağışlayan, hibe eden Allah.

cenab-ı zülcelal ve'l-kemal / cenâb-ı zülcelâl ve'l-kemâl

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve mükemmellik sahibi olan Allah.

cenadif

  • Şişman, kısa boylu kimse.

cenah-ı şefkat / cenâh-ı şefkat

  • Şefkat kanadı.

cenah-ı zübab

  • Sinek kanadı.

cencene

  • Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.

cendere

  • Sıkı ve dar yer, boğaz.

ceneb

  • Susuzluktan böğrü ciğere yapışmak.

çeneb

  • Sünnet. (Farsça)

ceng / جنگ

  • Savaş. (Farsça)
  • Ceng etmek: (Farsça)
  • Savaşmak. (Farsça)
  • Dövüşmek. (Farsça)

ceng-azmüde

  • Savaş tecrübesi olan kişi. (Farsça)

cengaver / cengâver / جنگاور

  • Savaşçı.
  • Savaşçı. (Farsça)

cengaveri / cengâverî / جنگاوری

  • Savaşçılık. (Farsça)

cengelistan

  • Sık ağaçlık, orman, sazlık yer. (Farsça)

ceniver

  • Sırat köprüsü. (Farsça)

cenk

  • Savaş.

cennet-i ebediye

  • Sonsuz Cennet hayatı.

çep / چپ

  • Sol, yanlış, falso. (Farsça)
  • Sol. (Farsça)

çep ü rast

  • Sağ ve sol.

cephe-i harp

  • Savaş cephesi.

cer'

  • Suyu yudumlayarak içme.

cera'

  • Suyu sora sora içmek.

ceraim / cerâim / جرائم

  • Suçlar. (Arapça)

çerb / چرب

  • Semiz. (Farsça)

cerbeze

  • Süslü sözlerle aldatma.

ceri'-ül lisan / ceri'-ül lisân

  • Sözünü esirgemiyen, çekinmeden söyliyen.

cermüze

  • Sefer ve misafirlik. (Farsça)

cerrare

  • Sarı renkte küçük ve zehirli akrep.

cery

  • Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan.

çeşm-deride

  • Sıkılmaz, utanmaz, arsız. (Farsça)

çeşm-i mest

  • Sarhoş göz, mest olmuş göz.

cessame

  • Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse.

cest

  • Sıçrayış, atlayış. (Farsça)

çetuk

  • Serçe kuşu. (Farsça)

cetvel

  • Su yolu.

cevab-ı müskit / cevâb-ı müskit / جَوَابِ مُسْكِتْ

  • Soru soranı susturan cevap.
  • Susturucu cevab.

cevab-ı şafi / cevab-ı şâfi

  • Şifa veren cevap.

cevad / cevâd

  • Sınırsız cömertlik sahibi olan ve çok çok ihsan eden Allah.

cevad-ı mutlak / cevâd-ı mutlak

  • Şarta bağlı olmaksızın çok ihsanda bulunan, cömertlik eden Cenab-ı Allah.
  • Sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah.

cevahir-ül-kelimat

  • Şemsi adındaki bir zat tarafından Arapçadan Türkçeye kaleme alınan 108 sahifelik bir lügat kitabının adı.

cevar-ül künnes

  • Seyyar yıldızlar. (Ütarid, Zühre, Merih, Müşteri, Zuhal.)

cevaz-ı şer'i / cevaz-ı şer'î

  • Şeriatın cevazı, fetvası, müsaadesi.
  • Şer'an câiz olma. Şeriatça yasak olmayan husus.

cevlan

  • Şam'da bir dağ.

cevvad / cevvâd

  • Sınırsız cömertlik sahibi Allah.

cevval / cevvâl

  • Sürekli hareket hâlinde olan.

ceza / cezâ

  • Şart cümlesinde cevap, karşılık olarak gelen kısım.
  • Suça karşılık verilen acı.

ceza' / جَِزَعْ

  • Sabırsızlanma.

ceza-üş şart

  • Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.

cezalet / cezâlet

  • Sözde kelimelerin düzgün dizilişinden doğan güzellik.

cezaü'ş-şart

  • Şart cümlesinin karşılığı ve cevabı olarak gelen kısım, meselâ, "gelirsen görüşürüz" cümlesinde "görüşürüz" cezaü'ş-şarttır.

cezlan

  • Saadetli, mutlu, sevinçli.

cidden

  • Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.

ciğer-pare / ciğer-pâre

  • Sevgili yavru, evlâd. (Farsça)

ciharyar-ı güzin / cihâryâr-ı güzîn

  • Seçkin dört dost; dört halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.).

cihat-ı erbaa / cihât-ı erbaa

  • Sağ, sol, ön, arka, dört yön, ana yönler.

cihazat-ı acibe / cihâzât-ı acîbe

  • Şaşırtıcı, harika cihazlar, âletler.

cihazat-ı harbiye

  • Savaş aletleri.

cild-i ahir / cild-i âhir

  • Son cilt.

cilve-i cemal-i baki / cilve-i cemâl-i bâki

  • Sonsuz güzelliğin bir yansıması.

cilve-i hayat-ı sermedi / cilve-i hayat-ı sermedî

  • Sürekli ve sonsuz olan bir hayatın görüntüsü, aksi.

cilve-i misaliye / cilve-i misâliye

  • Şeffaf şeyler üzerinde yansıyan görüntüler.

cilve-i rahmet-i rahmaniye / cilve-i rahmet-i rahmâniye

  • Sonsuz şefkat ve merhameti bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın rahmetinin yansıması.

cilve-i saltanat

  • Saltanatın görüntüsü.

cilve-i şefkat

  • Şefkatin, merhametin görünmesi.

cinayet

  • Suç, hukuka uymayan davranış.

cinayet-i mutlaka

  • Sınırsız cinayet.

ciraye

  • Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.

ciris

  • Sazan balığı.

cism-i muhkem

  • Sağlam cisim, yapı.

cism-i natık / cism-i nâtık

  • Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.

civanmerd

  • Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.

çiz / çîz / چيز

  • Şey. Nesne. (Farsça)
  • Şey.
  • Şey. (Farsça)

cud ve sehavet-i mutlaka / cûd ve sehavet-i mutlaka

  • Sınırsız cömertlik ve ikramseverlik.

cud-u mutlak / cûd-u mutlak

  • Sınırsız cömertlik.

cudi / cûdi

  • Şırnak şehrinin 6 kilometre güney doğusunda bulunan büyük bir dağ.

cüfale

  • Su kenarında olan çörçöp.

çuha

  • Sık dokunmuş yün kumaş.

cülb

  • Su olmayan bulut.

cülcülan / cülcülân

  • Susam.

cülmüd

  • Sesi çok çıkan ve kuvvetli olan kimse.

cülüban

  • Sahtiyandan yapılan dağarcığa benzer bir kap.

cülza

  • Sağlam deve.

cümase

  • Soğuk, berd.

cumhur-u avam / cumhûr-u avâm / جُمْهُورُ عَوَامْ

  • Sıradan halkın çoğunluğu.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cümle-i şartiye

  • Şart cümlesi.

cümre

  • Süvari alayı, bin atlı cemaat.

cümza

  • Seri davar.

cünbide

  • Sallanmış, kımıldanmış, hareket etmiş. (Farsça)

cündi / cündî

  • Süvâri, sipâhi, ata iyi binen, binici.

cünha

  • Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.

cürade

  • Soyulmuş nesne.

cüraf

  • Sel yolu. Selin aktığı mecrası.

cürm / جرم

  • Suç, günah.
  • Suç, günah, kabahat.
  • Suç.
  • Suç.
  • Suç. (Arapça)

cürm-nak

  • Suçlu, kabahatli. (Farsça)

cürm-ü meşhud

  • Suç üzerinde suçluyu yakalamak. Görülen suç. (Suç üstü)

cürm-ü meşhut

  • Suçüstü.

cürmümeşhud

  • Suçüstü.

cürum

  • Sıcak, çukur yer.

cürüm / جُرُمْ

  • Suç.
  • Suç.
  • Suç.

cüsale

  • Sonbaharda dökülen yapraklar.

cüşur

  • Sabah yerinin ağarması.

cüvad

  • Susamak.

cüz'i hadise-i şer'iye / cüz'î hâdise-i şer'iye

  • Şeriatın ferdî, bireysel meselesi, olayı.

cüz'i-yi müşahhas / cüz'î-yi müşahhas / جُزْئِي يِ مُشَخَّصْ

  • Somut bir fert, birey.
  • Şahsı belirli olup başkalarıyla ortaklık kabûl etmeyen şey.

da-üs-sıla / dâ-üs-sılâ

  • Sıla hasreti. Vatan hasreti. Kavuşma hasreti.

dab

  • Şan ve şeref, haysiyet. (Farsça)

dabrak

  • Şişman ve etli olmak.

dafended

  • Şişman, ahmak adam.

dafuf

  • Sütü çok olan davar.

dağdağa / دَغْدَغَه

  • Sıkıntı, gürültü.
  • Sıkıntı.

dağdağa-i siyaset

  • Siyasî kargaşa ve çalkantılar.

dağdağalı

  • Sıkıntılı.

dağdağasız

  • Sıkıntısız.

dagiga / dagîga

  • Sıvı hamur.

dahilek / dahîlek

  • Sana sığınırım.

dahiye-i siyaset / dâhiye-i siyaset

  • Siyaset konusunda dehâ olan.

dahs

  • Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek.

dai / داعي

  • Sebep,duacı.

dai-i şüphe / dâî-i şüphe

  • Şüphe çekecek, şüphe sebebi.

dail / dâil

  • Sapıtmış, azgın.

daim / دائم / dâim

  • Sürekli.
  • Sürekli, devamlı. (Arapça)

daimane / dâimâne

  • Sürekli olarak.

daime

  • Sürekli; fertlerde her zaman gerçekleşiyor olma.

daimi / dâimî / دائمى

  • Sürekli, devamlı. (Arapça)

daimi huzur / dâimî huzur

  • Sürekli olarak Allah'ın huzurunda bulunduğunun bilincinde olma.

daire / dâire

  • Saha, alan, geometrik şekil, resmi kurum.

daire-i esbab

  • Sebepler dairesi.
  • Sebepler dâiresi. Sebep ve kanunların bulunduğu yer olan maddi âlem.

daire-i intihabiye

  • Seçimle ilgili daire.

daire-i itikad ve tevhid

  • Sarsılmaz inanç ve her şeyin bir olan Allah'a ait olduğuna inanma dairesi.

daire-i kehkeşan / dâire-i kehkeşan

  • Samanyolu galaksisinin dairesi.

daire-i mülk

  • Sahip olunan şeylerin dairesi.

daire-i saltanat

  • Saltanat dairesi, egemenlik alanı.

daire-i sıfat / daire-i sıfât

  • Sıfat dairesi.

daire-i siyaset

  • Siyaset dairesi.

daire-i siyasiye / dâire-i siyasiye

  • Siyaset dairesi.

daire-i sünnet

  • Sünnet dairesi.

daire-i teklif

  • Sorumluluk ve imtihan yeri.

daiyy

  • Şu kimseye derler ki, bir kişi ona "oğlumdur" demiş olsun.

dakvan

  • Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.

dal

  • Semiz avrat. Şişman kadın.

dalal / dalâl

  • Sapıklık, haktan ayrılık.

dalalet / dalâlet / ضلالت

  • Sapkınlık, islâmdan ayrılma, şaşkınlık.
  • Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan ayrılma, sapma.
  • Sapkınlık.
  • Sapkınlık. (Arapça)

dalalet fırkaları / dalâlet fırkaları

  • Sapkın gruplar, doğru yoldan ayrılan topluluklar.

dalalet-pişe / dalâlet-pîşe

  • Sapıklığı ve inançsızlığı meslek edinmiş.

dalaletalud / dalaletâlûd

  • Sapkınlık karışık.

dalalete seyf-i hemta / dalâlete seyf-i hemta

  • Sapkınlık ve inkarcılık düşüncesini yok edecek seviyede güçlü olan kılıç.

dalaletpişe / dalaletpîşe

  • Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.
  • Sapkınlık yolunu tutmuş.

dall

  • Sapan, sapıtan.

dalle / dâlle / ضاله

  • Sapanlar, sapıtanlar.
  • Sapık, yoldan çıkmış. (Arapça)

dallin / dallîn

  • Sapkınlar.

dallin güruhu / dâllîn gürûhu

  • Sapıklar, azgınlar topluluğu.

damacana

  • Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe.

damz

  • Susmak, sükut etmek.

dar / dâr / دار

  • Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr : Bayrak tutan. (Farsça)
  • Sahip olan, bulunduran, tutan. (Farsça)

dar-ı bekà / dâr-ı bekà

  • Sonsuzluk yurdu, âhiret.

dar-ı ebedi / dar-ı ebedî

  • Sonsuzluk yurdu.

dar-ı saadet / dâr-ı saadet / دَارِ سَعَادَتْ / dâr-ı saâdet

  • Saadet yeri.
  • Saadet yeri.

dar-ı saadet ve ebediyet / dâr-ı saadet ve ebediyet

  • Sonsuzluk ve mutluluk yeri.

dar-ı teklif ve mücahede

  • Sorumluluk ve mücadele yeri.

dar-ül aman / dâr-ül amân

  • Sığınılacak, korunulacak yer.

dar-ül maarif / dâr-ül maarif

  • Sultan Mecid zamanında Valide Sultan'ın İstanbul'da Sultan Mahmud türbesi civarında yaptırmış olduğu mekteb.

dar-ül-celal / dâr-ül-celâl

  • Sekiz Cennet'in birincisidir.

dar-ül-karar / dâr-ül-karâr

  • Sekiz Cennet'in sekizincisi.

dar-üs saade / dâr-üs saâde

  • Saâdet yeri, saray.

dar-üs saltanat / dâr-üs saltanat

  • Saltanat yeri. İstanbul.

dar-üs-selam / dâr-üs-selâm

  • Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.

darabat-ı anife / darabât-ı anife

  • Şiddetli vuruşlar.

darende / dârende / دارنده

  • Sahip. (Farsça)

darıharb / dârıharb

  • Savaş yeri, düşman ülkesi.

dariş

  • Siyaha boyanmış kara deri.

darra

  • Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.

darülharb / dârülharb

  • Savaş yeri, düşman ülkesi.

dav'

  • Şule, ziya, ışık.

dava / dâva

  • Savunulan düşünce, hak talebi, önemli mesele.

davkaa

  • Şişman ve ahmak olan kimse.

davve

  • Ses, sadâ.

daye / dâye

  • Süt anne, hizmetçi.

dayelik / dâyelik

  • Süt annelik, dadılık.

debbağ / دباغ

  • Sepici. (Arapça)

debdab

  • Şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet. (Farsça)

deber

  • Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması.

debub

  • Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve.

def

  • Savma, savuşturma.

def' / دَفْعْ

  • Sıcaklık.
  • Savma, uzaklaştırma.

defter-i hasenat / defter-i hasenât

  • Sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter.

defter-i iltifatat-ı rahmaniye / defter-i iltifâtât-ı rahmâniye

  • Sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın iltifatlarını içine alan defter.

dehalet

  • Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.

dehālet / دَخَالَتْ

  • Sığınma.

dehalet etme / dehâlet etme

  • Sığınma, dahil olma.

dehanbeste / dehânbeste / دهان بسته

  • Suskun. (Farsça)

dehangüşa

  • Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız. (Farsça)

dehşet-i mutlaka

  • Sınırsız bir dehşet hali.

dekaik-i san'at

  • Sanatın incelikleri.

dekaik-i şefkat

  • Şefkatin incelikleri.

dekele

  • Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.

dekor

  • Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek. (Fransızca)

delail-i şer'iye / delâil-i şer'iye

  • Şeriata ait deliller; Kur'ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delilleri gibi.

delak

  • Sansar.

delalet-i kelam / delâlet-i kelâm / دَلَالَتِ كَلاَمْ

  • Sözün delil olması.

delil-i şefi / delil-i şefî

  • Şefaat edecek bir kılavuz, rehber.

delil-i sıdk

  • Sıdkın, doğruluğun delili.

delil-i yakini / delil-i yakînî

  • Şüphe edilmeyecek derecede kesin olan delil.

dellal-i alişan / dellâl-i âlişân

  • Şânı yüksek olan duyurucu, tebliğ edici

dellal-ı muhterem / dellâl-ı muhterem

  • Saygıdeğer ilan edici, duyurucu.

dellal-ı saltanat / dellâl-ı saltanat

  • Saltanatın ilancısı.

dem vurmak

  • Söz etmek.

dem-beste

  • Sesi soluğu kesilmiş, susmuş. (Farsça)

demuk

  • Sür'atli, seri, hızlı.

demvurmak

  • Söz etmek.

deniyet-i hazıra / deniyet-i hâzıra / دَنِيَتِ حَاضِرَه

  • Şimdiki ahlâksız ve rezil medeniyet.
  • Şimdiki medeniyetin alçak, rezil kısmı.

der-saadet

  • Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi. (Farsça)

derahis

  • Şiddetler.

derbar / derbâr / دربار

  • Saray. (Farsça)

derd-i ser

  • Sıkıntı, baş derdi, başağrısı.

derdab

  • Sadâ, ses.

derdar

  • Servi ağacından bir sınıf.

derecat-ı hararet

  • Sıcaklık dereceleri.

derece-i hararet

  • Sıcaklık derecesi.

derece-i malikiyet / derece-i mâlikiyet

  • Sahiplik derecesi.

derece-i nihaye / derece-i nihâye

  • Son derece.

derece-i sadakat / derece-i sadâkat / دَرَجَۀِ صَدَاقَتْ

  • Samîmî bağlılık derecesi.

derece-i san'at ve maharet

  • San'at ve maharet derecesi.

derece-i şefkat

  • Şefkat derecesi.

derece-i şehadet

  • Şehitlik derecesi.

derece-i şehadet ve gazilik

  • Şehitlik ve gazilik derecesi.

derece-i şiddet

  • Şiddet derecesi, şiddetli bir derece.

derem-güzin

  • Sarraf. (Farsça)

derhal

  • Şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden. (Farsça)

ders-i içtimai ve islami / ders-i içtimaî ve islâmî

  • Sosyal hayat ve İslâm dini hakkında verilen ders.

ders-i şefkat

  • Şefkat dersi.

dersaadet

  • Saadet kapısı; İstanbul.

dershane

  • Sınıf, ders verilen yer, ders yeri. (Farsça)

desais-i şeytaniye / desâis-i şeytaniye

  • Şeytanın desiseleri, hileleri.

desais-i şeytaniyye

  • Şeytanca desiseler, hileler.

desatir-i içtimaiye / desâtir-i içtimaiye

  • Sosyal prensipler.

desise-i şeytaniye

  • Şeytanın hile ve desiseleri.

desma

  • Siyah olan nesne.

dest ve damen-i kerimane / dest ve dâmen-i kerimane

  • Şerefli ve izzetli olan el ve etekler.

dest-i ihtiyari / dest-i ihtiyârî / دَسْتِ اِخْتِيَارِي

  • Seçim yapan el.

dest-i rast

  • Sağ el, sağ taraf.

dest-i san'at

  • San'at eli.

dest-maye

  • Sermaye, elde olan şey. (Farsça)

destak

  • Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.

destar / destâr / دستار

  • Sarık, imâme, başa sarılan tülbent. (Farsça)
  • Sarık. (Farsça)

destarbend

  • Sarık saran, sarıklı. (Farsça)

deste-çub

  • Sopa, değnek. (Farsça)

destgah-ı imtihan / destgâh-ı imtihan

  • Sınav tezgahı.

dev

  • Şeytan, ifrit, cin.

deva-i şafi / devâ-i şâfî

  • Şifa veren, iyileştiren ilâç.

devair-i masnuat / devâir-i masnuat

  • San'atla yapılmış şeylerin oluşturduğu daireler.

devair-i saltanat / devâir-i saltanat

  • Saltanat daireleri.

devam

  • Sürüp gitme.

devam-ı afiyet ve muvaffakiyet / devam-ı âfiyet ve muvaffakiyet

  • Sağlık, selâmet ve başarının devamı.

devende

  • Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan. (Farsça)

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

devr-i mes'ud

  • Saadet, mutluluk devri.

devr-i saadet

  • Saadet devri; Resûlullahın yaşadığı mutluluk asrı.

devr-i senevi / devr-i senevî / دَوْرِ سَنَو۪ي

  • Senelik devir.

devrak

  • Şarap ölçeği.

dı'is / dı'îs

  • Süngü ile çok vuran kimse.

diae

  • Şehadet parmağı.

dıhye

  • Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.)

diku'l-elfaz / dîku'l-elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin bir mânâyı aktarmada yetersiz kalışı, lâfız darlığı.

dil-ferah

  • Sevinçli, gönlü rahat. (Farsça)

dil-i avare / dil-i âvâre

  • Serseri gönül.

dil-şad

  • Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş. (Farsça)

dil-teng

  • Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan. (Farsça)

dimen

  • Süprüntülükler. Mezbele. Gübre. Fışkı.

dimişk

  • Şam şehri. Suriye'nin başkenti.

dinperver

  • Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi. (Farsça)

dırga

  • Sıvı, balçık.

dirha

  • Süngü ile oynadıkları halka.

divan / dîvân / د۪يوَانْ

  • Şairlerin şiirlerinin toplandığı kitap.
  • Şiir kitabı, yüksek idare meclisi, mahkeme, sedir.
  • Şiirlerin toplandığı kitap.

divan-ı eş'ar / divan-ı eş'âr

  • Şiirler divanı, şiirler kitabı.
  • Şiirler divanı.

divan-ı harb

  • Sıkıyönetim Mahkemesi.

divan-ı harb-i örfi / dîvân-ı harb-i örfî / د۪يوَانِ حَرْبِ عُرْف۪ي

  • Sıkı yönetim mahkemesi.

diyar-ı şam

  • Şam diyarı, bölgesi.

dost

  • Samimi arkadaş.

dü-muy

  • Saçına sakalına kır düşmüş adam. (Farsça)

dua ordusu / duâ ordusu

  • Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

dua-i üstadane / dua-i üstadâne

  • Siz Üstadın duası.

dua-yı kavli / duâ-yı kavlî

  • Sözle yapılan dua ki bildiğimiz meşhur duâlardır.

dua-yı şifa

  • Şifa duası.

dua-yı üstadane / dua-yı üstadâne

  • Siz Üstadın duası.

dübse

  • Siyaha benzeyen kırmızılık.

dübul

  • Su arkı.

ducret

  • Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret.

ducret-ver

  • Sıkıntılı. (Farsça)

dudman / dûdmân / دودمان

  • Soy sop. (Farsça)

düello / دُوئَلْلُو

  • Şahitler önünde iki kişinin silahlı çarpışması.
  • Şâhidler huzurunda iki kişinin silahlı çarpışması.

dühme

  • Siyahlık, karalık.

dükne

  • Siyâha benzer bir renk.

dum

  • Sâbit ve sâkin olmak.

dumuz

  • Susma, sükut.

düşnam

  • Sövme, sövüp sayma, ta'n. (Farsça)

düstur-u esasiye-i şer'iye

  • Şeriatın esas prensipleri, ana kanunları.

düstur-u hayat-ı içtimai / düstur-u hayat-ı içtimaî

  • Sosyal hayatın prensibi.

düstur-u şeytani / düstur-u şeytanî

  • Şeytanın düsturu, kuralı.

düstur-u siyasi / düstur-u siyasî

  • Siyasî düstur, prensip.

düstur-u şüyuhat

  • Şeyh olma konusunda uyulması gereken kural.

düvam

  • Sabit ve sakin olmak.

duzene

  • Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi. (Farsça)

eacib / eâcîb / اعاجب

  • Şaşılası şeyler. (Arapça)

eazım-ı sahabe / eâzım-ı sahabe

  • Sahabenin büyükleri.

eb'ad-ı binihaye / eb'âd-ı bînihaye

  • Sonsuz uzaklıklar.

eb'ad-ı namahdud / eb'âd-ı nâmahdud / eb'âd-ı nâmahdûd

  • Sınırsız uzaklıklar.
  • Sınırsız boyutlar.

eb-i müşfik

  • Şefkatli baba, merhametli peder.

ebahh

  • Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)

ebatil / ebâtil / اباطل

  • Saçma sapan sözler, ipe sapa gelmez şeyler. (Arapça)

ebced / ابجد

  • Sayısal değer verilmiş arap alfabesi. (Arapça)

ebed / ابد / اَبَدْ

  • Sonsuz, sonu olmayan.
  • Sonu olmayan, sonsuzluk.
  • Sonsuz gelecek zaman.
  • Sonsuz gelecek zaman. (Arapça)
  • Sonu olmayan.

ebed-perest

  • Sonsuzluğu aşırı seven.

ebede kadar

  • Sonsuza kadar.

ebede namzet

  • Sonsuzluğa aday.

ebeden

  • Sonsuza kadar.
  • Sonsuza dek.

ebedi / ebedî / ابدی / اَبَد۪ي

  • Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.
  • Sonu olmayan, sonsuz.
  • Sonsuz, sonu olmayan.
  • Sonsuzla ilgili.
  • Sonsuz. (Arapça)
  • Sonu olmayana âit, sonsuz.

ebedi alem / ebedî âlem

  • Sonu olmayan âlem, âhiret.

ebedi haps-i münferit / ebedî haps-i münferit

  • Sonsuza kadar tek başına kalınacak olan hapis, hücre hapsi; Cehennem.

ebedi saadet / ebedî saadet

  • Sonu olmayan sonsuz mutluluk, huzur.

ebedi şekavet / ebedî şekavet

  • Sonsuz sıkıntı ve azap.

ebedileştirmek / ebedîleştirmek

  • Sonsuzlaştırmak.

ebedin yolu

  • Sonsuzluğun yolu.

ebediye

  • Sonsuz.

ebediyen

  • Sonsuza dek.

ebediyet / اَبَدِيَتْ

  • Sonsuzluk.
  • Sonsuzluk.
  • Sonsuzluk.

ebediyet alemi / ebediyet âlemi

  • Sonsuzluk âlemi; âhiret.

ebediyet-i mevhume

  • Sonsuzluk kuruntusu.

ebediyyen / ابدیا

  • Sonsuza kadar.
  • Sonsuza kadar, asla, hiçbir zaman. (Arapça)

ebediyyet / ابدیت

  • Sonsuzluk. (Arapça)

ebedperest / اَبَدْپَرَسْتْ

  • Sonsuzluğu sevip arzulayan.
  • Sonsuz hayata arzulu.
  • Sonsuzluğa âşık.

ebedü'l-abad / ebedü'l-âbâd

  • Sonsuzların sonsuzluğu, âhiret.

ebedü'l-abidin / ebedü'l-âbidîn

  • Sonsuzların sonsuzu.

ebedül'abad memleketi / ebedül'âbad memleketi

  • Sonsuzluklar ülkesi; sonsuz hayat, Cennet.

ebedülabad / ebedülâbâd

  • Sonsuzlar sonsuzu.

ebhem

  • Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.

ebrkar / ebrkâr

  • Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. (Ebr'in "bulutun" yerinde durmayıp gezici olmasından kinâye olarak, bu mânayı aldığı sanılmaktadır.) (Farsça)

ebs

  • Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek.

ebu eyyub-il ensari / ebu eyyub-il ensarî

  • Sahabe-yi Kiramdan olup Halid bin Zeyd-i Hazrecî diye de anılır. Hicretten sonra Peygamberimize (A.S.M.) ilk mihmandârlığı yapmış idi. Hicretin 50. yılında pir-i fâni olduğu halde teberrüken Kostantiniyye'nin fethine azimet eden İslâm ordusu ile harbe iştirak etmiş, İstanbul surları dışında şehid ol

ebu nafi'

  • Sirke.

ebu-l mireh

  • Şeytan.

ebvab-ı sema / ebvâb-ı semâ

  • Semâ kapıları, gök kapıları.

ecel-i muallak / اَجَلِ مُعَلَّقْ

  • Şarta bağlı ecel.

eceliyyet

  • Sonradan vukuu şüphesiz olan hâdise.

ecen

  • Suyun tadı ve rengi değişik olmak.

echeliyet

  • Son derece cahillik.

ecir devri / ecîr devri

  • Sanayi Devrimiyle gelen işçilik dönemi.

ecir-i müşterek / ecîr-i müşterek

  • Serbest işçi. Kirâlıyanından (işvereninden) başkasına çalışmaması şartı koşulmamış hamal, terzi, saatçi gibi işçi.

ecliyet

  • Sebebiyet, sebep oluş.
  • Sebeplik.

ecr

  • Sevap, karşılık.

ecsam-ı kesife

  • Saydam olmayan, katı cisimler.

ecsam-ı şeffafe

  • Şeffaf cisimler, saydam maddeler.

ecvibe-i müskite

  • Susturucu cevaplar.

eczeb

  • Suyu geçirmeyen sağlam zemin.

edille-i kaviyye

  • Sağlam deliller.

edille-i şer'iyye

  • Şer'î deliller; Kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret dört delil.

edreng

  • Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet. (Farsça)

edyan-ı semaviye / edyân-ı semâviye

  • Semâvî dinler; Allah tarafından gönderilmiş olan dinler.

edyan-ı semaviyye / edyân-ı semaviyye

  • Semavî dinler. Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm dinleri.

efek

  • Sarfetmek, harcamak.

efendi

  • Sahip, saygın, terbiyeli.

efkar-ı hazıra / efkâr-ı hâzıra

  • Şu anda mevcut olan düşünceler, fikirler.

efkar-ı sefile / efkâr-ı sefile

  • Sefil düşünceler, fikirler.

eflec-ül esnan / eflec-ül esnân

  • Seyrek dişli.

efrad-ı adide / efrad-ı adîde

  • Sayısı pek çok olan fertler.

efrug

  • Şu'le, nur, ziya, ışık. (Farsça)

efsa

  • Sihirbaz. Efsuncu. İnsanı teshir edici. (Farsça)

efsah-ı füseha

  • Sözü düzgün, akıcı ve etkili konuşanların en ileri geleni.

efser / افسر

  • Subay. (Farsça)

efsun / efsûn

  • Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler. (Efsun İslâmiyetçe men'edilmiş ve büyük günâhlardan sayılmıştır.) (Farsça)
  • Sihir, büyü.

efsürde

  • Soluk, donmuş, hissizleşmiş. (Farsça)

efşürde

  • Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.) (Farsça)

efşüre / افشره

  • Sıkılmış meyva suyu. (Farsça)

efur

  • Sıçrayıp seğirtme.

efza'

  • Şiddetli, katı, eşed.

egamm

  • Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.

ehadis-i sahiha / ehâdis-i sahiha

  • Sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler.

ehass

  • Saçı dökülmüş kişi.

ehass-ı havas

  • Seçkinlerin en seçkini, ileri gelenlerin en başta olanı.

ehder

  • Sarkık dudaklı.

ehemmiyet-i namütenahiye / ehemmiyet-i nâmütenâhiye

  • Sonsuz derecede ehemmiyetli, önemli.

ehemmiyet-i san'aviye

  • San'at bakımından önemlilik.

ehl-i beyt

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.

ehl-i dalal / ehl-i dalâl

  • Sapıtanlar, yoldan çıkanlar.

ehl-i ebed

  • Sonsuzluk ehli.

ehl-i emsar

  • Şehir halkı, kasaba halkı.

ehl-i hadaret

  • Şehirlerde yaşayan. Medeni.

ehl-i hadaret ve medeniyet / ehl-i hadâret ve medeniyet

  • Şehirlerde yaşayanlar, medenîler.

ehl-i idare ve zabıta

  • Şehir güvenliğini sağlamakla vazifeli bulunan idare, polis.

ehl-i ihtisas

  • Sahasında uzman olan kimseler.

ehl-i rayb

  • Şüpheciler, şüphe edenler.

ehl-i sadakat / ehl-i sadâkat / اَهْلِ صَدَاقَتْ

  • Samîmî bağlı olanlar.

ehl-i sahih

  • Söyledikleri doğru ve güvenilir olanlar.

ehl-i saltanat

  • Sultanlar, idareciler.

ehl-i san'at

  • San'atla uğraşanlar.

ehl-i şekavet

  • Sıkıntı ehli, Cehennemlik olanlar.

ehl-i şeriat

  • Şeriat taraftarı Müslümanlar.

ehl-i servet

  • Servet ve sermaye sahibi.

ehl-i sevahil / ehl-i sevâhil

  • Sahilde, deniz veya göl kenarında yaşayanlar. (Farsça)
  • Sahillerde yaşayanlar; geçimlerini denizcilik ve balıkçılıkla temin edenler.

ehl-i şia

  • Şia ehli.

ehl-i şiir

  • Şiir ile uğraşanlar, şairler.

ehl-i şiir ve hitabet

  • Şiir ve düzgün söz söyleme san'atıyla uğraşanlar.

ehl-i siyaset / ehl-i siyâset / اَهْلِ سِيَاسَتْ

  • Siyasetçiler.
  • Siyâsîler.

ehl-i siyaset ve hükumet / ehl-i siyaset ve hükûmet

  • Siyasetle uğraşıp devleti idare edenler.

ehl-i siyer

  • Siyer ilmiyle uğraşanlar, İslâm tarihçileri.

ehl-i siyer ve hadis / ehl-i siyer ve hadîs

  • Siyer ve Hadîs ilmiyle uğraşanlar, İslâm tarihçileri ve muhaddisler.

ehl-i suffe

  • Suffe ehli ki bunlar, Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin sofasında kalırlar ve burada Hz. Peygamber'den dni öğrenirlerdi.

ehl-i şuur

  • Şuur ehli, bilinç sahibi olanlar.

ehl-i tahassun

  • Sığınanlar.

ehl-i temaşa ve tefekkür / ehl-i temâşâ ve tefekkür

  • Seyredip düşünenler.

ehl-i teşeyyu'

  • Şîa Mezhebi taraftarları.
  • Şiilik iddia edenler.

ehl-i zikir ve münacat / ehl-i zikir ve münâcât

  • Sürekli olarak Allah'ı zikredip ananlar ve Allah'a yalvarıp zikredenler.

ehliyet

  • Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.

ehliyet-i eda / ehliyet-i edâ

  • Şahsın dînen geçerli olacak şekilde iş yapabilmeye elverişli olması.

ehsa

  • Şaşmış, şaşa kalmış, hayret etmiş ve taaccübüne gitmiş olan kimse.

ehvar

  • Şaşkın, şaşırmış kimse. Alık, sersem adam. (Farsça)

ehven-i şerr

  • Şerrin en hafif olanı.

ehver

  • Sevgili, mâşuk. (Farsça)

ekabir-i sahabe / ekâbir-i sahabe

  • Sahabenin önde gelenleri.

ekalim-i baride / ekalim-i bâride

  • Soğuk iklimler, soğuk memleketler.

ekalim-i harre / ekalim-i hârre

  • Sıcak iklimler, ülkeler.

ekavil / ekâvîl / اقاویل

  • Sözler. (Arapça)

ekhal / ekhâl / اكحال

  • Sürmeler. (Arapça)

eknun / eknûn / اكنون

  • Şimdi, el'an, hâlâ. (Farsça)
  • Şimdi. (Farsça)

el'an / الآن

  • Şimdi. (Arapça)

el-an

  • Şimdi. Hâlâ. Hâl-i hazırda.

el-halim

  • Suçluların cezalarını derhal vermek iktidarında olduğu halde sonraya bırakan ve yumuşak muamele eden, çok halim. (Allah (C.C.)

el-hannas

  • Şeytan.

el-hazer

  • Sakın! Sakınınız! (manasınadır)

el-muhtar

  • Seçilmiş, seçkin, Hz. Muhammed (a.s.m.).

elan / elân

  • Şimdi, hâlâ.

elem-i şefkat

  • Şefkat acısı.

elem-i zeval / elem-i zevâl

  • Sona erme elemi.

elendes

  • Şiddetli savaş eden kimse.

elfaz / elfâz / الفاظ

  • Sözler.
  • Sözler, lafızlar. (Arapça)

elfaz-ı garibe / elfâz-ı garîbe

  • Şaşılacak, tuhaf sözler.

elfaz-ı küfr / elfâz-ı küfr

  • Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler.

elgaf

  • Sık otlar ve ağaçlar.

elhal

  • Şimdi, hâlâ, henüz, şimdiki hâlde.

elhalet hazihi / elhâlet hâzihi / الحالة هذه

  • Şimdiki, günümüzdeki (Arapça)

elhan / elhân / الحان

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.
  • Şarkılar, melodiler. (Arapça)

elhannas

  • Sinsice aldatan şeytan.

elhasıl / elhâsıl / الحاصل

  • Sonuçta. (Arapça)

elhubbulillah / elhubbulillâh

  • Sevgi Allah içindir.

elif-i sakine / elif-i sâkine

  • Sakin, harekesiz elif.

elkıssa

  • Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.

elsağ

  • Sin harfini peltek se okuyan kimse.

elsine-i semaviye / elsine-i semâviye

  • Semâvî diller; göklerdeki ve mânevî âlemlerdeki meleklerin ve ruhanî varlıkların konuştukları diller.

eluk

  • Sefir, büyük elçi.

elule

  • Semiz, besili koyun.

elveda / elvedâ

  • Şu ayrılık!

elviye / الویه

  • Sancaklar. (Arapça)

em

  • Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. "Yahut, belki, yoksa" kelimeleriyle tercüme edilebilir.

emanet / emânet

  • Sonra alınmak üzere verilen şey.

emced-i emacid / emced-i emâcid

  • Şereflilerin şereflisi, en şerefli.

emed

  • Son, nihayet. Gayet. Encam, intihâ.

emir-ül ceyş

  • Serasker, serdar, başkumandan.

emirber

  • Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler. (Farsça)

emniyet-i mutlaka

  • Sınırsız güvenlik.

emperyalist

  • Sömürgeci.

emr-i celil / emr-i celîl

  • Sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah'ın emri.

emr-i istihbabi / emr-i istihbâbî

  • Sevimli bir şeyin yapılmasını emreden buyruk.

emr-i sabit

  • Sabitleşmiş, kesinleşmiş iş, durum.

emr-i şer'i / emr-i şer'î

  • Şeriatın emri.

emr-i üstadane / emr-i üstadâne

  • Siz Üstadın emri.

emraz-ı asabiye / emrâz-ı asabiye

  • Sinir hastalıkları.
  • Sinir hastalıkları.

emraz-ı içtimaiye / emrâz-ı içtimaiye

  • Sosyal hastalıklar.

emreş

  • Şerli, kötü kimse.

emval-i metruke

  • Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.

emval-i zahire / emval-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.

en'amte

  • Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).

enbazi / enbazî

  • Şeriklik, ortaklık. (Farsça)

encam / encâm / انجام

  • Son.
  • Son, nihayet, netice.
  • Son. (Farsça)

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enfas-ı ma'dude

  • Sayılı nefesler. İnsan hayatı. Miktarı muayyen olan ömür dakikaları.

engar / engâr / انگار

  • San. (Farsça)

engaz

  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)

engüşt-i kihin

  • Serçe parmak.

ensab / ensâb

  • Soylar, nesepler.

ente

  • Sen.
  • Sen.
  • Sen.

enva'-ı şirk / envâ'-ı şirk

  • Şirk türleri; Allah'a ortak koşma çeşitleri.

enva-ı masnuat / envâ-ı masnuat / envâ-ı masnûat

  • San'at eseri varlık çeşitleri.
  • Sanat eseri varlık türleri.

enva-ı muhabbet / envâ-ı muhabbet

  • Sevgi türleri, çeşitleri.

enva-ı namadud / envâ-ı nâmâdud

  • Sayısız türler.

enva-ı ziynet ve letafet / envâ-ı ziynet ve letâfet

  • Süs ve güzellik çeşitleri.

enva-ı ziynet ve mehasin / envâ-ı ziynet ve mehâsin

  • Süs ve güzelliklerin çeşitleri.

envar-ı esrar / envâr-ı esrar

  • Sırların nurları, bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları.

er-rahim / er-rahîm

  • Şefkati ve merhameti herşeyi kuşatan Allah.

eracif / erâcîf / اراجيف

  • Saçmalıklar, uydurmalar. (Arapça)

erass

  • Sık dişli.

erbab / erbâb

  • Sahipler.
  • Sahipler, becerikliler, terbiyeciler.

erbab-ı sekr / erbâb-ı sekr

  • Sekr sâhipleri.

eren

  • Sevinmek, sürur.

ergal

  • Sünnet olmamış kişi.

ergan

  • Söz dinlemek.

ergun

  • Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at. (Farsça)

erkam-ı aşere

  • Sıfır da dahil olduğu birden dokuza kadar olan sayılar.

ersusa

  • Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.

erze-ger

  • Sıvacı. (Farsça)

eş'ar / eş'âr / اشعار

  • Şiirler. (Arapça)

es'elüke

  • Senden isterim (meâlinde).

es'ile / اسئله / اَسْئِلَه

  • Sualler, sorular.
  • Sorular. (Arapça)
  • Sualler.

es-sebebu ke'l-fail / es-sebebu ke'l-fâil

  • Sebep olan yapan gibidir.

esanid-i sahiha / esânîd-i sahiha

  • Sahih ve güvenilir senedler; raviler, hadisleri aktaranlar.

eşar / eşâr

  • Şiirler.

esas-ı metin

  • Sağlam esas, ana metin.

esas-ı şeriat

  • Şeriatın esasları, kuralları.

esasat-ı san'at / esâsât-ı san'at

  • San'at esasları.

esasat-ı şeriat / esâsât-ı şeriat

  • Şeriatın, dînin esasları, temelleri.

esasat-ı sünnet-i seniye / esâsât-ı sünnet-i seniye

  • Sünnet-i Seniye'nin esasları, temelleri.

esaslı

  • Sarsılmaz, köklü.

esbab / esbâb / اسباب

  • Sebepler.
  • Sebepler.
  • Sebepler, vasıtalar, vesileler, araçlar.
  • Sebebler.
  • Sebepler. (Arapça)

esbab şirki

  • Sebepleri Allah'a ortak koşma.

esbab-ı adiye / esbab-ı âdiye

  • Sıradan, alışıldık sebepler.

esbab-ı muhabbet

  • Sevgiyi gerektiren sebepler.

esbab-perest

  • Sebeplere taparcasına değer veren.

esbabperest / esbâbperest

  • Sebepleri yaratıcı sanan.

esbap

  • Sebepler.

esdaf / esdâf

  • Sedefler, inci kabukları; sedef gibi içinde hakikat incilerini saklayan Kur'ân ifadeleri.
  • Sadefler, inci kabukları.

esdika / esdikâ

  • Sâdıklar, sâdık olanlar.
  • Sadıklar.

esedd

  • Sağlam, kavi, muhkem.

eser-i alişan / eser-i âlîşan

  • Şanı yüce eser.

eser-i bergüzide / eser-i bergüzîde

  • Seçkin eser; On Dokuzuncu Mektup.

eser-i itkan-ı san'at

  • Sağlam ve pürüzsüz san'at eseri.

eser-i samedani / eser-i samedânî

  • Samed olan Allah'ın eseri.

eser-i san'at

  • San'at eseri.
  • San'at eseri. San'at değeri olan eser.

eser-i san'at ve hikmet

  • San'at ve hikmet eseri, san'at ve hikmetle yapılan eser.

eser-i sun'

  • San'at eseri.

esfar / esfâr / اسفار

  • Seferler, yolculuklar. (Arapça)

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.

eşha

  • Şefkat.

eshab / eshâb

  • Sahipler.

eshab ve etba / eshâb ve etba

  • Sahabeler ve tabiin.

eshab-ı eyke / eshâb-ı eyke

  • Şuayb Peygamberin gönderildiği kavim.

eshab-ı hicr / eshâb-ı hicr

  • Salih Peygamberin gönderildiği kavim.

eshab-ı suffa / eshâb-ı suffa

  • Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i münevverede yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir ve kimsesiz müslümanlar.

eşhad

  • Şevâhidler. Şâhitler.

eshar / eshâr / اسحار

  • Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
  • Seherler. (Arapça)

eşhas / eşhâs / اشخاص

  • Şahıslar, kişiler.
  • Şahıslar.
  • Şahıslar.

eşhās / اَشْخَاصْ

  • Şahıslar.

eşi'a

  • Şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri.

esil

  • Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi.

esile / esîle

  • Sorular, sualler.

esir

  • Savaşta teslim alınan kimse.

eşirra / eşirrâ

  • Şerliler, kötüler.

eşk-i şadi / eşk-i şâdi

  • Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.

eşk-i tarab

  • Sevinçten dolayı akan gözyaşı.

eşkal / eşkâl / اشكال / اَشْكَالْ

  • Şekiller, biçimler.
  • Şekiller.
  • Şekiller (Arapça)
  • Şekiller.

eşkiya

  • Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.

eslaf / eslâf / اسلاف

  • Selefler; meslek, san'at, ilim gibi benzer şeylerde önce gelenler.
  • Selefler, öncekiler.
  • Selefler, geçmişler. (Arapça)

esliha / اسلحه / اَسْلِحَه

  • Silâhlar.
  • Silahlar.
  • Silahlar. (Arapça)
  • Silâhlar.

eşmat

  • Saç ve sakallarına kır düşmüş olan.

esmer

  • Siyaha, karaya çalan kumral renk.

esna / esnâ / اثنا

  • Sıra, an. (Arapça)

esnaf / esnâf / اَصْنَافْ

  • Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
  • Sınıflar.
  • Sınıflar, alım satımcı.
  • Sınıflar.

esnaf-ı masnuat

  • San'atlı yaratılmış varlıkların sınıfları.

esnaf-ı salihin / esnaf-ı salihîn

  • Salih kulların oluşturduğu sınıflar.

esnam

  • Sanemler, putlar.

eşraf / eşrâf / اشراف

  • Soylulular, şerefliler.
  • Şerefliler, ileri gelenler.
  • Seçkinler, ileri gelenler, sosyete. (Arapça)

esrar / esrâr

  • Sırlar, gizli gerçekler.
  • Sırlar, gizli ve akıl ermeyen şeyler.
  • Sırlar, gizli mânâlar.

eşrar / eşrâr

  • Şerli ve kötü kimseler.
  • Şerliler, kötüler.
  • Şerliler, kötüler.

esrar / اسرار / esrâr / اَسْرَارْ

  • Sırlar.
  • Sırlar, gizler. (Arapça)
  • Sırlar.

esrar-ı kelam / esrâr-ı kelâm / اَسْرَارِ كَلَامْ

  • Sözün sırları.

esrarengiz

  • Sırlı, gizemli.

esrarlı

  • Sırlarla dolu.

eşrat / eşrât

  • Şartlar, belirtiler.

eşref-i saat

  • Saatlerin şereflisi. Uğurlu ve işlerin rast gittiği, dua ve dileklerin kabul edildiği an.

essebebükelfail / essebebükelfâil

  • Sebep olan yapan gibidir.

esselamü aleyke ya eyyühe'l-üstad / esselâmü aleyke yâ eyyühe'l-üstad

  • Sana selâm olsun, ey üstad.

esselamü aleyke ya üstad! / esselâmü aleyke yâ üstad!

  • Sana selâm olsun, ey üstad!.

eşşükrü lillahi teala / eşşükrü lillâhi teâlâ

  • Şükür, teşekkür ve minnet yalnızca yüce olan Allah'a aittir.

eşşükrülillah

  • Şükür Allahadır.

eşvak / eşvâk

  • Şiddetli arzular, istekler.
  • Şevkler, aşırı istekler.

esvat / esvât / اصوات

  • Sesler.
  • Sesler. (Arapça)

esved / اسود

  • Siyah, kara.
  • Siyah. (Arapça)

eşya / eşyâ

  • Şeyler, varlıklar.

eşya-yı şeffafe / eşya-yı şeffâfe

  • Şeffaf şeyler.

etbautebe-i tabiin / etbautebe-i tâbiîn

  • Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden üçüncüsü olan Tebe-i tâbiîni görenler.

etibba-i hassa

  • Saray hekimleri, saray doktorları.

etraf-ı sema

  • Semanın çevresi, tarafları, ufukları.

etum

  • Su kaplumbağası.

euzü / eûzü

  • Sığınma.

euzü billahi mineşşeytani vessiyase / eûzü billâhi mineşşeytâni vessiyâse

  • Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım.

ev

  • Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. "yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister" gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.

evahir / evâhir / اواخر

  • Sonlar, son günler. (Arapça)

evail-i sure / evâil-i sûre

  • Sûre başları.

evamir-i şer'iye / evâmir-i şer'iye

  • Şeriatın emirleri.

evca-i şedide

  • Şiddetli ağrılar.

evceh-i akval / evceh-i akvâl

  • Sözlerin en uygunu, kavillerin en münasebetlisi.

evham vermek

  • Şüphelendirmek.

evham-ı vahiye

  • Saçma vehimler, asılsız kuruntular.

evhamlandırma

  • Şüphelendirme.

evil

  • Siyaset.

evkemakal / evkemâkal

  • Söylendiği gibi.

evrad-ı kudsiye-i şah-ı nakşibendi / evrâd-ı kudsiye-i şah-ı nakşibendî

  • Şah-ı Nakşibendî'nin sürekli olarak okuduğu kutsal virdler, zikirler.

evsaf-ı mebhuse

  • Sözü edilen, bahsi geçen vasıflar, nitelik ve özellikler.

evsaf-ı mümtaze / evsâf-ı mümtaze

  • Seçkin ve üstün özellikler.

evşeng

  • Sicim. İnce ip. (Farsça)

eyir

  • Sıcak yel.

eyyam-ı ma'dudat / eyyâm-ı ma'dûdât

  • Sayılı günler; Ramazan ayının bütün günleri.

eyyü

  • Sual sormak için "Hangi? Ne? Ne vakit?" mânalarına kullanılır.

ez-tu

  • Senden.

eza / ezâ

  • Sıkıntı, acı.

ezebb

  • Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam. (Farsça)

ezelden ebede

  • Sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar.

ezhar ve esmar-ı binihaye / ezhâr ve esmâr-ı bînihaye

  • Sonsuz çiçekler ve meyveler.

ezkiya

  • Saf, temiz, iyi halli kimseler.

ezvak-ı namütenahi / ezvâk-ı nâmütenâhi

  • Sonsuz zevkler.

faaliyet-i daime

  • Sürekli faaliyet, iş.

fabrika

  • Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer.

fail-i zülcelal / fâil-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah.

faka-i şedide / fâka-i şedide

  • Şiddetli ihtiyaç.

fakahet

  • Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak.

fakakı'

  • Su üstünde olan kabarcıklar.

fakdü'l-ahbap

  • Sevgililerin, dostların yok oluşu, onları kaybetme.

fakdülahbab / fakdülahbâb

  • Sevilenlerin bulunmaması.

fakleyun

  • Semizotuna benzer bir ot.

fakr u zaruret / fakr u zarûret / فَقْرُو ضَرُورَتْ

  • Şiddetli fakirlik.

fakr-ı mutlak

  • Sınırsız ihtiyaç hâli.

fanus

  • Süslü fener.

faraş

  • Süprüntü toplama aleti.

faraza / farazâ

  • Sözün gelişi, söz gelişi, farz edelim ki.

farzetme

  • Sayma, tutma.

fasid temizlik / fâsid temizlik

  • Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.

fasih-i şirket / fâsih-i şirket

  • Şirketi fesheden.

fasis / fasîs

  • Seyelan etmek, akmak.

fasl-ı hazan / fasl-ı hazân

  • Sonbahar, güz.

fatiha-i kelam / fâtiha-i kelâm

  • Sözün başlangıcı.

fatim

  • Sütten kesilmiş çocuk.

fatır-ı hakim-i zülcelal / fâtır-ı hakîm-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde benzersiz yaratan Allah.

fatır-ı hakim-i zülcemal / fâtır-ı hakîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı kerim / fâtır-ı kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan ve herşeyi hârika, eşsiz sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı kerim-i zülcemal / fâtır-ı kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik, lütuf ve cömertlik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı zülcelal / fâtır-ı zülcelâl

  • Sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı zülcemal / fâtır-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi benzersiz yaratan Allah.

fazazet

  • Sertlik, kabalık, kötü sözlülük.

fazıl-ı muhterem / fâzıl-ı muhterem

  • Saygı ve hürmete lâyık ve çok faziletli kişi.

fazilet-i şehadet

  • Şehitlik mertebesinin yüceliği.

fazl-ı rahman / fazl-ı rahmân

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah'ın yardımı.

fazl-ı rahmani / fazl-ı rahmânî

  • Sonsuz merhamet sahibi Allah'ın ikramı, ihsanı.

fecir / فَجِرْ

  • Sabah vakti.

fecir sünneti

  • Sabah namazının sünneti.

fecr

  • Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.

fecr-i sabah

  • Sabahın ilk aydınlığı.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.

fedid / fedîd

  • Ses, savt, sada.

fekahet / fekâhet / فكاحت

  • Şakacılık, muziplik. (Arapça)

felahan

  • Sapan. Taş atmaya mahsus âlet. (Farsça)

felat

  • Sahrâ, çöl. şenliksiz yer.

feletat / feletât

  • Sürçmeler, falsolar.

felimun / felîmun

  • Şebrem denilen ot.

fena-i mutlak

  • Sonsuz yok oluş.

fenafişşeyh / fenâfişşeyh

  • Şeyhinde fani olmak.

fenh

  • Su içerken tamamen kanmadan vaz geçmek.

fenn-i bedii / fenn-i bedîi

  • Sözün güzel olması usûl ve kaidelerinden bahseden belâgat ilminin bir bölümü.

fenn-i harb

  • Savaş sanatı.

fer'

  • Şube, bölüm, dal, kol.

ferag

  • Serin serin esen rüzgâr. (Farsça)

ferah / فرح

  • Sevinç, rahat, huzur.
  • Sevinç. (Arapça)

ferah-aver

  • Sevinç getiren, sevindiren, ferah getiren. (Farsça)

ferah-bahş

  • Sevinç veren, sevindiren. Ferah bağışlayan. (Farsça)

ferah-ebru

  • Sevimli, güler yüzlü. (Farsça)

ferah-ı münezzeh

  • Son derece nezih, temiz sevinç.

ferahet

  • Şan ve şeref. (Farsça)

ferahlı

  • Sevinçli, huzurlu, neşeli.

feraşet

  • Süpürücülük ve döşeyicilik. Kâbe-i şerifeyi süpürenin hizmeti.

feraset / ferâset / فراست

  • Sezgi. (Arapça)

feratık

  • Şiradan ve pekmezden yapılan pestil.

ferbih / فربه

  • Semiz. (Farsça)

ferbihi / ferbihî

  • Semizlik, topluluk, etlilik. (Farsça)

fercam / fercâm / فرجام

  • Son, uç. (Farsça)
  • Son, akıbet. (Farsça)

ferd-i mümtaz / ferd-i mümtâz / فَرْدِ مُمتَازْ

  • Seçkin insan.
  • Seçkin fert.

ferd-i şahs

  • Şahsî fert, birey.

ferdi / ferdî

  • Şahsî.

ferec / فَرَجْ

  • Sıkıntıdan kurtulma.

ferfah

  • Semizotu.

ferhan / ferhân / فرحان

  • Sevinçli, rahat.
  • Sevinçli, neşeli. (Arapça)

ferhunde-tali' / ferhunde-tâli'

  • Şanslı talihi yaver. Mes'ut, mutlu, saadetli. (Farsça)

ferih

  • Sevinçli, ferahlı. Fahur. Ferhan.

ferih fahur

  • Sevinçli olarak, iftihar ederek.

ferkadan

  • Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).

ferkade

  • Sergerde kimse.

ferman-ı ahkem

  • Sağlam esaslar içeren buyruk.

ferman-ı alişan / ferman-ı âlişân

  • Şanı yüce ferman.

ferman-ı ebedi / ferman-ı ebedî

  • Sonsuz ferman.

ferman-ı şahane / ferman-ı şâhâne

  • Şâhâne ferman, buyruk.

ferman-ı şeref

  • Şeref buyruğu, madalyası.

ferman-ı zişan / ferman-ı zîşân

  • Şan ve şeref sahibi buyruk.

fermend

  • Şan ü şeref ve mevki sahibi olan kişi. (Farsça)

fes'e

  • Sâkin olmak, sâkin etmek.

fesahat / fesâhat / فَصَاحَتْ

  • Sözün açık ve hatasız olması.

fesahat-i harika

  • Sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı.

feşak

  • Sürur, neşe, sevinç, neşat.

feşar

  • Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran. (Farsça)

fetebarekallah / fetebârekâllah

  • Şânı ne yücedir Allah'ın.

feth-i kelam / feth-i kelâm

  • Söze başlama.

feth-i şam

  • Şam'ın fethi.

feth-i suver / فَتْحِ صُوَرْ

  • Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.
  • Sûretleri açma.

fetiş

  • Sahibine uğur getirdiğine ve tabiatüstü özellikler taşıdığına inanılan nesne veya hayvan.

fetş

  • Sorup aratmak.

fetva emini / fetvâ emîni

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ
  • Şeyhülislâmlıkta fetva işleriyle meşgul olan dairenin başkanı.

fetva-yı mahz / fetvâ-yı mahz

  • Salt fetvâ, içinde farklı öğe bulunmayan mutlak fetvâ.

feveran-ı ab / feverân-ı âb

  • Suyun fışkırması.

fevg

  • Şişman olmak.

fevhed

  • Semiz oğlan, şişman çocuk.

fevkalgaye

  • Son derecede.
  • Son derecede.

fevkalhad

  • Sınırın üstünde.

fey'

  • Savaşta elde edilen mal ve ganimet.

fey'üz ganaim / fey'üz ganâim

  • Savaşta elde edilen mallar ve ganimetler.

feyac

  • Söz, kelam.

feycen

  • Sedef dedikleri ot.

feyd

  • Sallanmak.

feyezan / feyezân

  • Su taşkını.

feyyaz-ı mutlak / feyyâz-ı mutlak

  • Sınırsız feyiz, bolluk ve bereket veren Allah.

feyyih

  • Şiddetli adam.

feyz-i namütenahi / feyz-i nâmütenahî

  • Sonsuz feyiz ve bereket.

feza-yı gayr-ı mahdude

  • Sınırsız uzay boşluğu.

feza-yı gayr-ı mütenahi / fezâ-yı gayr-ı mütenâhî

  • Sonsuz uzay boşluğu, uçsuz bucaksız gök.

feza-yı namütenahi / feza-yı nâmütenâhi

  • Sonsuz uzay boşluğu.

feza-yı şadüman / feza-yı şâdüman

  • Sevinç ve neşe veren bir atmosfer, saha.

fezail-i kelamiye / fezâil-i kelâmiye

  • Sözün üstünlükleri.

fezayıh / fezâyıh

  • Suç ve hatalar, kusurlar.

feziz / fezîz

  • Seyelân etmek, akmak.

fi sebilillah / fî sebîlillâh

  • Sırf Allah yolunda, Allah için.

fi'l-i şart

  • Şart fiili.

figür

  • Şekil.

fihi nazar / fîhi nazar

  • Şüphe edilen bir mes'ele hakkında söylenir. "Ona bir bakmak, tetkik etmek lâzımdır" demektir.

fıkarat-ı müntehabe / fıkarât-ı müntehabe

  • Seçkin hikâyeler.

fikr-i san'at

  • San'at düşüncesi; san'atkârlık.

fikr-i siyaset

  • Siyaset fikri, düşüncesi.

fikr-i siyasi / fikr-i siyasî

  • Siyasî düşünce.

fikr-i ta'kib

  • Sona erdirme, peşini bırakmama.

filhal / filhâl / فى الحال

  • Şimdi, derhal. (Arapça)

fina / finâ

  • Şehir kenarı, büyük mezarlıklar (fabrika, mektep, kışlalar) ve kasabadakilerin harman yapmak, hayvan koşturmak, eğlenmek için devamlı kullandıkları yerler.

firak-ı ebedi / firâk-ı ebedî

  • Sonsuz ayrılık.

firak-ı layezali / firâk-ı lâyezâlî

  • Sonu olmayan ayrılık.

fırak-ı siyasiye

  • Siyasî fırkalar, siyasî partiler.

firc

  • Sır saklamayan kişi.

firdevs cenneti

  • Sekiz Cennet'in altıncısı.

fırka-i halisa / fırka-i hâlisa

  • Samimî grup, samimî, içten kişilerin partisi.

fırka-i naciyye / fırka-i nâciyye

  • Selâmet yolunu bulmuş, müslüman grubu.

fırka-i siyasiye

  • Siyasî parti.

fırtına

  • Şiddetli rüzgâr, korkutucu dalgalanma.

firuz

  • Said, hurrem, saadetli, uğurlu, muzaffer, mansur.

firuz-baht

  • Şanslı, uğurlu. (Farsça)

fisebilillah / fîsebîlillâh

  • Sadece Allah için.

fısk u fücur / fısk u fücûr

  • Sefahet ve günaha batma.

fıskıye

  • Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.

fıtrat-ı ilahiye / fıtrat-ı ilâhiye

  • San'at-ı Rabbaniye ve kudret-i İlâhiyenin dâima değişen bir defteri olan ve yanlış olarak "Tabiat" namı verilen Cenab-ı Hak'ın fıtrat kanunları ve mahlukatın yaradılışı.

fıtrat-ı zişuur / fıtrat-ı zîşuur

  • Şuurlu, bilinçli yaratılış.

fonograf / فُونُوغْرَافْ

  • Ses cihazı.

fücre

  • Suyun çıkıp aktığı yer.

fücur

  • Sapıklık, haddi aşma.

fuhul-i şuara

  • Şâirlerin en üstünleri.

fukara-i sabirin / fukara-i sâbirin

  • Sabreden, dayanan, oruç açmayan fakirler.

fukara-yı sabirin / fukara-yı sâbirîn

  • Sabreden ve avuç açmayan fakirler.

fünun-u acibe / fünun-u acîbe

  • Şaşırtıcı ve hayranlık verici ilimler.

für'al

  • Sırtlan eniği.

fürs

  • Şark kavimleri.

füru-maye

  • Soyu alçak. Kötü soylu. Sütü bozuk.

füruht / fürûht / فروخت

  • Satım. Satış. (Farsça)
  • Satış. (Farsça)

füruhtar

  • Satıcı. (Farsça)

füruş

  • Satan. Satıcı. (Farsça)

fürzel

  • Sırtlan eniği.

füşag

  • Sarmaşık otu.

füsunger

  • Sihirbaz. (Farsça)

füyak

  • Su kuşlarından uzun boyunlu bir kuş.

gabb

  • Sıtmanın gün aşırı tutması.

gabe

  • Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gadat

  • Sabahın erken zamanı. Sabah vakti.

gadn

  • Sarkık ve sülpük olmak.

gadve

  • Sabahtan öğle vaktine kadar yürümek.

gah ü bi-gah / gâh ü bî-gâh

  • Sıralı sırasız, vakitli vakitsiz.

gaile açmak

  • Sıkıntılı ve uğraştırıcı bir şeyler ortaya çıkarmak.

gaile çıkarmak

  • Sıkıntı meydana getirmek, üzüntü vermek.

gaile-i zaile / gaile-i zâile

  • Sona eren sıkıntı, ardı kesilen elem.

galat-ı şia

  • Şîa mezhebinin aşırı bir fırkası, grubu.

galeri

  • Sanat eserlerinin sergi yeri.

galeyan-ı ma' / galeyan-ı mâ'

  • Suyun kaynaması.

galiba / galibâ / gâliba / غالبا

  • Sanılır ki.
  • Sanırım, belki. (Arapça)

gam

  • Sıkıntı, üzüntü.

gam ve keder

  • Sıkıntı ve üzüntü.

gamem

  • Saçın, alnı ve başı örtmesi.

gammaz

  • Söz taşıyıcı.

gamz

  • Süzgün bakış.

gamze

  • Süzgün bakış.

ganaim / ganâim

  • Savaşta elde edilen mallar.

ganes

  • Su içtikten sonra teneffüs etmek.

gani / ganî

  • Sonsuz zengin olan Allah.

ganimet / ganîmet

  • Savaşta düşmandan ele geçirilen değerli şeyler; büyük nimet.
  • Savaşta düşmandan alınan mal.
  • Savaşta elde edilen mal.

ganiyy-i kerim / ganiyy-i kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve zenginlik sahibi olan Allah.

ganiyy-i rahim / ganiyy-i rahîm

  • Sınırsız zenginlik sahibi olan, şefkat ve merhamet sahibi Allah.

garaib-i san'at

  • Sanatın gariplikleri, hârikalıkları.

garaip / garâip

  • Şaşılacak şeyler.

garak

  • Suya batmak.

garaz-ı şahsi / garaz-ı şahsî

  • Şahsî düşmanlık, şahsî kin.

garaz-ı siyasi / garaz-ı siyasî

  • Siyasal maksatlar.

garer

  • Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.

garetgir / garetgîr

  • Saldırgan, çapulcu.

garik

  • Suda boğulmuş.

gark-ab

  • Suya batmış olan, boğulmuş. (Farsça)

gasben ank

  • Sana rağmen.

gasgase

  • Silahsız savaşmak.

gasul

  • Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su.

gav-ban / gâv-ban

  • Sığır çobanı, sığırtmaç. (Farsça)

gavadi / gavadî

  • Sabah bulutu.

gavta

  • Suyun içindeki derinlik. (Farsça)

gaye-i harp

  • Savaşın gayesi, sonucu.

gayet / غايت

  • Son derece.
  • Son derece.

gayet derece

  • Son derece.

gayet derecede

  • Sonsuz derecede.

gayet itminan

  • Son derece kararlılık, sebat.

gayeten

  • Son derece.
  • Son derece, çok fazla olarak.

gayetsiz

  • Sonsuz.
  • Sınırsız.

gayle

  • Şişman kadın.

gaylule / gaylûle

  • Sabah, tan yerinin ağarmaya başlamasından, tâ güneşin bir mızrak boyu (yaklaşık 45 dk.) yükselmesine kadar geçen zaman dilimi.
  • Sabah uykusu.

gayr-ı madud / gayr-ı mâdud

  • Sayısız.

gayr-ı madut / gayr-ı mâdut

  • Sayısız.

gayr-ı mahdud

  • Sınırsız.

gayr-i mahdud / gayr-i mahdûd / غير محدود

  • Sınırsız.

gayr-ı mahdude

  • Sınırsız.

gayr-ı mahdut

  • Sınırsız, sonsuz.

gayr-ı mahsur / gayr-ı mahsûr

  • Sınırsız.
  • Sınırsız.

gayr-ı mazbut

  • Sınırsız; sınır ve kayıt altına alınamayan.

gayr-ı men hüve leh

  • Sâhibinden gayrısı.
  • Sahibinden başkası, sahibinin kendi dışında; kendisi için olmayan.

gayr-ı meş'ur

  • Şuursuz, bilinçsiz; şuurla bağlantısı olmayan, farkedilmeyen.

gayr-i meşru' / gayr-i meşrû' / غَيْرِ مَشْرُوعْ

  • Şerîata uymayan.
  • Şerîata uymayan.

gayr-ı muhassal

  • Sonuçlanmamış, somutlaşmamış, elde edilmemiş.

gayr-ı mütenahi / gayr-ı mütenahî / gayr-ı mütenâhî

  • Sonsuz, nihayet bulmaz, bitmez.
  • Sonsuz.

gayr-i mütenahi / gayr-i mütenâhî

  • Sonsuz, sınırsız.

gayr-ı mütenahiye / gayr-ı mütenâhiye

  • Sonu olmayan, sonsuz.

gayr-ı sabit

  • Sabit olmayan.

gayr-ı şuuri / gayr-ı şuurî

  • Şuursuz, şuurun dışında.

gayrimütenahi / gayrimütenâhî

  • Sonu olmayan.

gaza / gazâ / غزا

  • Savaş. (Arapça)

gazavat / gazavât / غزوات

  • Savaşlar, harpler. (Arapça)

gazbe

  • Sağlam, sert taş.

gazi / gazî / غازی

  • Savaşta yaralanan, sağ dönen kimse.
  • Savaşmış, gaza yapmış. (Arapça)

gazi-i şehid

  • Savaşta gazi ve şehid olan.

gazve / غزوه

  • Savaş.
  • Savaş, din savaşı. (Arapça)

gazze

  • Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.)

gele / گله

  • Sürü. (Farsça)

geleban

  • Sığırtmaç, çoban. (Farsça)

gendeme

  • Siğil. (Farsça)

gerdune-i iclal

  • Saltanat arabası.

germ / گرم

  • Sıcak, kızgın.
  • Sıcak. (Farsça)

germa

  • Sıcak. (Farsça)

germa-peyma

  • Sıcaklık ölçeği. Termometre. (Farsça)

germabe

  • Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca. (Farsça)

germi / germî / گرمى

  • Sıcaklık. (Farsça)

germiyyet

  • Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma.

gevden

  • Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız. (Farsça)

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

gıbb-eş şehade / gıbb-eş şehâde

  • Şâhitlikten sonra.

gil

  • Su ile ıslanmış toprak, balçık. Lüleci çamuru, kil. (Farsça)

gile / گله

  • Sızlanma, yanıp yakılma. (Farsça)

gilemend / گله مند

  • Şikayetçi, sızlanan. (Farsça)

gıll u gışş

  • Şüphe ve tereddüt, kararsızlık. Kin ve hile. Hiyanet ve düşmanlık.

gille-mend

  • Şikâyet eden, halinden memnun olmayan. (Farsça)

gına-yı mutlak / gınâ-yı mutlak

  • Sınırsız zenginlik.

giran-guşane / giran-guşâne

  • Sağırcasına. (Farsça)

gırbın

  • Selin getirdiği çamur.

girdab

  • Suların dönerek aktığı tehlikeli yer.

girudar / gîrudar

  • Savaş, muharebe, cenk, cidâl, kavga. (Farsça)

girye-i şadi / girye-i şâdî

  • Sevinçten dolayı olan ağlama. Sevinç gözyaşı.

gisu / gîsû / گيسو

  • Saç. (Farsça)

gisubend / gîsûbend / گيسوبند

  • Saç bağı. (Farsça)

gıyasa

  • Suya dalmak.

guded / غدد

  • Salgı bezleri. (Arapça)

güftar / güftâr / گفتار

  • Sözler, lâkırdılar. (Farsça)
  • Söz. (Farsça)

güfte

  • Şarkı sözü.

gul

  • Safdil, ahmak, bön, sersem. (Farsça)

gül-ü halis / gül-ü hâlis

  • Saf ve temiz gül.

gümrahi / gümrahî

  • Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma. (Farsça)

gumuz

  • Sözün kapalı ve karışık oluşu.

günbed-i ab / günbed-i âb

  • Su kabarcığı.

güncayiş

  • Sığışma, sığma. (Farsça)

günciden / güncîden

  • Sığmak, girmek. (Farsça)

güncişk / گنجشك

  • Serçe kuşu, usfur. (Farsça)
  • Serçe. (Farsça)

gunne

  • Şeddeli "nun" ile şeddeli "mim"in teğanni ile okunması.

gurl

  • Sünnet olmamış kimse.

gurle

  • Sünnet olunacak deri.

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

gusa'

  • Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü.

gusn

  • Saç örgüsü.

gutat

  • Sabahın erken saatleri.

gute

  • Su içine bir defa dalıp çıkma, suya dalma. (Farsça)

güva

  • Şahit, delil. (Farsça)

güvah

  • Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan. (Farsça)
  • Şahit, bilen.

güvahi / güvahî

  • Şahitlik. şahitlik etmek. (Farsça)

güvariş

  • Sindirime yarıyan şeyler, hazme yardımı olan şeyler. (Farsça)

guvta

  • Şam diyarında suyu çok olan ağaçlık bir yer.

guya / gûya

  • Sanki.

güya / güyâ

  • Sanki.
  • Sanki.

guya / gûyâ / گویا

  • Sözümona. (Farsça)

güyan

  • Söyleyen. (Farsça)

güyem

  • Söylerim (mânâsına fiil). (Farsça)

güyende

  • Söyleyici. Söyleyen. Kail olan. (Farsça)

guyi / guyî

  • Söyleyiş, söyleme. (Farsça)

güz

  • Sonbahar.
  • Sonbahar.
  • Sonbahar.

güz mevsimi

  • Sonbahar.

güzaf / güzâf / گزاف

  • Saçma sapan, ipe sapa gelmez, boş, beyhude. (Farsça)

güzide / güzîde / گزیده / گُز۪يدَه

  • Seçilmiş, seçkin.
  • Seçkin, seçilmiş.
  • Seçkin. (Farsça)
  • Seçkin.

güziden / güzîden

  • Seçmek. İntihab etmek. (Farsça)

güzin / güzîn / گُز۪ينْ

  • Seçkin.

güziniş / güzîniş

  • Seçiş, seçme. (Farsça)

habe

  • Sıkılma, bunalma, darlanma, boğulma. (Farsça)

haben

  • Siroz denilen ve karında su toplanmasından ileri gelen bir hastalık.

habendat

  • Şişman kadın.

haber-i beşaret / haber-i beşâret

  • Sevindirici, müjdeli haber.

habi

  • Sürünüp emekleyen ufak çocuk.

habib / habîb / حَب۪يبْ

  • Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam.
  • Sevgili, dost.
  • Sevgili, sevilen.
  • Sevgili.

habib-i rahman / habib-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi ve yarattığı bütün varlıklara şefkatle rızıklarını veren Allah'ın en sevdiği kulu olan Hz. Muhammed.

habib-i rahmani / habib-i rahmânî

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah'ın sevgili kulu; Hz. Muhammed (a.s.m.).

habib-i şefik

  • Şefkatli Habib.

habib-i zişan / habib-i zîşân / habîb-i zîşân / حَب۪يبِ ذ۪يشَانْ

  • Şan ve şeref sahibi, Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Şân sahibi sevgili (asm).

habib-i zülcelal / habib-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah'ın sevdiği, Hz. Muhammed (a.s.m.).

Habibe / habibe

  • Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.

habibiyet / habîbiyet

  • Sevgililik.

habl-ül mesakin / habl-ül mesakîn

  • Sarmaşık bitkisi.

habl-ül verid

  • Şah damarı. Atar damar.

hablü'l-metin

  • Sağlam ip; İslâmiyet.
  • Sağlam ip. İslâ-miyet, Kur'ân-ı Kerim.

hablülmesakin / hablülmesâkin / حبل المساكن

  • Sarmaşık. (Arapça)

hablülmetin / hablülmetîn

  • Sağlam ip; İslâmiyet, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet.
  • Sağlam ip.

hablülverid / hablülverîd

  • Şahdamarı.

habrir / habrîr

  • Şey mânâsına gelir bir isim.

habt

  • Şiddetli vurma, battal etme, unutma.

hacat-ı ebediye / hâcât-ı ebediye

  • Sonsuz ihtiyaçlar.

hacc-ı mebrur / hacc-ı mebrûr

  • Şartlarına dikkat edilerek hiç günâh işlemeden yapılan ve kabûl olan hac.

hacc-ı şerif

  • Şerefli hac ibadeti.

haccal

  • Şatafatlı, debdebeli, gösterişli.

hacib-i yemin / hâcib-i yemin

  • Sağ kaş.

hacib-i yesar / hâcib-i yesar

  • Sol kaş.

hacim

  • Saldıran. Hücum eden.

hacuc

  • Şiddetli esen rüzgâr.

had / حد / حَدْ

  • Sınır.
  • Sınır.

had altına alınma

  • Sınrlanma, belirlenme.

had ü hesaba gelmeyen

  • Sayılamayacak kadar çok olan.

had ve hesaba gelmez

  • Sayılmayacak kadar çok, sayısız ve sınırsız.

had ve hududa alınmaz

  • Sınırlanmaz.

hadacir

  • Sırtlan.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadar

  • Suyu çok olan süt.

hadb

  • Şefaat etmek.

hadd

  • Sınır, yetki.
  • Sınır, çizgi.

hadd ü payanı olmayan / hadd ü pâyânı olmayan

  • Sonsuz ve kayıtsız olan.

hadd-i kusva

  • Son derece. Son had.

hadd-i ma'ruf

  • Şeriatça bilinen, makbul olan had. Emredilen, müsaade edilen hudud.

hadd-i münteha

  • Son nokta.

hadd-i şer'i / hadd-i şer'î

  • Şeriat kanunlarıyla verilen ceza.

hadd-i şeriat

  • Şeriatın sınırı.

hadden tecavüz

  • Sınırı aşma.

haddimin fevkinde

  • Sınır ve kapasitemin üzerinde.

haddinden geçirme

  • Sınırı aştırma, aşırıya götürme.

hades / حدس

  • Sezi, tahmin. (Arapça)

hadime / hadîme

  • Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.

hadıne

  • Süt nine.

hadis / hâdis / حَادِثْ

  • Sonradan var olan.
  • Sonradan var olan.

hadis-i maktu' / hadîs-i maktû'

  • Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.

hadis-i mevsul / hadîs-i mevsûl

  • Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

hadis-i muallak / hadîs-i muallak

  • Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)

hadis-i mürsel / hadîs-i mürsel

  • Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.

hadis-i müsned-i münkatı' / hadîs-i müsned-i münkatı'

  • Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

hadis-i müstefiz / hadîs-i müstefîz

  • Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.

hadis-i sahih / hadîs-i sahih

  • Sahih hadîs; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senetlerle aktarılan hadis.

hadis-i zaif / hadîs-i zaîf

  • Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.

hadisat-ı acibe / hâdisât-ı acîbe

  • Şaşılacak, garib olaylar.

hadise-i hazıra

  • Şimdiki hadise, olay.

hadise-i şahsi

  • Şahsi olay.

hadise-i şer'iye / hâdise-i şer'iye

  • Şeriatla ilgili olay.

hadise-i siyasiye / hâdise-i siyasiye

  • Siyasî olay.

hadleka

  • Şiddetle bakmak.

hadsen

  • Sezgiyle, zihnin hızlı intikali sûretiyle.
  • Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.

hadsiz

  • Sayısız, sınırsız.
  • Sınırsız.

hadsiz derecede

  • Sonsuz derecede.

hadv

  • Sürmek.

hafakan

  • Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.

hafaya / hafâyâ

  • Sırlar.

hafif ikrah / hafîf ikrâh

  • Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama.

hafişe

  • Sel yolu.

hafiz-i rahim / hafîz-i rahîm

  • Sonsuz rahmetiyle kullarını koruyup gözeten Allah.

hafiz-i zülcelal / hafîz-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah.

hafiz-i zülcelal-i ve'l-ikram / hafîz-i zülcelâl-i ve'l-ikram

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve ikram sahibi olan, herşeyi koruyup gözeten ve muhafaza eden Allah.

haiz / hâiz / حائز / حَائِزْ

  • Sahip.
  • Sahip, içine alan.
  • Sahip, bulunduran. (Arapça)
  • Hâiz olmak: Bulundurmak, sahip olmak. (Arapça)
  • Sâhib.

haiz olma / hâiz olma

  • Sahip olma.

haize / hâize

  • Sahip olan.

hak-rub / hâk-rub

  • Süpürge. (Farsça)

hakaik-ı acibe

  • Şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler.

hakaik-ı mücerrede / hakâik-ı mücerrede

  • Soyut hakikatler, gerçekler.

hakaik-i mücerrede / hakâik-i mücerrede

  • Soyut gerçekler.

hakaik-i muhkeme

  • Sağlam hakikatler, esaslar.

hakaik-i namütenahi / hakaik-i nâmütenâhî

  • Sonsuz hakikatler, gerçekler.

hakaik-i namütenahiye / hakaik-i nâmütenâhiye

  • Sonu gelmeyen hakikatler, gerçekler.

hakaik-i sabite / hakaik-i sâbite

  • Sabit, değişmez hakikatler, gerçekler.

hakaik-i şeriat

  • Şeriatin hakikatleri, esas ve gerçekleri.

hakikat-i içtimaiye

  • Sosyal hayatla ilgili gerçek.

hakikat-i mahbube

  • Sevilen hakikat, gerçek.

hakikat-i mukarrere

  • Sabit, kesinleşmiş gerçek.

hakikat-ı sabite / hakikat-ı sâbite

  • Sabit ve değişmez gerçek.
  • Sâbit, değişmez hakikat. (Farsça)

hakikat-i sabite / hakikat-i sâbite / hakîkat-i sâbite / حَقِيقَتِ ثَابِتَه

  • Sabit ve değişmez gerçek.
  • Sabit, değişmez hakikat.

hakikat-i şeriat

  • Şeriatın hakikat ve esası.

hakikat-i sevap

  • Sevap gerçeği.

hakim-i zişan / hâkim-i zîşân

  • Şan ve şeref sahibi idareci.

hakim-i zülcelal / hâkim-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah.

hakim-i zülcemal / hakîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah.

hakim-i zülkemal / hâkim-i zülkemâl

  • Sonsuz mükemmellik sahibi ve herşeye hükmeden Allah.

hakimiyet-i mutlaka / hâkimiyet-i mutlaka / حَاكِمِيَتِ مُطْلَقَه

  • Sınırsız hükümrânlık.

hakın

  • Sidik zorluğu olan kimse.

hakk-ı kelam / hakk-ı kelâm

  • Söz hakkı.

hakk-ı müdafaa

  • Savunma hakkı.

hakrub / hâkrûb / خاكروب

  • Süpürge. (Farsça)

hal / hâl / حَالْ

  • Şimdiki zaman.
  • Şimdiki zaman.

hal-i hazır / hâl-i hâzır

  • Şimdiki durum, şimdiki zaman.
  • Şimdiki zaman, bu anki durum.

hal-i sekir

  • Sarhoşluk hâli, durumu.

hal-i siyah / hâl-i siyah

  • Siyah ben.

hala / hâlâ / حالا

  • Şimdi, henüz.
  • Şimdi, hâlâ. (Arapça)

halavet / halâvet

  • Şirinlik, tatlılık, hoşluk.

halavet-i kelam / halavet-i kelâm

  • Sözün güzelliği ve akıcılığı.

halb

  • Süt sağmak.

halbus

  • Serçeden küçük bir kuş.

haleb

  • Süt sağma. Sağılmış süt.

halef an-selef

  • Seleften halefe geçme. Geçen ve gidenden, gelene kalma. Babadan evlâda geçme.

halef-isadıkin / halef-isâdıkîn

  • Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri.

halen / حالا

  • Şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
  • Şimdilik, henüz. (Arapça)

halenbus

  • Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.

halet / hâlet

  • Suret. Hâl. Keyfiyet.

halet-i içtimaiye / hâlet-i içtimaiye

  • Sosyal durum.

halet-i şuhud / hâlet-i şuhud

  • Şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.

halezon

  • Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.

hali hazır

  • Şimdiki zaman.

halib / halîb / حليب

  • Süt. (Arapça)

halid / hâlid / خالد

  • Sonsuz.
  • Sonsuz, ebedî. (Arapça)

halide

  • Saplanmış, dürterek bastırılmış. (Farsça)

halife-i zişan / halife-i zîşân

  • Şanlı halife.

halihazır / hâlihazır / hâlihâzır / حال حاضر

  • Şimdiki zaman.
  • Şimdiki durum.
  • Şimdiki durum. (Arapça - Farsça)

halihazırda

  • Şimdi, şu anda.

halık-ı kadim-i kadir / hâlık-ı kadîm-i kadîr

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan, varlığının başlangıcı olmayan, her şeyi yaratan Allah.

halık-ı kerim ve rahim / hâlık-ı kerîm ve rahîm

  • Sonsuz cömertlik ve merhamet sahibi ve her şeyi yaratan Allah.

halık-ı mennan / hâlık-ı mennân

  • Sayısız nimet veren ve ihsanı bol Allah.

halik-ı rahim / hâlik-ı rahîm

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyi yaratan Allah.

halık-ı rahim ve hakim / hâlık-ı rahîm ve hakîm

  • Sonsuz merhamet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yaratan Allah.

halık-ı rahim ve kerim / hâlık-ı rahîm ve kerîm

  • Sonsuz merhamet ve cömertlik sahibi olan yaratıcı, Allah.

halık-ı zişan / hâlık-ı zîşan

  • Şan sahibi, her şeyin yaratıcısı Allah.

halık-ı zülcelal / hâlık-ı zülcelâl

  • Sonsuz büyüklük, haşmet sahibi olan ve herşeyi yaratan Allah.

halık-ı zülcemal / hâlık-ı zülcemâl

  • Sonsuz derecede güzellik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah.

halık-ı zülkemal / hâlık-ı zülkemâl

  • Sonsuz mükemmellik sahibi olan ve herşeyi yoktan yaratan Allah.

halil / halîl

  • Samimi dost.

haliliyye

  • Samimi dostluk ve kardeşlik.

halis / hâlis / خَالِصْ

  • Saf, temiz.
  • Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.
  • Saf, duru, katışıksız.
  • Samîmî.

halisane / hâlisâne / خَالِصَانَه

  • Samîmiyetle.

halisen / hâlisen

  • Samimî olarak.

halisen lillah / hâlisen lillâh

  • Samimi bir şekilde, sadece Allah rızası için.

halisen livechillah / hâlisen livechillâh

  • Sadece Allah için.

halisiyet / hâlisiyet

  • Samimilik.

haliya / hâliyâ / حاليا

  • Şimdi, şu anda. (Arapça)

haliyen

  • Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda.

halk-ı şer / خَلْقِ شَرْ

  • Şerrin yaradılışı.
  • Şerri yaratma.

hallak-ı kerim / hallâk-ı kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan; çokça ve sürekli olarak yaratan Allah.

hallak-ı rahim / hallâk-ı rahîm

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan yaratıcı, Allah.

hallakıyet-i daime / hallâkıyet-i daime

  • Sürekli yaratıcılık.

hallal

  • Sirkeci, sirke yapan kimse.

halub

  • Sağılan şey.

haluf

  • Sütün veya yemeğin bozulması.

ham-ı zülf

  • Saç lülesinin kıvrımı.

hamd / حمد

  • Şükür. (Arapça)

hamd ü sena / hamd ü senâ

  • Şükür ve övgü.

hamd ve medh ü sena / hamd ve medh ü senâ

  • Şükretme ve övme.

hamd ve sena / hamd ve senâ

  • Şükretme ve övme.

hamd-ü sena / hamd-ü senâ

  • Şükür ve övgü.

hamd-ü şükr ü sena / hamd-ü şükr ü senâ

  • Şükür, hamd ve senâ.

hame-i şekva / hâme-i şekvâ

  • Şikâyet kalemi. şikâyet yazan kalem.

hamelat / hamelât / حملات

  • Saldırılar, hamleler. (Arapça)

hamız / hâmız

  • Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.

hamr / خمر

  • Şarab, sarhoşluk veren içki.
  • Şarap.
  • Şarap.
  • Şarap. (Arapça)

hamus

  • Sâkin olmak, susmak.

hamuş / hamûş / hâmûş / خاموش

  • Susmuş. Sessiz. Sâkit. (Farsça)
  • Sivrisinek.
  • Sessiz, susmuş.
  • Susmuş.
  • Suskun, sessiz. (Farsça)

hamuşane

  • Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde. (Farsça)

hamuşi / hamuşî

  • Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet. (Farsça)

hamvi / hamvî

  • Sıcaklık.

han / hân / خوان

  • Sofra.
  • Sofra. (Farsça)

hançer-i halide

  • Saplanmış hançer.

handistan

  • Şaka, lâtife. (Farsça)

hanedan / خاندان

  • Sülale, hanedan. (Farsça)

hanedan-ı saltanat / hânedân-ı saltanat

  • Saltanat soyu.

hanende / hânende

  • Şarkıcı.

hanende-gi / hânende-gî

  • Şarkıcılık, hânendelik. (Farsça)

hanfec

  • Şişman, etli kişi.

hanhana

  • Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.

hanif / hanîf

  • Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

hanis

  • Sinen, dönen.

hannas / hannâs / خناس / خَنَّاسْ

  • Şeytan.
  • Şeytan. (Arapça)
  • Sinerek vesvese veren, şeytan.

hannasi / hannasî

  • Şeytanla alâkalı.

hansa

  • Sırtlan.

haps-i ebedi / haps-i ebedî

  • Sonsuz bir hapis, Cehennem.

hara'

  • Süstlük, zayıflık.

harabe

  • Şehir ve ev yıkıntısı, virane.

harabiyet-i sed

  • Seddin yıkılışı, yok oluşu.

hararet / harâret / حرارت / حَرَارَتْ

  • Sıcaklık.
  • Sıcaklık, ısı.
  • Sıcaklık. (Arapça)
  • Sıcaklık.

haratin / harâtin / خراطين

  • Solucan. (Arapça)

harb

  • Savaş.
  • Savaş.

harbe / حربه

  • Süngü. (Arapça)

harben

  • Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.

harcef

  • Soğuk rüzgâr.

harekat-ı laubaliyane / harekât-ı lâubaliyâne

  • Saygısızca davranışlar.

harekat-ı laübaliyane / harekât-ı lâübaliyâne

  • Saygısızca davranışlar.

harekat-ı mütehavvile-i hadise / harekât-ı mütehavvile-i hâdise

  • Sonradan var olan değişen hareketler, oluşumlar.

harekat-ı muttaride / harekât-ı muttaride

  • Sürekli ve düzenli hareketler.

hareket-i adiye / hareket-i âdiye

  • Sıradan, normal hareket.

hareket-i muttaride

  • Sürekli ve düzenli hareket.

hareket-i şahsiye

  • Şahsî hareket.

hareket-i şedide / hareket-i şedîde

  • Şiddetli hareket.

hareket-i seneviye

  • Senelik hareket.

hareşe

  • Sinek.

harf-endaz

  • Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen.

haricen

  • Somut ve maddî olarak.

hariciler / hâricîler

  • Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm il

harid / harîd / خرید

  • Satın alma.
  • Satın alma. (Farsça)

haridar

  • Satın alıcı, satın alan.

haride

  • Satın alınmış.

harifi / harifî

  • Sonbaharla alâkalı.

harika-i san'at

  • San'at harikası.

harim / harîm

  • Saygısız, çekinmez. Kayıtsız kimse.

haris

  • Son derece hırslı olan.

haris-i şöhret / harîs-i şöhret

  • Şöhret ve nam düşkünü.

harp

  • Savaş.

harr-ı şedid

  • Şiddetli hararet, fazla sıcaklık.

harran

  • Susuz.

hars

  • Sürme, koruma, ekme, kazanma.

harut / hârût

  • Sihir belleten iki melekten birinin ismi.

hasa

  • Sığır terslemek.

haşak

  • Süprüntü, çöp. Yonga. (Farsça)

hasar

  • Soğuk, berd.

hasaret-i azime-i harbiye / hasâret-i azîme-i harbiye

  • Savaşın büyük zararı.

hasbıhal

  • Söyleşi, sohbet.

haseb

  • Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.

hasep

  • Soy.

hashas

  • Seri, çabuk, hızlı.

hasık

  • Süngü demiri.

hasil / hasîl

  • Sığır buzağısı.

hasıl-ı kelam / hâsıl-ı kelam / hâsıl-ı kelâm / hasıl-ı kelâm / حاصل كلام

  • Sözün özeti.
  • Sözün özü.
  • Sözün kısası.

hasılat-ı safiye / hâsılat-ı sâfiye

  • Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.

hasılat-ı seneviyye / hâsılat-ı seneviyye

  • Senelik kazançlar, yıllık gelirler.

hasin / hasîn / حصين

  • Sağlam.
  • Sağlam, müstahkem. (Arapça)

haşin / haşîn / خَش۪ينْ

  • Sert.

hasis emir

  • Sıradan küçük, basit iş.

haşiye / hâşiye

  • Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz.
  • Sayfanın altındaki açıklama yazısı.

hasiyet-i mümtaziye / hâsiyet-i mümtaziye

  • Seçkinlik özelliği.

haslar dairesi

  • Seçkin Nur talebelerinin dahil olduğu hizmet dairesi.

haşmet-i saltanat / حَشْمَتِ سَلْطَنَتْ

  • Saltanatın haşmeti, ihtişamı.
  • Saltanatın büyüklüğü.

haşmet-i sultan

  • Sultanın haşmeti.

haşna'

  • Saliha kadın.

hasr / حصر

  • Sınırlama.

hasr-ı kelam / hasr-ı kelâm / حَصْرِ كَلَامْ

  • Sözü mahsûs kılma.

hasr-ı muhabbet / حَصْرِ مُحَبَّتْ

  • Sevgiyi yöneltme, sadece onu sevme.
  • Sevgiyi bir noktaya yoğunlaştırma.

hasra gelme

  • Sayılamayan.

hasra gelmeyen

  • Sınır altına alınamayan, pek kalabalık.

hasra gelmez

  • Sınırlanmaz.

hasreden

  • Sadece belli şeylere odaklanan.

hassa

  • Saç ve sakalı döken bir hastalık.

hassa-i mümtaz

  • Seçkin özellik.

hassa-i sohbet

  • Sohbetin kendisine mahsus özelliği; Peygamber (a.s.m.) sohbetinden gelen tesir.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hasun

  • Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.

haşv-i melih

  • Söz arasında ikinci bir kelime veya cümle ile ikinci derecede bir mâna ifade etmek.

haşviyyat

  • Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler.

haşyet

  • Sevgiyle karışık korku.

hata'

  • Saçak bükmek.

hatemiyet / hâtemiyet

  • Son olma.

hati / hatî

  • Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren.

hatif / hâtif / هَاتِفْ

  • Sesi işitilen görünmez varlık.
  • Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen seslenici.

hatime / hâtime / خاتمه / خَاتِمَه

  • Son. Nihayet. Son söz.
  • Son, nihayet.
  • Sonuç, son.
  • Son, son söz.
  • Son.
  • Son. (Arapça)
  • Hâtime vermek: Son vermek. (Arapça)
  • Sona erdiren.

hatime çekmek / hâtime çekmek

  • Son vermek.

hatime-keş

  • Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren. (Farsça)

hatimenin hatimesi / hâtimenin hâtimesi

  • Sonucun neticesi, son sözün son sözü.

hatin

  • Sünnet eden.

hatm-i mekal

  • Sözü bitirmek, söze son vermek.

hatn / ختن

  • Sünnet. (Arapça)

hatreme

  • Sütlü bulamaç.

hatt

  • Sınır, çizgi, yazı, yol.

hatt-aver

  • Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.

hatt-ı harp

  • Savaş hattı, düşmanla savaş yapılan alan.

hatt-ı ictima-i miyah / hatt-ı ictima-i miyâh

  • Suların toplandığı hat. Dere, çay, nehir.

hatt-ı müdafaa / hatt-ı müdâfaa

  • Savunma hattı, müdafaa hattı.

hatt-ı şerifiniz / hatt-ı şerîfiniz

  • Şerefli yazınız, kendi mübarek hattınız, el yazınız.

hattan

  • Sünnetçi.

hattar

  • Süngü vuran.

hatv

  • Saçak bükmek.

hava-i nesimi / hava-i nesimî

  • Sabahki hava. Temiz hava.

havaric / havâric

  • Sapık bir anlayışın sahibi olan Haricîler.

havarık-ı san'at / havârık-ı san'at

  • Sanat harikaları.

havarık-ı sun'iye / havârık-ı sun'iye

  • San'at harikaları.

havas / havâs / خَوَاصْ

  • Seçkinler.
  • Seçkinler sınıfı, zenginler.
  • Seçkin tabaka.

havass / havâss

  • Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan zâtlar.
  • Seçkinler, okumuşlar, bilginler.

havatim / havâtîm

  • Sonlar, hâtimeler.

havatır-ı şeytaniye / havâtır-ı şeytaniye

  • Şeytanî vesvese ve düşünceler.
  • Şeytandan gelen hâtıralar, düşünceler.

havelan-ül havl

  • Senenin geçmesi. Senenin değişmesi.

haverver

  • Şey mânasına gelir bir isim.

havsala-i mevcude

  • Sahip olunan anlama gücü.

havz

  • Seri sevk, yeynilik, sür'atli oluş, hızlılık.
  • Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.

havza

  • Sınırlı bölge.

hay

  • Sağ, canlı.

hayal-perestlik

  • Sözde, hakikati rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.

hayat-ı bakiye / hayat-ı bâkiye / حَيَاتِ بَاقِيَه

  • Sonu olmayan hayat, âhiret.

hayat-ı daime

  • Sürekli hayat.

hayat-ı ebedi / hayat-ı ebedî

  • Sonsuz hayat.

hayat-ı ebediye

  • Sonsuz hayat.

hayat-ı içtimai / hayat-ı içtimaî

  • Sosyal hayat.

hayat-ı içtimaiye ve şahsiye

  • Sosyal ve kişisel hayat.

hayat-ı içtimaiye ve siyasiye

  • Sosyal ve siyasi hayat.

hayat-ı içtimaye

  • Sosyal hayat.

hayat-ı mutlaka

  • Sınırsız bir hayat.

hayat-ı namütenahi / hayat-ı nâmütenahî

  • Sonsuz hayat.

hayat-ı şahsiye ve nev'iye ve içtimaiye

  • Şahsî, türe ait ve sosyal hayat.

hayat-ı şehriye

  • Şehir hayatı.

hayat-ı siyasiye

  • Siyaset hayatı.

hayat-ı siyasiye ve içtimaiye

  • Siyasî ve toplumsal hayat.

haybet-zede

  • Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan. (Farsça)

hayda'

  • Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.

hayia

  • Şiddetli ses.

hayiş

  • Sık bitmiş olan hurma ağaçları.

hayran / hayrân

  • Şaşkın.

hayrat / hayrât

  • Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.

hayret / حيرت

  • Şaşma, şaşırma, ne yapacağını bilmeme.
  • Şaşma.
  • Şaşkınlık. (Arapça)

hayretinden ağlama

  • Şaşkınlığın tesiriyle ağlama.

hayretzede / حيرت زده

  • Şaşkın. (Arapça - Farsça)

haysiyet / حَيْثِيَتْ

  • Şeref, i'tibâr.

haysiyyet / حيثيت

  • Şeref, îtibâr.
  • Şeref, onur, itibar, değer.
  • Şeref, onur. (Arapça)

hayt-i esved

  • Siyah iplik, fecir zamanı yavaş yavaş silinen gecenin karanlığı.

hayt-ı semavi / hayt-ı semâvî / خَيْطِ سَمَاوِي

  • Semavi ip.

hayta

  • Şefkat.

hayu

  • Salya, tükrük. (Farsça)

hayvan-ı zişuur / hayvan-ı zîşuur

  • Şuur sahibi canlı varlık.

hayy-ı baki / hayy-ı bâkî / hayy-ı bâki / حَيِّ بَاق۪ي

  • Sürekli var olan ve sonsuz hayat sahibi olan Allah.
  • Sonu olmayan dâimi hayat sahibi (Allah).

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.

hazain-i namütenahiye / hazâin-i nâmütenâhiye

  • Sonsuz, sınırsız hazineler.

hazain-i servet / hazâin-i servet

  • Servet hazineleri.

hazal

  • Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.

hazam

  • Sür'atle yürümek, hızla yürümek.

hazan / hazân

  • Sonbahar, güz.

hazani / hazanî

  • Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait. (Farsça)

hazanistan

  • Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer. (Farsça)

hazanlika

  • Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü. (Farsça)

hazanreside

  • Sonbahara erişmiş, solup sararmış. (Farsça)

hazer / حذز / حَذَرْ

  • Sakın.
  • Sakınma, kaçınma, korunma, çekinme.
  • Sakınma. (Arapça)
  • Sakınma.

hazf / حذف

  • Silme, kaldırıp atma. (Arapça)

hazhaz

  • Seri, sür'atli, hızlı.

hazhaza

  • Sallama, el ile harekete getirme.

hazi / hazî

  • Sarkıklık.

hazık

  • Süngü demiri.

hazım / hâzım

  • Sindirici.

hazim / hazîm

  • Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan.

hazine-i binihaye / hazine-i bînihaye

  • Sonu olmayan hazine.

hazine-i ebediye

  • Sonsuz bir servet, hazine.

hazine-i esrar

  • Sırlar hazinesi.

hazine-i servet

  • Servet hazinesi.

hazine-mande / hazine-mânde

  • Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. (Farsça)

hazir / hazîr

  • Su sesi, su şırıltısı.

hazır / حَاضِرْ

  • Şimdiki (zaman).

hazır hamdler

  • Şimdiki zaman içinde yapılan hamdler, şükürler.

hazır zaman

  • Şimdiki zaman.

hazm / حضم

  • Sindirim. (Arapça)

hazmolma

  • Sindirilme.

hazret / حضرت

  • Saygıdeğer; saygı, hürmet maksadıyla büyüklere verilen ünvan.
  • Saygı ifadesi.
  • Sayın, hazret. (Arapça)

hazret-i kur'an-ı azimüşşan / hazret-i kur'ân-ı azîmüşşan

  • Şan ve şerefi büyük olan Kur'ân.

hazret-i selman-ı pak / hazret-i selmân-ı pâk

  • Selmân-ı Farisî.

hazret-i süleyman

  • Süleyman (a.s.).

hazuf

  • Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.

hazume

  • Sığır, bakar.

hazv

  • Sarkık olmak.

hazva'

  • Sarkık kulaklı eşek.

hazz / حظ

  • Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
  • Sevinç, haz. (Arapça)

hebbihi / hebbihî

  • Sallana sallana yürüyen kişi.

hebh

  • Sallanmak.

hebhab

  • Serap.

hebra

  • Şişman kadın.

hebz

  • Sür'at yapmak, hız yapmak.

heca / hecâ

  • Ses artıran harfler, harflerin dizilişi.

hecme

  • Şiddet, sertlik.

heda

  • Sakin olmak.

hedaya-yı şahane / hedâyâ-yı şahane

  • Şahane, mükemmel hediyeler, armağanlar.

hediye-i rahmaniye / hediye-i rahmâniye

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'ın hediyesi.

hedne

  • Sükun, sessizlik, durgunluk.

hefif / hefîf

  • Sür'atli seyir.

helak-ı ebedi / helâk-ı ebedî

  • Sonsuz mahvoluş, bitiş.

helaket-i ebediye / helâket-i ebediye

  • Sonsuz mahvoluş.

helezon

  • Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan.

helice / helîce

  • Saçaklı seccade.

helu'

  • Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.

hem suçlu hem güçlü

  • Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir.

hem-averd

  • Savaşan iki kişiden herbiri. (Farsça)

hem-raz

  • Sırdaş. En yakın arkadaş. (Farsça)

hemaguş / hemâgûş / هم آگوش

  • Sarmaş dolaş, kucak kucağa. (Farsça)
  • Hemâgûş olmak: Sarmaş dolaş olmak, kucaklaşmak. (Farsça)

hemal

  • Şerik, ortak, eş, benzer, nazir. (Farsça)

hemazi / hemazî

  • Sür'at, hız.

hemhudud / hemhudûd / هم حدود

  • Sınırdaş. (Farsça - Arapça)

hemicek

  • Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.

hemraz / hemrâz / همراز

  • Sırdaş. (Farsça)

hemsohbet / هم صحبت

  • Sohbet arkadaşı. (Farsça - Arapça)

henberit / henberît

  • Sırf yalan.

hendelin / hendelîn

  • Sözü çok olan kimse.

henf

  • Sür'at yapmak, hız yapmak.

hengame / hengâme

  • Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata. (Farsça)

hengamında / hengâmında

  • Sırasında.

henie / henîe

  • Şiddetli emir.

henien / henîen

  • Sıhhat ve afiyet olsun.

herec

  • Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.

herze / هرزه

  • Saçma. (Farsça)

herzegu / herzegû / هرزه گو

  • Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen. (Farsça)
  • Saçma sapan konuşan, lüzumsuz ve mânâsız sözler söyleyen.
  • Saçmasapan konuşan.
  • Saçmalayan. (Farsça)

herzeguyi / herzegûyî / هرزه گویى

  • Saçmalama. (Farsça)

herzekar / herzekâr

  • Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen. (Farsça)

herzekarane / herzekârane / herzekârâne

  • Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça. (Farsça)
  • Saçmalayarak.
  • Saçmasapan konuşarak.

heşheşe

  • Şâdlık etmek, neşeli olmak.

heşile / heşîle

  • Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve.

hess

  • Sıkmak.

heşt / هشت

  • Sekiz. (Farsça)
  • Sekiz. (Farsça)

heştad / heştâd / هشتاد

  • Seksen. (Farsça)
  • Seksen. (Farsça)

heştüm

  • Sekizinci. (Farsça)

hetk-i hürmet

  • Saygının ortadan kalkması. Şer'an haram olanın bozulması.

hetlan

  • Sürekli yağan hafif yağmur.

hevahah

  • Sevilen, muhib, dost. (Farsça)

hevaperest

  • Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil. (Farsça)

hevatif / hevâtif

  • Seslenen görünmez cinler.

hevte

  • Suya gidecek yol.

heyêt

  • Şekil, duruş, görünüş, topluluk, gök ilmi.

heyet-i içtimaiye

  • Sosyal yapı.

heyet-i sıhhiye

  • Sağlık heyeti, kurulu.

heyf

  • Sıcak rüzgâr.

hezaren

  • Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.

hezazik / hezazîk

  • Süratle kat'etmek, çok çabuk kesmek.

hezeyan / hezeyân / هَذَيَانْ

  • Saçmalık, saçmalama.
  • Saçmalama.

hezeyanat / hezeyânât

  • Saçmalıklar.

hezeyancı

  • Saçmalayan.

hezeyanlı

  • Saçmalayan.

hezeyanvari / hezeyanvâri / hezeyanvârî

  • Saçma sapan bir şekilde.
  • Saçmalarcasına.

hezl / هزل

  • Saçma, uydurma.
  • Şaka, şakalaşma. (Arapça)

hezl-gu / hezl-gû

  • Şakacı. Lâtifeci, mizahlı söz söyleyen.

hezlamiz / hezlâmiz

  • Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.

hezlgu / hezlgû / هزل گو

  • Şakacı. (Arapça - Farsça)

hezr

  • Saçmasapan, boş ve mânâsız söz.

hezreme

  • Sür'atle okumak. Sür'atli kelâm.

hıbab

  • Sevişmek, muhabbet.

hibas

  • Su bendi.

hibb

  • Seven. Dost. Muhabbet eden, arkadaş.

hibs

  • Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.

hicab

  • Sıkılma, utanma.

hicaz demiryolu

  • Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.

hicaz demiryolu madalyası

  • Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâ

hicran-ı ebedi / hicran-ı ebedî / هِجْرَانِ اَبَدِي

  • Sonsuz ayrılık.

hicran-ı la yezali / hicran-ı lâ yezalî

  • Sonsuz ayrılık. Ayrılıktan gelen sonu gelmez üzüntü.

hıdeb

  • Şişman gövdeli kimse.

hidroelektrik

  • Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik. (Fransızca)

hidroelektrik santralı

  • Su gücünü kullanarak elektrik üreten fabrika veya merkez.

hidrofil

  • Suyu kolayca emen madde. (Fransızca)

hidsan

  • Sonradan olmuş nesne.

hıfz

  • Saklama, koruma, ezberleme.
  • Saklama, koruma, ezber.

hıfz-ı bilad u ibad

  • Şehirlerin ve şehir ahalisinin korunması.

hıfz-ı ziynet

  • Süsün korunması, saklanması.

hıfzıssıhha / حفظ الصحه

  • Sağlığı koruma.
  • Sağlık koruma. (Arapça)

hikmet-i mutlaka

  • Sınırsız hikmet; yaratılıştaki gaye, herşeyin yerli yerinde ve anlamlı oluşu.

hikmet-i samedaniye / hikmet-i samedâniye

  • Samed olan Allah'ın hikmeti.

hikmet-i şer'iye

  • Şeriatin hikmeti, maksat ve gayesi.

hikmet-i şeriat ve islamiyet / hikmet-i şeriat ve islâmiyet

  • Şeriat ve İslâmiyet bilgisi, ilmi.

hikmet-i teşriiye

  • Şeriata ait ve Rabbânî kanunların hikmeti.

hikmetü'l-istiaze / hikmetü'l-istiâze

  • Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmanın sebepleri ve faydaları; On Üçüncü Lem'a.

hilaf-ı şeriat / hilâf-ı şeriat / hilâf-ı şerîat / خِلَافِ شَر۪يعَتْ

  • Şeriata zıt, aykırı.
  • Şerîata aykırı.

hilaf-ı sünnet / hilâf-ı sünnet

  • Sünnete zıt, aykırı.

hilal-i sütur

  • Satırların aralığı. Satırlar ortası.

hilalet

  • Samimi dostluk.

hilat / hilât

  • Süslü elbise, kaftan.

hilbilab

  • Sarmaşık.

hilbise

  • Şey.

hile / hîle

  • Sahtekârlık, hud'a. Aldatmak, yanıltmak.

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hıllet

  • Samimî dostluk, takdir edici arkadaşlık.

hılt / خلط

  • Safra, sevda, dem (kan) ve balgam olmak üzere insan vücudundaki dört ana maddenin herbiri. (Arapça)

himan

  • Susuz, susamış.

himm

  • Suyu çok olan kuyu.

himmet-i namütenahi / himmet-i nâmütenahî

  • Sonsuz mânevî destek ve gayret.

hina / hîna

  • Şarkı söyleme. (Farsça)

hina-ger / hinâ-ger

  • Şarkıcı, şarkı söyleyen. (Farsça)

hirabe

  • Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.

hiraka

  • Su dökmek.

hıram

  • Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme. (Farsça)

hiram

  • Salınarak eda ve naz ile yürüme. (Farsça)

hıraman

  • Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen. (Farsça)

hıred-suz

  • Şaşırtıcı, akıl yakıcı. (Farsça)

hirfet

  • Sanat, meslek.

hırid / hırîd

  • Satın alma. (Farsça)

hıride / hırîde

  • Satın alınan, satın alınmış. (Farsça)

hırre

  • Susuzluk.

hırs / حِرْصْ

  • Saklamak.
  • Şiddetli istek ve arzu, açgözlülük.
  • Şiddetle, açgözlülükle isteme.

hırs-ı şöhret

  • Şöhret hırsı, şöhrete düşkünlük.

hısım

  • Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.

hiss-i mücerred

  • Saf ve hâlis duygu.

hiss-i muhabbet

  • Sevgi hissi, duygusu.

hiss-i şedit

  • Şiddetli his, duygu.

hiss-i şefkat

  • Şefkat duygusu.

hiss-i şefkat ve himaye / hiss-i şefkat ve himâye

  • Şefkat ve koruma hissi.

hisse senedi

  • Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.

hissetmek

  • Sezmek.

hissiyat-ı sefihe / hissiyât-ı sefihe

  • Sefahet ve eğlenceye düşkün hisler, duygular.

hıt'

  • Suç, günah. Günah işlemek.

hitab / hitâb

  • Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.
  • Söyleme, buyurma.

hitab-ı abdülkadir

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin hitabı.

hitab-ı teşrifiye / hitab-ı teşrifîye

  • Şereflendiren hitap; Allah'ın "ebedî kalmak üzere Cennete girin" şeklinde şereflendiren hitabı.

hitam / hitâm

  • Son.
  • Son.

hitam bulma

  • Sona erme.

hıtan

  • Sünnet etmek.

hitan / ختان

  • Sünnet, sünnet etme. (Arapça)

hitanet

  • Sünnetçilik.

hitar

  • Saçma söz, mânâsız kelâm.

hıyar / hıyâr / خيار

  • Serbest olma. Yapılan bir akdden yâni sözleşmeden vazgeçebilmek hakkı.
  • Seçme hakkı. (Arapça)

hıyatat-ı kamile-i muhita-i san'at / hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san'at

  • Sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik.

hıyaz

  • Suya dalmak.

hıyere-i nas / hıyere-i nâs

  • Seçkin kimseler, mümtaz kişiler.

hiyman

  • Susuz.

hıyre-ser

  • Sersem, alık. (Farsça)

hıyreser / خيره سر

  • Sersem. (Farsça)

hiza / hizâ / حذا

  • Sıra, düzlük.
  • Sıra. (Arapça)
  • Hizâya gelmek: (Arapça)
  • Boyun eğmek, itaat etmek, kabullenmek. (Arapça)
  • Sırayı bozmadan durmak. (Arapça)
  • Hizâya girmek: Sıra olmak. (Arapça)

hizb-üş şeytan / hizb-üş şeytân

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
  • Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.

hizbü'ş-şeytan

  • Şeytanın taraftarları.

hizbüşşeytan / حِزْبُ الشَّيْطَانْ

  • Şeytanın taraftarları.
  • Şeytana uyan topluluk.
  • Şeytana tâbi' olanlar.

hizende / hîzende

  • Sıçrayıcı, fırlayıcı. (Farsça)

hizmet-i sadıkane / hizmet-i sâdıkane

  • Sadakatle hizmette bulunma.

hizze

  • Sürur, sevinç, neşe, neşat.

hizzeb

  • Soylu at.

hodfikirlik

  • Sadece kendi düşüncesini beğenme; düşüncelerinde bencil davranma.

hodserane

  • Serkeşçesine, dik başlılıkla.

hokka-i mina

  • Sema, gök yüzü.

hoşavaz

  • Sesi güzel olan. Güzel sesli. (Farsça)

hoşbeş

  • Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.

hoşmeşreb

  • Sevimli, güzel huylu. (Farsça)

hoşneva

  • Sesi güzel olan. Güzel sesli. (Farsça)

hoşru / hoşrû / خوش رو

  • Sevimli. (Farsça)

hoşsohbet

  • Sohbeti tatlı.

hovarda

  • Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.

hubase

  • Selin derede kazıp yıktığı yerler.

hubb / حب

  • Sevgi, muhabbet.
  • Sevgi.
  • Sevgi. (Arapça)

hubb-u cah

  • Şöhret düşkünlüğü, makam sevgisi. Rütbe hırsı. (Farsça)

hubbüşşehevat / hubbüşşehevât

  • Şehvetleri sevme, nefsin arzu ve istekelerinine aşırı düşkünlük.

hubş

  • Sesi güzel olan bir kuş.

hubur

  • Sevinç, gönül ferahlığı.

hüccet

  • Senet, belge, delil.

hüccet-i kasıra

  • Şahsa mahsus olup başkasına taâlluk etmeyen hüccet.

hüccetü'l-kur'an ala hizbi'ş-şeytan / hüccetü'l-kur'ân alâ hizbi'ş-şeytan

  • Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur'ân'ın kesin delili.

hüccetü'l-kur'an ale'ş-şeytan ve hizbihi / hüccetü'l-kur'ân ale'ş-şeytan ve hizbihî

  • Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur'ân'ın delili.

huceste

  • Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli. (Farsça)

hücre-i saadet / hücre-i saâdet

  • Saâdetli oda. Fahr-i Kâinat Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) odası.

hücum / hücûm / هجوم

  • Saldırı.
  • Saldırı.
  • Saldırı, akın. (Arapça)

hücum eden

  • Saldıran.

hücumat / hücumât

  • Saldırılar.

hüd'

  • Sâkin olmak.

hüdafet

  • Semizlik, besililik, etlilik.

hudahan

  • Şehâdet parmağı. (Farsça)

hüdbüd

  • Sütün koyu ve yoğurt olması.

hüdhüd

  • Süleyman aleyhisselâmın haberci kuşu.

hudr

  • Sıçramak. Seğirtmek.

hudud / hudûd / حدود

  • Sınır, uç.
  • Sınırlar, hudutlar.
  • Sınır.
  • Sınırlar. (Arapça)

hudud-u şer'iyye

  • Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.

hudus / hudûs

  • Sonradan meydana gelme, yok iken sonradan varlık kazanma.
  • Sonradan meydana gelme, yok iken varlık kazanma.
  • Sonradan olma.
  • Sonradan var olma.

hudüs

  • Sonradan meydana gelme.

hudut

  • Sınır.

hudutsuz

  • Sınırsız.

hükm-ü şer'i / hükm-ü şer'î

  • Şeriatın hükmü, kanunu.

hükmi şahıs / hükmî şahıs

  • Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese.

hukne / حقنه

  • Şırınga. (Arapça)

hüku'

  • Sâkin olmak.

hukuk-i siyasiye / حقوق سياسيه

  • Siyasal hukuk.

hukuk-u hürmet

  • Saygı hakkı.

hukuk-u müdafaa

  • Savunma hakkı.

hukuk-u şahsiye

  • Şahsın hak ve hukuku, kişi hakları.

hukuk-u siyasiyye / hukuk-u siyâsiyye

  • Siyasi haklar. Memleket idâresini ve halkın hakkını tanıyan hükümlerin tamamı.

hükumet-i hazıra / hükûmet-i hazıra

  • Şimdiki hükûmet.

hükumet-i meşruta-i meşrua / hükûmet-i meşruta-i meşrua

  • Şeriata uygun meşrutiyet hükûmeti.

hulalet

  • Samimi dostluk arkadaşlık.

hülam

  • Sirke ile pişen sığır eti.

hulasa-i kelam / hulasa-i kelâm / hulâsa-i kelâm

  • Sözün hülâsası. Sözün özü.
  • Sözün özeti.

hülasa-i kelam / hülâsa-i kelâm

  • Sözün özü, kısası.

hülbe

  • Şiddet.

huld cenneti

  • Sekiz Cennet'in dördüncüsü.

hulf

  • Sözünden dönme.

hulfetmek

  • Sözünde durmamak.

hulfü'l-va'd

  • Sözünden dönme.

hulfü'l-vaid / hulfü'l-vaîd

  • Söz verdiği halde azap ve cezayı yerine getirmeme.

hulfül-vaad

  • Sözünden dönme.

hulfülvaad

  • Sözünden dönme.
  • Sözden dönme.

hülhal

  • Saf su.

hulle-i san'at

  • San'atlı elbise.

hulle-i san'atnüma / hulle-i san'atnümâ

  • San'atlı elbise.

hulus / hulûs / خُلُوصْ

  • Samîmiyet, hâlis ve saf olma.

hulusi

  • Samimi, candan. Hâlis ve içi temiz olan.

humame

  • Süprüntü.

humar / humâr

  • Sarhoşluğun verdiği sersemlik, başağrısı.

humari / humarî

  • Sarhoşluktan gelen sersemlik hâli.

humaris

  • Sağlam, şiddetli, katı.

humeyya

  • Şiddet.

humret-i şafak

  • Şafak kırmızılığı, şafak kızıllığı.

humud / humûd

  • Şehvet yokluğu, soğukluk, isteksizlik.

hun-i can / hun-i cân

  • Şarap.

hüner / هنر

  • Sanat, ustalık, beceri. (Farsça)

hunne

  • Sözü burun içinden söylemek.

huntuf

  • Sakalını yolan.

hünu'

  • Sindirip hazmetmek.

hunya / hunyâ

  • Şarkı söyleme. (Farsça)

hunyager / hunyâger / خنياگر

  • Şarkı söyleyen, şarkıcı. (Farsça)
  • Şarkıcı. (Farsça)

hunzub

  • Şişman gövdeli, boş konuşan kadın.

hurafe

  • Saçma inanış.

hurdegir

  • Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan. (Farsça)

huri / hûrî

  • Sevgili, cennet kızı.

hürmet / حرمت

  • Saygı.
  • Saygı, haramlık.
  • Saygı. (Arapça)

hürmet etme

  • Saygı gösterme.

hürmet etmek

  • Saygı göstermek.

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hurmet-i şedide

  • Şiddetli yasaklama.

hürmet-i şer'iye

  • Şeriata olan hürmet, dinî saygı.

hürmeten

  • Saygı gereği olarak.
  • Saygı duyarak.

hürmetkar / hürmetkâr / حرمتكار

  • Saygılı.
  • Saygılı.
  • Saygı duyan. (Arapça - Farsça)

hürmetli

  • Saygıdeğer.

hürmetsiz

  • Saygısız.

hürmetsizlik

  • Saygısızlık.

hurrem

  • Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü. (Farsça)

hürriyet-i mutlak

  • Sınırsız hürriyet.

hürriyet-i şahsiye

  • Şahsî hürriyet; kişisel özgürlük.

huruf-u halk

  • Sesi boğazdan çıkan harfler. (Hâ, hı, ayn, gayn, he, hemze gibi)

huruf-u şartiye

  • Şart edatları; Türkçe'de "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan Arapça edatlar, in, lev gibi.

hurufumukattaa / hurûfumukattaa

  • Sûre başlarındaki şifreli harfler.

hüşad

  • Suyu emmeyen sert arâzi.

husas

  • Sür'atle gitmek, seğirtmek, koşmak.

hüsn-i hatime / hüsn-i hâtime

  • Son nefeste, rûhunu îmân ile teslim etme, îmân ile âhirete gitme.

hüsn-ü kelam / hüsn-ü kelâm

  • Sözdeki güzellik.

hüsn-ü masnuiyet

  • Sanatındaki güzellik.

hüsn-ü mücerred / حُسْنُ مُجَرَّدْ

  • Saf katıksız güzellik.

hüsn-ü san'at

  • San'at güzelliği.

hüsn-ü şefkat

  • Şefkatin güzelliği.

hüsn-ü teveccüh

  • Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.

hüsn-ü ziynet

  • Süsteki güzellik, güzel süsleme.

huşu / huşû

  • Sevgiyle karışık korku.

hüsünlü

  • Süslü.

hususat-ı şahsiye

  • Şahsi konular.

hususi alem / hususî âlem

  • Şahsa ait, özel âlem, özel dünya.

hutame

  • Sofrada kalan yemek artığı.

hutbe-i şirin

  • Sevimli ve tatlı hutbe.

hütul

  • Sürekli yağmur yağma.

hütun

  • Sürekli yağmur yağma.

huvaka

  • Süprüntü.

hüve'l-hakk

  • Sadece o haktır, doğrudur.

hüve'l-hakku

  • Sadece o haktır.

hüve'l-hasen

  • Sadece o güzeldir.

hüve-l ahsen

  • Sadece ve yalnız en güzel O'dur.

hüve-l hasen

  • Sadece, yalnız o güzeldir.

hüvf

  • Soğuk rüzgâr.

hüviyet

  • Şahsiyet, kişilik.

huzale

  • Saman ufağı.

huzmasafadamakeder / huzmâsafâdâmâkeder

  • Safa vereni al keder vereni bırak.

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.

huzub

  • Semiz olmak, besili olmak.

huzur-u daimi / huzur-u dâimî

  • Sürekli olarak Allah'ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma.

huzur-u kibriya / huzur-u kibriyâ

  • Sonsuz büyüklük sahibi Allah'ın yüce huzuru.

i'caz-ı san'at / i'câz-ı san'at

  • San'attaki olağanüstülük; burada bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan Kur'ân san'atının olağanüstülüğü kastedilmektedir.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'naf

  • Sertlik etme.

i'tibar-ı suret

  • Surete itibar etme, görünüşe değer verme.

i'tidal-i dem

  • Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve tedbirli hareket.

i'timad-ı kavi / i'timad-ı kavî

  • Sağlam itimad, kavi güveniş.

i'tisar

  • Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma.

iade-i afiyet

  • Sağlığına kavuşmuş.

iade-i mücrimin / iade-i mücrimîn

  • Suçluların kendi memleketlerine iade edilmesi.

iaze

  • Sığındırmak. Muhafaza etmek. İltica.

ibad-ı mükerrem / ibâd-ı mükerrem

  • Şerefli, saygın kullar.

ibadet-i halisa / ibadet-i hâlisa

  • Samimiyetle, içtenlikle yapılan ibadet.

ibahiyye

  • Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse.

ibhac

  • Sevindirme, sürur ve sevinç verme.

ibhah

  • Sesini boğuk bir şekilde çıkarma.

ibka / ibkâ

  • Sürekli ve kalıcı hale getirme.
  • Sürekli kılma, bakileştirme.

ibkà etmek

  • Sürekli ve kalıcı hâle getirmek.

ibkam / ibkâm

  • Susturma, bir tartışmada ağız açamıyacak hale getirme.

iblis / iblîs / اِبْل۪يسْ

  • Şeytan.
  • Şeytan.
  • Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.
  • Şeytan.

iblisane / iblisâne / iblîsâne / ابليسانه

  • Şeytanca. İblisçesine, müfsidane.
  • Şeytanca.
  • Şeytanca.
  • Şeytanca. (Arapça - Farsça)

ibn-i mikraz

  • Sansar.

ibn-i züka / ibn-i zükâ

  • Sabah.

ibn-ül ma' / ibn-ül mâ'

  • Su kuşu.

ibraz-ı şefkat

  • Şefkatin gösterilmesi.

ibrik

  • Su testisi.

ibs

  • Sevinmek, ferah.

ibtaş

  • Şiddetle tutma, kavrama.

ibtida-şüdegan

  • Stajyer. (Farsça)

ibtihac / ibtihâc / ابتهاج

  • Sevinç, sevinme. İç açıklığı.
  • Sevinç, sevinme.
  • Sevinme. (Arapça)

ibtikar

  • Sabahleyin erkenden kalkma.

ibtila-yi şedid / ibtilâ-yi şedid

  • Şiddetli tiryakilik.

ibtiya'

  • Satın alma, mübâyaa etme.

iç cebehane

  • Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare "Hazine-i esliha", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde "Dâr-ül esliha", daha sonraları da "Harbiye ambarı" olarak değiştirilmiş, en sonunda "askerî müze" şeklini almıştır. (Türkçe)

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icab ve kabul-ü şer'i / icab ve kabul-ü şer'î

  • Şeriata göre "verdim" ve "aldım" ifadesi, ilkeleri.

icare-i müeccele

  • Sonradan alınacak kirâ.

icaz-ı muhill

  • Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.

icazetname

  • Şehadetname. Diploma. Şehadet kâğıdı. (Farsça)

icdan

  • Sonradan zengin olma.

icl

  • Sığır yavrusu, buzağı.

iclal / iclâl

  • Saygı göstermek, büyüklük.

icmad-ı ma / icmad-ı mâ

  • Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi.

icmal-i senevi / icmal-i senevî

  • Senelik gelir ve giderleri yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltmış olarak gösteren cetveller.

ictiba / ictibâ

  • Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.

içtihad-ı şer'i / içtihad-ı şer'î

  • Şeriat hükümlerine dayanarak yapılan içtihad.

içtihadat-ı safiyane / içtihadat-ı sâfiyâne

  • Samimî, hâlis bir şekilde sırf Allah rızası için yapılan içtihadlar.

içtihadat-ı safiyane ve halisane / içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisâne

  • Samimi ve sâfi bir inanç ve niyetle yapılmış içtihadlar.

içtihadat-ı şer'i / içtihadât-ı şer'i

  • Şeriat hükümlerine dayanarak yapılan içtihatlar.

içtima-ı esbab

  • Sebeplerin bir araya gelmesi.

içtimai / içtimaî

  • Sosyal, toplumsal.

içtimai cereyan / içtimaî cereyan

  • Sosyal aktivite, akım, hareket.

içtimai hayat / içtimaî hayat

  • Sosyal hayat.

içtimai heyet / içtimaî heyet

  • Sosyal yapı.

içtimai sistem / içtimâi sistem

  • Sosyal sistem, toplumsal düzen.

ictimaileşme / ictimâileşme

  • Sosyalleşme, sosyalizasyon. (Arapça - Türkçe)

ictimaileşmek / ictimâîleşmek

  • Sosyalleşmek.

içtimaiyat / içtimâiyat

  • Sosyal hayat, sosyal yapı.

ictimaiyyat / ictimâiyyât / اجتماعيات

  • Sosyoloji, toplumbilim.
  • Sosyoloji, toplumbilim. (Arapça)

ictimaiyyatçı / ictimâiyyâtçı

  • Sosyolog, toplumbilimci. (Arapça - Türkçe)

ictimaiyyun / ictimâiyyûn / اجتماعيون

  • Sosyologlar, toplumbilimciler. (Arapça)

ictinab / اجتناب

  • Sakınma.

içtinaben

  • Sakınarak, kaçınarak.

ictizal

  • Sevinme, mesrur olma.

iczal

  • Semerin, devenin boynunu yara etmesi.

idare-i kelam / idâre-i kelâm

  • Sözü mümkün mertebe yürütmek, işi idare etmek.

idare-i örfiyye / idâre-i örfiyye / اداره عرفيه

  • Sıkıyönetim.

iddia makamı / iddiâ makamı / اِدِّعَا مَقَامِي

  • Savcılık.

iddianame / iddiânâme / اِدِّعَانَامَه

  • Savcının cezâ talep ettiği yazı.

iddifa-yı ma' / iddifa-yı mâ'

  • Suyun ısınması.

idhac

  • Silah takınmak.

ıdlal / ıdlâl

  • Saptırma, azıtma.

idlal

  • Saptırma, sapma.

idrar / idrâr / ادرار

  • Sidik.
  • Sidik. (Arapça)

ifa-yı sünnet / ifâ-yı sünnet

  • Sünneti işleme, yerine getirme.

ifa-yı vaad

  • Sözünü yerine getirmek.

ifade / ifâde / افاده

  • Söylem, anlatım, dile getirme. (Arapça)
  • İfâde edilmek: Anlatılmak, belirtilmek, dile getirilmek. (Arapça)
  • İfâde etmek: Anlatmak, belirtmek, dile getirmek. (Arapça)

ifakat-yaft

  • Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan. (Farsça)

ıfas

  • Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri.

ifda'

  • Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.

ifham / ifhâm

  • Susturma.

ifhar

  • Şereflendirmek. Şeref vermek. Fahirlendirmek.

iflas

  • Sıyrılıp kurtulmak.

ifrat-ı neşat

  • Sevinç coşkunluğu, sevinçten dolayı çoşma.

ifşa-yi raz

  • Sırrı açıklama.

ifsad-ı siyaset

  • Siyaseti bozma, siyasete fesat karıştırma.

igtimas

  • Suya dalma.

iha

  • Sevketme, gönderme.

ihbarat-ı gavsiye

  • Şeyh-i Geylanî'nin geleceğe dair verdiği haberler.

ihfa / ihfâ

  • Saklamak, gizlemek.

ihkam / ihkâm

  • Sağlamlaştırma.

ihlaf / ihlâf

  • Sözden dönme, yalan söyleme.

ihlas / ihlâs

  • Samimiyet, doğruluk, riyasızlık. Kur'ân-ı Kerim'in 112. Sûresi.

ihlas-ı kalb / ihlâs-ı kalb

  • Sadece Allah'ın rızasını gözeten kalb samimiyeti.

ıhmal

  • Saçak yapmak.

ıhrinmas

  • Sükut etmek, susmak.

ihsa / ihsâ / احصا

  • Sayma.
  • Sayma. (Arapça)

ihsai / ihsaî / ihsâî / احصائى

  • Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait.
  • Sayım ile ilgili, istatistik. (Arapça)

ihsanat-ı rahimane / ihsânât-ı rahîmâne

  • Şefkat ve merhametle yapılan ihsanlar, ba-ğışlar.

ihtilab

  • Süt sağma.

ihtilaf-ı suret / ihtilâf-ı suret

  • Şekil farklılığı; aynı hadisenin farklı tarzda nakledilmesi.

ihtimal-i bekà

  • Sonsuzluk ihtimali.

ihtimam

  • Süpürmek, süpürülmek.

ihtinan

  • Sünnet olma.

ihtirab

  • Savaşma, muharebe etme.

ihtiram / ihtirâm / احترام

  • Saygı gösterme.
  • Saygı duyma, hürmet etme. (Arapça)

ihtiram etmek

  • Saygı göstermek.

ihtiramen / ihtirâmen / احتراما

  • Saygı göstererek.
  • Saygıyla, saygı duyarak. (Arapça)

ihtiramkar / ihtiramkâr

  • Saygılı, hürmetkâr. (Farsça)

ihtiramsızlık

  • Saygısızlık, hürmetsizlik.

ihtiras / ihtirâs

  • Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması.

ihtirasat-ı dünyeviye / ihtirâsât-ı dünyeviye

  • Şiddetli arzu ve hırs ile dünyaya bağlılık.

ihtiraz / ihtirâz / اِحْتِرَازْ

  • Sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
  • Sakınma, çekinme.
  • Sakınma.

ıhtitaf

  • Sür'atle ahzetmek, çok hızlı almak.

ihtitam / ihtitâm / اختتام

  • Sona erme. (Arapça)

ihtitam-ı bahaiye

  • Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin devamlı okuduğu virdin son bölümü.

ıhtitan

  • Sünnet olmak.

ihtiyac-ı mutlak

  • Sınırsız ihtiyaç.

ihtiyac-ı şedit

  • Şiddetli ihtiyaç.

ihtiyan

  • Sözde durmama, emanete hiyanet etme.

ihtiyar / اختيار

  • Seçme, seçilme.
  • Seçme, isteme, yaşlı kimse.
  • Seçme, yaşlı.

ihtiyar etme

  • Seçme, tercih etme.

ihtiyar etmek

  • Seçmek, tercih etmek.

ihtiyaren

  • Seçerek, isteyerek.

ihtiyat

  • Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek.

ıhtizan

  • Sırrı gizlemek.

ihtizazat / ihtizâzât

  • Sarsmalar, titretmeler.

ihza'

  • Semirme, yağlanma. Semirtme, semirtilme.

ihzal

  • Şaka ve alay ile çok uğraşma.

ika / îkâ

  • Salma, meydana getirme.

ikab

  • Şiddetli azab, eziyet, ceza.

ikame-i beyyine

  • Şâhid getirme.

ikdirar-ı ma' / ikdirar-ı mâ'

  • Suyun bulanması.

ıkmas

  • Suya daldırıp çıkarma.

ikram-ı rahmani / ikram-ı rahmânî

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah'ın ikramı.

ikramen / ikrâmen

  • Saygı göstererek, hürmeten.

ikrar / ikrâr

  • Söyleme, dile getirme.

iktihal / iktihâl / اكتحال

  • Sürme çekme. (Arapça)

iktinan

  • Saklanma, gizlenme.

iktisab-ı şan ü şöhret

  • Şan ve şöhret kazanma, meşhur olma.

iktisar

  • Sınırlandırma, daraltma.

iktisatsız

  • Savurgan.

ıkvaliyyat / ıkvâliyyât

  • Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar.

ila

  • Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.)

ila ahir / ilâ âhir

  • Sonuna kadar.

ila ahir-i sure / ilâ âhir-i sûre

  • Sûrenin sonuna kadar.

ila nihaye / ilâ nihâye

  • Sonuna kadar.

ila-ahir / ilâ-âhir

  • Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.)

ila-nihaye

  • Sona kadar, nihayete kadar. Böylece devam eder.

ilaahir / ilââhir

  • Sonuna kadar.
  • Sonuna kadar.

ilallah-il müşteka

  • Şikâyet Allah'adır. Allaha şikâyet edilir.

ilan-ı harb / ilân-ı harb

  • Savaş açma. Harb ilân etme.

ilan-ı şehadet / ilân-ı şehâdet

  • Şahitliğini bildirme, duyurma.

ilan-ı sürur / ilân-ı sürur

  • Sevincin duyurulması.

ilanihaye / ilânihaye / ilânihâye / الى نهایه

  • Sonuna kadar.
  • Sona kadar.
  • Sonuna kadar. (Arapça)

ile'l-ebed

  • Sonsuza değin.

ile-l-an

  • Şimdiye kadar, bu âna kadar.

ilel

  • Sebepler, hastalıklar.

ilelebed / الى الابد

  • Sonsuza kadar.
  • Sonsuza kadar.
  • Sonsuza dek. (Arapça)

ılgam

  • Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık.

ılgımsalgım

  • Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık.

ilh

  • Sonuna kadar.

ilham

  • Söverek ve hakaret ederek onur kırma.

ılıca

  • Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.

ille

  • Sebep, illa.

illet / عِلَّتْ

  • Sebeb.

illet-i şer'iye

  • Şeriata ait illet; İslâmiyete uygun gerçek neden, sebep.

illi / illî

  • Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı.

illiyet / عِلِّيَتْ

  • Sebeplik.
  • Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış.
  • Sebebiyet, illetlik, sebep ve illet olma.
  • Sebeb olma hali.

illiyyet

  • Sebep ile ilgili, sebeplilik.

ilm-i binihaye / ilm-i bînihâye

  • Sonsuz ilim.

ilm-i esrar

  • Sırlar ilmi.

ilm-i meani / ilm-i meânî

  • Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.

ilm-i muhtar

  • Seçim serbestliği bulunan ve bağımsız hareket eden bir ilim sahibi.

iltica / ilticâ / التجا / اِلْتِجَا

  • Sığınma.
  • Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek.
  • Sığınma.
  • Sığınma.
  • Sığınma.
  • Sığınma. (Arapça)
  • Sığınma.

iltica eden

  • Sığınan.

iltica etme

  • Sığınma.

iltica etmek

  • Sığınmak.

ilticagah / ilticagâh / ilticâgâh / التجاگاه

  • Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak. (Farsça)
  • Sığınak.
  • Sığınak.
  • Sığınak, sığınma yeri. (Arapça - Farsça)

ilticakarane / ilticakârâne / ilticâkârâne

  • Sığınır bir şekilde.
  • Sığınırcasına.

ilticaname

  • Sığınma yazısı, metni.

iltifatat-ı binihaye / iltifatât-ı bînihaye

  • Sonsuz iltifatlar.

iltifatat-ı ebediye-i rahmaniye / iltifâtât-ı ebediye-i rahmâniye

  • Sonsuz merhamet sahibi Allah'ın teveccühleri.

iltima

  • Sararıp solmak. Renk değiştirmek.

iltiyak

  • Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma.

ilye

  • Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı.

ilzam / ilzâm / الزام

  • Susturma.
  • Susturma, sözle üstün gelme, yenme.
  • Susturma. (Arapça)

imame / imâme

  • Sarık, tesbih başı.
  • Sarık.

imamiyye / imâmiyye

  • Şiîliğin kollarından biri.

iman-ı yakini / îmân-ı yakînî

  • Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.

imbik

  • Süzme âleti.
  • Süzme aleti.

imdadat-ı rahmaniye / imdâdât-ı rahmâniye

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'ın yardımları.

imdadiye

  • Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.

imdi

  • Şimdi.
  • Şimdi.

imtihan

  • Sınama.

imtihanat / imtihanât

  • Sınamalar.

imtiras

  • Sürtünme, kaşınma.

inayet-i şahsiye / inâyet-i şahsiye

  • Şahsa ve kişiye yapılan yardım, ikram, lütuf.

inbat

  • Su arama.

inbik

  • Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.

incil-i şerif

  • Şeref sahibi İncil.

incirar-ı kelam / incirar-ı kelâm

  • Söz gelişi.

indeke

  • Senin yanında. Sana göre.

indira-iı ma' / indira-iı mâ'

  • Suyun dağılıp yayılması.

infihani / infihanî

  • Şişman adam.

ingımas

  • Suya dalma.

ingısas

  • Suya dalma.

ingıtat

  • Suya dalma.

inhiraf / inhirâf / انحراف / اِنْحِرَافْ

  • Sapma.
  • Sapma. (Arapça)
  • İnhiraf olunmak: Dönülmek. (Arapça)
  • Sapma.

inhisar / انحصار

  • Sınırlandırma, kayıt altına alma.
  • Sınırlanma.

inhişaş-ı esliha

  • Silâhların şakırtısı.

inka'

  • Suda ıslatma.

inkılab-ı şitevi / inkılâb-ı şitevî

  • Sonbaharın bitip, kış mevsiminin başlayışı. (Aralık ayının 21'ine rastlar.)

inkılab-ı siyasi / inkılâb-ı siyasî

  • Siyasî değişim, dönüşüm.

inkılabat-ı acibe / inkılâbât-ı acîbe

  • Şaşırtıcı ve hayret verici değişimler.

inkıraz / انقراض

  • Sönme. Zeval bulma.
  • Sönme, tükenme.
  • Sönme.

inni / innî

  • Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.

inşad / inşâd

  • Şiir şeklinde okuma.
  • Şiir okuma.

inşad etme / inşâd etme

  • Sesli olarak dile getirme.

insak-ı kelam / insak-ı kelâm

  • Söz düzgünlüğü, kelâmın akıcılığı.

insan-ı mükerrem

  • Şeref ve değeri çok yüksek olan, kendisine paha biçilmez ikram ve ihsanlarda bulunulan insan.

insan-ı müşteki / insan-ı müştekî / اِنْسَانِ مُشْتَكِي

  • Şikâyet eden insan.
  • Şikâyet eden insan.

insicam-ı ahkem

  • Sağlam bir akış ve uyumlu gidiş.

insilah / insilâh

  • Silâhlanma. Silâh ile techiz olma.
  • Soyulma, sıyırılma.

insilah etmek / insilâh etmek

  • Sıyrılıp çıkmak.

inşimar

  • Sallana sallana yürüme.

insiyab

  • Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme.

insiyak

  • Sevkedilme.

intaç eden

  • Sonuç veren.

inticam

  • Sona erme, nihayet bulma. Tamamlanma, tamam olma.

ıntıfa

  • Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma.

intifa / intifâ

  • Sönme.

intiha / intihâ / اِنْتِهَا

  • Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma.
  • Son, uç nokta.
  • Son, sona erme.
  • Son bulma, son.

intiha-pezir

  • Sona eren, nihâyet bulan. (Farsça)

intihab / intihâb

  • Seçme.
  • Seçme.

intihab etmek

  • Seçmek.

intihabat / intihâbât / انتخابات

  • Seçimler. (Arapça)

intihap

  • Seçme.

intihap etme

  • Seçme.

intihap etmek

  • Seçmek.

intihap olunan

  • Seçilen.

intikam-ı şahsi / intikam-ı şahsî

  • Şahsî intikam düşüncesi veya duygusu.

intisak

  • Sıra ile düzgün olma, intizamlı oluş.

intiza' / intizâ' / انتزاع

  • Söküp alma. (Arapça)

intizam-ı muttarid

  • Sürekli düzenlilik.

intizamat-ı san'at / intizâmât-ı san'at

  • San'attaki düzenlilik.

inzibat / inzibât

  • Sıkı düzen.

iptal

  • Sonuçsuz kalma.

irabe

  • Şüphelendirme, şüpheye düşürme.

irad / îrâd

  • Söyleme, dile getirme.

irad-ı kelam / irad-ı kelâm

  • Söz irad etme, söz söyleme.

irade / irâde

  • Seçme ve isteme kabiliyeti.

irade-i mutlaka

  • Sınırsız irade.

irade-i şefkat

  • Şefkat göstermeyi dileme, isteme.

irade-i şeyh

  • Şeyhin dilemesi.

irca-i kelam / irca-i kelâm

  • Sözü yine maksada çevirme ve getirme.

irfan-ı saadet / irfân-ı saâdet

  • Saâdet bilgisi, ilmi.

ırk-ı esved

  • Siyah derili, zenci.

irsa / irsâ

  • Sağlamlaştırma.

irşad-ı mahz

  • Salt irşad ve tebliğ.

irşaf

  • Suyu yavaş yavaş ve yudum yudum içme.

irsal-i lihye

  • Salak bırakma.

irtecek

  • Şimşek, berk. (Farsça)

irtias

  • Silkinme, sıçrama, deprenme.

irtiaş-ı mest

  • Sarhoş ve baygın titreyiş.

irticac / irticâc

  • Sarsıntı.

irticali / irticâlî

  • Sözlü konuşma.

irtida'

  • Süt emmek.

irtikab / irtikâb / ارتكاب

  • Suç işleme. (Arapça)

irtikak

  • Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması.

irtimas

  • Suya dalma, dalıp gitme. Dalgıçlık.

irva ve iska

  • Sulama, suya kandırma.

ırz

  • Şan ve şeref, nâmus.

iş'al

  • Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek.

işabe

  • Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması.

işar / işâr

  • Sezdirme.

işarat-ı cemal / işârât-ı cemâl

  • Sonsuz güzelliğin işaretleri.

işaret-i hissiye

  • Somut işaret; hislere, duygulara hitap eden işaret.

ısata

  • Seslenme, ses çıkarma.

ısbar

  • Sabrettirmek.

isfar / isfâr

  • Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı.
  • Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.

isfenc / اسفنج

  • Sünger.
  • Sünger. (Farsça)

isfenciye

  • Süngerler.

isfend

  • Şarap.

ısfirar

  • Sararmak. Sarı olmak.

ısfırar / ısfırâr / اصفرار

  • Sararma. (Arapça)

işgere

  • Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş. (Farsça)

işhad / işhâd

  • Şahit gösterme.
  • Şahit gösterme.

ishakiyye köşkü

  • Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.

ishal / ishâl / اسهال

  • Sürgün, cırcır olma. (Arapça)

ışık tufanı

  • Şiddetli ışık, aydınlık.

ışka

  • Sarmaşık adı verilen bir bitki.

iska

  • Su vermek, sulamak.
  • Sulama, su verme.
  • Sulama.

ışka / عشقه

  • Sarmaşık. (Arapça)

işka'

  • Şaki ve bedbaht eylemek.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

iskat / iskât / اسكات

  • Susturma.
  • Susturma. (Arapça)
  • İskât etmek: Susturmak. (Arapça)

iskat eden / iskât eden

  • Susturan.

iskat etme / iskât etme

  • Susturma.

iskat etmek / iskât etmek

  • Susturmak.

iskender

  • Sayısız beldeler fethetmiş bir hükümdar.

islamiyet / islâmiyet

  • Semâvî dinlerin sonuncusu; Müslümanlık.

ism-i şeriat

  • Şeriat ismi; İslâmiyet adı.

ismailiyye / ismâiliyye

  • Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.

ismam

  • Sona erdirme, bitirme, tamamlama.

ısmarlama

  • Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan.

ısmat

  • Susturma, susturulma, sükut ettirme.

ismen

  • Sadece isimle, gerçekten olmayan.

isna aşeriyye / isnâ aşeriyye

  • Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden v

ısparta süleymanları

  • Sıddık Süleyman Kervancı, Mübarek Süleyman, Süleyman Rüştü, Süleyman Rüştü Çakın.

ıspazmoz

  • Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme.

isper

  • Savaş âletlerinden kalkan. (Farsça)

isperlos

  • Saray, konak, kâşâne. (Farsça)

israf / isrâf / اسراف

  • Savurganlık.
  • Savurganlık. (Arapça)

israfil / isrâfil

  • Sur borusunu üflemekle görevli büyük bir melek.

israflı

  • Savurgan, tutumsuz.

işrak / işrâk

  • Sezgi; keşif ve ilham ile insanı Allah'a götüren yolları bulmaya çalışmak.

israr-ı esrar

  • Sırların gizlenmesi.

ıstabl-ı amire / ıstabl-ı âmire

  • Saray ahırı.

isti'rab

  • Sonradan Araplara dâhil olmak, araplaşmak.

isti'tafkarane / isti'tafkârane

  • Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde. (Farsça)

istiaze / istiâze

  • Sığınma.

iştibah / iştibâh

  • Şüphelenme, şüpheye düşme.
  • Şüphelenme, benzerlik.

iştibak / iştibâk

  • Şebekelenme, örgülenme.

ıstıbar / ıstıbâr / اصطبار

  • Sabretme. (Arapça)

istibdad-ı mutlak / istibdâd-ı mutlak

  • Sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük, despotluk.

istibdad-ı şeytani / istibdad-ı şeytanî

  • Şeytanca baskı, zulüm.

istibdad-ı siyasi / istibdad-ı siyasî

  • Siyasî baskı.

istical

  • Sonraya bırakılmasını istemek.

isticvab / isticvâb

  • Sorguya çekme.
  • Sorup cevap isteme.

isticvabname

  • Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt. (Farsça)

istidad-ı gayr-ı mütenahi / istidad-ı gayr-ı mütenâhî

  • Sonsuz yetenek.

istidad-ı muhabbet

  • Sevme kabiliyeti.

istidadat-ı gayr-ı mahdud / istidâdât-ı gayr-ı mahdud

  • Sınırsız kabileyetler, yetenekler.

istidadat-ı gayr-ı mahdude / istidâdât-ı gayr-ı mahdude

  • Sayısız ve sınırsız yetenekler.

ıstıfa / ıstıfâ / اصطفا / اِصْطِفَا

  • Seçme, ayıklama, süzme.
  • Seçme, ayıklama. (Arapça)
  • Safileşme.

ıstıfa-gerde / ıstıfâ-gerde

  • Seçilen. Seçilmiş bulunan. (Farsça)
  • Seçilmiş.

ıstıfai / ıstıfâî / اصطفائى

  • Seçimle ilgili. (Arapça)

istifham / istifhâm / اِسْتِفْهَامْ

  • Soru.
  • Soru, sorma.
  • Soru sorma.

istifsar / istifsâr / اِسْتِفْسَارْ

  • Sorma.

istiftah

  • Siftah etmek. Başlamak. Açmak.

istigase / istigâse

  • Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme.

istiglak

  • Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme.

istigmam

  • Sarmak, sarılmak.

istiğna-yı mutlak / istiğnâ-yı mutlak

  • Sınırsız zenginlik, hiçbir şeye muhtaç olmayış, tokgönüllülük.

istigrab

  • Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür.

istiğrap

  • Şaşırma, hayret etme.

iştihar / iştihâr

  • Şöhret bulma, ün kazanma.

istihbarat-ı mevsuka

  • Sağlam ve inanılır doğru haberler.

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık, siper.

istihrac-ı esrar

  • Sırları ortaya çıkarma.

istihva

  • Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.

istihza / istihzâ

  • Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.

istikan

  • Şüphesiz ve zansız olmak.

istikbal-i siyasi / istikbal-i siyasî

  • Siyasî karşılama.

istikrar-ı manzume

  • Sistemin istikrarı, kararlılığı.

istikrarsız

  • Sabit olmayan; değişken.

istilal

  • Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma.

istilam / istîlâm

  • Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe ill allahü vallahü ekber diyerek) onu selâmlamak ve e

istimal-i silah / istimal-i silâh

  • Söz silâhını kullanmak.

istimrar / istimrâr / استمرار / اِسْتِمْرَارْ

  • Süreklilik. (Arapça)
  • Sürekli olma.

ıstına' / ıstınâ' / اصطناع

  • Seçme. (Arapça)

ıstına-i sıddık

  • Sâdık dost seçme.

istinsah / istinsâh

  • Sayfaları yazarak çoğaltma.

istintak / istintâk / استنطاق

  • Sorgulama. (Arapça)
  • İstintâk etmek: Sorgulamak, sorguya çekmek. (Arapça)

iştira / iştirâ / اشترا

  • Satın almak. Mübayaa etmek.
  • Satın alma.
  • Satın alma.
  • Satın alma. (Arapça)
  • İştirâ etmek: Satın almak. (Arapça)

istirahat-i şahsiye ve umumiye

  • Şahsın ve toplumun rahatı.

istirak

  • Sirkat etmek. Çalmak. Hırsızlık etmek.

iştirak-i a'mal / iştirâk-i a'mâl

  • Sevap kazandıran işlerde ortaklık.

iştirak-i san'at

  • San'at ortaklığı.

istirha-yı a'sab / istirha-yı a'sâb

  • Sinirlerin gevşemesi.

istisabe

  • Sevap kazanmak isteme.

istişfa / istişfâ

  • Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak.
  • Şifa dileme, şifa talep etme.
  • Şifa isteme.

istişfa'

  • Şefaat dileme.

istişhad / istişhâd

  • Şahit gösterme, şahit tutma, delil olarak gösterme.
  • Şahit gösterme.

istişhad etme

  • Şahit gösterme, şahit tutma, delil getirme.

istişhaden

  • Şâhid göstererek, şâhid getirerek.

istişhar

  • Şöhret sahibi olmak. Şöhret kazanmak.

istismar

  • Sömürü, sömürme.

istişra

  • Satın alma. Satın almak isteme.

istitrab

  • Sevinmeyi, süruru istemek.

istitrabi / istitrabî

  • Sürur ve sevinmeyi istemeğe dâir.

istitraden / istitrâden / استطرادا

  • Sırası gelmişken. (Arapça)

iştiyak / iştiyâk / اشتياق

  • Şiddetli istek.
  • Şiddetli arzu, istek.
  • Şevklenme, şevk duyma. (Arapça)

iştiyakan

  • Şevkle, hasretle, özlem duyarak.

iştiyakat / iştiyakât

  • Şiddetli istekler.

ita'at / itâ'at

  • Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

itaat / itâat

  • Söz dinleme.

itaatkarane / itâatkârâne

  • Söz dinleyerek.

itare-i name

  • Sür'atle ve hevesli bir şekilde mektub yollama.

itfa / itfâ / اطفا / اِطْفَا

  • Söndürme.
  • Söndürme.
  • Söndürme. (Arapça)
  • İtfâ etmek: Söndürmek. (Arapça)
  • Söndürme.

ıtfa'

  • Söndürmek.

itham / ithâm / اتهام / اِتْهَامْ

  • Suçlama.
  • Suçlama.
  • Suçlama.
  • Suçlama, töhmet altında bırakma. (Arapça)
  • Suçlama.

itham etme

  • Suçlama.

itham etmek

  • Suçlamak.

ithamname / ithâmnâme / اِتْهَامْنَامَه

  • Suçlama metni, yazısı.
  • Suçlama yazısı.
  • Suçlama yazısı.

itibar / îtibar / itibâr / اعتبار

  • Saygınlık.
  • Saygınlık. (Arapça)
  • İtibar etmek: Değerlendirmek, dikkate almak. (Arapça)

itidalidem / îtidâlidem

  • Soğukkanlılık.

itikad-ı yakin / itikad-ı yakîn

  • Şüphesiz ve kesin olarak bilme.

itiraf / îtiraf

  • Saklamayıp söyleme.

itkan

  • Sağlamlık.
  • Sağlam yapma.

itkan-ı san'at

  • San'atın sağlam, mükemmel ve pürüzsüzlüğü.

ıtlak / ıtlâk

  • Sınırlandırmama, salıverme.

ıtna'

  • Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak.

ıtnab

  • Sözü uzatma.

itnab / itnâb

  • Sözü uzatma; herhangi bir yeni fayda için, maksadı alışılagelmişin dışında uzun bir söz ile ifade etme.

ıtnab / ıtnâb / اطناب

  • Sözü uzatma. (Arapça)

ıtrak

  • Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak.

ittiba-ı sünnet-i seniye

  • Sünnet-i seniyeye uyma.

ittifak-ı sükut / ittifak-ı sükût

  • Sükût ederek fikir birliğinde bulunma.

ittihad-ı muhammedi cemiyeti / ittihad-ı muhammedî cemiyeti

  • Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdeti ve arkadaşları tarafından İstanbul'da 5 nisan 1909 tarihinde kurulan bir cemiyettir.

ittiham / ittihâm

  • Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)
  • Suçlama.
  • Suçlanma.

ittiham eden

  • Suçlayan.

ittiham edilme

  • Suçlanma.

ittiham etme

  • Suçlama.

ittiham etmek

  • Suçlamak.

ittihamkarane / ittihamkârâne / ittihâmkârâne

  • Suçlarcasına.
  • Suçlanarak.

ittihamname / ittihâmnâme

  • Suçlama belgesi.
  • Suçlanma yazısı.

ittika / ittikâ

  • Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek.
  • Sakınma.
  • Sakınma. Takva ehlinden olma.

ittikan

  • Sağlam ve pürüzsüz san'at yapma.
  • Sağlamlık.

ittisaf / ittisâf

  • Sıfatlanma.

ittisafkarane / ittisâfkârâne

  • Sıfatlanırcasına.

ıyaz

  • Sığınma. İltica.
  • Sığınma.

ıyazen

  • Sığınarak.

iz'an / iz'ân

  • Şüphesiz anlama ve inanma.

izar

  • Suyun dibi. (Farsça)

ızdırap

  • Sıkıntı, aşırı elem.

izdiyan

  • Süslenme, bezenme.

izhar-ı esrar

  • Sırların açığa vurulması.

ızlak

  • Süçtürüp kaydırma.

iznen

  • Şeriatın müsaade ettiği, izin verdiği ölçüde.

ıztına'

  • Sıkılma, utanma, kızarma.

ıztırap

  • Sıkıntı, acı duyma.

izyan

  • Süslenme, donatılma.

izzet / عزت

  • Şeref.

izzet-alud / izzet-âlûd

  • Şeref ve yücelikle karışık.

izzetli

  • Şeref ve itibar sahibi.

jajha

  • Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan. (Farsça)

jajhayan

  • Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar. (Farsça)

jardiniyer

  • Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya. (Fransızca)

jeh

  • Siğil, sivilce. (Farsça)

jun

  • Sanem, put. (Farsça)

ka'bet-ül ulya / kâ'bet-ül ulyâ

  • Şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe.

ka'kaa

  • Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.

kabahat / قباحت

  • Suç.
  • Suç, kusur. (Arapça)

kabaih / kabâih / قبائح

  • Suçlular, kabahatliler. (Arapça)

kabe-i saadet / kâbe-i saadet

  • Saadet ve mutluluğa ulaştıran ana yön, merkez.

kabil-i hitab

  • Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.

kabiliyet-i san'at

  • San'at kabiliyeti, bir şeyi san'atlı bir şekilde yapabilme yeteneği.

kabr-i hamuş / kabr-i hâmuş

  • Sessiz mezar.

kabr-i şerif

  • Şerefli, değerli kabir, mezar.

kabus / kâbus

  • Sıkıntı ve korku veren.

kabza / قبضه

  • Sap, el, avuç.
  • Sap. (Arapça)

kadda'

  • Şiddetli.

kadir-i kayyum / kadîr-i kayyûm

  • Sonsuz kudret sahibi olan, herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan ve dilediği gibi onları idare eden Allah.

kadir-i kerim / kadîr-i kerîm

  • Sonsuz cömertlik sahibi olan ve kudreti herşeye yeten Allah.

kadir-i külli şey / kadîr-i külli şey

  • Sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah.

kàdir-i külli şey / kàdîr-i külli şey

  • Sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah.

kàdiri / kàdirî

  • Şeyh Abdulkadir-i Geylânî'nin kurduğu tarîkata mensup olan.

kafave

  • Sütten yapılan azık.

kafile-i şüheda

  • Şehitler topluluğu.

kafiye

  • Şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı sesi veren hecelerin benzeşmesi.

kafiyeperdaz / kafiyeperdâz / قافيه پرداز

  • Şair. (Arapça - Farsça)

kafkaf

  • Şahtere otu.
  • Şarap, hamr.

kafz

  • Sıçramak.

kah / kâh / كاه

  • Sultan.
  • Saman. Saman çöpü. (Farsça)
  • Saman. (Farsça)

kahdan / kâhdan

  • Samanlık. İçine saman doldurulan oda. (Farsça)

kahgil / kâhgil / كاهگل

  • Samanlı sıva çamuru. (Farsça)
  • Sıva. (Farsça)

kahif

  • Şiddetli yağmur.

kahil / kâhil

  • Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.

kahir-ül eşrar / kahir-ül eşrâr

  • Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden.

kahit

  • Şiddetli kıtlık olan sene.

kahraman-ı alişan / kahraman-ı âlişan

  • Şanlı kahraman.

kahvaltı

  • Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. (Türkçe)

kaide-i mahdude

  • Sınırlı bir kaide.

kaide-i şahsiye

  • Şahsî, kişisel kural.

kaide-i şer'iye / kâide-i şer'iye

  • Şer'i kural, İslâmiyet'in ortaya koyduğu kural.

kaide-i sual / kâide-i sual

  • Soru sorma kuralı.

kaide-i üstadane / kaide-i üstâdâne

  • Siz Üstadın kaidesi, prensibi.

kail

  • Söyleyen.

kainat-ı sakit / kâinat-ı sâkit

  • Sükut eden, susan kâinat.

kal / kâl / قال

  • Söz, konuşma.
  • Söz, ifade.
  • Söz, laf. (Arapça)

kāl / قَالْ

  • Söz.

kal'a-i hasin

  • Sağlam, kuvvetli kale.

kal'a-i polat ve beden

  • Sağlam kale ve yapı.

kalak / kalâk / قَلَقْ

  • Sıkıntı, huzursuzluk.
  • Sıkıntı, ızdırab.

kalb-i bendeleri / kalb-i bendelerî

  • Size bağlı kalbim, sizin köleniz olan kalbim.

kalb-i selim / kalb-i selîm

  • Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.

kale

  • Söz söylemek.

kale-i metin / kale-i metîn

  • Sağlam kale.

kalen

  • Sözle.

kàlen

  • Sözle.

kalen ve fiilen

  • Sözle ve fiille.

kali / kalî

  • Sözle.

kalıb-ı kelam / kalıb-ı kelâm

  • Söz kalıbı; söz ve ifadelerin içine döküldüğü kalıp.

kalif

  • Sünnet olmamış kimse.

kalil-ül bidaa / kalil-ül bidâa

  • Sermayesi az.

kalkadis

  • Siyah boya.

kalleys

  • San'a şehrinde bir kilise.

kalli

  • Sözlü. Dil ile. (Türkçe)

kalp

  • Sahte.
  • Sahte, hileli.

kalp lira / قَالْپْ ل۪يرَه

  • Sahte lira.

kamame

  • Süprüntülük.

kamıh

  • Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar.

kamil-i mutlak / kâmil-i mutlak

  • Sınırsız mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah.

kamil-i zülcelal / kâmil-i zülcelâl

  • Sonsuz mükemmellik ve büyüklük sahibi, Allah.

kamil-i zülcemal / kâmil-i zülcemâl

  • Sonsuz mükemmellik ve güzellik sahibi Allah.

kamilin-i ehl-i suffe / kâmilîn-i ehl-i suffe

  • Suffede bulunan fazilet sahibi kâmil sahabeler.

kamin / kâmin

  • Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.

kammas

  • Suya dalan.

kamme

  • Süpürmek.

kamus / قاموس

  • Sözlük. (Arapça)

kana

  • Süngüler.

kanaat-i siyasiye

  • Siyasî kanaat, görüş.

kand / قند

  • Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.
  • Şeker. (Arapça)

kandi / kandî

  • Şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden.

kanh

  • Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak.

kannad / kannâd / قناد

  • Şeker yapan, şekerci.
  • Şekerci. (Arapça)

kanun-u adalet-i şer'iye

  • Şeriatın adaletli kanunu.

kanun-u saltanat

  • Saltanat, hükümranlık kânunu.

kanun-u şeriat

  • Şeriat kanunları, kuralları.

kanun-u siyaset

  • Siyaset kanunları.

kanun-u zişuur / kanun-u zîşuur

  • Şuur sahibi kanun.

kar-zargah / kâr-zârgâh

  • Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. (Farsça)

karabet / karâbet

  • Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
  • Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık.
  • Soyca yakınlık, hısımlık, akrabalık.

karabet-i nesliye / karâbet-i nesliye

  • Soy yakınlığı, akrabalık.

karabet-i rahmiye

  • Soy yakınlığı, akrabalık.

kararname

  • Suçlama veya aklamaya dair resmi yazı.

karkaf

  • Şarap, hamr.

karre

  • Soğukluk, soğuk.

kars

  • Şiddetli soğuk.

karz

  • Selem ağacının yaprağı.

karz-ı hasen

  • Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç.

karzar / kârzâr / كارزار

  • Savaş. (Farsça)

kasab-ül habib

  • Şeker kamışı.

kasah

  • Sırtlan.

kasatura

  • Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşınan bir çeşit bıçak.

kasavet / kasâvet

  • Sıkıntı, keder.

kasd-ı tezyin / kasd-ı tezyîn / قَصْدِ تَزْييِنْ

  • Süsleme kasdı, amacı.
  • Süsleme kasdı.

kased

  • Şahyar dedikleri nesne.

kasıd

  • Sonsuz ilim, irade ve ihtiyarıyla her şeyi bir gaye için yaratan Allah.

kaside-han / kaside-hân

  • Şiir okuyan.

kaside-i şerife

  • Şerefli kaside; on beş beyitten az olmayan ve büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir.

kasır

  • Saray, köşk.
  • Saray.

kasiye

  • Sert, katı.

kasr / قصر

  • Saray.

kasr-ı garip

  • Şaşkınlık uyandıran saray.

kasr-ı müşeyyed

  • Sağlam yapılmış büyük köşk, saray.

kasr-ı müşeyyed-i alem / kasr-ı müşeyyed-i âlem

  • Sağlam yapılmış âlem sarayı.

kasr-ı salat / kasr-ı salât

  • Seferde olan bir kimsenin dört rekatlı namazı ikişer rekat kılmakla namazı kısaltması.
  • Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak.

kasr-ısalat / kasr-ısalât

  • Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak.

kasr-ül kelam / kasr-ül kelâm

  • Sözü az etmek. Kısa konuşmak.

kastal

  • Şeker tozu.

kasvet

  • Sıkıntı.
  • Sıkıntı, katılık.

kat'-i rahm

  • Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.

kat'i delalet / kat'î delalet

  • Şüphesiz, kat'i delil.

kat'iyyü'd-delalet olmak / kat'iyyü'd-delâlet olmak

  • Sözün hangi mânâyı gösterdiği kat'î ve şüphesiz olmak.

katarat-ı şadi / katarat-ı şadî

  • Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları.

kati / katî

  • Şüphesiz, tereddütsüz, kesin.

katibin-i kiram / kâtibîn-i kirâm / كَاتِب۪ينِ كِرَامْ

  • Şerefli yazıcı melekler.

katile

  • Su silmede kullanılan bez parçası.

katim-i esrar / kâtim-i esrar

  • Sır saklıyan.

katran

  • Siyah bir madde.

kavanin-i içtimaiye / kavânin-i içtimaiye

  • Sosyal kanunlar.

kavanin-i şeriat / kavânîn-i şeriat

  • Şeriat kanunları; İslâm dininin her alanda koyduğu prensipleri.

kavanin-i şeriat ve fazilet

  • Şeriat ve fazilet kanunları.

kavil / قَوِلْ

  • Söz, kelâm.
  • Söz, sözleşme.
  • Söz.

kaviyü'l-bünye / قوی البنيه

  • Sağlam yapılı. (Arapça)

kaviyy-i mutlak

  • Sınırsız kuvvet sahibi olan Allah.

kavkaa

  • Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.

kavl / قول

  • Söz, ifade.
  • Söz.
  • Söz. (Arapça)

kavl etme

  • Söz açma.

kavl ve amel

  • Söz ve fiil, iş.

kavl-i şerif

  • Şerefli söz; Cenâb-ı Hakkın şerefli sözü olan âyet.

kavlen / قَوْلاً

  • Sözle.
  • Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
  • Sözle.
  • Sözlü olarak.

kavlen ve fiilen

  • Sözle ve davranışla.

kavli / kavlî / قَوْل۪ي

  • Sözlü olarak.
  • Söz ile ilgili, söz olarak, sözde.
  • Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.
  • Söz ile.

kavli dua / kavlî dua

  • Sözle yapılan dua.

kayıt

  • Sınır.

kaza-i şehvet

  • Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.)

kaza-yı şehvet / kazâ-yı şehvet

  • Şehvet ihtiyacını giderme.

kazam

  • Şey.

kazan

  • Semiz şişman kimse.

kazein

  • Sütte bulunan albüminli maddeler. (Fransızca)

kaziye-i mümkine ve mutlaka

  • Sınırları belirlenmemiş imkân dahilindeki hüküm.

kazzafe

  • Sapan.

kecbin / kecbîn / كجبين

  • Şaşı. (Farsça)

kecçeşm

  • Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. (Farsça)

keder

  • Sıkıntı, üzüntü.

kederli

  • Sıkıntılı, üzüntülü.

kedersiz

  • Sıkıntısız, üzüntüsüz.

keennehu

  • Sanki odur, hemen hemen odur.
  • Sanki o.

kefa

  • Sıkıntı, meşakkat, mihnet. (Farsça)

keftar / keftâr / كفتار

  • Sırtlan. (Farsça)
  • Sırtlan. (Farsça)

keh

  • Saman. Saman çöpü. (Farsça)

kehkeş

  • Samanyolu galaksisi.
  • Samanyolu.

kehkeşan / kehkeşân / كهكشان / كَهْكَشَانْ

  • Samanyolu.
  • Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) (Farsça)
  • Samanyolu.
  • Samanyolu. (Farsça)
  • Samanyolu.

kejçeşm

  • Şaşı, eğri bakışlı. (Farsça)

kelal-bahş / kelâl-bahş

  • Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren. (Farsça)

kelam / kelâm / كلام / كَلَامْ

  • Söz, ilâhî sıfatlardan biri.
  • Söz. (Arapça)
  • Söz.

kelam-ı rahmani / kelâm-ı rahmânî

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'ın kelâmı.

kelam-ı tünd / kelâm-ı tünd

  • Sert söz. (Farsça)

kelamen / kelâmen

  • Söz ve konuşma ile.

kelami / kelâmî

  • Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.

kelaseng

  • Sapan. (Farsça)

kelb-i akur

  • Salar, azgın, ısırıcı köpek.

kelh

  • Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.)

kelime / كلمه

  • Sözcük.
  • Sözcük. (Arapça)

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • Şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.

kelime-i zikriye

  • Sürekli anılan ve tekrar edilen cümle.

keling

  • Şaşı. (Farsça)

kellit

  • Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.

kemal-i ihtimam / kemâl-i ihtimam

  • Son derece dikkat ve ihtimâm.
  • Son derece dikkat, özen ve titizlikle.

kemal-i ihtiram / kemâl-i ihtirâm / كَمَالِ اِحْتِرَامْ

  • Son derece hürmet etme.

kemal-i itina ve ihtimam / kemâl-i itinâ ve ihtimam

  • Son derece dikkat ve özen.

kemal-i ittisal ve ittihad

  • Sıkı bir bağ, ilişki ve birlik.

kemal-i namütenahi / kemâl-i nâmütenahî

  • Sonsuz mükemmellik.

kemal-i saltanat / kemâl-i saltanat

  • Saltanatın mükemmelliği, kusursuzluğu.

kemal-i san'at / kemâl-i san'at

  • San'attaki mükemmellik.

kemal-i san'at ve sıfat / kemâl-i san'at ve sıfat

  • San'at ve sıfattaki mükemmellik.

kemal-i sermedi / kemâl-i sermedî

  • Sürekli devam eden mükemmellik.

kemal-i sıfat / kemâl-i sıfât / كَمَالِ صِفَاتْ

  • Sıfatların mükemmelliği.

kemal-i tazimat ve tekrimat

  • Sonsuz saygı ve hürmetleri arz etme, belirtme.

kemal-i telehhüf / kemâl-i telehhüf

  • Son derece keder ve üzüntü.

kemal-i vüs'at / kemâl-i vüs'at

  • Son derece genişlik.

kemal-i vüsuk / kemâl-i vüsuk

  • Son derece kendinden emin.

kemal-i vüsuk ile / kemâl-i vüsûk ile

  • Son derece kendinden emin olarak.

kemal-i zuhur / kemâl-i zuhur

  • Son derece açık olma; gözlerin görme sınırını aşacak şiddette açık ve meydanda olma.

kemalat-ı muhabbet / kemâlât-ı muhabbet

  • Sevginin mükemmellikleri.

kemalat-ı şahsiye / kemâlât-ı şahsiye

  • Şahsî olgunluklar, faziletler, güzellikler.

kemalat-ı san'at / kemâlât-ı san'at

  • San'attaki mükemmellikler.

kemend-i zülf / كمند زلف

  • Saçlarının kemendi. (Farsça)

kemiyet / كَمِيَتْ

  • Sayıca çokluk.

kemiyetçe

  • Sayıca.

kemiyeten

  • Sayıca, nicelik itibariyle.

kemmen / كَمًّا

  • Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
  • Sayıca, nicelik bakımından.
  • Sayıca.

kemmiyet

  • Sayıca çokluk, nicelik.

ken'an diyarı / ken'an diyârı

  • Sayda, Sûr, Beyrût, Filistin ve Sûriye'nin bir kısmını içine alan ve Fenike denilen bölge. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken'an burada yaşadığı için Ken'an diyârı denilmiştir.

kennas

  • Süpürgeci.

kens

  • Süpürge ile süpürme.

kenz

  • Şiddet, zorluk, meşakkat.

ker / كر

  • Sağır. (Farsça)

keramat-ı gavsiye / kerâmât-ı gavsiye

  • Seyyid Abdülkadir-i Geylâni'nin kerâmetleri.

keramat-ı şahsiye / kerâmât-ı şahsiye

  • Şahsî kerâmetler.

keramet mecmuası

  • Sikke-i Tasdik-i Gaybî.

keramet-i acibe

  • Şaşırtıcı bir şekilde gerçekleşen keramet.

keramet-i gavsiye / kerâmet-i gavsiye

  • Seyyid Abdülkadir-i Geylâni'nin kerâmeti.

keramet-i gaybiye-i gavsiye

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin geleceğe dair keramet şeklinde haber vermesi ve bu haberin gerçekleşmesi.

keran

  • Sabah.

kerdem

  • Şişman ve kısa boylu olan adam.

kerim / kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah.

kerim-i müteal / kerîm-i müteâl

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan yüce Allah.

kerim-i rahim / kerîm-i rahîm

  • Sonsuz ikram ve ihsan sahibi, pek merhametli olan Allah.

kerim-i zülcemal / kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik, ikram ve cömertlik sahibi olan Allah.

kerretan

  • Sabah ve akşam.

kesad / kesâd / كساد

  • Sürümsüz, kesat. (Arapça)

kesafet / كَثَافَتْ / kesâfet

  • Şeffaf olmama, yoğunluk ve katılık.
  • Şeffaf olmama, yoğunluk ve katılık.

keşan keşan

  • Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek. (Farsça)

kesb-i afiyet / kesb-i âfiyet

  • Sağlığına kavuşma, iyileşme.

kesb-i şer

  • Şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.
  • Şerli bir işi işleme.

kesb-i şeref ve can / kesb-i şeref ve cân

  • Şereflenme ve canlanma.

kesb-i şiddet

  • Şiddet kazanma, şiddetlenme.

kesb-i şöhret

  • Şöhret kazanma, ün yapma.

kesbi / kesbî

  • Sonradan, kazanılarak olan.

keşf-i esrar

  • Sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma.

keşfiraz / keşfirâz

  • Sırrı ortaya çıkarma.

kesid

  • Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı.

kesif / kesîf / كَث۪يفْ

  • Sığ, yoğun, maddî yapısı olan.
  • Şeffaf olmayan, yoğun.

kesir-ül vuku'

  • Sık sık olan, çok vuku bulan.

kesret tabakatı

  • Sayısız varlıklardan oluşan âlemler.

kesret-i esbab / kesret-i esbâb

  • Sebeplerin çokluğu.

kesret-i mutlak

  • Sınırsız çokluk.

kesret-i sevap

  • Sevap çokluğu.

kess

  • Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.

ketite

  • Sinir.

ketm

  • Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.

ketm-i esrar / ketm-i esrâr

  • Sırları saklama.

ketmetmek

  • Söylemeyerek gizlemek, üstünü örtmek.

ketum / ketûm / كتوم

  • Sır saklayabilen.
  • Sır saklayan, ağzı sıkı. (Arapça)

keyani / keyanî

  • Şaha ait. Hükümdarla alâkalı. (Farsça)

keyşer

  • Sarp.

keyvan / كيوان

  • Satürn (Zuhal) gezegeni. (Farsça)
  • Satürn, Zuhal. (Farsça)

kezum

  • Sükut etmek. Susmak.

kiba

  • Süprüntü.

kibr-i san'at-meal / kibr-i san'at-meâl

  • San'at açısından büyüklük.

kil / kîl / قيل

  • Söz, kelâm, denilen.
  • Söz. (Arapça)

kila' / kilâ'

  • Saklamak, korumak.

kıla-i rasine / kılâ-i rasine

  • Sağlam kaleler. Muhkem surlar.

kılkıl

  • Siyah tohumlu bir ot.

kimad

  • Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.

kımah

  • Sudan başını kaldırmak.

kimn

  • Saman.

kındid / kındîd

  • Şarap, hamr.

kinegah / kinegâh

  • Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası. (Farsça)

kınnesrin

  • Şam diyârında bir mekân adı.

kiramen katibin / kirâmen kâtibîn

  • Sağ ve sol yanımızdaki günah ve sevap yazan melekler.

kirdikar / kirdikâr

  • Sâni. Yapan Allah (C.C.). (Farsça)

kirfam / kîrfam

  • Simsiyah, katran renginde. (Farsça)

kirişek

  • Savaşçı, cengâver, muharib. (Farsça)

kırris / kırrîs

  • Sazan balığı.

kırzam

  • Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.

kisaniyye / kîsâniyye

  • Şiânın kollarından. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekâfî'nin kurduğu bozuk fırka. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekafî'nin bir adı da Keysân olması sebebiyle Keysâniyye denilmiştir. Bu fırkaya Muhtâriyye veya Bedâiyye de denir.

kisb-i teşahhus-u şöhret

  • Şöhretle şahsiyet kazanma.

kısm-ı ahir / kısm-ı âhir

  • Son kısım.

kıssa-i acibe

  • Şaşırtıcı, hayrette bırakan ibretli hikâye.

kitab-ı abdülkadir

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin kitabı.

kitab-ı semavi / kitab-ı semâvî

  • Semavî kitap.

kitab-ı semaviyye-i kur'aniye / kitab-ı semâviyye-i kur'âniye

  • Semâvî kitaplardan olan Kur'ân.

kitab-ı şeriat

  • Şeriat, kanun kitabı.

kıtal

  • Savaş, savaşma.

kitman / kitmân / كتمان

  • Sır saklama, kimseye sır açmama hali, sır tutarlık.
  • Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
  • Sır saklama, ketumluk. (Arapça)
  • Kitmân etmek: Saklamak. (Arapça)

kıyam-ı avam / kıyâm-ı avâm / قِيَامِ عَوَامْ

  • Sıradan halkın ayaklanması.

kıyamet-i şahsiye-i umumiye

  • Şahsa, bireye ait umumî kıyamet.

kıyas-ı fasid / kıyâs-ı fâsid

  • Şartlarına uygun olmadan yapılan bozuk, geçersiz kıyas.

kıyas-ı hafi / kıyas-ı hafî

  • Sebebi gizli olan ve zihne birden gelmeyen kıyas.

kıymet-i binihaye / kıymet-i bînihaye

  • Sınırsız değer.

kıymet-i bipayan / kıymet-i bîpâyân

  • Sonsuz kıymette.

kıymet-i şahsiye

  • Şahsî kıymet ve değer.

kıymet-i san'at

  • San'attaki kıymet, değer.

kiyya

  • Sakız.

kiyye

  • Sakız.

kızaf

  • Sür'atle gitmek, hızla gitmek.

köhnebahar

  • Sonbahar.

komita

  • Siyasi bir maksat için bir araya gelenlerin gizli cemiyeti.

komitacı

  • Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.

kubbe-i ulya / kubbe-i ulyâ

  • Sema, gökyüzü.

kubh-u mutlak

  • Sınırsız çirkinlik.

kubus

  • Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.

kuçe / kûçe / كوچه

  • Sokak. (Farsça)

küçük sözler

  • Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık.

kuddisesırruhu / kuddîsesırruhu

  • Sırrı mukaddes olsun!

kudema-yı sahabe

  • Sahabelerin ileri gelenleri, eskileri.

kudret-i gayr-ı mütenahi / kudret-i gayr-ı mütenâhi

  • Sonsuz bir kudret ve muktedir bir iktidar.

kudret-i zatiye-i ezeliye / kudret-i zâtiye-i ezeliye

  • Sonsuz güç ve iktidarı bizzat kendinden olan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah.

kudret-i zülcelal / kudret-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve heybet sahibi Allah'ın sonsuz kudreti.

küdu'

  • Soğuğun bitkilere zarar vermesi.

küfüv

  • Şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ.

küfüvv-ü şer'i / küfüvv-ü şer'î

  • Şeriatın eşler arasında uygun gördüğü denklik; birbirine uygunluk.

kühl

  • Sürme. Göz için sürme boyası.

kühle

  • Sığırdili denilen ot.

kuhli / kuhlî

  • Sürme gibi siyah olan.

külah / كلاه

  • Şapka. (Farsça)

külhani

  • Serseri, çapkın, âvâre. (Farsça)

kümaşe

  • Sürat, hız.

kumpanya

  • Şirket, cemaat.

kumus

  • Suya batıp kaybolmak.

künase

  • Süprüntü, zibil, çöp.

künbül

  • Sağlam, dayanıklı, sert, katı.

küncüd

  • Susam. (Farsça)

kündekar / kündekâr

  • Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz. (Farsça)

kündguş / kündgûş

  • Sağır, işitmez. (Farsça)

kündüs

  • Saksağan kuşu.

küngan / küngân

  • Su borusu.

künganlık / küngânlık

  • Su kaynağını bulma işi.

küngüre / كنگره

  • Şerefe. (Farsça)

künun / künûn / كنون

  • Şimdi. El'an. (Farsça)
  • Şimdi. (Farsça)

kur'an-ı azimüşşan / kur'ân-ı azîmüşşân

  • Şan ve şerefi yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı azimüşşana / kur'ân-ı azîmüşşâna

  • Şan ve şerefi yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerim

  • Sonsuz şeref sahibi Kur'ân.

kurbet / kûrbet

  • Sıkıntı, kötü hâl.

kürh

  • Sıkıntı, meşakkat, zahmet.

kurun-i ahire / kurun-i âhire

  • Son asırlar.

kurun-u ahire / kurun-u âhire

  • Son asırlar. İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptedildiğinden sonraki zaman. Hicri 857, Mi. 1453 yılından sonraki devir.

kurun-u uhra / kurûn-u uhrâ / قُرُونُ اُخْرٰي

  • Son çağ, dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.
  • Son çağlar.

kürur-u a'vam

  • Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.

kus-i gaza / kûs-i gaza

  • Savaş davulu. Muharebe kös'ü.

küsaha

  • Süprüntü.

kuşam

  • Sofrada artan yemekler.

kusas

  • Saçın önünde ve ardında nihayeti.

küştegan-ı zinde / küştegân-ı zinde

  • Şehitler. Şehid olmuş kimseler.

kusur-u müzeyyene / kusûr-u müzeyyene

  • Süslenmiş saraylar, köşkler.

kutehendiş / kûtehendiş

  • Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü. (Farsça)

kütle-i azime-i mayia-i nariye / kütle-i azîme-i mâyia-i nâriye

  • Sıvı haldeki büyük ateş kütlesi.

kütüb-ü mukaddese-i semaviye / kütüb-ü mukaddese-i semâviye / كُتُبُ مُقَدَّسَۀِ سَمَاوِيَه

  • Semâvî mukaddes kitaplar.

kütüb-ü şeriat

  • Şeriat kitapları.

kuvve-i musavvire

  • Şekil verme gücü.

kuvve-i şeheviye

  • Şehvet gücü.

kuvve-i şeheviye ve gadabiye

  • Şehvet ve öfke duyguları; insanı dünya zevklerini elde etmeye ve zararlı şeyleri defetmeye sevkeden duygular.

kuvve-i şeheviye ve gazabiye

  • Şehvet ve gazap duygusu.

kuvvet

  • Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)

kuvvet-i mutlaka

  • Sınırsız kuvvet.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuzat

  • Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar.

küzaze

  • Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık.

kuze

  • Su testisi. (Farsça)

la yüad ve la yuhsa / lâ yüad ve lâ yuhsâ

  • Sayısız ve hesapsız.

la't

  • Sakınmak, sakındırmak.

la-yüad / lâ-yüad

  • Sayısız.

labüd / lâbüd

  • Şüphesiz, kesin.

laedriyye / lâedriyye

  • Şüphecilerle alakalı. Şüphecilik üzerine kurulu felsefe ekolü.

laf / lâf / لاف

  • Söz. (Farsça)

lafiyun

  • Sütleğen cinsinden bir ot.

lafız / lâfız / لفظ / لَفِظْ

  • Söz, kelime.
  • Söz.
  • Söz. (Arapça)
  • Söz.
  • Söz, kelime.

lafz / lâfz / لفظ

  • Söz.
  • Söz, lafız. (Arapça)

lafz-ı salavat / lâfz-ı salâvat

  • Salâvat kelimesi; Peygamberimize rahmet ve esenlik dileme sözü.

lafz-ı şeriat / lâfz-ı şeriat

  • Şeriat sözü, ifadesi.

lafzen / lâfzen

  • Sözle.

lafzi / lafzî / lâfzî / لَفْظ۪ي

  • Sözlü.
  • Sözle ilgili.
  • Sözle, kelimeyle ilgili.

lafziye / lâfziye

  • Sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri.
  • Sözle ilgili olan.

lağz / لغز

  • Sürçme. (Arapça)

lağziş / لغزش

  • Sürçme, kayma. (Farsça)

lahamet

  • Semizlik, etlilik, şişmanlık.

lahf

  • Şiddetli vuruş.

lahim / lahîm

  • Semiz, etli, şişman.

lahis

  • Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.

lahiz

  • Sel suyu. (Farsça)

lahy

  • Sakalın bittiği yer.

lakanık

  • Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.

lal / lâl

  • Sakin, sessiz, dilsiz.

lal ü ebkem / lâl ü ebkem

  • Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş.

lameşru / lâmeşru

  • Şeriata aykırı, meşru olmayan (lâ;.

lane-i nermin / lâne-i nermin

  • Sıcak ve yumuşak yuva.

larayb / lârayb

  • Şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz.

laşek / lâşek

  • Şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette.
  • Şüphesiz.

lasv

  • Sövmek, şetm etmek.

latenahi / lâtenâhî

  • Sonsuz.

latife / لطيفه

  • Şaka. (Arapça)

latife etmek:

  • Şaka yapmak. (Arapça - Türkçe)

latifegu / latifegû / لطيفه گو

  • Şakacı. (Arapça - Farsça)

latifeperdaz

  • Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan. (Farsça)

latma

  • Şamar, tokat.

latuhsa / lâtuhsa

  • Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz.

laubali / lâubali / lâubâlî

  • Saygısız, pervasız.
  • Senli benli, saygısız, ilgisiz, umursamaz.

laubaliyane / lâubâlîyâne

  • Saygısızca, ilgisizce.

lay

  • Söyleyen, söyleyici. (Farsça)

layetanahilik / lâyetanâhîlik

  • Sonsuzluk.

layetenahi / lâyetenahî / lâyetenâhî / lâyetenâhi / لا یتناهى

  • Sonsuz.
  • Sonsuz. Nihayetsiz.
  • Sonu gelmez, sonsuz.
  • Sonsuz. (Arapça)

layetenahilik / lâyetenâhîlik

  • Sonsuzluk, sınırsızlık.

layetezelzel / lâyetezelzel

  • Sarsılmaz. Tezelzül etmez. (Tahkikî iman sâhibleri, lâyetezelzel bir itikada sâhibdirler.)
  • Sarsılmaz.
  • Sarsılmaz.

layetezelzül / lâyetezelzül / لا یتزلزل

  • Sarsılmaz. (Arapça)

layık-ı hürmet / lâyık-ı hürmet

  • Saygıya değer.

layık-ı muhabbet / lâyık-ı muhabbet

  • Sevgiye lâyık.

layuad / lâyuad

  • Sayısız, sayılamayacak kadar çok.
  • Sayısız.

layüad / lâyüad

  • Sayısız.

layuad / lâyuad / لایعد

  • Sayısız. (Arapça)

layüad vela yuhsa / lâyüad velâ yuhsa

  • Sayısız ve hesapsız.

layüadd ve layuhsa / lâyüadd ve lâyuhsâ

  • Sayısız ve sınırsız.

layühad / lâyühad

  • Sınırsız.

layüs'el / lâyüs'el

  • Sorulmaz.

layüsel / lâyüsel

  • Sorumsuz.

lazib

  • Sâbit olan, yapışan.

leb-i cuy-bar / leb-i cuy-bâr

  • Su kenarı.

leb-i derya / لب دریا

  • Sahil, deniz kenarı. (Farsça)

lebab

  • Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot.

lebban

  • Sütçü.

lebeke

  • Şerit parçası.

leben / لبن

  • Süt. (Arapça)

leblab

  • Sarmaşık denen bir bitki.

lebun

  • Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.

leca

  • Su boğası.

lecm

  • Şahmed-ül arzdan büyük bir tepenin adı.

lede-s-sual / lede-s-suâl

  • Soruldukta, sorulduğu anda.

ledeyk

  • Senin yanında. Senin indinde.

leff

  • Sarma. Dürme. İçine toplama. İliştirme. Rabtetme.

leff-ü neşr

  • Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.

leftiye

  • Şalgam.

legat

  • Sesler kelâmla karışık olmak.

lehas

  • Susuz kişi.

lehban

  • Susuz kişi. (Müe: Lehbâ)

lehbet

  • Susuzluk.

lehesan

  • Susuzluk.

lehsan

  • Susuz.

lek

  • Sana, senin için, senin hakkında.

lemeat-ı bekaiye / lemeât-ı bekaiye

  • Sonsuzluğa ait parıltı.

letaif / letâif / لطائف

  • Şakalar, fıkralar, latifeler. (Arapça)

letaif-i refet / letâif-i refet

  • Şefkat ve merhametin güzellikleri.

levahik / levâhik

  • Sonra ilâve olan, peşine eklenen.

levazımat-ı harbiye / levâzımat-ı harbiye

  • Savaş için lâzım olan şeyler.

levban

  • Siyah taşlı yer.

levha-i müzeyyene ve münevvere

  • Süslenmiş, nurlu levha.

levha-i san'at

  • San'at tablosu.

levvame / levvâme

  • Sürekli kendini kötüleyen nefis.

levz

  • Sığınma, himâyesine girme.

leyl-i serd

  • Soğuk gece.

leylak

  • Salkım şeklinde mor ve beyaz renkli çiçekleri olan bir nebat adı.

leytan

  • Şeytan.

leyya

  • Sudan uzak olan yer.

lezaiz-i ebediye

  • Sonsuz lezzetler.

lezzet-i hazıra

  • Şu anki lezzet, hemen elde edilen lezzet.

lezzet-i muhabbet

  • Sevgideki lezzet.

lezzet-i şefkat

  • Şefkatteki lezzet.

lezzet-i şeytaniye / لَذَّتِ شَيْطَانِيَه

  • Şeytanî lezzet ve zevk.
  • Şeytancasına bir lezzet.

lezzet-i sohbet

  • Sohbetin verdiği lezzet.

li-kailihi / li-kailihî

  • Söz söyleyenin.

lider

  • Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı.

lifafe / lifâfe / لفافه

  • Sargı. (Arapça)

ligat

  • Ses, sedâ.

lihye / لحيه

  • Sakal.
  • Sakal.
  • Sakal. (Arapça)

lihyedar / lihyedâr

  • Sakallı. (Farsça)

lika-yı afak / lika-yı âfâk

  • Sema. Gökyüzü.

likaf

  • Semer, palan.

lisan-ı hakimane / lisân-ı hakîmâne

  • Son derece hikmetli sözler söyleyen dil.

lisan-ı hal ve kal

  • Söz ve hâl dili.

lisan-ı hal-i şevk

  • Şevk ve arzunun hâl dili, beden dili.

lisan-ı kal

  • Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili.

lisan-ı kàl

  • Söz ile anlatım.

lisan-ı kal / lisân-ı kal

  • Söz dili, sözle anlatım.

lisan-ı nahvi / lisân-ı nahvî / لِسَانِ نَحْو۪ي

  • Sağlam gramer yapısına sâhib dil.

lisan-ı şehadet

  • Şahitlik eden dil.

lisan-ı semavi / lisan-ı semâvî

  • Semavî lisan, İlâhî dil.

lisan-ı şeriat

  • Şeriat dili, İslâm Hukuku terminolojisi.

lisan-ı siyaset

  • Siyaset dili.

liva / livâ / لوا

  • Sancak.
  • Sancak.
  • Sancak, bayrak. (Arapça)

livae

  • Sancak, âlem.

luab / luâb / لعاب

  • Salya. (Arapça)

lüab-alud / lüab-âlud

  • Salya, tükrük karışık.

lüab-ı sürur

  • Sevinç tükrüğü.

lübse

  • Sözün karışıklığı.

luç

  • Şaşı. (Farsça)

lugatname / lûgatname

  • Sözlük.

lühbe

  • Sütü azalmış davar.

lühud-i şüheda / lühud-i şühedâ

  • Şehitlik. Şehitler mezarlığı.

lükkam

  • Şam diyârında yüksek bir dağın adı.

lüks

  • Şatafat, aşırı süs.

lümme-i şeytani / lümme-i şeytanî

  • Şeytanın verdiği kalpteki kuruntu, vesvese yeri.

lümme-i şeytaniye / lümme-i şeytâniye

  • Şeytanın vesvesesi. Şeytanın verdiği kuruntu.

lümta

  • Şiddet. Mihnet.

lüsga

  • Söylerken rı'yı gayn'a veya lâm'a; ve sin'i te'ye kalbetmek.

lut / lût

  • Sodom halkına gönderilen bir peygamber.

lütuf ve kerem-i binihaye / lütuf ve kerem-i bînihaye

  • Sonsuz cömertlik, ikram ve bağış.

lütut

  • Sâbit ve lâzım olmak, gerekmek.

lüuka

  • Sür'at, hız.

ma / mâ / ما / مَا

  • Su.
  • Su.
  • Su. (Arapça)
  • Su.

ma' / mâ'

  • Su. Ab.

ma'bud-u baki / ma'bûd-u bâkî / مَعْبُودُ بَاقِي

  • Sonsuza kadar ibâdete layık olan (Allah).

ma'bude

  • Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put.

ma'ceme

  • Sabırlı, tahammüllü kimse.

ma'dil

  • Sapılacak yer. Ma'dul.

ma'lul / ma'lûl / مَعْلُولْ

  • Sebeble meydana gelen.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Sözün gerçek manasının dışında kullanılması.

ma'nay-ı mecazi / ma'nây-ı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Sözün gerçek ma'nasının dışında ifade ettiği ma'na.

ma'raz / معرض

  • Sergi. (Arapça)

ma'raz-ı kelam / ma'raz-ı kelâm

  • Sözün arz olunduğu yer; konu, alan (kitaplar vs.).

ma'rek

  • Sık ormanlık, çalılık alan; atın dizgini.

ma'reke / معركه

  • Savaş alanı. (Arapça)

ma'şuk

  • Sevilen, sevilmiş.

ma'şukiyet

  • Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli.

ma'sum / ma'sûm

  • Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse.

ma'sume

  • Suçsuz kadın veya kız.

ma'sur

  • Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış.

ma'y

  • Su arkı. Su mecrâsı.

ma-ba'd

  • Sonra. Gelecekteki.

ma-i istifhamiyye / mâ-i istifhamiyye

  • Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i zülal / mâ-i zülâl

  • Saf, temiz, soğuk ve tatlı su.

ma-imeşkuk / mâ-imeşkûk

  • Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.

maali / maâlî

  • Şerefler, yükseklikler.

maalmemnuniye / maalmemnûniye / مع الممنونيه

  • Seve seve. (Arapça)

maani-i mukaddese-i muhabbet / maânî-i mukaddese-i muhabbet

  • Sevgi ile ilgili mukaddes mânâları.

maariz / maâriz

  • Sözün gizli mânâları.

maarizu'l-kelam / maârîzu'l-kelâm

  • Sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar.

maaz

  • Sığınacak yer. Penah.

maazalik

  • Şu var ki. Bununla berâber.

maba'd / mâba'd

  • Sonu, sonrası.

maba'di / mâba'di

  • Sonrası, sonraki.

mabad / mâbâd / mâbad / مابعد

  • Sonrası.
  • Sonraki. (Arapça)

mabadi / mâbadi

  • Sonrası.

mabud-u cemil-i zülcelal / mâbûd-u cemîl-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve güzellik sahibi, kendisine ibadet edilen Allah.

mabud-u zülcelal / mâbud-u zülcelâl / mâbûd-u zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah.
  • Sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah.

macera / mâcerâ

  • Serüven.

macin / mâcin

  • Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.

madak

  • Sıkıntı, darlık.

madde-i mayia / madde-i mâyia

  • Sıvı madde.

maden-i esrar

  • Sırların madeni.

maden-i hayat-ı içtimaiye / mâden-i hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayatın madeni, kaynağı.

maden-i kelam / mâden-i kelâm

  • Sözün mâdeni; ifadenin kaynağı.

maden-i şefkat

  • Şefkat kaynağı.

madud / mâdûd / madûd / معدود

  • Sayılan.
  • Sayılı. (Arapça)
  • Madûd olmak: Sayılmak. (Arapça)

magale

  • Şer, kötü.

magbuniyet

  • Şaşkınlık.

mağlata-i şeytaniye / mağlâta-i şeytaniye

  • Şeytanın aldatmacası.

magtus

  • Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış.

mahabbet / محبت

  • Sevgi. (Arapça)
  • Mahabbet eylemek: Sevmek. (Arapça)

mahakim-i şer'iye

  • Şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri.

mahall-i sadaka

  • Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.

mahall-i suver

  • Sûret ve fotoğrafların çekilip depolandığı yer.

maharet-i san'at

  • San'attaki ustalık.

mahasal / mâhasal / ماحصل

  • Sonuç. (Arapça)

mahazir / mahâzîr / محاذیر

  • Sakıncalar. (Arapça)

mahbub / mahbûb / محبوب / مَحْبُوبْ

  • Sevgili.
  • Sevilmiş, sevilen, sevgili.
  • Sevgili.
  • Sevgili.
  • Sevilen.
  • Sevgili.

mahbub-u hakiki / mahbûb-u hakikî

  • Sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah.

mahbub-u layezal / mahbûb-u lâyezâl / مَحْبُوبِ لَا يَزَالْ

  • Sonu olmayan sevgili (Allah).

mahbub-u layezali / mahbub-u lâyezâlî

  • Sürekli var olan, asla yok olmayan, sonsuz sevgili, Allah.

mahbub-u müebbed

  • Sonsuza kadar sevilecek olan.

mahbub-u mutlak

  • Sonsuz sevgili.

mahbub-u zülkemal / mahbub-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi olan ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahbubane / mahbubâne

  • Sevimli bir şekilde.
  • Sevilerek.

mahbubat / mahbubât

  • Sevilenler. Sevgililer.
  • Sevilen şeyler.
  • Sevgililer.

mahbubiyet

  • Sevgili olma; Allah'ın muhabbetine erişme.
  • Sevilirlik.

mahbubiyyet / mahbûbiyyet

  • Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)
  • Sevgili olmak.

mahbup

  • Sevgili.

mahdud / mahdûd / محدود

  • Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
  • Sınırlanmış.
  • Sınırlı.
  • Sınırlı.
  • Sınırlı, kasıtlı. (Arapça)

mahdudiyet / mahdûdiyet

  • Sınırlılık, hududu çizilmiş.
  • Sınırlılık. Darlık.
  • Sınırlılık.

mahdut

  • Sınırlı.

mahdut ihata

  • Sınırlı bilgi ve kavrayış.

mahic

  • Sâfi, saf, katıksız.

mahiyet-i mücerrede / mâhiyet-i mücerrede

  • Soyutlanmış mahiyet, soyut öz.

mahiyet-i şahsiye

  • Şahsî mahiyet ve asıl kişilik.

mahiyet-i sevap

  • Sevabın mahiyeti.

mahkeme-i şer'iyye

  • Şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme.

mahkun

  • Suçsuz, masum.

mahlasname

  • Şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume.

mahlefe

  • Söğütlük.

mahlub

  • Sağılmış hayvan.

mahlukat-ı acibe / mahlûkat-ı acibe

  • Şaşırtıcı mahlûklar, harika yaratıklar, varlıklar.

mahlukat-ı seyyare / mahlûkat-ı seyyâre

  • Sürekli hareket eden varlıklar.

mahmidetsaz / mahmidetsâz

  • Senâ ve medheden. (Farsça)

mahmud-u bi'l-ıtlak

  • Sınırsız olarak hamdedilmeye ve övülmeye lâyık olan Allah.

mahnun

  • Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.

mahrec

  • Sesin ağızdan çıkış yeri.

mahsebe

  • Şüphe etme, şüphelenme, sanma.

mahşer-i acaip ve garaip

  • Şaşırtıcı ve garip şeylerin toplandığı yer.

mahşer-i masnuat

  • Sanat eseri varlıkların toplandığı yer.

mahsur / mahsûr / مَحْصُورْ

  • Sınırlanan.

maht

  • Şiddetli.

mahtun

  • Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş.

mahva

  • Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse.

mahvetme

  • Silme.

mahviyet

  • Silinme hâli.

mahz / محض

  • Saf, tam.
  • Sadelik.
  • Sırf, sade, tam. (Arapça)

mahz-ı cehalet

  • Sırf cahillik.

mahz-ı edep

  • Saf edep ve ahlâk.

mahz-ı emir

  • Sadece ve yalnız emir.

mahz-ı hasaret / mahz-ı hasâret

  • Sırf zarar, tamamen zarar ve ziyan.

mahza / mahzâ

  • Sade.

mahzan / mahzân

  • Sadece.

mahzen-i ebedi / mahzen-i ebedî

  • Sonsuz kaynak.

mahzen-i esrar

  • Sırlar hazinesi, kaynağı.

mahzuf

  • Silinmiş; var olup da söylenmemiş lafız.
  • Silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.

mahzur / mahzûr / محذور

  • Sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
  • Sakınca.
  • Sakınca. (Arapça)
  • Mahzur görmek: Sakıncalı bulmak. (Arapça)

mahzurat / mahzûrât

  • Sakıncalar.

mahzurlu

  • Sakıncalı.

mai / maî / mâî

  • Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.
  • Su cinsinden, su ile ilgili, mavi.
  • Suya ait, suda yaşayan.

maide / mâide / مائده

  • Sofra.
  • Sofra.
  • Sofra. (Arapça)

maidesalar / maidesâlâr

  • Sofracı başı. (Farsça)

makal / makâl / مقال

  • Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş.
  • Söz. (Arapça)

makale

  • Söz, gazete yazısı.

makam-ı içtimai / makam-ı içtimaî

  • Sosyal statü, mevki.

makam-ı iddia / makam-ı iddiâ / مَقَامِ اِدِّعَا

  • Savcılık.

makam-ı izzet

  • Şeref, yücelik makamı.

makam-ı mümtaz

  • Seçkin, üstün makam.

makam-ı nüfuz / makam-ı nüfûz / مَقَامِ نُفُوذْ

  • Sözü geçme, i'tibar makamı.

makam-ı şan u şeref

  • Şan ve şeref makamı.

makam-ı şan ü şeref

  • Şan ve şeref makamı.

makam-ı şehadet

  • Şehitlik makamı.

makam-ı şeref

  • Şeref makamı, derecesi.

makam-ı tazim / makam-ı tâzim

  • Saygı makamı.

makarr-ı ebedi / makarr-ı ebedî

  • Sonsuza kadar kalınacak yer.

makarr-ı saltanat / مَقَرِّ سَلْطَنَتْ

  • Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir.
  • Saltanat, otorite ve hâkimiyet merkezi.
  • Saltanat karargâhı.

makarr-ı saltanat-ı ebedi / makarr-ı saltanat-ı ebedî

  • Sonsuz İlâhî saltanatın merkezi.

makarr-ı saltanat-ı ebediye

  • Sonsuz saltanat merkezi olan âhiret.

makasıd-ı kelam / makasıd-ı kelâm

  • Sözün gayeleri, maksatları.

makàsıd-ı san'atperverane / makàsıd-ı san'atperverâne

  • San'ata olan düşkünlüğü ortaya koyan maksatlar.

makavil

  • Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.

makbere-i şüheda / makbere-i şühedâ

  • Şehidlerin mezarı. Şehidlik.

makbul-üş şahade / makbul-üş şahâde

  • Şahâdeti kabul edilen. Şahidliği kabul edilmiş olan.

makes-i şuur / mâkes-i şuur

  • Şuur ve düşüncenin yansıdığı yer, ayna.

makh

  • Sür'at, hız.

maklu'

  • Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.

makluan

  • Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.

makmaka

  • Sözü boğazı içinden söylemek.

makrun-u sıhhat

  • Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla.

makrut

  • Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan.

maks

  • Suya dalmak. Daldırmak.

maksad-ı siyasi / maksad-ı siyasî

  • Siyasi gaye ve maksat.

maksebe

  • Sazlık, kamışlık.

makşur

  • Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.

malanihaye

  • Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız.

malemyekün

  • Sözden ibâret.

malide

  • Sürülmüş, sürmüş. (Farsça)

malik / mâlik / مالك / مَالِكْ

  • Sahip, bir şeyi olan, bir şeye sahip olan.
  • Sahip.
  • Sahip.
  • Sahip. (Arapça)
  • Sâhib.

malik olan / mâlik olan

  • Sahip olan.

malik olmak / mâlik olmak

  • Sahip olmak.

malik-i ebedi / mâlik-i ebedî / مَالِكِ اَبَد۪ي

  • Sonu olmayan sâhib (Allah).

malik-i zişan / mâlik-i zîşan

  • Şanlı ve şerefli sahip.

malik-i zülcelal / mâlik-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah.

malik-i zülkemal / mâlik-i zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve herşeyin gerçek sahibi.

malikiyet / mâlikiyet / مالكيت

  • Sahiplik.
  • Sahiplik.
  • Sahip olma. (Arapça)

malikiyet davası / mâlikiyet dâvâsı

  • Sahiplik iddiasında bulunma.

maliş

  • Sürme, sürüştürme. (Farsça)

malulen / malûlen / معلولا

  • Sakatlanmış olarak, özürlü olarak. (Arapça)

malumat-ı yakiniye / malûmat-ı yakîniye

  • Şüpheye yer bırakmayacak derecede kesin olarak bilinen şeyler.

mamelek / mâmelek / ماملك

  • Sahip olunan herşey.
  • Sahip olunan. (Arapça)

mana-yı saltanat / mânâ-yı saltanat

  • Saltanat makamının ifade ettiği mânâ, görev.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

manda

  • Sömürge, camız.

manevi şahıs / mânevî şahıs

  • Şahs-ı mânevî.

mani-i şer'i / mâni-i şer'î

  • Şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl.

mantıkla müşeyyed

  • Sağlam bir mantık üzerine kurulmuş, mantık kuralları üzerine oturmuş.

mantuk

  • Söylenmiş, denilmiş, söz, kelam, nutuk, mefhum.

manzume / manzûme

  • Şiir, sistem.

manzur-u üstadane / manzûr-u üstadâne

  • Siz Üstadımın nazarına, görüşüne.

maraz / mâraz

  • Sergi.

maraz-ı asabi / maraz-ı asabî

  • Sinir hastalığı.

maraz-ı içtimai / maraz-ı içtimaî

  • Sosyal hastalık.

maraz-ı müstevli / maraz-ı müstevlî

  • Salgın hastalık.

marez / mârez

  • Sergi.

marifet-i zülcelal / mârifet-i zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi Allah'ı bilme, tanıma.

marut / mârût

  • Sihir belleten iki melekten biri.

maruzat / معروضات

  • Sunulanlar, arzedilecek şeyler. (Arapça)

masaff

  • Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri.

masale

  • Sızıntı.

masarif

  • Sarfolunanlar, harcananlar.

mashara / مسخره

  • Soytarı. (Arapça)

ması'

  • Sağlam vücutlu kimse.

maslahat-ı hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayata faydalı şey.

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

maslub

  • Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş.

masnu / masnû

  • San'atlı yapılmış eser.
  • San'at eseri varlık.
  • Sanatla yapılmış eser.

masnu' / مصنوع / masnû' / مَصْنُوعْ

  • Sanatlı yapılan.
  • San'atla yapılan.

masnu'iyet / masnû'iyet / مَصْنُوعِيَتْ

  • San'atla yapılma.

masnuat / masnuât / masnûât / مَصْنُوعَاتْ

  • San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
  • San'at eseri varlıklar.
  • San'at eseri varlıklar.
  • Sanatlı yapılmış eserler.
  • San'atla yapılanlar.

masnuat-ı müzeyyene

  • Süslü bir şekilde yaratılan san'at eseri varlıklar.

masnuat-ı sağire

  • San'at eseri küçük varlıklar.

masnuatça

  • San'at eseri varlıklar bakımından.

masnuiyet / masnûiyet

  • San'atlılık, sa'at değeri olma.
  • San'atlı olma.
  • Sanat eseri olma hâli.

maşraba

  • Su kabı.

masraf

  • Sarfedilen, harcanan. Gider.

masrif

  • Sarfetme, harcama mahalli.

masru / masrû / مصروع

  • Saralı. (Arapça)

masru'

  • Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı.

masruan

  • Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak.

masruf

  • Sarfolunmuş, harcanılmış olan.

mastaki

  • Sakız.

maşuk / mâşûk

  • Sevilen.

maşuka / mâşûka

  • Sevilen kadın.

masumane / mâsûmâne

  • Suçsuz, günahsız bir biçimde.

masume / mâsume

  • Suçsuz, gühahsız kız çocuk.
  • Suçsuz kadın veya kız.

masumiyet / mâsumiyet

  • Suçsuzluk.

masun ve mahfuz buyursun

  • Sağlam bir şekilde korusun ve muhafaza etsin.

masus

  • Sirke ile pişmiş güvercin.

matbah-ı amire / matbah-ı âmire

  • Saray mutfağı.

matbah-ı şahane

  • Şahane, mükemmel mutfak.

matviyyen

  • Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak.

mauk

  • Şer, yaramaz.

maye-i masnuat / mâye-i masnuat

  • San'atla yaratılan varlıkların özünü teşkil eden mayası.

mayi / mâyi / mâyî / مایع

  • Sıvı.
  • Sıvı.
  • Sıvı. (Arapça)

mayi' / mâyi' / مَايِعْ

  • Sıvı, akıcı.
  • Sıvı.

mayuhdes

  • Sonradan olan.

mazbut

  • Sınırları belirli.

mazhar olan

  • Sahip olan.

mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet

  • Sevgi ve kardeşliği gösterme ve onlara ayna olma.

mazhar-ı şefaat

  • Şefaate nail olan, erişen.

maziryun

  • Şahtere otu.

mazmi

  • Sulanan ekin.

me'ani ilmi / me'ânî ilmi

  • Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

me'haz-i sail / me'haz-i sâil

  • Soru soranın kaynağı.

me'men

  • Sağlam. Güvenilir. Emin yer.

me'va / me'vâ / مأوا

  • Sığınma yeri. (Arapça)

me'va cenneti / me'vâ cenneti

  • Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.

meab / meâb / مآب

  • Sığınak, dönüş yeri.
  • Sığınma yeri. (Arapça)

meal / meâl

  • Sözün kısaca anlamı.

meal-i şerif / meâl-i şerif

  • Şerefli, yüce mânâ.

meani-i elfaz / meâni-i elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin mânâları.

mear

  • Saç ve sakalın dökülmesi.

measir-i bergüzide

  • Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.

meazif

  • Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri.

mebad / mebâd / مباد

  • Sakın, aman sakın, olmaya. (Farsça)

mebada / mebâdâ / مبادا

  • Sakın, aman sakın, olmaya. (Farsça)

mebani-i kelam / mebani-i kelâm

  • Sözün esâsını teşkil eden şeyler.

mebde-i sukut

  • Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei.

mebguz

  • Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş.

mebğuz

  • Sevilmeyen.

mebhus-u anha

  • Sözü geçmiş, bahsedilen şey.

mebhus-ün anh

  • Sözü geçmiş şey. Bahsolunan şey.

mebhut / mebhût / مبهوت

  • Şaşkınlık içinde kalmış olan.
  • Şaşkın.
  • Şaşkın. (Arapça)

mebi' / mebî'

  • Satılmış şey, satılan mal.
  • Satılan veya satın alınan mal.

mebrud

  • Soğuk, soğumuş.

mebzuliyet-i mutlaka

  • Sınırsız bir bolluk, ucuzluk.

mecaz / mecâz

  • Sözün başka mânâda kullanılması.

mecidiye

  • Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.

meclis-i şura / meclis-i şûrâ

  • Şûrâ meclisi, danışma meclisi.

mecmu-u kelam / mecmu-u kelâm

  • Sözlerin tamamı.

mecmu-u sure / mecmu-u sûre

  • Sûrenin tamamı.

mecmua-i eş'ar

  • Şiirler mecmuası, kitabı.

mecmuat-ül ahzab

  • Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası.

mecmuatü'l-ahzab

  • Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevi'nin derlediği üç ciltlik dua kitabı.

mecra / mecrâ

  • Suyun akış yeri, su yolu.
  • Su yolu, kanal.

mecrur / mecrûr

  • Son harfi esre olan kelime.

medain

  • Şehirler.

medar / medâr / مدار / مَدَارْ

  • Sebep, vesile, kaynak, yörünge.
  • Sebep.
  • Sebeb.

medar olma / medâr olma

  • Sebep ve kaynak olma.

medar olmak

  • Sebep olmak.

medar-ı hamd / medâr-ı hamd / مَدَارِ حَمْدْ

  • Şükür sebebi.
  • Şükre sebeb.

medar-ı hamd ve şükür / medâr-ı hamd ve şükür

  • Şükür ve hamd kaynağı, sebebi.

medar-ı hayret ve takdir

  • Şaşkınlık ve övgü sebebi.

medar-ı itham / medâr-ı ithâm / مَدَارِ اِتْهَامْ

  • Suçlama sebebi.
  • Suçlama sebebi.

medar-ı mes'ul

  • Sorumluluk sebebi.

medar-ı mes'uliyet / medâr-ı mes'ûliyet / مَدَارِ مَسْئُولِيَتْ

  • Sorumluluk sebebi.

medar-ı muhabbet

  • Sevgi kaynağı.

medar-ı şefkat

  • Şefkat sebebi.

medar-ı senevi / medâr-ı senevî / مَدَارِ سَنَو۪ي

  • Senelik yörünge.

medar-ı şeref / medâr-ı şeref / مَدَارِ شَرَفْ

  • Şeref vesilesi, şeref kazandıran sebep.
  • Şeref sebebi.

medar-ı sevab / medâr-ı sevab

  • Sevap kaynağı, sebebi.

medar-ı sevap

  • Sevinç ve neşe vesilesi.

medar-ı sevap ve ikab

  • Sevap ve azap vesilesi.

medar-ı sıhhat

  • Sağlıklı olmanın kaynağı.

medar-ı sohbet / medâr-ı sohbet / مَدَارِ صُحْبَتْ

  • Sohbet sebebi, vesilesi.
  • Sohbet sebebi.

medar-ı sual / medâr-ı sual

  • Soru sebebi.

medar-ı sual ve cevap / medâr-ı sual ve cevap

  • Soruya ve cevaba kaynak, sebep.

medar-ı suç / medâr-ı suç

  • Suçlama sebebi.

medar-ı şükran / medâr-ı şükran / medâr-ı şükrân / مَدَارِ شُكْرَانْ

  • Şükür vesilesi, sebebi.
  • Şükre sebeb.

medar-ı şükür / medâr-ı şükür / مَدَارِ شُكُرْ

  • Şükür vesilesi.
  • Şükre sebeb.

medar-ı şüphe / medâr-ı şüphe

  • Şüphe sebebi.

medar-ı sürur / medâr-ı sürûr / مَدَارِ سُرُورْ

  • Sevinç ve neşe vesilesi.
  • Sevinç sebebi.

medar-ı sürur ve saadet

  • Sevinç ve neşe kaynağı.

medar-ı taaccüp

  • Şaşkınlık sebebi, şaşkınlığa sebep olan nokta.

medar-ı teşvik / medâr-ı teşvik

  • Şevklendirme sebebi, teşvik nedeni.

medayin

  • Şehirler.

medeniler

  • Şehirliler, uygar olanlar.

medeniyet-i garbiye-i hazıra / medeniyet-i garbiye-i hâzıra

  • Şimdiki Batı medeniyeti.

medeniyet-i hazıra-i garbiye / medeniyet-i hâzıra-i garbiye

  • Şimdiki Batı medeniyeti.

medeniyet-i zalime-i hazıra / medeniyet-i zâlime-i hâzıra

  • Şimdiki zâlim medeniyet.

medibb

  • Selin aktığı yer.

medine / medîne

  • Şehir.

medyun-u secde-i şükran

  • Şükür secdesi yapmaya borçlu.

mefhum-u kelam / mefhum-u kelâm

  • Sözün ifade ettiği mânâ.

mefhum-u muhālif / mefhûm-u muhālif / مَفْهُومُ مُخَالِفْ

  • Sözden anlaşılan ma'nanın zıddı.

mefhum-u muvafık / mefhûm-u muvâfık / مَفْهُومُ مُوَافِقْ

  • Sözden anlaşılan ma'na.

meftum

  • Sütten ve memeden kesilmiş çocuk.

megafon

  • Sesi yükseltip büyüten alet.

meges / مگس

  • Sinek. (Farsça)
  • Sinek. (Farsça)

megesvar

  • Sinek gibi. Sinek şeklinde. (Farsça)

mehabet / mehâbet

  • Saygı ve sevgiyle karışık korku.

mehamid

  • Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler.

mehasin-i mücerrede

  • Soyut güzellikler; maddî olmaktan, her türlü sınırlayıcı özelliklerden uzak olan güzellikler.

mehasin-i saltanat / mehâsin-i saltanat

  • Saltanatın güzellikleri.

mehasin-i san'at / mehâsin-i san'at

  • San'at güzellikleri.

mehk

  • Suyun rengi yeşil olmak.

mehl / مهل

  • Süre tanıma. (Arapça)

mehru'

  • Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi.

mekaza / mekâza

  • Şiddetli mümârese. Alışkanlık.

mekhul / mekhûl / مكحول

  • Sürmeli. (Arapça)

mekin / mekîn

  • Sakin, vakarlı, saygın.

mekke-i mükerreme

  • Şerefli Mekke şehri.

meknus

  • Süpürülmüş.

mekteb-i mülkiye

  • Siyaset ve yönetim biliminin okutulduğu okul; Siyasal Bilgiler Fakültesi.

mektub-u rahmani / mektub-u rahmânî

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'a ait herbiri birer mektup gibi mânâlar ifade eden varlıklar.

mektub-u sadakat-medar / mektub-u sadâkat-medâr

  • Sadâkate, bağlılığa kaynak olan mektup.

mel'

  • Seri seyr.

mel'ub

  • Salyalı ağız.

melahim / melâhim

  • Savaş yerleri.

melaike-i sual / melâike-i sual

  • Sorgu melekleri.

melal / melâl / ملال

  • Sıkıntı, usanma. (Arapça)

melalli

  • Sıkıntılı. (Arapça - Türkçe)

melas

  • Saracak ve dürecek yer.

melaz

  • Sığınılacak yer. Melce'.

melce

  • Sığınak.

melcê

  • Sığınak.

melce / ملجأ

  • Sığınak, sığınacak yer. (Arapça)

melce' / ملجأ / مَلْجَأْ

  • Sığınak.
  • Sığınacak yer, sığınak.
  • Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer.
  • Sığınacak yer.
  • Sığınılacak yer.

melek-i sual / melek-i suâl

  • Suâl melekleri, Münker-Nekir.

meleke-i san'at

  • San'at kabiliyeti, becerisi.

melfuf / melfûf / مَلْفُوفْ

  • Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan.
  • Sarılı.

melfufen

  • Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey.
  • Sarılı olarak iliştirerek.

melfuz / melfûz

  • Söylenmiş, dile getirilmiş olan.
  • Söylenmiş.

melik-i kadir / melik-i kadîr

  • Sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah.

melik-i zişan / melik-i zîşan

  • Şanı yüce hükümdar.

melis / melîs

  • Şişman ve tenbel olan kişi.

memalik-i baride / memâlik-i bâride

  • Soğuk memleketler, ülkeler.

memalik-i harre / memalik-i hârre / memâlik-i harre

  • Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar.
  • Sıcak memleketler.

memhure

  • Sürülüp nadas olmuş yer.

memkure

  • Sirkeli ve sarmısaklı balık.

memnunen

  • Sevinerek, memnun olarak.

memsuh

  • Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan.

memur-u siyasi / memur-u siyasî

  • Siyasette görevli memur.

memurin-i siyasiye / memurîn-i siyasiye

  • Siyaset görevlileri.

menaat

  • Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük.

menabi-i din ve şeriat / menâbi-i din ve şeriat

  • Şeriat ve dinin kaynakları.

menafi-i şahsiye / menâfi-i şahsiye

  • Şahsî menfaatler, yararlar.

menbat

  • Suyun çıktığı yer. Menba'.

menbit-i sual

  • Sorunun yeri, sorunun geldiği yer, mahal.

menfa / menfâ / منفى / مَنْفَا

  • Sürgün yeri.
  • Sürgün yeri.
  • Sürgün. (Arapça)
  • Sürgün yeri.

menfaat-ı şahsiye

  • Şahsî menfaat, yarar.

menfaatperestlik

  • Sadece çıkarını düşünme.

menfalık / menfâlık

  • Sürgün hayatı. (Arapça - Türkçe)

menfez / مَنْفَذْ

  • Sızma yeri.

menfi / menfî / مَنْف۪ي

  • Sürgün edilen.

menfi siyasetçilerin fetvaları / menfi siyasetçilerin fetvâları

  • Siyaseti kötüye kullanan veya rakiplerini yok etmeye yönelik siyaset yapan kişilerin ortaya attıkları hükümler, görüşler.

menfiyyen

  • Sürgün olarak.

menhi / menhî

  • Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey.

menhiyyat

  • Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.

meni / منى

  • Sperma. (Arapça)

meni'

  • Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor.

menka'

  • Su toplanan çukur.

mensucat-ı ebediye / mensucât-ı ebediye

  • Sonsuz hayata ait dokumalar.

mensucat-ı san'at

  • San'at dokumaları.

menuc

  • Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.

menzil-i bekà

  • Sonsuzluğun bulunduğu yer.

menzil-i saadet / مَنْزِلِ سَعَادَتْ

  • Saadet yeri.

merahilpeyma

  • Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse. (Farsça)

meraset

  • Şiddet.

meratib-i muhabbet / merâtib-i muhabbet

  • Sevgi dereceleri.

meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya / merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ

  • Sevgi, övgü, şeref ve büyüklük mertebeleri.

merd

  • Sözünün eri.

merdudü'ş-şehadet / merdûdü'ş-şehadet

  • Şahitliği kabul edilmeyen.

merhalenişin

  • Seyyah, yolcu, turist. (Farsça)

merhamet

  • Şefkat, acıma, bağışlama.

merhamet-i mutlaka

  • Sınırsız merhamet.

merkez-i saltanat

  • Saltanatın merkezi.

merkez-i siyasiye / merkez-i siyâsiye

  • Siyaset merkezi.

merkez-i vilayet / merkez-i vilâyet

  • Şehir merkezi.

merkuz / merkûz

  • Saplanmış, sabit kalınmış.

mersus

  • Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.

merşuş

  • Saçılmış, dağılmış.

merta

  • Sür'atle yelmek. Seğirtmek.

mertebe-i haysiyet

  • Saygınlık, itibar ve şeref derecesi.

mertebe-i şefkat

  • Şefkat derecesi.

mertebe-i şehadet

  • Şehadet mertebesi.

mertebe-i tadad / mertebe-i tâdâd

  • Sayma ve sıralama mertebesi.

mery

  • Sağılır davarın memesini meshedip sağmak.

merzban

  • Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli. (Farsça)

merzih

  • Şiddetli ses.

mes'ud

  • Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.

mes'ul / mes'ûl / مَسْئُولْ

  • Sorumlu.
  • Sorumlu.

mes'ul etmek

  • Sorumlu etmek.

mes'uliyet / mes'ûliyet / مَسْئُولِيَتْ

  • Sorumluluk.
  • Sorumluluk.

mesag-i şer'i / mesag-i şer'î

  • Şeriatın verdiği izin.

mesağ-ı şer'i / mesağ-ı şer'î

  • Şer'î izin; şeriatın verdiği müsaade.

meşahir-i sahabe / meşâhir-i sahabe

  • Sahabelerin meşhurları.

meşahir-i ulema-i sahabe / meşâhir-i ulema-i sahabe

  • Sahabelerin meşhur âlimleri.

mesai-yi şer'iye / mesâi-yi şer'iye

  • Şeriata uygun olan çalışma ve çabalar.

mesail-i azime-yi siyasiye / mesâil-i azîme-yi siyasiye

  • Siyasete ait büyük meseleler.

mesail-i şer'iye / mesâil-i şer'iye

  • Şeriatın meseleleri, kaideleri.

mesail-i şeriat / mesâil-i şeriat

  • Şeriata ait meseleler.

mesail-i siyasiye / mesâil-i siyasiye

  • Siyasetle ilgili meseleler.

meşaiyyun / meşâiyyun

  • Sadece akla güvenen Aristo geleneğini izleyen felsefeciler.

mesak / mesâk

  • Sevkedilen yer.

meşakkat / مشقت

  • Sıkıntı, güçlük. (Arapça)
  • Meşakkat çekmek: Sıkıntı çekmek, güçlüğe katlanmak. (Arapça)

meşakkatli

  • Sıkıntılı.

mesalih-i siyasiye / mesâlih-i siyasiye

  • Siyasî yararlar, çıkarlar.

mesane / mesâne

  • Sidik torbası. Sidik kavuğu.
  • Sidik torbası.

mesarr

  • Sürurlu, sevinçli.

meşayıh / meşâyıh

  • Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.

meşayih / meşâyih / مشایخ

  • Şeyhler, ihtiyarlar.
  • Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar.
  • Şeyhler, pirler.
  • Şeyhler.
  • Şeyhler. (Arapça)

mescid

  • Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.
  • Secde yeri, küçük cami.

mescud

  • Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.)

mescudiyet / mescûdiyet

  • Secde edilmeye lâyık olma.

mescum

  • Saçılmış, dökülmüş.

mesdud

  • Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış.

meşduh

  • Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.

mesdul

  • Salıverilmiş, serbest bırakılmış.

mesel

  • Suyun aktığı yer.

mesele-i dünyeviye ve siyasiye

  • Siyaset ve dünya meselesi.

mesele-i şer'iye

  • Şer'î mesele, şeriat ile ilgili mesele; fıkhî mesele.

meşême

  • Sol, kötü, uğursuz.

meserrat / meserrât / مسرات

  • Sevinçler. (Arapça)

meserret / مسرت / مَسَرَّتْ

  • Sevinç, şenlik.
  • Sevinç. şenlik. Sürur.
  • Sevinç.
  • Sevinç. (Arapça)
  • Sevinç.

meserret-bahş

  • Sevinç veren, mutluluk bahşeden.

meserretaver / meserretâver

  • Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici. (Farsça)

meserretengiz

  • Sevindiren. Meserret meydana getiren. (Farsça)

mesh / مسخ / مَسْخْ

  • Şeklini değiştirerek çirkin bir hale koyma.
  • Silme, sıvama. (Arapça)
  • Meshetmek: Silmek, sıvamak. (Arapça)
  • Şeklini değiştirip çirkin bir hâle sokma.

meşhed / مشهد

  • Şehit düşülen yer. (Arapça)

meşher / مشهر / مَشْهَرْ

  • Sergi.
  • Sergi.
  • Sergi, sergilenen yer. (Arapça)
  • Sergi yeri.

meşher-i acaip

  • Şaşırtıcı şeylerin sergilendiği yer.

meşher-i san'at

  • San'at eserlerinin sergilendiği yer.

meşhergah-ı san'at / meşhergâh-ı san'at

  • San'atın sergilendiği yer.

meşhud

  • Şahit olunan, görülen, gözlemlenen.

meşhudiyet

  • Şahit olunma hali.

meshuf

  • Susamış. Suya kanamamış.

meşhun / meşhûn

  • Sevinçli.

meşhun-u mesarr / meşhun-u mesârr

  • Sevinçler ve zevklerle dolu.

meşhur

  • Şöhret kazanmış, tanınmış.

meşiet-i hassa

  • Sadece Allah'a ait olan dileme.

meşihat / meşîhat / مَش۪يخَتْ

  • Şeyhülislâmlık.

meşihat-ı islamiye / meşîhat-ı islâmiye / مَش۪يخَتِ اِسْلَامِيَه

  • Şeyhülislâmlık.

mesil

  • Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru.

mesire

  • Seyredilecek, gezilecek yer.

mesiregah / mesiregâh

  • Seyir yeri. Seyrangâh. (Farsça)

meşka / meşkâ

  • Şikâyet etmek.

mesken-i ebedi / mesken-i ebedî

  • Sonsuza dek kalınacak yer.

meşku / meşkû

  • Şikâyet etmek.

meşkuk / meşkûk / مشكوک / مَشْكُوكْ

  • Şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen.
  • Şüpheli.
  • Şüpheli.
  • Şüpheli.
  • Şüphe götürür. (Arapça)
  • Şübheli.

meşkukiyet

  • Şüphelilik. Şüpheli oluş.

meşkukiyyet / meşkûkiyyet / مشكوكيت

  • Şüphe götürme. (Arapça)

meskur

  • Sarhoş olan.

meşkur / meşkûr

  • Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden.
  • Şükre lâyık olan.

meskut

  • Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş.

meslaha

  • Sınır kalesi. Derbent.

meslek-i müteassife

  • Sapık, azgın meslek.
  • Sapık meslek.

meslek-i şirk

  • Şirk mesleği, yolu.

meslub

  • Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş.

mesmel

  • Sığınacak yer.

meşmule

  • Şarap.

mesned-i meşihat

  • Şeyhül-islâmlık mertebe ve mevkii.

mesnun / mesnûn

  • Sünnet olan.

meşru

  • Şer'an caiz olan, şeriate ve kanuna uygun olan.

meşru' / meşrû' / مشروع

  • Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.
  • Şeriata uygun.

meşrua

  • Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan.

mesrud

  • Sihir, efsun, büyü. (Farsça)

meşruh

  • Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.

mesrur / mesrûr / مسرور / مَسْرُورْ

  • Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
  • Sevindirme.
  • Sevinçli, sürurlu.
  • Sevinçli. (Arapça)
  • Sevinçli.

mesrur eden

  • Sevindiren, mutlu eden.

mesrur olmak

  • Sevinmek.

mesrurane / mesrurâne / mesrûrâne / mesrûrane / مسرورانه

  • Sevinçli bir şekilde.
  • Sevinçli bir şekilde.
  • Sevinçli bir şekilde.
  • Sevinçle. (Arapça - Farsça)

mesruriyet / mesrûriyet

  • Sevinç.
  • Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.
  • Sevinçlilik.

meşrut / meşrût

  • Şartlı. Şart ile bağlı.
  • Şarta bağlı.

meşrut olmak

  • Şarta bağlı olarak gelen, şart kılınan.

meşruta / meşrûta

  • Şarta bağlanmış.

meşşata

  • Süsleyen, tarayan.

mest / مست

  • Sarhoş, mest. (Farsça)

mest-i temaşa

  • Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan.

mestane / mestâne / مستانه

  • Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
  • Sarhoşça. (Farsça)

mesti / mestî / مستى

  • Sarhoşluk. (Farsça)
  • Sarhoşluk. (Farsça)

mesti-bahş / mestî-bahş

  • Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı. (Farsça)

meştum

  • Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış.

mestur

  • Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış.
  • Satırlanmış, çizilmiş.

mesud / mesûd

  • Saadetli, mutlu.

mesudane / mesûdâne

  • Saadetle.

mesuk / mesûk

  • Sevk olunan.

mesuk-u lehü'l-kelam / mesûk-u lehü'l-kelâm

  • Sözün söyleniş gayesi.

mesul / mesûl

  • Sorumlu.

mesuliyet / mesûliyet / مسئوليت

  • Sorumluluk.
  • Sorumluluk.
  • Sorumluluk. (Arapça)

meşur / meşûr

  • Şuurlu.

meşveret-i şer'iye

  • Şeriattaki istişare, işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi, İslâmın öngördüğü meşveret.

metaib

  • Seçilmiş ve güzel şeyler.

metanet / metânet

  • Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)
  • Sağlamlık, dayanıklı olma.

metanet etme / metânet etme

  • Sabretme, kararlılık gösterme.

metbene

  • Samanlık.

metin / متين

  • Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan.
  • Sağlam, dayanıklı.
  • Sağlam, dayanıklı. (Arapça)

metinane / metînane

  • Sağlam ve kuvvetli bir şekilde.

mevaid / mevâid

  • Sofralar.

mevcud-u müzeyyen

  • Süslenmiş varlık.

mevcudat-ı latife / mevcudat-ı lâtife

  • Şirin varlıklar.

mevdud

  • Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.

meveddet / مودت

  • Sevgi, muhabbet.
  • Sevme, sevgi, dostluk.
  • Sevgi. (Arapça)

mevki-i içtimai / mevki-i içtimaî

  • Sosyal mevki, makam.

mevkuf satış / mevkûf satış

  • Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.

mevkute

  • Süreli yayın.

mevla / mevlâ

  • Sahip, efendi, Allah.

mevlid-i şerif

  • Süleyman Çelebinin yazdığı, Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu ve hayatını anlatan manzum eser.

mevsim-i harif

  • Sonbahar, güz devresi.

mevsuf

  • Sıfat sahibi, sıfatlanan.

mevsuf-u zülkemal / mevsûf-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah.

mevsuk-ul kelim

  • Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir.

mevsukan

  • Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.

mevsukiyet

  • Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.

mevt-i ebedi / mevt-i ebedî

  • Sonsuz bir ölüm.

mevud / mevûd

  • Söz verilmiş.

mevvar

  • Seri, çabuk, hızlı, sür'atli.

mevzu-i bahis / موضوع بحث

  • Sözkonusu. (Arapça - Farsça)

mevzu-u bahis

  • Söz konusu.

mevzubahis / mevzûbahis

  • Söz konusu.

mey

  • Şarap, içki. (Farsça)
  • Şarap,

mey-füruş

  • Şarap satan, meyhâneci, şarapçı. (Farsça)

mey-gun

  • Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan. (Farsça)

meyadin-i harb

  • Savaş meydanları. Muhârebe alanları.

meydan / meydân

  • Saha, alan.

meydan-ı gaza

  • Savaş meydanı.

meydan-ı harb

  • Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı.

meydan-ı harp

  • Savaş meydanı.

meydan-ı harp ve imtihan

  • Savaş ve imtihan meydanı.

meydan-ı muaraza

  • Sözle mücadele meydanı.

meydan-ı mübareze

  • Savaş meydanı.

meydan-ı müdafaa / meydân-ı müdâfaa / مَيْدَانِ مُدَافَعَه

  • Savunma meydanı.
  • Savunma meydânı.

meyeh

  • Su, mâ.

meyelan-ı muhabbet / meyelân-ı muhabbet

  • Sevgiyi ortaya çıkaracak meyil ve eğilimler.

meyelan-ı şevk-engiz / meyelân-ı şevk-engiz

  • Şevk verici eğilim.

meygun / meygûn / ميگون

  • Şarap rengi. (Farsça)

meyhane / meyhâne / ميخانه

  • Şarap içilen yer, içkievi. (Farsça)

meyl-i saadet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluğa olan eğilim, arzu.

meyl-i şedid

  • Şiddetli meyil, arzu.

meyl-i sefahet

  • Sefahate duyulan arzu, meyil.

meylak

  • Seri ve aceleci kimse.

meymene / ميمنه

  • Sağ, iyilik, uğur.
  • Sağ kanat. (Arapça)

meysan

  • Sallana sallana yürümek.

meysere / ميسره

  • Sol kanat. (Arapça)

meyve-i zişuur / meyve-i zîşuur

  • Şuur sahibi, bilinçli meyve.

mezahim-i hazıra / mezâhim-i hazıra

  • Şimdiki sıkıntılar, zahmetler.

mezahir

  • Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.

mezak

  • Sür'atli yürüyen deve.

mezbub

  • Sinekli.

mezbube

  • Sineği çok olan yer.

mezbur / mezbûr

  • Sözü edilen.

mezcuc

  • Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş.

mezheb-i şafii / mezheb-i şâfiî

  • Şâfiî mezhebi.

mezik / mezîk

  • Su ile karışık süt.

meziyat-ı kelamiye / meziyât-ı kelâmiye

  • Sözün, kelâmın özellikleri, hususiyetleri.

mezraa-i masnuat / mezraa-i masnûât / مَزْرَعَۀِ مَصْنُوعَاتْ

  • San'at eseri varlıkların tarlası.
  • San'atla yapılan şeylerin tarlası.

mezraa-i semaviye / mezraa-i semâviye / مَزْرَعَۀِ سَمَاوِيَه

  • Semâvi tarla.
  • Semâya âit tarla.

mi'raz

  • Süs için giyilen güzel elbiseler.

mid'at

  • Şehrin burcu.

miftah-ı kelam / miftâh-ı kelâm

  • Sözün anahtarı.

mihen / محن

  • Sıkıntılar. (Arapça)

mihnet / محنت

  • Sıkıntı, tasa.
  • Sıkıntı, acı, dert. (Arapça)

mihrban / mihrbân / مهربان

  • Sevgi dolu, şefkatli. (Farsça)

mihsere

  • Süpürge.

mihveka

  • Süpürge.

mikamme

  • Süpürge.

mikele

  • Sofra takımı.

mıkla'

  • Sapan.

miknese

  • Süpürge.

mikyas-ül mayiat / mikyas-ül mâyiat

  • Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.

milis

  • Sivil ordu.

mincere

  • Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.)

minhac-üs sünnet

  • Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu.

minhacü's-sünne / minhâcü's-sünne

  • Sünnet yolu; Peygamberimizin sünnetine uyma metodu; Dördüncü Lem'a.

minnetdar

  • Şükran duyan, iyilik karşısında kendini borçlu hisseden.

minnettarlık

  • Şükran duygusu.

minşefe

  • Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne.

mıntıka-i harre / mıntıka-i hârre

  • Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası.
  • Sıcak bölge.

mıntıka-i harre ehli

  • Sıcak bölge halkı.

mir-ahur

  • Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır. (Farsça)

mirah

  • Sürur, neşat, sevinç.

miremme

  • Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.

mirhat

  • Salıverilmiş, bırakılmış perde.

mirkatü's-sünne

  • Sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri.

mirrih

  • Şâd, neşeli ve mesrur kimse.

mis'

  • Şimal yeli, kuzey rüzgârı.

miş'ar

  • Şan, şeref, haysiyet ve vakar.

misafir

  • Seferde olan.

misafir-i rahman / misafir-i rahmân

  • Sonsuz rahmet sahibi olan Allah'ın misafiri.

misak / misâk / mîsak / ميثاق

  • Sözleşme, anlaşma.
  • Sözleşme.
  • Sözleşme.
  • Sözleşme. (Arapça)

misal / misâl / مِثَالْ

  • Suretten ibaret (âlem).

misal-i meşru / misâl-i meşru

  • Şeriata uygun timsal, örnek.

misal-i mücessem / misâl-i mücessem

  • Somut örnek.

misal-i muhabbet / misâl-i muhabbet

  • Sevgi misali.

misal-i müşahhas / misâl-i müşahhas

  • Somut örnek, şahıs gibi somut hâle gelmiş misâl.

misali / misâlî / مِثَال۪ي

  • Sûretten ibaret.

misaliler / misâlîler

  • Sahih bir rüyada iken misâl âleminde görülen şahıslar.

mısbah-ül meshur

  • Sabahlayan, sabahlamış.

mısfat

  • Süzgeç. Tasfiye âleti.

misfat

  • Süzgeç. Tasfiye âleti.

misfat-ı şeriat

  • Şeriatın süzgeci.

misfere

  • Süpürge.

mısgar

  • Sarı yüzlü.

mishat

  • Şarap koyacak kap.

misheb

  • Siyah at.

mıska

  • Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska.

miska' / miskâ'

  • Sıklık vermek.

mıskat

  • Su kovası.

mişmaa

  • Şamdan.

mısra / mısrâ

  • Şiirin satırlarından her biri, dize.
  • Şiirin her bir satırı.

mıstabanişin

  • Sedirde oturan. (Farsça)

misvak / misvâk

  • Sünnet olan diş temizleme aleti, bir ağacın kökü.

mişvaz

  • Sarık.

mıthere

  • Su kabı. Matara.

mıtlak

  • Sık sık kadın boşayan erkek.

miyah / miyâh / مياه

  • Sular. (Arapça)

mizad

  • Sürur, sevinç, neşe.

mizan-ı şeriat

  • Şeriat terazisi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin teraizisi, ölçüsü.

mizan-ı siyaset

  • Siyaset terazisi; siyasi denge.

mizan-ül harare

  • Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)

mizenend / mîzenend

  • Söylüyorlar, vuruyorlar.

modern

  • Şimdiki zamana uygun, asri. (Fransızca)

molla kürdi / molla kürd-i

  • Said Nursî.

mu'cizat-ı san'at / mu'cizât-ı san'at

  • San'at mu'cizeleri.

mu'cize-i ebediye

  • Sonsuz mu'cize.

mu'cize-i sahabiye / mu'cize-i sahâbiye

  • Sahabelerle alâkalı olup, pekçoğunun gördüğü, tasdik ettiği mu'cizeler.

mu'cize-i san'at

  • San'at mu'cizesi.

mu'di / mu'dî

  • Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.

mu'nan

  • Su arkı, su mecrâsı.

mu'tak

  • Serbest bırakılmış köle, câriye veya esir.

mu'tecir

  • Sadaka veren.

muacciz

  • Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
  • Sıkıntı verici, rahatsız edici.

muahaze / muâhaze

  • Sorgulama.

muaheze / muâheze / مُؤَاخَذَه

  • Sorgulama, hesaba çekme.
  • Sorgulama, azarlama.
  • Sorgulama.

muaheze eden

  • Sorgulayan, hesaba çeken.

muahhar / مؤخر / مُؤَخَّرْ

  • Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan.
  • Sonra olma.
  • Sonraki.
  • Sonraki, daha sonraki, geç. (Arapça)
  • Sonra olan, sonraki.

muahharen

  • Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak.

muakıd / muâkıd

  • Sözleşen.

muallime-i sefahet

  • Sefahetin öğretmeni.

muanaka / muânaka

  • Sarılma.

muaraza / muâraza

  • Sözle mücadele.

muaraza-i bil-huruf

  • Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele.

muaşaka / muâşaka / معاشقه

  • Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
  • Sevişme.
  • Sevişme. (Arapça)

muazzi

  • Sabredici.

mübahesat / mübâhesât

  • Söz etmeler, konuşmalar.

mübahese / mübâhese

  • Söz etme, konuşma.

mübareze

  • Sözle çekiştirme. Kavga. Cidal. Döğüşmek.

mübasele

  • Savaşta hamle edip kahramanlık göstermek.

mübaşeret-i cüz'iye

  • Sınırlı temas.

mübayaa / mübâyaa / مبایعه

  • Satın almak. Pazarlıkla bir şeyin değerini verip almak.
  • Satın alma.
  • Satın alma. (Arapça)
  • Mübâyaa edilmek: Alınmak, satın alınmak. (Arapça)
  • Mübâyaa etmek: Almak, satın almak. (Arapça)

mubend

  • Saç bağı. (Farsça)

müberred

  • Soğutulmuş olan.

mübezzir / مُبَذِّرْ

  • Savurgan.

mübhic / mübhîc

  • Sevindiren.

mübta'

  • Satın alınmış.

mücadele / mücâdele / مجادله

  • Savaşma, çarpışma.
  • Savaşım. (Arapça)

mücahid-i alicenab / mücâhid-i âlicenab

  • Şerefli, haysiyetli mücahid.

mücanebet

  • Sakınma. Çekinme. İnsanlardan uzağa bir tarafa çekilme.

mücareze

  • Saçma ve iyi olmıyan sözlerle lâtife yapma.

mücazefe / mücâzefe

  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.

mücennebe

  • Savaşçı asker, harpçi asker.

mücerred

  • Soyutlanmış.

mucib-i istifsar / mûcib-i istifsar

  • Soru sorma gerekçesi, sebebi.

mucib-i mes'uliyet / mûcib-i mes'uliyet

  • Sorumluluk gerektiren.
  • Sorumluluk gerektiren.

mucib-i muaheze / mûcib-i muâheze / مُوجِبِ مُؤَاخَذَه

  • Sorgulama gerektiren.

mucib-i şükran / mûcib-i şükran

  • Şükür gerektiren.

mucib-i taaccüp / mûcib-i taaccüp

  • Şaşkınlık sebebi.
  • Şaşkınlık sebebi.

mucizat-ı san'at / mucizât-ı san'at / mûcizât-ı san'at

  • Sanat mucizeleri.
  • Sanat mucizeleri.

mücrim / مجرم / مُجْرِمْ

  • Suçlu.
  • Suçlu. (Arapça)
  • Suçlu.

mücrim-i siyasi / mücrim-i siyasî

  • Siyasi suçlu.

mücteba / müctebâ

  • Seçilmiş. Kıymetli, ihtiyar olunmuş.
  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.
  • Seçilmiş, kıymetli.

müctelib

  • Sürüp götüren.

müd

  • Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.

müdaase

  • Süngü ile dürtüşmek.

müdafa

  • Savunma.

müdafaa / müdâfaa / مدافعه / مُدَافَعَه

  • Savunma.
  • Savunma.
  • Savunma. (Arapça)
  • Savma, savunma.

müdafaa eden

  • Savunan.

müdafaa etme

  • Savunma.

müdafaa etmek

  • Savunmak.

müdafaaname / müdafaanâme / müdâfaanâme / مُدَافَعَه نَامَه

  • Savunma yazısı.
  • Savunma yazısı.
  • Savunma yazısı.

müdafaat / müdâfaat / müdâfaât

  • Savunmalar.
  • Savunmalar.

müdafi / müdâfî

  • Savunan, koruyan.
  • Savunan.

müdafi' / müdâfi' / مُدَافِعْ

  • Savunan.

müdam

  • Şarap, mey, hamr.

müdamere

  • Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama.

müdde-i umumi / müdde-i umumî

  • Savcı.

müddeiiumumi / müddeîiumumî

  • Savcı.

müddeiumum

  • Savcı.

müddeiumumi / müddeiumumî

  • Savcı.

müddeiumumilik

  • Savcılık.

müddet / مدت

  • Süre.
  • Süre, zaman.
  • Süre. (Arapça)

müddet zarfında

  • Süre içinde.

müddet-i saltanat

  • Saltanat süresi.

müdebbir / مُدَبِّرْ

  • Sonunu görerek tedbîr alan.

müdebbir-i hakim / müdebbir-i hakîm / مُدَبِّرِ حَك۪يمْ

  • Sonunu görerek hikmetle önlem alan (Allah).

müdebbir-i rahim-i zülcemal / müdebbir-i rahîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah.

müdellis

  • Sattığı malın kusur ve ayıbını müşteriden saklıyan.

mudıll

  • Saptıran.

müdla

  • Sarkıtılmış. İrsal olunmuş.

müdli / müdlî

  • Şâhid ve delil gösteren.

müdrenfık

  • Sür'atle yürüyen kişi, hızlı giden kimse.

müdür-ü mes'ul

  • Sorumlu müdür.

müeccel

  • Sonraya bırakılan.

müeddi olma / müeddî olma

  • Sebep olma, birşeye götürme.

müehhirin / müehhirîn

  • Sonrakiler.

müekkid

  • Sağlamlaştıran.

müfafaza

  • Şeref hususunda akrânına üstün olmak.

müfakehe

  • Şakalaşma, lâtife yapma.

mufarakat-i ebediye

  • Sonsuz ayrılık.

mufavada şirketi / mufâvada şirketi

  • Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.

müfessir-i alişan / müfessir-i âlişan

  • Şan ve şeref sahibi açıklayıcı.

müfettiş-i şakir / müfettiş-i şâkir

  • Şükreden denetleyici.

müfham

  • Susturulmuş, iskât edilmiş olan.

müflihane

  • Selâmete çıkarak. Felâh bularak. (Farsça)

müfteriş

  • Secdede iken iki kolunu yere koyan.

müftiy-ül enam

  • Şeyh-ül İslâmın bir ismi. Herkesin müftüsü.

mugalata / mugâlata

  • Safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme.

mugamese

  • Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.

muganni / mugannî / مغنى

  • Şarkıcı. (Arapça)

muganniye

  • Şarkıcı kadın.

mugril / mugrîl

  • Şişmiş maktul.

muhabbet / محبت

  • Sevgi. Aşırı düşkünlük.
  • Sevgi.
  • Sevgi, sohbet.
  • Sevgi.
  • Sevgi.
  • Sevgi. (Arapça)

muhabbet eden

  • Seven.

muhabbet etme

  • Sevme.

muhabbet-i acibe / muhabbet-i acîbe

  • Şaşkına döndüren sevgi.

muhabbet-i bekà

  • Sonsuz yaşamayı sevme, arzu etme.

muhabbet-i rahman / muhabbet-i rahmân

  • Sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah'a duyulan sevgi.

muhabbetdar / muhabbetdâr

  • Seven, sevgili.

muhabbetdarane / muhabbetdârâne

  • Severcesine.

muhabbethane / muhabbethâne

  • Sevgi evi.

muhabbetkarane / muhabbetkârâne

  • Sevgi besleyerek, muhabbetle.
  • Severcesine.

muhabbetname

  • Sevgisini bildiren yazılı mektup.
  • Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı. (Farsça)

muhabbettar

  • Sevgi besleyen.

muhabbettarane / muhabbettârâne

  • Sevgiyle, sevgi dolu.

muhacim

  • Saldıran.

muhadded

  • Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş.

muhaddir

  • Şişiren, kabartan.

muhadere

  • Sür'at etmek.

muhafete

  • Söyleme, yavaş okuma.

muhalefet-i şeriat

  • Şeriata karşı muhalefet; şeriata aykırı davranma.

muhalif-i hakikat-i şeriat / muhâlif-i hakikat-i şeriat

  • Şeriatın gerçeğine ve ruhuna aykırı.

muhalla

  • Süslenmiş. Süs yapılmış.

muhalled

  • Sürekli.
  • Sürekli.

muhalli / muhallî

  • Süslendiren, yaldızlayan.

muharebat / muhârebât

  • Savaşmalar.

muharebe / muhârebe / مُحَارَبَه

  • Savaş, savaşma.
  • Savaşma.
  • Savaşma.

muharebe eden

  • Savaşan.

muhareze

  • Saklamak.

muharib / muhârib / محارب

  • Savaşan.
  • Savaşçı. (Arapça)

muhasara / محاصره

  • Sarma, kuşatma. (Arapça)
  • Muhasara etmek: Sarmak, kuşatmak. (Arapça)

muhasebe

  • Sorgu, hesaba çekilme.

muhassal-i kelam / muhassal-i kelâm

  • Sözün kısası.

muhassala / محصله

  • Sonuç.
  • Sonuç. (Arapça)

muhaşşem

  • Sarhoş, mest.

muhassil

  • Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.

mühavede

  • Sulh etmek, barışmak.

muhayyer

  • Seçilmesi serbest olan seçmece, beğenmece.
  • Seçme konusunda serbest bırakma.
  • Seçmeli.

muhayyerlik

  • Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.

muhazzi'

  • Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.

muhdes

  • Sonradan meydana getirilmiş.

muhfes

  • Seri, hızlı.

muhib / محب / مُحِبْ

  • Seven.
  • Seven.
  • Seven. (Arapça)
  • Seven.

muhibb

  • Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen.

muhibbane

  • Severek. Dostça. Dosta yakışır surette. (Farsça)

muhibbiyet

  • Son derece sevmek.

mühimmat / مهمات

  • Savaş malzemesi. (Arapça)

muhit-i içtimai / muhit-i içtimaî

  • Sosyal çevre.

muhkem / مُحْكَمْ

  • Sağlam.
  • Sağlam, sağlamlaştırılmış, kuvvetli.
  • Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır.
  • Sağlam.
  • Sağlam.

muhkemat / muhkemât

  • Sağlam ve mânâsı açık olanlar, kuvvetliler.

muhled

  • Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.

muhlis

  • Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse.
  • Samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözeten.

muhlisen

  • Samimiyetle.

mühr-ü rahmani / mühr-ü rahmânî

  • Sonsuz rahmet sahibi olan Allah'ı gösteren mühür.

muhsi / muhsî

  • Sayı sayan.

muhtar / muhtâr

  • Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.

muhtariyye / muhtâriyye

  • Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir.

mühtedi / mühtedî

  • Sonradan hidâyete eren, doğru ve hak yolu kabul eden.

muhtefid

  • Seri kesici olan.

muhtell-üs sıhha

  • Sıhhati bozulmuş.

muhterem / محترم

  • Saygın, saygıdeğer. (Arapça)

muhteriz

  • Sakınan. Çekinen. Çekingen.

muhterizane / muhterizâne

  • Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine. (Farsça)

muhtetim

  • Sona erdiren. Hitâma vardıran.

muhtetin

  • Sünnet olmuş.

muhtezir

  • Sakınan, çekinen.

müjde-i saadet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluk müjdesi.

mukabede

  • Şiddet ve zahmet vermek.

mukabele-i bilhuruf

  • Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek.

mukabele-i bissüyuf

  • Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak.

mukaddeme-i mükafat-ı lahika / mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika

  • Sonradan verilecek olan mükafatın başlangıcı.

mukalkale

  • Şişe. Sürahi.

mukamik

  • Sözü boğazı içinden söyleyen.

mükaşefe / mükâşefe

  • Sırların açılması.

mukattaa

  • Sûre başlarında bulunan şifreli harf.

mukattaat

  • Sûrelerinin başlarında bulunan şifreli harfler.

mukavelat / مقاولات

  • Sözleşmeler. (Arapça)

mukavele / mukâvele / مقاوله

  • Sözleşme.
  • Sözleşme, yazılı sözleşme.
  • Sözleşme.
  • Sözleşme, yazılı sözleşme.
  • Sözleşme. (Arapça)

mukavelename / مقاوله نامه

  • Sözleşme metni. (Arapça - Farsça)

mukavim

  • Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
  • Sağlam, dayanıklı.

mukazefe

  • Sövüşmek.

mükella'

  • Sâhil. Nehir kenarı.

mükerremen

  • Saygı ve hürmet ile. İkram ile.

mükevver

  • Sarılmış. Kıvrılmış.

mukimü's-sünne / mukîmü's-sünne

  • Sünneti ihya edecek olan zât.

mukın / mûkın

  • Şüphesiz ve kat'i olarak bilen.

mukza'

  • Seri, hafif nesne.

mül

  • Şarap. (Farsça)

mülahaka

  • Sonradan yetişmek ve tâbi olmak.

mülazemeten

  • Staj görerek. Maaşsız ve aylıksız olarak.

mülhid-i bihuş / mülhid-i bîhuş

  • Sersem mülhid, akılsız inkârcı.

mülteci / ملتجى

  • Sığınmacı. (Arapça)

mültehic

  • Sığınacak yer. Sığınak.

mülzem

  • Susturulmuş, mağlup edilmiş.

mülzim

  • Susturan.
  • Susturan.

mülzimane

  • Sözde susturmağa zorlıyarak. Sustururcasına.

mümakese

  • Satın aldığı şeyin pahâsından kesmek.

mümasaha

  • Sözle birbirine yumuşak davranma.

mümassar

  • Sarı ile boyanmış nesne.

mumatala

  • Sohbet eder gibi karşılıklı konuşma.

mümatala

  • Savsaklama, borcu uzatma.

mümekk

  • Su verilmiş demir.

mümevveh

  • Sahte, samimi olmayan, içten değil. Görünüşte haklı olan. Gösterişle alâkadar.
  • Sahte, kof.

mümevvehat

  • Sahte, bâtıl şeyler.

mümtaz / mümtâz / ممتاز / مُمْتَازْ

  • Seçkin, üstün.
  • Seçkin, üstün.
  • Seçkin. (Arapça)
  • Seçkin.

mümtazane / mümtâzâne

  • Seçkin bir biçimde.

mümtaze / mümtâze

  • Seçilmiş, ayrılmış.
  • Seçkin, üstün.

mümtaziyet / mümtâziyet

  • Seçkinlik, üstünlük.

mümtehin / ممتحن

  • Sınav yapan, sınayan. (Arapça)

mümter

  • Şüpheci, şüphe eden.

mün'im-i kerim / mün'im-i kerîm

  • Sonsuz cömertlik sahibi ve nimet verici Allah.

mün'im-i rahim / mün'im-i rahîm

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve gerçek nimet verici olan, Allah.

münadi / münâdi

  • Seslenen, çağıran.

münafis

  • Sırdaş.

münakaşa / münâkaşa

  • Sert tartışma.

münakaşa-i lisaniye

  • Söz ile tartışma.

münakaşat / münâkaşât

  • Sertçe tartışmalar.

münasebat-ı mefhumiye / münasebât-ı mefhumiye

  • Sözdeki mealin gerçeğe uygunluğu.

münasebet-i adediye

  • Sayısal bağlantı, rakamsal ilişki.

münasebet-i siyak-ı kelam / münasebet-i siyâk-ı kelâm

  • Sözün gidiş münasebeti, öncesiyle ve sonrasıyla olan ilişkisi.

münasebetiyle / münâsebetiyle

  • Sebebiyle, nedeniyle.

münasere

  • Saçmak.

münazara-i şeytani / münazara-i şeytanî

  • Şeytanla olan tartışma.

münazara-i şeytaniye

  • Şeytanla münazara, tartışma.

müncer

  • Sürüklenen, sonuçlanan.

müncer olmak

  • Sonuçlanmak.

müncez

  • Sözü yerine getirilmiş, incâz edilmiş.

müngamis

  • Suya batmış.

münhasif / مُنْخَسِفْ

  • Sönükleşen, parlaklığını yitirip görünmez hâle gelen.
  • Sönmüş, batmış, tutulmuş.
  • Sönen, sönük.

münhasır olma

  • Sınırlı olma, ait, mahsus olma.

münhasıran / منحصرا

  • Sırf, sadece. (Arapça)

münhedil

  • Sarkmış, aşağı salıverilmiş. Sarkık.

munkabız

  • Sıkıntılı, büzülmüş.

münkabız

  • Sıkıntılı, tutuk.

münker ve nekir

  • Sorgu melekleri, öldükten sonra insanları kabirde sorgulayan melekler.

münkerat / münkerât

  • Şeriatçe yapılması yasaklanmış şeyler.

münkesif

  • Sönmüş, sönük.

munsalih

  • Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan.

münsed

  • Set çekilmiş, engellenmiş.

münsedil

  • Salıverilmiş. Gevşetilip sarkıtılmış olan.

münşell

  • Şelâle hâlinde atılarak akan.

münşif

  • Su gibi sıvı şeyleri sünger gibi çeken.

münşife

  • Sünger gibi suyu emen şey.

müntabıka

  • Söylenirken dilin üst damağa kapanması. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler; sad, dad, tı, zı.

müntafi / müntafî

  • Sönen.
  • Sönen.

müntahab / منتخب

  • Seçilmiş, seçkin. (Arapça)

müntahabat / منتخبات

  • Seçki, antoloji. (Arapça)

müntakim / müntakîm

  • Suç işleyene cezasını veren Allah.

muntavi'

  • Söz dinler. Muti.

müntebiz

  • Safın arkasında yalnız duran kişi.

müntec

  • Sonuçlanmış.

müntefi

  • Sönen, ortadan yok olan, intifa eden.
  • Sönen.

münteha / منتها / müntehâ / مُنْتَهَا

  • Son, en son derece, en son yer, nihayet. Son uç.
  • Son, en son derece.
  • Son. (Arapça)
  • Son.

müntehab / مُنْتَخَبْ

  • Seçilmiş.
  • Seçilmiş. Güzide. İntihab ve ihtiyar olunmuş.
  • Seçilmiş.
  • Seçilmiş.

müntehabat

  • Seçilen ve belirlenen bölümler.

müntehap

  • Seçilmiş.

müntehi / müntehî

  • Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten.
  • Sona eren.
  • Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin sonuna varan velî.

müptezel

  • Saygınlığını yitirmiş

Müptezel

  • Saygınlığını yitirmiş (Arapça)

müraat-ı esbab / müraât-ı esbab

  • Sebeplere uymak, tedbir almak.

murabaha / murâbaha

  • Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile satmak.

murassa / murassâ

  • Süslü, mücevherli.

murassa' / مرصع / مُرَصَّعْ

  • Süslü.
  • Süslü.

murassaat / murassâât

  • Süsler, mücevherler.

mürcia

  • Sonunda menfaati olan şey.

mürcie

  • Sapık bir topluluk.

murdia

  • Süt annesi.
  • Süt emziren. Süt anası.
  • Süt anne.

mürebbi-i rahim / mürebbî-i rahîm

  • Şefkat ve merhamet herbir varlık üzerinde görülen ve herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye eden Allah.

müreccim

  • Sözü tam söyleyip yerli yerince edâ ve beyân eden.

müretteb / مُرَتَّبْ

  • Sıralanmış, dizilmiş.
  • Sıralanmış.

mürevvak

  • Süzülmüş, tortusu giderilmiş.

mürg

  • Sümük. (Farsça)

mürg-i seher

  • Seherde öten kuş, bülbül.

mürg-i zerrin

  • Sülün.

murib / murîb

  • Şüpheli. şüphelendirici.

mürrane

  • Süngü.

mürsel

  • Şerîatle (yeni bir din ile) gönderilen peygamber.

mürsel hadis / mürsel hadîs

  • Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek insanların) ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp, sohbetinde yetişen kimselerden) birinin, doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler.

mürşid-i mucib / mürşîd-i mûcîb

  • Sorulara cevap verip irşad eden, aydınlatıcı cevap veren.

mürtesih

  • Sağlam, sıkı ve sabit olan.

mürtevi

  • Suya kanmış.

mürudet

  • Son derece dikbaşlık gösterme. Çok fazla âsilik yapma.

murzia / مرضعه

  • Sütanne. (Arapça)

muşa'şa / muşa'şâ

  • Şaşaalı, gösterişli.

muşa'şa'

  • Şaşaalı, gösterişli, parlak.

müsaade-i şer'iye

  • Şeriatın müsaadesi, İslâmiyetin izin verdiği iş ve davranış.

musab

  • Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan.

müsab

  • Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören.

müşacir

  • Sözle nizâ eden, kavga eden.

müsadere etmek

  • Suç karşılığı olarak, malın tamamına ya da bir bölümüne el konulması.

musaffa

  • Sâfileşmiş. Temizlenmiş. Süslenmiş.
  • Safileşmiş, arıtılmış.

musaffi / musaffî

  • Safileştiren, arıtan.
  • Sâfileştiren. Temizleyen. Süzen. Tasfiye eden.
  • Safileştiren, temizleyen.

musahabe / musâhabe

  • Sohbet etme.

musahebe

  • Sohbet, söyleşi.

müşahede etme

  • Seyretme, gözlemleme.

müşahhas / مشخص / مُشَخَّصْ

  • Somut, maddî varlığa sahip.
  • Şahıslanmış, somut.
  • Somut. (Arapça)
  • Şahıslaştırılmış, somut.

musahib / musâhib

  • Sohbet eden, arkadaş.
  • Sohbet arkadaşı.

musahip

  • Sohbet eden, arkadaş.

müşakat

  • Sıkıntı ve zorluklara dayanma hususunda yarışma. Aykırılık. Düşmanlık.

müşakelet / müşâkelet

  • Şekilce benzeyiş.

müşakil / müşâkil

  • Şeklen benzer.

müşakil etmek

  • Şeklen benzetmek.

müsal

  • Sakal.

musalih

  • Sulh yapan, barışan.

musallat

  • Sataşan.
  • Sataşan.

musallat eden

  • Saldırtan, sataştıran.

musallat etme

  • Sataştırma, iliştirme.

musallat etmek

  • Sataştırmak, başa belâ etmek.

musallat olan

  • Sataşan, saldıran.

musanna / musannâ

  • Sanatlı.
  • San'atla yapılmış.

musanna' / مُصَنَّعْ

  • San'atlı yapılan.

musannif / مُصَنِّفْ

  • Sınıflandıran. Kitab tertib eden. tasnif eden.
  • Sınıflandıran, kitap yazan.

müsaraaten

  • Sür'atli ve acele olarak.

müşarata / müşârata

  • Şartlaşma.
  • Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme.

müsarre

  • Sürurlaşmak, sevindirmek.

müşate

  • Saç ve sakaldan dökülen kıllar.

musattah

  • Satıh haline getirilmiş. Düz ve yassı hâle konulmuş olan. Satıhlandırılmış. Düzleştirilmiş.

müsavat-ı mutlaka / müsâvât-ı mutlaka / مُسَاوَاتِ مُطْلَقَه

  • Sınırsız, tam eşitlik.

musavvir / مُصَوِّرْ

  • Sûret veren, biçimlendiren, Allah.
  • Sûret veren.

musavvire

  • Sûretlenen, biçimlenen.
  • Şekil verme.

müsebbabat

  • Sebeplerin sonuçları olan şeyler; sebeplerle yaratılan varlıklar.

müsebbeb / مُسَبَّبْ

  • Sebep olunan şey, sebebin sonucu.
  • Sebeplerin sonucu.
  • Sebeble meydana gelen.

müsebbebat / müsebbebât

  • Sebelerin sonuçları.
  • Sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar.

müsebbep

  • Sebeple meydana gelen, sebebin sonucu.

müsebbet

  • Sâbit kılınmış, tesbit olunmuş.

müsebbib

  • Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran.
  • Sebep olan.

müsebbibü'l-esbab

  • Sebeplerin yaratıcısı olan Allah.

müsebbiha

  • Sağ elin ikinci parmağı. Şehâdet parmağı.

müsebbip

  • Sebep olan.

müsecca'

  • Secilendirilmiş. Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli olan nesir.

müseccel

  • Sicilli, kayıtlı.

müşedded / مُشَدَّدْ

  • Şeddelenmiş, Arapçada bir harfi iki kez okumayı sağlayan işaretin konulduğu harf.
  • Şiddetlendirilmiş.
  • Şeddeli.

müsekkin / مسكن / مُسَكِّنْ

  • Sakinleştirici, yatıştırıcı. (Arapça)
  • Sâkinleştiren, uyuşturan.

müsekkit / مسكت

  • Susturucu. (Arapça)

müsellah / müsellâh / مسلح / مُسَلَّحْ

  • Silahlı.
  • Silâhlı.
  • Silahlı. (Arapça)
  • Silahlı.

müselsel

  • Silsile halinde, zincirleme.

müsemma-i zülcemal / müsemmâ-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah.

müşerref / مُشَرَّفْ

  • Şereflenmiş, şerefli. Herkesce kıymetli.
  • Şerefli, değerli.
  • Şereflenen.
  • Şereflenmiş.

müşerref etmek

  • Şereflendirmek.

müşerref olan

  • Şereflenen.

müşerref olma

  • Şereflenme.

müşerref olmak

  • Şereflenmek.

müşerrefiyet

  • Şereflenme.
  • Şereflenme.

müşerri / müşerrî

  • Şeriatın kurucusu.

müşerri'

  • Şeriat kanunu koyucusu; şeriat hükmünü vaz' eden, koyan.

müşevveh

  • Şekil ve kıyafeti çirkin. Bed-endâm kimse.

müşevveş olma

  • Şaşırma.

müsevvik

  • Sevk eden, gönderen.
  • Sevk eden.

müşevvikane

  • Şevk vermek suretiyle, teşvik ederek, sevdirerek. (Farsça)

müşeyyid

  • Sağlam, yüksek yapı yapan.

müşfik / مشفق / مُشْفِقْ

  • Şefkatle seven. Acıyan, merhametli.
  • Şefkatli.
  • Şefkatli, merhametli, acıyan.
  • Şefkatli.
  • Şefkatli. (Arapça)
  • Şefkatli.

müşfikane / müşfikâne

  • Şefkatle, merhametle. Müşfik olana lâyık surette. (Farsça)
  • Şefkatli bir şekilde.
  • Şefkatlice, acıyıp severek.

müşfikkarane / müşfikkârâne

  • Şefkat edercesine.

mushaf

  • Sahife, kitap, Kurân.

müşhıs

  • Sövücü, söven, şâtim.

muska

  • Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye.

müskir

  • Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, aklı gideren ve keyf veren madde.
  • Sarhoş edici, şarap ve içki.
  • Sarhoş eden, sarhoşluk veren.

müskirat / müskirât / مسكرات

  • Sarhoş edici şeyler.
  • Sarhoşluk veren şeyler.
  • Sarhoş edici şeyler. (Arapça)

müskit / مُسْكِتْ

  • Susturucu.
  • Susturan, söyliyecek söz bırakmayan, susmağa mecbur eden.
  • Susturan.
  • Susturan.

müskitane / müskitâne

  • Sustururcasına. Susturma suretiyle. (Farsça)

muslihane / muslihâne

  • Sulh yolu ile, iyilikle anlaşarak. Arabuluculukla. (Farsça)

müsmegıdd

  • Şişirici, şişiren.

müsmin

  • Semiz, şişman.

musrad

  • Soğuktan hemen etkilenen kimse.

müsrif / مسرف

  • Savurgan. (Arapça)

muşta

  • Saç tarağı.

müsta'ceb

  • Şaşılacak olan.

müsta'ciben

  • Şaşakalarak, şaşırarak, taaccüb ederek.

müsta'mere / مستعمره

  • Sömürge. (Arapça)

müsta'tıfane / müsta'tıfâne

  • Şefkat istercesine, sevgi taleb edercesine. (Farsça)

mustafa / مصطفي

  • Seçilmiş, seçkin; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) isimlerinden biri.
  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.
  • Seçilmiş.

müstağrak-ı envar-ı safa / müstağrak-ı envar-ı safâ

  • Safâ verici nura garkolmuş, safâ veren nurlara batmış.

müstahdes

  • Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış.

müstahkem

  • Sağlamlaştırılmış, istihkâm edilmiş.
  • Sağlamlaştırılmış.

müstahkim

  • Sağlamlaştıran, istihkâm eden.

müstahleb

  • Süt gibi beyaz ve sübye tarzında hazırlanmış, süt haline getirilmiş ilâç.

müstahlib-i leben

  • Süt sağan.

mustaka

  • Sakız.

müştakane

  • Şevkle, çok isteyerek, severcesine. (Farsça)

müstakarr

  • Sabitlenen yer, yörünge.

müstantık

  • Sual soran, sorgu hakimi.

müstantik

  • Sorguya çeken, sorgu hâkimi.

müstantık / مستنطق / مُسْتَنْطِقْ

  • Sorgu yargıcı. (Arapça)
  • Savcı.

mustar

  • Şarap.

müştebeh

  • Şübheli olan şey.

müştebih

  • Şüphelenen, şüpheci, iştibah eden.

müstefsir

  • Soruşturup anlamaya çalışan.

müstehab

  • Sevilen, beğenilen. Peygamber efendimizin bâzan âdet olarak yaptıkları; yapılınca sevâb verilen yapılmayınca günâh olmayan şeyler.
  • Sevilmiş, sevaplı.

müsteham

  • Şaşırmış, şaşa kalmış, hayran.

müstehamm

  • Sıcak su mevzii, hamam.

müştehat

  • Şehveti celb eder hâle gelen. Yetişmiş kız.

müştehir

  • Şöhretli. Meşhur. Namdar.

müşteka / müştekâ

  • Şikâyet olunan, kendisinden şikâyet edilen.
  • Şikayet olunan.

müşteki / müştekî / مشتكى / مُشْتَكِي

  • Şikâyette bulunan, şikâyetçi.
  • Şikayet eden.
  • Şikayetçi.
  • Şikayetçi. (Arapça)
  • Şikâyet eden.

müştekiyane / müştekiyâne

  • Şikayet edercesine.
  • Şikâyet ederek.
  • Şikâyet edercesine, şikâyet eder gibi. (Farsça)

müstemirren

  • Sürekli, devamlı olarak.

müstemlekat / müstemlekât

  • Sömürgeler.
  • Sömürgeler.

müstemlekat nazırı / müstemlekât nâzırı

  • Sömürgelerden sorumlu bakan.

müstemleke / مستملكه / مُسْتَمْلَكَه

  • Sömürge.
  • Sömürge, koloni. (Arapça)
  • Sömürge.

müstemlekeci

  • Sömürgeci.

müstemlekecilik

  • Sömürgecilik.

müşterek lafız

  • Sözlük anlamıyla birden fazla anlama gelen kelime. Meselâ: "Yüz" gibi.

müşteri / müşterî

  • Satın alan.

müsteşfiane / müsteşfiâne

  • Şefaat dilercesine. (Farsça)

müsteşhid

  • Şâhid gösteren, şâhid tutan.

müstesna / müstesnâ

  • Seçkin, benzeri olmayan.

müstetbeat / müstetbeât

  • Söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih yoluyla işaret edilen mânâlar gibi çağrışımlar.
  • Sözün yan mânâları, söze tabi olan mânâlar.

müstetbeat-üt terakib

  • Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar.

müt'a nikahı / müt'a nikâhı

  • Şâhidsiz olarak bir kadına belli miktarda para verip, belli bir zaman için berâber yaşamağı sözleşmek.

mutabık-ı makam

  • Sözün konumuna uygun.

mutasaddık-un aleyh

  • Sadakayı kabul eden kimse.

mutasallibane

  • Salâbetli gibi, kuvvet sâhibi olana yakışır surette. (Farsça)

mutasarrıf / متصرف

  • Sancak beyi. (Arapça)

mutasarrıf-ı zişan / mutasarrıf-ı zîşân

  • Şan ve şeref sahibi ve herşeyde istediği gibi tasarruf eden Allah.

mutasavvıfane / mutasavvıfâne / متصوفانه

  • Sofuca. Mutasavvıflara yakışır tarzda. (Farsça)
  • Sûfice. (Arapça - Farsça)

mutasavvıfe

  • Sofular, mutasavvıflar.

mutasavvire

  • Sûretlendiren.

mutasavvıt

  • Ses çıkaran, seslenen, ses veren.

mutayebe / مطایبه

  • Şakalaşma, birbirine fıkra anlatma. (Arapça)

mutayta

  • Sallana sallana kibirlenerek yürüme. İzzetli ve kibirli yürüme.

mutazaccır

  • Sıkıntılı. İçi sıkılan. Rahatsız.

müteaccib

  • Şaşıp kalan.

müteaccibane / müteaccibâne

  • Şaşıp kalırcasına.
  • Şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde. (Farsça)
  • Şaşırarak, şaşkın bir şekilde.

müteaddi

  • Sataşan.

müteahhir

  • Sonraki, sonra gelen.
  • Sonradan gelen.
  • Sonraki.

müteahhir fen

  • Sonra gelen bilim.

müteahhirin / müteahhirîn

  • Sonradan gelenler, yetişenler, son devir âlimleri.
  • Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.
  • Son zamanlarda gelenler ve yetişenler. (Büyük allâmeler hakkında söylenir.)
  • Sonrakiler.

müteakıb

  • Sıra ile, birbiri arkasından gelen.

müteanniyane

  • Sıkıntılı ve zahmet çekerek. Zahmetle. (Farsça)

müteattıfane / müteattıfâne

  • Şefkat göstererek, bağışlayarak, esirgeyerek. (Farsça)

müteattış

  • Susamış.

mütebeddi'

  • Sünnet ehli iken bid'at ehli olan.

mütebehhic

  • Şen ve keyifli olan. Sevinç içinde olan.

müteberrid

  • Soğuyan.

mütebessir

  • Sivilce çıkaran.

mütecaviz / mütecâviz

  • Sınırı geçen, başkalarının sınırını tecavüz eden.
  • Saldıran, haddini aşan.

mütecemmilane / mütecemmilâne

  • Süslenerek, donararak, bezenerek. (Farsça)

mütecennib

  • Sakınan, içtinab eden, korunan, kaçınan.

mütecessim

  • Şekillenen, cisimlenerek görünen, gözle görünen.

mütedemdim

  • Sinek vızıltısı gibi sesler çıkaran.

mütegalibe

  • Sıra ile birbirine galib gelen.

mütehacim / mütehâcim

  • Saldıran.

mütehamiyane

  • Sakınarak, korunarak. Kendini himaye edercesine. (Farsça)

mütehaşşin

  • Sertlik gösteren, kabalaşan.

mütehayyer

  • Şaşılacak.

mütehayyir / متحير

  • Şaşmış, hayrette kalmış.
  • Şaşmış, şaşırmış.
  • Şaşkın, şaşırmış. (Arapça)

mütehayyirane / mütehayyirâne

  • Şaşkınca, şaşkın şaşkın, şaşırarak. (Farsça)

mütehellil

  • Sevinçten yüzü gülen.

mütekellim

  • Söyleyen, konuşan.

mütekellimivahde

  • Sadece kendi adına konuşan.

mütela'simane

  • Saçmalayarak, kemküm ederek. (Farsça)

müteleffif

  • Sarılıp bürünen.

mütemadi / متمادی / mütemâdî / مُتَمَاد۪ي

  • Sürekli. (Arapça)
  • Sürekli olan.

mütemadiyen / mütemâdiyen / متمادیا / مُتَمَادِيًا

  • Sürekli olarak.
  • Sürekli olarak. (Arapça)
  • Sürekli olarak.

mütemahhıt

  • Sümküren.

mütemaşi

  • Seyre çıkan.

mütemaşşit

  • Saçını sakalını tarayan.

mütemazih

  • Şakalaşan, birbirine lâtife ve şaka yapan.

mütemessik

  • Sımsıkı yapışan.

mütenahi / mütenâhî / mütenâhi / متناهى / متناهي

  • Sona eren, biten.
  • Sona eren. (Arapça)
  • Sonu olan.

mütenahnihane / mütenahnihâne

  • Soluyarak. Hırıltı ile ses çıkararak. (Farsça)

mütenazır / mütenâzır

  • Simetrik.

müteneşşif

  • Suyu ve rutubeti çekip emen.

müteneşşıt

  • Sevinç, neşat elde eden.

müterasıf

  • Saf şeklinde birbirine yanaşıp sıkışmış olan.

mütereddi

  • Soysuzlaşmış.

müterennih

  • Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sallana sallana yürüyen.

müterennim

  • Şarkı söyleyen.

müterettib

  • Sıralı, rütbeli.

müteşa'ab

  • Şube ve kısımlara ayrılmış olan.

müteşaab / müteşââb

  • Şubelere ayrılan.

mütesabbır

  • Sabreden.

mütesahhir

  • Sahur yiyen.

müteşahhıs / مُتَشَخِّصْ

  • Şahıs haline gelen, cisimlenen.

müteşaib / müteşâib

  • Şubelenen, kollara ayrılan.

müteşair / müteşâir / متشاعر

  • Şair geçinen, şair müsveddesi. (Arapça)

müteşairiyet / müteşâiriyet

  • Şairlik taslama.

müteşakil / müteşâkil

  • Şakelce benzer.

mütesalih

  • Sağır gibi görünen. Sağırlık gösteren.

mütesallib / مُتَصَلِّبْ

  • Sertleşmiş, katılaşmış olan.
  • Sertleşmiş, katılaşmış.
  • Sağlamlaşmış, katılaşmış.

mütesallip

  • Sarsılmaz seviyede birşeye (dine) bağlanan kimse.

müteşebbik

  • Şebeke hâlinde olan, ağ gibi birbirine geçen.

mütesebbit

  • Sebat gösteren, sebat eden, dayanan.

müteseccid

  • Secdeye kapanan, secde eden.

mütesehhirane / mütesehhirâne

  • Sabahlayarak, gece uyumayarak. (Farsça)

müteşekki / müteşekkî / متشكى

  • Şikâyet eden, sızlanan, şikâyetçi, teşekki eden.
  • Sızlanan, şikayetçi.
  • Şikâyet eden; itiraz eden.
  • Şikayetçi. (Arapça)

müteşekkik

  • Şek ve şüphede kalan. Şek ve şüpheden kurtulamayan.

müteşekkil / مُتَشَكِّلْ

  • Şekillenmiş, oluşmuş.
  • Şekillenen, oluşan.

mütesekkir

  • Sarhoş olan.

müteşekkir / متشكر / مُتَشَكِّرْ

  • Şükreden, teşekkür eden.
  • Şükreden.
  • Şükreden, iyiliğe karşı nazikâne davranan.
  • Şükran borçlu. (Arapça)
  • Şükreden.

müteşekkirane / müteşekkirâne

  • Şükrederek, şükür etmek suretiyle. (Farsça)
  • Şükrederek, teşekkür edercesine.

müteşelşil

  • Şarıl şarıl akıp çağlayan.

müteselsilen

  • Sıra ile, zincirleme olarak, birbiri peşi sıra.

müteşerrif

  • Şereflenen, şeref duyan.

mütesettir

  • Saklanıp gizlenmiş olan. Tesettür eden, gizlenen.

müteşevvik

  • Şevkli, çok istekli olan.

müteşeytın

  • Şeytanlık eden, şeytanca davranan.

müteşeyyi'

  • Şiilik taslayan. Şii tâifesine girmiş olan.

müteseyyid

  • Seyyidlik isnad eden, seyyid olmadığı halde kendini seyyid gibi gösteren.

müteşeyyih

  • Şeyhlik iddia eden, şeyhlik taslayan.
  • Şeyhlik taslayan.

müteşeyyih-i müteevviğ

  • Şeyhlik taslayıp ağa olmaya çalışan.

mütevacid

  • Sahte ve yapma olarak vecde gelen.

mütevakki / mütevâkki

  • Sakınan.

mütevaliyen / متواليا

  • Sürekli olarak. (Arapça)

mütevaşşih

  • Süslenen, takınan.

müteveddid

  • Sevgi ve muhabbet gösteren. Kendini sevdiren.

mütevellihane / mütevellihâne

  • Sersemlik ve hayranlıkla. (Farsça)

mütevessib

  • Sıçrayan, atlıyan.

mütezallim

  • Şikâyet eden şikayetçi.

mütezellik

  • Sürçen, kayan.

mütezelzil / متزلزل

  • Sarsılan, sallanan, oynayan, sarsıntıda olan.
  • Sarsılan.
  • Sarsılan. (Arapça)
  • Mütezelzil olmak: (Arapça)
  • Sarsılmak. (Arapça)
  • Bozulmak. (Arapça)

mütezelzile

  • Sarsılmış.

mütezeyyin

  • Süslenen, ziynetlenen.
  • Süslenmiş.
  • Süslenen.

mütezeyyine

  • Süslenmiş.
  • Süslenmiş.

mutfi / mutfî

  • Söndüren, itfa eden.

mutlak / مطلق / مُطْلَقْ

  • Sınırlandırılmamış, salıverilmiş.
  • Sonsuz, şüphesiz.
  • Sınırsız.

mutlak nezr

  • Şarta bağlı olmayan adak.

mutlakıyyet

  • Şartsız ve kayıtsız olarak bir hükümdarın emri ile bir hükümet, devlet veya bir topluluğun idare usulü.

mutlık

  • Serbest bırakan. Boşayan. Salıveren. Köle veya esiri serbest bırakan, azad eden.

mutmain

  • Şüphesiz, tam kanaatle inanma.

mutmainane / mutmainâne

  • Şüphesiz bir şekilde.
  • Şüphesizce. Rahatlık ve emniyet içinde olarak. (Farsça)

muttasıf

  • Sıfatlanan, özellik kazanan.

muttasıf olma

  • Sıfatı üzerinde taşıma.

muttasıl / متصل

  • Sürekli, durmadan. (Arapça)

müttefik-ul kavl

  • Söz birliği.

müttehem / مُتَّهَمْ

  • Suçlanan, itham altında kalan.
  • Suçlanan.
  • Suçlanan.

müttehemiyet

  • Suçlandırılma, suçlu olduğu tasavvur edilme. Maznunluk.

muvaade

  • Sözleşme, va'dleşme.

muvafakat-i adediye

  • Sayıca meydana gelen uygunluk, denklik.

muvafakat-ı mefhumiye

  • Sözden çıkarılan meallerin uygunluğu.

muvafat

  • Sözünün eri olma.

muvaffakiyet-i siyasiye

  • Siyasî başarı.

müvahene

  • Süstlük, zayıflık.

muvazene-i şeriat

  • Şeriatın dengesi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin dengesi.

müvellid-ül ma'

  • Su tevlid eden. Hidrojen.

muy-bend

  • Saç bağı. (Farsça)

müz'iç olan

  • Sıkıntı veren.

muza'fer

  • Sarı renkte. Safran renginde.

müza'fer

  • Sarı renge boyanmış.

müzahamet

  • Sıkıntı verme, bir noktaya yığılma.

müzaheme / müzâheme

  • Sıkışıklık.

muzahraf

  • Sahte yaldızlı, yalancı süslü olan.

müzahraf / مُزَخْرَفْ

  • Sahte yaldızla süslü pislik.

müzahref

  • Süprüntü, dışı süs içi pis şey.

muzahrefat

  • Süprüntüler, atıklar.

müzahrefat / müzahrefât

  • Süprüntüler, dışı süs içi pis şeyler.

muzahrefiyet

  • Sahtecilik; süsleyip cilalamak sûretiyle aslı gibi, doğal gibi göstermeye çalışmak.

muzari

  • Şimdiki zaman veya geniş zaman kipi.

müzayaka

  • Sıkıntı, darlık, yokluk, parasızlık. Zorluk.
  • Sıkıntı, darlık, güçlük.

muzcer

  • Sıkıntılı, ıztırablı.

muzcir

  • Sıkıntı ve ıztırab veren.

müzemmele

  • Soğuk su testisi.

müzeyyen / مزين / مزین / مُزَيَّنْ

  • Süslenmiş, süslü.
  • Süslü.
  • Süslü.
  • Süslü, ziynetli. (Arapça)
  • Süslenmiş.

müzeyyenat / müzeyyenât

  • Süslüler.
  • Süslenmiş şeyler.
  • Süslenmişler, ziynetlenmiş olan güzel şeyler.

müzeyyene

  • Süslü, süslenmiş.

müzeyyin / مُزَيِّنْ

  • Süsleyen, her eserini harika nakışlarla süsleyen Allah.
  • Süsleyen.

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

müznibin / müznibîn

  • Suçlular, günah işleyenler.

muztar

  • Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.

muzur

  • Sütün ekşimesi. Mübâlagalı ism-i fâil.

müzy

  • Şam ahalisinin kullandığı bir ölçüdür ve onbeş kile alır.

müzzan

  • Süslü, bezenmiş.

na'f

  • Sütü çok olan deve.

na-ma'dud

  • Sayılmaz, çok. Sayısız. (Farsça)

na-mahsur

  • Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz. (Farsça)

na-mütenahi / nâ-mütenâhî / نَامُتَنَاه۪ي

  • Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz. (Farsça)
  • Sonsuz.

na-paydar

  • Süreksiz, geçici. Sebatsız, kararsız, durmaz. (Farsça)

na-şad

  • Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli. (Farsça)

na-saf

  • Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. (Farsça)

na-şikib

  • Sabırsız. (Farsça)

na-şikibane / na-şikibâne

  • Sabırsızlıkla. (Farsça)

na-şikibani / na-şikibânî

  • Sabırsızlık. (Farsça)

na-şikibi / na-şikibî

  • Sabırsızlık. (Farsça)

na-şita

  • Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma. (Farsça)

nab / nâb / ناب

  • Saf, halis, katışıksız. (Farsça)

nabiz

  • Savaşçı, muharip, savaşan.

nacins / nâcins / ناجنس

  • Soysuz, cinsi bozuk. (Farsça - Arapça)

nacur

  • Sırça tabak.

nadi / nâdî / نادی

  • Seslenen, çağıran. (Arapça)

nadiye

  • Sudan uzak olan hurma ağacı.

nafercam / nâfercâm / نافرجام

  • Sonu iyi olmayan, yararsız. (Farsça)

nafis-ül kerb

  • Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran.

nafiz / nâfiz

  • Sahîh, geçerli. Başkasının hakkı bulunmayan. Başkasının hakkını tealluk etmeyen.

nafiz-ül kelim

  • Sözü geçen.

nafiziyet

  • Sözü geçerlik, nâfizlik.

nağme

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak. Tegannî.

nahif

  • Sümkürdüğünde genizden gelen ses.

naht

  • Sümkürmek.

naim cenneti / naîm cenneti

  • Sekiz Cennet'ten beşincisi.

naka-i salih / nâka-i sâlih

  • Salih Peygamber'in (A.S.) bir mu'cizesi olarak kayadan çıkan devesi.

nakılmeclis

  • Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz.

nakış

  • Süs, bezek.

nakl-i asvat

  • Seslerin nakli, iletimi.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nakş-ı acib / nakş-ı acîb

  • Şaşırtıcı, eşsiz nakış.

nakş-ı acib-i san'at

  • San'atın şaşırtıcı nakşı.

nakş-ı kelami / nakş-ı kelâmî

  • Sözle ilgili nakış, süs, söz dokusu.

nakş-ı san'at

  • San'atlı nakış, işleme.

nakş-ı şefkat

  • Şefkatin nakşı.

nakş-ı ziynet

  • Süslü işleme.

nakş-tıraz

  • Süslü işlemeler. (Farsça)

nakşi / nakşî

  • Şah-ı Nakşibend tarafından kurulan tarikata mensup olan kimse.

nakur

  • Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâk

namadud / nâmâdud

  • Sayısız.

namahdud / nâmahdud / نامحدود

  • Sınırsız, hudutsuz.
  • Sınırsız. (Farsça - Arapça)

namberdar

  • Şanlı, ünlü, ad salmış, meşhur. (Farsça)

namus-u şefkat

  • Şefkat kanunu.

namus-u zişuur / namus-u zîşuur

  • Şuur sahibi yasa, kanun.

namütenahi / nâmütenâhi / nâmütenâhî / nâmütenahi / نامتناهى

  • Sonsuz.
  • Sonsuz.
  • Sonsuz, engin. (Farsça - Arapça)

naşad / nâşâd

  • Şâd olmayan, üzgün.

nass-ı kelam / nass-ı kelâm / نَصِّ كَلَامْ

  • Sözün (Kurânın) açık hükmü.

nast

  • Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak.

natafan

  • Suyun seyelân etmesi, akması.

natakte

  • Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)
  • Söyledin.

nath

  • Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması.

natş

  • Şiddet. Kuvvet.

natşan

  • Susuz kalmış kişi.

naverd

  • Savaş, harb, dövüş, ceng. (Farsça)

naverdgah / naverdgâh

  • Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı. (Farsça)

naverdhah / naverdhâh

  • Savaş isteyen, muharebe arzulayan. (Farsça)

nazar-ı hürmet

  • Saygı dolu bakış.

nazar-ı muhabbet

  • Sevgi bakışı.

nazar-ı rahmet

  • Şefkat ve merhametlice bakış.

nazar-ı san'at-perverane

  • San'atkârane bakış.

nazar-ı şefkat

  • Şefkatli bakış.

nazar-ı şehvet ve heves

  • Şehvet ve hevesle bakma.

nazar-ı şer'i / nazar-ı şer'î

  • Şeriata, dinin bakışına göre.

nazar-ı şeriat

  • Şeriata, dinin bakışına göre.

nazar-ı şübhe / نظر شبهه

  • Şüpheli göz, şüpheli bakış.

nazar-ı şuhud

  • Şâhidlerin, şehâdet edenlerin görmesi ve tetkikleri.

nazar-ı şuur

  • Şuurlu ve bilinçli bakış.

nazari / nazarî / نَظَر۪ي

  • Sırf düşünce hâlinde bulunan bilgi, teorik.

nazariye / نَظَرِيَه

  • Sırf düşünce hâlinde bulunan bilgi, teori.

nazh

  • Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma.

nazim

  • Sıra sıra, dizi dizi olan şey.

nazm-ı kelam / nazm-ı kelâm

  • Söz ve ifadenin tertip ve dizilişi.

nazm-ı mensur

  • Şiir gibi âhenkli yazılan düz yazı.

nazrakünan / nazrakünân

  • Seyrederek, bakarak. (Farsça)

ne'ş

  • Şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak.

nebac

  • Sesi yüksek olan.

nebbac

  • Sesi sert olan.

neberd / نبرد

  • Savaş. (Farsça)

neberde

  • Savaşçı, muhârib. (Farsça)

neberdgah / neberdgâh

  • Savaş yeri, muharebe sahası. (Farsça)

nebiy-yi zişan / nebiy-yi zîşan

  • Şan sahibi Nebî; Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiyy-i zişan / nebiyy-i zîşân

  • Şan sahibi Nebî; Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebs

  • Söylemek.

nebt

  • Suyun yerden çıkıp akması.

nebv

  • Sakız.

nec'e

  • Şiddetli nazar. Şiddetli bakış.

necabet / necâbet / نجابت

  • Soyluluk.
  • Soyluluk. (Arapça)

necah

  • Ses, sadâ.

necaşe

  • Süratle yürümek, hızlı yürümek.

necib / necîb / نجيب

  • Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı.
  • Soylu, asil, temiz.
  • Soylu, asil, kişizade. (Arapça)

necibe

  • Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde.

necih

  • Su sesi.

neciy

  • Sırdaş, sır saklayan.

necl-i necib

  • Soyu temiz çocuk.

nefes

  • Soluk.

nefes-i rahman / nefes-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenab-ı Hakkın varlıklar üzerindeki rahmet esintisi.

nefezan

  • Sıçramak.

neffas

  • Sihir yapan, üfüren, üfürükçü.

nefh-i sur / nefh-i sûr / نَفْخِ صُورْ

  • Sûra üfleme.

nefh-i sūr / نَفْخِ صُورْ

  • Sura üfleme.

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nefiy / نَفِيْ

  • Sürgün.

nefrin-han / nefrin-hân

  • Sövüp sayan. (Farsça)

nefs-i şeriat

  • Şeriatın özü, esası, aslı.

nefs-i zeval / nefs-i zevâl

  • Sona ermenin kendisi.

nefuh

  • Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.

nefy

  • Sürgün. (Arapça)

nefyedilen

  • Sürülen, sürgün edilen.

nefyolma

  • Sürgün edilme.

nehr-i cari / nehr-i câri

  • Suyu devamlı akan nehir.

nehr-üs sema

  • Samanyolu. Kehkeşan.

nehrüssema

  • Samanyolu da denilen yıldızlar kümesi.

nejad / نژاد

  • Soy, ırk. (Farsça)

nekal / nekâl

  • Şiddetli azap.
  • Şiddetli azap.

nekda'

  • Sütü olmayan deve.

neked

  • Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet.

nemat-ı takrir

  • Söyleme tarzı.

nemek-perver

  • Sâdık ve bağlı kimse. (Farsça)

nemime / nemîme

  • Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme.
  • Söz götürme, taşıma, kişi aleyhindeki sözleri ona eriştirme, koğuculuk etme.
  • Söz taşıma.

nemmam / nemmâm

  • Söz taşıyıcı.
  • Söz taşıyan, koğuculuk yapan. Duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp söyleyen.

nere-i ab / nere-i âb

  • Su dalgası.

neş'e

  • Sevinç.

neş'e-i uhra / neş'e-i uhrâ

  • Son kez yaratılıp diriltilme (âhirette).

neşat / نشاط

  • Sevinç, mutluluk.
  • Sevinç.
  • Sevinç. (Arapça)

neşat-aver / neşat-âver

  • Sevinç ve sürur getiren. (Farsça)

neşat-bahş

  • Sevinç ve neşe bağışlayan. (Farsça)

neşat-engiz / neşât-engiz

  • Sevinç uyandıran. (Farsça)

neseb / نسب

  • Soy, sop, nesil.
  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.
  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y
  • Soy, sülale.
  • Soy. (Arapça)

neseben

  • Soyca, soy bakımından.
  • Soy itibariyle.
  • Soyca, sülâlece, soy bakımından.

nesebi / nesebî / نَسَب۪ي

  • Soy ile ilgili.
  • Soy yönünden, neseble ilgili olarak.
  • Soya âit.

nesep

  • Sülale, soy.

neşide / neşîde

  • Şiir.
  • Şiir.

nesil

  • Soy, sop, zürriyet.

nesim-i seher / nesîm-i seher

  • Seher rüzgârı, tan yeli, tatlı sabah rüzgârı.

nesim-i subh

  • Sabah rüzgârı.

nesim-i subh-dem

  • Sabah vakti esen rüzgâr, sabah rüzgârı.

nesl-i hazır / nesl-i hâzır

  • Şimdiki nesil.

nesne

  • Şey, herhangi bir şey.
  • Şey, tamlayıcı, tümleç.

nesr-i manzum

  • Şiirsel, kâfiyeli nesir.

nest

  • Sâkin olmak.

neşv ü nema / neşv ü nemâ / نشو و نما

  • Serpilme, gelişme, büyüme. (Arapça)
  • Neşv ü nemâ bulmak: Gelişmek, yayılmak. (Arapça)

neşvan

  • Sarhoş.

neşve / نشوه

  • Sevinç.
  • Sevinç. (Arapça)

netaic / netâic / نتائج

  • Sonuçlar. (Arapça)

netice / نتيجه / netîce

  • Son, sonuç.
  • Sonuç.
  • Sonuç.
  • Sonuç. (Arapça)
  • Netice çıkarmak: Sonuç çıkarmak, sonuca varmak. (Arapça)

netice verme

  • Sonuç verme.

netice-i harb

  • Savaşın sonucu.

netice-i kelam / netice-i kelâm

  • Sözün özü.
  • Sözün kısası.

netice-i muharebe

  • Savaş sonucu.

netice-i mükafat / netice-i mükâfat

  • Sonuçta verilecek mükâfat.

netice-i san'at

  • San'atın neticesi.

netice-i şerriye

  • Şerden ortaya çıkan sonuç.

neticepezir

  • Son bulmuş, neticelenmiş. (Farsça)

neticesinde

  • Sonucunda.

neticesiz

  • Sonuçsuz.

neticeten

  • Sonuç olarak.

nev'i şahsına münhasır

  • Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.

neva / nevâ / نوا

  • Ses, nağme, çekirdek.
  • Ses. (Farsça)

nevahi-i şer'iye / nevâhî-i şer'iye

  • Şeriatın nehiyleri, yasakları.

nevatıh

  • Şiddetler.

nevbet / نوبت

  • Sıra, nöbet. (Arapça)

nevdel

  • Sarkık ve sülpük olmak.

nevdevlet / نودولت

  • Sonradan görme. (Farsça - Arapça)

nevhat

  • Sakalı yeni çıkmış genç.

nevk

  • Sivri uç. (Farsça)

nevres

  • Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.

nevruz-u sultani / nevrûz-u sultânî

  • Sultan nevruzu; Osmanlı Devletinde bizzat sarayın organize edip sultanın da katıldığı ve coşkuyla kutlanan bahar bayramı; 21 Mart.

neyistan / نيستان

  • Sazlık, kamışlık. (Farsça)

neyşeker

  • Şeker kamışı. (Farsça)

neysitan

  • Sazlık, kamışlık. (Farsça)

neyyir-i saadet

  • Saadet, mutluluk ışığı, aydınlığı.

neyzar / neyzâr / نيزار

  • Sazlık, kamışlık. (Farsça)

nezaret-i şahane

  • Son derece güzel bakım ve gözetim.

nezd-i ali-i üstadane / nezd-i âlî-i üstadane

  • Siz Üstadın yüksek nazarında, yanında.

nezr-i mutlak

  • Şarta bağlı olmadan yapılan adak.

nezv

  • Sıçramak.

nezzar

  • Seyreden, bakan.

nezzare

  • Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden.

nida / nidâ / نِدَا

  • Sesleniş.
  • Seslenme, ünleme, ünlem.
  • Seslenme.

nida' / nidâ' / نداء

  • Ses. (Arapça)

nihai / nihaî

  • Sona ait, sonuncu.

nihai vesika / nihaî vesika

  • Son anlaşma belgesi, sonuç bildirgesi.

nihali / nihalî

  • Sahan altlığı. (Farsça)

nihanhane

  • Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen. (Farsça)

nihayet / nihâyet / نهايت / نهایت / نِهَايَتْ

  • Son.
  • Son.
  • Son.
  • Son. (Arapça)
  • Nihayet bulmak: Sona ermek. (Arapça)
  • Son.

nihayet derece

  • Sonsuz derece.

nihayet derecede

  • Sonsuz derecede.

nihayet kesir

  • Son derece çok.

nihayet-i acz

  • Sınırsız güçsüzlük.

nihayet-pezir

  • Son bulan. Nihâyet bulur olan.

nihayetinde

  • Sonunda.

nihayetpezir / nihâyetpezir

  • Sona erme.

nihayetsiz / nihâyetsiz

  • Sonsuz.
  • Sonsuz.

nihayette olan

  • Son sınırda, en üst derecede olan.

nijad / nijâd / نژاد

  • Soy. (Farsça)

nikah-ı müt'a / nikâh-ı müt'a

  • Şâhidsiz olarak, bir kadınla belli para verip, belli zaman için berâber yaşamağı sözleşmek.

nikah-ı sahih / nikâh-ı sahih

  • Sıhhat şartlarını cami' olan nikâh.

nikal

  • Şiddetli işkence.

nıkmet

  • Şiddetli ceza, intikam alma.

nikmet / نِقْمَتْ

  • Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
  • Şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.
  • Şiddetli ceza.

nimmest

  • Sarhoşça. (Farsça)

nişane-i beraat / nişâne-i beraat

  • Suçsuz olduğuna dair nişan, işaret.

nisar / nisâr / نثار

  • Saçmak.
  • Saçma. (Arapça)
  • Nisâr etmek: Saçmak. (Arapça)

nisarçin

  • Saçılan şeyleri toplayan. (Farsça)

nisbet-i adediye

  • Sayısal uygunluk oranı.

nisbet-i san'at

  • San'atı kıyaslama.

niseb-i adediye

  • Sayısal orantılar, bağlantılar.

nısf-ı ahir / nısf-ı âhir / nısf-ı ahîr / نصف اخير / نِصْفِ اٰخِرْ

  • Son yarı.
  • Son yarısı.
  • Son yarı.

niyet-i halis / niyet-i hâlis

  • Saf, temiz niyet.

niyet-i halisa / niyet-i hâlisa

  • Saf, temiz niyet.

niyet-i halisane / niyet-i hâlisâne

  • Samimi niyet; her türlü iş ve hareketlerinde yalnızca Allah rızasını gözetme niyeti.

niyet-i halise / niyet-i hâlise

  • Saf, temiz niyet.

nizam-ı esbab / nizâm-ı esbâb

  • Sebeplerin düzeni, bir netice için uyulması gereken sebepler dizisi.

nizam-ı garip

  • Şaşırtıcı düzen.

nobran

  • Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan.

nokta-i galeyan / nokta-i galeyân

  • Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi.

nokta-i münteha / nokta-i müntehâ

  • Son nokta.

nokta-i sevda

  • Siyah nokta; burada nefis kastediliyor.

nokta-i siyah

  • Siyah nokta, görünen kötü nokta.

nu'm

  • Sürur, neşe, sevinç, neşat.

nübu'

  • Suyun, yerden çıkıp akması.

nübut

  • Suyun, yerden çıkıp akması.

nücum-u sevabit / nücum-u sevâbit

  • Sabit yıldızlar.

nücum-u seyyare

  • Seyyar, gezici yıldızlar.

nufaha

  • Su üzerindeki kabarcık.

nuhbe / نخبه

  • Seçkin. (Arapça)

nühüft

  • Saklı, gizli. (Farsça)

nühüfte

  • Saklı, gizli. (Farsça)

nukuş-u masnuat / nukûş-u masnûât

  • Sanatlı olarak yaratılan varlıklardaki nakışlar.

nukuş-u san'at

  • Sanatlı nakışlar.

nur-u asümani / nur-u âsümânî

  • Semâvî nur, göksel ışık.

nur-u mahz-ı kur'an / nur-u mahz-ı kur'ân

  • Sadece Kur'ân nuru, ışığı.

nur-u müebbed

  • Sonsuza kadar etrafını aydınlatacak olan nur.

nur-u muhabbet

  • Sevgi nuru.

nur-u semavi / nur-u semavî

  • Semavî nur, vahiy ile gelen aydınlık, ışık.

nur-u şeriat

  • Şeriatın nuru, İslâmiyet ışığı.

nur-u şerif

  • Şerefli nur, ışık.

nuristan-ı rahman / nuristan-ı rahmân

  • Sonsuz rahmet sahibi olan Allah'ın nurlu memleketi.

nüşafe

  • Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.

nüşbe

  • Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.

nuşe / nûşe

  • Şâd ve sevinçli. Mesrur olan. (Farsça)
  • Şerbet içen, sevinçli.

nüşre

  • Sihir, efsun.

nussa

  • Saç kırpıntısı.

nusus-u şeriat / nusûs-u şeriat

  • Şeriatın açık ve kesin hükümleri.

nutfe / نطفه

  • Sperma. (Arapça)

nüub

  • Seri seyir.

nuyan

  • Şehzâde. Pâdişah oğlu. (Farsça)

nüzhet-gah / nüzhet-gâh

  • Seyir yeri, gezinti, eğlence yeri.

nüzhet-pezir

  • Safa ve neşe bulmuş olan. (Farsça)

nüzhetgah / nüzhetgâh

  • Seyir ve eğlence yeri.

ömr-ü ebed

  • Sonsuz hayat, âhiret hayatı.

ömr-ü ebedi / ömr-ü ebedî

  • Sonsuz ömür; sonsuza kadar devam etme, yaşama.

ömr-ü ebediye / ömr-ü ebedîye

  • Sonsuz ömür, sonsuza kadar devam eden hayat.

ona münhasır

  • Sadece Ona ait, Ona özel.

örfi / örfî / عُرْف۪ي

  • Söz hükmündeki kelimeler.

örfi idare / örfî idare / عرفى اداره

  • Sıkıyönetim.
  • Sıkıyönetim.

otuz sene halife olan bir zat / otuz sene halife olan bir zât

  • Sultan İkinci Abdülhamid.

pa-came / pâ-câme

  • Şalvar, don, çakşır. Pijama. (Farsça)

paçan

  • Saçan, saçıcı. (Farsça)

padişah-ı maznun / padişah-ı maznûn

  • Sanık konumunda bulunan Padişah.

padişah-ı zişan / pâdişâh-ı zîşân

  • Şan ve şeref sahibi olan padişah; Allah.

padişah-ı zülcelal / padişah-ı zülcelâl

  • Sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi Padişah, Allah.

paguş

  • Suya dalma. (Farsça)

palan / pâlân / پالان

  • Semer, palan. (Farsça)

palan-duz

  • Semerci, palancı. Semer diken. (Farsça)

palanduz / pâlânduz / پالان دوز

  • Semerci. (Farsça)

palani / palanî

  • Semerci. (Farsça)

palude

  • Süzülmüş, saf hâle getirilmiş. (Farsça)

parsa / pârsâ / پارسا

  • Sofu. (Farsça)

paş / pâş / پاش

  • Saçan, serpen. (Farsça)

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

paşan

  • Saçan, saçıcı. (Farsça)

paşende

  • Saçan, dağıtan, saçıcı. (Farsça)

paşide

  • Saçılmış, serpilmiş, dağılmış. (Farsça)

payan / pâyân / پایان / پَايَانْ

  • Son, uç.
  • Son. (Farsça)
  • Son.

payansız / pâyansız / pâyânsız

  • Sınırsız, kayıtsız.
  • Sonsuz, bitmez tükenmez, engin. (Farsça - Türkçe)

pejm

  • Sis, duman. (Farsça)

pejulide

  • Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış. (Farsça)

penagah / penagâh

  • Sığınacak yer. Sığınak. Melce'. (Farsça)

penah / penâh / پناه

  • Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. (Farsça)
  • Sığınak.
  • Sığınak, dayanak.
  • Sığınma. (Farsça)

penah-averde / penah-âverde

  • Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci. (Farsça)

penahende

  • Sığınan, iltica eden. (Farsça)

penahgah / penahgâh / پناهگاه

  • Sığınacak yer, melce. (Farsça)
  • Sığınacak yer, sığınak. (Farsça)

penahi / penahî / penâhî / پناهى

  • Sığınma. (Farsça)
  • Sığınma. (Farsça)

penahide

  • Sığınmış, iltica etmiş. (Farsça)

perakendegu / perakendegû

  • Saçma sapan konuşan. Saçmalayan. (Farsça)

perandah

  • Sepilenmiş deri sahtiyan. (Farsça)

perde-i esbab

  • Sebepler perdesi.

perdebirunane / perdebirunâne

  • Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce. (Farsça)

perdeşinas / perdeşinâs

  • Şarkı söyleyen, şarkıcı. (Farsça)

pereng

  • Suyu iyi verilmiş kılınç. (Farsça)

perestar-ı hayal / perestar-ı hayâl

  • Şâir, ozan.

perestide

  • Sevgili, mahbub, sevilen. (Farsça)

perhaş

  • Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga. (Farsça)

perhizkar / perhizkâr / پرهيزكار

  • Sakınan. (Farsça)

permun

  • Süs, bezek. (Farsça)

pesin

  • Sonraki, gerideki, en son. (Farsça)

peşkeş

  • Saçıp savurma.

peşşe / پشه

  • Sivrisinek. (Farsça)
  • Sivrisinek. (Farsça)

peygar

  • Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga. (Farsça)

peyke / پيكه

  • Sedir, kanepe. (Farsça)

peziray-hitam

  • Sona eren, biten, hitam bulan.

piçidemuy

  • Saçı kıvrılmış. (Farsça)

pira

  • Süsleyici, düzenleyici, donatıcı. (Farsça)

piraye / pîrâye / پيرایه

  • Süs. (Farsça)

pirayebahş

  • Süsleyici, süs veren. (Farsça)

pirayende

  • Süsleyici, donatıcı. (Farsça)

pişeger

  • San'atkâr işçi. (Farsça)

pişekar / pişekâr

  • Sanatkâr, oyuncu. (Farsça)

pişever

  • Sanat ehli, işçi. (Farsça)

politika

  • Siyaset.

propaganda-i siyaset

  • Siyaset propagandası.

pünçüşk

  • Serçe. (Farsça)

pür-hazan / pür-hazân

  • Sonbahara uğramış, solup sararmış. (Farsça)

pürsevda

  • Sevgiyle dolu.
  • Sevda dolu.

pürsiş

  • Soruş, sorma, sual ediş. (Farsça)

puşide-raz

  • Sırrı gizli. (Farsça)

püşt

  • Sırt, arka. (Farsça)

ra'

  • Şiddetle sürmek.

ra'c

  • Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.

ra'd-misal

  • Şimşek gibi.

rabb-i kerim / rabb-i kerîm

  • Sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i rahim / rabb-i rahîm

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve herbir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i rahim ve kerim / rabb-i rahîm ve kerîm

  • Sonsuz cömertlik, şefkat ve merhamet sahibi olan ve herbir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah.

rabb-i zülcelal / rabb-i zülcelâl

  • Sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla beraber herşeyin Rabbi olan Allah.

rabb-i zülcelal-i ve'l-ikram / rabb-i zülcelâl-i ve'l-ikram

  • Sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla birlikte çok ikramda bulunan ve herşeyin Rabbi olan Allah.

rabbü'ş-şi'ra / rabbü'ş-şi'râ

  • Şi'râ yıldızının, Sirius yıldızının Rabbi.

rabbuke / rabbûke

  • Senin Rabbin.

rabbüke

  • Senin Rabbin.

rabia / râbia

  • Sâlisenin altmışta biri.

rabıta-i metin

  • Sağlam, kuvvetli bağ.

racife

  • Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha.

radde / râdde / رَادَّه

  • Sıra.

radi' / radî'

  • Süt emen iki buçuk yaşından küçük çocuk.

rafızi / râfızî

  • Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi.

rafıziler / râfızîler

  • Şîanın kollarından. İmâm-ı Zeynel'âbidîn'in vefâtından sonra oğlu Zeyd'den ayrılarak, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) düşmanlığında taşkınlık gösteren, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl etmeyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. Terk edenler, ayrılanlar

ragid

  • Süt bulamacı.

ragife

  • Sütlü bulamaç.

rahat

  • Sıkıntısız, üzüntüsüzlük.

rahik

  • Safi şarap, Cennet şarabı.

rahim-i kerim / rahîm-i kerîm

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve sınırsız bir cömertliği olan.

rahim-i mutlak / rahîm-i mutlak

  • Sınırsız şefkat ve merhamet sahibi olan Allah.

rahim-i zülcemal / rahîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve her varlığa özel merhameti olan Allah.

rahim-i zülkemal / rahîm-i zülkemâl

  • Sonsuz mükemmellik ve sınırsız rahmet sahibi olan Allah.

rahimane

  • Şefkat ederek, acıyarak. Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda.

rahk

  • Sarmak, istilâ etmek.

rahl / رحل

  • Semer. (Arapça)

rahman / rahmân

  • Sonsuz merhametli, Allah.

rahman-ı zülcemal / rahmân-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik ve merhamet sahibi olan Allah.

rahman-ı zülkemal / rahmân-ı zülkemâl

  • Sonsuz mükemmellik ve merhamet sahibi olan Allah.

rahmet / رحمت

  • Şefkat.

rahmet-i binihaye / rahmet-i bînihâye

  • Sonsuz rahmet.

rahmet-i bipayan / rahmet-i bîpayan

  • Sonsuz rahmet.

rahmet-i zülcelal / rahmet-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.

rahmetli

  • Şefkatli.

raic / râic

  • Sürümlü, revaçta olan.

raik / râik

  • Safi, sade.
  • Sade.

rakrak

  • Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu.

rakraka

  • Şimşek çaktığı zaman duyulan gök gürültüsü.
  • Suyun akması.

rakrakan

  • Serap.

raks

  • Sıçrayarak oynamak, dansetmek.

ramazan-ı sükut / ramazan-ı sükût

  • Sessizlik ramazanı, sessizlik orucu.

ramih

  • Süngü batıran, mızrak saplayan.

rasanet / rasânet

  • Sağlamlık.
  • Sağlamlık.

rasife

  • Su içinde yapılan sed. Rıhtım.

rasihane / rasihâne / râsihâne

  • Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle. (Farsça)
  • Sağlam ve köklü bir şekilde.

rasin / rasîn

  • Sağlam.
  • Sağlam, dayanıklı.

rasras

  • Sağlam ve sert yer.

rast u çep

  • Sağ sol, sağdan soldan. (Farsça)

rauk

  • Süt süzeği.

raviye

  • Su taşıyan hayvan.

ravuk

  • Süzek, süzgeç.

ravza

  • Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer.

rayat / râyât / رایات

  • Sancaklar. (Arapça)

rayb / رَيْبْ

  • Şüphe.
  • Şek, şüphe, reyb.
  • Şüphe, tereddüt.
  • Şübhe.

rayet / râyet / رایت

  • Sancak. (Arapça)

rayiz

  • Seyis.

raz / râz / راز

  • Sır, gizem.
  • Sır.
  • Sır. (Farsça)

raz puş

  • Sır saklayan, sır gizleyen. (Farsça)

raz-dan

  • Sırrı bilen, sırra ortak olan dost. (Farsça)

re'sülmal / رأس المال

  • Sermaye, anapara, kapital. (Arapça)

rebi-i sani / rebi-i sâni

  • Sonbahar.

rebile

  • Semizlik, besililik.

rebiz

  • Semiz ve kuyruğu büyük olan koç.

receb-i şerif

  • Şerefli olan ve mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi.

recf

  • Şiddetle sarsmak veya sarsılmak.

recif

  • Şiddetli ıztırab.

recm-i şeyatin / recm-i şeyâtîn

  • Şeytanların recmi, taşlanması.

recm-i şeytan

  • Şeytan taşlama.

recrece

  • Sarsılma, titreme, sallanma.

reda / redâ

  • Süt emme.

redd-i cevab

  • Suâlin cevabını vermek.

redd-i kelam / redd-i kelâm

  • Söze itiraz etme, karşılık verme.

redd-i selam / redd-i selâm

  • Selâm verenin selâmını almak.

rede

  • Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası.

refi'-ül kadr

  • Şanı, kadri, değeri yüce olan.

refika-i ebediye

  • Sonsuza kadar arkadaş olarak kalacak olan eş, hanım.

rehamet

  • Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.

rehide

  • Sıkıntı ve dertten kaçmış olan. (Farsça)

rehlet

  • Şişkinlik, şişme.

rehvece

  • Sür'atle gitmek.

renc / رنج

  • Sıkıntı, zahmet, meşakkat. (Farsça)

renciş

  • Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder. (Farsça)

rengin

  • Süslü, güzel, parlak.

resa'

  • Şiddetli hırs.

reşahat

  • Sızıntılar.

resail-i şerife / resâil-i şerife

  • Şerefli mektuplar.

resanet / resânet

  • Sağlamlık.

reşaşat

  • Su sızıntıları, serpintiler.
  • Sızıntılar, serpintiler.

reşehat / رشحات

  • Sızıntılar. (Arapça)

reşf

  • Suyu dudakları ile emmek, emerek içmek.

reşh

  • Sızma, terleme, sızıntı.

reşha / رَشْحَه

  • Sızıntı, damla.
  • Sızıntı.
  • Sızıntı.

reşha-misal

  • Sızıntı misali.

reşhayab / reşhayâb

  • Sızıntı bulmuş. (Farsça)

reside-i hitam / reside-i hitâm

  • Sona ermiş, hitâm bulmuş, bitmiş.

resif

  • Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.

resul-i mücteba / resul-i müctebâ

  • Seçkin peygamber; Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-i müçteba / resul-i müçtebâ

  • Seçilmiş resul, peygamber.

resul-i zişan

  • Şanlı peygamber, Hz. Muhammed (s.a.v.).

rêsülmal

  • Sermaye, ana para.

resy

  • Sâbit olmak, devamlı olmak.

rett

  • Şerif, seyyid.

revac

  • Sürüm, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.
  • Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.

revacdar / revacdâr

  • Sürümlü ve revâcda olan mal. (Farsça)

revak

  • Sundurma, çardak.

revb

  • Sütün yoğurt olması.

revnak

  • Süs, güzellik.

revs

  • Sabit olmak.

revz

  • Sınamak, denemek, tecrübe.

reyyan

  • Suya kanmış, tatmin olmuş.

rezaat

  • Süt emme.

rezmgah / rezmgâh

  • Savaş meydanı, muhârebe sahası. (Farsça)

rezmi / rezmî

  • Savaşla ilgili. (Farsça)

rezmyuz

  • Savaşçı, kavgacı, muhârib. (Farsça)

rezzak-ı alim-i rahim / rezzâk-ı alîm-i rahîm

  • Sonsuz ilmiyle her şeyi hakkıyla bilen ve rızkını veren ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan Allah.

rezzak-ı zülcelal / rezzâk-ı zülcelâl

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve heybet sahibi olan ve bütün canlıların rızıklarını veren Allah.

ri'mam

  • Sevmek.

riayetkar / riâyetkâr / رعایتكار

  • Saygılı. (Arapça - Farsça)

rib'

  • Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.

ribat / ribât

  • Sınır karakolu; İslâm dînini üstün kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini, zararını def etmek için düşman sınırında nöbet beklemek.

rical-i siyasiye

  • Siyaset adamları.

ricle

  • Semizlik otu.

rıda' / rıdâ'

  • Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.

rik

  • Salya. Ağız suyu.

risale-i bergüzide / risale-i bergüzîde

  • Seçkin, seçilmiş risale.

risale-i şerif

  • Şerefli ve kıymetli risale.

risale-i şerife

  • Şerefi yüksek olan risale.

rişdar

  • Sakallı. (Farsça)

rişe

  • Saçak, püskül.

rişte-i hürmet

  • Sevgi, hürmet bağı.

rivayet-i sadıka / rivayet-i sâdıka

  • Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet.

rivayetkerde

  • Söylenilen. Rivayet edilen. (Farsça)

riyazet-i şer'iye

  • Şeriatın izin verdiği ölçüde açlık ile nefsi kırarak yaşamak.

rizam

  • Serkeş adam veya at.

rizne

  • Su toplanacak yer.

ru'b

  • Sütün yoğurt olması.

ru-zerd

  • Sararmış, sarı yüzlü. (Farsça)

rübde

  • Siyaha yakın boz renk.

rububiyet-i mutlaka / rubûbiyet-i mutlaka

  • Sınırsız, kâinatı kaplayan rububiyet.

rufse

  • Su nöbeti.

rüft

  • Süpürme. (Farsça)

ruh-u cevvale / ruh-u cevvâle

  • Sürekli hareket halinde olan ve çok hızlı hareket eden ruh.

ruh-u şeriat

  • Şeriatın ruhu.

ruhasa'

  • Sıtma teri.

ruhda'

  • Sıtma.

ruhsatiyye

  • San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı.

rühşuş

  • Sütlü deve.

rükn-ü metin

  • Sağlam esas.

rükn-ü salabet / rükn-ü salâbet

  • Sağlamlığın, pekliğin direği, sütunu.

rukta

  • Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması.

rükuz

  • Seğirtmek, koşmak.

rukye

  • Şifâ âyetleri ve duâlarını yazmak, okuyup hasta üzerine üflemek. Mıska.

rümis

  • Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.

rumuz-u celal / rumûz-u celâl

  • Sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri.

rüstem

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır. (Farsça)
  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem, İran'ın efsanevî ünlü kahramanı.

rüstem-i sistani / rüstem-i sistanî

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem.

rütub

  • Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik.

ruval

  • Salya.

rüval

  • Salya, ağız suyu.

sa'ber

  • Sedir gibi bir ağaç.

sa'ka-i şedide

  • Şiddetli baygınlık.

sa'm

  • Soymak.

şa'riyye / شعریه

  • Şehriye. (Arapça)

saadat / saâdât

  • Saadetler, mutluluklar.

saadet-aver / saâdet-âver

  • Saâdet verici.

saadet-bahş / saâdet-bahş

  • Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran. (Farsça)

saadet-hah / saâdet-hah

  • Saâdet isteyen. Saâdet dileyen.

saadet-i bakiye / saadet-i bâkiye

  • Sonsuz mutluluk, âhiret hayatı.

saadet-i ebedi / saâdet-i ebedî

  • Sonu olmayan, sonsuz mutluluk.

saadet-i ebediye / saâdet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluk.

saadet-i ebediye ve sermediye

  • Sonu olmayan, sürekli mutluluk; âhirette sonu olmayan Cennet mutluluğu.

saadet-i şahsiye

  • Şahsî mutluluk.

saadet-i sermediye

  • Sonsuz mutluluk.

saadet-meab / saâdet-meâb

  • Saâdet sâhibi. Saâdet bulan. (Farsça)

saadet-resan / saâdet-resan

  • Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan. (Farsça)

saadet-saray / saâdet-saray

  • Saâdetli saray.

saadet-saray-ı ebediye / saadet-sarây-ı ebediye

  • Sonsuz mutluluk sarayı; hiç bitmeyecek şekilde mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı.

saan

  • Suya yakın yerde develerin yattığı yer.

saat

  • Saatler. Vakitler.
  • Saat, zaman, devir, kıyamet.

şab-hane

  • Şap çıkarılan yer. (Farsça)

saba-beraber

  • Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif. (Farsça)

sababet

  • Şiddetli sevgi. Âşıklık.

sabahgah / sabahgâh

  • Sabah vakti. (Farsça)

sabbare

  • Soğukluk.

sabia / sâbia

  • Sâdisenin altmışta biri.

sabir / sâbir / صابر / صَابِرْ

  • Sabreden, dayanan.
  • Sabreden.
  • Sabırlı. (Arapça)
  • Sabreden.

sabır-şiken

  • Sabrı bozan.
  • Sabrı kıran, sabrı bozan. (Farsça)

sabır-suz / sabır-sûz

  • Sabır taşıran.

sabirin / sabirîn

  • Sabredenler.

sabırşiken / صَبِرْ شِكَنْ

  • Sabrı kıran ve bozan.
  • Sabır kırıcı.

sabırsuz / sabırsûz

  • Sabrı yakan, sabırsızlık veren. (Farsça)
  • Sabrı yıkan, taşıran.

sabitiyet / sâbitiyet

  • Sabitlik.
  • Sabitlik.

sabiyy

  • Sabi, bebek, küçük çocuk.

sabiyy-i müteşeyyih

  • Şeyhlik taslayan çocuk.

sabr / صبر

  • Sabır, acıya katlanma.
  • Sabır. (Arapça)

sabuh / sabûh / صبوح

  • Sabah içilen şarap. (Arapça)

sabun / صابون

  • Sabun. (Arapça)

saburane / sabûrâne

  • Sabırlı olarak.

sacid / sâcid / ساجد / سَاجِدْ

  • Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."
  • Secde eden.
  • Secde eden. Namazda alnını ve burnunu yere koyarak secde eden.
  • Secde eden.
  • Secde eden. (Arapça)
  • Secde eden.

sacir

  • Selin gelip su ile doldurduğu yer.

şad / şâd / شاد / شَادْ

  • Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar. (Farsça)
  • Şen, memnun.
  • Sevinçli. (Farsça)
  • Şâd etmek: Sevindirmek, mutlu etmek. (Farsça)
  • Şâd olmak: Sevinmek, mutlu olmak. (Farsça)
  • Sevinçli.

şad-abi / şâd-âbî

  • Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik. (Farsça)

sada / sadâ / صدا / صَدَا

  • Ses.
  • Ses, seda.
  • Ses. (Arapça)
  • Ses.

sada-yı basit / sadâ-yı basit

  • Sesin, bir defa tekrarı.

sada-yı hayret ve taaccüp / sadâ-yı hayret ve taaccüp

  • Şaşkınlık ve hayret sesi.

sada-yı mürekkeb / sadâ-yı mürekkeb

  • Sesin bir çok defalar tekrarı.

sada-yı semavi / sadâ-yı semâvî

  • Semâvî ses; yüce ve mukaddes kaynaktan gelen ses.

sada-yı semavi ve ruhani / sadâ-yı semâvî ve ruhânî

  • Semâvî ve ruhanî olan sadâ, gökten gelen ses.

sadaka-i cariye / sadaka-i câriye

  • Sürekli hayra sebep olan ve sevabı öldükten sonra da yazılmaya devam eden sadaka.

sadakat / sadakât / sadâkat / صَدَاقَتْ

  • Sadakalar.
  • Samîmî bağlılık.

sadakatkar / sadakatkâr

  • Sâdık, sadakat sahibi. (Farsça)

sadakatkarane / sadakatkârâne / sadâkatkârâne

  • Sâdık ve bağlı bir tarzda.
  • Sadakat edercesine, bağlılığını gösterircesine.

sadakatli

  • Sadık, doğru.

sadakatmedar / sadâkatmedâr

  • Sadakat vesilesi, bağlılık sebebi.

şadan / şâdân / شادان

  • Sevinçli, bahtiyar. (Farsça)
  • Sevinçli. (Farsça)

sadaret / sadâret / صدارت

  • Sadrazamlık. (Arapça)

sadaret-penah

  • Sadrazam bulunan kimse. (Farsça)

sadaretpenah / sadâretpenah / صدارت پناه

  • Sadrazam. (Arapça - Farsça)

sadasız

  • Sessiz.

sadat / sâdat / sâdât / سادات

  • Seyyidler, Hz. Peygamber'in soyundan gelenler.
  • Seyyidler, Peygamberimizin neslinden olanlar.
  • Seyitler, efendiler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) soyundan gelenler.
  • Seyyitler. (Arapça)

sadda'

  • Suyu lezzetli olan örülmüş kuyu.

sade-dil

  • Saf, temiz kalpli.

sadedilane / sadedilâne / sâdedilâne / ساده دلانه

  • Saflıkla, bönlükle. (Farsça)
  • Safça. (Farsça)

sadef / صدف

  • Sedef. (Arapça)

sadegi / sadegî

  • Sâdelik, süssüzlük, düzlük. (Farsça)

sadelevh / sâdelevh / ساده لوح

  • Saf, bön.
  • Saf, temiz yürekli. (Farsça - Arapça)

sadha

  • Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.

şadi / şâdî / شادی

  • Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Sevinç. (Farsça)

sadık / sâdık / صَادِقْ

  • Samîmî bağlı olan.

sadıkan

  • Sâdıklar, sâdık dostlar. (Farsça)

sadıkane

  • Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle. (Farsça)

sadıkāne / sâdıkāne / صَادِقَانَه

  • Samîmî bağlı olarak.

sadıkıyyet

  • Sâdık oluş, sâdıklık.

sadır / sâdır

  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.

sadir

  • Şaşan, hayrette kalan.

şadman / şâdmân / شادمان

  • Sevinçli. (Farsça)

şadmani / şâdmânî / شادمانى

  • Sevinç. (Farsça)

sadr-ı a'zam / صدر اعظم

  • Sadrazam.

şadurvan / şâdurvan / شادروان

  • Şadırvan. (Farsça)

saf / صف

  • Sıra.
  • Sıra. (Arapça)

saf'

  • Sille vurmak, tokat atmak.

safa-engiz

  • Safa koparan. Neşe, sevinç yapan.

safahat / safahât / صَفَحَاتْ

  • Sayfalar, alanlar, aşamalar.
  • Safhalar, devreler.
  • Safhalar.

şafak-alud / şafak-âlud

  • Şafak gibi, şafak renginde. (Farsça)

şafak-gun / şafak-gûn

  • Şafak renkli, kızıl. (Farsça)

safaperver

  • Safa veren. İç açan, safalı. (Farsça)

safayab

  • Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş. (Farsça)

safbeste / صف بسته

  • Saf bağlamış, sıra sıra dizilmiş.
  • Saf bağlamış, saf olmuş.
  • Saf bağlamış, saf tutmuş.
  • Sıralanmış, sıra olmuş. (Arapça - Farsça)

safderun

  • Safi, içi temiz, kolay aldanabilen. (Farsça)

safderunane / safderûnâne / صاف درونانه

  • Safça. (Arapça - Farsça)

safdil / sâfdil

  • Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse. (Farsça)
  • Saf kalpli, kolay aldanan.

safdilane / safdilâne

  • Saf kalpli olarak.

saff / صف

  • Sıra, dizi.
  • Sıra, dizi, saf. (Arapça)

saff-beste

  • Saf bağlamış, saf olmuş. (Farsça)

saffet

  • Safilik, halislik.

safh

  • Suç bağışlama, affetme.

safha

  • Sayfa.

safha-i rengin / safha-i rengîn

  • Süslü, parlak, rengârenk sahife.

şafi / şâfî / شَاف۪ي

  • Şifâyı veren (Allah).

şafi' / şâfi' / شافع

  • Şefaatçi. (Arapça)

safi-kalb / sâfi-kalb

  • Saf, temiz kalpli.

şafii / şafiî / şâfiî

  • Şâfiî mezhebinden olan.
  • Şafiî mezhebine uyan.

şafiice / şâfiîce

  • Şâfiî mezhebine göre.

safil

  • Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz.

safiyane / sâfiyâne

  • Saf hâlde, safça.

safiyat / sâfiyât

  • Saflık, temizlik.

safiye / sâfiye

  • Saf, açık ifade.
  • Saf, arı, temiz.

safiyet / sâfiyet

  • Saflık, hâlislik, temizlik.
  • Saflık, temizlik.

safsaf / safsâf / صفصاف

  • Söğüt ağacı.
  • Söğüt. (Arapça)

safsataperdaz

  • Safsata kabilinden söz söyliyen adam. (Farsça)

safsatiyat / safsatiyât

  • Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
  • Safsatalar; yalan ve uydurma şeyler.
  • Safsatalar, uydurmalar.

safvet / صفوت

  • Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
  • Safilik, pâklık.
  • Saflık, duruluk, temizlik.
  • Saflık, temizlik, arılık. (Arapça)

safvet-i iman

  • Safî, temiz, dürüst iman.

safvetkar / safvetkâr

  • Saf ve temiz.

safvetli

  • Saf, berrak.

sağr / ثغر

  • Sınır, hudut. (Arapça)

şagşaga

  • Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek.

şah-ı eser / şâh-ı eser

  • Şâheser, üstün ve büyük eser.

şah-ı levlaki / şâh-ı levlâki

  • Sen olmasaydın hitabına mazhar olan şah, Hz. Muhammed (a.s.m.).

sahabe / sahâbe

  • Sahipler, Peygamberimizin arkadaşları.

sahabet / sahâbet / صَحَابَتْ

  • Sahip çıkma, benimseme.
  • Sahip olma, sahiplik.
  • Sâhib çıkma.

sahabetkarane / sahabetkârane / sahâbetkârâne

  • Sahip çıkarak, koruyarak.
  • Sahip çıkarcasına, korurcasına.

şahadet / şahâdet

  • Şahitlik, tanıklık.
  • Şahitlik, Allah yolunda ölmek.

sahaif / sahâif / صحائف

  • Sayfalar.
  • Sayfalar. (Arapça)

şahamet

  • Semizlik, yağlılık, şişmanlık.

şahan / şâhân / شاهان

  • Şahlar. (Farsça)

şahane / şâhâne

  • Şah gibi, şaha yakışır bir surette.
  • Şaha yakışır şekilde.

sahba / sahbâ / صهبا

  • Şarap. (Arapça)

şahenşah / şâhenşâh / شاهنشاه

  • Şahlar şahı, en büyük padişah.
  • Şahların şahı.
  • Şahlar şahı. (Farsça)

sahhaka

  • Sevici kadın.

şahi / şâhî / شاهى

  • Şahlık. (Farsça)

sahib / sâhib / صاحب

  • Sahip, koruyucu, sohbet arkadaşı.
  • Sahip. (Arapça)

sahib-i celal ve cemal / sahib-i celâl ve cemâl

  • Sonsuz haşmet, görkem ve güzellik sahibi.

sahib-i kasr

  • Sarayın sahibi.

sahib-i kelam / sahib-i kelâm

  • Sözün sahibi.

sahib-i zişan / sahib-i zîşân

  • Şanlı sahip.

sahib-vücud

  • Sözü geçer, mevki sâhibi kimse.

şahid / şâhid

  • Şahitlik yapan, bilen, tanıyan.
  • Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren.
  • Şahit, tanık, gören.

şahid-i daimi ve ebedi / şahid-i dâimî ve ebedî

  • Sonsuz ve dâimî şahit, tanık.

sahife / صحيفه

  • Sayfa.
  • Sayfa.
  • Sayfa. (Arapça)

sahife-i hasenat / sahife-i hasenât

  • Sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî sayfa.

sahife-i siyah

  • Siyah sayfa.

sahih / sahîh

  • Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet.

sahih ehadis / sahih ehâdîs

  • Sahih hadisler; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen ve doğru sened ve güçlü râvîlerle aktarılan hadisler.

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

sahihan

  • Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı.

sahilnişin

  • Sâhilde oturan. (Farsça)

sahilreside

  • Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış. (Farsça)

şahim

  • Semiz, yağlı, şişman, besili.

şahin / شاهين

  • Şahin. (Farsça)

sahir / sâhir

  • Sihirbaz.

sahir-pişe

  • Sihirbazlığı meslek edinmiş olan. (Farsça)

şahit

  • Şahitlik yapan, bilen, tanıyan.

şahkar / şâhkâr / شاهكار

  • Şaheser, başyapıt. (Farsça)

sahleb / ثعلب

  • Sâlep. (Arapça)

sahn

  • Sıcaklık, harâret.
  • Sıcaklık, boşluk.

sahra-yı vahşet / sahrâ-yı vahşet

  • Son derece ıssız ve hiç kimsenin bulunmadığı çöl.

şahreg

  • Şah damar, büyük damar. (Farsça)

şahs

  • Şahıs, kişi, kimse.

şahs-ı said

  • Said'in şahsı, kendisi.

şahs-ı şerir / şahs-ı şerîr

  • Şerli şahıs.

şahsi / şahsî

  • Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.

şahsiyet-i alelade / şahsiyet-i alelâde

  • Sıradan şahsiyet, kişilik.

şahsiyet-i mümtaze / şahsiyet-i mümtâze

  • Şeçkin bir şahsiyet.

sahtegi / sahtegî

  • Sahtelik, yalan, düzme. (Farsça)

sahtekar / sahtekâr

  • Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan. (Farsça)
  • Sahteci, aldatıcı.

şahterec

  • Şahtere otu.

sahtru

  • Suratı asık, dargın, kırgın. (Farsça)

sahur / sahûr / ساحور

  • Sahur. (Arapça)

sahv

  • Sahve, ayılma.

şahzade / şâhzade / شاهزاده

  • Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens. (Farsça)
  • Şehzade. (Farsça)

şaibe-i tereddüt

  • Şüphe lekesi.

said / saîd / سعيد / سَع۪يدْ

  • Saadetli.
  • Saadete ermiş.
  • Saadete ermiş.

saik / sâik

  • Sevk edici sebep, neden.
  • Sevkeden, götüren.

şaik

  • Şevkli, hevesli, şevk verici.

saik / sâik / سائق / سَائِقْ

  • Sevk eden. (Arapça)
  • Sevk eden.

saik-i hayat-ı ebediye / sâik-i hayat-ı ebediye

  • Sonsuz hayata, âhiret hayatına sevk edici, yönlendirici.

saik-i şedid / sâik-i şedid

  • Şiddetli sevk edici gerekçe.

saıka

  • Şiddet sesi.

saika / sâika

  • Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
  • Sevkedip götüren bir his.

şaika / şâika

  • Şevk verici, isteklendirici.
  • Şevk verici güç, duyu.

saika / sâika / سَائِقَه

  • Sevk eden.

saikasıyla

  • Sebebiyle.

sail / sâil

  • Soru soran.
  • Soran, isteyen, dilenen, dilenci.

sail-i meçhul / sâil-i meçhul

  • Soru soran meçhul kişi, kendisi bilinmeyen soru soran kişi.

saime / sâime

  • Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.

şair

  • Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden.

şairan / şâiran / شاعران

  • Şairler. (Arapça - Farsça)

şairane / şairâne / şâirâne

  • Şairce.
  • Şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey. (Farsça)
  • Şâirce, şâirler gibi.

şairü't-tab'

  • Şair tabiatlı; gördüklerini şiir üslûbuyla anlatan.

saka

  • Sucu, meşrubatçı.

saki / sâkî

  • Sulayan, içecek su veren, kadeh sunan.
  • Sucu, su veren.

şaki / şâkî / شاكى / شَاكِي / şakî / شَق۪ي

  • Şekavette bulunan.
  • Şikayetçi, şikâyet eden.
  • Şikayetçi. (Arapça)
  • Şikâyet eden.
  • Saadetten mahrum.

sakinane / sakinâne

  • Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. (Farsça)

şakir / şâkir / شاكر / شَاكِرْ

  • Şükreden.
  • Şükreden.
  • Şükr eden. (Arapça)
  • Şükreden.

şakirane / şakirâne / şâkirâne

  • Şükrederek. şükretmek suretiyle. (Farsça)
  • Şükredene yakışır şekilde, şükrederek.
  • Şükreden gibi.

şakirdan / şakirdân

  • Şakirdler, talebeler.

sakit / sâkit / ساكت / سَاﻛِتْ

  • Susan, ses çıkarmayan.
  • Suskun, suskunluk.
  • Suskun.
  • Suskun. (Arapça)
  • Susan.

sakitane / sakitâne / sâkitâne

  • Ses çıkarmayarak, sessizce. (Farsça)
  • Sessizce, suskun bir şekilde.
  • Susarak, sessizce.

sakka / سقا

  • Saka. (Arapça)

şaklaban

  • Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.

sakme

  • Şiddetle ve kakarak vurmak.

şakuli / şakulî

  • Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.

sakur

  • Sivri burunlu büyük balta. Külünk.

saky-ı ma / saky-ı mâ

  • Su dağıtma.

sal

  • Sene, yıl. (Farsça)

şal / şâl / شال

  • Şal. (Farsça)

salabet / salâbet / صلابت / صَلَابَتْ

  • Sağlamlık, sertlik.
  • Sağlamlık. (Arapça)
  • Sağlamlık, sertlik.

salah / salâh

  • Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma.

salah-üd din

  • Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, "dine bağlı" mânasına gelir.

salahat

  • Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli.

salat-ı fecr / salât-ı fecr

  • Sabah namazı.

salat-ül fecr / salât-ül fecr

  • Sabah namazı.

salavat / صلوات

  • Salâtlar.

saldah

  • Sağlam ve katı nesne.

salfa'

  • Sağlam ve sert yer.

salih aleyhisselam / sâlih aleyhisselâm

  • Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.

salihdar-ı emanet / sâlihdâr-ı emanet

  • Sâlih (a.s.).

salihun / salihûn

  • Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.

salim / sâlim

  • Sağlam, noksansız.
  • Sağlam, eksiksiz, korkusuz.

salimen / sâlimen / سالما

  • Sağlam ve eksiksiz bir hâlde.
  • Sağ salim. (Arapça)

salise / sâlise

  • Saniyenin altmışta biri.

saltanat-ı ebediye

  • Sonsuz hakimiyet; Allah'ın sonsuz egemenliği, hâkimiyeti.

saltanat-ı şahane

  • Son derece güzel ve mükemmel saltanat.

saltanat-ı sermediye

  • Sonsuz saltanat.

sam'are

  • Sağlam ve dayanıklı, sert.

şam-ı şerif / şâm-ı şerif

  • Şerefli Şam şehri.

saman / sâmân

  • Servet, zenginlik.

samedani / samedanî

  • Samed olan Allah ile ilgili, ilâhî.
  • Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.

samedaniyet / samedanîyet

  • Samedanîlik.

samem

  • Sağırlık.

sami

  • Sertlik, katılık. Kuruluk.

şami / şâmî / شامى

  • Şamlı. (Arapça)

samimane / samimâne

  • Samimi bir hâlle.
  • Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla. (Farsça)
  • Samimî bir şekilde.

samin / sâmin / ثامن

  • Sekizinci.
  • Semiz, yağlı, besili.
  • Sekezinci. (Arapça)

samine / sâmine

  • Sâbianın altmışta biri.

saminen / sâminen / ثامنا

  • Sekizinci olarak. Sekizinci derecede.
  • Sekizinci olarak.
  • Sekizincisi.
  • Sekizincisi, sekizinci olarak. (Arapça)

samitane

  • Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane. (Farsça)

samite / sâmite

  • Suskun.

samt

  • Susma, sükût.

samyeli

  • Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr.

şan / şân

  • Şeref, nam, hâl, iş.

şan u şeref

  • Şan ve şeref.

şan ü şeref / şân ü şeref

  • Şân, nâm ve şeref.

san'

  • Sağlam ve muhkem yer.

san'aten

  • San'at yönünden.

san'atger

  • San'atçı. (Farsça)

san'atkar-ı zülcelal / san'atkâr-ı zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve görkem sahibi olan ve her şeyi san'atlı bir şekilde yaratan Allah.

san'atkar-ı zülcemal / san'atkâr-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san'atlı bir şekilde yaratan Allah.

san'atkarane / san'atkârane / san'atkârâne / صَنْعَتْكَارَانَه

  • San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde. (Farsça)
  • San'atlı bir biçimde.
  • San'atlı yaparak.

san'atkarlık / san'atkârlık

  • Sanatçılık.

san'atnüma

  • San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren.

san'atperver

  • San'atı seven.

san'atperverane / san'atperverâne

  • San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek. (Farsça)
  • San'atı sever bir şekilde.

şan-ı üstad / şân-ı üstad

  • Şanlı Üstadın hâl ve durumu, şan ve şerefi.

sanabir

  • Şiddet.

sanaten / sanâten

  • Sanatça.

sanatkar / sanatkâr / sanâtkâr

  • Sanatçı, usta.
  • Sanatçı.

sanatkarane / sanâtkârâne

  • Sanatlıca.

sanatperver / sanâtperver

  • Sanatsever.

sanatperverane / sanâtperverâne

  • Sanatseverce.

sanavi / sanâvî

  • Sanatlı.

sanayi / sanâyî / sanâyi / صنایع

  • San'atlar.
  • San'at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri.
  • Sanatlar.
  • Sanatlar. (Arapça)

sanayi-i garibe-i sultaniye

  • Saltanata, devlete ait antika sanatlar.

sanayi-i lafziye

  • Söz ile, lâfızla yapılan san'at şekilleri. (Cinas, tenasüb ve tezad gibi.)

sancakdar

  • Sancak taşıyan. Alemdar. (Farsça)

sancaktar

  • Sancak, bayrak taşıyan.

sanduk / sandûk / صندوق

  • Sandık. (Arapça)

sanduka

  • Sandık.

sani / sâni

  • San'atkâr, her işini san'atla yapan.

sani' / sâni' / صانع / صَانِعْ

  • Sanatkârca yapan, yaratan, sanat eseri olarak meydana getiren. (Allah)
  • Sanatkar.
  • San'atla yaratan (Allah).

sani-i alim / sâni-i alîm

  • Sonsuz ilim sahibi olan ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i alim-i zülcemal / sâni-i alîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi olan ve sonsuz ilmiyle herşeyi san'atlı bir şekilde yaratan Allah.

sani-i bizeval / sâni-i bîzevâl

  • Sonu olmayan, her şeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i kadir-i zülcelal / sâni-i kadîr-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve azamet sahibi, herşeye gücü yeten, herşeyi sanatla yaratan Allah.

sani-i kerim / sâni-i kerîm

  • Sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i rahman / sâni-i rahmân

  • Sonsuz şefkatiyle yaratıklarını esirgeyip rızıklandıran ve herşeyi mükemmel birşekilde san'atlı olarak yaratan Allah.

sani-i zişan / sâni-i zîşân

  • Şanı yüce san'atkâr.

sani-i zü'l-celal ve'l-ikram / sâni-i zü'l-celâl ve'l-ikrâm

  • Sonsuz haşmet ve ikram sahibi ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i zülcelal / sâni-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i zülcemal / sâni-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i zülkemal / sâni-i zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah.

saniiyet / sâniiyet

  • Sanilik, sanatlı yapıcılık.
  • San'atla yaratma.

sanık

  • Suçlu olduğu sanılan kimse.

santrifüj aleti / santrifüj âleti

  • Su çıkarmaya yarayan pompalı alet.

şar

  • Şehir, belde. (Farsça)

sar'i / sar'î

  • Sar'a hastalığı ile ilgili.

sara'

  • Sararmış hanzal otu.

şarab / şarâb / شراب

  • Şarap, içki, bu isim helâl içkileri de kapsar.
  • Şarap. (Arapça)

şarab-ı muhabbet / şarâb-ı muhabbet

  • Sevgi şarabı.

sarasıra

  • Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı.

sarat

  • Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.

şare / şâre

  • Saç, kıl.

sarhoşane / sarhoşâne

  • Sarhoşça.
  • Sarhoşça.

sari

  • Süren, sürücü. (Farsça)

şari / şârî

  • Şeriatı ortaya koyan, Allah.

şari-i hakiki / şâri-i hakikî

  • Şeriatın kurucusu ve gerçek sahibi olan Allah (c.c.).

şarib-ül leben

  • Süt içen.

şaribe

  • Su kenarında olan tâife.

şarih / şârih / شارح

  • Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.
  • Şerh eden, bir kitaba açıklama yazan kimse.
  • Şerheden, açıklayan.
  • Şerh eden. (Arapça)

şarki / şarkî

  • Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.

şarkiyat

  • Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.

sarma'

  • Susuz sahra. Suyu olmayan çöl.

sarr

  • Sevindiren, sürura sebeb olan.

şartiye

  • Şart ile olan. Şartlı.
  • Şart olan.

şartiyyet

  • Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık.

şartname / şartnâme / شرط نامه

  • Şart mektubu. (Arapça - Farsça)

şaruf

  • Süpürge.

şaş

  • Şaşı.

şaş adam / şâş adam

  • Şaşı adam.

şasr

  • Seyrek seyrek dikmek.

sathi / sathî

  • Sığ, yüzeysel.

sathi nazar / sathî nazar

  • Sığ, yüzeysel bakış, görüş.

sathiyat / sathiyât

  • Sathi ve âdi şeyler.

şatranc / شطرنج

  • Satranç. (Arapça)

şatrenc

  • Satranç oyunu.

satur

  • Satır.

savaik

  • Saikalar, yıldırımlar.

savl

  • Saldırma, atılma. Saldırış, atılış.

savlet / صَوْلَتْ

  • Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.
  • Saldırma, saldırı.
  • Saldırma.

savletli

  • Saldıran.

savt / صوت / صَوْتْ

  • Ses. Bağırmak.
  • Ses.
  • Ses.
  • Ses. (Arapça)
  • Ses.

say'

  • Suyun akması.

şayan-ı hayret

  • Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey.

şayan-ı hürmet / şâyân-ı hürmet

  • Saygı duymaya değer, saygıya layık.

şayan-ı istiğrab / şâyân-ı istiğrab

  • Şaşkınlık sebebi, hayret verici, şaşırtıcı.

şayan-ı merhamet ve şefkat / şâyân-ı merhamet ve şefkat

  • Şefkat ve merhamete lâyık.

şayan-ı senaa / şayan-ı senaâ

  • Sena edip övmeğe lâyık olan.

şayan-ı temaşa / şâyân-ı temâşâ / شَايَانِ تَمَاشَا

  • Seyretmeye değer.
  • Seyretmeye lâyık.

sayha / صَيْحَه

  • Sesleniş, kükreyiş.
  • Şiddetli ses; korkunç gürültü.
  • Ses.

şayia / şâyia / شایعه

  • Söylenti, yayılma, duyulma.
  • Söylenti. (Arapça)

sayis / sâyis / سایس

  • Seyis. (Arapça)

şazeli / şâzelî

  • Şazeliye tarikatını kuran büyük velî, bu tarikattan olan.

se'see

  • Suya kandırmak.

seabib

  • Salya.

seadet-i ebediyye / seâdet-i ebediyye

  • Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.

sebat / sebât / ثبات

  • Sabit durma, kararlılık gösterme.
  • Sağlamlık, yılmama.

sebata

  • Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.

sebati / sebatî

  • Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.

sebatkar / sebatkâr / sebâtkâr / ثباتكار

  • Sebat eden, sağlam.
  • Sebatlı, kararlı.
  • Sebat eden. (Arapça - Farsça)

sebatkarane / sebâtkârâne

  • Sebat edercesine.

sebatsız

  • Sabit olmayan.

sebb

  • Sövme.

sebbabe

  • Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı.

sebbabegeza / sebbabegezâ

  • Şaşarak parmağını ısıran. (Farsça)

sebbetmek

  • Söğmek, sövüp saymak.

şebbuy / şebbûy / شب بوی

  • Şebboy. (Farsça)

sebeb / سبب

  • Sebep, neden. (Arapça)

sebeb-i adi / sebeb-i âdi

  • Sıradan, normal.

sebeb-i itham

  • Suçlama sebebi.

sebeb-i ittiham

  • Suçlama sebebi.

sebeb-i izzet

  • Şeref ve üstünlük sebebi.

sebeb-i muhabbet

  • Sevgi sebebi.

sebeb-i tehcir

  • Sürgün sebebi, uzaklaştırma sebebi.

sebeb-i temayüz

  • Seçkinlik ve üstünlük sebebi.

sebebiyet / سببيت

  • Sebep olma, neden olma.
  • Sebep olma.
  • Sebep olma. (Arapça)
  • Sebebiyet vermek: Sebep olmak. (Arapça)

sebebiyet veren

  • Sebep olan.

sebebiyet verme

  • Sebep olma.

sebed / سبد

  • Sepet. (Arapça)

şebem

  • Soğukluk.

şebh

  • Süt sağarken çıkan ses.

sebilhane

  • Sebil olarak su dağıtılan yer. (Farsça)

sebzevat

  • Sebzeler.

sec' / سجع

  • Seci sanatı. Düzyazıda kafiyelendirme sanatı. (Arapça)

şecaat-ı mücessem

  • Somut hâle gelmiş cesurluk, yiğitlik.

secaya / secâyâ

  • Seciyeler, karakterler.

seccac

  • Suyu çok olan süt.

secde-i şükran

  • Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde.

secdegah / secdegâh / سجده گاه

  • Secde yeri.
  • Secde edilen yer. (Arapça - Farsça)

secdevari / secdevâri

  • Secde gibi.
  • Secde ederek, secde eder gibi.

seceat / seceât

  • Sec'alar, kuşların çıkardıkları sesler.

şecere / شجره

  • Soyağacı. (Arapça)

şecere-i kelimat

  • Sözler ağacı.

şecere-i maklu'

  • Sökülmüş ağaç.

şeci / şecî

  • Şecaatli, cesaretli, kahraman.

secic

  • Su sesi.

seciye-i aliye-i sahabe / seciye-i âliye-i sahabe

  • Sahabelerin yüksek karakteri.

seda / sedâ / صدا

  • Ses.
  • Ses.
  • Ses. (Arapça)

sedacet

  • Sâdelik.

sedacet-i kelam / sedacet-i kelâm

  • Söz sadeliği.

sedad

  • Sapmadan ilerleme.

şedaid / şedâid

  • Şiddetli durumlar, belâlar.
  • Şiddetliler, şiddetli belâlar.

sedare

  • Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.

sedd

  • Set, engel.

sedd-i nutk

  • Susma.

sedd-i rasin

  • Sağlam set.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

şeddadane

  • Şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce. (Farsça)

şedid / şedîd / شديد / شدید

  • Şiddetli.
  • Şiddetli.
  • Şiddetli.
  • Şiddetli. (Arapça)

şedid-ül mihal

  • Şiddetli kuvvet. Ağır ve şiddetli azab.

şedid-üş şekime

  • Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen.

şedidane / şedîdâne

  • Şiddetlice.
  • Şiddetli bir şekilde.

şedidü'l-ihtiyaç

  • Şiddetli ihtiyaç.

sedin

  • Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.

şedit

  • Şiddetli.

seele

  • Sailler, dilenciler.

şefaatkarane / şefaatkârâne

  • Şefaat edercesine.

şefafet / شفافت

  • Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma.
  • Saydamlık. (Arapça)

sefahat / sefâhat / سفاحت

  • Sefihlik, zevk ve eğlence düşkünlüğü. (Arapça)

sefain-i kibriya / sefâin-i kibriyâ

  • Sonsuz azamet ve büyüklük sahibi Allah'ın gemileri; yani gazegenler, yıldızlar.

şefakat / شفقت

  • Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.
  • Şefkat. (Arapça)

sefalet / sefâlet / سفالت

  • Sefillik. (Arapça)

sefalethane / sefâlethâne

  • Sefalet yeri, düşkünlük evi.

sefaret

  • Sefirlik, elçilik.
  • Sefirlik, elçilik.

sefarethane

  • Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı. (Farsça)

seferber

  • Sefere hazırlık.

seferberlik / سَفَرْبَرْلِكْ

  • Savaşa hazırlanma hali, savaş hali. (Arapça - Farsça - Türkçe)
  • Savaş hâli.
  • Savaşa hazır olma hali.

seferi / seferî

  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.
  • Seferde olma hâli.

seferilik / seferîlik

  • Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak.

şeffaf / شفاف

  • Saydam, parlak.
  • Saydam, bakıldığı zaman arkasındaki cisim görülen.
  • Saydam.
  • Saydam. (Arapça)

şeffafat / şeffafât / şeffâfât

  • Saydam olanlar.
  • Şeffaf ve saydam şeyler.

şeffafe / şeffâfe

  • Şeffat, berrak, açık, saydam.

şeffafiyet / şeffâfiyet

  • Saydamlık.
  • Şeffaflık, saydamlık.

şefi / şefî

  • Şefaatçı.
  • Şefaat eden; af için aracılık eden.

sefi'

  • Şiddetle tutup çekme.

şefi' / şefî' / شفيع

  • Şefaatçi.
  • Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.
  • Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan.
  • Şefaatçi, şefaat eden. (Arapça)

sefihane / sefîhane

  • Sefihce, zevkine düşkün biri gibi, düşüncesizce.

şefik / şefîk

  • Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.
  • Şefkatli.
  • Şefkatli, merhamet eden ve esirgeyen Allah.

şefik-i habib

  • Sevgili Şefik.

şefikane / şefikâne / şefîkane

  • Şefkatlice.
  • Şefkatlice, merhametli olarak.

sefil / sefîl / سَفيِلْ

  • Sefâlet çeken, fakir.

şefkaten

  • Şefkatten dolayı, şefkat bakımından.
  • Şefkat açısından.

şefkatkar / şefkatkâr

  • Şefkatli.
  • Şefkatli.

şefkatkarane / şefkatkârâne

  • Şefkat edercesine.
  • Şefkatli bir şekilde.

şefkatname

  • Şefkatli yazılmış mektup.

şefkatperver / شَفْقَتْپَرْوَرْ

  • Şefkat etmeyi seven.
  • Şefkat etmeyi seven.
  • Şefkat sever.

şefkatperverane

  • Şefkat etmeyi severcesine, severek.

şefşaf

  • Soğuk yumuşak rüzgâr.

şeftalu / şeftâlû / شفتالو

  • Şeftali. (Farsça)

sefy

  • Savurmak. Saçmak.

seg-i kuy

  • Sokak, mahalle köpeği.

şeh / شه

  • Şah, padişah. (Farsça)

şehab

  • Su ile karışmış süt.

şehadat / şehâdât

  • Şahitlikler ve tanıklıklar.
  • Şahitlikler, şehitlikler.

şehadet / şehâdet / شهادت / شَهَادَتْ

  • Şehitlik, şahitlik.
  • Şahitlik, tanıklık.
  • Şahid olma.
  • Şahitlik.
  • Şehitlik.

şehadet eden

  • Şahitlik, tanıklık eden.

şehadet etmek

  • Şahitlik, tanıklık yapmak.

şehadet mertebesi

  • Şehitlik derecesi.

şehadet-meab

  • Şahitlik alanı.

sehanet

  • Sıcaklık.

sehavet-i mutlak / sehâvet-i mutlak

  • Sınırsız cömertlik.

şehd ü şehadet

  • Şehadet balı.

şehd-i şehadet / شَهْدِ شَهَادَتْ

  • Şehadet balı; İlâhî hakikatleri bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti.
  • Şâhid olma, görme balı.

sehera / seherâ

  • Sihirbazlar (söz san'atının ustaları).

sehergah / sehergâh / سحرگاه

  • Seher vakti.
  • Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit. (Farsça)
  • Seher zamanı, yeri.
  • Seher vakti. (Arapça - Farsça)

seherhiz / seherhîz / سحرخيز

  • Seher vakti kalkan. (Arapça - Farsça)

şehevani / şehevânî

  • Şehvetle ilgili.
  • Şehvetle ilgili, şehvetle alâkalı.

şehevat / şehevât / شهوات

  • Şehvetler.
  • Şehvetler. (Arapça)

şehevi / şehevî

  • Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.

şeheviye

  • Şehvete ait.
  • Şehvetle ilgili olan.

sehhar

  • Sihirbaz, büyücü.

şehid / şehîd / شهيد

  • Şahit olan, Allah için ölen.
  • Şehit. (Arapça)

şehidetün / şehîdetün

  • Şahittir (kadınlar için kullanılır).

sehikad / sehîkad / سهى قد

  • Servi boylu, düzgün boylu. (Farsça - Arapça)

sehikamet / sehîkâmet / سهى قامت

  • Servi boylu, düzgün boylu. (Farsça - Arapça)

sehm

  • Sehim, pay.

şehr-aşub

  • Şehri karıştıran, kargaşalık yapan.

şehraşub / şehrâşûb / شهر آشوب

  • Şehir karıştıran. (Farsça)

şehrayin / şehrâyin

  • Şenlik.
  • Şenlenmiş şehir, şenlik.

şehri / şehrî / شهری

  • Şehirli, kentli. (Farsça)

şehristan-ı ebedü'l-abad / şehristan-ı ebedü'l-âbâd

  • Sonsuz olarak yaşanacak olan ülke; Cennet.

şehriyar-ı şehriyar / şehriyâr-ı şehriyâr

  • Sultânlar sultânı.

şehvani / şehvânî

  • Şehvetle ilgili.
  • Şehvetle ilgili.

şehvat / şehvât / شهوات

  • Şehvetler. (Arapça)

şehvet-alud / şehvet-âlûd

  • Şehvetli, şehvete bulaşmış.

şehvet-engiz

  • Şehvet uyandıran.
  • Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden. (Farsça)

şehvet-perest

  • Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. (Farsça)

şehvetengiz / şehvetengîz / شهوت انگيز

  • Şehvet uyandıran.
  • Şehvet verici. (Arapça - Farsça)

şehvetperest / شهوت پرست

  • Şehvet düşkünü. (Arapça - Farsça)

şehzade / şehzâde / شهزاده

  • Şah çocuğu, şehzade. (Farsça)

şehzadegan / şehzâdegân / شهزادگان

  • Şehzadeler. (Farsça)

şek / شَكْ

  • Şüphe, zan.
  • Şüphe, zan.
  • Şüphe.
  • Şübhe.

şeka'

  • Şikâyet.

şekavet / şekâvet

  • Sıkıntı, azap, işkence.

şekavet-i daime

  • Sürekli bedbahtlık, hiç bitmeyen sıkıntı.

şekavet-i ebediye

  • Sonsuz sıkıntı ve mutsuzluk.

şekavetli

  • Sıkıntılı, mutsuz.

şekaya

  • Şikâyetler. Memnuniyetsizlikler.

sekb

  • Su dökmek. Su dökülme.

sekenat / sekenât

  • Sekeneler, oturanlar, yerliler.

sekene

  • Sâkinler, ikâmet edenler.
  • Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.

sekene-i semavat / sekene-i semâvât

  • Semada yaşayan varlıklar.

şeker / شكر

  • Şeker. (Farsça)
  • Şeker. (Farsça)

şekergüftar

  • Sözü şeker gibi tatlı. (Farsça)

şekeristan

  • Şeker kamışı tarlası. (Farsça)

şekib

  • Sabır, tahammül.

şekiba / şekîbâ / شكيبا

  • Sabırlı, tahammüllü, mütehammil. (Farsça)
  • Sabırlı. (Farsça)

sekine / sekîne

  • Sakinlik, okuyana sakinlik veren önemli bir dua.
  • Sükun ve imtinan, temkin. Kalp rahatlığı, kalp huzuru veren bir duanın adı.

sekinet / sekînet

  • Sükun ve imtinan. Temkin. Nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti.
  • Sakinlik, huzur.
  • Sakinlik, gönül huzuru, kalbin rahat olması.

sekir / سَكِرْ

  • Sekr, kendinden geçme hâli, sarhoşluk, esrime.
  • Sarhoşluk.
  • Sarhoşluk.

şekire

  • Sütü çok olan davar.

sekiz zılı'lı

  • Sekizgen, sekiz kenarlı. (Türkçe - Arapça)

sekk

  • Seyahat etmek, gezmek.

şekk / شَكْ

  • Şüphe; iki şey arasında aklın bir tercihte bulunamadığı zihinsel durum.
  • Şüphe kuşku, sanı, zan.
  • Şübhe.

sekka'

  • Su ulaştıran.

sekkare

  • Şarap yapan.

şekkerin / şekkerîn

  • Şekerli, tatlı. (Farsça)

şekl

  • Şekil, biçim.

şeklen / شكلا

  • Şekilce. Şekil bakımından.
  • Şekilce. (Arapça)

şekli / şeklî / شكلى

  • Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.
  • Şekle dayanan, biçimsel. (Arapça)

sekn

  • Sâkin olmak.

sekr / سكر

  • Sarhoşluk.
  • Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
  • Sarhoşluk.
  • Sarhoşluk. (Arapça)

sekr-aver / sekr-âver

  • Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren. (Farsça)

sekran

  • Sarhoş, mest olan adam.

sekraver / sekrâver / سكر آور

  • Sarhoşluk veren. (Arapça - Farsça)

sekt

  • Susma, bir anlık susma.

sekte

  • Susmak, kesilme, ara verme, bozulma.

şekva / şekvâ / شكوا / شَكْوَا

  • Şikayet.
  • Şikâyet, sızlanma.
  • Şikayet, sızlanma. (Arapça)
  • Şekvâ etmek: Şikayet etmek. (Arapça)
  • Şekvâ eylemek: Şikayet etmek, sızlanmak. (Arapça)
  • Şikayet.

şekva eden / şekvâ eden

  • Şikâyet eden.

şekva etme / şekvâ etme

  • Şikâyet etme.

şekvacı / şekvâcı

  • Şikayetçi.

şekvalanmak / şekvâlanmak

  • Sızlanmak, şikayetçi olmak.

şekvalı / şekvâlı

  • Şikayetli.

şekvaname / şekvâname / şekvânâme

  • Şikâyet yazısı.
  • Şikâyet mektubu, yazısı.

selaset / selâset

  • Sözün akıcılığı, ifadedeki ahenk, kolaylık ve akıcılık.

selasil / selâsil

  • Silsileler.

selasil-i cibal / selâsil-i cibal

  • Sıradağlar.

selatin / selâtin / selâtîn / سلاطين / سَلَاطِينْ

  • Sultanlar.
  • Sultanlar. (Arapça)
  • Sultanlar.

selcuki / selcûkî / سلجوقى

  • Selçuklu. (Arapça)

selef

  • Sahabe ve tabiin gibi ilk örnek Müslüman nesil.

selef-i salihin / selef-i sâlihîn

  • Sabahe ve Tabiîn gibi ilk devir müslümanları, ilk devir İslâm büyükleri.

selefiyye

  • Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikâdlı kimseler.

şelgam / شلغم

  • Şalgam. (Farsça)

selim / selîm

  • Sağlam, kusursuz.
  • Sağlam, kusursuz, refah ve selamet üzere bulunan.
  • Sağlam, doğru.

şelim

  • Şam yakınında bir beyt-i mukaddes.

selim / سليم / selîm / سَل۪يمْ

  • Sağlam. (Arapça)
  • Sağlam, bozulmamış olan.

selis

  • Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade.

selle / سله

  • Sele. (Arapça)

sellebaf / sellebâf / سله باف

  • Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi. (Farsça)
  • Sepetçi. (Arapça - Farsça)

seluf

  • Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve.

şelvar

  • Şalvar. (Farsça)

şem'dan

  • Şamdan. (Farsça)

semacet-i ibtida

  • Sözün başlangıcındaki çirkinlik.

semadir

  • Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.

seman / semân / ثمان

  • Sekiz.
  • Sekiz. (Arapça)

semanet

  • Semizlik, yağlılık, besililik.

semanin / semanîn

  • Seksen. 80

semaniye / semâniye

  • Sekiz. 8
  • Sekiz.

semanun / semanûn / semânun / ثمانون

  • Seksen. 80
  • Seksen. (Arapça)

şemate / şemâte / شماطه

  • Şamata. (Arapça)

semavat / semâvât

  • Semalar, gökler.

semavat ehli / semâvât ehli

  • Semâda yaşayan varlıklar; melekler, ruhanîler.

semavi / semâvî / سَمَاو۪ي

  • Sema ile ilgili.
  • Semâdan gelen.

semaviyyat / semaviyyât

  • Semavî olan şeyler.

semel

  • Sarhoşluk.

semen / سمن

  • Semizlik. (Arapça)

semen-i misl

  • Satılan malın piyasadaki fiyatı.

şemet

  • Saçın akı karasına karışmak.

semil

  • Sarhoş.

semin / سمين

  • Semiz. Eti yağı bol.
  • Semirmiş, semiz. (Arapça)

semman

  • Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi.

semmur / semmûr / سمور

  • Samur. (Arapça)

şems-i şeriat

  • Şeriat güneşi; İslâm güneşi.

şems-i taban-ı zülcemal / şems-i tâbân-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzel ve parlak olan yüce (ezelî) güneş.

semud / semûd

  • Salih (a.s.).
  • Sâlih aleyhisselâmın kavmi.

semud kavmi / semûd kavmi

  • Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri için büyük bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.

şen

  • Sevinç, neşe.

senabil

  • Sünbüller. Başaklar.

senahan / senâhan / senâhân

  • Senâ eden, öven.
  • Sena eden, öven.

senakar / senakâr / senâkâr

  • Sena eden, öven.
  • Sena edici, övücü.

senakarane / senakârane

  • Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. (Farsça)

senceref

  • Sülügen adı verilen kızıl taş.

sencileyin

  • Senin gibi.

sene-i şemsiyye / سنهء شمسيه

  • Şemsî yıl.

sened

  • Senet, güvenilir söz veya yazı.

sened-i sahih / sened-i sahîh / سَنَدِ صَح۪يحْ

  • Sağlam olduğunu gösterir delil.
  • Sağlam senet.

senedat / senedât

  • Senetler; kuvvetli deliller.

senedi / senedî

  • Sağlam kaynaklara dayalı.

seneta

  • Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.

senevi / senevî / سَنَو۪ي

  • Senelik, yıllık.
  • Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub.
  • Senelik.

sepidedem

  • Sabah aydınlığı. (Farsça)

septisizm

  • Şüphecilik felsefesi, kararsızlık.

şer'

  • Şeriat, Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şer'an / شرعا / شَرْعًا

  • Şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre.
  • Şer'î olarak, şeriat hükümlerine göre. (Arapça)
  • Şerîate göre.

şer'i / şer'î / شرعى

  • Şeriatla ilgili, Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümlerle ilgili.
  • Şerîate âit, İslâmiyetle ilgili, İslâmiyet'e uygun.
  • Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.
  • Şeriat ile ilgili, şeriata uyan. (Arapça)

şer'i şerif

  • Şerefli İslâm şeriatı.

şer'iye / شرعيه

  • Şeriat ile ilgili, şeriata uyan. (Arapça)

şer'iyye

  • Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma.

sera / serâ / سرا

  • Saray. (Farsça)

serab / serâb / سراب

  • Şaşkın, şaşırmış.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.
  • Serap, olmayıp da var gibi görünen.
  • Serap. (Arapça)

şerabhar / şerâbhâr / شرابخوار

  • Şarap içen. (Arapça - Farsça)

serabistan

  • Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.) (Farsça)

şerafet / şerâfet / شَرَافَتْ

  • Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.
  • Şereflilik.
  • Şereflilik.
  • Şereflilik.

serair / serâir / سرائر

  • Sırlar.
  • Sırlar. (Arapça)

şerait / şerâit / شَرَائِطْ

  • Şartlar.
  • Şartlar.
  • Şartlar.

şerait-i hayat-ı şahsiye / şerâit-i hayat-ı şahsiye

  • Şahsî hayat şartları.

şeran / şerân

  • Şeriata göre, dinî kanunlar bakımından.

serap

  • Su gibi görünen yansıma.

şerarat

  • Şerareler, kıvılcımlar.

şeraret / şerâret

  • Şerlilik, kötülük.
  • Şerlilik, kötülük.

şeraretli

  • Şerle, kötülükle dolu, kötülüğe eğilimli.

serasime

  • Sersem. (Farsça)

serasimegi / serasimegî

  • Sersemlik. (Farsça)

seray / serây / سرای

  • Saray. (Farsça)

şerayi / şerâyi

  • Şeriatlar, ilâhî emirler.

şerayi' / şerâyi' / شرایع

  • Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları.
  • Şeriat hükümleri. (Arapça)

serbestane / serbestâne

  • Serbestçe. (Farsça)
  • Serbestçe.
  • Serbestçe.

serbesti / serbestî / سربستى

  • Serbestlik. (Farsça)
  • Serbestlik, özgürlük.
  • Serbestlik, hürlük.
  • Serbestlik. (Farsça)

serbestiyet

  • Serbestlik.
  • Serbestlik. Serbest oluş. (Farsça)
  • Serbest olma hâli.

serbesücud

  • Secde edici. Başını yere değdirici. (Farsça)

şerbet / شربت

  • Şurup. (Arapça)

serd / سَرْدْ

  • Söyleme.
  • Sözü peş peşe ve güzel bir edâ ile söyleme.
  • Söz söyleme.

şeref-bahş

  • Şeref veren.
  • Şereflendiren. şeref veren. (Farsça)

şeref-efza

  • Şeref artıran. (Farsça)

şeref-i keramet

  • Şerefli vazife, görev.

şeref-i sohbet

  • Sohbette bulunma şerefi.

şeref-pezir

  • Şeref ve itibar bulan. (Farsça)

şeref-resan

  • Şeref ulaştıran, şeref eriştiren.

şeref-riz

  • Şeref veren. (Farsça)

şeref-şiar

  • Şerefli.

şeref-varid

  • Şerefle gelen. (Farsça)

şeref-yab

  • Şeref bulan, şeref kazanan. (Farsça)

şeref-zahir

  • Şerefle çıkan. (Farsça)

şerefbahş / شرفبخش

  • Şeref veren.
  • Şeref veren. (Arapça - Farsça)

şerefşiar

  • Şerefli.

şerefyab / şerefyâb

  • Şeref bulan, şeref kazanan.
  • Şereflenen.

serendib

  • Seylan adası.

sereyan-ı seria / sereyan-ı serîa

  • Sür'atle yayılan, çabuk neşrolan.
  • Süratle yayılma.

serfirazi / serfirazî

  • Serfirazlık. (Farsça)

sergerdan / sergerdân

  • Şaşkın, başıboş.

sergeşte

  • Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış. (Farsça)

sergüzeşt

  • Serüven.

serhad / سرحد

  • Sınırbaşı, iki devlet arasındaki sınır boyu.
  • Sınır. (Farsça - Arapça)

serhas

  • Sivri uçlu bitki.

serhat

  • Sınırbaşı, iki devlet arasındaki sınır boyu.

şeri / şerî

  • Şeriatla ilgili, dinî.

şeriat-şikenane / şeriat-şikenâne

  • Şeriata aykırı, ters olan.

şerid

  • Şerit, zincir.

şerif / şerîf

  • Şerefli.
  • Şerefli.
  • Şerefli. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler.

şerifeyn / şerîfeyn

  • Şerefli iki şey, Mekke ve Medine.

şerik-i saltanat

  • Saltanata ortak.

şerir / şerîr / شَر۪يرْ

  • Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü.
  • Şerli, kötü.
  • Şerliler, kötüler.
  • Şerli.

serir-i saltanat / serîr-i saltanat

  • Saltanat tahtı; sultanlık makamı.

şerirler

  • Şerliler, kötüler.

serkuçe

  • Sokak başı. (Farsça)

serkuy / serkûy / سركوی

  • Sokak başı, mahalle başı. (Farsça)

sermaye

  • Servet, varlık.

sermayedar / sermayedâr / sermâyedâr / سرمایه دار

  • Sermayeyi elinde tutan.
  • Sermâyesi olan. (Farsça)
  • Sermaye sahibi, kapitalist. (Farsça)

sermed

  • Süreklilik, devamlılık.
  • Sürekli, ebedî ve ezelî, Allah.

sermedi ferman / sermedî ferman

  • Sürekli, dâimi buyruk.

sermediyet

  • Süreklilik, devamlılık.

sermest / سرمست

  • Sarhoş. (Farsça)

sermesti / sermestî / سرمستى

  • Sarhoşluk, kendinden geçiş.
  • Sarhoşluk. (Farsça)
  • Sarhoşluk. (Farsça)

serpuş / serpûş / سَرْپُوشْ

  • Şapka.
  • Şapka.

şerr-i mahz

  • Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.

serrac / serrâc / سراج

  • Saraç. (Arapça)

serrachane / serrâchâne / سراج خانه

  • Saraçhane. (Arapça - Farsça)

serrişte / سَرْ رِشْتَه

  • Söyleyip durma, bahane.

şerriyet

  • Şer özelliği.

serseriyane / serseriyâne

  • Serserice.
  • Serserice.
  • Serserice. (Farsça)

serv / سرو

  • Servi, selvi. (Farsça)

serv-endam

  • Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse. (Farsça)

serv-i hıraman / serv-i hırâmân / سرو خرامان

  • Salınarak yürüyen sevgili.

şerval

  • Şalvar. (Farsça)

servendam / servendâm / سرواندام

  • Servi boylu. (Farsça)

serveten

  • Servet bakımından.

servistan / servistân / سروستان

  • Servilik. (Farsça)

servkadd / سروقد

  • Servi boylu. (Farsça - Arapça)

serzeniş / سرزنش

  • Sitem, başa kakma. (Farsça)

serzenişkar / serzenişkâr / سرزنشكار

  • Sitem edici. (Farsça)

şesis

  • Sütü gitmiş hayvan.

şetaret / şetâret

  • Şenlik.

setat

  • Sakalın hafif olması.

şetim / شَتِمْ

  • Sövme.

şetime

  • Sövme, sövüş, sövüp sayma.

şetm

  • Sövmek, azarlamak, küfretmek.
  • Sövme, kötü söz söyleme.

sevab

  • Sevap, dine uygun davranış.

sevabdar / sevabdâr

  • Sevaplı.
  • Sevaplı.

sevabdarane / sevabdârâne

  • Sevaplıca.

sevad / sevâd / سَوَادْ

  • Siyahlık.

şevahid / şevâhid

  • Şahitler.

sevahil / sevâhil

  • Sahiller, kıyılar.
  • Sahiller.

sevapdarane / sevapdârâne

  • Sevap kazandırarak.

sevdafeza

  • Sevda artıran. (Farsça)

sevdakar / sevdakâr

  • Sevdalı. Âşık. (Farsça)

sevdazede / sevdâzede / سودازده

  • Sevdalı. (Farsça)

şevk

  • Şiddetli istek.
  • Şiddetli arzu ve istek.

şevk u cezbe

  • Şiddetli arzu ve istek ve kendinden geçme.

şevk u iştiyak

  • Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak.

şevk-alud / şevk-âlud

  • Şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli. (Farsça)

şevk-efza / şevk-efzâ

  • Şevklendiren, neşe artıran. (Farsça)

şevk-engiz

  • Şevke getiren.

şevk-engizane / şevk-engizâne

  • Şevke getirerek.

şevk-i ebediyet

  • Sonsuzluğa şiddetli istek.

sevk-i kelam etmek / sevk-i kelâm etmek

  • Söz ileri sürmek.

sevkülceyş / سوق الجيش

  • Strateji. (Arapça)

sevkülceyşi / sevkülceyşî / سوق الجيشى

  • Stratejik. (Arapça)

sevla'

  • Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel)

sevsen

  • Susam.

şevzak

  • Şahin kuşu.

şevzenik

  • Şahin kuşu.

şey' / شىء

  • Şey. (Arapça)

seyahatname / seyahatnâme

  • Seyahat yazıları.

şeyatin / şeyâtin / şeyâtîn / شياطين

  • Şeytanlar.
  • Şeytanlar.
  • Şeytanlar.
  • Şeytanlar. (Arapça)

seyeran / seyerân

  • Seyahat, gezinme.

seyf-i şeriat

  • Şeriat kılıcı.

seyl / سيل

  • Sel. şiddetle gelen şey.
  • Sel, akıntı.
  • Sel, akıntı.
  • Sel. (Arapça)

seylab / seylâb / سيلاب

  • Sel suyu. (Arapça - Farsça)

seylabe / seylâbe / سيلابه

  • Sel suyu. (Arapça - Farsça)

seylap / seylâp

  • Su taşkını, sel.

şeylem

  • Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum.

seylhiz / seylhîz / سيلخيز

  • Su taşkını, taşkın. (Arapça - Farsça)

seyr u seyahat

  • Seyir ve seyahat.

seyr ü seyahat

  • Seyir ve seyahat.

seyr-i seri / seyr-i serî

  • Sür'atli seyahat, hareket.

seyran

  • Seyretme.

seyrangah / seyrangâh

  • Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri. (Farsça)

şeytanat / şeytânât

  • Şeytanlıklar.

şeytanet / şeytânet / شيطنت

  • Şeytanlık.
  • Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık.
  • Şeytanlık.
  • Şeytanlık, hilekârlık. (Arapça)

şeytani / şeytanî / şeytânî

  • Şeytana ait.
  • Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.
  • Şeytanca, şeytanla ilgili.

şeytani pişe / şeytanî pişe / şeytanî pîşe

  • Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet. (Farsça)
  • Şeytana benzer, şeytanca iş, huy, alışkanlık.

şeytankarane / şeytankârâne / şeytânkârâne

  • Şeytanca, şeytan gibi.
  • Şeytanca.

seyyah

  • Seyahat eden, gezgin.

seyyalat / seyyâlât

  • Seyyaleler; maddî olmayan ince ve akıcı lâtif maddeler.

seyyarat / seyyarât

  • Seyyareler, gezegenler.

seyyid-ül-enam / seyyid-ül-enâm

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.

seyyid-üs-sakaleyn

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.

şeyzenuk

  • Şahin kuşu.

şeza'

  • Sinirin yarılması.

sezab

  • Sedef otu.

şezim

  • Sağlam, muhkem ve uzun.

sezze

  • Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü.

şi'r / شعر

  • Şiir. (Arapça)

şi'ra / şi'râ

  • Şi'râ yıldızı, Sirius yıldızı.

şi'ra-ül yemani / şi'ra-ül yemanî

  • Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)

şi'ren

  • Şiir tarzında, şiir olarak.

sı'v

  • Saat.

sı'va'

  • Saat.

şia / şîa / شيعه

  • Şiiler, Hazreti Ali sevgisini meslek kabul edenler.
  • Şiî. (Arapça)

şialar / şîalar

  • Şîa Mezhebine uyanlar.

şiar / şiâr

  • Sembol, belirgin işaret.

şiar-ı raz / şiar-ı râz

  • Sırların şiarı, sırları gizleyen perde, alamet, belirti.
  • Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret. (Farsça)

sib

  • Suyun aktığı yer.

sib'

  • Susuzluk.

sibab

  • Sövme, küfretme, şetm.

sibahat

  • Suda yüzmek.

sibak u siyak

  • Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

sıbteyn-i mükerremeyn

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu; hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).

sicm

  • Seyelân etmek, akmak.

sidad

  • Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey.

şiddet

  • Sertlik, katılık, aşırılık.

şiddet-i alaka / şiddet-i alâka

  • Şiddetli ilgi ve alâka gösterme.

şiddet-i fakr ve istiğna

  • Şiddetli fakirlik ve tokgözlülük; çok fakir olmasına rağmen kimseden bir şey beklememe.

şiddet-i galeyan

  • Şiddetli coşkunluk, coşup taşma.

şiddet-i hararet

  • Şiddetli sıcaklık.

şiddet-i havf

  • Şiddetli korku.

şiddet-i hiddet

  • Şiddetli öfke, kızgınlık.

şiddet-i hücum

  • Şiddetli saldırı.

şiddet-i ihtiyac

  • Şiddetli ihtiyaç.

şiddet-i iltihab

  • Şiddetli bir şekilde tutuşma.

şiddet-i inat

  • Şiddetli, aşırı inat.

şiddet-i istiğrak

  • Şiddetli şekilde Allah aşkıyla kendinden geçme, derine dalma.

şiddet-i kubh

  • Şiddetli çirkinlik.

şiddet-i lüzum

  • Şiddetli gereklilik, ihtiyaç.

şiddet-i nefret

  • Şiddetli nefret.

şiddet-i rağbet

  • Şiddetli arzu, istek.

şiddet-i sevk

  • Şiddetli gönderme, yönlendirme.

şiddet-i şevk

  • Şiddetli bir istek ve arzu.

şiddet-i soğuk

  • Şiddetli soğuk.

şiddet-i takva / şiddet-i takvâ / شِدَّتِ تَقْوَا

  • Şiddetle günahlardan sakınma.

şiddet-i tazyik

  • Şiddetli bir sıkıştırma, baskı.

şiddet-i zulmet

  • Şiddetli karanlık.

sıddık / صدیق

  • Sözünün eri. (Arapça)

sıddikin / sıddîkîn

  • Sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte, doğrulukta en ileri olanlar.
  • Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.
  • Sıddîkler.

sıddıkin-i sahabe / sıddıkîn-i sahabe

  • Sadakatli, doğru sözlü Sahabeler.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sıddîklik, manen pek yüksek bir makam.

sıdk-ı şehadet

  • Şahitliğin doğruluğu.

sidrenişin / سدره نشين

  • Sidretülmüntehâda oturan melek. (Arapça - Farsça)

şifa' / şifâ' / شفاء

  • Şifa,iyileşme. (Arapça)

şifa-bahş

  • Şifa veren.
  • Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren. (Farsça)

şifa-resan

  • Şifa veren, şifa yetiştiren.

şifabahş / şifâbahş / شفابخش

  • Şifâ bahşeden, şifâ veren.
  • Şifa veren.
  • Şifa verme, iyileştirme. (Arapça - Farsça)
  • Şifâbahş olmak: Şifa vermek, iyileştirmek. (Arapça - Farsça)

şifadar / şifâdâr

  • Şifa veren, şifalı.
  • Şifalı.

şifadarane / şifadarâne / şifâdârâne

  • Şifa vererek.
  • Şifalıca.

şifahane / şifâhâne

  • Şifaya vesile olan yer; hastane.

şifahane-i ecza

  • Şifâ verici ilâçlar deposu.

şifahen / şifâhen / شفاها

  • Sözlü olarak.
  • Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle.
  • Sözlü olarak. (Arapça)

şifahi / şifahî / şifâhî / شفاهى

  • Sözle, görüşerek konuşma.
  • Sözlü.
  • Sözlü olarak. (Arapça)

şifakar / şifakâr / şifâkâr / شفاكار

  • Şifalı. Şifaya sebeb olan. (Farsça)
  • Şifalı.
  • Şifa veren, iyileştiren. (Arapça - Farsça)

şifaresan / şifâresan / şifâresân / شفارسان

  • Şifaya erişen, hastalığı iyileşen. (Farsça)
  • Şifa veren.
  • Şifa veren.
  • Şifa veren, iyileştiren. (Arapça - Farsça)

şifasaz

  • Şifa veren, iyi eden. (Farsça)

sıfat / sıfât / صفات / صِفَاتْ

  • Sıfatlar, özellikler.
  • Sıfatlar.
  • Sıfatlar.

sıfat terkibi

  • Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.

sıfat-ı adediye / sıfât-ı adediye

  • Sayı sıfatları.

sıfat-ı ayniye

  • Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi.

sıfat-ı hassa / sıfât-ı hassa

  • Şahsa ait özel sıfatlar.

sıfat-ı mutlaka / sıfât-ı mutlaka

  • Sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler.

sıfat-ı sabite / sıfat-ı sâbite

  • Sabit sıfat, nitelik; burada Cenâb-ı Hakkın zatında sabit olan hidayet etme sıfatı kastediliyor.

sıfati / sıfatî / sıfâtî

  • Sıfatla ilgili.
  • Sıfatlarla ilgili.

şifayab / şifâyab / şifâyâb / شفایاب

  • Şifa bulma, iyileşme. (Farsça)
  • Şifa bulma, iyileşme.
  • Şifa bulma.
  • Şifa bulan. (Arapça - Farsça)
  • Şifâyâb olmak: Şifa bulmak, iyileşmek. (Arapça - Farsça)

sıffin

  • Sahabeler arasında meydana gelen bir savaşın adı.

sıfr / صفر

  • Sıfır. (Arapça)

şifrevari

  • Şifre gibi, şifre türünden.

sığar-ı sahife

  • Sayfanın küçüklüğü.

sih / سيخ

  • Şiş. (Farsça)

şihab / şihâb

  • Şahap, akanyıldız, gök cismi.

sıhhat / صِحَّتْ

  • Sağlamlık, doğruluk.
  • Sağlık.
  • Sağlıklı, doğru olma.

sıhhat-ı muhakeme

  • Sağlıklı değerlendirme, hüküm verme.

sıhhi / sıhhî / صحى

  • Sağlıklı.
  • Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.
  • Sağlıkla ilgili. (Arapça)

sıhhi heyet / sıhhî heyet

  • Sağlık kurulu.

sıhhiye / صحيه / صِحِّيَه

  • Sağlık işleri dairesi. (Arapça)
  • Sağlığa âit.

sıhhiye heyeti

  • Sağlık işleriyle uğraşan kurul.

sıhhıye raporu

  • Sağlık raporu.

sihir-amiz / sihir-âmiz

  • Sihir gibi tesir eden, büyüleyici. (Farsça)

sihr / سحر

  • Sihir, büyü. (Arapça)

şii / şiî / şîî / شيعى

  • Şia fırkasından olan.
  • Şîa fırkasına mensub kimse. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, düşmanlık eden.
  • Şiî, şîa mezhebine mensup. (Arapça)

şiiralud / şiirâlud / شعر آلود

  • Şiirli. (Arapça - Farsça)

şiiyyet / şîiyyet / شيعيت

  • Şiîlik. (Arapça)

sık'al

  • Suda ıslanmış kuru hurma.

sika'

  • Sakaların içine su doldurdukları köseleden yapılmış kap, kırba.

sikab

  • Su çeken. Su çekici.

şikayat / şikâyât / شكایات

  • Şikâyetler.
  • Şikayetler. (Arapça)

şikayet / şikâyet / شكایت

  • Sızlanma, şikayet. (Arapça)

sikke-i şahane

  • Şahane sikke, işaret.

sikke-i san'at

  • Sanat damgası.

sikke-i şer'i / sikke-i şer'î

  • Şeriatın mührü, damgası.

silah-ı müdafa / silâh-ı müdafa

  • Savunma silâhı.

silahdar / silâhdâr / سلاحدار

  • Silahtar. (Arapça - Farsça)

silahhane / silâhhane

  • Silah deposu, cephanelik.

silan

  • Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.

sıle / صله

  • Şaire verilen para ödülü. (Arapça)

silsile-i esbab

  • Sebepler zinciri.

silsile-i meşayih / silsile-i meşâyih

  • Şeyhler silsilesi.

silsile-i neseb

  • Soy zinciri.

silsile-i şerafet ve siyadet / silsile-i şerâfet ve siyadet

  • Soyunun bir taraftan Hz. Hasan—şeriflik—, diğer taraftan da Hz. Hüseyin—seyyidlik—vasıtasıyla Hz. Muhammed'in (a.s.m.) soyundan gelme silsilesi.

sımad

  • Şişe tıpası.

şimal / şimâl

  • Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey.
  • Sol, kuzey.

şimalen

  • Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan.

şimali / şimalî

  • Şimale ait, sola ve kuzeye ait.

simen

  • Semizlik, yağlılık, besililik.

şimendifer-i kanun-u şer'iye-i esasiye

  • Şer'î anayasa treni.

simotoğraf

  • Sinema, sinema makinesi.

şimşad / şimşâd / شمشاد

  • Şimşir ağacı. (Farsça)
  • Şimşir. (Farsça)

şimşekvari / şimşekvâri

  • Şimşek gibi.

simsim

  • Susam.

sınaat / sınâât / صناعات

  • Sanatlar. (Arapça)

şinah

  • Suda yüzme. (Farsça)

şinar

  • Suda yüzme. (Farsça)

şinaver

  • Suda yüzen. Yüzgeç. (Farsça)

sine-i saf / sîne-i sâf

  • Saf sîne, arı gönül.

sinebend / sînebend / سينه بند

  • Sütyen. (Arapça - Farsça)

sinematograf

  • Sinema makinesi.

sinematoğraf

  • Sinema, sinema makinesi.
  • Sinema.

sinematografvari / sinematografvârî

  • Sinema gibi.

sinematoğrafvari

  • Sinema gibi.

sinemavari / sinemavâri / sinemavârî

  • Sinema filmi gibi.
  • Sinema gibi.

sinesaf

  • Sarılıp kucaklaşmış. (Farsça)

sınf / صنف

  • Söğüt yaprağı.
  • Sınıf. (Arapça)

sınıfi / sınıfî

  • Sınıfla alâkalı, kısıma ait.

sinn-i teklif

  • Sorumluluk yaşı.

sipas / sipâs / سپاس

  • Şükretme, dua etme. (Farsça)
  • Şükür. (Farsça)

sipasgüzar / sipasgüzâr / سپای گزار

  • Şükreden. (Farsça)

sir / sîr / سير

  • Sarmısak. (Farsça)

şir / şîr / شير

  • Süt. (Farsça)

şira / şirâ

  • Satın alma, satın alınma.
  • Satın almak.

sıravari / sıravâri / sıravârî

  • Sıralı halde, sıra gibi. (Farsça)
  • Sıralı.
  • Sıralı gibi.

şiraz

  • Süzülmüş yoğurt.

şirdan / şîrdan / شيردان

  • Şirden. (Farsça)

siret-i nebevi / sîret-i nebevî

  • Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.

siret-ün nebi

  • Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir.

sırf / صرف

  • Sadece, yalnız. (Arapça)

şirhar / şîrhar / شيرخوار

  • Süt çocuğu. (Farsça)

şirin-cemal

  • Sevimli yüzlü. (Farsça)

şirk-alud / şirk-âlud / şirk-âlûd

  • Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. (Farsça)
  • Şirk, inkâr bulaşmış.

şirkalud / şirkâlûd

  • Şirk bulaşmış.

sırr

  • Şiddetli ateş veya soğuk.

sirr

  • Sır.

sırr-ı adediyet

  • Sayısal değer.

sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs

  • Samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme sırrı.

sırr-ı menzil

  • Son durak sırrı, gerçeği.

sırr-ı şefkat

  • Şefkatin içinde gizli olan sır.

sırr-ı sücud

  • Secdeye varma sırrı.

sırr-ı teşri

  • Şer'î kanunların sırrı.

sırri / sırrî

  • Sırra ait.

şirrib

  • Şaraba karşı hırsı olan.

şişe / şîşe / شيشه

  • Şişe. (Farsça)

şişehane

  • Şişe yapılan yer.

sitem-reside

  • Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş. (Farsça)

şive / şîve

  • Söyleyiş, tarz, üslûp.
  • Söyleyiş, naz.

siya'

  • Samanlı balçık.

siyadet / siyâdet

  • Seyyidlik.
  • Seyyidlik, efendilik.

siyahfam

  • Siyah renkli. (Farsça)

siyak

  • Söz gelişi, bir sözün hemen öncesinde geçen sözler.

siyak u sibak / siyâk u sibak / سياق و سباق

  • Sözün gelişi. (Arapça)

siyak ve sibak-ı kelam / siyak ve sibak-ı kelâm

  • Sözün başıyla sonu; sözün akışı.

siyak ve sibaka mülayemet / siyak ve sibaka mülâyemet

  • Sözün öncesinin sonrasına, sonrasının öncesine uygunluğu.
  • Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması.

siyak-ı kelam / siyak-ı kelâm

  • Sözün gelişi, sevkediliş.
  • Sözün gidişatı; sözün söyleniş şekli, ifade tarzı.

siyasat / siyâsât

  • Siyasetler, siyasî uygulamalar.

siyaset tabibleri

  • Siyasî hastalıkların hekimleri, doktorları; siyasî meselelere çözüm arayanlar.

siyasetçilik

  • Siyasetle uğraşma, ilgilenme.

siyaseten

  • Siyaset bakımından, siyasî bakımdan.

siyasetkarane / siyasetkârane / siyasetkârâne

  • Siyaset yaparcasına.
  • Siyaset yaparak.

siyasetü'l-medine

  • Şehir yönetimi, toplum yönetimi.

siyasetvari

  • Siyaset gibi.

siyasi / siyasî

  • Siyasetle ilgili.

siyasi cemiyet / siyasî cemiyet

  • Siyasî maksatlarla kurulan örgüt, dernek.

siyasiler / siyasîler

  • Siyasetçiler.

siyasiyun / siyasiyûn / سياسيون

  • Siyasiler, politikacılar.
  • Siyasetçiler, politikacılar. (Arapça)

siyasiyunlar

  • Siyasiler, politikacılar.

siyasiyyun / siyasiyyûn

  • Siyasetçiler.
  • Siyasiler, politikacılar.

siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?

  • Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik.

sofestai / sofestâî

  • Septisizme mensup, şüpheci, inkârcı.
  • Şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik.

sofestaicesine

  • Sofistler gibi, safsata ve kelime oyunlarıyla kabul ettirmeye çalışırcasına.

sofiye

  • Sofilik (sofi yolunun vahdetü'l-vücudu).

sofu

  • Sofi, tasavvuf yolcusu.

sohbet-i bakiye / sohbet-i bâkiye

  • Sonsuzluk sırrına erişmiş sohbet.

sohbet-i suriye

  • Şeklen yapılan sohbet.

şöhret-şiar / şöhret-şiâr

  • Şöhretli, şöhret sahibi.

şöhretgir

  • Şöhret sahibi.
  • Şöhretli, ünlü. Meşhur. (Farsça)

şöhretperest

  • Şöhret düşkünü.
  • Şöhret düşkünü.

şöhretperestlik

  • Şöhret düşkünlüğü.

şöhretperverane / şöhretperverâne

  • Şöhretliliği severek.
  • Şöhretsevercesine.

şöhretşiar / şöhretşiâr

  • Şöhret sahibi, şöhreti herkesçe bilinen.
  • Şöhretli. şöhret sahibi. (Farsça)

solcu

  • solculuğu benimseyen, ilerici düşünceler taşıyan, toplumcu, ilerici (kimse, görüş).

sonsuz

  • Sonu olmayan.

sosyalist / صُوسُيَالِستْ

  • Sosyalizm taraftarı.
  • Sosyalizm taraftarı olan. (Fransızca)
  • Sosyalizme inanan, toplumcu.
  • Şahsî mülkiyeti kaldırıp her şeyi topluma mal eden sistemi savunan kişi.

stajyer

  • Staj yapan kimse. (Fransızca)

su'al / su'âl / سؤال

  • Soru. (Arapça)
  • Su'âl eylemek: Soru sormak. (Arapça)
  • Su'âl olunmak: Soru sorulmak. (Arapça)

su'alat / su'âlât / سؤالات

  • Sorular. (Arapça)

su-i hazm

  • Sindirim bozukluğu.

su-i mizac / su-i mizâc

  • Sıhhat bozukluğu, huy fenalığı.

şuabat / şuabât / شعبات

  • Şubeler. (Arapça)

sual / suâl

  • Soru.
  • Soru, sorulan. Şey, isteme, istek. Dilencilik.
  • Soru, istek.

süal / süâl

  • Soru.

sual / سؤال

  • Soru.

sual melekleri

  • Sorgu melekleri.

sual-i mukadder / suâl-i mukadder / سُؤَالِ مُقَدَّرْ

  • Sözün gelişinden anlaşılan soru.

şuara / şuarâ / شعرا / شُعَرَا

  • Şairler, ozanlar.
  • Şairler.
  • Şairler.
  • Şairler. (Arapça)
  • Şâirler.

subaşı

  • Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.

sübata

  • Süprüntülük, virâne.

şübeh

  • Şüpheler.
  • Şüpheler.

şübehat / şübehât

  • Şüpheler.
  • Şüpheler, tereddütler.

şübehat-alud / şübehat-âlûd

  • Şüphelerle karma karışık olmuş, şüphelerle dolu.

şübehat-ı şeytaniye

  • Şeytanî şüpheler.

subh / صبح

  • Sabah.
  • Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
  • Sabah vakti, tan yeri.
  • Sabah. (Arapça)

subh ü mesa / subh ü mesâ / صبح و مسا

  • Sabah akşam.

subh-misal

  • Sabahın aydınlığı gibi, sabaha benzer.

subha

  • Sabah uykusu.

subhdem / صبح دم

  • Sabah vakti. (Farsça)
  • Sabah vakti, sabahleyin. (Arapça - Farsça)

şübhe / شبهه

  • Şüphe. (Arapça)

şübhedar / شبهه دار

  • Şüpheli, kuşkulu. (Arapça - Farsça)

subhgah / subhgâh / صبحگاه

  • Sabah vakti. Tan yeri. (Farsça)
  • Sabah vakti, sabahleyin. (Arapça - Farsça)

sübjektif

  • Şahsî görüşe göre olan, indî.

sübut / sübût

  • Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
  • Sabit olma, kesin olarak meydana çıkma.
  • Sabit oluş, kesinleşme.

sübut vermek

  • Sabit kalmak.

sübuti / sübutî / sübûtî

  • Sabit olarak var olan.
  • Sabit olmakla ilgili.

sübutiyet

  • Sabit olma, kesinlikle değişmeme.

şücne

  • Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları.

sücud / sücûd / سجود

  • Secde etmek.
  • Secdeye varmak, secdeler.
  • Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma.
  • Secde etme, yere kapanma. (Arapça)

şuebat / şuebât / شعبات

  • Şubeler. (Arapça)

süeda / süedâ

  • Saidler, mutluluğa erenler.
  • Seyyidler, efendiler.

sufariye

  • Sarı asma adı verilen bir kuş.

şüfea / şüfeâ / شفعا

  • Şefaatçılar. (Arapça)

süfeha / süfehâ

  • Sefihler, kıt akıllılar, günahkârlar.
  • Sefihler, günahkâr kimseler, ahmaklar.

suffa

  • Sofa, suffe.

suffe / صفه

  • Sofa. (Arapça)

sufuf / sufûf / صفوف

  • Saflar, sıralar.
  • Saflar.
  • Sıralar, saflar. (Arapça)

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

sügur / ثغور

  • Sınırlar. (Arapça)

şuh

  • Şen, oynak.

sühan

  • Söz, kelâm. Kavl, lâfz. (Farsça)

suhan / سخن

  • Söz. (Farsça)

sühan / سخن

  • Söz. (Farsça)

sühan-çin

  • Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu. (Farsça)

sühan-fehm

  • Sözün, kelâmın değerini takdir eden. (Farsça)

sühan-gu / sühan-gû

  • Söz söyleyen, söz söyleyici. (Farsça)

sühan-pira

  • Süslü konuşan, süslü söz söyleyen. (Farsça)

sühan-şinas

  • Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden. (Farsça)

sühandan / سخندان

  • Söz bilen, sözden anlayan. (Farsça)

şühbe

  • Siyaha galip olan beyazlık.

şüheda / şühedâ / شهدا / شُهَدَا

  • Şehitler.
  • Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler.
  • Şehitler.
  • Şehitler. (Arapça)
  • Şehîdler.

suhen / سخن

  • Söz. (Farsça)

şuhmeşreb / şûhmeşreb / شوخ مشرب

  • Şen şakrak. (Farsça - Arapça)

şuhud / şuhûd

  • Şahit olma, gözlemleme.

suhuf / صحف / صُحُفْ

  • Sahifeler, bazı peygamberlere gelen ve ilâhî emirleri bildiren sayfalar.
  • Sayfalar. (Arapça)
  • Sahîfeler.

sühuk

  • Şiddetli rüzgâr. Katı yel.

suhulet-i mutlaka

  • Sınırsız kolaylık.

sühulet-i mutlaka

  • Sonsuz ve tam kolaylık.

sühunet / sühûnet / سخونت

  • Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi.
  • Sıcaklık, hararet.
  • Sıcaklık. (Arapça)

suikasd / sûikasd / سوء قصد

  • Suikast, cana kıyma. (Arapça - Farsça)

sükkan / sükkân

  • Sâkinler, oturanlar.

sükkan-ı belde / sükkân-ı belde

  • Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri.

sükker / سكر

  • Şeker.
  • Şeker. (Arapça)

şükr / شكر

  • Şükür, nimete karşı memnuniyetini gösterme.
  • Şükür, teşekkür. (Arapça)

şükran / şükrân

  • Şükür hissi.

şükraniyet

  • Şükranlık.

şukre

  • Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.

sukuk

  • Şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.

şükuk / şükûk

  • Şekler; şüpheler.
  • Şüpheler.

sükun / sükûn / سكون

  • Sakin ve huzurlu ortam.
  • Sakinlik, hareketsizlik. (Arapça)

sükun-i dem / sükûn-i dem

  • Soğukkanlılık.

sükunet / sükûnet / سُكُونَتْ

  • Sakinlik, durgunluk.
  • Sakinlik.

sükunetsiz / sükûnetsiz

  • Sakin kalmayan, hareketli.

şükür

  • Şükr, nimete karşı memnunluk göstermek.

sükut / sükût / سكوت / سُكُوتْ

  • Susma.
  • Susmak.
  • Susma. Konuşmama.
  • Susma, konuşmama, sessizlik.
  • Susma.
  • Sessizlik. (Arapça)
  • Susma.

sükut eden / sükût eden

  • Sessiz kalan, susan.

sükut edilme / sükût edilme

  • Sessiz kalınma.

sükut etme / sükût etme

  • Susma.

sükut etmek / sükût etmek

  • Sessiz kalmak, susmak.

sükuti / sükûtî

  • Sessizlik kuralı esas olan.
  • Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.
  • Susma ile ilgili.

sülale / sülâle / سلاله

  • Soy, sop. Bir kimsenin soyu.
  • Soy.
  • Soy, sop, bir kimsenin soyu.
  • Soy sop. (Arapça)

sülasa / sülâsâ / ثلثا

  • Salı. (Arapça)

sülasa'

  • Salı.

sulb

  • Sert, katı.

şule-i cevvale

  • Sürekli hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.

suleha / sulehâ

  • Sâlihler, iyi hâlliler.
  • Sâlihler, günâh işlememeye gayret edenler.

süleha

  • Sâlihler, iyi hâlliler.

suleha / sulehâ / صلحا / صُلَحَا

  • Salih kişiler, iyi amelli kullar. (Arapça)
  • Sâlihler.

süleyman

  • Süleyman (a.s.).

süleymanvari / süleymanvârî

  • Süleyman aleyhisselâm gibi.

sulfato / صُولْفَاتُو

  • Sülfirik asit, tuz veya esteri.
  • Sülfürik asit tuzu.

sulfato-misal / sulfato-misâl

  • Sulfato gibi; kınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit (kinin) gibi.

sulh-name / sulh-nâme

  • Sulh, barış kâğıdı. (Farsça)

sulh-perver

  • Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever. (Farsça)

sulhen

  • Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle.

sultan-ı ezel

  • Sonsuz otorite ve hâkimiyet sahibi Ezelî Sultan, Allah.

sultan-ı mazlum / sultan-ı mazlûm

  • Suçsuz Sultan; İkinci Abdülhamid.

sultan-ı zişan / sultan-ı zîşân

  • Şan ve şeref sahibi sultan.

sultan-ı zülcelal / sultan-ı zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi, herşeyin sultanı olan Allah.

suluh

  • Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.

sum

  • Sarımsak.

şuma

  • Siz. (Farsça)

şümar

  • Sayan, sayıcı. Eden, edici. (Farsça)

şümarende

  • Sayan, hesab eden. (Farsça)

şümaride

  • Sayılmış, hesab edilmiş. (Farsça)

sumat

  • Susmak, sükut etmek.

sümme / ثُمَّ

  • Sonra, tekrar.
  • Sonra.
  • Sonra.

sümmet-tedarik

  • Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş.

sümmettedarik

  • Sonradan, başka yerden elde edilmiş olan.

sümn

  • Sekizde bir.

sumul

  • Sertlik, kuruluk, katılık.

sümün

  • Sekizde bir.
  • Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).

şümürde / شمرده

  • Sayılı. (Farsça)

sun' / صُنْعْ

  • San'at.
  • San'atla yapma.

sun'i / sun'î / صُنْع۪ي

  • Sonradan yapılma, yapay.

sünbe

  • Suret.

sünbül / سنبل

  • Sümbül. (Farsça)

sündüs

  • Süslü ipek kumaş.
  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

sündüs-misal

  • Sündüsten yapılmış gibi. (Farsça)

sündüsi / sündüsî

  • Sündüsten yapılmış.

sünen / سنن

  • Sünnetler.
  • Sünnetler. (Arapça)

sünnet-i hüda / sünnet-i hüdâ

  • Sünnet-i Müekkede.

sünni / sünnî

  • Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan.

sunuf / sunûf / صنوف

  • Sınıflar. (Arapça)

şüphe iras etme / şüphe îras etme

  • Şüphe verme, şüphede bırakma.

sur

  • Şenlik. Düğün. Ziyafet. (Farsça)

sür'at ve vüs'at-i mutlaka

  • Sınırsız hız ve genişlik.

sür'at-ı mutlaka

  • Sınırsız hız.

sür'at-i mutlaka

  • Sınırsız hız.

sür'aten

  • Sür'atle, hemen, derhal, çabuk.

süradık / sürâdık / سرادق

  • Saray perdesi. (Arapça)

surahi / surahî / صراحى

  • Su şişesi, sürahi.
  • Sürahi. (Arapça)

sure-i sebe / sûre-i sebe

  • Sebe Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 34. süresi.

şürefa / şürefâ / شرفا

  • Şerifler, Hz. Muhammed soyundan gelenler. (Arapça)

şüreka / şürekâ

  • Şerikler, ortaklar.

surencan

  • Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü.

suret / sûret / صورت

  • Şekil, biçim.
  • Şekil, biçim, görünüş.
  • Şekil.

suretçe

  • Şekilce, biçimce.

sureten / sûreten

  • Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.
  • Sûretçe, biçimce, görünüşte.

suretger

  • Suret yapan, resim çizen, ressam. (Farsça)

suretinde / sûretinde

  • Şeklinde.
  • Şeklinde.

suretperest / sûretperest

  • Sûrete pek düşkün olan.

suretperestlik

  • Surete tapmak, görünüşe çok değer vermek, fotoğrafa tapmak.

surette / sûrette

  • Şekilde.
  • Şekilde.

suretyab / suretyâb

  • Şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. (Farsça)

sürh

  • Seri nesne.

sürha

  • Su yolu.

suri / surî / sûrî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
  • Surete ait, görünüşe ait. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.
  • Sûrete ait, görünüşte.

sürmedan / سرمه دان

  • Sürmelik. (Türkçe - Farsça)

sürriyye

  • Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye.

şurub / şurûb / شروب

  • Sulu ve şekerli ilaç.
  • Şurup. (Arapça)

surud

  • Soğuk yer.

sürud / sürûd / سرود

  • Şarkı, melodi. (Farsça)

şüruh / şürûh / شروح

  • Şerhler, açılamalar. (Arapça)

şurup

  • Sulu ve şekerli içecek.

sürur / sürûr

  • Sevinç. Neş'eli olmak.
  • Sevinç, neşe.
  • Sevinç.

şurur / şurûr

  • Şerler, kötülükler.

şürur / şürûr

  • Şerler, kötülükler.
  • Şerler, kötülükler.

sürur / سرور / sürûr / سُرُورْ

  • Sevinç.
  • Sevinç. (Arapça)
  • Sevinç.

sürur-u namütenahi / sürur-u nâmütenâhi

  • Sonsuz bir sevinç.

sürurengiz / sürûrengîz / سرور انگيز

  • Sevinçli. (Arapça - Farsça)

şurut / şurût

  • Şartlar.

susen / sûsen / سوسن

  • Susam. (Farsça)
  • Susam. (Farsça)

sutur / sutûr / سطور

  • Satırlar, yazı dizileri.
  • Satırlar. (Arapça)

sutur-u hadisat / sutûr-u hâdisât

  • Sayısız olaylar satırları.

şuubat-ı heyet-i içtimaiye / şuubât-ı heyet-i içtimâiye

  • Sosyal yapının dalları, toplumsal yapıyı oluşturan kesimler.

şuubiyye / şuûbiyye / شعوبيه

  • Şuûbîlik. (Arapça)

şüunat / şüûnât

  • Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.

şuunat-ı sermediye / şuûnat-ı sermediye

  • Sonsuza kadar sürüp giden işler, haller ve nitelikler.

şuurane / şuurâne

  • Şuurlu bir şekilde.

şuurdarane / şuûrdârâne

  • Şuurlu bir biçimde.

şuuren / şuûren

  • Şuurlu bir şekilde.
  • Şuur ile.

şuurkarane / şuurkârâne / şuûrkârâne

  • Şuurlu ve bilinçli bir şekilde.
  • Şuurlu bir biçimde.

suver

  • Suretler.
  • Sûreler, sûretler.

süveyda / süveydâ

  • Siyahlık.
  • Siyahlık.

süyu'

  • Suyun akması.

şüyuhat / şüyûhât

  • Şeyhler.

ta'biyetülceyş / تعبية الجيش

  • Strateji. (Arapça)

ta'dad

  • Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak.

ta'kibat / ta'kibât

  • Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.

ta'kir

  • Suyu bulanık etmek.

ta'ne

  • Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme.

ta'ne-zen

  • Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren. (Farsça)

ta'nif

  • Şiddetli azarlama.

ta'riye

  • Soyma. Çıplaklaştırma.

ta'sil-i kelam / ta'sil-i kelâm

  • Sözü ballandırma. Kelâmı tatlılaştırma.

ta'tif

  • Şefkat uyandırmak. Acındırmak.

ta'tiş

  • Susatma, susatılma.

ta'zir / ta'zîr

  • Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi cezâlarla cezâlandırma.

ta-be-sabah / tâ-be-sabah

  • Sabaha kadar.

taabbüdi / taabbüdî

  • Sırf emrolunduğu için yapılan şeyler, ibadetler.

taaccüb / تعجب

  • Şaşma, hayret etme. Tahayyür.
  • Şaşma.
  • Şaşma, hayret etme, tahayyür.
  • Şaşırma. (Arapça)
  • Taaccüb etmek: Şaşırmak. (Arapça)

taaccübü mucip

  • Şaşkınlığı, gerektiren, hayret sebebi.

taaccüc

  • Şamata, gürültü, patırtı.

taaccüp

  • Şaşma, hayret etme.

taaddüd / تَعَدُّدْ

  • Sayıca artma.

taahhüdname / taahhüdnâme

  • Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika. (Farsça)

taahhüt

  • Söz verme, üzerine alma.

taarruz / تَعَرُّضْ

  • Saldırma, sataşma.
  • Saldırma.

taarruz eden

  • Saldıran.

taassub

  • Şiddetli taraftarlık.

taassub-u barid / taassub-u bârid

  • Soğuk taassup, bağnazlık.

taassubat-ı baride / taassubat-ı bâride

  • Soğuk taassuplar; taassup.

taassüf

  • Sapmak, doğru yoldan çıkmak.

taat

  • Söz dinleme, ibadet.

taavvüz

  • Sığınma.

taazzuv / تعضو

  • Şekillenme, biçim alma, organ oluşturma. (Arapça)

tabaka-i avam / tabaka-i avâm / طَبَقَۀِ عَوَامْ

  • Sıradan halk tabakası.

tabaka-i sevabit / tabaka-i sevâbit

  • Sabit bilinen yıldızlar tabakası.

tabaka-yı havas

  • Seçkinler tabakası, aydınlar sınıfı.

tabakalar

  • Sınıflar.

tabakat-ı kelamiye / tabakat-ı kelâmiye

  • Söz tabakaları, alanları.

tabakat-ı kemal ve muhabbet / tabakat-ı kemâl ve muhabbet

  • Sevgi ve olgunluk tabakaları, katmanları.

tabakat-ı sahabe

  • Sahabilerin dereceleri.

tabakat-ı sıfat / tabakat-ı sıfât

  • Sıfat tabakaları.

tabeseher

  • Sabaha kadar.

tabih

  • Suda pişmiş et yahnisi.

tabiin / tabiîn / tâbiîn / تَابِع۪ينْ

  • Sahabeleri görenler.
  • Sahabeleri gören mü'minler.
  • Sahâbeleri görenler.

tabiun / tâbiûn

  • Sahabeleri görenler.

tabut / tâbut

  • Sandık. Ölü taşımaya mahsus sandık. Hz. Musa'ya inen on emrin konduğu sandık.

tadad / tâdâd

  • Sayma.
  • Sayma, sayım.

tadad etmek / tâdâd etmek

  • Saymak.

tadahduh

  • Şarap dökülmek.

tadarug

  • Sıkılmak.

tadat / tâdât

  • Sayma.

tadat eden / tâdât eden

  • Sayan.

tadbas

  • Sabun.

tadbis

  • Sabun.

tadci'

  • Süstlük etmek, zayıflamak.

tafdiliyye / tafdîliyye

  • Şîanın kollarından biri. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı kötüleyen bozuk fırka.

tafra

  • Sıçrama, atlama, yukarıdan atıp tutma.

tağannüm

  • Şarkı vs. söylemek.

tagayyürat-ı suriye / tagayyürat-ı sûriye

  • Şekil ve suret değişiklikleri.

tağuti / tâğûtî

  • Şeytanî, azgın şeytana ait.

tahabbüb

  • Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.
  • Sevgi gösterme.

tahabbüp

  • Sevgi gösterme.

tahaddür-i miyah / tahaddür-i miyâh

  • Suların akıp gitmesi.

tahaddüsiyye / تحدسيه

  • Sezgicilik. (Arapça)

tahallül-ü burudet

  • Soğuğun sıcağın içine karışması.

tahalüs

  • Sövüşmek.

tahammül

  • Sabretme, dayanma.

tahammüs

  • Sağlamlık, muhkemlik.

tahannün / تَحَنُّنْ

  • Şefkat etme.
  • Şefkat etme.

taharrüf

  • Sapmak. İnhiraf etmek.
  • Sapma, bozulma.
  • Sapma.

taharrüs

  • Sakınmak, korunmak.

taharrüz

  • Sakınma, çekinme, korunma.

tahassun

  • Sığınma, korunma.

tahassün

  • Sığınma.

tahassun / تَحَصُّنْ

  • Sığınma.

tahassungah / tahassungâh

  • Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak. (Farsça)
  • Sığınma yeri, sığınak.

tahassüngah / tahassüngâh

  • Sığınma yeri, sığınak.
  • Sığınak.

tahavvül-ü esnaf

  • Sınıfların, çeşitlerin dönüşümü.

tahayyül-ü şetim / تَخَيُّلُ شَتِمْ

  • Sövmeyi hayal etme.

tahayyür

  • Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak.
  • Şaşakalma.

tahazhuz

  • Suyun deprenmesi, hareket etmesi.

tahdid / tahdîd / تحدید

  • Sınırlama.
  • Sınırlama.
  • Sınırlandırma. (Arapça)
  • Tahdîd edilmek: Sınırlandırılmak. (Arapça)
  • Tahdîd etmek: Sınırlandırmak. (Arapça)

tahdid edilme

  • Sınırlandırılma.

tahdidat / tahdîdât / تحدیدات

  • Sınırlamalar, kısıtlamalar.
  • Sınırlandırmalar, kısıtlamalar. (Arapça)

tahdis / tahdîs

  • Şükürle söyleme.
  • Söylemek, rivayet etmek. Görülen iyiliği herkese söylemek.

tahdis-i nimet / tahdîs-i nimet

  • Şükür maksadıyla Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri anlatma, sevincini ve şükrünü bildirme.

tahdisinimet / tahdîsinîmet

  • Şükür için kendine verilen nimeti söyleme.

tahdit

  • Sınırlama.

tahdit edilme

  • Sınırlanma, sınırlandırılma.

tahdit etmek

  • Sınırlamak.

tahdit olunma

  • Sınırlanma.

tahiyyat / tahiyyât

  • Selamlar ve dualar.

tahiyye

  • Selam, hediye.
  • Selâmlar, dualar, hayır duaları, mülk, beka ve devamlılık, namazın iki ve dört rekâtı sonunda okunan Ettahiyyat duası.

tahkim / تحكيم / tahkîm / تَحْك۪يمْ

  • Sağlamlaştırmak.
  • Sağlamlaştırma. (Arapça)
  • Tahkim edilmek: Sağlamlaştırılmak. (Arapça)
  • Tahkim etmek: Sağlamlaştırmak. (Arapça)
  • Sağlamlaştırma.

tahkim eden

  • Sağlamlaştıran.

tahliye / تَخْلِيَه

  • Serbest bırakma.

tahliye etme

  • Serbest bırakma.

taht-eş şuur

  • Şuur altı. Şuur haricinde olarak açılıp yayılan zihnî faaliyet.

taht-ı silah / taht-ı silâh / تَحْتِ سِلَاحْ

  • Silâh altı, askerlik görevine alınma.
  • Silâh altı.

taht-ı taahhüd

  • Sorumluluk ve güvence altı.

tahtessıfır

  • Sıfırın altında.
  • Sıfırın altı, eksi.

tahteşşuur / tahteşşuûr

  • Şuuraltı.

tahvid

  • Sür'atle gitmek, hızla gitmek.

tahviz

  • Suya dalmak.

tahzif

  • Saçını düzüp bezemek, süslemek.

tahzir / tahzîr / تحذیر

  • Sakındırma.
  • Sakındırma. (Arapça)
  • Tahzîr etmek: Sakındırmak. (Arapça)

tain

  • Süngü ile vurulmuş.

takahhül

  • Şikâyet etmek.

takarrür etme

  • Sabit olma, yerleşip sağlam olma.

takdim / تقديم / takdîm / تَقْد۪يمْ

  • Sunma.
  • Sunma, öne geçirme.
  • Sunma.
  • Sunma.

takdim eden

  • Sunan.

takdim edilen

  • Sunulan.

takdim etme

  • Sunma.

takdim etmek

  • Sunmak.

takdim kılınan

  • Sunulan.

takdir-i kelam / takdir-i kelâm

  • Sözün gelişi; sözde zikredilmeyen bir lafzı sözün gelişinden anlayıp belirtmek.

takdir-i üstadane / takdîr-i üstadâne

  • Siz Üstadımın övgüsü.

taki / takî

  • Sakınan.

takıyye

  • Sakınma, çekinme.

takke

  • Şapka.

takrir-i kelam / takrir-i kelâm

  • Söylemek. İfadede bulunmak.

takyid

  • Sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye bakımından belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlama.
  • Sınırlama, bağlama.

takyidad / takyidâd

  • Sınırlamalar, bağlamalar.

takyidat

  • Sınırlandırmalar.

talah

  • Salih olmayan. Bozuk.

taleb-i tezyin

  • Süsleme isteği.

tali'siz

  • Şanssız, talihsiz.

talihi yaver

  • Şansı yolunda; İlâhî yardıma mazhar.

talik / tâlik

  • Sonraya bırakma, erteleme.

talil / tâlil

  • Sebeplendirme, sebep gösterme.

tals

  • Su akmak.

taltif-i rahmet

  • Şefkat ve merhametin lütfetmesi, iyilik ve güzellikle muamele etmesi.

tam temizlik

  • Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm eden temizlik.

tamam-ı suret

  • Suretin, fotoğrafın tamamı.

tamir

  • Sıçrayıcı, sıçrayan.

tamn

  • Sâkin olmak, sessiz olmak.

tana

  • Susuzluktan ciğerin yapışması.

tango

  • Şarkılı bir dans.

tanif / tânif

  • Şiddetle kınama.
  • Şiddetle azarlama.

tar-ı zülf / târ-ı zülf

  • Saç teli.

tarab / طرب

  • Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık.
  • Sevinçlilik.
  • Şenlik, neşelenme. (Arapça)

tarab-nak / tarab-nâk

  • Sevinçli, neşeli, coşkun. (Farsça)

tararet

  • Semizlik, besililik, şişmanlık.

tareş

  • Sağırlık.

tarih-i mezkur / tarih-i mezkûr

  • Sözü edilen tarih.

tarik-i dalalet / tarik-i dalâlet

  • Sapıklık yolu.

tarik-i nakşi / tarîk-i nakşî

  • Şeyh Bahaüddin Nakşbendî Hazretlerinin kurduğu tasavvuf yolu.

tarik-i siyaset / tarîk-i siyaset

  • Siyaset yolu.

tarikat-i sünusiye / tarikat-i sünûsiye

  • Sünûsi tarikatı.

tarizen / târizen

  • Sözle dokundurarak, dokunaklı söz söyleyerek.

tarsin / tarsîn

  • Sağlamlaştırma.
  • Sağlamlaştırma, güçlendirme.

tarsin etmek

  • Sağlamlaştırmak.

tartil

  • Saçı yağlamak.

tarz-ı intihabat / tarz-ı intihabât / طَرْزِ اِنْتِخَابَاتْ

  • Seçme tarzları.
  • Seçmelerin tarzı.

tarz-ı müdafaa / tarz-ı müdâfaa / طَرْزِ مُدَافَعَه

  • Savunma tarzı.
  • Savunma tarzı.

tarz-ı nazm

  • Şiir tarzı.

tarze

  • Şekil, suret.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek.
  • Sadaka verme.
  • Sadaka verme.
  • Sadaka vermek, doğru olduğu ortaya çıkmak.

tasaffi

  • Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek.
  • Saflaşma, arınma.
  • Saflaşma, durulma.

tasaffür

  • Sararmak.

tasafün

  • Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.

tasallüp

  • Sertleşme, kalıba girme.

tasallut

  • Sataşma.

tasamüm

  • Sağırlığa vurmak.

tasarruh

  • Şiddetle çağırmak.

tasavvur-u şahsi / tasavvur-u şahsî

  • Şahsî düşünce. şahsa ait tasavvur.

tasavvur-u zeval / tasavvur-u zevâl / تَصَوُّرُزَوَالْ

  • Son bulmanın zihinde canlanması.

tasavvurat-ı şeytaniye

  • Şeytanî tasavvurlar; şeytandan gelen tasarılar, kurgular.

tasdi / tasdî

  • Sıkma, rahatsız etme.

tasdik-i gaybinin hatemi / tasdik-i gaybînin hâtemi

  • Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabının diğer bir adı.

tasel

  • Serabın uzaktan su gibi görünmesi.

tasfik-i esnan

  • Soğuktan dişlerin birbirine çarpması.

tasfiye

  • Safileştirme, arındırma.
  • Saflaştırma, arındırma.

tasia / tâsia

  • Sâminenin altmışta biri.

tasmit

  • Susturma.

tasni / tasnî

  • San'atlı bir şekilde yaratma.

tasnif / tasnîf / تصنيف

  • Sınıflandırma.
  • Sınıflandırma, ayırma.
  • Sınıflandırma. (Arapça)

tasnif buyurulan

  • Sınıflandırılan.

tasnifat / tasnifât

  • Sınıflandırmalar.

tasvir / tasvîr / تَصْو۪يرْ

  • Sûret verme.

tat'ir

  • Sütü yoğurt yapmak.

tatarrub

  • Şevke gelme, coşma, neşelenme, keyiflenme.

tatvil / tatvîl

  • Sözü uzatma, uzun tutma.

tatvil-i kelam / tatvîl-i kelâm

  • Sözü uzatma.

taun / tâun

  • Salgın ve ölümcül hastalık.

tavaud

  • Sözleşmek.

tavazzu

  • Su hâline getirme.

tavilüzzeyl / tavîlüzzeyl

  • Sonu gelmez durum hâline gelmiş.

tavr-ı şuurdarane / tavr-ı şuurdârâne

  • Şuurlu hareket.

tavus

  • Süslü bir kuş.

taylasan / طيلسان

  • Sarığın sarkan ucu. (Arapça)

tazaccur

  • Sıkıntı. İç sıkılma.

tazallüm / تظلم

  • Sızlanma, yakınma. (Arapça)
  • Tazallüm etmek: Sızlanmak, yakınmak. (Arapça)

tazimle / tâzimle

  • Saygı ile.

taziz / tâziz

  • Şereflendirme.

tazmin / tazmîn

  • Sebeb olunan zarar ve ziyânı ödeme.

tazyik / tazyîk / تَضْي۪يقْ

  • Sıkıştırma.

tazyik eden

  • Sıkıntı veren, baskı yapan.

te'kid-i manevi / te'kid-i manevî

  • Söylenişi başka, manası müşterek olan.

te'sif

  • Sacayak üstüne çömlek koymak.

te'tee

  • Söylerken dilini, "tâ" lâfzına döndürmek.

te'tiye

  • Su yolunu vermek.

teahhur

  • Sonraya kalma, gecikme.

teahüd

  • Sözleşmek. Ahidleşmek.

teanuk / teânuk

  • Sarılma.

teas

  • Sürçüp yüzü üstüne düşmek.

teassür

  • Sıkılmak.

teaşük

  • Sevişmek.

teattuş

  • Susamak.

tebar / tebâr / تبار

  • Soy, nesil, neseb. (Farsça)
  • Soy. (Farsça)

tebarüd / tebârüd

  • Soğuma.

tebban

  • Saman satan, samancı.

tebdil-i hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayatın değişmesi.

tebecbüc

  • Sevinmek.

tebeccüs

  • Suyun açıktan akması.

tebeddi

  • Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.

tebeddül-ü saltanat

  • Saltanatın değişmesi.

tebehhüm

  • Şüpheli ve belirsiz olma.

tebellüc

  • Sabah yeri ağarmak.

teberrüd / تبرد

  • Soğuma. (Arapça)
  • Teberrüd etmek: Soğumak. (Arapça)

teberzin / تبرزین

  • Savaş baltası. (Farsça)

tebessül

  • Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme.

tebessür

  • Sivilce çıkma.

tebhih

  • Sıcaklığın az olması.

teblerze / تب لرزه

  • Sıtma nöbeti. (Farsça)

tebni / tebnî

  • Saman renkli.

tebrid / tebrîd / تبرید

  • Soğutma. (Arapça)

tecanüb / tecânüb

  • Sakınma. Çekinme.
  • Sakınma.

tecavüz / tecâvüz

  • Saldırma, sataşma.
  • Sınırı aşma, saldırma.

tecavüz eden

  • Saldıran.

tecavüz etmek

  • Saldırmak, sataşmak.

tecazür

  • Sövüşme.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tecelli-i muhabbet / tecellî-i muhabbet

  • Sevgi yansıması, görüntüsü.

tecelli-i sıfat / tecellî-i sıfât

  • Sıfâtın görünmesi.

tecelli-i timsal

  • Suretlerin tecellisi.

tecemcüm

  • Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak.

tecemmül / تجمل

  • Süslenme. (Arapça)

tecennüb

  • Sakınma. Çekinme.
  • Sakınma, uzak durma.

tecerrüd / تَجَرُّدْ

  • Soyutlanma, sıyrılma.
  • Soyutlanma, ayrılma.
  • Sıyrılma, soyutlanma.

tecerrüd etme

  • Soyutlanma, sıyrılma.

tecerrüd etmek

  • Soyutlanmak, sıyrılmak.

tecerrüt

  • Soyutlanma, sıyrılma.

tecerrüt eden

  • Soyutlanan.

tecerrüt etme

  • Sıyrılma, soyutlanma.

tecrid / tecrîd / تجرید

  • Soyutlama, yalnız bırakma.
  • Soyutlama. (Arapça)
  • Tecrîd edilmek: Soyutlanmak. (Arapça)
  • Tecrîd etmek: Soyutlamak. (Arapça)

tecrid etmek

  • Soyutlamak, uzaklaştırmak.

tecriden / tecrîden / تجریدا

  • Soyutlayarak. (Arapça)

tecris

  • Sağlam fikirli etmek.

tecrit etmek

  • Soyutlamak.

tecvid-i huruf

  • Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi.

tecvil

  • Seyahat etmek, gezmek.

tedafü / tedâfü / تدافع

  • Savunma.
  • Savunma. (Arapça)

tedafüi / tedâfüî / تدافعى / تَدَافُع۪ي

  • Savunma ve korunma ile ilgili.
  • Savunmayla ilgili.
  • Savunma ile ilgili. (Arapça)
  • Savunmaya âit.

tedai-yi efkar / tedâî-yi efkâr

  • Sürekli olarak bir fikrin başka fikirleri çağrıştırması.

tedavür

  • Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak.

tedbir / tedbîr / تَدْب۪يرْ

  • Sonunu görerek önlem alma.

tedbir-i mücessem

  • Somut hâle gelmiş tedbir ve idare.

tedbirü'l-cesed

  • Sağlık; beden eğitimi.

tedebbür

  • Sonunu düşünme.

tedeccüc

  • Silâhlanmak.

tedellük

  • Sürtme. Oğma.

tedenni-i mutlak / tedennî-i mutlak

  • Sınırsız düşüş, alçalma.

tedenni-i mutlaka / tedennî-i mutlaka

  • Sınırsız dinsizlik ve alçalma.

tedlik

  • Sürme.

tedlis

  • Sattığı malın ayıbını gizleyerek aldatma.

tedvih

  • Şehirler gezmek.

teessi

  • Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma.

tefahhur / تفخر

  • Şişinme, övünme. (Arapça)

tefavüt-ü şekavet

  • Sıkıntıların, musibetlerin farklılığı.

teferruat-ı şer'iye

  • Şeriatın, İslâm hukuuknun fer'i meseleleri, detayları.

tefsir-i şerif

  • Şerefli ve değerli tefsir.

tegamgum

  • Sözü düz söylememek.

tegammür

  • Suyu az içmek.

teganni / tegannî

  • Şarkı söyleme, bir metni müzik eserini andırır biçimde okuma.
  • Şarkı söyleme.
  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

teganni eden / tegannî eden

  • Şarkı söyleyen.

tegil

  • Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç. (Farsça)

tehacüm

  • Saldırma.

tehacümat / tehacümât

  • Saldırmalar.

tehafüt

  • Sözü gizlice söyleşmek.

tehdib

  • Saçak yapmak.

teheddüb

  • Saçaklanmak.

teheddül

  • Sarkma, sölpüme.

tehellül

  • Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri.

tehemmu'

  • Seyelân etmek, akmak.

tehevvür / تَهَوُّرْ

  • Sonunu düşünmeden öfkelenme.

tehimağz / tehîmağz / تهى مغز

  • Samankafalı, boşkafalı. (Farsça)

tehvir

  • Suyu veya diğer sıvıları döktürmek.

tehyir

  • Suyu döktürmek.

tehzib / tehzîb / تهذیب

  • Süsleme. (Arapça)

tekalif-i şer'iye / tekâlif-i şer'iye / تَكَالِفِ شَرْعِيَه

  • Şeriatın yükümlülükleri, dinin emirleri.
  • Şeriatin getirdiği yükümlülükler.

tekellüm-i samit / tekellüm-i sâmit

  • Sessiz konuşma.

tekerrüm

  • Saygı görmek. Keremli olmak.

tekid / tekîd

  • Sağlamlaştırma, kuvvetlendirme.

tekmid

  • Soğuk veya ılık su ile yapılan pansuman.

tekrim / tekrîm / تكریم

  • Saygı gösterme.
  • Saygı gösterme. (Arapça)

tekvir

  • Sarmak, toplamak.
  • Sarma, toplama.

telaffuz / telâffuz / تَلَفُّظْ

  • Söyleyiş.
  • Söyleyiş, diksiyon.
  • Söyleyiş.

telebbüb

  • Silâh takınmak.

teleddüd

  • Sağına ve soluna iltifat etmek.

telkinat-ı şeytaniye / telkinât-ı şeytaniye

  • Şeytanın telkinleri.

telmihat / telmihât

  • Söz arasında; bir kıssa, fıkra, atasözü veya tarihî bir hadiseye işarette bulunmalar.

telvin-i hitab / telvîn-i hitâb

  • Sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.

tema'ut

  • Saç dökülmek.

temadi / temâdi

  • Sürüp gitme.

temahhut

  • Sümkürme.

temari

  • Şek şüphe etmek. Mücadele etmek.

temaşa / temâşâ / تماشا / تَمَاشَا

  • Seyretme.
  • Seyretme. (Farsça)
  • Temâşâ etmek: Seyretmek. (Farsça)
  • Seyretme.

temaşa ettirmek / temâşâ ettirmek

  • Seyrettirmek.

temaşagah / temâşâgâh / temaşagâh / تماشاگاه

  • Seyir yeri.
  • Seyir yeri.
  • Seyir yeri. (Farsça)

temaşager / temâşâger

  • Seyirci, gözlemci.
  • Seyirci.

temaşasından doyamayız / temâşâsından doyamayız

  • Seyrine doyamayız.

temayül-ü ihtiram

  • Saygı gösterme eğilimi.

temayüz / temâyüz / تمایز

  • Seçkin olma; başkalarından üstün olma.
  • Seçkinlik, üstünlük, ayrıcalık. (Arapça)
  • Temayüz etmek: Seçkinlik kazanmak, ayrıcalık kazanmak, dikkat çekmek. (Arapça)

temazuh

  • Şakalaşmak.

temeccüd

  • Şeref sahibi olma. Ululanma.

temellük / تَمَلُّكْ

  • Sahiplenme.
  • Sahiplenme.

temenna / temennâ / تَمَنَّا

  • Selamlama ve hürmet gayesiyle eğilme.

temenni / temennî

  • Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin olmasını dileme.

temerrut

  • Saç dökülmek.

temessuh

  • Şekil değiştirme.

temessük / تَمَسُّكْ

  • Sarılma, tutunma.
  • Sıkıca tutunma.

temessük eden

  • Sarılan, tutunan.

temessük etmek

  • Sıkıca sarılmak.

temessül etmek

  • Şekillendirmek, canlandırmak.

temeyyü

  • Sıvılaşma.
  • Sıvılaşma, sulanma.

temeyyü'

  • Sulanma, sulu hâle gelme. Akma. Cıvıklaşma, sıvı hâle gelme.

temeyyüh

  • Sulanma.

temhil

  • Sonraya bırakma. Mühlet verme.

temin

  • Sağlama, elde etme.

temin eden

  • Sağlayan.

temin etme

  • Sağlama.

temin etmek

  • Sağlamak.

teminen / temînen / تأمينا

  • Sağlanarak, temin edilerek. (Arapça)

ten-dürüst

  • Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan. (Farsça)

tenacüş

  • Satın almak.

tenaffuh

  • Şişmek. " Uf, tüf, ah ve oh" demek.

tenaggum

  • Şarkı söylemek.

tenahi / tenâhi

  • Sona erme; sonlu olma.

tenakuz / tenâkuz

  • Sözün birbirini tutmaması. Çelişki.

tenasür

  • Saçılma, serpilme, püskürme.

tenazuri / tenazurî

  • Simetrik.

tencic

  • Şâd etmek. Sevindirmek.

tendürüst / تن درست

  • Sağlıklı, sağlam yapılı. (Farsça)

teneffüs / تنفس

  • Soluk alma, dinlenme.
  • Soluk alma. (Arapça)
  • Teneffüs edilmek: Soluk alınmak. (Arapça)
  • Teneffüs etmek: Soluk almak. (Arapça)
  • Tenemmüv etmek: Serpilmek, gelişip büyümek. (Arapça)

teneşir

  • Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.

tenevvü-ü şerayi' / tenevvü-ü şerâyi'

  • Şeriatlerin çeşitliliği.

tenezzühgah / tenezzühgâh

  • Seyir ve gezinti yeri.

tenezzül / تَنَزُّلْ

  • Seviyesine inme.

tenezzülat-ı kelam / tenezzülât-ı kelâm

  • Sözün muhatapların seviyelerine uygun olarak ayarlanması.

tenezzülat-ı kelamiye / tenezzülât-ı kelâmiye

  • Sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması.

tenezzülen / تَنَزُّلاً

  • Seviyesine inerek.

tenfiz

  • Sıçratma. Sıçramaya zorlama.

tenhib

  • Suya gayet yakın olmak.

tenkidat-ı siyaset

  • Siyaset eleştirileri, tenkitleri.

tensib-i fazılane / tensib-i fâzılâne

  • Sizin uygun görmeniz, münâsip bulmanız.

tensir

  • Serpme, saçma.

tenük-havsala

  • Sabırsız adam, tahammülsüz kimse. (Farsça)

tenzede

  • Sessiz, sâkin, susmuş. (Farsça)

terahhum

  • Şefkat ve merhamet gösterme.

terahhumat

  • Şefkat ve marhamet göstermeler.

terakkiyat-ı daimi / terakkiyât-ı daimî

  • Sürekli, yükseliş, ilerleme.

terakkiyat-ı sanayi / terakkiyât-ı sanayi

  • Sanayi dallarında meydana gelen gelişme ve ilerlemeler—uçak sanayii, gemi sanayii gibi.

terakku'

  • Sıkıntı ve emek ile kazanma.

terane / terâne / تَرَانَه

  • Şarkı söyleme, ötme.

teranezen

  • Şarkı söyleyen. (Farsça)

tercüman-ı alişan / tercüman-ı âlişan

  • Şanlı tercüman.

tercüman-ı zişan / tercüman-ı zîşân

  • Şanlı Tercüman; Allah'tan aldığı bilgileri insanların anlayacağı şekilde anlatan Peygamberimiz Hz. Muhammed.

terebbuh

  • Sarkmak, sülpük olmak.

tereccuh bila müreccih muhaldir / tereccuh bilâ müreccih muhaldir

  • Sebepsiz üstünlük olmaz. Yani, bir şeyin başka seçeneklere üstün gelen bir sebebi, bir özelliği bulunmazsa onlardan üstün olması mümkün değildir.

tereccüh bila-müreccih / tereccüh bilâ-müreccih

  • Sebepsiz üstünlük. Yani, bir üstünlük sebebi ve niteliği olmadan üstünlüğün olması.

tereddüd

  • Şüphe.

tereddüt

  • Şüphe.

tereddütsüz

  • Şüphede kalmayacak şekilde.

teressüb

  • Süzülme, dibe inip birikme.

tereşşüf

  • Suyu emme.

tereşşuh

  • Sızıntı.
  • Sızıntı.

tereşşüh / ترشح

  • Sızıp gelme, oluşma.
  • Sızıntı. (Arapça)

tereşşuh / تَرَشُّحْ

  • Sızıntı.

tereşşuh eden

  • Sızan.

tereşşuhat / tereşşuhât

  • Sızıntılar, izler.
  • Sızıntılar, belirtiler.

tereşşuhat-ı siyasiye ve dünyeviye / tereşşuhât-ı siyasiye ve dünyeviye

  • Siyasî ve dünyevî menfaat olduğunu gösteren belirtiler.

terettüb

  • Sıralanma, gerekme.

terettüb eden

  • Sıralayan, gerektiren.

terettüb-ü esbab

  • Sebeplerin sıralanışı.

terettüb-ü netice

  • Sonuç olarak ortaya çıkma.

terettüp eden

  • Sonuç olarak ortaya çıkan.

terettüp etme

  • Sonuç olarak ortaya çıkma, neticelenme.

terettüp-ü netice

  • Sonuç olarak ortaya çıkan şey.

tergib

  • Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.

terhis edilmek

  • Salıverilmek, görevi bitince işine son verilmek.

terk-i edeb

  • Saygısızlık, edebsizlik, hürmetsizlik.

terk-i silah / terk-i silâh

  • Silah bırakma, teslim olma.

terk-i sünnet

  • Sünnetin terk edilmesi.

terkib-i vasfi / terkîb-i vasfî

  • Sıfat tamlaması.

termik

  • Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili. (Fransızca)

tersil

  • Secisiz nesir yapmak.

tersin

  • Süzmek.

tertib / tertîb

  • Sıralama, düzenleme.
  • Sırayı gözetmek.

tertib-i esbab

  • Sebeplerin düzenlenmesi.

tertibat / tertîbat / تَرْت۪يبَاتْ

  • Sıralamalar.

teşa'şu'

  • Şaşaalanma, parıldama.

teşa'ub / تشعب

  • Şubelenme, dallanma. (Arapça)

teşabük

  • Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.

tesaffuh

  • Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme.

teşahhus

  • Şahıslanma, belirme.

teşahhus vermek

  • Şahsiyet, kişilik vermek.

tesahub / tesâhub

  • Sahip çıkma; koruma.
  • Sahiplenme.

tesahup

  • Sahiplenme, dost edinmek.

tesakür

  • Sarhoş olmak.

tesaluh

  • Sağır gibi görünme.

tesalüm

  • Sulh edişmek, barışmak.

tesanüd-ü adedi / tesanüd-ü adedî

  • Sayısal dayanışma.

teşaub / teşâub

  • Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma.
  • Şube şube olma.
  • Şubelere ayrılma.

teşaub etme

  • Şubelere, bölümlere ayrılma.

teşaüm

  • Şom tutmak.

teşaur / teşâur

  • Şâirlik taslamak. Kendini şâir gibi göstermek.
  • Şairlik taslama.

tesavüb

  • Sövmek, sövüşmek.

tesayül

  • Suyun revân olup akması.

tesbih

  • Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir.

teşbih-perestlik

  • Sözde lüzumundan fazla teşbihe, benzetme san'atlarına yer verme.

tesbihat-ı maneviye / tesbihat-ı mâneviye

  • Sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat.

tesbit

  • Sağlamca yerleştirme.

tesbit etmek

  • Sağlam şekilde yerleştirmek.

teşci / teşcî

  • Şecaatlandırma, cesaret verme.

teşci'

  • Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme.

tescil

  • Sicile geçirme.

teşdid / teşdîd / تشدید

  • Şiddetlendirme.
  • Şiddetlendirme.
  • Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme, güç verme.
  • Şiddetlendirme, arttırma, çoğaltma. (Arapça)
  • Teşdîd etmek: Şiddetlendirmek. (Arapça)

teşdid etmek

  • Şiddetlendirmek.

teşdit

  • Şiddetlendirme, artırma.

teşebbüb

  • Şap haline gelme, şaplaşma.

tesebbüben

  • Sebep olma suretiyle.

teşeddüd / تَشَدُّدْ

  • Şiddetlenme.
  • Şiddetlenme.

teşeddüt

  • Şiddetlenme.
  • Şiddetlenme.

teşeffi

  • Şifa bulma, (öç alarak) rahatlama.

teşeffu'

  • Şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak.

teşehhüd

  • Şehadet getirme, namazda oturma.

tesehhur

  • Sahur yemeği yeme.

teşekki / teşekkî

  • Şikayet etme.
  • Şikâyet.

teşekki eden / teşekkî eden

  • Şikâyet eden.

teşekkiyat

  • Şikâyetler.
  • Şikayet etmeler.

teşekkük

  • Şek ve şüphe etme.

teşekkül / تَشَكُّلْ

  • Şekillenme, oluşma.
  • Şekillenme, oluşma.

teşekkülat / teşekkülât

  • Şekillenmeler, oluşmalar.

teşekkür

  • Şükretme.

teşekkürat-ı rahmaniye / teşekkürat-ı rahmâniye

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'a yapılan teşekkürler.

teselsül-ü ilel

  • Sebeplerin zinciri, arka arkaya gelmesi.

tesenbül

  • Sümbülleşme, sümbül verme.

teşerru'

  • Şeriata uygun davranma.

teşerrüf / تشرف / تَشَرُّفْ

  • Şereflenme.
  • Şereflenme. şeref bulma. Ulviyete erişme.
  • Şereflenme.
  • Şereflenme. (Arapça)
  • Teşerrüf etmek: Şereflenmek. (Arapça)
  • Şereflenme.

teşerrüf etmek

  • Şereflenmek, saygı görmek.

teşevvuk

  • Şevklenme, istek gösterme, arzu etme, sevinme.

teşeyyu / teşeyyû

  • Şiîleşen.

teşeyyu' / تشيع

  • Şiîlik. (Arapça)

teşeyyuh

  • Şeyh olduğunu iddia etme, şeyhlik taslama.

tesfi'

  • Sıcağın, insanın yüzünü yakması.

teşfi'

  • Şefaat etmek, affı için sebep olmak.

tesfih

  • Sefihlikle itham etme, ahmak ve cahil sayma.
  • Sefih görme, kıt akıllı sayma, eğlence düşkünü olarak tanıma.

teşfiye / تشفيه

  • Şifa verme. (Arapça)

teşhir / تشهير / teşhîr / تَشْه۪يرْ

  • Serme, gösterme.
  • Sergileme.
  • Sergileme.

teşhir eden

  • Sergileyen.

teşhir edilen

  • Sergilenen.

teşhir edilme

  • Sergilenme.

teşhir edilmek

  • Sergilenmek.

teşhir etme

  • Sergileme, arzetme.

teşhir etmek

  • Sergilemek.

teşhir isteme

  • Sergilemek isteme.

teşhir-i san'at

  • San'atın sergilenmesi.

teşhir-i silah / teşhir-i silâh

  • Silâh çekme.

teşhirci

  • Sergileyici.

teşhirgah / teşhirgâh

  • Sergi yeri.
  • Sergi yeri, herkese gösterme yeri. (Farsça)
  • Sergi yeri.

teşhis

  • Şahıslandırma, tanıma.

tesir-i sathi / tesir-i sathî

  • Sathî ve yüzeysel tesir.

teşkik

  • Şüphede bırakmak. Şüpheye atmak.
  • Şüphede bırakma.

teşkikat / teşkikât

  • Şüpheye düşürme.
  • Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar.

teşkikat yapmak / teşkikât yapmak

  • Şüphede bırakmak.

teşkil / تشكيل / teşkîl / تَشْك۪يلْ

  • Şekil verme.
  • Şekillendirme, oluşturma.

teşkil ve tasvir

  • Şekillendirme ve belli bir görünüm verme.

teşkilat / teşkîlât / تَشْك۪يلَاتْ

  • Şekillendirilmiş genel yapı.

teskin / teskîn / تَسْك۪ينْ

  • Sakinleştirme, rahatlatma.
  • Sakinleştirme, yatıştırma.
  • Sâkinleştirme.

teslih

  • Silâhlandırma. Silâh ile donatma.
  • Silahlandırma.

teslih etme

  • Silahlandırma.

teslim-i silah / teslim-i silâh

  • Silâh teslim etme, teslim olma.

teşmil

  • Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak. İhrama bürünmek ve sür'atle yürümek.

teşmil eder

  • Şâmil kılar, onları da (zulmünün) içine alır.

teşne / تشنه

  • Susamış, pek istekli.
  • Susuz,susamış. (Farsça)

teşnedil / تشنه دل

  • Seven, arzulu, can atan. (Farsça)

teşnegi / teşnegî

  • Susama. (Farsça)

tespit

  • Sağlam şekilde yerleştirme.

teşri / teşrî

  • Şerîat, yasa.

teşrif / teşrîf / تَشْر۪يفْ

  • Şeref verme.
  • Şereflendirme.
  • Şeref verme, şereflendirme.

teşrif buyurma

  • Şeref verme, şereflendirme.

teşrifat / تَشْرِيفَاتْ

  • Şereflendirmeler.
  • Şereflendirmeler, protokol.

teşrifatçı elfaz / teşrifatçı elfâz

  • Süslü ve abartılı sözler.

teşrih

  • Şerh etme, açıklama.

tesrih-i lihye

  • Sakal bırakma.

teşrihat

  • Şerhler, açıklamalar.

teşrii / teşriî

  • Şeriatla ilgili.

tesrir eden

  • Sevindiren, mutlu eden.

tesvib

  • Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır.

teşvik / تشويق / teşvîk / تشویق / تَشْو۪يقْ

  • Şevklendirme. Şevke getirme. Kışkırtma. Kaldırma. Cesaret verme.
  • Şevklendirme.
  • Şevklendirme.
  • Şevklendirme. (Arapça)
  • Teşvîk edilmek: Şevklendirilmek. (Arapça)
  • Teşvîk etmek: Şevklendirmek. (Arapça)
  • Şevklendirme.

teşvik eden

  • Şevklendiren, isteklendiren.

teşvik etme

  • Şevklendirme, isteklendirme.

teşvik etmek

  • Şevklendirmek, isteklendirmek.

teşyid

  • Sağlamlaştırma.

tetabukat-ı riyaziye

  • Sayısal denklik, uygunluk.

tevafuk-u mutlak

  • Sınırsız uyum, uygunluk.

tevafukat-ı acibe

  • Şaşırtıcı uygunluklar.

tevafukat-ı adediye

  • Sayısal denklikler sayısı.

tevafukat-ı gaybiye-i acibe

  • Şaşkınlık veren gaybî tevafuklar.

tevaggul / توغل

  • Sürekli uğraşı. (Arapça)

tevakki / توقى

  • Sakınma, korunma, çekinme. (Arapça)

tevbe-i nasuh / tevbe-i nasûh

  • Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.
  • Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam kararlı olmak.

tevbihat-ı şedide

  • Şiddetli tekdir ve azarlamalar.

tevcih-i hitap

  • Sözü birine yöneltme, birine hitap etmeler.

tevcih-i kelam / tevcih-i kelâm

  • Sözü birine yöneltme, biriyle konuşma.

tevehhüm edilen

  • Sanılan, asılsız olduğu halde kabul edilen.

tevehhüm etmek

  • Sanmak, kuruntulanmak.

tevehhüm-ü ebediyet

  • Sonsuzluk kuruntusu; sonsuza kadar yaşayacağını sanmak.

tevekan / tevekân

  • Sormamak.

tevekkuh

  • Şiddetli ve haşin olmak.

tevekkül / تَوَكُّلْ

  • Sebeblerine uyup neticeyi Allaha bırakma.

tevekkül-ü şer'i / tevekkül-ü şer'î

  • Şeriatın ön gördüğü tevekkül.

tevellu'

  • Sevme. Alâka ve aşk peydâ etme.

teverrük

  • Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak.

teveşşi

  • Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak.

tevettür-ü a'sab

  • Sinirlerin gerilmesi, sinirlenme.

tevhid-i ami / tevhid-i âmi

  • Sıradan bir insanın Allah'ın birliğine inanması.

tevhid-i halık / tevhid-i hâlık

  • Sadece bir Yaratıcının olduğuna, başka yaratıcıların olmadığına inanma.

tevhid-i mahz

  • Saf tevhid inancı; herşeyin bir olan Allah'a ait olduğuna, hiçbir şirke girmeden tam mânâsıyla inanma.

tevhid-i sermedi / tevhid-i sermedî

  • Sürekli var olan yaratıcının birliği.

tevhif

  • Sopa ile vurmak.

têvil

  • Sözü çevirme, ayrı mânâ verme.

tevkid

  • Sağlamlaştırma.

tevkifi / tevkifî / tevkîfi

  • Şeriatın belirlediği ve dondurduğu hüküm.
  • Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm.

tevkir / tevkîr

  • Saygı ve hürmet etmek.

tevle

  • Sihir, efsun.

tevlih

  • Şaşırtma. Sersemleştirme.

tevşi'

  • Süsleme.

teyemmüm

  • Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mesh etmek.
  • Su yoksa toprakla temizlenme.

teyemmün

  • Saadet ve huzur vesilesi sayma, bereket dileme.

teyma'

  • Sahra, çöl, yaban.

tezadd-ı tabi' / tezadd-ı tâbi'

  • Sonradan gelenin, tâbi olanın zıt olması. Tâbi olanın zıt oluşu.

tezahüm / tezâhüm

  • Sıkışma, yığılma.

tezauf-u sevab / tezâuf-u sevab

  • Sevabın katlanması.

tezayuk

  • Sıkışma.

tezelzül / تزلزل / تَزَلْزُلْ

  • Sarsıntı.
  • Sarsılma.
  • Sarsılma, sarsıntı. (Arapça)
  • Sarsılma.

tezelzül etme

  • Sarsılma.

tezelzüli / tezelzülî

  • Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden.

tezemmün

  • Sür'atle gitmek.

tezemmür

  • Savaşmak.

tezerv / تذرو

  • Sülün. (Farsça)

tezeyyün

  • Süslenme. Bezenme.
  • Süslenme, güzelleşme.

tezvik

  • Süslemek, tezyin etmek.

tezvir

  • Söze yalan karıştırma.

tezvirat / tezvirât

  • Süslü yalan söylemeler, sahtekârlıklar.
  • Söze yalan karıştırmalar.

tezyin / tezyîn / تزيين / تَزْي۪ينْ

  • Süslemek. Bezemek. Donatmak.
  • Süsleme.
  • Süsleme.
  • Süslemek, donatmak.
  • Süslemek.
  • Süsleme.
  • Süsleme.

tezyin eden

  • Süsleyen.

tezyin etme

  • Süsleme.

tezyin etmek

  • Süslemek.

tezyinat / tezyinât / tezyînat / تزیينات

  • Süslemeler.
  • Süsler. Ziynetler.
  • Süsler, süslemeler.
  • Süslemeler, süsler. (Arapça)

tezyinat-ı lafziye / tezyinat-ı lâfziye

  • Sözle ilgili süslemeler, cinas, seci' gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san'atları.

tibni / tibnî

  • Saman renkli.

tiğ-i şifa / tîğ-i şifa

  • Şifa kılıcı.

tılsım

  • Sır, gizli gerçek.

tılsımlı

  • Sırlı, gizemli.

timsal / timsâl

  • Sembol, örnek, nümune.
  • Sembol, model.

timsal-i şahsiyet

  • Şahsiyetin heykeli; kişiliğin yansıması, görüntüsü.

timsal-i sūret / timsâl-i sūret / تِمْثَالِ صُورَتْ

  • Suretin örneği.

timsali / timsâlî / تمثالى

  • Sembolik. (Arapça)

tınab / طناب

  • Sicim, çadır ipi. (Arapça)

tinnin-i felek / tinnîn-i felek

  • Saman yolu, hacılar yolu. Gökteki husuf ve küsuf mevkileri olan iki düğüm.

tırazende

  • Süsleyen, donatan, süsleyici. (Farsça)

tiryak-ı şafi / tiryak-ı şâfi

  • Şifalı, şifa verici güçlü ilâç.

tiryaki / tiryakî

  • Şifalı, faydalı, tedavi eden.

tişrab

  • Şarap içmek.

tıyere

  • Şom ve yaramaz görmek.

töhmet / تهمت

  • Suç. (Arapça)

töhmetlendirmek

  • Suç isnad etmek.

tu

  • Sen. (Farsça)

tu'tu

  • Söylerken duraklamak.

tu-ra

  • Seni, sana, senin. (Farsça)

tufa

  • Sihir, efsun.

tufan / tûfân

  • Şiddetli yağmur, büyük su baskını.

tufan-ı şedid

  • Şiddetli fırtına.

tüfeng-hane / tüfeng-hâne

  • Silâh deposu. (Farsça)

tugmus

  • Şeytanın ve cinnin gayet habisi.

tuğra-i şahane / tuğra-i şâhâne

  • Şâh ve hükümdarlara ait tuğra, mühür.

tukye

  • Sakınma.

tull

  • Süt.

tulumba

  • Su basma aleti.

tumrus

  • Sıcak külde pişmiş ekmek.

tünd

  • Sert, şiddetli, haşin. (Farsça)

tündbad / tündbâd

  • Sert rüzgâr, kasırga. (Farsça)

tündi / tündî

  • Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet. (Farsça)

tündmizac

  • Sert huylu. (Farsça)

tur-i sina / tûr-i sinâ

  • Sinâ Dağı; Cenab-ı Hakkın Hz. Mûsâ'ya göründüğü ve Tevrat'ı indirdiği dağ.

türnuk

  • Sel yolunda arta kalan balçık.

turre / طره

  • Saç lülesi. (Arapça)

türşru / türşrû / ترش رو

  • Suratı sirke satan, ekşi suratlı. (Farsça)

tusen / tûsen / توسن

  • Serkeş ve sert at. (Farsça)
  • Serkeş at. (Farsça)

tuyur-u semaviye / tuyur-u semâviye

  • Semâvî kuşlar.

übab

  • Şiddetli ve taşkın sel suyu.

ubsur

  • Seri. Çok yürüyen deve.

ubudiyet-i mütemadiye

  • Sürekli olan kulluk.

ucube / ucûbe

  • Şaşılacak şey.

ücun

  • Suyun renginin ve tadının bozulması.

üfkuhe

  • Şaşılacak şey.

uful

  • Sönüp gözden kaybolmak (güneşin sönüp kaybolması gibi).

ugniye

  • Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler.

uhde / عهده

  • Sorumluluk.
  • Sorumluluk, söz verme.
  • Sorumluluk. (Arapça)

uhra

  • Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra.

uhz

  • Sihir, efsun.

üksus

  • Sarmaşık.

ukul-ü selime

  • Sağlam ve bozulmamış akıllar.

ükule

  • Sürüden ayırıp beslenilen koyun.

ula

  • Şanlı, şerefli kimse.

ulema-i azime-i sahabe / ulema-i azîme-i sahabe

  • Sahabenin büyük âlimleri.

ulema-i batın / ulema-i bâtın

  • Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.

ulema-i sahabe / ulemâ-i sahabe

  • Sahabenin âlimleri.

ulema-yı batın / ulema-yı bâtın

  • Şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler.

uli

  • Sâhib. Ehil.

ulk

  • Şarap.

ulü

  • Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar.

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

ulum-u siyasiye

  • Siyasî ilimler.

ulüvv-ü şan

  • Şanın yüceliği.
  • Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.

ümid-i mutlak

  • Sınırsız ümid bağlama.

ümm-ül habais / ümm-ül habâis

  • Şarap, rakı gibi haram olan içki.

umman-ı sema

  • Sema, gökyüzü deryası.

ümmü'l-kura

  • Şehirlerin anası, Mekke-i Mükerreme.

ünah

  • Süstlük, zayıflık.

üncur

  • Şişe kılıfı.

unf / عنف

  • Sertlik, kabalık.
  • Sertlik, katılık, şiddet. (Arapça)

unfen / عنفا

  • Şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
  • Sertçe, şiddet kullanarak, kabalıkla. (Arapça)

unkud

  • Salkım.

ünsa-üns

  • Sıkıfıkı konuşma.

unsur-u kesif / unsur-u kesîf / عُنْصُرُ كَثِيفْ

  • Şeffaf olmayan, katı, yoğun madde.

ünvan-ı sıfat

  • Sıfat ünvanı, sıfat isim.

ürcuce

  • Salıncak.

ürcuha

  • Salıncak.

urva

  • Sıtma. Sıtmaya tutulma.

urvetülvüska

  • Sağlam kulp, islâmiyet.

üşhub

  • Süt sağılırken çıkan ses.

üslub-perestlik / üslûb-perestlik

  • Sözün mânâ ve maksada uygunluğuna değil de ifade tarzının güzelliğine önem verme.

üslub-u mücerred / üslûb-u mücerred

  • Sade, basit üslûp.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

üslub-u müzeyyen / üslûb-u müzeyyen

  • Süslü, parlak üslûp (Bu üslûp teşvik etme ve sakındırma gibi özellikleri ihtiva eder.).

üsr

  • Sidik tutulması, sidik zoru.

usret

  • Sığınacak ve kurtulacak yer.

üssü'l-esas-ı siyaset

  • Siyasetin gerçek temeli.

üstad-ı ali / üstad-ı âli

  • Şanı yüce, yüksek Üstad.

üstad-ı alişan / üstad-ı âlîşân

  • Şanı yüce üstad.

üstad-ı muhterem

  • Saygıdeğer Üstad.

üstüvane / üstüvâne / استوانه

  • Silindir. (Arapça)

üstüvari

  • Sağlam, kuvvetli, emniyetli. (Farsça)

usul-ü şeriat

  • Şeriatın esasları, İslâm Hukuku Usûlü.

ütam

  • Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.

ütrur

  • Subaşı oğlanı.

utruş / utrûş / اطروش

  • Sağır.
  • Sağır. (Arapça)

utufet / utûfet / عطوفت

  • Şefkat. (Arapça)

utull

  • Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve bahil kimse.

uva

  • Şiddetli ses. Avaz, sayha.

üvam

  • Susuzluk.

uzriyy

  • Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi.

va'd

  • Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd" dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde k
  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

va'k

  • Sıtma ve harareti.

va'l

  • Sığınacak yer.

vaad

  • Söz verme.
  • Söz verme.

vaad eden

  • Söz veren.

vaad etmek

  • Söz vermek.

vaad ve ahdeden

  • Söz veren ve yemin eden.

vahdet-i içtimaiye

  • Sosyal birlik.

vahdet-i mutlaka

  • Sınırsız birlik; Allah'ın mutlak anlamda bir ve tek oluşu.

vahdet-i şahsiye

  • Şahsın birliği.

vahdet-i saki midadı / vahdet-i sâki midadı

  • Su dağıtıcının birlik mürekkebi.

vahdet-i saltanat / وَحْدَتِ سَلْطَنَتْ

  • Saltanatın tek bir zâta ait olması.
  • Saltanatın birliği.

vahdet-i vücud / vahdet-i vücûd

  • Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.

vahid-i sahih

  • Sağlam birey, küsuratsız sayı; tamsayı.

vahid-i zülcelal / vâhid-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve görkem sahibi, bir ve tek olan Allah.

vahidiyet-i saltanat / vâhidiyet-i saltanat

  • Saltanatın tek bir zâta ait olması.

vahl

  • Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.

vakıa-i ebediye

  • Sonsuz olay.

vakıa-i müdafaa

  • Savunma olayı.

vakt-i seher

  • Seher vakti.

vakz

  • Sıklet, ağırlık.

valakadr / vâlâkadr / والاقدر

  • Saygıdeğer. (Farsça - Arapça)

valaşan / vâlâşân

  • Şânı yüce. (Farsça)

valih / vâlih / واله

  • Şaşa kalmış, şaşırmış.
  • Şaşkın. (Arapça)

valihane / vâlihâne

  • Şaşkınca. (Farsça)

vamk

  • Sevme, muhabbet.

vapesin / vâpesin / واپسين

  • Sonuncu. (Farsça)

varak-pare-i fazılane / varak-pâre-i fâzılâne

  • Sizin çok değerli yaprak parçanız, kağıt parçanız.

varid / vârid

  • Söylenen, ulaşan, gelen.

varid olan

  • Söylenen.

varis / vâris / وَارِثْ

  • Servetlerin hakiki sahibi olan (Allah).

vasf

  • Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.

vasf-ı mezbur

  • Söylenen vasıf, daha önce yazılan sıfat.

vasıf / وَصِفْ

  • Sıfat, nitelik.
  • Sıfat.

vasıta-i saltanat

  • Saltanat vasıtası, aracı.

vasıta-i seyir ve seyahat

  • Seyir ve yolculuk vasıtası.

vater

  • Sonundaki. Çok uzak. (Farsça)

vatıd

  • Sâbit.

vatid / vatîd

  • Sabit ve sağlam olan.

vazife-i baki / vazife-i bâki

  • Sonsuzluğa, âhirete ait vazife.

vazife-i bakiye / vazife-i bâkiye

  • Sonsuzluğa, âhirete ait vazife.

vazife-i içtimaiye

  • Sosyal görev.

vazife-i meşkure-i maneviye / vazife-i meşkûre-i mâneviye

  • Şükür ve övgüye lâyık mânevî görev.

vazife-i müdafaat

  • Savunma görevi.

vazife-i şahsiye

  • Şahsî vazife, kişisel görev.

vazife-i şükraniye / vazife-i şükrâniye

  • Şükür görevi.

vaziyet-i acibe

  • Şaşırtıcı durum.

vaziyet-i siyasiye

  • Siyasî durum.

ve's-saffat / ve's-sâffât

  • Sâffât Sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in 37. sûresi.

veba

  • Salgın bir hastalık. Taun.

veba-yı ağraz-ı şahsiye / vebâ-yı âğraz-ı şahsiye

  • Şahsî kinlerin vebası; kişisel kin mikrobu.

vebal / vebâl

  • Şiddet, ağırlık, günah.

veca'

  • Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak.

vecazet

  • Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.

vech-i meşruh

  • Şerh edilen, açıklanan tarzda.

veçhile

  • Şekilde.

vedid

  • Sevgisi çok olan.

vedudiyet / vedûdiyet

  • Sevilir olma, kendini sevdirme.

vefa / vefâ

  • Sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme.
  • Sözünde durmak.

vefa-i ahid / vefâ-i ahid

  • Sözünü yerine getirme, sözünde durma konusu.

vefaperver

  • Sözünde duran. Vefâlı. (Farsça)

vegre

  • Sıcaklığın çok olması.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda olana Vehhâbî denir.

vehs

  • Sır ile söyleşmek. Dedikodu yapmak.

vekad

  • Sığır bağladıkları ip.

vekaletpenah / vekâletpenâh / وكالت پناه

  • Sadrazam. (Arapça - Farsça)

vekif

  • Sütü çok olan deve.

vekire

  • Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.

velehresan / velehresân

  • Şaşkınlık veren.

velehza

  • Şaşırmış.

velehzede

  • Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık. (Farsça)

velhan

  • Şaşakalmış, şaşkın, sersem.

velhasıl / velhâsıl

  • Sözün kısası, özü, kısacası.
  • Sözün kısası.

veli / velî

  • Sahip, gözetici, koruyucu.

velvele-i gına / velvele-i gınâ

  • Şarkı bağırtısı.

venim

  • Sinek tersi.

verentel

  • Şiddet, mihnet.

vesail / vesâil / وسائل

  • Sebepler. (Arapça)

veseb

  • Sıçrama, atlama.

veşelan

  • Suyun akışı.

vesile-i iltica

  • Sığınma vesilesi, sebebi.

vesile-i muhabbet

  • Sevgi sebebi.

vesile-i şöhret

  • Şan, şöhret vesilesi.

vesilecu

  • Sebep ve bahane arayan. (Farsça)

vess

  • Suya dalmak.

vesselam / vesselâm / وَالسَّلَامْ

  • Selâmetle.

vesvas

  • Şüphe ve vesveseye sürükleyen.

vesvese

  • Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.

vesvese-i şeyatin / vesvese-i şeyâtîn

  • Şeytanların verdiği şüphe ve kuruntular.

vesvese-i şeytan

  • Şeytanın kalbe düşürdüğü şüphe, asılsız kuruntu.

vesvese-i siyasiye

  • Siyasî şüphe ve kuruntular.

vesveseli

  • Şüphe ve tereddüt içinde olan.

vezb

  • Su gibi akma.

vezveze

  • Sür'atle sıçramak.

vicdan-ı selim

  • Sağlam, temiz vicdan.

vird

  • Sık sık ve devamlı okunan dua.

vird-i seher

  • Seher vakti yapılan dua ve zikir.

vird-i şerif

  • Sürekli okunarak tekrar edilen duâ ve zikirler.

vird-i zeban / vird-i zebân

  • Sürekli tekrarlanan zikir.

vücub / vücûb

  • Sınırsız gereklilik.

vücud-u arızi / vücud-u ârızî / وُجُودُ عَارِض۪ي

  • Sonradan olan vücud.

vücud-u baki / vücud-u bâki

  • Sürekli vücud.

vücud-u havai / vücud-u havâî

  • Ses dalgası gibi havada bulunan varlık.

vücud-u mes'ud

  • Saadetli, mutlu varlık.

vücud-u muhterem

  • Saygıdeğer ve hürmete lâyık varlık; değerli şahsiyet.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşâbihat ve müşkilât

  • Sözün hangi mânâya geldiği kapalı ve zor anlaşılır ifadelerin varlığı.

vücud-u şahsi / vücud-u şahsî

  • Şahsî varlık.

vücuh şirketi / vücûh şirketi

  • Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.

vürka

  • Siyahı galip olan bozluk.

vürud eden / vürûd eden

  • Söylenen, ifade edilen.
  • Söylenen, ifade edilen.

vüs'at-i mutlaka

  • Sınırsız genişlik.

vüska / vüskâ

  • Sağlam.

vuska / vuskâ / وثقى

  • Sağlam. (Arapça)

vüska / vüskâ / وثقى

  • Sağlam. (Arapça)

vüsuk / vüsûk

  • Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık.
  • Sağlam inanç, güvenme.

vüzub

  • Su gibi akma.

ya kerim / yâ kerîm

  • Sınırsız ikram, lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah.

ya-i muhaffef / yâ-i muhaffef

  • Şeddesiz yâ harfi.

ya-i müşedde / yâ-i müşedde

  • Şeddeli y harfi.

yadigar-ı harb / yâdigâr-ı harb

  • Savaş hatırası.

yafe

  • Saçma ve mânasız söz. (Farsça)

yakin / yakîn / يَق۪ينْ

  • Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek. (Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman
  • Şüphesiz ve kesin bilgi.
  • Sağlam ve kesin bilgi.

yakin-i kat'i / yakîn-i kat'î

  • Şüphesiz ve kesin bilgi.

yakinen / yakînen / يَق۪ينًا

  • Şüphesiz olarak.

yakini / yakinî / yakînî / يَق۪ين۪ي

  • Şüphe edilmeyecek derece kesinlik.
  • Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair.
  • Sağlam ve kesin bilgi ile.

yakini burhan / yakînî burhan

  • Şüphesiz, kesin delil.

yakiniyat / yakîniyat

  • Şüpheye yer bırakmayacak derecede kesin olan şeyler.

yale

  • Sığır boynuzu. (Farsça)

yasir

  • Sol tarafa giden.

yebes

  • Sonradan kuruyan yaş mevzi.

yed-i tasarruf

  • Sahibolma, sâhiblik.

yedinci şua

  • Şualar'da yer alan ve Ayet'ül-Kübra olarak da bilinen bölüm.

yeftenc

  • Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan.

yehma

  • Sahra, çöl.

yemin / yemîn

  • Sağ taraf.

yera'

  • Sığır buzağısı.

yerku'

  • Şiddetli açlık.

yesar / yesâr / یسار

  • Sol, sol taraf. (Arapça)

yesari / yesarî

  • Sola ait. Sol ile alâkalı.

yetu'

  • Sütleğen otu.

yevm-i şek

  • Şüpheli gün. Havanın bulutlu olup, Ramazan ayı hilâlinin görülmemesi sebebiyle Şâbân ayının otuzuncu günü mü, yoksa Ramazân-ı şerîfin ilk günü mü olduğu bilinmeyen, Şâbân'ın yirmi dokuzundan sonra gelen gün.
  • Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün.

yevm-i şevk

  • Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.

yılbaşı

  • Sene başı. Yeni bir senenin başlaması. Başlangıç zamânına göre iki çeşit sene vardır. Mîlâdî ve hicrî sene.

yümna / yümnâ / یمنى

  • Sağ taraf, sağ el.
  • Sağ taraf. (Arapça)

yüsra / yüsrâ / یسری

  • Sol taraf. Sol el. (Eyser'in müennes)
  • Sol taraf. (Arapça)

za

  • Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)

za'feran / za'ferân / زعفران

  • Safran. (Arapça)

za'zaa

  • Şiddetle hareket ettirmek, sarsmak.

zaaf-ı asab / zaaf-ı âsâb

  • Sinirlerin zayıflığı, hastalığı.

zaaf-ı mutlak

  • Son derece zayıflık.

zaal

  • Şâdlık, neşeli oluş, neşat.

zaar

  • Şiddetli korku.

zab'

  • Sırtlan.

zabit / zâbit / ضابط / ضَابِطْ

  • Subay.
  • Subay. (Arapça)
  • Subay.

zabitan / zâbitân / ضابطان

  • Subaylar.
  • Subaylar. (Arapça - Farsça)

zadegan / zâdegân / زادگان

  • Soylular, aristokratlar. (Farsça)

zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik

  • Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.

zahir-i şeriat / zâhir-i şeriat

  • Şeriatın görünürdeki yönü.

zahirbin / zâhirbîn / ظاهربين

  • Sadece görünüşe bakan. (Arapça - Farsça)

zahirperest / zâhirperest / ظاهرپرست

  • Sadece dış görünüşe bakan. (Arapça - Farsça)

zahmet

  • Sıkıntı, eziyet, zorluk.
  • Sıkıntı, zor, güç.

zahr

  • Sırt, dış yüz.

zaif-i mutlak

  • Son derece zayıf.

zail / zâil / زَائِلْ

  • Sona eren, sürekli olmayan.
  • Son bulan.

zaile / zâile / زَائِلَه

  • Son bulan.

zal / zâl / زال

  • Saçları ağarmış, ihtiyar. (Farsça)

zalumiyet / zalûmiyet

  • Şiddetli zalimlik.

zama'

  • Susuzluk.

zamair-i şahsiyye

  • Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen kelimeler.

zaman-ı hal / زَمَانِ حَالْ / zaman-ı hâl

  • Şimdiki zaman.
  • Şimdiki zaman.

zaman-ı hazır / zaman-ı hâzır / زَمَانِ حَاضِرْ

  • Şimdiki zaman.
  • Şimdiki zaman.

zaman-ı hazıra / zaman-ı hâzıra

  • Şimdiki zaman.

zaman-ı saadet / zaman-ı saâdet

  • Saadet zamanı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem olan asr-ı saadet dönemi.

zaman-ı sahabe / zaman-ı sahâbe

  • Sahabelerin yaşadığı dönem.

zamih

  • Somak ağacı. ("Tadım" da denir)

zan / zân

  • Sanma ve düşünme.
  • Sanma, sezme.

zanin

  • Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse.

zanlı

  • Şüpheli.

zann

  • Şüphe. Zannetmek, samak. Sezme.
  • Sanma, sezme.
  • Sanan, zanneden.

zannetmek

  • Sanmak.

zaptiye

  • Subaylık, subay.

zarr

  • Soğuktan dolayı suyun donması.

zarurat / zarûrât / ضرورات

  • Sıkıntılar, mecburiyetler. (Arapça)

zat / ذات

  • Şahıs.

zat-ı alişan / zât-ı âlîşân

  • Şanı yüksek zât.

zat-ı aliye-i fazılane / zât-ı âliye-i fâzılâne

  • Sizin pek yüksek zâtınız.

zat-ı celil-i zülcemal / zât-ı celîl-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik ve haşmet sahibi Zât, Allah.

zat-ı cemil-i zülcelal / zât-ı cemîl-i zülcelâl

  • Sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı cemil-i zülkemal / zât-ı cemîl-i zülkemal

  • Sonsuz mükemmellik ve güzellik sahibi Allah.

zat-ı hakim-i zülcelal / zât-ı hakîm-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve büyüklük sahibi olan ve her şeyi hikmetle yaratan Allah.

zat-ı kadir-i hakim / zât-ı kadîr-i hakîm

  • Sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Zât, Allah.

zat-ı kerim / zât-ı kerîm

  • Sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah.

zat-ı kerim-i zülcemal / zât-ı kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik ve cömertlik sahibi Allah.

zat-ı kibriya / zât-ı kibriya

  • Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan Allah.

zat-ı müşahhas / zât-ı müşahhas

  • Somut ve gerçek varlığa sahip birisi.

zat-ı rahim ve kerim / zât-ı rahîm ve kerîm

  • Sonsuz rahmet ve ikram sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı rahim-i kerim / zât-ı rahîm-i kerîm

  • Sonsuz rahmet ve ikram sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı zişuun / zât-ı zîşuûn

  • Şuûn sahibi Zât, Allah.

zat-ı zülcelal / zât-ı zülcelâl

  • Sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı zülcelal ve'l-ikram / zât-ı zülcelâl ve'l-ikram

  • Sonsuz yücelik, haşmet sahibi olan, çok ihsan ve bağışta bulunan Allah.

zat-ı zülcemal / zât-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi Zât, Allah.

zat-ı zülcemal ve kemal / zât-ı zülcemâl ve kemâl

  • Sonsuz güzellik ve mükemmellik sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı zülkemal / zât-ı zülkemâl

  • Sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah.

zatınız / zâtınız

  • Şahsınız.

zatiyyat / zâtiyyat

  • Şahsiyetler. Zâta mahsus işler.

ze'v

  • Sürmek ve sulamak.

zeccac

  • Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan.

zecir

  • Sakındırma.

zecirkarane / zecirkârâne

  • Şiddetle sakındırarak, engelleyerek.

zecr

  • Sakındırma, zorlama.

zecren

  • Sakındırma, yasaklama.

zeferat

  • Soluk almalar.

zeka / zekâ

  • Sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamak, yeni îcab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uyması.

zeka-yı siyasi / zekâ-yı siyasî

  • Siyasî zekâ.

zekat-ı şer'i / zekât-ı şer'î

  • Şeriatın emrettiği zekât.

zekun

  • Sivri ve sarkık enekli.

zelak

  • Sülük.

zelk

  • Sürçme, kayma.

zell / زل

  • Sürçme, kayma. (Arapça)

zelle

  • Sürçme, yanılma.

zelzele-i zeval ve firak / zelzele-i zevâl ve firâk / زَلْزَلَۀِ زَوَالْ و فِرَاقْ / zelzele-i zevâl ve firak / زَلْزَلَۀِ زَوَالْ و فِرِاقْ

  • Son bulma ve ayrılığın sarsıntısı.
  • Son bulma ve ayrılık sarsıntısı.

zelzeleli

  • Sarsıntılı.

zemare

  • Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.

zeminbusi / zeminbûsî / زمين بوسى

  • Saygı ile yer öpme. (Farsça)

zemk

  • Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka" derler.)

zemzeme-pira / zemzeme-pirâ

  • Şarkı söyleyen, terennüm eden. (Farsça)

zenb / ذنب

  • Suç, günah, kabahat.
  • Suç, günah.
  • Suç, günah. (Arapça)

zenc

  • Siyah, kara.

zenci / zencî / زنجى

  • Siyah ırktan olan. Siyâhi.
  • Siyah ırktan olan.
  • Siyahî, zenci. (Arapça)

zenin

  • Sümük.

zennun

  • Sümüklü.

zenub

  • Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur.

zer-baf / zer-bâf

  • Sırma dokuyan.
  • Sırma dokuyan.

zerare

  • Saçılan şey.

zerbaf / zerbâf / زرباف

  • Sırmacı. (Farsça)

zerd / زرد

  • Sarı. (Farsça)

zerdfam

  • Sarı renkte. Sarı renkli. (Farsça)

zerdi / zerdî

  • Sarılık. Sarı renkte olma. (Farsça)

zerduz / zerdûz / زردوز

  • Sırmacı. (Farsça)

zerre-i şeffafe / zerre-i şeffâfe

  • Şeffaf ve saydam zerre, ayna gibi yansıtma özelliği olan küçük maddeler.

zeruf

  • Seri, hızlı, aceleci.

zerzere

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.

zeval / zevâl / زَوَالْ

  • Sona erme, silinme.
  • Son bulma.

zeval-alud / zevâl-âlûd

  • Son bulmayla bulaşık.

zevali / zevâlî

  • Sonu ermesi yakın.

zevat-ı kiram

  • Şerefli, temiz, büyük zatlar.

zevat-ı ma'dude

  • Sayılı zevât. Sayılı kimseler.

zevat-ı muhterem / zevât-ı muhterem

  • Saygıdeğer zâtlar, kişiler.

zevh

  • Şiddetle yürümek.

zevil

  • Sahibi, sahipler.

zevk-i baki / zevk-i bâki

  • Sonsuz zevk.

zeyd bin sabit

  • Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini

zeyn / زین

  • Süs, süsleme.
  • Süs. (Arapça)
  • Zeyn olmak: Süslenmek. (Arapça)

zımni / zımnî

  • Saklı, gizli, örtülü.

zırh

  • Savaş elbisesi.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın